Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Nuh Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
71-NUH:
1-3. "Biz Nûh'u gönderdik." Âlûsi
şöyle der: "Nûh ismi aslında Arapça değildir, başka bir dildendir.
Cüvâlikî bunun Arapçalaşmış olduğunu söylemiş, Kirmanî ise, Süryanicede Nûh
kelimesinin "sâkin" mânâsına geldiğini söylemiştir. Hakim'in
Müstedrek'te "Asıl ismi Abdülgaffar olup çok ah çekip ağladığından dolayı
Nûh denilmiş." olduğuna dair rivayeti sahih olmasa gerektir. Meşhur
rivayete göre, Hz. Nûh'un nesebi, İbnü Melek b. Mettuşelah b. Ahnuh'tur. Ahnuh
da İdris (a.s)'in ismidir. Buna göre Nûh, İdris (a.s)'ten sonradır,
Müstedrek'te ise sahabeden çoğunun Hz. Nûh'un Hz. İdris'ten önce olduğu
görüşünde oldukları yazılıdır."
Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında bin sene kadar
veya daha yakın bir zaman geçmiş olduğuna dair de aslı eski kitaplara
dayandırılan yaygın bir rivayet vardır. Fakat Hz. Nûh'un kavmi, bu sûrede
açıklandığına göre Vedd, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesir adlarında bir takım putları
yapmış oldukları, bu ise Hz. Nuh'un gemisi gibi mucize türünden olamıyacağı
için o vakit sanayinin bunları yapabilecek kadar ilerlemiş bulunduğunu
göstermesi bakımından bin sene içinde ilk insanların sanayide bu dereceye
gelebilmiş olmaları, ilâhî hükümle bu âlemde görülegelen aşamalı gelişme
kanununa göre imkânsız değilse de garip ve uzak görünür. Bu bakımdan ya Âdem'in
yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya O Âdem'den
maksadın, insanlığın babası olan Âdem olmadığına inanmak gerekir. Biz ise
Âdem'i Kur'ân'da özel isim olarak bir tanıdığımızdan, Hz. Nûh ile Hz. Âdem
arasında ne kadar bin sene geçmiş olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez deriz.
"Kavmine gönderdik." Burada Hz.
Nûh'un bütün insanlara değil, kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Zira
Peygamberler içinde bütün insanlara gönderilmiş olmak Peygamberimiz'e ait bir
özelliktir. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve
yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla
beraber Alûsî'nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh'un kavmi Arap
yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kûfe
topraklarında yani Irak'ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi
verilmiş olmasıdır. Bundan Nûh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma
özelliği Nûh kavmine ve onların hepsine ait demek olup bütün yerküresinin her
tarafını kapsaması gerekmiyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan
bulunup bulunmadığı da kestirilemiyeceği anlaşılıyor ki, Âlûsi'nin de tercihi
budur.
İbnü Esir "Kâmil"de ve Ebulfidâ
"Tarih"inde: "Mecusiler, Tufanı tanımazlar. Bazıları da Tufanın
varlığını ikrar eder ve fakat Bâbil bölgesi ile ona yakın yerlerde olduğunu ve
"Küyümers" yani Âdem oğullarının meskenleri doğuda olduğundan onlara
Tufan'ın ulaşmadığını iddia ve zanneder. Aynı şekilde Hind, İran, Çin gibi doğu
ülkeleri Tufan'ı tanımazlar. Bazı İranlılar onu itiraf eder ve fakat
"genel değildi, Hulvân geçidini geçmemişti" derler. Doğru olan, yeryüzünde
yaşayanların hepsinin Nûh (a.s)'un çocuklarından olmasıdır. Zira "Ve onun
neslini baki kalanlar kıldık."(Sâffat, 37/77) buyrulmuştur" diye
yazarlar. (Sâffat Sûresi'ndeki bu âyet ile Hûd sûresindeki, "Denildi ki:
Ey Nûh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selam ve
bereketlerle in. Onlardan bir takım kâfir ümmetler olacak ki, biz onları
dünyada rızıkla faydalandıracağız."(Hûd, 11/48) âyetinin tefsirine bkz.)
4-12. Ahiret azabı yahut Tufan.
Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki
bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve
günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi
ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı
bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın
bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.
Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de
ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya
da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet
şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne
hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne
takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka
kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o
gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz
ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de
ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap
kazanmaya çalışmak gerekir.
Burada bir taraftan "ertelesin"
deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince
ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki olmaz mı
denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı
az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce
ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan
ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen
ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar
bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele
eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen
şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele
ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var
ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin."
cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ
çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün
kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile
iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla
ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde
ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?
Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise,
korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a
îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün
olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı
kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı
olarak tasvir etmişlerdir.
Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza
buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer
küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle
onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar
ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine
gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu
da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye
geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu
aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla
birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını,
ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli
gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel
değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü
ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi, yapılmayacak olan ertelemenin vaad
edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele
ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir
çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz
uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu
surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel
varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir.
Çünkü meselenin iki safhası vardır:
BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin
ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre
ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür.
Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin
sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı
olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.
İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu
bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin
sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.
İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın
ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre
"Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3)
diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından
ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel
de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi
birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın
bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün
dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın
gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.
İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve
sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için
iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine
getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da
çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı
bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan
mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de
dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya
inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm
verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet verip "Kuşkusuz Allah'ın
eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."
13. Niye siz Allah için bir vakar ummazsınız?
Vakar, hafifliğin zıddı olarak ağırlık, yumuşak huyluluk, ağırbaşlılık ve
ululuk mânâlarına gelir. Nitekim bu kökten türetilen tevkir,
"ululamak" demektir. fâili veya başında bulunan "lâm"
harfinin ilgili olduğu kelimeyi açıklamaktadır. Yani, "Siz niçin Allah'tan
korkmuyorsunuz, yüce Allah'ın yumuşaklığıyla beraber bir ululuk ve yüceliği bulunduğuna
inanmıyor ve onu saymayanın neticede yok olacağına ihtimal vermiyor,
inanmıyorsunuz da ona saygısızlık ediyor, putlara tapıyorsunuz?" Bu mânâya
göre söz, sırf tehdit ve korkutma ifade eder. Yahut, "Niçin siz yüce
Allah'ın size ilerde bir vakar ve onur lütfederek size değer vermesini,
yükseltip neticede büyük mertebe ve sevaba erdirmesini ümit etmiyorsunuz da
iman ile onun yoluna gitmiyor, onu inkâr edip putlara taparak zelillik yolunu
seçiyorsunuz?" demektir ki, bu durumda korkutmadan çok teşvik olmuş olur.
14. Oysa o sizi aşama aşama birçok hallerden
geçirerek yaratmıştır. Burada insan yaratılışının fert ve toplum olarak
geçirmiş olduğu evrim mertebelerine işaret vardır. Ebu's-Suud'un açıklamasına
göre; önce unsurlar halinde, sonra gıdalar halinde, sonra karışımlar halinde,
sonra sperma halinde, sonra embriyon halinde, sonra et parçası halinde, sonra
kemik ve et halinde, sonra da bambaşka bir yaratılışla şekil vermiştir.
"Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir."(Müminun,
23/14). Bunları yapan o güzel yaratıcı ululama ve saygıya layık değil mi? O
sizi daha başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut ezip yok ederek
elem verici o azaplara düşüremez mi? Siz niye bunları düşünmüyorsunuz?
15-16. Bunu daha çok açıklamak ve kanıtlamak
için buyruluyor ki: "Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış
görmediniz mi? Ay'ı içlerinde bir nur kılmış; güneşi de bir lamba kılmış."
17. "Allah sizi yerden bir nebat tarzıyla
bitirdi." Nebat ve nebt kelimeleri, lügatte cins ismi ve mastar olur. İsim
olduğuna göre, yerde biten, yani yerden çıkıp yetişen her şeye denir. Sonra
örfte sapı olmayanlar ve hayvanların yedikleri için kullanılır olmuştur.
Türkçe'de buna "ot" denir. Mastar olduğuna göre de bitmek, ot bitmek,
yetişmek mânâsına gelir. Bu kökten türetilen "inbât" da, bitirmek,
yetiştirmek, geliştirmek demek olur. Nebatın ayırıcı özellik ve niteliği
gelişmedir ki organizmanın gıda ve üreme ile ortaya çıkıp görünmesidir. Fakat
kelimenin asıl kipi mastar olduğu ve insan hayatı bitkisel hayattan ibaret
bulunmadığı için tefsirciler burada kelimesinin hal değil mef'ulü mutlak
olduğunu açıklamışlardır. Ancak bazıları doğrudan doğruya "sizi
bitirdi" fiilinden mef'ulü mutlak olması için, kelimesinin mânâsına olup
babının dışında zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir ki "yerden bitirmek
suretiyle yetiştirdik" demek olur. Diğer bazıları da, (bitirme)nin
neticesi olmak üzere üç harfli fiillerden ibarede bulunmayan fakat takdir
edilen bir fiilin mastarı olması dolayısıyle 'ın mef'ulü mutlakı olduğunu
söylemişlerdir ki aslı olup mânâ, "Allah sizi bitirdi siz de bir tür
bitişle bittiniz." demek olur.
Fahreddin Razî şöyle der: Burada iki mesele
vardır.
BİRİNCİSİ, Ayetin iki yorum şekli vardır.
Birisi, "sizi yerden bitirdi" demek, babanızı yerden bitirdi, başlangıçta
topraktan onu yaratmak suretiyle cinsinizi yarattı, demektir. O kadar ki,
"Doğrusu Allah katında İsa'nın misali Adem'in misali gibidir. Onu
topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) gibi olur. Diğeri, hepinizi yerden
yarattı demek olur. Çünkü Allah bizi spermalardan, onları gıdalardan, gıdaları
bitkilerden bitkileri de yerden yaratıyor.
İKİNCİSİ, denilmesi gerekirken buyrulmuştur ki
"Allah sizi bitirdi, siz de bir tür bitişle bittiniz." takdirindedir.
Bunda hoş bir incelik vardır. Zira buyursa idi "acaip garib bir
bitirme" demek olurdu. Oysa Allah'ın sıfatı olan inbat, bizim beş
duyumuzdan biriyle anlaşılamadığında, biz onun enteresan ve tam bir bitirme
olduğunu başka türlü tanımazdık, ancak Allah'ın haber vermesiyle tanımış
olurduk. Bu makam ise yüce Allah'ın sonsuz kudretini delil ile anlama
makamıdır. Onu yalnız işitme yoluyla kanıtlamak yeterli olmayabilir. Fakat
"o bitirdi de siz enteresan garip bir bitişle bittiniz" anlamına
buyrulunca bizim vasfımız olan o enteresan garip ve mükemmel bitiş bizim duyu
organlarımızla hissedilip gözlendiğinden buradan hareketle yüce Allah'ın eşsiz
kudretini anlamak mümkün olur. Bu nedenle buyrulması, bu makama daha uygun,
daha edebî olmuş ve bu hoş inceliği göstermek için hakikatten mecaza geçilerek
yerine buyrulmuştur.
Bununla beraber hal yapıldığı takdirde de bu
nükte anlaşılmaz değildir. Fakat kelimenin esasen mastar olması ve halden önce
mef'ulü mutlak olmaya daha layık ve kuvvetli bulunması nedeniyle tefsirciler
onun halden ziyade mastar olmasını göz önüne almışlardır.
18-20. Bu suretle insanın geçirdiği evrelerin
ilk unsurlarına işaretten sonra geleceğini ve gayesini açıklamak için de
buyruluyor ki "Sonra sizi tekrar toprağa çevirecek ve oradan sizi bir
çıkarış daha çıkaracak".
Bu davet ve açıklamadan sonra ne oldu?
Meâl-i Şerifi
21. Nûh dedi ki: "Ey Rabbim! Onlar bana
isyan ettiler; malı ve çocuğu hüsrandan başka bir şeyini artırmayan kimsenin
ardına düştüler."
22. "Büyük büyük tuzaklar kurdular."
23. Dediler ki: "Sakın tanrılarınızı
bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı ve ne de Yeğus'u, Yeûk'u ve Nesr'i."
24. Çok kişiyi yoldan saptırdılar. Sen de o
zalimlerin sadece şaşkınlıklarını artır.
25. Hatalarından dolayı boğuldular, ateşe
sokuldular, kendilerine Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.
26. Nûh dedi ki: "Yeryüzünde kafirlerden
bir tek kişi bırakma."
27. "Zira sen onları bırakırsan kullarını
yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar."
28. "Ey Rabbim! Bana, babama, anama,
mümin olarak evime girene ve bütün inanmış erkek ve kadınlara mağfiret buyur.
Zalimlerin de sadece helakini artır."
21-22. "Malı ve çocuğu, kendisinin
zararını artırmaktan başka bir işe yaramayan kişiye uydular." Bu kişi, Nûh
kavminin peşinden gittikleri ve Hz. Nûh'a düşmanlık eden zalim demek oluyor.
23-24. "Ne Vedd'i, ne Suvâ'ı ve ne
Yeğus'u Yeuk'u ve Nesr'i." Bunlar, kendilerince en büyük tanıdıkları ve
tapındıkları putlarının isimleridir. Bununla beraber kendi aralarında
dereceleri birbirinden farklıdır. Bazılarında "lâ"nın tekrarlanması
ve bazılarında söylenmemesi ile bu farklılığa işaret olunmuştur. Demek ki Vedd
ve Suva'dan herbiri; Yeğus, Yeûk ve Nesr'in hepsine karşılık söylenmiş oluyor.
Bazıları şöyle demiştir. Bu putlar Araplar'a geçmişti. Bundan dolayı, Araplar;
Abd-i Vedd, Abd-i Yeğus... diye isimler takardı. Âlûsi şöyle der: Buhârî, İbnü
Münzir ve İbnü Merduye İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Nûh kavmindeki
putlar sonradan Araplar'a geçmişti. Vedd, Düme-tü'l-Cendel'de Kelb oğullarının
putu idi. Suvâ, Hüzeyl'in idi. Yeğûs, Murad'ın, sonra Seba'da Beni Gatîf'in
idi. Ye'uk, Hamedân'ın idi. Nesir de Himyer'in, Ali zilkelâ'nın idi. Bu isimler
esasen bazı iyi kişilerin isimleri iken vefatlarında onların adına ve
oturdukları yerlere Şeytan'ın aşılama ve telkinleriyle dikmeler dikilmiş ve
bunların adları verilmiş, sonra da onları tanıyanlar kalmayınca bilmeden
bunlara tapılmıştır. İbnü Ebî Hâtim'in Urve b. Zübeyr'den rivayetine göre Vedd,
en büyükleri ve en iyileri idi. Bunların hepsi Âdem oğullarından idi. Bir
rivayete göre de Vedd, yüce Allah'tan başka ilâh edinilenlerin ilkidir.
Abd b. Humeyd'in Ebu Mutahher'den rivayet
ettiğine göre Ebu Cafer Muhammed b. Bâkır Hazretleri şöyle demiştir:
Vedd, kavmi içinde sevilen müslüman bir
kişiydi. Ölünce Bâbil yurdunda kabrinin etrafında ordu kurdular, yas tuttular.
İblis onların bu feryadını görünce bir insan biçiminde onlara: "Sizin
ağlayıp sızladığınızı ve üzüldüğünüzü görüyorum. Size onun bir şeklini, resmini
yapsam, toplandığınız yere koysanız da onu ansanız." dedi."
Peki" dediler. Bunun üzerine İblis Vedd'in bir şeklini yaptı. Onu toplantı
yerlerine koydular. Babilliler onu anarlardı. İblis bunu görünce: "Nasıl,
evlerinize de yapsam, herkes evinde de ansa olur mu?" dedi. Onu da yaptı,
bu şekilde onu anar oldular. Sonra çocukları yetişti. Çocuklar büyüklerin ona
yaptıklarını görüyordu. Nesil uzadıkça onu niye andıkları unutuldu. Tuttular,
ona ilâh diye tapmaya başladılar. İşte yeryüzünde Allah'tan başka ilk tapınılan
Vedd oldu.
İbnü Münzir ve başkaları Ebu Osman Mehli'den
rivayet etmişlerdir. Ebu Osman demiştir ki: Yeğus'u gördüm, kurşundan idi.
Çıplak bir deveye yükletilir, beraberinde giderler, bir yere varıp kendi
kendine çökene kadar onu hiç dehlemezlerdi. O çökünce de, "Haydin, konaklayacağınız
yeri beğendi." derler ve etrafına konarlar ve oraya bir bina yaparlardı.
Keşşâf'ta zikredildiği üzere, bir de şöyle
denilmiştir: Vedd, bir erkek şeklinde, Süva bir kadın şeklinde, Yeğus bir
arslan şeklinde, Yeuk bir kısrak şeklinde, Nesir bir kartal şeklinde idi. Yine
denilmiştir ki, yok olan Nûh kavminin putlarının aynen Araplar'a geçmiş olması
uzak bir iştir, anlaşılır gibi değildir. Açık olan budur ki, ancak isimleri
kalmış, Araplar da bir takım putlar edinerek onlara bu isimleri vermişler ve
Abd-i Yeğus ve Abd-i Yeuk derken de bu putların kulu, yani Yeğus'un kulu,
Yeuk'un kulu mânâlarını kastetmişlerdir. Ebu Osman'ın gördüğü de aynen Nûh
zamanından kalma değil, ancak o isimle isimlendirilen başka bir put olması
gerekir. Âlûsî, daha önce nakledildiği üzere, onların hepsinin de insan
şeklinde olmalarının daha sahih olduğunu kaydetmiştir. Bu isimler esasen Arapça
olmayıp başka bir dilden olduklarına göre, Vedd ve Yeğus isimlerinin
Hintliler'in Veda, Vüyasa isimlerini andırdıkları da hatıra gelmiyor değildir.
25. "Hatalarından dolayı" buradaki
harf-i cerri illet ve sebep bildirir. Metne ziyade kılınmıştır veya belirsizlik
için getirilmiştir. Onların hatalarının ve işledikleri suçların büyüklüğüne ve
fazlalığına dikkat çekmek için ziyade kılınmıştır. Burada mef'ûlün fiilden önce
getirilmesi, söze "ancak, yalnız, sırf" gibi mânâlar kazandırır. Yani
başka sebepten ötürü değil, açıklandığı üzere sırf kendilerinin birçok büyük
günahlarından ötürü suda boğuldular, tufana boğuldular. Sonra da bir ateşe
atıldılar. Bu, berzah yani ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bulundukları
yerdeki veya kabirdeki azaptır. Suya boğulmakla ateşe atılmak gibi iki zıt
azabın bir araya getirilmesinde eşsiz bir tıbak sanatı vardır.
26. "Nûh dedi ki, ey Rabbim!..." Bu
söz, önce geçen sözüne bağlanmıştır. Fakat Nûh'un burada söyledikleri evvelki
sözleri gibi sadece söyleneni hikâye için değil, ondan helak olmaya hak
kazandıklarını açıklamak için olup bu duanın da onların hata ve günahları
yüzünden olduğu anlatılmak üzere sona bırakılmıştır. Çünkü bu duanın, onlar
suda boğulmadan evvel yapılmış olduğu açıktır. Ey Rabbim! Yer üzerinde bırakma.
Burada yer denince anlaşılan açık ve genel olarak bilinen yeryüzüdür. Bununla
beraber başında bulunan "lâm"ın ahd için olmasıyle "Nûh kavminin
bulunduğu yer" demek de olabilir. Kâfirlerden bir tek kişi, yahut yurt
sahibi bir kimse bırakma. Derler ki: kelimesi ancak genel olumsuzluk ifade eden
cümlelerde kullanılır. denilir ki bu, "evde kimse yok" demektir. Bu
kelimenin aslı "dâr" yahut "devir" kökünden
"fey'al" kalıbında "deyvâr" dır. Vâv harfi yâ harfine
dönüştürülmüştür. Bu kelime fa'âl kalıbında değildir. Öyle olsaydı deyyar olmaz
devvar olurdu. Şu halde türediği kelimeye göre asıl mânâsı "evcil" yahut
"yurtçul" demek gibidir. Bununla beraber deyyar, ayyaş gibi asıl
harfi yâ olarak kökünden fa'âl kalıbında da olur ki "deyr bekleyen",
"manastır bekçisi" mânâsına gelir.
27. Bu şekilde olumsuzluk genel olmakla
beraber maksat, yurt sahibi, yurt ve ülke yöneten hiçbir kimse demek olması da
dış görünüşü itibariyle şu illete uygun düşer: Zira onları bırakırsan kullarını
saptırırlar, çocukları da günahkâr ve kâfirden başkası olmaz.
Bu duanın eseri yalnız Nûh kavminin suya
boğulmasıyla kalmamış, sonra onun ve beraberindeki müminlerin nesilleri
"Denildi ki; "ey Nuh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan
müminlere bir selâm ve bereketlerle in. İleride kendilerini birçok nimetten
faydalandıracağımız ve sonra da bu yüzden kendilerine bizden bir acıklı azap
dokunacak ümmetler de olacaktır."(Hud, 11/48) âyetine uygun bir şekilde
yeryüzüne yayılarak "Ve onun neslini baki kalanlar kıldık."(Sâffat,
37/77) sözünün gerçekleşmesiyle de kendini göstermiştir.
28. Bu da Nûh (a.s)'un şu duasıyla ilgilidir;
Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mümin olarak evime girene ve bütün inanan erkek
ve kadınlara mağfiret et. Bu, geçmiş ve kıyamete kadar gelecek bütün ümmetlerin
inanan erkek ve kadınlarını kapsar. Zalimlere ise helakten başka bir şey
artırma. Bu cümle de, geçmişteki zalimleri de arkalarından beddua olarak
kapsamakla beraber, daha çok o kâfirler helak edildikten sonra gelecek olan
zalimler aleyhine dua demek olur. Yani "her kim olursa olsun, benim
soyumdan ve bütün mümin erkek ve kadınların soyundan gelmiş dahi olsa zalimlerin
hep helaklerini artır. Sonlarını perişan eyle" mânâsını da ifade eder ki,
Hz. Nûh'a, "İlerde kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız ve
sonra da bu yüzden kendilerine bizden bir acıklı azap dokunacak ümmetler de
olacaktır."(Hûd, 11/48) buyrulması; aynı şekilde Hz. İbrahim'in
"Soyumdan da bir kısmını lider yap"(Bakara, 2/124) duasına
"Ahdim zalimlere ermez"(Bakara, 2/124) buyrulması bunun cevabı
demektir. Demek ki, küfür ve zulme gidenler, her kim olursa olsun, atalarının
iman ve adaletleri dolayısıyla dünyada ilâhî nimetten bir nasip alarak bir
müddet yaşayabilirlerse de, neticede helak olup bağışlanmaya ermeksizin acıklı
bir azap içinde kalmaya mahkûmdurlar. Bu azap onların sırf inkâr ve zulüm ile
ettikleri hatalar ve işledikleri suçlar sebebiyledir. Bu suretle Meâric
Sûresi'nde kendilerinden bahsedilen kâfirler de o vaad olundukları acı günü
görecekler; azap kesinlikle gerçekleşecek, o büyük musibet çaresiz başlarına
inecektir.
Görülene ve görüleceğe dair olan bu iki
sûreden sonra genellikle görülmeyen ve gözden saklı bulunan kuvvetlere dair
olmak üzere de buradan Cinn Sûresi'ne geçilecektir ki bunlar Âdem'in ve Nûh'un
soyunda bulunmayan kuvvetleri kapsar.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Nuh Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.