Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Münafikun Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
63-MÜNAFİKUN:
1. Sana geldikleri vakit. Buradaki hitap
Resulullah'adır. Yani ya Muhammed! Senin meclisine gelip hazır oldukları vakit
o münafıklar dediler. Münafık, Bakara Sûresi'nin başında izah edildiği gibi
dışı müslüman, içi kâfir olan iki yüzlü ve bir şeye karar veremeyen kimse
demektir ki duruma göre değişiklik gösterir. Her münafık riyakâr fakat her
riyakâr münafık değildir. Çünkü riya imana muhalif olmayarak bazı amellerde de
olabilir. Asıl münafıklık ise, inancın tersine, imandaki riyakârlıktır. Bununla
beraber sırf amelî olan münafıklık da vardır. Bu yönden nifak ile riya
birbirine yakındır. Bir sahih hadiste buyurulmuştur ki: "Münafığın alâmeti
üçtür. Konuştuğu zaman sözüne yalan karıştırır. Düşmanlık ettiği zaman edebsizlik
eder. Bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder." Tefsirlerin
açıklamasına göre burada münafıklardan maksad, Abdullah b. Übeyy ve
yandaşlarıdır. Onlar Resulullah (s.a.v)'ın yanına geldikleri zaman şöyle
dediler: Şahitlik ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın resulüsün. Şahitlik, kesin
bir ilim ile yakinen bildiği bir şeyi Allah'ın huzurunda bulunduğuna inanarak
dosdoğru haber vermektir. Onun için fakihler demişlerdir ki: "Şehadet,
yemin mânâsını içeren hususi bir haberdir. "Her ihbar ve duyuru şehadet yerine
geçmez. Ancak söylediğini bilerek "eşhedü" (şehade ederim) diyen
şahide, yemin vermek de fazla ve tekrardan ibarettir. Bundan anlaşılmaktadır ki
ibaresinde iki cümle ve iki cümleye ait üç te'kid vardır. Birincisi, neşhedü
cümlesinin ifade ettiği yemin, ikincisi , üçüncüsü dır. Peygamber'e imanı
göstermek için "şehadet ederiz ki, şüphesiz sen Allah'ın resulüsün"
yahut "şehadet ederim ki, şüphesiz Muhammed Allah'ın resulüdür."
demek de kâfidir. Cümlede fazla te'kid edatı kullanmak, muhatabların ziyade
inkarı durumunda takviye etmek suretiyle ikna için olur. İşte münafıklar,
Resulullah'ı ikna etmek için sözü üç şekilde te'kid ederek söylemişlerdir.
Fakat bu iknanın hedefi nedir? Bu iki cümlenin hangisine aittir? Te'kidler
ikinci risalet cümlesine yönelik olduğu için ikna kasdının da ona yönelik
olması gerekir. Halbuki Resulullah'ı inkâr edici konumunda kabul ederek iknaya
çalışmak mânâsızdır ve edebsizliktir. Münafıkların da asıl maksatları bu değil,
kendilerinin buna iman ve şehadetleri davasında Resulullah'ı iknaya çalışmaktır.
Asıl şüpheli gördükleri ve inandırmak istedikleri budur. Bu cihetle te'kidin
hedefi, haberin gereği demek olan iman davasıyla cümlesinin olması iktiza
ederdi. Onlar ise bunu te'kid etmemekle beraber şehadet ediyoruz diyerek yalan
söylüyorlardı. Allah Teâlâ da bu iki noktayı mükemmel bir şekilde ayırdederek
buyuruyor ki, Allah biliyor ki hakikat, sen O'nun şüphesiz resulüsün.
Binaenaleyh sözü esasen dosdoğru bir hakikattır. Bununla beraber Allah şehadet
ediyor ki doğrusu münafıklar, içi dışına uygun olmayanlar elbette
yalancıdırlar. O hakikate şehadetleri samimi değildir. Mümin olmadıkları halde
iman ettiklerini iddia etseler, doğruya inanmazlar ve hakikati yalan telakki
ederler. Sonra da o yalan saydıkları şeye şehadet ederiz diye yalan söylerler
ve yalan söylediklerini bildikleri halde vicdanlarının aksine yemin ederler.
Mânâdan da anlaşılacağı üzere bu âyetten
bazıları, yalanın itikada ve vicdana, bazıları da hem gerçeğe hem itikada
muhalefet demek olduğu mânâsını anlamak istemişlerse de, bunun doğru olduğunu
söylemek mümkün değildir. Doğrusu, yalanın gerçeğe uygun olmamasıdır. Burada
münafıkların yalan beyanlarında kendi itikad ve vicdanlarına muhalif söz
söylemiş olmaları, sözlerinin sadece itikadlarına muhalefetten kaynaklanmayıp,
iman konusunda gerçeğin yerinin kalb ve vicdandaki itikad olması, ve şehadet
meselesinde de kesin bilgi ve samimiyyetin şart bulunması hasebiyledir. Yani
onlar kendisiyle şehadet edilen sözünde yalancı değiller, lakin ona gerçekte
inanmadıkları halde inanmış gibi yaparak imanlarını açığa vurma şehadetleri
olmadığı halde diye yalan söylemelerinde ve bu suretle yeminde bulunmalarında
yalancıdırlar. Bir insan inanmadığı bir şeye inanıyorum dediği zaman şüphesiz
yalan söylemiş olur. Bu sözün yalan olması da onun, sırf şahsın itikad ve
vicdanına muhalif olmasından değil, haber verdği şeyin gerçekte onun vicdanında
bulunmamasındandır. Şu halde o şeyin şahsın itikadından çevrilmesiyle doğru
olması, onun itikad etmediği halde itikad ediyorum demesinde yalancı olmasına
mani olmadığı gibi, burada da aynı şekildedir. İşte münafıkların sözü böyle
olduğu için yalanları bir taraftan haberin faydalı olmasına, bir taraftan da
şehadet ve yemin mânâlarına bağlanmıştır.
2. Bunların yalancılıkları ve yalan
söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan,
bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık
yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin
bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle
dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve
canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler,
kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak
dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz
çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına
"sad"den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena
yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve
münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne
fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.
3. Bunların yalancılıkları ve yalan
söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan,
bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık
yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin
bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle
dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve
canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler,
kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak
dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek
mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den de
olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani
öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve münafıklıkla Allah
yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü
bir ahlaksızlıktır.
4. Ve onları gördüğün vakit cisimleri tuhafına
gider. Dıştan bakınca giyimleri kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri
ile bedenlerinin süsü ve manzarası hoşuna gider. İmreneceğin tutar. Ve
konuşurlarsa konuşmalarına kulak verirsin, dillerininin fesahatı, sözlerinin
akıcılığı ve tatlılığı ve konuşma sanatına olan merak ve yatkınlıkları
hasebiyle güzel laf ederler. Konuşmaya başladıkları zaman mecliste bulunanların
dinleyesi gelir. Medine münafıklarının başları olan Abdullah b. Übeyy, Mugis b.
Kays, Cedd b. Kays ve arkadaşları hep böyle iri vücutlu, yakışıklı, giyim ve
kuşamlarına itina gösteren, düzgün konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı
kimseler idiler. Ya Resulallah diye söze başladıkça Hz. Peygamber de sözlerini
dinlerdi. Onlar ise kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve
dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak
kulaklarına söz girmez, öyle ki sanki onlar dayanmış keresteler gibidirler. Oturdukları
yerde dayanmış ahşap keresteler gibi dışları, endamları düzgün, hareketsizce
kurulur otururlar. Ancak içleri bilgi ve şuurdan, yetişme ve gelişme
kabiliyetinden mahrum, sağlamlık ve dayanıklılıktan uzak, boş kuru tahtalara ve
direklere benzerler. Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi lazım gelen sözler
kulaklarına girmez, ondan faydalanmazlar. Öyle cansız ve yüreksizdirler ki her
sayhayı aleyhlerinde zannederler. Her işittikleri kuvvetli bir sesi mutlaka
kendi aleyhlerinde sanır korkarlar. Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde
telakki ederek ürker kaçmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler,
hemen hemen pöh denilse korkacak hale gelirler. Çünkü içleri kurtlu haindirler.
Hainler ise, hıyanetin ucu yüreklerinde saplı olduğu için "hain korkak
olur" meselince her zaman sırları açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku
içinde bulunduklarından, her şeyden nem kapar ve her sesten ürkerler. Yalan
söylemeye de alışkın olduklarından lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek
hep aleyhlerinde mânâ çıkarırlar. Onlar katıksız Hak düşmanıdırlar onun için
onlardan sakın! Zira düşmanın en tehlikelisi, gülerek sokulup yürekte
patlayandır.
Yaktı nice canlar o nezaketle tebessüm
Şîrin dahi kasdetmesi cana gülerektir.
"O nezaketle gösterilen tebessüm nice
canları yaktı. Aslan bile cana gülerek kasdetmektedir.
Bir de:
Afat-ı batıniyyedir aslı musibetin.
"Musibetin aslı, gizli belalardır."
Allah onları çarpsın, yani onlar böyle duaya
müstehaktırlar. Bu cümle şu şekilde de terceme edilebilir: Allah'ın kılıcına
rastgelsinler, yahut Allah kahredesiler nasıl çevriliyorlar? Haktan batıla
nasıl dönüyorlar? Bu istifham (soru) onların hallerine hayret bakışlarını
çekmek içindir. Yahut nereden sapıyorlar? Nereden dönüyorlar? Hiç Allah'tan
kurtulup da kaçmak mümkün müdür ki, yalan dolanla sıyrılıp kurtulmak
istiyorlar.
5. Hem onlara denildiği zaman yani hainlikleri
meydana çıkıp da kendilerine nasihat yoluyla gelin Resulullah sizin için
istiğfar ediversin günahlarınızın affına dua ediversin diye söylendiği vakit
başlarını çevirdiler, kafa tuttular. Ve gördün ki onlar kibir taslayarak yüz
çevirip yan çiziyorlardı.
6. Onlar için mağfiret dilesen de dilemesen de
birdir. Allah onları asla affetmeyecektir. Çünkü Allah, zalimler topluluğunu
doğru yola çıkarmaz. Bundan önce Tevbe Sûresi'nde "Onlar için ister af
dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları
affetmez.." (Tevbe, 9/80) âyeti nazil olmuştu, Resulullah yetmişten daha
fazla af dilerim dedi. Bunun üzerine de bu âyet indirildi. (Adı geçen âyetin
tefsirine bkz.)
7. Onlardır ki, "Resulullah'ın
yanındakilere nafaka vermeyin ta ki dağılsınlar." diyorlar. Buhârî'de
rivayet edildiği üzere Zeyd. b. Erkam (r.a) demiştir ki: "Bir gazada idim
Abdullah b. Übeyy'i işittim şöyle diyordu: "Resulullah'ın yanındakilere
nafaka vermeyin ta ki etrafından dağılsınlar. Onun yanından döndüğümüz zaman da
her halde daha aziz (üstün) olan daha zelil (düşkün) olanı oradan
çıkaracaktır." Ben bunu amcama söyledim. O da Peygamber (s.a.v)'e
söylemiş, beni çağırttı, ben de anlattım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)
Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarına haber gönderip çağırttı. Onlar böyle bir şey
söylemediklerine yemin ettiler. Resulullah da beni yalanlayıp onları tasdik
etti. Bundan dolayı ben öyle kederlendim ki, (daha önce) asla öyle bir keder
başıma gelmemişti. Gittim evde oturdum. Amcam da bana, "Kendini
Resulullah'a yalanlatacak buğzettirecek kadar ileri gitmekteki maksadın ne
idi?" dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ yi inzal buyurmuş, Peygamber
(s.a.v), adam gönderip beni çağırttı ve (gelen vahyi) okudu ve bana, 'Allah
seni tasdik buyurdu ey Zeyd' dedi." Bundan ve Tirmizî'nin bu konuda
zikrettiği birinci rivayetinden anlaşıldığına göre bu sûrenin iniş sebebi
yukarıda anlatılan hadise olmuştur. Tirmizî'nin ikinci rivayetinde ise bu olay
daha geniş bir biçimde anlatılmıştır. Şöyle ki: "Yine Zeyd b. Erkam
demiştir ki: "Resulullah'ın beraberinde bir gazada bulunmuştuk. Yanımızda
a'rabilerden bazı insanlar vardı. Biz suya koşardık, a'rabiler bizi geçer ona
daha önce varırlardı. Bir a'rabi arkadaşlarını da geçti. a'rabi önce vardı mı
havuzu doldurur, etrafına taşlar koyar, üzerine sergi örter sonra da
arkadaşları gelene kadar beklerdi. Ensar'dan birisi, bir a'rabinin yanına
vardı, devesinin yularını salıverip sulamak istedi, ancak o bırakmak istemedi.
Ensarî suyun üstündeki örtüyü çekivermişti. Bunun üzerine a'rabi de değneğini
kaldırıp Ensarînin başına vurdu, başı zedelendi. Ensarî varıp münafıkların
reisi Abdullah b. Übeyy'e haber verdi. Çünkü o, Abdullah'ın arkadaşlarından
idi. Abdullah b. Übeyy öfkelendi. Sonra da, "Resulullah'ın yanındakilere
yiyecek vermeyin ta ki etrafından dağılsınlar." dedi. Bu sözüyle
a'rabileri kasdediyordu. Yemek esnasında onlar Resulullah'ın yanında hazır
bulunuyorlardı. Bu sebeble Abdullah şöyle dedi: "Muhammed'in yanından
dağıldıklarında Muhammed'e yemeği götürün, O beraberindekilerle yesin."
Sonra da arkadaşlarına dedi ki: "Vallahi Medine'ye dönerseniz her halde
daha üstün olanlar daha düşkün olanları oradan çıkaracaktır." Zeyd
demiştir ki:
"Ben Resulullah'ın arkasındaydım Abdullah
b. Übeyy'in dediğin işittim, amcama haber verdim. O da Resulullah'a söyledi.
Resulullah da haber gönderip Abdullah'ı çağırttı. Abdullah yemin ederek inkâr
etti. Resulullah da onu doğrulayıp beni yalancı çıkardı. Sonra amcam bana
geldi, "Resulullah'ı ve müslümanları darıltmaktan ve kendine yalancı
dedirtmekten başka ne elde ettin?" dedi. Bunun üzerine beni öyle bir gam
ve keder sardı ki böylesi, kimsenin başına gelmemiştir. Derken Resulullah ile
beraber bir seferde yürüdüğüm sırada idi, merakımdan başımı bükmüş gidiyordum.
O esnada Resulullah geldi, kulağımı büktü ve yüzüme güldü. Dünyada bana bunun
yerine ebediliği verseler, bu kadar sevinmezdim. Sonra Ebu Bekr yanıma geldi ve
"Sana Resulullah ne dedi?" diye bana sordu. Ben de, "Bir şey
söylemedi, yalnız kulağımı büktü ve yüzüme güldü." dedim.
"Müjd!e" dedi geçti. Sonra Ömer yanıma geldi, o da Ebu Bekr gibi aynı
şeyi sordu. Vakta ki sabahladık, Resulullah (s.a.v) Münafıkûn Sûresi'ni okudu."
Görülüyor ki bu rivayette (gelen vahiy) sûre diye ifade edilmiştir. Tirmizî'nin
başka bir rivayetinde de âyetinin nazil olduğu söylenmiştir. Öyle anlaşılıyor
ki Zeyd bu olayı bir çok defa anlatmıştır. Herhalde bundan maksat, sûrenin
inişi olacaktır. Bu hususta diğer hadis kitaplarında ve tefsirlerde daha
teferruatlı bilgiler vardır. İbnü Cerir çeşitli rivayetleri zikrettikten sonra
kısaca şunları nakleder: "Resulullah (s.a.v) haber almıştı ki Beni
Mustalık kendisine karşı Hâris b. Ebi Dırar kumandasında toplanıyorlar.
Resulullah bunu işitince onlara doğru yola çıktı. Nihayet sahile doğru Kudeyd
nahiyesinden Müreysi denilen su üzerinde onlarla karşılaştı. Çarpıştılar, Allah
Teâlâ Beni Müstalık'ı yenilgiye uğrattı. Onlardan vurulanlar oldu, oğulları,
kadınları ve malları ganimet alındı. Beni Kelb b. Avf b. Âmir b. Leys b.
Berk'den Hişam b. Dabade isimli bir adam da yaralanmıştı. Ensardan Ubade b.
Samit'in takımından bir adam onu düşman zannederek hata sonucu vurmuştu. Derken
insanlardan su almaya gelenler de suyun yanına gelmişlerdi. Bu sırada Beni
Gıfar'dan Hz. Ömer'in atını çeken ücretli adamı Cehcah b. Said ile Abdullah b.
Übeyy'in yeminli adamı Cüheyneli Sinan su yüzünden tartışıp kavga yapmışlardı.
Sinan "Yetişin Ensar!" Cehcah da "Yetişin Muhacirler!" diye
bağırmıştı. Abdullah b. Übeyy de bunun üzerine öfkelenmişti. Yanında kavminden
bazıları vardı. Henüz genç yaşta bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam da onların
arasında idi. Abdullah şöyle demişti: "Bunu yaptılar ha! Beldelerimizde
bizden nefret ettiler, ama çok oldular. Vallahi bizim düşmanlarımız olan
"Celabib-i Kureyş" "Kureyş'in sürgünleri" ile durumumuz
tıpkı, "Besle köpeğini yesin seni." sözünde olduğu gibidir. Amma
vallahi Medine'ye dönersek herhalde üstün olanlar o zelilleri elbette
çıkarır." dedi. Sonra da kavmine dönüp şunları söyledi: "İşte bunu
siz kendiniz yaptınız. Onları memleketinize soktunuz mallarınızı onlarla
bölüştünüz. Vallahi şimdi siz, ellerinizde bulunanı tutup sakınsanız, onlar
memleketinizi terkedip giderler." Zeyd b. Erkam bunu duymuştu, gidip
Resulullah'a haber verdi. O esnada Hz. Peygamber savaşı bitirmişti ve yanında
Ömer b. Hattab vardı, "Ya Resulallah ! Abbad b. Bişr'e emret onu
katletsin!" dedi. Resulullah buyurdu ki: "Nasıl olur ya Ömer! O zaman
insanlar, Muhammed sahabilerini öldürüyor, diye laf ederler. Hayır, ancak söyle
"hareket edeceğimiz" ilan edilsin." Bu öyle bir saatte idi ki o
saatte yola çıkmak Resulullah'ın âdeti değildi. Verilen emir üzerine halk
hareket etti. Abdullah b. Übeyy, Zeyd b. Erkam'ın haber verdiğini duyunca
Resulullah'ın huzuruna vardı, "Billahi öyle bir şey söylemedim." diye
yemin etti. Abdullah'ın, kavmi içinde şerefli bir yeri vardı. Onların büyüğü
sayılırdı. Ensar içinde arkadaşlarından orada bulunanlar Abdullah'dan çekinerek
ve onu müdafaa ederek, "Ya Resulullah! Çocuk, sözünde zanna kapılmış,
Abdullah'ın söylediğini belleyememiş, uydurmuş olmalıdır." dediler.
Resulullah tek başına kalıp yürüdüğü sırada Üseyd b. Hudayr yanına geldi,
Nübüvvetle selam verdi, "Ya Resulallah! Âdet olmayan bir saatte yola
çıktınız, bu saatte hiç çıkmazdınız." dedi. Resulullah, "Duymadın mı
arkadaşınız ne demiş?" buyurdu. Üseyd, "Hangi arkadaş ya
Resulullah!" dedi. Peygamber de Abdullah b. Übeyy'in ismini verdi ve
"Medine'ye dönerse o güçlü zat, zayıfları oradan çıkaracakmış diye
zannetmiş." dedi. Üseyd, "O halde ya Resulullah! Dilersen onu
çıkarırsın, vallahi o zayıf, sen üstünsün." dedi. Sonra da "Ya
Resulallah! Ona aldırma, iyilikle muamele et, vallahi Allah seni gönderdi, o
sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyorlardı, o seni kendisinden
melikliğini almış görüyordu." dedi. Sonra Resulullah insanlar ile o gün
akşama kadar, gece sabaha ve ertesi günün kuşluk vaktine kadar yürüyüş yaptı.
Nihayet güneş eziyet vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber insanlarla orada konaklayıverdi.
Halk yere dokunur dokunmaz uyuya kaldılar. Hz. Peygamber'in böyle yapması da,
hiç kimsenin Abdullah b. Übeyy lafı ile meşgul olmamaları içindi. Sonra yine
insanlarla beraber hareket etti. Hicaz yolunu tuttu. Nihayet Hicaz'da Bakiin
tarafında bir su üzerinde konakladılar ki, o suya Nak denilmektedir. Sonra
oradan hareket buyurduğunda şiddetli bir rüzgar esmeye başlamış, halk bundan
eziyet görmüş ve korkmuşlardı. Resulullah da onlara, "Korkmayın kâfirlerin
büyüklerinden birisi öldü." buyurmuştu. Medine'ye geldiklerinde, Rifaa b.
Zeyd b. Tabut'un o gün öldüğünü gördüler ki bu, yahudilerin büyüklerinden ve
münafıkların koruyucularındandı. İşte o zaman Abdullah b. Übeyy ve onunla
beraber olup onun gibi hareket eden diğer münafıkların zikredildiği bu sûre
nazil oldu. Bu sûre inince Resulullah Zeyd b. Erkam'ın kulağını tuttu ve
"Allah bunun kulağına vefa verdi." buyurdu. Abdullah b. Übeyy'in oğlu
Abdullah'a, babasının durumu malum oldu. Abdullah b. Abdillah ki halis mümin
idi. Resulullah'ın huzuruna geldi ve "Ya Resulallah! Duydum ki, Abdullah
b. Übeyy'i size ulaşan bir sözünden, dolayı öldürmek istemişsiniz. Şayet bunu
yapacaksan bana emret, ben onun başını sana getireyim. Vallahi bütün Hazrec
kabilesi bilir ki içlerinde babasına benden daha fazla iyilik düşünen ve hürmet
eden yoktur. Korkarım ki bunu benden başka birisine emredersiniz, o da babamı
öldürür, o vakit benim nefsim de babamın katilini halk içinde gezerken görmeye
tahammül edemez, tutar vururum. Böylece bir mümini bir kâfire bedel olarak öldürmüş
olur ve bu sebeble ateşe girerim." dedi. Resulullah, "Hayır biz ona
yumuşaklıkla muamele ederiz, beraberimizde bulunduğu müddetçe iyilikle sohbet
ederiz." buyurdu. İşte o günden sonra her ne yapsa kavmi Abdullah b.
Übeyy'i kınarlar ve tutarlar, azarlarlar ve tehdid ederlerdi. O vakit
Resulullah bunu işittikçe Hz. Ömer'e "Ya Ömer! Görüyor musun nasıl oldu,
senin dediğin zaman katletseydim onun için niceleri ağıt yakardı. O gün sana
vur desem vururdun değil mi?" dedi. Hz. Ömer de elbette Resulullah'ın işi,
benim işimden çok büyük ve çok bereketlidir." dedi."
Keşşaf tefsirinde nakledilir ki:
"Abdullah b. Übeyy'in bu şekilde yalanı ortaya çıkınca kendisine
"Senin hakkında şiddetli âyetler nazil oldu, hemen Resulullah'a git senin
için af dileyiversin." denilmişti. Fakat o başını bükmüş, sonra da
"Bana iman etmemi emrettiniz, iman ettim. Malımın zekatını vermemi
emrettiniz, zekat verdim, artık Muhammed'e secde etmemden başka bir şey
kalmadı." demişti. Bunun üzerine âyeti nazil oldu. Ondan sonra da Abdullah
fazla yaşamadı, bir kaç gün içinde hastalandı ve öldü."
Münafıkların Hz. Peygamber'e Resulullah
demeleri, "Onlar yeminlerini siper edindiler" âyetince dıştan
gösterdikleri şehadeti korumak için bir siperdir. İnfidad, sökülüp dağılmak
demektir. Ensar Hz. Peygamber'e ve Muhacirler'e yardım ettikleri için
münafıklar, bütün Ensar kendilerinden imiş ve onlar nafaka vermezse
Peygamber'in yanındakiler dağılıverecekmiş gibi farz ederek öyle söylüyorlar ve
söylerler. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Bütün rızık
hazineleri O'nundur. Rızk O'na aittir. O dilediğine verir, dilediğininkini
kısar. Onlar yardım etmemekle rızık kesilmiş olmaz. Allah verecek olunca onlar
vermemezlik edemezler. Ve lakin münafıklar anlamazlar. Cehaletlerinden dolayı
ilâhî işleri anlamazlar da öyle kâfirane sözler söylerler.
8. Diyorlar ki vallahi Medine'ye bir dönersek
yani gazadan dönersek her halde izzeti, kuvvet ve haysiyyeti fazla olan oradan
pek zayıf ve zebun olan alçağı mutlaka çıkaracaktır. Münafıklar böyle
söylemekle kendilerini izzetli farzederek Peygamber'e ve müminlere karşı kin
püskürüyorlardı. Halbuki izzet Allah'ın, Resulü'nün ve müminlerindir. Kuvvet,
hakiki galibiyyet, haysiyyet Allah'ın ve O'nun aziz kıldığı kimselerindir ki,
onlar da Allah'ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzetleri yoktur.
İzzetleri olsaydı, nifaka yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için
sonunda Hakk'ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları,
alçaklıkları işlemezlerdi. Binaenaleyh ezell, yani zayıf ve düşkün
kendileridir. Velakin münafıklar bilmezler. İzzet nedir? Zillet nedir? Eazz ve
ezell kimdir? Bilmezler de öyle saçmalarlar. Kibri izzet, izzeti kibir
sanırlar.
Bundan dolayı âlimler demişlerdir ki, izzet
kibirden başkadır. Ebu Hafs es-Sühreverdi bunu şöyle açıklamıştır: "İzzet,
kibrin dışında bir şeydir. Çünkü izzet, insanın kendi nefsinin hakikatini
tanıması ve onu acele kısmetler için hakarete düşürmeyip kerim ve kıymetli
tutmasıdır. Nitekim kibir insanın kendini bilmemesi ve onu kendi mevkiinin
üstünde tutmasıdır. İzzetin zıddı zillet, kibrin zıddı da
alçakgönüllülüktür."
Rağıb da izzeti şöyle tarif etmiştir:
"İnsanın mağlub edilmesine mani olan durumdur ki, Araplar'ın şu
sözlerinden alınmıştır: "katı yer" ve "et sertleşti." Şu
halde izzet, sanki ulaşılması zor olan yer, "ızaz" da katı ve sert
bir yerde olmak mânâsınadır. Bazen de kötü görülen inad ve cahiliyyet taassubu
anlamına alınır ki, kâfirlerin iddia ettikleri izzet bu mânâyadır."(1) Bu
âyette yer alan izzetin kuvvet ve galebe mânâsına tefsiri de yaygındır. Mamafih
mağlubiyyete mani olan hal mânâsı da kasdedilebilir. Çünkü Allah'da Resulü'nde
ve müminlerde bu tarz bir mânâ layıkiyle sabittir. Görülüyor ki bu âyette
müminler, yani nifak izlerinden uzak olan halis müminler izzet şerefiyle üstün
kılınmışlardır. Çünkü halis mümin, fani şeylere karşı zayıf olmaz. Allah'tan başkasına
secde etmez.Bundan dolayı; dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan bir
kadın pejmürde bir halde idi, ona denildi ki: "Sen İslâm üzere değil
misin? İşte o, izzettir ki, beraberinde zillet yoktur ve o servettir ki,
beraberinde fakirlik yoktur." Nakledilir ki Hasan b. Ali "Allah
Resulü ve onlar üzerine salat ve selam olsun." Hazretlerine bir adam,
"İnsanlar sende biraz tih, yani kibir olduğunu zannediyorlar"
demişti. Hazreti Hasan da cevaben "O tih değil, izzettir."
karşılığını vermiş ve bu âyeti okumuştu."
Yukarıdaki âyetlerde bunlar anlatıldıktan
sonra müminlere asıl izzet ruhu olan iki emir telkin edilmek üzere buyuruluyor
ki:
Meâl-i Şerifi
9- Ey İnananlar! Mallarınız ve çocuklarınız
sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana
uğrayanlardır.
10- Birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni
yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!"
demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın.
11- Allah süresi geldiği zaman hiç bir canı
ertelemez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
9-10. Ey iman edenler! Yani o izzet kendisinin
olan Allah'a ve Resulü'ne samimiyyetle iman etmiş olup da Allah yanında
müminlere tahsis edilen ilâhî izzete ermek isteyen müminler! sizleri iğfal edip
alıkoymasın, eğlemesin, oyalamasın. Ne mallarınız ne de evlatlarınız, yani
dünya meşguliyetlerinin en vazgeçilmezi olan mal ve evlat işleri, onların
bakımı, derdi ve zevki bile alıkoymasın. Zira Hadid Sûresi'nde geçtiği üzere
dünya hayatı eğlence, oyun, zinet, övünme, mal ve evlat çoğaltmaktan ibarettir.
Bunların en kaçınılmazı, en ciddisi de mal ve çoluk çocuk kaygısı ve zevkidir.
İşte eğlence ve oyun şöyle dursun, süs ve övünmenin kaynağı olan mal ve evlat
bile sizi oyalayıp da alıkoymasın. Yani bunlarla hiç meşgul olmayın demek
değil, fakat bunlar sizi, asıl izzetin ruhu olan Allah'ı zikretmekten
alıkoymasın. Allah'ı ve Allah için iş yapmayı unutturmasın. Zikrullah, Allah
düşüncesi ve Allah'ı anma ki, müfessirlerin beyanına göre burada kasdedilen
Allah'ı zikr ve yüceltmek için yapılan namaz gibi ibadetlerle onun meyvesi
olarak Allah sevgisiyle yapılan ibadetlerdir. Gerçek ibadete layık Allah
Teâlâ'yı O'nun isim, sıfat, emir ve nehiylerini, sevab ve azabı ile izzetinin
hükümlerini düşündürüp andıran, rızasına vesile olan farz ve nafile
ibadetlerden, Cuma ve cemaattan, namaz, oruç, zekat, hac, cihad, Kur'ân okuma,
va'z ve nasihat, tehlil (lâilâhe illallah), tesbih, (sübhânellah) ve tahmid
(elhamdülillah) gibi sırf Allah'a yaklaşmak için yapılan ve daima Allah'ı andırıp
Allah için Allah'a layık güzel işler düşündürmeye alıştıran itaatlardan gaflet
ettirmesin. Ve her kim öyle yaparsa yani mal ve evlat ile uğraşacağım diye
Allah düşüncesinden gaflet ederse işte onlar hüsrana düşenlerdir. Çok zarara
uğramış, dünyayı ahirete tercih etmiş ve sonunda sonsuzluğun izzetinden mahrum
kalmış kimselerdir. Mal ve evlat, dünya ve hayat gider, Allah yanında onlara
zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. Çünkü "Mal ve oğullar dünya
hayatınınn süsüdür. Baki kalacak güzel işler ise, Rabbinin katında sevabça daha
hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46) buyurulmuştur. Onun
için Allah'ı unutmayın ve size verdiğimiz rızıktan infak edin! Burada müminleri
izzete erdirmek hususunda iki özellik gösteriliyor: Birisi Allah'ı zikretmekten
gaflet etmemek, diğeri de infaktır. Bunlardan birincisi Cuma Sûresi'nde ihtar
edilen ruhu te'yid etmek, ikincisi de onun fiilî meyvesini temin etmek ve
kıyamet günü olan yeniden dirilme gününü hazırlamaktır. Bu iki husus,
"Sâd" sûresinde geçtiği üzere Tirmizî ve diğer kaynakların rivayet
ettikleri "Mele-i A'la'nın ihtisamı" (melekler topluluğunun
tartışmaları) hadisindeki keffâret ve derecelerin mânâlarını hatırlatır. Zira o
hadis ile anlatılmıştır ki, en yüksek topluluk olan meleklerin bütün tartışmaları
iki şey üzerinedir. Birisi keffâretler, diğeri ise derecelerdir. Bilinmektedir
ki, keffâret, kusurları örten, günahların affına vesile olan güzel amellerdir.
Dereceler de, Allah katında makamları yükselten büyük amellerdir. Keffâret
şöyle özetlenmiştir. Ayakların güzel işlere, bir rivayete göre cemaata gitmesi,
namazlardan sonra mescidlerde oturmak ve çirkin hallerden abdest alıp
temizlenmektir. Dereceler de şunlardan ibarettir: Yemek yedirmek, selamı yaymak
ve herkesin uyuduğu bir zamanda namaz kılmaktır. Bundan sonra Allah Teâlâ,
Resulü'ne buyurmuştur ki: "Ya Muhammed benden dilekte bulun ve şöyle
söyle: "Allah'ım! Ben senden hayırlar yapmayı, yasaklanan şeyleri
işlememeyi, fakirleri sevmeyi, bana mağfiret ve rahmet buyurmanı dilerim. Bir kavmi
fitneye düşürmek istediğin zaman beni düşürmeksizin ruhumu al. Senden sevgini,
seni sevenleri sevmeyi ve senin muhabbetine yaklaştıran ameli sevmeyi
dilerim." Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bu gerçektir, bunu ders
edinin ve belleyin." Buna göre bütün güzel ameller Allah sevgisiyle
yapılan işlerdir. Bunların bir kısmı keffaret bir kısmı da derecelerdir.
Keffaretlerin başında abdeste, namaza ve cemaata devam ile güzel amellere doğru
yürümek, derecelerin başında da yemek yedirmek, yani infak ederek toplumdaki muhtaçları
doyurmak, âlemde selamı yaymakla güven temin etmek, herkesin uyuduğu ve
gaflette bulunduğu gecede kalkıp namaz kılmak gelir. Allah hem Evvel hem Âhir
olduğu için Allah'ı zikretmenin en önemli unsuru olan namaz da, hem
keffâretlerin başında hem de derecelerin sonunda yer almaktadır. Fakat insan ne
kadar namaz kılarsa kılsın, zekat ve sadaka vermedikçe yani Allah için infak
yapmadıkça izzet görünümünden efendilik derecesine yükselemez. Onun için
"Zekat İslâm'ın köprüsüdür." denilmesinin mânâsı, derecelere
yükselmek için infakın köprü ve geçit mesabesinde olduğunu anlatmaktır. Mamafih
farzların sevabı çok olmakla beraber onlar bir borç olduğu için Allah'a
yaklaşmak en fazla nafilelerle olur. Bundan dolayı infakta da asıl dereceleri
kazandıran, borçlar ödendikten sonra Allah yolunda verilen nafile sadakalar ve
yapılan yardımlardır. Onun için bu âyetten de anlaşılıyor ki, müminler yalnız
mal ve evlatlarıyla uğraşmamalı, çalışıp kazanıp Allah'ın verdiğinden O'nun
yolunda harcayıp, ölmeden evvel efendilik derecesine yükselmek üzere gayret
etmeli ve Allah'a böyle bir yüzle gitmelidir.
Hakikaten asıl izzet, yemekte değil,
yedirmektedir. Kendileri patlıyasıya yiyip de Allah için yedirmekten, vergi
vermekten kaçınan, yanıbaşındaki komşusunun, cemaatındaki muhtaçların
ihtiyacını düşünmeyen tamahkarlar, insanlıkla alakası olmayan, gerçek zarara
uğrayanlardan başkası değillerdir. Böylelerinin yüzündendir ki sedler yıkılır,
ye'cüc ve me'cüc yer yüzünü tahrip eder. Dünyada insan topluluklarını en fazla
yoran, boğuşturup çarpıştıran kavgaların kökü de, bu infak meselesidir. Mele-i
esfelin, yani en alçak toplulukların düşmanlık ve mücadeleleri hep yemek davası
üzerinde dönüp dolaşır. Onlar hep başkalarının kazancından yemek isterler.
Güçleri yeterse zor ve zulüm ile yahut hırsızlıkla almaya çalışırlar, olmazsa
dilencilik zilletini âdet edinirler. Bütün bunlar, ben yiyeyim sen yeme diye
kavga ederler. Yükseklerin ve yüksek toplumların münakaşaları ise yedirmek,
infak etmek ve muhtaç olanların ihtiyaçlarına yetişerek Allah'a kullukta
yükselme yarışı üzerinde cereyan eder. Bu insanlar bir taraftan çirkinlikleri,
ayıpları, günahları örtüp eksiklikleri tamamlamak, diğer taraftan da ihtiyacı
olanlara muhtaç oldukları şeyleri birbirinden daha iyi daha faydalı bir surette
yetiştirmek ve bu şekilde Allah katında derecelere ermek için birbirleriyle
iddialaşır, münakaşa ve müsabaka ederler. İşte yüksek melekler topluluğunun
yarışları da böyle keffâret ve dereceler konusundadır. Yaratılışta devamlı
olarak pisliklerin temizlenip durması, yaraların iyileşmesi, ihtiyaç ve
rızıkların en küçük canlılar kadar yetiştirilip dağıtılması, meleklerin
hepsinin ilâhî emirleri yerine getirme hususundaki çalışma ve müsabakalarıyla
ilgilidir. Allah Teâlâ İslâm dini ile mümin kullarını da böyle yüksek şerefe
ulaştırmak için bu sûrenin sonunda da Allah'ın zikrinden gaflet etmeyip infak
etmelerini emretmiştir. Şüphe yok ki infak ile emretmek, ona uygun şartları
hazırlamayı da emretmek demektir. Bu maksatla çalışıp kazanmak, çoluk çocuk
endişesiyle çalışmaktan, çok daha yüksek bir gayrettir. Böyle bir gayret ile
vazifeli olan mümin ise çok fazla zor durumda olmadıkça başkasından isteme
zilletine düşmekten elbette uzaktır. Nitekim öyle çok fazla ihtiyaçlı durumda
olan fakir müslümanlar hakkında "Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı
onları zengin sanır. Sen onların simalarından (yüzlerinden) tanırsın. Yüzsüzlük
edip insanlardan istemezler.." (Bakara, 2/273) buyurulmuştur. Şu halde
nehyedilen, mal kazanmak, mal ve evlat idare ve terbiyesiyle uğraşmak değil,
mal ve evlat endişesiyle Allah'ı unutmak ve Allah için harcamayı düşünmemektir.
Ancak mümin olan kimsenin kazanmış olduğu malı da, sırf kendinin, kendi bilgi
ve kuvvetinin ürünü bilmeyip Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği İlâhî bir
bağış şeklinde görmesi ve o suretle Allah yolunda fedakarlık etmekten
çekinmemesi gereğine tenbih için de "Size verdiğimiz rızıktan infak
edin..." buyurulmuştur.
11. Allah bir nefsi eceli geldiği vakit de
asla geriye bırakmaz, binaenaleyh o zaman duanın faydası olmaz. Her ne de
yaparsanız Allah haberdardır. Binaenaleyh Allah'ın zikrinden gaflet etmeyip
Allah için infak edenlerin de yaptıklarını bilir ve mükafatlarını verir.
Allah'ı unutup da dünyaya dalanların da yaptıklarını bilir ve cezalarını verir.
Bu da kâr ve zarar günü olan hesab ve aldanma gününde belli olacaktır. Onun
için bu sûreyi de Teğabun Sûresi takip edecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Münafikun Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.