Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Nebe Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
78-NEBE':
"Birbirlerine hangi şeyi
soruyorlar?" Bunun aslı, 'dır. Neyi hangi şeyi? demektir. Sözdeki
kapalılık konunun önemini göstermek içindir. "Hangi büyük meseleyi?"
demek olur." Ne için, neden dolayı birbirlerine soruyorlar?" demek
olabileceğini de söylemişlerdir. Her iki durumda da bunu birbirlerine
soranların maksadı gerek olumlu gerek olumsuz, gerek alay, gerek ciddi olsun
her halde inanmayanların dahi bundan önemli bir telaş duyduklarını ve meselenin
aslında büyük bir mesele olduğunu bildirir ki bu, şu cevap ile açıklığa
kavuşturuluyor.
2. "O büyük haberden".
NEBE', önemli haber, önemli olarak kabul
edilmesi gerekli olan haber demektir. Başındaki "lâm" ahd için
olduğundan özellikle Peygamberlik haberi demek olur. "Büyük"
sıfatıyla nitelenmesi de aslında en büyük haber olduğunu gösterip
açıklamaktadır. Bu haber, Peygamber (s.a.v)'in gönderilmesi ve özellikle onun
Kur'ân ve Peygamberlikle bildirdiği kıyamet haberidir. O gün, herkesin iman ve
amelinden sorulacağı ahiret günü, öldükten sonra dirilme günüdür.
İmana gelmeyenler, Hz. Muhammed (s.a.v)'in
Peygamber olarak gönderilişi ile ilgili birbirlerine soruyorlar: Bu haber ne?
O,Allah tarafından Allah'ın birliğine ve ahiret gününe inanmaya çağırmak için
gönderilmiş elçi mi imiş? Hele o kıyamet haberi nedir? Ölüler dirilecek,
herkese yaptığından sorulacakmış, öyle mi? diyorlar. Kimi "öyle"
diyor, kimi "böyle şey mi olur?" diyor. Kimi de "acaba!"
diye tereddüt ediyordu. İşte burada bunlar anlatılıyor.
3. "Ki onlar bu haberde ayrılığa
düşmektedirler". Burada "o haberde" mef'ûlü (tümleci)nün önce
gelmesi mutlak (soyut) olarak önem için veya "sadece" mânâsını ifade
etmek için olabileceğine göre bunda iki mânâ vardır: Önemini göstermek için olduğuna
göre, kiminin inanarak, kiminin inkâr ederek, kiminin tereddüde düşerek o haber
hakkında ihtilaflarını ve bu ihtilafın bile onun önemini gösterdiğini anlatır.
"Sadece" mânâsını ifade etmek için öne alınmış olduğuna göre ise,
onların ihtilaf ve tartışmaları sadece o haber verilen şey hakkında olduğunu
beyan ile bu ihtilaftan, haberin bir nevi doğruluğu mânâsı çıkar ki, şöyle
demek olur: "Onlar onda ihtilaf ediyorlar ama, ihtilaf etmek bile, ilerde
bir fayda veya zarar gelebileceği düşüncesiyle olacağından dolayı, gelecekte
iyi veya kötü mutlaka bir sorumluluk günü geleceğini hissetmekten kaynaklanır
ve bütün kavgalar bundan kopar. Birbirlerine soru soranların, ihtilaf edenlerin
asıl farkları da o gün ortaya çıkar."
4. Onun için "Hayır, öyle değil". Bu
söz, onların ihtilaf ve inkârlarını red ve batıl inançlarının doğru olmadığını
bildirerek, verilen haberin kesin olduğunu gösterir. "İlerde
bilecekler". Yani ilerde gerçek ortaya çıkacak ve o haberin doğru olduğunu
görecekler. Vakti ve saati gelip aralarındaki ihtilafın çözüleceği, haklı ile
haksızın ayrılacağı gün bütün şüpheler ortadan kalkacaktır.
5. "Hayır hayır, ilerde bilecekler."
Bu, kendinden, önceki cümlenin mânâsını vurgulamaktadır...
6. "Biz yeryüzünü kılmadık mı?" Bu
âyetten âyetine kadar aradaki âyetler o haberin doğruluğunu, evrende bulunan
âyet ve delillerle isbat etmektedir. İnkârı mümkün olmayan bu gerçekler
düşünülünce, sonunda bir ayrılık, bir kesim ve hesap gününün geleceğini inkâra
yer kalmaz. "Bir döşek".
MİHAD, bir beşik ve karyola gibi döşenmiş,
hazırlanmış döşek demektir. Yeryüzü insanlar için uzay boşluğu içinde böyle
döşenmiş bir döşek gibidir. Önce bu döşek hazırlanmış, insan bu döşekte
doğmuştur. Bu döşekte yaşamakta, yine bu döşekte konaklamaktadır.
7. "Dağları birer kazık yaptık." Bu
da benzetme edatı söylenmemiş bir benzetmedir. Dağları birer kazık gibi yaptık
demektir.
EVTAD, yere veya duvara çakılan çivi ve kazık
demek olan kelimesinin çoğuludur. Tekilin de tâ harfini, vetdün, vetedün ve
vetidün şeklinde üç türlü okumak caizdir. Kazık ve çivi; sıkıştırma ve zorlama
ile bağlama ve sabit tutma aracıdır. Nitekim bizde de "çivi çakmak"
bina yapmaktan kinaye olarak kullanıldığı gibi "kazık kakmak" da bir
yerde sabit durmak ve ikâmet etmekten kinaye olarak ebediyet mânâsında bile kullanılır.
"Sanki dünyaya kazık kakacak!" denildiği zaman sonsuz kalmak istiyor
demekten kinaye olur. Bunun gibi Araplar'da da bir kazık çakılmadan bir ev
kurulmayacağı, bir atasözü gibi söylenir. Nitekim Efveh:
"Direksiz ev yapılmaz. Kazıklar sağlam
çakılmayınca direk de olmaz." beytinde, direkleri olmadan bir ev
kurulamayacağını, kazıklar sağlam çakılmadan da bir direk dikilemeyeceğini
söylemiştir.
Burada yeryüzünün insan hayatı için bir döşek
gibi olduğu anlatılırken, dağların da bu döşeğin durumunu sabitleştirmek için
çakılmış kazıklar gibi bazı faydaları bulunduğuna ve dağlar kaldırılıvermiş
olsa o döşek üzerinde kalmanın ve huzurun yok olacağına işaret edilmiş
bulunuyor.
Yer üzerinde çıkıntıları bir sahaya çakılmış
bir takım kazıkların görüntüsünü andıran ve bu şekilde nice bölgeler meydana
getirerek onları üzerinde oturmaya ve medeniyete elverişli, korunmuş yataklar
halinde sınırlayıp sabitleştirmiş bulunan dağların yaratılış hikmeti Kur'ân'da
başlıca "Yeryüzünde, insanları sarsmaması için sabit dağlar
yarattık." (Enbiya, 21/31) gibi âyetlerde geçtiği üzere çalkanma ve
sallanmadan korumak suretiyle sabitleştirme ve sükûnu sağlayan baskılar
mânâsında ifade edilmiştir ki, bu sallantı ve çalkanışlar insan hayatı
bakımından jeolojik, coğrafi, atmosferik (yeryüzünün etrafındaki boşlukla
ilgili) ve sosyal olmak üzere birçok yönlerle ilgilidir.
Bu ifadede, yerkabuğunun yaşamaya uygun bir
şekilde oluşumu için yer çekiminin merkezden çevre yüzeyine doğru yayılışının
çeşitlilik ve denkliğini ve dahilî püskürmelere karşı koymayı sağlam ve deniz
ile karaları ayırmak suretiyle kara kısımlarını deniz seviyesinden değişik
yüksekliklerde yükselerek, deniz sularının çekilip çoğalmasıyla olabilecek
tufanlardan kurtarılması ve nehirlerin akması için su depoları, kaynaklar ve su
yolları teşkili; rüzgarların, bulutların, yağmurların farklı akımlarla dağıtımı
ve değişik iklimlerle değişik hayat şartlarının ve yiyecek ve içeceklerin
çeşitli şekillerde hazırlanması, daha sonra da sosyal bakımdan insanlık
akınlarının, birbirlerine karışmalarının, çarpışmalarının ve çatışmalarının
sınırlanması ve düzenlenmesi gibi sayılamayacak kadar çok faydaları bir
özetleme ve doğal durumların hayata uygun olmayan zorunlu neticelerine de bir
işaret vardır. Öyle ki yüce Allah'ın hayat bakımından özel lütfu olup da
yeryüzü döşenmemiş, üzerine dağlar oturtulmamış, oturma ve korunma bölgeleri
oluşturulup sabitleştirilmemiş, yer yüzeyi deniz seviyesinde bırakılmış olsaydı,
tabiat bakımından üzerinde rahatça durabilme mümkün olmayacak sürekli bir
çalkantı ve sallantı olacaktı. Görülmekte olan hayat ve hayat şartları
oluşmayacak, merkez ve çevreden tabii akımlara karşı direnme ve savunma
sebepleri verilmemiş olacaktı. Yetiştirilen bağ ve bağçeler şöyle dursun bir
hububat tanesi ve hücrecik bile tutunamıyacaktı. Onun için gök kapılarının
açılması, dağların yürütülüp serap haline getirilmesi Kıyamet olacaktır. Bunlar
burada aslında derin olmakla beraber gayet basit gibi görünen en açık ana
hatlarıyla hatırlatılarak birbirlerine karşıt olan şeylerin olağanüstü demek
olan çeşitliliği ve mantıki olarak birbirlerinin varlığını gerektirmesi
itibariyle hayat tarzından niçinli ve kesin deliller halinde yaratıcının yapma
ve iradesine, lütuf ve ihsanına, insanlığın yükümlülüğüne, yapılmanın yıkımına,
dünyanın ahiret ile bir çift oluşturmasına delalet ettiğine ve ona göre bir
hareket çizgisi belirlenmesine dikkatleri çekecek şekilde gösterilivermiştir.
8. Erkek ve dişi, çitf çift. Hayatın tabiat
üstünde ilk çeşitlenmesi ve yaratıcının özel bir nimeti olarak huzur yatağının
ilk sosyal kademesi veya sınıf sınıf, boy boy, güzel ve çirkin gibi tabiatın
ahenk ve ritmini değiştiren ve biri diğerini hatırlatan karşıt çiftler.
9. "Bir dinlenme."
SÜBAT, bir kesim, bir dinlenme, yani kesik bir
uyku, bir kestirme, bir rahat ve dinleniş, yahut bir sübat gibi, yani duygu ve
işten kesilmek itibariyle bir ölüm gibi sessizlik veya salgınlık.
Tefsirlerde ve "Kâmus"ta
"sübat" kelimesinin ölüm, uyku veya hafif uyku ve rahat anlamlarında
kullanıldığı ve bu nam ile tanınan bir hastalığın da adı olduğu naklediliyor ki
insana aşırı bir suskunluk getirir, uykudan gözünü açtırmaz, hatta öldürür(uyku
hastalığı denilen bu olmalı). Bu kelime tıp dilimize de girmiş, anatomide
"sağ ve sol atardamar sübatı" isimleri meşhur olmuştur. Bununla
beraber bu mânâlar kelimenin asıl mânâsı değil, asıl mânâsından anlaşılabilen
diğer mânâlar olarak söylenmiş olduğu da açıklanıyor. Deniliyor ki, sübat
kelimesinin kökü olan aslında ilk defa "kesmek" mânâsını ifade etmek
için kullanılmış bir kelimedir. Kesilmesi düşünülen mef'ûlü (tümleci)ne göre;
tıraş etmek, yok etmek, işi kesip istirahat etmek, meşhur tabirimize göre
"tatil yapıp dinlenmek" gibi mânâlarda kullanılır. Bu şekilde "işi
tatil etme günü" mânâsına da sebt denilmiştir.
Sebt kelimesinin bir diğer lügat mânâsı da
uzanıp serilmek, salmak, salıvermektir. "Başında burulup toplanmış veya
örülmüş olan saçının bir miktarını uzatıp salıverdi." mânâsında denilir.
Şaşırmak mânâsına da kullanılır. Sübat kelimesi de aslında böyle kesmek ve
salıvermek mânâları ile ilgili olarak keskin fikirli, dâhi ve zeki ve
dolandırıcı kimse, ölüm ve bir tür uyku ve bir hastalık mânâlarına mecaz olarak
kullanıldığı gibi rahat mânâsına da olabileceği söylenmiştir. Hastalık
isimlerinin çoğunlukla bu kalıpta olduğu göz önünde bulundurularak bu kelimenin
de ölüm veya bir hastalık mânâsında olmasına da itibar edilmiştir. Ancak şu var
ki, burada uykunun sübat olması nimetler arasında sayılması nedeniyle, bundan
bir zarar mânâsı değil, fayda ve nimet özelliği kastedilmiş olduğu da
anlaşılmaktadır. İşte bu nedenlerden dolayı uykuya hangi mânâ ile sübat
denilmiş olduğunda ihtilaf edilmiştir. Kuşkusuz burada sübat, doğrudan doğruya
uyku demek olamaz. Çünkü "uykunuzu uyku kıldık" demek anlamsız
görünür. Bunu devamlı bir uyku değil, kesik bir uyku mânâsına; yani hayatınıza
zararlı değil, biraz uyuyarak dinlendikten sonra uyanıp yine işlerinizi
görebileceğiniz hafif ve kesik bir uyku diye tefsir edenler olmuştur. Nitekim
bizim de bazan "bir uyku kestirdi", "bir kestirme yaptı"
dediğimiz olur.
Zemahşeri gibi bir kısım tefsirciler ise,
"Sizi geceleyin ölü gibi uyutan odur."(En'âm, 6/60) âyetinin mânâsına
uygun olmak üzere, uykunun bir ölüm gibi olması mânâsını tercih etmişlerdir.
Bunun hayat demek olan kelimesine karşılık olarak zikredilmesiyle hüküm gününü
anlatması açısından makama daha uygun olacağını söylemişlerdir. Fakat burada
bunun, nimetler sayılırken zikredilmiş olması genellikle buna pek uygun
görünmez. Bundan dolayı diğer bir kısım tefsirciler burada sübat kelimesinin
"sessizlik ve rahat" mânâsına olmasını tercih etmişlerdir.
İbnü Cerir el-Taberi ölüm mânâsına işaretle
beraber demiştir ki: "Sebt ve sübat sessizlik demektir. Nitekim rahat ve
huzur günü olması itibarıyla Cumartesi gününe Sebt denilmiştir. Buna göre mânâ
şudur: "Uykunuzu sizin için bir rahat ve huzur kıldık. Onunla
dinlenirsiniz ve ruhlarınız sizden ayrılmamış, canlı olduğunuz halde şuursuz,
ölü gibi sessiz olursunuz."
Ebu Hayyan da şöyle der: Sübat, sessizlik ve
rahattır. Bir kimse işi bırakıp dinlendiği zaman denilir. Bir de sübat
bildiğimiz bir hastalıktır ki insanı aşırı derecede sessiz yapar, hatta
öldürür. Uyku da buna benzer, fakat insana zarar vermez.." Kâdı Beydâvî de
bunları şöyle özetlemiştir:
"Subaten, hayvanî kuvvetlerin
yorgunluğunu gidermek suretiyle dinlenmesi için duygu ve hareketten kesim,
yahut ölüm demektir. Çünkü ölüm, iki cins vefattan biridir. Ölüye, hareketten
kesilmiş mânâsına "mesbut" denilmesi bundandır. Bunun asıl mânâsı da
kesmektir." Süyûtî de (Celaleyn"de: "Sübaten",
bedenlerinize rahat mânâsınadır." demiştir.
Bunlara karşı, "sübatın, lügatte rahat
mânâsına geldiği görülmemeştir" diyenler olmuş ise de buna şöyle cevap
verilmiştir: Bu kelimeyi "rahat" mânâsı ile tefsir edenlerin maksadı,
hakikat olarak değil mecaz olarak bu mânâyı ifade ettiğini anlatmaktır ki bunun
iki şekilde yorumu vardır:
BİRİSİ, duygu ve hareketin kesilmesi
itibariyle ölümde de bir sessizlik ve rahat bulunduğundan ölüm mânâsı
dolayısıyla bir mecaz olmasıdır ki "iki mertebeli mecaz" demektir.
Yani "ölüm" de "rahat" da mecazi mânâlardır.
BİRİSİ de, doğrudan doğruya kesmek veya
salınmak mânâsından olarak yorgunluğu kesmekte ve salınıp yatmakta rahat mânâsı
bulunmasıdır. Şu halde bu detaydan çıkan netice de şu olur: Uykunun sübat
olmasında, bütün bu mânâları gösteren bir kavram ile tarifi var demektir. Bu
özellikleri bakımından sübat, uykunun önce organizmanın gösterdiği etkinlikte
bir yorgunluk ve salıklık ile bir kesiklik ve duyuların geçici olarak kesilmesi
ile hayata zıt, bir iş bırakma ve durgunluk olması nedeniyle ilkin bir
baygınlık veya ölüm mânâsında hastalıkla ilgili ve olumsuz mahiyette bir olay;
ikinci olarak bunun devamlı olmayıp bu kadar süre ile sessizlik ve durgunluk
içinde bir dinleniş ile o yorgunluğun kesilip yeni bir üfürme ile öldükten
sonra tekrar dirilmek gibi yeni bir canlılıkla uyanmak üzere hayatın geleceği
ile ilgili bir dinlenme, bir kür olması nedeniyle de faydalı, sağlıklı, olumlu
bir olay olduğunu ve dolayısıyla uykunun kendisi değil, sonucu itibariyle
arzulanan bir nimet sayılması gerekeceğini anlatan, yani fizyolojisini
özetleyen bir tarifi olmuş olur. Bunun ise detayları tıbbı ilgilendirdiğinden
meâlde "sübat" lafzını terceme edemiyerek tefsir kısmında bunları
göstermek üzere aynen korunmasını daha uygun buldum. Çünkü bunda uykunun
karanlık ile ilgili olan ölüm ve hayat arasındaki karanlık mahiyetine tam bir
teması vardır.
10. Böyle bir durumda ise açıkta kalmak
tehlikeli ve örtünüp başkalarının bakışlarından gizlenmek gerekli olduğu için
Geceyi de bir libas yaptık. Bilindiği gibi libas, bedeni bürüyüp örten giysi
veya örtüdür ki, burada sırta giyilen iç çamaşırlardan daha çok yorgan gibi
üstten örtünülen örtü mânâsı daha iyi yakışır. Nasıl ki elbisenin, insanın ayıp
ve kusur yerlerini örtmek, yani avret yerlerini örtmek, soğuktan, sıcaktan ve
haşerelerden korumak gibi bir takım yararları varsa, gecenin de, karanlığıyla
başkalarından, düşmandan, yırtıcı hayvanlardan gizlemek ve uyarıcı veya fitneci
olan ışığın titreşimlerinden saklamak ve aynı zamanda açıktan erilemiyecek bir
takım gayelere ermek için bir pusu hizmeti görmek gibi nice faydaları vardır.
Nitekim Mütenebbi bu mânâda şöyle demiştir:
"Gece karanlıklarının benim yanımda nice
eli, nimetleri vardır ki, karanlığı kötülük ilâhı sayan müşrik Mâneviyye'nin
yalan söylediğini haber verir. Seni düşmanların kötülüğünden korur, sen onlara
yürüyebilirsin ve utangaç nazlı dost da seni onda ziyaret etmiştir."
11. "Gündüzü de bir geçim zamanı
yaptık".
MEAŞ, "maîşet" gibi mimli mastar
olarak ıyş, yani geçim mânâsınadır ki, Râgıb'ın beyanına göre canlılara özgü
olan hayat demektir. Sadece melekî ve ruhani olan hayata pek "ıyş"
denmez. Örfümüzde meâş, mecaz olarak geçim sebebine de denir. Burada zaman ismi
olması da caiz görülmüştür ki gündüzleyin hayat ve geçim için çalışma vakti
demek olur. Demek ki uyku ve gece bu şekilde gündüz çalışmak için bir hazırlık
yapma olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da hayat gayesine ermek ve yarınki
hayat için bir hazırlanmaktan ibarettir. Bu çalışmak insana ait olmakla beraber
yalnız onun işi de değildir. Yüce yaratıcı tarafından insana tahsis edilmiştir.
Bunların yapılabilmesi ve o döşeğin döşenmesi için ilk önce mekan olacak bir
yurt, bir bina gereklidir ki o da şöyle beyan ediliyor:
12. "Üstünüze yedi sağlam bina
çattık."
SEB'İ ŞİDAD, yedi sağlam bina ki Mülk
sûresinde açıklandığı üzere yedi göktür. Bunların burada şidâd yani sağlam
vasfıyla nitelenmesi, insanların yaptıkları binalar gibi zaman aşımına uğrayıp
yıpranıvermemesi itibariyle kuvvetine, güçlülüğüne, koruyucu sınırlarının
sağlamlığına işarettir.
Bu âyetlerde geçen "biz kıldık"
fiilleri, yukardaki "biz kılmadık mı?" fiili üzerine bağlanmakla
sorunun mevkiine dahil olmak itibariyle burada da "seb'i şidad", bu
ilk muhatab olan Mekke müşrikleri de dahil olmak üzere herkesin görüp
anlayageldiği yedi gezegenin hareketleri ve yörüngeleri sınırlarıyla çizilmiş
olan gök kısımları olmak yeterli görünür.
13. "Işık saçan bir kandil, Güneş."
VEHHAC, ateşin yalınlanarak parlak ve çoşkulu
bir şekilde parıldaması mânâsına kökünden türetilmiş aşırılık ifade eden bir
siğa (kip)dır ki, pek parlak, parıl parıl demektir.
14. "Bulutlardan indirdik".
MU'SIRAT kelimesi hem "mu'sır"ın,
hem de "mu'sıra" nın çoğulu olabilir. Bu vasıf da birkaç şekilde
kapsamlı mânâlar ifade eder. Zira "i'sar" kelimesinden türetilmiştir.
İ'sar ise; sıkmak, bir şeyin suyunu, öz suyunu çıkarmak mânâsınadır. Veya
"vakit" mânâsına gelen "asır" kelimesini if'al kalıbına
sokmak suretiyle türetilmiş olup başında bulunan hemzenin bir yere veya vakte
girmek, vakti gelmek mânâlarını veya geçişlilik ifade etmesine göre
"vaktine girmek, sıkım vakti gelmek, sıkıp suyunu çıkartmak"
mânâlarına mastar olduğu gibi sıkıp kavuran bora ve kasırga mânâsına isim de
olur. Bunun için, vakti gelmek mânâsıyla i'sar'dan türetildiğinde, ergenlik
çağına eren veya yirmisine yaklaşan kıza mu'sır> denildiği gibi, olgun üzüm
gibi sıkılıp suyunu çıkarma zamanı gelmiş şeylere veya pres, mengene gibi, bir
şeyin sıkıp suyunu çıkartan kuvvetlere de mu'sıra denilir.
Burada bu mânâların her birine göre mu'sırat,
yağmur yağdırma zamanı gelmiş bulutlar veya onları presler gibi sıkıştıran
rüzgarlar veya gökler diye tefsir edilmişse de, ne olduklarının belirlenmesine
kalkışılmaksızın "sıkım zamanı gelmiş, sıkılıp suyu çıkarılacak
şeyler" veya "bir şeyin suyunu çıkartanlar" mânâlarıyla mutlak
olarak anlaşılması daha kapsamlı olacağından meâlde "mu'sıreler"
demekle yetinmeyi nazmın inceliğine daha uygun gördük.
"Şarıl şarıl."
SECC, SÜCUC, lazım (geçişsiz) ve müteaddi
(geçişli) olarak suyun veya bir akıcı maddenin çok dökülüp şarlıyarak akması
veya akıtılmasıdır.
15. "Onunla çıkartalım diye". Bu,
yağmur yağdırmanın hikmet ve gayesini açıklamaktadır. Lâm, netice; bâ sebep
bildirmek içindir.
16. "Sarmaş dolaş". Bu kelime
"leff" kelimesinin çoğulu olup birbirine girmiş, sarmaş dolaş
demektir.
17. "Kuşkusuz hüküm günü". Bu
kısımda "biz kılmadık mı?" âyetinden beri soru ile anlatılan
fiillerin gösterdikleri netice ile, o büyük haber açıklanmaya başlanmaktadır.
Yani, o uykudan bir kalkış vakti ve o hububat ve bitkilerin, o bağ ve
bahçelerin bir kesim vakti olduğu gibi, bütün bu dünya hayatının da bir kesimi,
o anlaşmazlıkların bir çözümü, o nimetlerin bir hesap ve sorumluluk vakti olan
bir gün geleceği ve o günün bunlara bir sınır ve son olmak üzere Allah katında
belirlenmiş belli bir vakit olduğu kesindir. Bunun geleceğini bu delillerden
topluca olsun anlamanız gerekir. Anlamak istememeniz durumunda da ilerde
kesinlikle bileceksiniz. Haberiniz olsun ki Mürselât sûresinde geçtiği üzere
kesinlikle bir hüküm günü gelecektir. O şaşmaz bir belirlenmiş vakittir.
18. O hüküm günü Sûr'a üfürüleceği gündür. Bu
üfürmenin, yıkım üfürmesi olan ilk üfürme değil, "Sonra ona bir daha
üfürülecektir. Bir de bakarsınız hep o yıkılanlar kalkmışlar,
bakıyorlar."(Zümer, 39/68) âyetinin ifade ettiği gibi kalkma ve uyanma
üfürmesi olan ikinci üfürme olduğu da şununla anlatılıyor: "bölük bölük
gelirsiniz". "Fâ", açıklama içindir. Yani, Sûr üfürülünce siz
ölüler uykudan uyanır gibi uyanır kalkarsınız da "O gün bütün insanları
önderleriyle çağıracağız."(İsra, 17/71) âyetinin mânâsınca her millet
önderiyle çağrılarak derhal alay alay, ümmet ümmet, grup grup mahşere
gelirsiniz.
19. Ve o sırada gök açılmıştır. Âlemin düzeni
değişmiş, bugün kapalı sağlam bir bina olan gök açılmış, Hâkka Sûresi'nde
geçtiği gibi "O gün gök yarılmış, çökmeye yüz tutmuştur."(Hâkka,
69/16) mânâsınca yarılıp yer yer açılmıştır, da hep kapı kapı olmuştur. Her
tarafı kapılardan ibaret imiş gibi açılmıştır ki ilâhî emirle melekler inecek,
Ruh ve melekler saf, saf olacaktır. Razi der ki: Bu açılma, "gök yarıldığı
zaman"(İnşikak, 84/1) ve "gök çatladığı zaman"(İnfitar, 82/1)
âyetlerinin mânâsıdır. Çünkü yarılma, çatlama ve açılma birbirlerine yakın
mânâlı kelimelerdir, denilmiş ise de bu pek kuvvetli değildir.
Çünkü kapı açılmaktan anlaşılan mânâ, yarılma
ve çatlamadan anlaşılan mânâdan başkadır. Gök kapı kapı olabilir, sonra o
kapılar açılır da göğün hacminde yarıklık, çatlaklık bulunmayabilir. Hatta
nakli deliller göstermektedir ki bu kapıların açılma olayı meydana geldiğinde
yarılma ve çatlama ile tamemen yok oluş gerçekleşecektir. Buna göre göğün
açılması, henüz kendisinin çatlaması ve yarılması ve tamamen yıkılması değil,
bunların başlangıcı olmak üzere kapılarının açılması ve sanki hepsi kapı imiş,
açık kapılardan ibaret imiş gibi olması demek olur. Fakat bunlar yıkım
üfürmesinde olacak olan olaylardır. Burada ise kalkış üfürmesi anlaşıldığından,
bu açılma, yarılmadan önce değil "Göğü, kitapların sahifelerini dürer gibi
düreceğimiz gün."(Enbiya, 21/104) buyrulduğu üzere göğün dürülüp ve tamamen
yok oluşun gerçekleşmesinden sonra "İlk yaratışa başladığımız gibi yine
onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/104) âyetinin mânâsı gereğince ilk
yaratılış gibi, yeniden yaratılmanın başlangıcı olarak ahiret düzeninin
kurulmaya başladığı sıra, yani gelecek olan "O gün Ruh ve melekler saf saf
kıyama duracaklar." gününün başlangıcı olmak bu sûrenin akışına daha çok
uygundur. Bu kapılar yalnız Melekler ve yüce Ruh'un inmesi için değil, A'râf
Sûresi'nde "Âyetlerimizi yalanlayanlara ve onları kabul etmeyi kibirlerine
yediremeyenlere, göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve deve, iğnenin deliğinden
geçmedikçe onlar cennete giremezler."(A'râf, 7/40) âyetinde geçtiği üzere
kâfirler için açılmayıp cennete girecekler için açılacak olan gök kapıları da
bunlar olacaktır.
20. Şu halde bu gök, yarılıp çatlayacak olan
dünya göğü değil, ahiret göğü demektir. Şu âyetler de bunu gösterir gibidir.
Ve dağlar yürütülmüş de bir serap olmuştur.
Bir şey kalmamış, daha önce ilk üfürmede bütün parçaları yok olup savrulmuş,
"Yer ve dağlar kaldırıldı ve arkasından
da bir defa bir çarpılış çarpıldılar."(Hâkka, 69/14) âyetinde anlatılanlar
gerçekleşip yeryüzü veya daha önce onun bulunmuş olduğu yer dümdüz olarak
"O gün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de başkalaşırlar."
(İbrahim, 14/48) sırrı ortaya çıkmış bulunacağından Dünyada yeryüzü döşeğinin
direkleri olan o dağlar o gün serap gibi hayale dönmüş, artık yeryüzünün
sallanmasına engel olacak hiçbir halleri kalmamıştır.
21. Böylece ayırım gününün kuruluşu ve dehşeti
anlatıldıktan sonra o gün yapılacak olan ayırımın hükümleri de ayrıntılı bir
şekilde şöyle anlatılıyor: Kuşkusuz cehennem, mirsad olmuştur.
MİRSAD, "Rasat" kökünden türetilmiş
bir alet ismi veya "mıt'am= çok yemek yiyen" gibi aşırılık kipi
kalıbında olmakla beraber mihrab, mizmar gibi daha çok mekan ismi olarak
kullanılır bir kelime olduğu açıklanıyor. Dolayısıyla "mirsad" dürbün
gibi gözetleme aletinden çok gözetleme yeri mânâsına kullanılır ki avcının av
gözlediği yer gibi gözetme yeri, gözetleme noktası demek olur. Bununla beraber
gözetme aleti içinde, gözetme yeri için de kullanılması hakiki mânâda olmak
gerekir. Gözetleme yeri gibi yerlerin araç ve alet mânâsında olma özelliği
taşımaları nedeniyle alet ismi siğası (kipi) ile söylenmiş olmaları
düşünülebildiği gibi, aşırılık ifade eden kip ile sıfat ve nisbet mânâsında
mecazi olarak kullanılmış olmaları da düşünülebilir ki buna göre mirsad,
"çok gözetici" mânâsıyla yere nisbet edilmiş olur. Yani gözetliyen
sanki yerin kendisi olmuş olur.
Ebu Hayyân der ki: "Nisbet mânâsını
gösteren haberlerin va sıfatların hepsinde, o şeyin çok ve devamlı yapıldığı
mânâsı vardır. Cehennem de zebanî meleklerin, kendilerine azap hak olmuş
azgınları yakalamak için gözetip durdukları bir gözetleme yeridir."
Mukâtil Şöyle demiştir: Cehennem, düşmanların hapsedildiği, dostların geçtiği
yerdir.
22. Aşırı gidenler, azgınlık yapanlar için ki
bu söz, az önce geçen mirsad ile, veya biraz sonra gelecek "meab" ile
ilgili olabilir. Yani, cehennem azgınlar için bir gözetleme yeri yahut azgınlar
için bir meâb, yani dönüp varılacak son yer olan bir gözetleme yeri olmuştur.
Bu kelime "mirsâd"ın sıfatı veya ondan bedel veya 'in ikinci
haberidir.
23. "Kalmak üzere". Bu kelime, bir
yerde ikâmet edenler mânâsına olup azgınlar için takdir edilmiş olan hali
anlatır. Yani, o azgınlar orada ikâmet edip durmak üzere,
"asırlarca".
AHKAB, "hukub" kelimesinin
çoğuludur. Hukub, ard arda olma mânâsını da içererek asır ve karn kelimeleri
gibi peşpeşe gelen birçok seneyi kapsayan bir devir demektir ki "seksen
küsur yıl" diye yaygındır. Her biri bin sene demek olan ahiret günleriyle,
senesi üçyüz altmış gün olmak üzere seksen yıl diye rivayet edilmiştir ki
yirmidokuzbin sene kadar bir devir demek olur.
Yetmiş bin sene diyenler de olmuştur. Her ne
olsa "hukub," sonu olan bir müddeti ifade ettiği için buradan
cehennem azabının sona ereceğini anlamak isteyenler olmuştur. Fakat şunu gözden
kaçırmamak gerekir ki tekil bir kelime olan "hukub"un, sonu olan bir
süreyi ifade etmesinden çoğul olan "ahkâb"ın da sonlu olması gerekmez.
Tefsirciler der ki: Bu kelimede ard arda gelme mânâsı bulunduğu ve az bir
müddetin de ard arda gelmesi halinde sonsuza kadar gidebileceği cihetle demek,
devirlerce, sonsuza kadar demek olur. Nitekim, bir çokları da "hukub"
kelimesinin, bütün zamanları içine alan dehir mânâsında olduğunu
söylemişlerdir. Sonra bundan bir sona erme anlaşıldığı var sayılsa bile, bu bir
mefhum-u muhaliftir. Diğer âyetlerde geçen ve kâfirlerin cehennemde sonsuza
kadar kalacaklarını açıkça gösteren naslarla çelişkili olamaz. Öte yandan "azgınlar"
tabiri, "takva sahipleri" karşıtı olarak müminlerin asilerini de
kapsayan bir mânâda düşünülmesi halinde cehennemde kalışın sona ermesi onlara
nazaran olabilir. Gerçekte cehennemin müminlerin asilerine ait olan tabakasının
neticede söneceği hakkında bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir. Buradan
dünyada mahkum ve esir milletlerin hallerine de bir işaret çıkarılabilir.
24. Hava serinliği veya uyku,
25. "Ancak bir kaynar su ve irin".
HAMİM sıcak, kaynar su; GASSAK,
cehennemdekilerin vücutlarından dökülen, akan irin demektir. Dökülmek ve akmak
mânâsına gelen "gasak"tan türetilmiştir.
26-27. "Tam uygun". Aslında mastar
olan bu kelime "tamamen uygun" mânâsına aşırılık ifade eden bir sıfattır.
Çünkü o günü inkâr edip, asla böyle bir gün olmayacağını söylemenin, tam
karşılığı o günün en şiddetli azabını göstermektir.
28-31. "İyice yalanlamışlardı". Bu
kelime yalanlama mânâsına tef'il babından mastardır. "Tadın, artık size,
azabınızı artırmaktan başka bir şey yapmıyacağız". Bu da azabın sona
ermiyeceği hususunda bir nasstır.
Azgınların, yalanlayıcıların halini
açıkladıktan sonra takva sahiplerinin hallerine geçilerek buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
31- Kuşkusuz takva sahipleri için bir kurtuluş
var.
32- Bahçeler var, bağlar var.
33- Memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar var.
34- Dopdolu kadehler var.
35- Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir
yalan.
36- (Bunlar) Rabbinden yeterli bir bağış
olarak (verilir).
37- O, göklerin, yerin ve bu ikisi
arasındakilerin Rabbidir. Rahmân'dır. Hiç kimse ondan bir hitaba mâlik olamaz.
38- O gün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar.
Rahmân'ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu
söyler.
39- İşte bu hak gündür. Artık dileyen Rabbine
bir yol tutar.
40- Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün
kişi ellerinin ne takdim ettiğine bakacak ve kâfir diyecek ki: "Ah ne
olaydı, ben bir toprak olaydım."
32. Dünyada azgınların en çok azgınlık ve hırslarını
tahrik eden zevklerinden olması nedeniyle onların aksine şunlar, bedel-i
iştimâl veya bedel-i ba'z yoluyla o kurtuluşun bazı neşelerini açıklamaktadır:
"Onlar için bahçeler var".
HADİKA, suyu olan ve türlü meyve ağaçlarını ve
çiçekleri kapsayan, etrafı duvarla çevrili bostan ve bahçe demektir. Görünüş
itibariyle, gözbebeği demek olan "hadeka"ya benzetilerek bu isim
verilmiştir.
"Ve üzüm bağları var".
A'NAB, üzüme de üzüm bağlarına da denir.
33. Bu kelime "ka'ıb" kelimesinin
çoğuludur. Ka'ıb, memeleri küp şeklinde, yani yeni tomurcuklanmış, turunç
memeli taze kızlara denir. "yaşıt." "Etrâb",
"tirb" in çoğulu olup "hep bir yaşta" demektir. Bazı
tefsirlerde cennet kızları hep onaltı yaşında, erkekleri ise otuzüç yaşındadır,
diye rivayet edilmiştir. (Vâkıa Sûresi'ne bkz.)
34-35. "Dopdolu". (İnsan
Sûresi'ndeki "Kuşkusuz iyiler dolgun bir kadehten içerler." (İnsan,
76/5) âyetinin tefsirine bkz.)
36. Burada bu kelime, "Allah bize
yeter"de olduğu gibi tam yetmek mânâsından "yeter mi yeter deyinceye
kadar yeterli ve bol" şeklinde tefsir olunmuştur ki, azgınların amellerine
göre onlara verilecek "tam uygun ceza"ya karşılık, takva sahiplerine
amellerinin karşılığından fazla olarak "tam mükafat".
37. "Göklerin Rabbi". Buradaki
"Rab", "senin Rabbin"den bedeldir. Bu da atf-ı beyandır.
Ondan bir hitaba malik olamazlar. Bu, Rahmân
olan yüce Allah'ın, Rablikte son derece ulu ve yüce olduğunu ve ceza ve ihsanda
kendi başına buyruk olduğunu açıklamaktadır. Yani, o öyle yüce ve ortaktan
uzak, öyle ulu bir varlıktır ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi, yukarıda ve
aşağıda bulunan bütün yaratıklar, fiilen onun işine karışmak şöyle dursun, onun
adına kendiliklerinden bir söz söylemek veya ona bir hitapta bulunmak yetkisine
sahip değiller. Ancak bundan sonraki âyette açıklanacağı üzere o izin vermişse
başka. O zaman da yetkili olarak değil, izinli olarak söyleyebilirler.
38. "O gün kalkar". Bu, âyetinin
kapsadığı mânâyı açıklamaktadır. Yoksa bu, "o gün malik olamazlar"
diye bir kayıt koyma mânâsında değildir. âyetiyle ilgili olmasını da caiz
görmüşlerdir. Yani, "Ruh ve meleklerin saf saf kalktıkları gün
konuşamazlar." demek olur. "Sûr'a üfürüldüğü gün" âyetine
nazaran ondan bedel olması bize daha uygun görünüyor. "Ruh ve
melekler". "Ruh" deyince hemen akla "De ki Ruh, Rabb'imin
emrindendir."(İsra, 17/85) âyetiyle buyrulan Ruh gelir. "Ruh,
Allah'ın ordularından bir ordudur. Melekler değildirler.." Meâlinde
rivayet edilen bir hadis de bunu gösterir.
Bazıları, "hafaza melekleridir"
demişler; bazıları ise, "Ruhlar üzerine vekil kılınan melektir"
demişlerdir. Gazali "İhya"sında şöyle der: "Ruh denilen melek,
ruhları bedenlere sokandır. Çünkü o nefes alır. Aldığı nefeslerden her biri
nefeste, bir bedende bir ruh olur. Bu bir gerçektir. Kalp ehli kişiler bunu
basiretleriyle görürler." İbnü Abbas'tan rivayet edilen bir görüşe göre
ruh, Cebrail'dir. İbnü Abbas demiştir ki: "Cebrail (a.s) kıyamet günü yüce
Allah'ın huzurunda onun azabından korku ile titreyerek kıyama duracak ve:
"Noksan sıfatlardan uzaksın, ya Râb! Senden başka ilah yok. Biz sana
hakkıyla ibadet edemedik" diyecektir."
Bu rivayetlere göre kelimesinin başındaki
"elif lâm" ahd için demektir ki, "senin Rabbinden" karinesi
(ipucu) ile muhatap Resulullah (s.a.v) olduğu için, Resulullah (s.a.v)
tarafından bilinen Ruh demek olur. Beydâvî bunları şöyle özetler: "Ruh,
ruhlar üzerine vekil kılınmış bir melek veya ruh cinsi, veya Cebrail, veya
meleklerden daha büyük bir yaratıktır." Şu halde, bunun kapsadığı mânâya
iman edip detayları hakkında "ilim, Allah katındadır" demek daha
uygun olur. (Meâric sûresinin başına ve İsrâ sûresindeki (İsra, 17/85) âyetinin
tefsirine bkz.) "Saf saf". Bundan bir saf anlayanlar olmuş ise de,
"Melekler saf saf olduğunda"(Fecr, 89/22) âyeti bunun saf saf
olduğunu anlatır.
"Konuşamazlar". Yeni bir söz başı
olarak, daha önce geçen nin mânâsını açıklar. Onun için bundaki
"onlar" zamiri Ruh ve meleklerin yerini tutabilirse de, gibi bütün
göklerde ve yerde bulunanların yerini tutmuş olması daha uygundur. Yani gerek
Ruh ve gerek melekler ve gerek diğerlerinden hiçbiri ne bir şefaat, ne bir
talep, ne de herhangi bir maksat ile, bir söz söyleyemezler.
Ancak o Rahmân'ın izin verdiği doğru söyleyen
kimse hariç. O kimse izin almak ve doğru söylemek şartıyla konuşabilir.
Konuşması, konuşmaya malik olduğundan değil, izin ile olmuş olur. Demek ki bu
izin ile istisnada, şefaat kapısının açılışı vardır. Allah'a yakın kullar bu
şekilde şefaat edebileceklerdir ki, İsrâ Sûresi'nde "Rabbinin seni makam-ı
Mahmud'a göndermesi yakındır." (İsra, 17/79) âyetinin tefsirinde geçtiği
ve "şefaat hadisi"nde beyan olunduğu üzere, bu makam, ilk önce genel
şefaata izinli olan Resulullah (s.a.v)'ın makam-ı Mahmud'udur. Özel şefaatlar
bundan sonra olabilecektir. Bu izinden sonra da, konuşacak olanların doğru
söylemiş, hakka isabet etmiş olmaları şart kılınmıştır. Fakat "Allah'a
yakın makamlar elde etmiş olanların, onun huzurunda doğrudan başka bir şey de
söyleme ihtimalleri düşünülür mü ki, "ve doğruyu söyleyen" diye bu
şartın ayrıca açıklığa kavuşturulmasına gerek olsun" şeklinde bir soru
akla gelebilir. Buna iki türlü cevap verilebilir:
BİRİNCİSİ, o izni elde edebileceklerin açık
sıfatı ve şefaatın birinci şartını beyan olmasıdır. Böylece, "o izin de
doğru söyleyenlere verilir" diye, Allah'a yakın makamı beyan olmuş olur.
Böyle doğruyu söyleyebilmek de "Onlar, Allah'ın razı olduğu kimselerden
başkasına şefaat etmezler. Hepsi onun korkusundan titrerler."(Enbiya,
21/28) mânâsına uygun düşmekle olabilir. Önce Allah'ın rızası olup olmadığını
bilmek ise, "Onlar, Allah'ın dilediği kadarından başka onun ilminden
hiçbir şey kavrayamazlar."(Bakara, 2/255) buyrulduğu gibi, ancak yüce
Allah'ın özel dilemesine bağlı ve onunla sınırlı olduğundan onu anlamadan
şefaate kalkışmak tehlikeli ve onun için şefaat edecekler, "Korka korka
şefaat edecekler" ve ancak isabet edenlerinki kabul olunacaktır. Bu
durumda istisna, "konuşamazlar" fiilinin fail (özne)lerindendir.
İKİNCİSİ, bir ihtimal de haklarında söz
söylenecek, şefaat olunacaklardan istisna, "doğru söyleme" kaydının
da onlara ait olmasıdır. Yani, "Allah'ın izin verdiği ve dünyada doğruyu
söylemiş olan kimseler hakkında söylemeleri ve şefaat etmeleri hariç"
demek olur ki, bazı tefsirciler bu görüşe varmışlardır. Bu takdirde sözü edilen
soru esasen sorulamaz. Bu durumda "bir doğru söz"den maksat da
kelime-i tevhid, yani "lâ ilâhe illallah" demek olup "Şefaatim,
ümmetimin büyük günah işleyenlerinedir." hadis-i şerifi gereğince, büyük
günah işleyen müminler hakkında imanlarından dolayı erinde gecinde şefaatin
kabul olunabileceğini beyan olmuş olur.
39. "Bu, hak gündür", geçen
açıklamaları vurgulamaktadır. Mübteda, haber; yahut mübteda, haberdir. Yani,
yukarıda geçtiği şekilde haber verilen kalkma ve hüküm günü hak gündür, yahut o
haber verilen gün açıklandığı şekilde hak, meydana gelmesi kuşkusuz ve
kesindir.
"Artık dileyen Rabbine bir yol
tutar." Başında bulunan "fa-i fasîha" ile, verilen haberin
neticesinde yapılması gereken şeylerin faydasını anlatmaktadır. Yani hâl böyle,
o günün hak ve bunun size haber verilmiş olması kesin olunca, bundan sonra iş
sizin dilemenize, cüz'î iradenizle çalışıp kazanmanıza bağlıdır. O halde her
kim, o sıfatları ve ululuğu anlatılan Rabbine doğru varmak, onun rahmetine erip
gayesine ulaşmak isterse, ona götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye
erdirecek bir başvuru yeri ve makamı edinsin, ona göre bir yol tutsun. Bu geniş
açıklamadan anlaşıldığına göre o yalanlamadan korunup iman ve takva sahibi
olmakla doğru söylemek ve itaat yapmakla olur.
40. "Biz sizi yakın bir azap ile
uyardık." Bu cümle, âyetinin başındaki "fâ"nın gösterdiği, şartı
zikredilmemiş olan dileme lüzumunun niçinini ve azabın yakınlığını beyan eder.
Yani o hak, haber verilmiş olunca o dilemenin lüzumu şunun içindir: Çünkü biz
size bu haberi vermekle bir azabın tehlikesini bildirdik ki, o azap uzakta
değil, yakındır. Kişi ondan kendini kurtarmak için vakit geçirmeden iman edip
çalışmalıdır. Zira o yakın azap O gündür ki, kişi o gün iki elinin ne takdim
etmiş olduğuna ondan önce iyi ve kötü ne yapmış olduğuna bakacaktır. Çünkü iş
kulun dilemesine bağlanmış olduğu için herkes kendi kazancına bağlıdır. O azap
ancak kazancın tam karşılığı olarak verilecektir. Ve kafir diyecektir ki: Ah,
ne olaydı da ben bir toprak olaydım. Yani dünyada bir toprak olaydım, dileme
sahibi insan olarak yaratılmayaydım, yükümlü olmayaydım da bugün azap
görmeyeydim. Yahut, bugün toprak olaydım da tekrar diriltilmeyeydim.
İbnü Ömer, Ebu Hureyre ve Mücahid'den rivayet
edildiğine göre, Yüce Allah o gün hayvanları da huzura getirecek,
birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek ve sonra onlara, "toprak
olun" buyuracak, hepsi toprak olacak. İşte kâfir bunu gördüğü zaman onlar
gibi toprak olmayı isteyecektir. Nitekim Tekvir sûresinde "Yabani
hayvanlar toplandığı vakit."(Tekvir, 81/5) âyetinin tefsirinde de
gelecektir. Bu mânâlara göre toprak, hakiki mânâsında kullanılmıştır. Fakat
bazıları son mânâya göre bunun, alçakgönüllülükten mecaz olma ihtimali olduğunu
da söylemişlerdir ki şöyle demek olur: Keşke dünyada gururlanmasaydım,
azgınlıkla kafa tutmasaydım, alçakgönüllü olup Allah'a iman ve itaat etseydim.
Fakat görünen mânâ, ilkidir. İşte o büyük haberde ihtilaf eden kâfirler, o gün
gerçeği anlayıp böyle diyeceklerdir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Nebe Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.