Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Naziat Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
79-NAZİ'AT:
1-5.Burada görülüyor ki "şiddetle
çekmek", "yavaşça çekmek", "yüzüp gitmek",
"yarışıp geçmek" ve "iş çevirmek" gibi beş işi yapanlara
yemin edilmiş, cevabı da daha sonra gelenlerden elde edilen karine ile
bilindiği için zikredilmemiştir ki, "Bunlar olacak, o kıyamet ve öldükten
sonra dirilme gerçekleşecek." demektir.
Bu işleri yapanların hepsi bir topluluk veya
bir topluluğun sınıfları yahut bir kısmı başka bir topluluk olarak
düşünülebilirse de hepsi aslında bir kumandaya bağlı bir topluluk veya o
topluluğun sınıfları olması, gelecek olan "Fakat o bir tek
haykırıştır." karinesi ile daha açıktır.
Bir de görülüyor ki, bu beş fiilin ilk üçü
olan "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek" ve "yüzüp
gitmek" arasında bir sıralama gözetilmeyip "vav" bağlacıyla
bağlanmış; geçmek ve iş çevirmek fiilleri ise "fâ" ile birbirlerine
ve öncekilere bağlanmakla fiilde veya zikirde bir sıralama gözetilerek ifade
edilmişlerdir ki, bununla bu iki fiilin öbürlerinin neticesi ve gayesi gibi
olduğu anlatılmış demektir.
Bu beş âyetten ile âyetleri, kapsamış
oldukları nâzi, ğark, nâşit ve neşt kelimelerinin lugat bakımından farklı
mânâları gösteren müşterek lâfızlardan olmaları nedeniyle her biri birçok mânâ
ifade etme ihtimalinden dolayı, bunları meâlde sade bir mânâ ile terceme etme
imkanı yoktur. Bu nedenle bunları mümkün olabildiği kadar tefsir sûretiyle
anlamaya çalışmak gerekir.
ĞARK, iğrak mânâsına mastar ismidir. İğrak,
suya daldırıp boğmak, bir kabı doldurmak, dolmuş hale getirmek ve yayı şiddet
ve aşırılıkla doldura doldura çekmek demektir. Bu mânâlardan hareketle,
herhangi bir şeyde aşırı gitmek, uzağa gitmek mânâlarında kullanılır.
NÂZİÂT, nâzi'ler demektir. Bu kelime müteaddi
(geçişli) veya lâzım (geçişsiz) olmasına göre, nezi' kökünden de nüzû kökünden
de türetilmiş olabilir.
Nezi', bizim çekmek, çekip almak ve soymak
kelimelerimiz gibi çeşitli mânâlara gelir:
1- Nezi', intiza' kelimesi gibi bir şeyi
yerinden koparıp çekmek mânâsına gelir. Bundan, hayatı çekip almak, can almak
ve can çekiştirmek mânâsına gelir ki bu hale "Halet-i nezi'= can çekişme
hali" denir. Bu mânâ ile nâziât, can alan kuvvetler, melekler demek olabileceği
gibi, can çekişme halinde bulunan canlar demek de olabilir.
2- Nezi', kuyudan şiddetle kova çekmek, su
çıkarmak mânâsına gelir ki, bunda "ğarkan nezi'", iyice daldırıp
derinden doldurarak hızla çekmek demek olur. Bu da ta derinden çeke çeke can
almak mânâsına mecaz olabilir. Bu duruma göre de nâziât, şiddetle daldıra
daldıra, boğa boğa, bedenlerinin dipten tırnağa ta derinliklerinden çeke çeke
can alan melekler veya cihad yapan kuvvetler demek olur.
3- Nezi', yay çekmek; "ğarkan nezi'"
de yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek mânâsına gelir ki, buna
yayı doldurmak denir. Bu mânâda nâziât, atış yapan kuvvetler, gâziler demek
olur.
4- Nezi', atın başını alıp bir düzüye koşması
mânâsına gelir ki, bu mânâdan nâziâtın, "Gürültü ile koşan"(Âdiyat,
100/1) âyetinde olduğu gibi atlar, biniciler ve o mânâda olan kuvvetler için
kullanılması doğru olabilir. Ayrıca bu mânâdan mecaz olarak gökte doğudan
batıya hareket eden yıldızlar ile de tefsir edenler olmuştur. Fakat "bir
iş çevirenler", yıldızlar olamaz.
5- Nüzü', bir şeye can atmak gönül çekmek
dediğimiz gibi bir şeye meyledip arzulamak; bir de bir şeyden feragat edip geri
çekilmek, sıyrılıp çıkmak mânâlarına geldiğinden vatanını özleyen gurbetçiye
nâzi' denildiği gibi, nâziât da bu mânâdan olarak bedenlerinden ayrılmış,
bedenlerine hasret kalmış nefisler demek olabilir.
NAŞİTÂT, bu kelime neşt ve neşât kökünden
türetilmiş olabilir.
1- Neşt, kuyudan kovayı kolayca ve yumuşak bir
şekilde çekmek mânâsına gelir ki, bizim "tereyağından kıl çeker gibi
çekmek" sözümüze benzer.
2- Neşt, bir düğümü yumuşak bir şekilde
usulcacık çözmek mânâsına gelir ki, "ünşûta" denilen ve kolay çözülen
ilmekli düğümü çözmek gibidir. Bu iki mânâdan nâşitât, müminlerin ruhlarını
nazik ve yumuşak bir şekilde alan melekler ve rahmet melekleri denilmiştir.
Tatlılıkla gönülleri kendilerine çeken ruhlar, nefisler demek de olabilir.
3- Neşt, bir yerden bir yere çıkmak mânâsına
gelir. Nitekim bir yerden bir yer giden yaban öküzüne "nâşıt"
denilir. Buna benzetilmek sûretiyle nâşitât, burçtan burca giden gezegenler
demek olduğu da söylenmiştir. Nâziât da yıldızlar demek olduğuna göre doğudan
batıya hareketleri kendilerinin değil, zoraki mahiyette olması; bunların ise
burçtan burca gidişleri kendilerinin olarak tabii mahiyette olması tarzında
anlatılmış demek olur. Bu şekilde bir sonraki âyette geçen "sebh" de
gökteki gidişleri, "sebk" ise hızlı ve yavaş hareket etmedeki
farkları demek olur.
4- Neşât, bilindiği gibi, gönül hoşluğu,
şenlik demektir. Bundan, "ölüm zamanında bedenden gönül hoşluğu ile çıkan
mümin ruhlar" diye tefsir olunmuştur. Nitekim bu takdirde, "boğula
boğula, şiddet ve azap ile çıkan kâfir ruhlar" demek olur. Sebh, suda
yüzmek ve kolayca uzağa gitmek demektir. Burada hakikat ve mecâz olarak ikinci
mânâdan olacağı açıktır.
İşte bu âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin
bu şekilde birçok mânâya gelme ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok
yorum nakletmişlerdir:
1- Hepsi meleklerdir: "boğa boğa, daldıra
daldıra şiddetle can alan melekler", yahut "kâfirlerin canını alan
azap melekleridir." Nâşitât, tatlı ve yumuşak bir şekilde can alan,
müminlerin ruhlarını alan rahmet melekleridir. Sâbihât, ilâhi emir ile
ufuklardan gelip giderek iş yapan veya can alırken nefislerde dalgıç gibi dalıp
yüzen meleklerdir. Sâbikât, kâfirlerin ruhlarını cehenneme, müminlerin
ruhlarını cennete götürmek için yarışıp giden meleklerdir. Müdebbirât-ı emr
ise, yüce Allah'ın, âlemin düzeninde emir altına verdiği, memur kıldığı
işlerde, işi yönetip idare eden melekler, yahut meleklerin elçileridir.
2- İnsanların nefisleridir: Bunun da iki ayrı
yorumu vardır. Birisi, bedenlerinden ayrılan erdemli nefisler ki alışıp
kaynaştıkları ve hayır kazanmak için araçları ve binitleri olan bedenlerinin
şiddetle her noktasından ayrılır ve bununla beraber melekler ve ruhlar âlemine
arzu ve neşe ile çıkar, orada yüzer ve sonra geçip mukaddes bölgeye gider,
sonra da şeref ve kudreti nedeniyle iş yöneten melekler sırasına ve hatta
onlardan ileri geçerler. Çünkü ölümden sonra ruhların bu âlemde bile nice eser
ve halleri görünür. Onların manevî ve ruhî özelliklerinden istifade edilir.
İkincisi, ölümden önce bir tarikata katılarak ibadet edip nefis mücadelesi
vermek suretiyle içini ve dışını temizleyen ve ilâhî bilgilerde yükselen
erdemli nefisler denilmiştir ki, bunlar şehevi arzularından sıyrılır, mukaddes
âlemin hasretini çeker. Olgunluklara yükselme mertebelerinde yüzer, sonra
kusurlu ve eksik nefislerin terbiyecisi ve olgunlaştırıcısı olur.
3- Gâziler veya elleri veya atları ki, elleri
silahlarını doldurur çeker, oklarını, mermilerini kolayca atarlar, karada ve
denizde yüzer giderler, düşmanla savaşta yarışıp ileri geçerler, sonra onların
işlerini yönetirler. Bu özellikler gazilerin atlarında da düşünülebilir. Şu
kadar var ki, atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası ile mecaz olur.
Yani atlar iş çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara da iş
çevirici denilebilir.
Meâlden bu üç mânâ anlaşılabilir.
4- Yıldızlar denilmiştir: Fakat bunlar
hakkında "iş çevirici" nitelemesini yapmak doğru olmaz. Bu, yine
melekler olmalıdır.
Bunları çeşitli şekillerde düşünmek isteyenler
de olmuştur. En açığı melekler veya erdemli nefisler veya dilimizce daha
kapsamlı olmak üzere kuvvetler demektir. Bunlara yemin edilerek kıyamet ve
öldükten sonra dirilme olayının meydana geleceği vurgulu bir şekilde kesin
olarak haber verilmiştir.
Ğarkan kelimesi, takdirinde mef'ûlü mutlak,
cümlesi baştaki "en-Naziât"ın hâli, veya "bedenlerin içine batmış
nefisler" mânâsında sıfat-ı müşebbehe şeklinde yorumlanarak mef'ülû
bihtir. kelimeleri de mastar olarak mansuptur. kelimesi de 'ın mef'ulü olarak
mansuptur.
6. "Sarsacağı gün". Yeminin
zikredilmeyen cevabı ile ilgili zaman bildiren tümleç olarak mansuptur. Yani o
kıyamet ve öldükten sonra dirilme o gün olacak ki, o deprem sarsacak.
RECF, şiddetle sarsmak veya sarsılmak mânâsına
müteaddî (geçişli) ve lâzım (geçişsiz) olur. Onun için Râcife; şiddetle sarsan
sarsıntı, dünyayı yerinden oynatan olay, ilk üfürme, yahut o vakit şiddetle
sarsılan, sarsılacak olan yeryüzü ve dağlar gibi cisimler demek olabilir.
Fiilin müteaddî (geçişli) olmasına göre
verilen birinci mânâ korkutma hususunda daha beliğdir. Yani dünyayı harekete
getirip (mobilizasyon) yaptıracak olan o şiddetli sarsıntı, ilk üfürme olayı
olacak, âlemi seferber yapacak
7-9. onu ikincisi izleyecektir.
RADİFE, redîf gibi ardınca gelen, izleyen
mânâsına gelir ki ilk üfürmede ard arda sarsıntılar olması gibi hareketlerin
birbirini izlemesini, göğün yarılmasını ve yıldızların yayılması hallerini
ifade etmiş olabilirse de, bunun ikinci üfürme olayı olması daha uygundur.
Âyetlerin akışı da bunu gösterir. Demek ki, bu sarsıntıların olacağı günden
maksat, sarsıntının olmasından öldükten sonra dirilmeye kadar uzanan vakittir.
10. "Derler ki." Bu, öldükten sonra
dirilmenin olacağı yemin ve vurgu ile haber verildikten sonra, inanmayan
inkârcıların sözlerini hikâye eder. Yani inkârcılar bu gün dünyada şöyle
diyorlar: "Biz gerisin geriye döndürülecek miyiz?".
HAFİR, HAFİRE, esasen "kazıcı"
mânâsına sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Bu münasebetle
atın tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve o suretle açılan çığıra da hafire
denilir. Bu, merdıyye (razı olunmuş) mânâsına radiye (razı olan) kelimesinin
kullanılmasına benzer. Yani çukur kazan, iz yapan mânâsına hafire kelimesi
kullanılmış, fakat "kazılan çukur" kastedilmiştir.
Araplar'da şu iki söz darb-ı mesel olmuştur:
BİRİSİ, "geldiği yoldan dönmek"ten
kinaye olur. denilir ki, "filan, geldiği yoldan döndü" demektir.
BİRİSİ de, denilir ki, "bir alışverişte
alıcının ilk sözde parayı sayması" mânâsına kullanılır. Kâmus müterciminin
ifadesine göre Türkçe'de, "tırnağı dibinde" denilir. Bunun aslı,
Araplar'da at en kıymetli mal olduğundan, asla veresiye satılmadığı için pazarlık
bitince parası derhal teslim olunmadıkça tırnağı durduğu yerden bir adım atmaz
demektir. Bir de bu sözün aslı, koşuda birinci gelen atın diğerlerinden önce
tırnağının son kazdığı çukur mânâsına "tırnağı dibinde hemen bahşiş
verilmek" mânâsından olup, daha sonraları mutlak öncelik mânâsında
kullanıldığı söylenmiştir.
İşte bu âyette bu deyimlerin ifade ettiği mânâ
üzere hâfire, önceki yaratılış ve hayattan kinaye olarak mânâsı: Biz önceki
halimizde hayata geri mi çevrileceğiz?" demek olur ki, bu İbnü Abbas'tan
rivayet edilmiş olup tefsircilerin tercih ettiği görüştür. Bununla beraber
Mücahid'den hâfire'nin, hufre gibi mahfûre yani "kazılan çukur yer"
mânâsına olarak "kabir" diye rivayet edilmiş olduğu ve geri
çevrilmenin âyetteki "merdûdûn" sözünden anlaşıldığı ve bu mânâ
herkese daha açık geleceği için "o çukur" demeyi uygun gördük ki,
"biz öldükten sonra o kabirlerde gerisin geri döndürülecek, diriltilecek
miyiz?" demek olur. İkisinde de mânâ birdir. Kuşkusuz hâfire'nin mahfûre,
yani "kazılmış" mânâsına olmasının bir yorum ve izahı yok değilse de,
bu mânâ, lâfzın görünen mânâsına uymamaktadır. Önceki mânâ hem ince, hem de
meşhur ve bilinen bir mânâdır.
11. "Ufalanmış kemikler olduğumuz zaman
mı?". Bu, inkârdan sonra güya delile dayanarak bir netice çıkarma tarzında
alaydır.
NEHIRE; çürümüş, ufalanmış, rüzgarla savrulur,
yahut delik deşik, göz göz olmuş, rüzgar estikçe ses verir, vızıldar kemik
demektir. Evvelkine "nehıre", ikinciye "nâhire' denilerek
aralarında fark da gözetilmiştir. Böyle çürümüş kemiklerin hayattan uzaklığına
bakıp bundan bir netice çıkarmaya çalışarak Yâsîn Sûresi'nde geçen "Bu
çürümüş kemiklere kim can verecek miş?"(Yâsin, 36/78) demeleri gibi, bunu
uzak ve imkansız görüp inkâr ettiler.
12. "Dediler ki": Önceki
küfürlerinin bir kolu olarak diğer bir küfürlerini hikâyedir. Öyleyse o dönüş
pek zararlı bir dönüştür. Zira o denildiği gibi ise, biz ona iman etmemiş,
hazırlanmamış olduğumuz için bize pek zararı dokunan bir dönüş olacaktır. Vah o
vakit başımıza geleceklere vah, diye alay etmekte ileri gittiler.
13. Bütün bu sözler onu zor görmekten ileri
gelen bir ihtimal vermemeden kaynaklandığı için kısaca ret ile kestirme cevap
olarak buyruluyor ki:
"O bir tek haykırıştan ibarettir".
Yani onu Allah'a göre zor bir şey zannetmeyin. O bir tek haykırıştan, zorlu bir
kumanda ile bir tek seslenişten ibarettir. Bir "ol" emriyle, o üfürme
olur biter.
14. Derhal onlar meydanda bulunurlar.
SÂHİRE, uyanık göz ve gözlere serap görünen
düpedüz açık yeryüzü, sahra, meydan demek olup burada, gözleri açılarak apaçık
mahşer yerinde bulunacakları anlatılmıştır. "Musa'nın kıssası haberi sana
geldi mi?" Burada Peygamber'in verdiği haberi yalanlayanların akibetleri
hakkında ibret alınacak bir örnek ve Peygamber'e teselli vermek için anlatılmış
bulunan bu kıssa Â'râf, Tâhâ, Şuâra, Kasas ve diğer sûrelerde birçok yerde her
birinde farklı özelliklerle genişçe anlatılmıştır. Buradaki özelliği ise
Firavun'a söylenmesi istenen "yumuşak söz"ün nasıl olacağını izah ve
Firavun'un "En yüce Rabbiniz benim." taşkınlığıyla Firavunluğunun
özünde bulunan mânâyı özetlemiş olmasıdır. Daha önce Kasas Sûresi'nde
"Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas, 28/38) demişti. Şuarâ
sûresinde de "Andolsun, benden başka bir ilâh tutarsan.."(Şuara,
26/29) demişti. Bu, diğer detayların bir özeti olmak itibariyle "sana
geldi değil mi?" gibi ikrar sorusu olarak, söyleneceklerin dinlenmesine
teşviktir.
15-17. "Rabbi ona seslendiği zaman".
Bu, daha önce geçen "hadis"in, yani konuşmanın yapıldığı zamanı
gösteren mef'ûl (tümleç)dür. Tefsirciler burada nidayı, diye, gizli bir nida
olan münacaat ile tefsir etmişlerdir. "Mukaddes vadide". Mukaddes
vadi, Şam çölünde Tur-i Sina dağının eteğinde bir vadidir: "Tuvâ."
TUVÂ, bu vadinin ismi ve onun açıklamasıdır.
Önce temiz ve mübarek demek olan "mukaddes" sıfatıyla nitelenmesi
ilâhî feyiz ve bereketin önce temiz kalplere geleceğine ve dolayısıyla her
şeyden önce temizliğin gerekli olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim Tâhâ
Sûresi'nde "Haydi papuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ
Vadisi'ndesin."(Tâhâ, 20/12) buyrulmuştu. Bazıları bu kelimeyi "iki
kez" mânâsına alarak "iki kat mukaddes kılınmış vadi" demek
olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda "iki defa takdis" mânâsında
"mef'ulü mutlak" demek olup aynı hatırlatmayı te'kit (vurgu) ile
yapmış olur.
18. Senin için bir meyil, bir arzu, bir niyet
var mı?. Bu soruda sorulan mübtedâ, müteallakının söylenmesiyle yetinilmek
suretiyle kendisi zikredilmeden, veya veya gibi biraz sonra gelecek olan
"ilâ" edatına bağlanabilecek bir fiil takdiriyle şöyle bir mânâ ifade
eder: "Nasıl, var mı bir meylin? Nasıl, var mı bir arzun, bir niyetin? Bir
meyleder veya bir, rağbet gösterir veya bir niyet besler misin? Temizlenmeye
yani, inkâr ve taşkınlık kirlerinden, kötü huylardan temizlenip temiz iman ve
İslâm vasıflarıyla kendini geliştirmeye? Buradaki tefa'ul babından geniş zaman
olup aslı 'dır.
TEZEKKİ, temizlenmek, saf, arı, tertemiz olmak
ve bereketlenip artmak mânâlarına gelir ki İslâm'ın bir mânâsıdır. Çağrı için
önce bu şekilde hitabın emredilmesi, seçim ve tercihe bağlı fiilerde meyil ve
niyetin şart olduğunu gösterir. Yani ister misin temizlenip bereketlenmeye
doğru gidesin?
19. Ve sana, Rabbine giden yolu göstereyim,
Rabb'ını tanımayı öğreteyim de korkasın. Onun öfke ve cezasından korkup
ululayarak saygı duyasın. Çünkü "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler
hakkıyla korkar."(Fâtır, 35/28) Bilmeyenlerin saygısı olmaz. Saygısı
olmayanlar korunmaz, her fenalığa atılır.
Bu iki âyette Tâhâ sûresinde geçen "Ona
varın da yumuşak dille söyleyin. Belki dinler ve düşünür. Belki de
korkar."(Tâhâ, 20/44) âyetinin bir tür açıklaması ile "yumuşak
söz"ün bir izahı vardır.
20. "Ona o büyük mucizeyi gösterdi".
O büyük mucize asâ'nın dirilip yılan olması mucizesidir ki, ölülerin
dirilmesine ve "ol" emrinin tecelli edeceğine bir delildir. Firavun
sözlü delili dinlemeyince Musa (a.s) ona bu fiilî delili gösterdi.
21. Fakat Firavun yalanladı. Söze inanmadığı
gibi o büyük mucizeyi gördüğü halde de ona sihir dedi ve Musa (a.s)'nın yalan
söylediğini iddia etti ve isyan etti. Allah'ı ve emrini tanımak istemedi,
temizlenmeğe niyet etmek şöyle dursun "O âlemlerin Rabbi de ne oluyormuş?"
diye karşılayarak inkâr ve isyan küstahlığında bulundu.
22. Sonra koşup sırtını çevirdi, yani yalan ve
isyanda başarılı olamadı, bununla beraber boş da durmadı, koştu, çalıştı. Fakat
mutluluğa doğru çalışmadı, mutsuzluğa doğru çalıştı. Allah'a yüz tutacak yerde
ardını dönerek helake doğru tersine gitti.
23-24. Bunun üzerine adamlarını topladı önce
sihirbazları toplayıp mağlup olduktan sonra Şuarâ sûresinde "Firavun
şehirlere asker toplayıcılar gönderdi."(Şuara, 26/53) âyetiyle açıklandığı
üzere şehirlere asker sevki için memurlar, asker toplayıcılar göndererek
ordusunu ve adamlarını topladı da haykırdı. Benim, en yüce Rabbimiz! dedi.
Kendisinden başka herhangi bir Rabb'i kendinden aşağıda sayarak kendinin en
üstün Rab, yani "Rabbu'l-erbab" (Rablerin rabbi) olduğunu iddia etmek
derecesinde iddiayı ileri götürdü. Kendisine o nam ile taptırmak istedi. Önce
"Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas, 28/38) diyerek
kendisinden başka ilâh bilmediğini söylemişti. Güya araştırma ve incelemelerde bulunmak
üzere "Ey Hâman! Haydi benim için çamura bir ocak yak da tuğla pişir, kule
yap. Belki Musa'nın ilâhının sırrına ererim. Doğrusu ben onu yalancılardan
sanıyorum." (Kasas, 28/38) demişti. Bu kez o araştırma pek boşa gitmemiş,
bir Rab bulunduğunu anlatmış olduğunu ima etmekle beraber, onun kendinden
yüksek olmadığını iddia edecek derecede kibir ve büyüklük taslamaya kalkmıştı.
İbnü Cerir'in Mücahid ve diğerlerinden nakline
göre bu iki söz arasında kırk sene geçmişti. Burada Alûsî'nin kaydettiği
vechile bazı eserlerde şöyle nakledilmiştir ki, Firavun topladığı kalabalığının
içinde kalkıp hitap etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş,
böylece kendisini halkı yönetenlerin hepsine üstün tutmuştu.
25. Allah da onu tuttu, Ahiret ve dünya
azabıyla (herkese ibret olacak şekilde) cezalandırıverdi. Azab, ta'zib yani
azap etme mânâsına geldiği gibi, nekal yani herkese ibret olan ceza da, tenkil
yani herkese ibret olacak şekilde cezalandırma mânâsına mastar ismidir.
TENKİL, gören ve işitene ibret olacak, gören ve
işiteni onu yapmaya sevkeden şeylerden menedecek şekilde azap edip
cezalandırmaktır. Burada nekal, "Allah onu ahiret ve dünya azabıyla
cezalandırdı." takdirinde mefülü mutlak, cümlesi ise hâl yerindedir. Yahut
"Allah onu ahiret ve dünya cezası için tuttu, alıverdi" mânâsında
fiilinin sebep bildiren mef'ûlü (tümleci) olur.
Âyette geçen "Ahiret" ve
"Ûlâ" kelimelerinin görünen mânâsı bildiğimiz ahiret ve dünyadır ki,
dünya cezası suda boğmakla, ahiret cezası da cehenneme sevk ile olmuştur.
Bununla beraber burada ahiret "sonraki" ve ûlâ da "evvelki"
mânâsına olarak "sonrakinin ve öncekinin cezası olmak üzere tuttu
alıverdi" ve sonrakinden maksat "Sizin en yüce Rabb'iniz benim."
(Kasas, 28/38) sözü, evvelkinden maksat da "sizin için benden başka ilâh
bilmiyorum" (Kasas, 28/38) sözü demek olduğu da İbnü Cerir tefsirinde
yazılıdır.
26. Hiç şüphe yok ki bunda, bu Musa
kıssasında, Firavun'un başından geçen olaylarla, herkese ibret olacak şekilde
cezalandırılmasında mutlaka bir ibret var, ibret alınacak insanı uyaracak bir
ders vardır. Fakat herkes için değil korkacak olan, saygısı bulunan kimseler
için, ki onlar ilâhî bir lütuf olarak kâinatın sırlarını bilmek kudreti
olanlardır. Yoksa duygusu olmayanlar, bir Musa gelmiş, Firavun batmış da ne
olmuş, diye bundan hiçbir istifade etmezler. İşte o öldükten sonra dirilme
hakkındaki haber de böyledir.
Bu kıssadan sonra yüce Allah'ın Rabliğini,
kudretinin yüksekliğini ve O'na göre yaratma ve öldükten sonra diriltmenin
kolaylığını ve azgınlar hakkında ahiret azabının şiddetini anlatmak üzere
inkârcılara azarlama yoluyla buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
27- Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa
gök mü? Onu Allah bina etti.
28- Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu.
29- Gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı.
30- Bundan sonra da yeryüzünü döşedi.
31- Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.
32- Dağlarını oturttu.
33- Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için .
34- Fakat o her şeyi bastıran büyük felaket
geldiği vakit,
35- O, insanın neyin peşinde koştuğunu
anladığı gün,
36- Gören kimseler için cehennem hortlatıldığı
vakit,
37- Artık her kim azgınlık etmiş,
38- Ve dünya hayatını tercih etmişse,
39- Kuşkusuz onun varacağı yer cehennemdir.
40- Kim de Rabbinin divanında durmaktan
korkmuş, nefsini boş heveslerden menetmiş ise,
41- Kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.
42- Sana o kıyameti soruyorlar, ne zaman
kopacak diye.
43- Sen nerde, onu anlatmak nerde?!
44- Onun son ilmi Rabbine aittir.
45- Sen ancak ondan korkacak olanları
uyarıcısın.
46- Onlar o kıyameti görecekleri gün sanki
dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamışa dönecekler.
27. Ey o kendilerini yüce sanıp da Allah'ın
gücünü yok saymaya kalkışan inkârcılar! Kendi iddianıza, kendi takdirinize göre
şunu bir düşünün bakalım: Siz mi daha çetin, daha zorlusunuz? yaratılmak
hususunda. Burada asıl mânâ ölümden sonra yeni bir yaratılışla yaratma
üzerindedir. Fakat daha büyük olarak daha kapsamlı olmak üzere soru
"mutlak yaratma" üzerine sorulmuştur. Yani gerek önce olsun, gerek sonra
olsun mutlak olarak yaratılmak açısından siz mi daha zor ve çetinsiniz yoksa
(sizden yüksek ve sizi kuşatıcı olan) gök mü?. Belli ki o daha çetin değil mi?
Çünkü siz onun içinde bir zerre demeksiniz. Öyle iken O Allah onu bina etti.
BİNA, dağınık parçaları birbirlerine ekleyip bağlayarak toplamından bir bütün
meydana getirmektir.
28. Gök de böyle ince ve yoğun nice madde ve
cisimlerin türlü kuvvetlerle özel bir şekilde birleştirilip birbirlerine
bağlanmasıyla toplamından meydana getirilmiş bir yapıdır ki onu Allah
yapmıştır. Şöyle ki, Allah o göğe boyuna yükseklik vermiştir, direksiz olarak
onu yükseğe kaldırmıştır.
SEMK; bir şeyin, yükseklik şeklinde ifade
ettiğimiz boyu, aşağıdan yukarıya uzaması ve yüksekliğidir. Yukarıdan aşağıya
düşünüldüğü takdirde buna "umk" denir. Enine, boyuna olmak üzere
"kalınlık" ile de tefsir edenler olmuştur.
Sonra da onu düzledi. "Göğü yükseltti,
denge kanunu koydu."(Rahmân, 55/7) âyetinin mânâsınca dengesini koyup
denkleştirdi, düzene koyup düzeltti. Bundan göğün şeklinin tam küre olduğu
mânâsını çıkarmak isteyenler olmuşsa da, bütün göğün genel görünümünün tam küre
olduğu sabit değildir. Bunu Allah etraflıca bilir.
29. Gecesini kararttı. fiili, gece karanlık
olmak mânâsına gelen "ğatş" kökünden türetildiğine göre, gecesini
karanlık etti, kararttı diye mânâ verilmiştir. Fakat bunda geceyi göğe nisbet
ederek "göğün gecesi" denilmesi, içinde bulunan bazı şeylere nazaran
çok az bir münasebet kabilinden olmuş olur. Çünkü göğün her tarafı gece olmaz.
Bir de "ğatş" ve "ğataşân" Kâmûs'ta zikredildiği üzere
hastalıktan veya ihtiyarlıktan dolayı yavaş yavaş yürümek mânâsına gelir.
Bundan, âyette geçen fiilin mastarı olan "ığtaş", yavaş yavaş
yürütmek demek olacağından, gecesini derece derece giderdi demek olur. Bu ise
şu çıkarma ile pek uygun düşer. Ve kuşluğunu çıkardı. Işığını çıkarıp gündüzünü
yaydı.
Rağıb'tan anlaşıldığına göre "Duhâ"
kelimesi aslında güneş ışığının yayılması ve gündüzün uzaması demek olup daha
sonra bildiğimiz kuşluk vaktine isim olmuştur. Burada gecenin karşılığı olarak
ışığın parıltısı ile mutlak gündüz mânâsına olduğu açıklanıyor. Gündüzün
meydana çıkması ise gecenin gitmesi ile uygun düşeceğinden, "geceyi
kararttı" demekten çok yürüttü, giderdi demek daha çok yakışıyor. Bunda
iki mânâ mümkündür:
Birisi, önceki gibi yerküreye nazaran göğün
her gün ardarda gelen gecesi gündüzü olmasıdır ki, bunda yerkürenin
yaratılışına ve ay ışığının giderilmesine değinilmiş olur.
Birisi de, göğün kendisinde gece yavaş yavaş,
gide gide kalmamış hep gündüz olmuş olmasıdır. Bu mânâ, tam anlamıyla göğün
gecesi ve göğün gündüzü şeklindeki tamlamaya da pek uygun ve ince bir mânâdır.
Çünkü karanlık, esas itibarıyla, yoklukla ilgili olduğundan güneş ve diğer
aydınlatıcı cisimler yaratılmazdan önce gök elbette karanlık gece halinde demek
idi. Işık veren cisimler yaratılmaya başlandığından itibaren gitgide o gece
giderilmiş ve gündüzü çıkarılmıştır. Onun için gece, yer küre ve diğer
cisimlerin gölgesi düşen hudutları sahasında devam etmekle beraber, diğer
gökyüzü sahası gündüz halindedir. Yerküre biraz sonra anlatılacağı için
buradaki geceyi ve gündüzü, dediğimiz gibi, göğün kendisinin gecesi ve gündüzü
diye anlamak bize daha uygun görünüyor.
30. Yerküreye gelince, ondan sonra da onu
yayıp döşedi. Göğü yaratıp bir nizama koyduktan ve gecesini giderip gündüzünü
çıkardıktan sonra yerküreyi, üzerinde yaşama ve yerleşme imkanı olacak şekilde
yayıp serdi. Yerkürenin, üzerinde yaşadığımız kabuğunu ondan sonra yaratıp
döşek halinde döşedi.
DEHA , yaymak mânâsına "dahv" veya
"dahy" kökündendir. Bast da döşek serer gibi yaymak, döşemektir.
Bundan açıkça anlaşılan da yerkürenin kendisinin daha önce yaratılmış
olmasıdır. Bakara sûresinin "Sonra iradesini göklere yöneltti de onları
yedi gök halinde nizama koydu."(Bakara, 2/29) âyetinde, aynı şekilde
(Fussilet, 41/11) âyetlerinde göğün nizama konması, yerkürenin ve onun içinde
bulunanların yaratılmasından sonra gibi zannedilebilirse de orada
"sonra" kelimesi, zamanda sonralığı ifade etmek için değil, sözde
sonra gelme derecesinden dolayı olmak lazım geleceğini buradaki "bundan
sonra" sözü izah ediyor demektir. Bununla beraber burada şunu da göz
önünde bulundurmak gerekir ki, İsrâ Sûresi'nde "Gece alâmetini
giderdik."(İsrâ, 17/12) âyetinde geçtiği üzere İbnü Abbas'tan gelen rivayette
Ay, söndürülmeden evvel Güneş gibi parlak olduğu ve o zaman onun gece âyeti
olmadığı beyan olunmuştu. Buna göre yerkürenin ilk yaratılışında ve Ay sönmeden
önce yeryüzünde gece karanlığı yoktu demek olur. O halde âyeti, Ay'ın
sönmesiyle yerküre üzerinde gecenin karartılmış olmasını ifade etmiş ve Ay'ın
sönmesi de yerkürenin yayılmasından önce olduğunu karinesi ile anlatmış olur.
Şu kadar var ki, Ay'ın ilk yaratılışı yerkürenin yaratılışından sonra olmak
itibarıyla yerkürenin yaratılışından sonra da gökte bir düzenleme yapılmış
demek olacağını düşünmek gerekir.
Şimdi "onu yayıp döşedi" sözünü
açıklayıp tefsir ederek tamamlamak için buyruluyor ki:
31. Ondan suyunu ve otlağını çıkardı. Suyunu
yarattı, kaynaklarını fışkırttı, nehirlerini akıttı, otunu, otlağını çiftliğini
bitirdi.
32. Dağlarını da oturttu, yerleştirdi. İşte
yerkürenin yayılıp döşenmesi, yer kabuğunun böyle yaşanabilecek ve
yerleşilebilecek bir şekilde döşünmesi demektir.
33-34. Nitekim bu hikmet şöyle açıklığa
kavuşturuluyor: Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması, yaşaması için. Demek ki
bu büyük yaratma ve kudret hikmetsiz değil; bunlar gayesiz, boşu boşuna, nasıl
rast gelirse öyle yaratılıvermemiştir. O halde bu yaşamanın, yaşatmanın da bir
hikmet ve gayesi vardır.
35. Bu, o büyük beladan bedeldir. Yani o büyük
bela öyle bir gündür ki, insan neye çalışmış olduğunu; hangi arzu peşinde
koşmuş; iyiliğine mi kötülüğüne mi, kârına mı zararına mı uğraşmış bulunduğunu
o gün anlar.
36. "Ve Cehennem ortaya
çıkarılınca". Bu kısım âyetin başındaki vâv harfiyle âyetine bağlanmıştır.
Yani o büyük bela gelip cehennem kapıları açılarak o salgın ateş apaçık ortaya
çıkarıldığı vakit gören kimseler için, yani her kim olursa olsun, görme özelliği
taşıyan kimseler için. Çünkü rivayet olunduğuna göre Cehennem açılacak, alevler
saçarak fırlayacak, her gözü olan görecek. Çünkü "Hem içinizden hiçbir
kimse yoktur ki oraya varacak olmasın. Bu, Rabbinin üzerine vacip kıldığı
kesinleşmiş bir hükümdür."(Meryem, 19/71) buyrulduğu üzere herkes ona
varacak, cennete gidecek olanlar da sıratı onun üzerinden geçecektir. Bununla
beraber, "görecek kimseler için" demek, girecek kâfirler ve azgınlar
için demek de olabilir.
37-42. "Artık kim azgınlık etmişse".
Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak durumun izahıdır.
"Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf kıyama durduğu o
büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya duracağı makamıdır. Ne zaman
onun sonu?
MÜRSÂ, mimli mastar olarak irsa mânâsına veya
mekân, ya da zaman bildiren isim olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde
durmak" mânâsına gelen "resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir
atılarak durdurulması gibi, sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara
"revâsî" denilmesi de bu mânâdandır. Buharî'de zikredildiği üzere
geminin son olarak varıp durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir.
Burada bir istiâre var demek olur. Yani, Allah o saati ne vakit getirip
dikecek, o kıyamet ne zaman meydana gelecek diye soruyorlar.
43. Bunda da iki mânâ söylenmiştir:
BİRİNCİSİ; "nerde?", 'nin önce
gelmiş haberi olarak, "Nerdesin sen onu anlatmaktan? Onu anlatmak senin
görevin değildir. O, senden uzaktır." diye sorulan soruyu reddetmektir.
İKİNCİSİ, iki cümle olup nerde bu sual?"
diye soruyu ret; mübteda, haberi olarak, "sen son Peygamber, onun
alâmetlerindensin" diye beyandır. Yani senin gönderilmen onun meydana
gelme vaktinin yaklaşmakta olduğunu anlatıp dururken bununla yetinmeyip de
sormaya kalkışmaları anlamsız ve yetkileri dışındadır.
44. Zira Onun sonu Rabbinedir. Bütün
incelikleriyle ve herkes hakkında vuku bulma vaktine kadar bütün detaylarıyla
onu bilmek Rabb'ına aittir, başkasına değil. Onu ancak o bilir. İlerisine
karışmak onların haddi olmadığı gibi, daha fazlasını anlatmak da senin görevin
değildir.
45. Sen ancak ondan korkacak, korunacak olan
kimseleri sakındıracak bir habercisin.
46. Sanki onlar onu görecekleri gün, bu
dünyada, bir akşam veya kuşluğundan fazla durmamışa döneceklerdir. Uzun
zannedilen dünya ömrü o kadar çabuk geçer. Korkup sakınanlar o çeşit
korkulardan kurtulurlar, sakınmayıp keyiflerine bakanlar da bir gün gibi
ömürlerini geçirir, neticede o sonsuz belaya düşerler. Dolayısıyla "Ne
zaman?" diye alay edip acele etmesinler.
Burada "sen ancak korkutucusun"
buyurulduğu için bunun kimlere ve nasıl fayda vereceği açıklanmak üzere bu
korkutmalar gelecek sûrelerde de ardarda anlatılacaktır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Naziat Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.