Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Mutaffifin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
83-MUTAFFİFİN:
Sûresi, Mekke'de son inen sûredir. Hz.
Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiği zaman Medine'lilerin ölçekleri kötü
olduğundan dolayı düzeltilmesi için Medine'de ilk inen sûre olduğu da rivayet
edilmiştir. Medine'ye varmadan önce Mekke ile Medine arasında indiği de
söylenmiştir ki, o da Mekke'de inmiş demektir.
Âyetleri : İttifakla otuzaltı,
Kelimeleri : Yüzdoksan dokuz,
Harfleri : Yediyüzotuzdur.
Fâsılası : ve  harfleridir.
Meâl-i Şerifi
1- Eksik ölçüp tartanların vay haline!
2- Onlar insanlardan kendilerine bir şey
aldıkları zaman tam ölçerler.
3- Kendileri başkalarına bir şey ölçtükleri
veya tarttıkları zaman eksik ölçer ve tartarlar.
4- Onlar tekrar diriltileceklerini
zannetmiyorlar mı?
5- Büyük bir gün için.
6- Öyle bir gün ki, insanlar o gün Rabblerinin
huzurunda divan duracaklar.
7- Hayır hayır, kötülerin yazısı muhakkak
Siccin'dedir.
8- Bildin mi sen, Siccin nedir?
9- Yazılmış bir kitaptır o.
10- Vay haline yalanlayanların o gün!
11- Onlar ceza gününü yalanlayanlardır.
12- Onu ancak sınırı aşan ve günaha düşkün
olanlar yalanlar.
13- Ona âyetlerimiz okunduğu zaman,
"eskilerin masalları" der.
14- Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların
kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.
15- Hayır hayır, doğrusu onlar o gün Rablerini
görmekten mahrumdurlar.
16- Sonra onlar muhakkak cehenneme girecekler.
17- Sonra da onlara: "İşte bu, yalanlayıp
durduğunuz şeydir" denilecek.
18- Hayır hayır, iyilerin yazısı muhakkak
Illiyyîn'dedir.
19- Bildin mi sen, Illiyyîn nedir?
20- Yazılmış bir kitaptır o.
21- Allah'a yaklaştırılmış melekler ona tanık
olurlar.
22- Haberiniz olsun ki, iyiler nimet
içindedir.
23- Tahtlar üzerinde etrafa bakarlar.
24- Yüzlerinde nimet ve mutluluğun sevincini görürsün.
25- Onlara damgalı saf bir içki sunulur.
26- Onun sonu misktir. İşte ona imrensin artık
imrenenler.
27- Karışımı Tesnim'dendir (En üstün cennet
şarabındandır).
28- Allah'a yakın olanların içecekleri bir
kaynaktır o.
29- Doğrusu o suç işleyenler inananlara
gülüyorlardı.
30- Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz
kırpıyorlardı.
31- Evlerine döndükleri zaman zevklenerek
dönüyorlardı.
32- Müminleri gördükleri vakit; "işte
bunlar sapıklar" diyorlardı.
33- Oysa onlar müminler üzerine bekçi olarak
gönderilmemişlerdi.
34- İşte bugün de inananlar kâfirlere gülecek.
35- Koltuklar üzerinde etrafa bakacaklar.
36- Nasıl, kâfirler yaptıklarının cezasını
buldular mı?
Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline.
Çoğunlukla "vay haline" demekle
yetindiğimiz "veyl" kelimesi hakkında daha önceki sûrelerde ve bu
arada "Mürselât" Sûresi'nde de söz geçmişti. Bununla beraber bizdeki
"vay" tabiri Araplar'ın "veyh" kelimesi karşılığı
olduğundan "veyl"in şiddetini pek duyurmadığı gibi, özel bir isim
olması hakkındaki rivayete bir delaleti de olmuyor. Bu itibarla "veyl
ona" ve "vaveyla" tabirleri dilimizde yaygın şekilde kullanılmış
bulunduğu için burada olduğu gibi meâlde bazan aynen almak faydalı olacağından
başka, 'in de sûrenin bir ismi olması nedeniyle bu iki kelimenin aynen
söylenmesi zorunlu demektir.
VEYL, başlıca şu mânâlarda tefsir olunmuştur:
Şiddetli kötülük, hüzün ve helak, elem verici azap, cehennemde bir vadi adı.
İmam Ahmed ve Tirmizî Ebu Saîd'den şöyle rivayet
etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Veyl, cehennemde bir
vadidir ki kâfir onun dibine varmadan önce onda kırk yıl yukardan aşağı
düşer."
İbnü Hibban ve Hakim'in Sahih'lerinde:
"Veyl, iki dağ arasında bir vadidir ki, kâfir..."
İbnü Ebi Hatim de Abdullah'tan;
"Cehennem'de irinden bir vadidir." diye rivayet etmiştir.
Ragıb'ın "Müfredat"ında, Asmeî
demiştir ki: Veyl, bir kubuh, yani bir çirkinliktir. Bazan hasret çekme için de
kullanılır. Veyl Cehennem'de bir vadidir diyenler, lügat itibariyle bu
kelimenin mânâsı budur demek istememiş, ancak hakkında yüce Allah'ın
"veyl" buyurduğu kimseler o ateşten bir yere yerleşmeyi hak etmiş,
orası da onlar için sabit olmuştur demek istemişlerdir.
Alûsî der ki: "Ona "veyl"
denilmesi, cehennemin bilinen mânâda kullanılması gibi olduğu açıktır. Bunun
nasıl bir isimlendirme olduğuna bakılsın."
Bizce açık olan budur ki, cehennemin
bildiğimiz mânâda kullanılması tevatür yoluyla şer'i bir kullanım olmakla
beraber bu örf lügatine de girmiştir. Fakat "veyl"in izah edilen mânâ
ile Cehennem'de bir vadi ismi olması şer'î bir isimlendirme olmakla beraber
mütevatir olmadığı gibi lügat yönünden de örf haline gelmeyen bir mecaz olur.
Bu izahtan anlaşılır ki "vay haline" demekle "veyl ona"
demeyi tam olarak Türkçe'ye çevirmiş olamıyoruz. Ancak lügat kaynağına bir
dereceye kadar işaret etmiş oluyoruz.
MUTAFFİFİN, "Mutaffif" kelimesinin
çoğuludur. Bunun, "alırken dolgun, verirken eksik ölçenler" demek
olduğu, önünde açıklayıcı sıfat olarak gelen iki âyet ile anlatılmıştır.
Mutaffif'in tam karşılığı olarak Türkçe'de özel bir kelime bulamadım. Bu
nedenle bunun türeyişinden biraz söz etmek uygun olacaktır:
Mutaffif, belli ki "tatfif" kökünden
ism-i fâildir. Tatfif de ölçeği eksik ölçmektir. Razî şöyle der:
Bunun türetilişi hususunda iki görüş vardır.
BİRİNCİSİ, bir şeyin "taffı, kıyısı ve
kenarıdır. Bir kap veya derede bulunan bir şey derenin kıyısına kadar varıp da
tam dolmazsa denir. Buna onun tafâfı, tufâfı ve tafefi denir. Onun için ölçeği
fena ölçüp de tam yapmayana mutaffif denilir ki, ancak kabın tafâf'ına kadar
doldurur demek olur. Fakat "Kâmûs"tan anlaşıldığına göre; taff,
tafef, tafâf ve tufâf bir ölçeği veya kabı tam dolduran şeye veya dolusu
silindikten sonra içinde kalana veya ölçeğin başına denir. Bundan tatfif,
tafâfı eksiltmek, yani eksik ölçü ile vermek veya eksik ölçmektir ki fiilin
yapısı olumsuzluk için olur.
İKİNCİSİ, pek az bir şeye "tafîf"
denilir. Ölçeği eksik ölçene mutaffif denilmesi, ölçekte veya tartıda biraz bir
şey çaldığı içindir.
Demek ki tatfif, ölçüde veya tartıda biraz bir
şey çalmaktır. Bu kelime müteaddî (geçişli) bir mânâ veya bu işi yapan bunu
âdet haline getirmiş olması itibariyle çokluk ifade etmek için kullanılmıştır.
Bu izah şekli âyetteki tefsire daha uygundur. Zira âyette mutaffifler şöyle
nitelenip tanıtılıyor:
2. O kimseler ki kendilerine ölçtükleri vakit
insanların aleyhine olarak tam ölçerler, dolgun ölçerler.
Burada ifadeden açıkça görünen
"insanlardan ölçtüklerinde" denilmesiydi. Buyrulması, kendi
çıkarlarına olarak insanların zararına haddi aşmak suretiyle ölçtüklerine
işaret içindir. Yani başkalarından satın alma yoluyla veya başka bir sebeple
bir şey alıp da alacaklarını kendileri ölçtükleri zaman insanların aleyhine
olarak bol ölçerler. Dolgun bir şekilde, yani tamam almak isterler ve hatta
basa basa almak için baskı altına alıcı bir şekilde hareket ederler.
3. İnsanlara ölçtükeri veya tarttıkları vakit
ise eksiltirler, eksik ölçek veya tartı ile ölçerler veya ölçüşte tartışta
eksik yapar, onlara ziyan ettirirler.
İşte Veyl'i hak edişlerinin sebebi, bu şekilde
tartma ve ölçmeyi alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır.
Böylece az bir şeyi çalanlar veyli hak ederse,
çok çalanların kaç katlı veyli hak edecekeri düşünülmeli. Razî şöyle der:
Bedevinin biri Abdülmelik b. Mervan'a şöyle demişti: "Yüce Allah'ın
dediğini işittin". Bedevi bununla şunu kastetmişti: Mutaffif, azıcık bir
şey almakla ona büyük bir tehdit yöneltildi. Sen ise çoğu alıyorsun,
müslümanların mallarını ölçüsüz tartısız alıyorsun. O halde, sen kendine ne
yapılacağını zannediyorsun?"
Burada vezn'in yani tartmanın da söylenmesi,
öncekinde yalnız "keyl"in yani ölçmenin zikredilmesinin tahsis için
değil, onun zikriyle yetinilmek kabilinden olduğunu ve bu hilenin keyl ve vezin
dahil her türlü ölçme işinde olabileceğini anlatmak içindir. Rahmân ve Hadid
sûrelerinde de geçtiği üzere göklerin ve yerin ayakta duruşu bir ölçü ve denge
iledir. Bütün hakların ölçeği de terazidir. Onun için bir yerde hak ve adâletin
yerleşmesi için ilk gerekli olan şey ölçünün herkes için eşit bir şekilde doğru
ve dürüst olmasıdır. Bunun doğru olması için iki temel direk gereklidir.
Birisi, ölçünün bizzat kendisinin tam olması, eksik veya fazla, yanlış alet
kullanılmaması, birisi de ölçmenin tam ve doğru olmasıdır. Ölçmenin doğru
olması ise her şeyden evvel hak ve adalet fikriyle ruh doğruluğunun
neticesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olan da odur. Kalp ve
vicdanlarında insaf ve doğrulukla hak fikir ve imanı beslemeyenler doğru âletle
dahi ölçerken hile yapmaktan kaçınmazlar. İnsanlar başkalarının haklarını da
kendi hakları gibi tutarak düzgün bir ölçüyle ölçme duygusunu taşımadıkça hile
yapmaktan kurtulmazlar. Düşünme ölçüsü bozuk olan kimseler aynı bir olayı
kendileri için düşünürken başka, diğerleri için düşünürken de başka türlü
değerlendirirler. Mesela, kendinin azıcık birşeyi kaybolmasını bir elem saydıkları
halde başkasının az bir şeyi kaybolmasına önem vermez veya bundan bir lezzet
duyarlar ki bu hal ruh ölçeğinde, fikir ölçüsünde bir hiledir. Asıl bu ruh
halidir ki insanı ölçü ve tartıda hileye sevkeder. Bu ruh halini taşıyanlara ne
kadar doğru ölçü ve terazi verilse onlar yine fırsat bulup güçleri yettikçe onu
kötüye kullanmaktan çekinmezler. Bunların hepsi "mutaffifin" ünvanı
altına girer ve "veyl"i hak ederler. Bundan dolayı burada hukukun
düzenlenmesi ve iyilik ve hayrın yerleştirilmesi için önce ölçü ve tartının
düzeltilmesi gerektiği gösterilmek üzere herşeyden önce ölçü ve tartıda bu tür
hile yapma alışkanlığının veyl'i hak ettirdiği haber verilmiş ve bunun asıl
sebebinin hak ve ahiret düşüncesini ihmal ettiren inanç bozukluğu olduğu,
düzeltilmesi için de öncelikle ahirete îman ile sorumluluk duygu ve uyanıklığı
duyurulmak üzere buyrulmuştur ki:
4. Zannetmezler mi onlar?. O hileyi yapanlar?
İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için
yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin
sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir
gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin inanç taşıması şöyle
dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.
5. Zannetmezler mi onlar?. O hileyi yapanlar?
İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için
yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin
sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir
gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin inanç taşıması şöyle
dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.
6. Yani insanların, âlemlerin Rabb'inin
huzurunda duracakları gün. Ki o gün herkes kabirlerinden uyanıp kalkarak Allah'ın
huzuruna çıkacak, onun huzurunda yargılanmak için durup haklı haksızdan hakkını
alacaktır.
7. Hayır hayır. Bu, ölçü ve tartıda hileden ve
öldükten sonra dirilip huzura çıkmaya inanmama gafletinden vaz geçirmek, tevbe
ettirmek için bir engellemedir. "Hayır hayır, yapmayın, sakının."
demektir.
Bunun sebep ve hikmeti anlatılmak için de
illet gösterme makamında şöyle buyruluyor:
Çünkü kötülerin yazısı muhakkak ki
Siccin'dedir. Yani öyle yaparsanız kötü kişi olursunuz. Kötüler ise Siccin
denilen sicilde kayıtlıdır. Onların yazısı, nüfus kayıtları, amel defterleri, o
huzura çıkma günü kendilerine verilecek hüküm ve ceza belgesi
"Siccin" denilen yerde yazılıdır. Yahut "Siccin'de" diye
buyrultuludur.
"Kâmûs"ta Siccin'in, hapis
mânâsından "devamlı", "şiddetli", "kötülerin kitabının
konulduğu yer", "cehennemde bir dere" mânâlarına ve ayrıca
"açık ve ortada" ve "dibinin çevresine çukur kazılmış hurma
ağacı" mânâlarına geldiği ve "devamlı şey" mânâsına
"şiddetli vuruş" mânâsına ve "açık açık geldi" mânâsına
denildiği yazılıdır.
Bu "Siccin" kelimesinin lügat
yönüyle asıl mânâsı ve isim veya sıfat olarak türemiş olması hakkında değişik
sözler söylenmiştir. Görünen şekliyle "secn" veya "secc"
kökünden olma ihtimali vardır. Zindan demek olan "sicn" maddesinden
zindana koymak demek olan "secn" mastarından olduğuna göre sikkîn ve
siccil gibi fi'îl kalıbında zindanın mübalağa ismi veya seccân yahut mescûn
gibi bir sıfat olabilir.
Sıvamak ve balçık gibi cıvık ve bulaşık olmak
mânâsına secc maddesinden "gıslîn" gibi "fi'lîn" kalıbında
olabilir. Fakat lügatte secc maddesinden böyle bir isim veya sıfat adı geçmez.
Ebu Hayyan "Bahr"da şöyle
özetlemiştir: Çoğunluğun dediğine göre siccin, secn maddesinden
"fi'îl" kalıbında bir kelimedir. Sikkîn gibi. Yahut hapsedici bir
mevkide demektir. Mübalağa mânâsı ifade eden kalıpta gelmiştir. Bu durumda
siccin, korunmuş yerin sıfatıdır. Mekan olduğu takdirde siccîn kelimesinde
büyük görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Biz onları anlatmıyoruz. Burada açık
olan siccin'in bir kitap olmasıdır. Onun için "mühürlenmiş kitap"
ondan bedel yapılmıştır. İkrime demiştir ki: Siccîn, hüsran ve horlanmadan
ibarettir. Bu Araplar'ın gözden düşen bir kimseye,"filan kimse düşüklüğe
erdi" demesine benzer. Bazı lügatçiler de: "Siccîn"in sonundaki
nun "lâm"dan bedeldir. Aslı siccil'dendir demişlerdir. Bu görüşlerin
özeti: Siccin'in nunu ya kelimenin aslındandır, yahut lâm'dan bedeldir. Nun
kelimenin aslından olduğu takdirde türeyişi "sicin"dendir.
Demek ki nunu zaid olarak "secc"
kökünden türetildiği söylenmemiştir. Zemahşerî, Hatim gibi sıfattan çevrilmiş
bir özel isim olduğunu ve marifelik (belirlilik)ten başka sebeb olmadığı için
tenvin aldığını söylemiş ve demiş ki: Yüce Allah, kötülerin kitabının siccin'de
olduğunu haber verdi, Siccin'i de "mühürlü kitap" diye tefsir etti.
Şu halde onların yazısı mühürlü kitaptadır, denilmiş gibi olur. Bunun mânâsı nedir?
dersen, derim ki: Siccin, toplayıcı bir kitaptır. O, kötü şeylerin yazılıp
toplandığı divandır. Yüce Allah onda insan ve cin şeytanlarının, kâfirlerin ve
fasıkların amellerini toplayıp yazdırmıştır. O mühürlü, örtülü, yazısı açık
yahut alametli bir kitaptır ki, her kim görse onda hayır olmadığını bilir.
Dolayısıyla mânâ: "Kötülerin amellerinden yazılanlar, o divanda tesbit
edilmiştir" demek olur. Buna hapsetmek ve sıkıştırmak demek olan
"Secin" den "fi'îl" kalıbında "siccîn" ismi
verilmiştir. Çünkü o, cehennemde hapsedilip sıkıştırılmaya sebeptir. Yahut
çünkü o, "yedinci yerin altındadır" diye rivayet olunduğu gibi İblis
ve onun neslinin meskeni olan karanlık ıssız bir mekana atılmıştır. Horlanmak
ve hakir görülmek için ve kovulmuş şeytanlar şahit olsun diye atılmıştır.
Nitekim hayırların yazıldığı divan olan İlliyyun'a da Allah'a yaklaştırılmış
melekler şahit olurlar.
Demek ki siccin, sâcin yani sıkıştıran,
hapseden mânâsına olduğu gibi, mescun yani sıkıştırılmış ve atılmış mânâsına da
olabilir. Zemahşerî'nin "atılmış" diye ifade ettiği mânânın, secc
maddesinden olması da mümkündür.
Burada Şeyh Abduh şöyle bir tetkikte bulunmuş
ve demiştir ki: Siccîn lâfzının lugatte kullanılışından ve burada iyilerinin
yazısının bulunduğu İlliyyun'a karşılık olarak söylenmesinden anlaşılır ki,
illiyyunda yükselme mânâsı bulunduğu gibi bunda da alçalma mânâsı vardır.
Lügatlerden bahseden bazı kitaplarda gördüm ki vahl, yani balçık, İnyubiyye
(eski Habeş) lügatinde, Arapça'da bulunmayan "çe" harfi ve vavın harekesinin
uzatmasıyla "Sençûn= Sençöne" diye isimlendirilir. Balçıkta alçalma
mânâsı bulunduğu ise gizli değildir. Olabilir ki bu lafız, Yemen Arapları'nın
kullandığı kelimelerdendir. Çünkü bunlar Habeş halkı ile çok karıştığı için,
bunlarda eski Habeş lafızları çoktur. Bunu da balçığa yakın bir mânâda
kullanmış olabilirler. O halde, "kötülerin yazısı ondadır, yani balçığa
yakın adi şeyde yazılıdır" denilmek uzak bir mânâ olmaz.
Yahut onların amelleri, pisliklerinden dolayı
onunla yazılmış gibi tasvir ve temsil olunmuştur. Bu suretle balçığın ve ona
yakın şeyin "kitâb-ı merkum" (mühürlü kitap) olmasının mânâsı da, o
ameller onunla yazıldıktan sonra o çirkin mürekkep mühürlü bir kitap olmuştur
demek olur.
Abduh, "kötülerin amellerinin pisliğini
tasvir için "siccin" kelimesinde balçığa yakın adi bir mânâ bulmak
üzere Habeş'in İnyubiyye lügatindeki "sençüne"ye kadar dolaşmak uzak
olmaz" demiş ise de bunun uzak bir zoraki mânâ olduğu açıktır. Gerçi
tefsirciler Kur'ân'da bazan Habeş lügatine uygun düşen lafızlar bulunduğundan
bahsederler. Fakat Abduh, Yemen'de böyle bir kullanımın bulunduğunu nakil ve
tesbit etmemiş, "olabilir" diye bir ihtimal ortaya koyarak pek
dolambaçlı bir fikir yürütmüştür. Siccin lafzının "sençune" ile
ilgisi de yakın değildir. Hem yabancı bir kelime olsaydı özel isim yapılınca
tenvin almaması gerekirdi. Soyut bir ihtimal üzere yürünecek olunca bu
zorlanmaya ne gerek vardı. Çünkü Abduh'un düşündüğü mânâ Arapça olan
"secc" maddesinden çıkardı. Siccîn'in, secc kökünden türetilmiş
"fi'lîn" kalıbında bir kelime olmasını düşünmek daha yakın bir
ihtimal olurdu. Maksat günah ve kötülüklerin iğrençliğini anlatarak ondan
tiksindirmek olduğuna göre bu ihtimal gerçi etkili bir mânâ olurdu. Fakat
nakiller bunu nazar-ı itibara almamış ve "Sicin" maddesinden
"fi'îl" kalıbında bir kelime olmasını doğru bulmakla daha ince
düşünmüştür.
Netice olarak Siccin, maddesi itibarıyla bir
zindan, veya zindancı veya zindanda hapsedilmiş mânâlarını ifade eden bir
kelime olmakla, kötülerin yazısına zarf yapılmasına en yakışan mânâda bir
"zindan sicili" veya "sicil zindanı" olmasıdır.
"Onların defterleri zindancıdadır" yani, "çok şiddetli bir
zindancıya teslim olunur" mânâsına da gelebilir.
Bunun sade akıl yoluyla bilinir şeylerden
olmadığını anlatan şu tefsir, bir zindancı sicilinde olması mânâsında açıktır:
8. Sana ne bildirdi? Yani bildin mi? Akıl
yoluyla bilemedin değil mi? Nedir siccin?. Yahut hayret mânâsı ifade ettiğine
göre: "Ne siccin!", "ne yaman siccin!"
9. Rakamlı ve mühürlü bir kitap.
Bazıları bunun, siccin'den bedel olduğunu
söylemişlerdir. Bu durumda, bununla sorunun cevabı verilmemiş; "Siccin
nedir? Kitab-ı merkum nedir?" gibi soru tekrar edilmiş, Siccin'in neden
ibaret olduğu açıkça tefsir edilmemiş olur. Çünkü bu şekilde "kitab-ı merkum"
siccin'in tamamından bedel olmaktan ziyade, siccinde olduğu söylenen yazı
mânâsına yorumlanarak "bedel-i iştima" olur. Oysa yukarılarda
anlatıldığı üzere Kur'ân'ın üslubunda geçmiş zaman sigası (kipi)yla yani
"bildin mi sen?" denildiği zaman bu sorunun cevabı hep
bildirilmiştir. Onun için bunun bedel değil, "O bir mühürlü
kitaptır." şeklinde soruya cevap olarak Siccin'in tefsiri olması daha
doğrudur.
MERKUM, yazılmış veya rakamlanmış demektir.
Rakm ve terkim; yazı yazmak ve yazıya nokta ve hareke koyarak açıklık getirmek
ve işaret koymak mânâlarına gelir. Bu üçüncü mânâ hepsine esas gibidir.
Matematik işareti olan rakam da bundan alınmıştır.
Burada beş mânâ verilmiştir:
Birincisi; "beyyinü'l-kitâbe", yani
açık, tam ve sağlam yazılı, yanlış ihtimali yok.
İkincisi; işaretli, yani "gereğince
cehenneme" diye buyrultu işareti yazılmış.
Üçüncüsü, tüccarın kumaşına koyduğu gibi
işaretli, kayıtlı.
Dördüncüsü; mahkeme ve benzeri şeylerin belge
ve defterlerinde olduğu gibi mühürlü, damgalı, ünvanlı ve resmileştirilmiş.
Beşincisi; kumaşın rakmesi, yani desen ve
nakışları gibi çizilmiş ve sabitleştirilmiş silinmez bir kitap. "İstif
edilmiş balçıktan yapılmış ve Rabbinin katında damgalanmış."(Hud, 11/82,
83) âyetinin ifade ettiği gibi "sırasıyla tertip edilmiş, rakamına göre
icra mevkiine konur, rakamlı bir kitap" mânâsına gelme ihtimali de vardır.
Bunların hepsi şu mânâda birleşmiş olur: Şüphe
ve kuşkudan uzak, bozma ve yakıştırmadan kurtulmuş, her görenin anlayacağı
şekilde kendilerine verilecek olan kitapları, yazıları böyle sağlam bir sicilde
yazılıdır. Hiç şaşmadan icra edilecektir.
İbnü Cerir Tefsiri'nde
"Siccîn"hakkında iki hadis rivayet edilmiştir. Birisi Ebu Hureyre
hadisidir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Felak, cehennemde örtülü bir
kuyudur. Amma Siccin açıktır."
İkinci hadis Berâ'dan rivayet edilmiştir. Bu
hadis, Siccin'in "en aşağıda bulunan yer" olması hakkındadır.
"Cehennem Arz'ın en aşağısındadır." denildiğine göre, bunlar arasında
bir çelişki yok ise de İbnü Cerir Berâ hadisini tercih ederek siccin'in en
aşağıda bulunan yer şeklindeki tefsirini kabul etmiştir. Bu hadisin meâli
şudur: Berâ (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.v) günahkârın
nefsinin göğe çıkarılmasını anlatarak buyurdu ki: Onu çıkarırlar. Onunla hangi
melek topluluğuna uğrasalar, melekler: "Bu pis ruh nedir?" derler.
Onun dünyada anıldığı isimlerden en çirkini ile "fülan" derler.
Nihayet dünya semasına varırlar, açılmasını isterler ona açılmaz. Sonra
Resulullah (s.a.v): "Onlara göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve deve
iğnenin deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremezler."(A'râf, 7/40)
âyetini okudu. Yüce Allah buyurur ki: "Onun kitabını arzın en altında
yazın. En alt yerde, siccinde."
İbnü Cerir bundan dolayı Siccin'in en alt yer
olduğunu söylemiş ise de bu hadiste "siccin, en alt yerdir"
denilmemiş, "en alt yerdedir" denilmiş. Şu halde en alt yer,
"kitab-ı merkum" diye tanıtılan siccinin kendisi değil, yeridir.
Siccin en aşağı yerin en aşağısındadır. Dolayısıyla hadis ile âyet arasında bir
çelişki yoktur. Zemahşerî de "yedinci kat yerden atılmış" demekle
buna işaret etmiştir. Bazı rivayetlerde en alt yerin altının, İblis'in
bulunduğu sınır olduğu haber verilmiştir. Demek ki kötülerin ruhu ve yazısı
oradadır.
10. "O gün yalanlayanların vay
haline". Bu, arada söylenen başlangıç cümlesi, o mühürlü kitabın etkili
hükmünü açıklama bâbında Siccin'in şiddetini, günah ve kötülüğün esasını,
kabirden kalkıp Allah'ın huzuruna gelme gününün dehşetini hatırlatmaktadır.
Bunu bazıları doğrudan doğruya "O gün insanlar âlemlerin Rabbi için
kalkacaklar." âyetine bağlayıp bu aradakileri ara cümlesi saymış ise de
"merkum" kelimesine bağlanması daha üsluplu olur. Yani, "kitap
mühürlü ve işaretli olur da ne olur?" denilirse, "vay haline, o gün
yalanlayanların!"
O gün o dirilme ve kalkma günüdür. Burada
"füccâr" yerine "mükezzibin" denilmesi de fücurun aslında
yalanlama ve inkâr demek olduğuna işarettir. O kitabın hükmü de o gün o
yalanlayıcılar hakkında veyl'dir. Vay haline o gün yalan diyenlerin, bu
haberlere inanmayanların, yani
11. O ceza gününe inanmayıp da açıktan açığa
veya dolayısıyla yalanlayanların,
12. oysa o günü başkası yalanlamaz ancak her
bir haddi aşan, (günahkâr, yani hep haddini aşkın, günaha düşkün) kimseler
yalanlar". Şehvetlerine düşkün, keyiflerince hareket ederek sonunu
düşünmeyip Allah'ın ve kullarının haklarına tecavüz etmeye alışmış
olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına gitmediği, ona
inanmak keyiflerini kaçıracağı için ancak onlar "o ceza gününün aslı
yoktur" derler.
13. Kendisine karşı âyetlerimiz okunurken,
evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları Velid b. Muğire, bazıları da
Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm, 6/25. âyetin tefsirine bkz.)
14. Kendisine karşı âyetlerimiz okunurken,
evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları Velid b. Muğire, bazıları da
Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm, 6/25. âyetin tefsirine bkz.)
15. Hayır hayır. Bu okunan âyetler
evvelkilerin uydurmaları değildir. Fakat, öyle diyenlerin kazançları, elde edip
durdukları ve kâr sandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır. O
kalpler, o günahları alışkanlık haline getire getire, pas tutmuş aynalar gibi
körlenmiş, kararmıştır da artık duymaz ve göstermez olmuşlardır. İşte onların
öyle demelerinin ve yalanlamalarının sebebi budur.
İmam Ahmed, Tirmizî ve Hakim ikisi de sahih
diyerek ve Nesâi, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve daha başkaları Ebu Hureyre'den Hz.
Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Kul bir günah
işlediği vakit kalbinde siyah bir nokta, bir leke yapar. Eğer tevbe edip
vazgeçer, mağfiret dilerse kalbi yine parlar. Döner tekrar yaparsa, o leke
artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur'ân'da yüce Allah'ın zikrettiği
"rân" budur. "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları kalpleri
üzerinde pas tutmuştur". (Bakara Sûresindeki "Allah onların
kalplerini mühür basmıştır." (Bakara, 2/7) âyetinin tefsirine bkz.)
RANE, reyn kökündendir. Reyn ve rüyün, bir
şeyin üzerini pas basıp her tarafının paslanmasıdır. Bundan kalbe günah ve sıkıntı
basmak mânâsına da kullanılır olmuştur ki Kur'ân'da kalp mühürlenmek mânâsına
hatm ve tab' tabirleri de kullanılmıştır. Burada okunurken lâm râ'ya idgam
olunmamak için Hafs rivayetinde lâm'da hafif bir sekte yapılarak okunur ki
reyn'in mânâsındaki tutukluğa açık bir işaret olmuş olur. Hayır hayır. Bu, öyle
pas yapan, kalp körleten kazançlardan sakındırma ifade eder. Sebebi de çünkü
onların, o yalanlayanların, o kalkış günü hak Rab'leriyle muhakkak aralarında
bir perde olur, yani örtü ve perde arkasında kalır, onu görmekten men edilir ve
yoksun bırakılırlar. Artık kurtuluş bulmalarına imkan ve ihtimal kalmaz.
16. Sonra onlar muhakkak cehennem ateşine
yaslanacaklardır.
17. Sonra denilecektir: Bu, işte o sizin
yalan, masal diye yalanlayıp durduğunuz.
18. "Hayır hayır".
Bu KELLA, ta yukarıdaki âyetinde geçen
kellâ'ya benzer olarak ölçü ve tartıda hile yapmaktan ve yalanlamaktan bir daha
sakındırmak sûretiyle iyilik ve hayra sevketmek üzere kabirlerden kalkıp
Allah'ın huzuruna çıkma gününün diğer bir yüzünü hatırlatmaktadır. Yani öyle
hile yapmayın, o öldükten sonra dirilme ve kalkma gününü yalanlayan kötülerden
olmayın, tevbe edip hayır ve iyilik yapmaya çalışın. Sebebi çünkü iyilerin,
hayır ehli doğruların kitabı muhakkak ki İlliyyin'dedir.
İLLİYYİN, bu kelime hakkında lügatçilerin ve
tefsircilerin sözleri vardır.
Lügatçilerden Ebu'-feth b. Cinnî şöyle der: Bu
kelime, ulüvv kökünden fi'îl kalıbında "illiyy"in çoğuludur. Aslı
illiyyûndur. Zeccac da şöyle der: Bu ismin irabı çoğul irabı gibidir. Çünkü lafzı
çoğul kalıbı üzeredir. Kınnesr'den kınnesrîn gibidir.
Tefsircilere gelince, tefsirlerde buna yedinci
gök denilmiş, göğün üstünde Arş'ın sağ ayağı denilmiş, Sidre-i münteha
denilmiş. Ferra, "yüksekten yükseğe nihayetsiz" demiş;
Zeccâc da, "yerlerin en yükseği"
demiştir. Bazıları, "yüce Allah'ın ululuk ve yücelikle donattığı yüce
mertebeler", diğer bazıları da, "meleklerin amel defterlerinin
bulunduğu yer" demişlerdir ki, çokları Kur'ân'ın biraz sonra gelecek olan
bu kelime ile ilgili yaptığı tanıtımı görünüşte buna uygun bularak,
kötülüklerin yazıldığı divan olan Siccin'in tam zıddı, Allah'a yaklaştırılmış,
meleklerin şahit oldukları yer olan, hayırlı işlerin yazıldığı divanın ismi
olduğunu söylemişlerdir. Zira bunu tefsir için buyruluyor ki:
19. Bildin mi sen, İlliyyun nedir? Yahut,
"ne illiyyun!", "Ne yaman İlliyyun!"
20. yazılmış, mühürlenmiş bir kitap. Burada da
yukarıdaki gibi düşünülsün. Yani tam ve güzel yazılmış, yahut Allah tarafından
özel işaretle imzalanmış.
21. Öyleki Ona Allah'a yaklaştırılmış melekler
şahit olurlar. Allah ile aralarında perde olanlar değil, Allah'a yaklaştırılmış
olanlar ona şahit olur, onlar görür, onlar okurlar. Yahut yazılışına,
korunuşuna, okunuşuna Allah'a yaklaştırılmış melekler hazır olur ve mânâsına
onlar şahitlik ederler. Ederler de ne olur?
22. Kuşkusuz iyiler bir nimet içindedirler.
Kötülerin Cehennem'e yaslanacakları gün iyiler nimet içinde bulunacaklar.
23. Divanlar üzerinde etrafa bakacaklar.
Cennet'in diledikleri manzaralarına diledikleri gibi bakacaklar. Düşmanları
olan cehennem ehlinin hallerine de bakacaklardır ki, bu mânâ sûrenin sonunda
ayrıca anlatılacaktır.
24. bakarlarken o nimetin parıltısını, o nimet
ve mutluluk neşesinin parlaklığını yüzlerinde tanırsın, yani her gören tanır.
Neşeli ve mutlu oldukları, iyi kullar oldukları yüzlerinden belli olur.
25. Onlara saf bir içecekten içirilir.
RAHİYK, hiç karışığı olmayan saf şarap, en
eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsinin yakın mânâlar olduğu söylenmiştir.
"Kamus" müterciminin ifadesine göre, horoz gözü gibi berrak olana
denir ki buna "bâde-i nâb" yani, "hâlis, duru şarap"
denilir, "Ruhak" da denilir. Burada "neşesi ve lezzeti çok,
sersemlik ve baş ağrıtma özelliği yok, Sâffât Sûresi'nde geçtiği üzere,
"Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda zararlı bir sonuç da
yok."(Sâffat, 37/46-47) diye nitelenen "beyaz şarap" şeklinde
tefsir edilmiştir. Nitekim Mukâtil, "beyaz şarap" demekle buna işaret
etmiştir. Muhammed Sûresi'nde "Takva sahiplerine vaad edilen cennetin
durumu şudur: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar,
içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, sâfi süzme baldan ırmaklar
vardır."(Muhammed, 47/15) âyetinde nitelenen dört tür cennet ırmağından
biri de içenlere sırf lezzet olan şarap ırmakları olduğu anlatılırken bunlardan
muradın, neşe ve lezzetin mükemmelliğini anlatmak için temsili bir ifade olduğu
da baştaki tabiri ile anlatılmış idi. Onun için bu gibi yerlerde o mânâdan
gâfil olmamak gerekir. (Buna dair İnsan Sûresi'nde "Kuşkusuz iyiler, dolgun
bir kadehten içerler."(İnsan, 76/5) âyetinin tefsirinde söz geçmişti.
Oraya bkz.)
Hatîb, tefsirinde şöyle der: Burada
"rahîk", "İçenlere lezzet veren şaraptan nehirler."
(Muhammed, 47/15) buyrulan şarap ırmaklarından başka özel bir şarap olduğu için
şöyle niteleniyor: ki mühürlü, ancak içecek olanların yanında açılır. Kapları
miskten mühürle kapanmış, gayet temiz ve nefis.
26. Diğer bir mânâ ile, içiminde bir sona
erişi güzel bir nihayet olan bir şarap ki sonu misk; bitimi, kesimi misk;
içildiği zaman sonu bir misk kokar. İçilirken tat alma lezzetinin
mükemmelliğini gidermemek için misk kokusu içimin sonunda duyulmaya başlar. Bu
hal hem o kokunun, hem de o içkinin hoş niteliklerinden birini teşkil eder.
İçildiği zaman sonsuz sefasından dolayı gerek içenlerde ve gerek bulunduğu
kapta bir keder, bir tortu bırakmaz, yalnız bir misk kokusu bırakır.
Bir de "hıtâm," "hâtem"
gibi mühür mânâsına geldiğinden "onun hıtâmı misktir" demek, mührü
misktir demek olabilir. Kırâetlerin bazısında ve okunması da bu mânâyı destekler.
Bununla beraber bir şeyin mührü onun sonu, nihayeti demek olduğundan kabına ve
içimine göre yine zikredilen iki mânâ geçerlidir. Bu durumda da misk kokusu
ondan ayrılmayan şeylerden olup, daha çok sonunda ortaya çıkar demek olur.
Kesimi ve sonunun böyle misk olması nihayetinde bir vuslat neşesinin
bulunacağını da koklatmış olur ki yüzlerde parıldayan o nimet parlaklığı bu
neşenin bir görüntüsüdür. İşte iyilere böyle sonu misk olan özel bir şarap
sunulur.
İşte ancak onda. Bu cümle, o saf şarabın nitelikleri
arasında geçen bir ara cümlesidir. Bundan sonraki niteliklerini açıklamaya
geçmeden önce, tam bu misk kokusunun duyulduğu anda ona imrendirecek süratle bu
konuda yarışa teşvik için araya sokulmuştur. "o", işaret ismi nimeti
veya saf şarabı gösterebilirse de şarabın nitelikleri arasında söylendiği için
şarabı göstermesi nazma daha uygun; şarabın sonuna işaret olması ise hem nazım
hem mânâca daha uygundur. Zira saf şarabın kemalini gösteren sonu, metinde en
son zikredilmiş olmakla beraber gerçekleşme hususu uzak olduğu için 'nin
mânâsına daha uygun düşmektedir. Bu zarfın fiilden önce getirilmesi ise
"ancak onda.." mânâsını ifade etmek içindir. Yani dünya şaraplarında,
lezzetlerinde değil, o gün iyilere sunulacak olan bu sonu misk kokulu saf
şarapta, özellikle bu misk olan sonu elde etme hususunda yarışsın, imrenme
yarısına girsin. Şimdi birbirleriyle yarışanlar. Bu dünyada nefis şeyler elde
etme yarışı yapıp imrenecek olanlar. Çünkü bu misk olan sonuç, bu sonsuz neşe
öyle enfes, öyle yüksektir ki asıl yarışı yapılacak şey odur.
MÜNAFESE, başkasında görülen bir olgunluğa
imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek için nefislerin güzel şeylerde
yarışması duygusudur ki nefsin şerefinden ve gayesinin yüceliğinden
kaynaklanır. Haset ile arasındaki fark açıktır. Haset eden olgunluk ve kemale
düşmandır. Haset ettiği kimsenin zarar görmesinden, nimetinin yok olmasından
memnun kalır. Burada sözü edilen yarışcı ise olgunluğa aşıktır. O,
karşısındakinin aşağı düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini ister.
Bunda yarışma ve müsabaka ise, "çalışanlar bunun için
çalışsınlar."(Sâffat, 37/61) emri gereğince iyi işte yarış ile olur.
27. Bunun karışımı da Tesnim'dendir. O saf
şarap içileceği zaman, içine Tesnim'den de katılır. Bununla karıştırılan o
şarap sadesinden daha nefis olur. Çünkü Tesnim daha yüksektir.
TESNİM, esasen hörgüçleyerek yukarı çıkartmak,
yükseltmek mânâsına mastar olup yükseklik mânâsıyla cennet çeşmelerinden bir
çeşmenin ismidir. İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre cennet içkilerinin en
yükseğidir. Kelbi'den rivayet edildiğine göre cennettekilere üst taraflarından
gelir. Denilmiştir kî: Havada yükseltilmiş olarak akıp kaplarına yeteri kadar
dökülür. Onu yüksek olanlar içer, içenleri yükseltir.
28. Nitekim şöyle tefsir ediliyor: Bir pınar,
bir çeşme ki o Tesnim Allah'a yaklaştırılmış olanlar onunla içer yani aynen
içerler, sade o Tesmini içer, içme işlerini onunla yaparlar. Allah'a
yaklaştırılmış kulların derecesinde olmayan diğer iyi kullara, amel defterleri
sağlarından verilen diğer kullara ise karıştırılarak sunulur.
Buradaki 'ya birkaç şekilde mânâ verilmiş ise
de İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki: Cennettekilerin içtiği içkilerin en
şereflisi ve en güzeli Tesnim'dir. Çünkü Allah'a yaklaştırılmış kullar onu
katıksız olarak içerler. Kitapları sağlarından verilen iyi kullara ise
içecekleri karıştırılarak sunulur.
Demek ki "karışımı Tesnim'dendir"
âyeti kitapları sağ taraflarından verilen ebrâr (iyi, itaatli kullar)
hakkındadır. Bu âyeti de onlardan daha yüksek olan mukarrebûn (Allah'a
yaklaştırılmış kullar) hakkındadır. Âyetin bir yükselme ifade eden akışından da
Tesnim'in o mühürlü saf şaraptan daha üstün ve güzel olduğu anlaşılır. Zira
Vâkıa Sûresi'nde mükellefler (yükümlü kullar) üç sınıfa ayrılmış, "İmanda
en ileri geçenler de ileridedirler. İşte onlar Allah'a yaklaştırılmış
olanlardır." (Vâkıa, 56/10-11) buyrulmuş olduğundan mukarrebun, Hakk'ın huzurunda
bütün mertebelerin ilersinde bulunan birincilerdir. Yukarıdaki "Ona
Allah'a yaklaştırılmış olanlar şahit olur." âyetinden ve "İyi
kulların yaptığı iyilikler, Allah'a yaklaştırılmış kulların yaptığı
kötülüklerdir." meşhur sözünden de anlaşıldığı üzere ebrar (iyi kullar),
mukarrebûnun daha altında olarak Vâkıa Sûresi'nde anlatılan "kitapları
sağından verilenler" demek olur. Onun için "Karışımı
Tesnim'dendir." bunların içtiği karışık şarabı; da sırf Tesnim'in,
mukarreb kulların şarabı olduğunu ifade etmiş olur. O nedenle buna şu mânâları
vermişlerdir: Sırf Tesnim'i Allah'a yaklaştırılmış kullar içer. Bu, onların
şarabıdır. Yahut onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar. Yahut
"bâ" "mîn" mânâsına olarak "ondan içerler, onunla
karıştırarak o saf şarabı içerler" mânâsına olmak daha açık gibi görünürse
de bu durumda mukarrebûn ile ebrârın dereceleri ayırt edilmemiş ve Tesnim'in
niçin mukarreb kulların şarabı olduğu açıklığa kavuşmamış olur. Yahut onun
karışık olarak içilmesi daha mukarreblere özel olduğu, bu surette de en önde
olan mukarrebler derecesine varmıyan ebrar ondan içemeyecekleri gibi,
mukarreblerin de saf olarak değil, karışık olarak içebilecekleri söylenmiş
olur. Arada geçen ve yarışmayı emreden "yarışanlar ancak onda
yarışsın" cümlesiyle bunun bir münasebeti varsa da, "Bahr"de
yazıldığı üzere İbnü Abbas gibi İbnü Mesud'dan, Hasen'den, Ebu Sâlih'den dahi
"Mukarrebler onu sade olarak içer ve ebrara karıştırılarak sunulur."
diye rivayet edilen mânâ daha uygundur. Çoğunluğun görüşüne göre ebrar,
kitapları sağlarından verilenler; mukarrebûn ise, sabikun yani en önde
olanlardır. Bununla beraber bazıları, "Bu âyette ebrar ile mukarrebun bir
mânâyadır. Cennette nimet içinde yüzecek olanlara böyle denilmiştir."
demişler ise de, burada da ebrar ile mukarrabun arasında fark göremeyenler
âyetin zevkine erememişler demektir.
Razî, burada İbnü Abbas'ın görüşünü
naklettikten sonra şöyle demiştir:
Bana göre bu, nehirlerin fazilette farklı
olduğunu gösterir. Demek ki Tesnim, cennet nehirlerinin en üstünü; mukarrebun
da cennettekilerin en üstünüdür. Ruhânî cennette Tesnim, Allah'ı tanıma ve onun
yüce zatına bakma lezzetidir. Rahiyk de varlıklar âlemini tetkik edip
düşünmekle sevinip neşelenmektir. Mukarrebun Tesnim'den başkasını içmezler,
yani ancak Allah'ın zatına bakıp düşünmekle meşgul olurlar. Kitapları
sağlarından verilenlerin içkileri ise karışık olur. Bakışları bazan Allah'a,
bazan onun yaratıklarına olur.
Alış-verişte hile yapmaktan yasaklama ve
öldükten sonra dirilme ve ceza gününe iman etmeye davet akışı içinde suçlu olan
kötüler ve Allah'la aralarında perde olanlar ile itaat ve ihsan ehli olan ebrar
ve mukarrebinin, ahirette birinin Siccin'de, birinin İlliyin'de olan
yazgılarını amellerine göre tartıp anlattıktan sonra bunların dünya ve ahirette
birbirlerine karşı olan bazı hallerini de anlatmak üzere buyruluyor ki:
29. Gerçekte o suç işleyenler, yani o haddi
aşmış olan günahkâr yalancılar İman edenlere gülüyorlardı...
Mekke'de Ebu Cehil, Velid b. Muğire, As b.
Vail ve benzeri Kureyş müşrikleri, Ammâr, Süheyb, Habbâb ve Bilal gibi fakir
müminlerle alay ediyorlardı. Âyetin iniş sebebinin bu olduğu rivayet
edilmiştir. Abduh bunu şöyle ifade eder: Yüce Allah bu âleme Hz. Muhammed
(s.a.v)'i Peygamber olarak göndermek suretiyle rahmet buyurduğu zaman kavmin
ileri gelenleri ve tanınmış şahsiyetleri sapıklık içinde ve kaba kuvvet
görüşünde idi. Hak daveti gizli idi. Ona ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in sesi
yükseliyordu. Sonra da nefsanî arzuları kalplerinde olan, hak yolunu silmemiş
bulunan ve ona "Lebbeyk" deyip davetini kabul eden zayıflardan
bazıları da onu fısıldıyor, ümit ettiklerine gizlice söylüyor ve korktuklarına
bağıramıyordu. Bilindiği gibi kendisini güçlü ve kalabalık olmakla kuvvetli ve
yüce sayanlar, kendi huy ve mizaçlarına uymayan ve kuvvet ve sayıca kendisinden
zayıf olduğu halde onu tanımadığı bir şeye davet eden kimselere gülerler. İşte
Ebu Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyşlilerin hali de böyle
idi. Bid'atin yaygınlaştığı, fırkaların çoğaldığı ve batıl yollar içinde hakkın
gizli kaldığı ve dinin mânâsı bilinmez olduğu ve ibarelerinden, üsluplarından
ruhu atılıp içe uygun düşmeyen dışlar ve gönülden izlenip takip edilmeyen
hareketler, usül ve âdetler bırakıldığı ve şehvetler hakimiyeti ele geçirip
insanlarda yiyip içmek, zinet ve lüks, mevki ve lakaplarla ilgili şeylerin
dışında amele sevk ve teşvik edecek rağbet kalmadığı, gayret ve çabalar yalancı
şereflere takıldığı ve herkesin yapmadığı şeylerle övülmekten hoşlandığı ve
kendilerinde eksiklik olan kimseler bu eksikliklerini olgun kişilerin değerini
düşürmek suretiyle tamamlamak istedikleri zamanlarda da hep böyle olur. Hak
sesi dinlemez, Hakk'a çağıranlarla alay eder ve küçümserler. Bu âyet-i
kerimenin nassı da kendilerine uygun olur.
30. Ve onlara uğradıklarında müminler o
günahkârların veya o günahkârlar müminlerin yanlarından geçtiklerinde
günahkârlar birbirlerine gamzeleriyle, göz uçlarıyla işaret ederlerdi.
31. Ve günahkârlar, bulundukları yerlerden
evlerine ailelerine döndükleri zaman da zevklenerek, müminlere yaptıklarını
birbirlerine söyleyip eğlenerek gülüşe gülüşe giderlerdi.
FEKİHİN, mizahlı söz, latife mânâsına gelen
"fükâhe"den türemiş olup "fekih" kelimesinin çoğuludur.
32. Ve müminleri (uzaktan, yakından herhangi
bir yerde) gördüklerinde de o günahkâr suçlular derlerdi: cidden bunlar ki
bunlarla maksatları yalnız gördükleri değil genellikle bütün müminlerdir.
Kuşkusuz sapıklık içindeler, yolunu kaybetmiş şaşkın sapıklar, yani göz önünde
hazır dünya nimetine, dünya zevkine bakmıyorlar da aslı var mı, yok mu belli
olmayan ahiret sevabına inanarak akılsızlık ediyor, yanlış yola gidiyorlar diye
bütün müminlerin şaşkın ve sapık olduğuna hükmediyorlardı ve bunu vurgulu
ifadelerle kuvvetli kuvvetli söylüyorlardı.
33. Oysa böyle diyen günahkâr suçlular o
müminlerin üzerlerine Allah tarafından muhafız gönderilmemişlerdir. Kendileri
sonunu düşünmeyerek günah içinde yuvarlanırken onlara acıyorlarmış gibi doğru
veya sapık yolda olduklarına hakemlik ve tanıklık etmeye hakları yoktu.
34. Bugün de, yani o kâfirlerin inanmadıkları
bu öldükten sonra dirilme, kalkış ve ceza günü de iman edenler kâfirlere
gülecekler.
35. O müminler divanlar üzerinde bakacaklar,
(o kâfirlerin, o kibir ve gururdan , o zevk ve eğlenceden sonra cezalarını
çekmek üzere cehenneme girdiklerini İlliyyun sandalyelerinden, cennet
koltuklarından seyrederek) gülecekler,
36. Nasıl? Kâfirlere ettiklerinin karşılığı
verildi mi? Evet, hep ettiklerini buldular, cezalarını çektiler. Müminlerin o
gün kâfirlere gülmesi, kâfirlerin önce onlara gülmelerinin karşılığıdır.
TESVİB ve İSABE, sevap vermek demektir. Sevap
da aslında "ceza" gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin
karşılığıdır. Daha sonra sevap, daha çok hayırda kullanılır olmuştur. Nitekim
dilimizde "ceza" da, yaygın olarak şerde kullanılmaktadır. Burada
tesvib, cezalandırmak mânâsınadır. Soru da, sorulan şeyin gerçekleştiğini ifade
için sorulan bir sorudur. Bunun sevab kelimesinin kullanılarak sorulması,
kâfirlerin alay ederek gülmelerine karşı bir alay ifade etmek üzere
"Onları elem verici bir azapla müjdele."(Âl-i İmran, 3/21) kabilinden
de olur.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Mutaffifin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.