Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Mülk Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
67-MÜLK:
"Ne yücedir O ki..." (Bu konuda
bilgi için Furkan Sûresi'nin baş tarafına (25/1) bkz.) Yani ezelî kemal sıfatı,
sonsuz hayır ve bereketleriyle evvel ve âhir, âşikâre ve gizlide her şeyden
üstün olarak daim ve bâki olan, yüceliği öteden beri beyan edilegelen delil ve
eserlerinin, lütuf ve nimetlerinin, fiil ve tasarruflarının akıllara sığmaz
görüntüleriyle apaçık bulunan ne yüce feyyâz (bereket ve bolluk veren)dır, O
Hak Teâlâ. Mülk O'nun elindedir. Yerde ve gökte, bütün kâinatta, dünya ve
ahiret tasarruf ve saltanatı, yaratma ve yok etmesi, ele geçirme ve yönetmesi,
emrini yerine getirtme ve hükmünü icra etmesi, iyi davranması ve zorlaması,
cezalandırması ve ikramı, ihsanda bulunması ve nimet vermesi hep O'nun kudret
elindedir. Hepsi emir ve iradesi, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Dilediğini
mülkünde kullanan yahut kuvvet verip mülke kavuşturan ve kavuşturacak olan da
ancak O'dur. Verdiklerine de tamamen vermediği gibi, kendi adına hareket etme
selâhiyetini de ebedî olarak vermez. Mülkünü kendi elinden çıkarmaz. Kendine
ortak kılmaz, çünkü şirkten berî ve yücedir. Yalnız kendi hükmü altında
emredilmiş olmak üzere vekaleten ve geçici olarak verir, dilediği zaman da
alır. Çünkü mülk hakkı, bizzat kendisinin ve mülkün hakikatı doğrudan doğruya
O'nun kudret elindedir. Ve O, her şeye kâdirdir. Mülk elinde olduğu gibi, her
dilediğini dilediği şekilde eksiksizce yapmaya tam bir kudretle güç
yetirmektedir. Hiçbir yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur.
Her ne isterse kendi kudretiyle yapar. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir, ol
deyince oluverir. Dilerse zorla yaptırır; dilerse hürriyet verir. Dilerse
küçültür, dilerse büyültür. Dilerse sıkar; dilerse açar; dilerse yıkar, dilerse
yapar; dilerse daha başka âlemler yaratır ve onlarda da dilediği gibi
tasarrufta bulunur. Ancak O'nun ortağı olmaz. O, öyle yüksek, öyle yüce, öyle
fenâdan ve acizlikten berîdir. (Bu konuyla ilgili olarak "De ki: Mülkün
gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü
dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her
türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kâdirsin." (Al-i
İmrân, 3/26), "Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın; ölüden
diri çıkarırsın; diriden ölü çıkarırsın, dilediğini hesapsız
rızıklandırırsın." (Al-i İmrân, 3/27); "Din gününün sahibidir."
(Fâtiha, 1/3) ve "Allah kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik
yaptı..." (Al-i İmrân, 3/18) âyetlerinin tefsirlerine bkz.)
2. "O sizi denemek için ölümü ve hayatı
yarattı." Birinci âyette geçen den bedel olup mülkün bazı hükümleriyle
kudretin bazı izlerini açıklamak ve bunların hikmet ve maslahat (keyfiyet)
kanunları üzerinde cereyanıyla büyük ve önemli gayelere ve neticelere yönelik
bulunduğunu izaha başlamak anlamındadır. Demek ki bir hayatın arkasından ölümün
ve onun arkasından diğer bir hayatın karşıt olarak yaratılması, insanların bu
ikisi arasında iyi bir çalışma gayretiyle Allah'ın mülkünde güzel bir işçi,
yüksek bir görevli olmak üzere yarış için bir imtihan meydanına çıkarılmaları
hikmetine, bu da hayattan hayata, güzellikten güzelliğe bir yükseliş nizamı ve
en güzel amellere daha güzeliyle mükafat vererek ileride bambaşka bir hayata
ulaştırılmaları gayesine yöneliktir.
Bir taraftan ölüm, bir taraftan da hayat
olmasa, birbirine zıt ve karşılıklı olarak takip eden bu iki sıfat birlikte
yaratılmış olmayıp da hayatı ölüm, ölümü de diğer bir hayat karşılamış
olmasaydı, yahut Allah'ın mülkünde mertebeden mertebeye yükselebilecek güzel
bir işçi olabilmek üzere Allah'ın muradı olan güzel hayat için çalışma
gayretiyle yarışma kanunu konulmamış ve böylece de insanlar ölüm ve hayat
arasında imtihana çekilmemiş olsalardı, sıkıntılara katlanarak iyi çalışıp Hak
Teâlâ'nın rızasına uygun güzel amellerde bulunarak müsabakayı kazananlara
sıkıntılarını unutturacak güzellikler, güzel mertebeler, mutluluklarla sevab ve
mükafatlar; iyi çalışmayan yahut hiç çalışmayıp boş kalmak isteyen veya
mesâisini Allah'ın rızası hilafına boş ve faydasız şeylere yahut da bütün
hayatın kötülüklerine, küfür ve nankörlüğe, hıyanet ve isyana, yok etme ve
krize sarf edenlere de kötülüklerine göre Allah'ın mülkünde rütbesini alçaltma,
süreli veya süresiz kovma ya da yaptığı işlere göre mahrumiyetler, horluklar ve
acılarla cezalandırma sözkonusu olmasaydı, mülkde güzellikten güzelliğe
yükselme düzeni bulunmamış, yahut meleklerden başka memur kullanılmayarak insan
yaratılışı için bu nizamda hiçbir selahiyyet verilmemiş olsaydı; insanlar, ya
hiçbir hayat izi yahut hayat ümidi kalmayacak şekilde hep ölümlü olur, hepsi
söner veya hayat adına akıl ve zekâdan, çalışma ve iradeden, iş değerinden,
hürriyetten mahrum ölümden ve kabir azabından daha beter olarak "Ne
ölecek, ne de yaşayacak." (A'lâ, 87/13) âyeti gereğince ne ölüm, ne de bir
kurtuluş ümidi olmayan, her taraftan çaresizlikle kuşatılmış, bıktırıcı zelil
bir ızdırab, üzüntü verici bir sefalet hüküm sürer giderdi. Bu da, "Mülk
elinde ve O, her şeye kâdirdir." (Mülk, 67/1) olan Allah Teâlâ'nın insan
yaratılışına bahşetmek istediği bol ihsan ve kudret güzelliğine uygun olmazdı.
Yukarılarda da geçtiği üzere yaratma fiili,
takdir ve icad etmek mânâlarına gelir. Takdir, ilmî yönden bir sınırlama demek
olduğundan hem varlığın öncesi ve sonrasıyla hem de yokluk ve varlıkla
ilgilidir. İcad ise, fiilen yoğu var etmek, yok olanı varlığa geçirmek demek
olduğundan, hem varlığın öncesi ve sonrasıyla hem de yokluk ve varlıkla
ilgilidir. İcad ise, fiilen yoğu var etmek, yok olanı varlığa geçirmek demek olduğundan,
varlığı takdir edilen yok olan bir şeyin varlık halini ifade eder. "Ölümü
ve hayatı yarattı." âyetinde ölümün de hayatın da birlikte yaratıldığının
anlatılmasından dolayı Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğu, ölümün sırf yokluktan
ibaret, yokluğa ait bir iş olmayıp, hayat gibi bir varlığa sahip, varlığa ait
bir iş, varlığı bulunan bir hadise olduğunu kabul etmişlerdir. Yani ölüm ile
hayatın karşıtı cansızlıkla canlılık veya yoklukla varlık, yaratılmakla
yaratılmamak gibi bir yokluk ve meleke yahut müsbet ve menfi karşılaşmasından
ibaret olmayıp hareket ve sükun, toplanma ve ayrılmak, kalkmakla yatmak,
açıklıkla gizlilik, gelişle gidiş, acı ile tatlı gibi bir tezad karşılaştırması
kabilinden olması lazım geleceğini söylemişlerdir ki bunun ruh veya maddenin
bekâsı teorileriyle de bir alakası vardır. Ölen, hayattan, varlıktan büsbütün
ilgisi kesilerek yok olup gitmiyor. Ömrü boyunca yaptığı işlere göre iyi veya
kötü yahut karışık bir şey halinde başka bir duruma sevkedilerek, acı yahut
tatlı diğer bir hayatta, yüksek veya alçak bir mevki almak üzere ilk yaratan
varlığa doğru başka bir âleme geri dönüyor. Yine Ehl-i Sünnet âlimlerinden bir
kısmı ile Mu'tezile mensupları demişlerdir ki: "Ölüm bir varlık işi değil,
bir yokluk işidir. Canlılık taşıyan bir şeyde ölüm, hayatın yokluğudur. Ölüm
ile hayat arasında yokluğun ve ruhun karşılaşması sözkonusudur." Bu görüş,
basit ve felsefî anlayışa yakın görünür. Buna göre ölümün yaratılması, takdir
demektir. Çünkü takdir, varlığa ait hususlarla alakalı olduğu gibi yokluğa ait
hususlarla da alakalıdır. Yahut mutlak veya aslı yokluk değil, hususî bir şeyin
yokluğu mânâsına adem-i izâfî yahut da adem-i hadistir. Bu gibi yoklukla ilgili
hususların da kendilerine değil, başka bir şeye varlık vermek mânâsına
yaratmakla ilgileri vardır. Özellikle sonradan meydana gelen yokluk da, yine
sonradan ortaya çıkan varlık gibi illete muhtaç olduğundan onda, îcâd
(yaratmak) mânâsına değilse de ihdâs (ortaya çıkarmak) mânâsına müsbet bir
yaratma ve tesir düşünülebilir. Yokluğa varlık vermek bir tesir olduğu gibi,
varlığı yok etmek de aynı şekilde bir te'sir olduğundan "yaratmak"
kelimesinin böyle ihdâs ve inşâ (meydana getirmek) mânâsına kullanılması da
sözkonusudur. Mamafih görülüyor ki, bunda da ölüm mutlak bir yokluk gibi düşünülmüş
değildir. O halde ölümün yaratılması, yalnız bir takdirden ibaret olmadığı gibi
mutlak surette bir yokluk demek de değildir. Nihayet hayatın bir hususiyetini
yok etmekle diğer bir şeye varlık vermek mânâsından uzak kalamaz. Buna ruhun
bekası veya maddenin bekâsı denilmesi münakaşa edilse bile illetin bekâsı, yani
illetlinin varlık illetine dönmesi, yahut döndürülmesi mânâsıyla illetin bekası
prensibini zarureten tasdik demek olduğunda şüphe edilemez. Bu konuda iki
görüşü birleştiren en doğru görüş budur. Nitekim Kur'ân'da bu nokta hep dönmek
ve döndürmek ile ifade edilmiş, yeniden diriliş demek olan ahiret hayatı
hakkında da iade, yeniden yaratma ve inşâ tabiri kullanılmıştır. Bunlar ise hep
birer varlık mânâsı ifade ederler. Bu suretle Ehl-i Sünnet'in önceki anlayışı
hem delillerin zahirî anlamına, hem de illetin bekâsı kanununa daha uygundur.
Binaenaleyh ölümü sırf bir yokluk işi olarak düşünmeyip kimi için, hayatın
bütün lezzetlerini yıkıp ateşe götüren bir ızdırab, bir Hak darbesi; kimi için
de bütün acı ve meşakkatlerden kurtarıp Allah'a götüren bir lütuf ve lezzet
gibi varlığa ait bir mânâ ile telakki etmelidir. Bu âyette ölümün hayattan önce
zikredilmesi hususuna dikkat etmek gerekir. Beydâvî bunu iki şekilde izah eder:
Birisi, "Siz ölüler idiniz. O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine
diriltecek..." (Bakara, 2/28) âyetindeki mânâya işaret olması, diğeri de
ölümün yararlı işler yapmaya daha fazla götürmesi nükteleridir. Birincisi, yok
iken verilen hayat nimetine şükür açısından, ikincisi de onu zorla alacak olan
ölümü unutmayarak hayata zarar veren kötülüklerden sakınma itibariyle güzel
amele çağırır. Ancak "siz ölüler idiniz" sözüyle ifade edilen ölüm,
sonradan meydana gelen şeyin tabiatındaki yokluğun varlığa önceliği hasebiyle,
diriltmeden evvelki asıl yokluk olan öldürmesiz hiçliğe işarettir. Asıl yokluk
ise, esasen fâilin fiiline dayalı olmayıp yaratmadan önce olduğu cihetle,
âyetteki nin mefulü olarak gösterilen ölümün o ölüm olmayıp, hayata ârız olan
ölüm olduğunu unutmamak gerekir. Onun için İbnü Mes'ud gibi birçokları ikinci
şekli daha uygun görmüşler ve "Lezzetleri târmâr eden ölümü çokça
anın." hadisine mutabık olduğundan dolayı da onu desteklemişlerdir. O
hayattan önce ölümü nazar-ı itibâre alarak onunla sonuçlanacak olan hayatın
kıymetini ona göre ölçmenin en güzel ve en akıllıca bir hareket olması
sebebiyle bu, güzel bir nüktedir. Ancak yeterli değildir. Zira ölümden ötesini
düşünmeyenler için bu hareket tarzı, güzel amelden ziyade ümitsizlikle kötü
işlere de sebeb olabilir. Ölüm korkusuyla elden ayaktan kesilerek rahat
döşeğine yatmakta acele etmek isteyenler bulunduğu gibi, adam sen de dünyaya
bir daha gelecek değilim ya, şu ölümlü dünyada mümkün olan her türlü keyf ve
zevki bir an önce yapayım diyerek her türlü fenalıkları gözüne kestirenler de çoktur.
Şu halde asıl yararlı işler yapmaya sevkeden sebep, yalnız ölüm düşüncesi
değil, ölümden sonraki hayata inanarak yaşanan hayattan o suretle istifadeyi
düşünmektir. İşte "ölümü ve hayatı yarattı" âyetinde ölüm ve hayattan
maksat, cins olma itibariyle ölümün önce zikredilmesi "siz ölüler idiniz
O, sizi diriltti" âyeti noktasından şükür ile yararlı işlere sevketme
nüktesini ifade edebilirse de, asıl nükte, "yarattı" karinesiyle
"sizi öldürecek, sonra yine diriltecek" âyetinde öldürme ve diriltme
ile ifade edilen "ölüm ve hayata" işaret olup, burada ölümden
maksadın yaratmak ve öldürmekle ilgili olan dünya hayatının arızî ölümü,
hayattan maksadın da o ölümden sonra ebedî olarak gerçekleşecek olan ahiret
hayatı olduğunu anlatmaktır. Bu suretle önce ölümü gözönünde bulundurmakla
beraber asıl neticenin ölüm değil, hayat olduğunu, fakat Hadid Sûresi'nde geçen
"Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir
övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun
bitirdiği ve ziraatçıların da hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir sonra
kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çerçöp olur. Ahirette ise
çetin bir azab vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya
hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir." (Hadid, 57/20)
âyetiyle tasvir edilen bir gurur sermayesi, bir aldatış zevkinden ibaret olan
dünya hayatı değil, sonunda ya şiddetli bir azab veya mağfiret ve hoşnutluk
gerçekleşecek olan "Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden
ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur..." (Ankebut,
29/64) âyetiyle de beyan edildiği üzere, bilenler için hakikatte sırf hayattan
ibaret olan ahiret hayatının bağış ve hoşnutluğu ve Allah'ın şiddetli azabından
sakınarak mağfiret ve rızasına ermek gayesi ve bu vechile Allah'ın mülkünde
insanlardan istenen ne ölüm ne de onunla sonuçlanacak olan fâni hayatta kalmak
değil, hayattan hayata geçişle ilerideki daha üstün hayata yükselmek için
yararlı işler yapmada müsabakaya gayret vazifesi bulunduğunu bildirmektir. Fâni
hayatın oyuncak olan bütün lezzetlerini târmâr eden, sevgili eşleri birbirinden
ayırıp ocaklar söndüren, cemiyetleri dağıtıp kuvvetleri yıkarak evlatları yetim
bırakan, servetleri yerle bir eden, aynı zamanda Allah için çalışmış ve ızdırab
çekmişlerin, iman ile dolu mutmain nefislerinin elem ve acılarına son vererek
kendilerini "Seçkin kullarım arasına karış ve cennetime gir." (Fecr,
90/ 29,30) hitabıyla ebediyyen Hakk'ın rızasına kavuşturmak için açılmış yegane
saadet kapısı bulunan ölüm ile, onu takip edecek ileriki hayatı "mülk
elinde bulunan" Allah Teâlâ şu hikmet için yaratmıştır: Sizleri sorumlu
kılarak imtihan meydanına çıkarıp şunu bildirmek için ki hanginiz amel
bakımından daha güzeldir. Allah'ın mülkünde yapılmaya, O'nun yanında güzel
görünüp rızasına kavuşmaya daha layık, hayatta bulunan veya gelecek olan
kavimlerin hayattan hakiki mânâda istifade etmelerine daha elverişli, açık ve
gizlide daha doğru, daha hâlis iş görenin kim olduğu gerçeği, hakkıyla ortaya
çıksın. Burada amelin, iman, ilim, niyyet ve ihlâs gibi kalbe ait gizli
amellerle dil ve diğer uzuvlardan ortaya çıkan güzel işlerin hepsini kapsadığı,
merfu olarak rivayet edilen şu hadisle anlatılmıştır. Peygamber bu âyetin
tefsiriyle ilgili buyurmuştur ki: "Yani hanginiz hak ve sevabı anlamak,
iyiyi kötüyü seçmek ve gereğini yapmak cihetiyle akıl ve anlayışça daha güzel,
Allah Teâlâ'nın yasakladığı haramlardan, nehiylerden, günahlardan,
fenalıklardan ve zararlı şeylerden sakınıp korunma hususunda daha takva sahibi
ve Allah Teâlâ'nın itaatında daha çabuksunuz." İşte Allah'ın ilminde belli
olan bu hakikat, tecrübe ve imtihan sahasında sizin için meydana çıksın. Çıkıp
da ne olacak? denilecek olursa, şu da bilinmelidir ki hem O, öyle Aziz, öyle
Gafur'dur ki bundan sonra da açıklanacağı üzere, kötülüğe çalışanları, Allah'a
karşı inad edip kullarını aldatmaya, fitne ve fesad ile halkı yoldan çıkarıp
cehenneme sürüklemeye uğraşan şeytanları ve onlara aldanıp küfür ve nankörlükle
inkâr ve isyan yollarına sapan kâfirleri ve haksızları sonuçta zelil edip
izzetiyle kahreder. Zikredildiği gibi O, en yararlı işler yapanları aziz kılan,
iman etmekle beraber beşer olarak kusur edip en güzel surette çalışmamış
olanları tevbe etmeleri halinde veya dilediği şekilde afv ve mağfiret eden
gafûrdur. İşte ölüm ve hayatın yaratılmasının, en yararlı işlerle müsabaka
imtihanının asıl hikmet ve gayesi, O Allah Teâlâ'nın bu sıfatlarla vasıflanmış,
her şeyden üstün mülk sahibi olduğunun fiilen görünmesiyle bilinip tanınmasıdır
ki "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım." (Zâriyât, 51/56) âyetinin ifade ettiği bilme ve kulluk etmenin
mânâsı da budur. Onu, "tanısınlar" diye tefsir edenlerin maksatları
bu olduğu gibi, hadis olarak rivayeti sabit olmamakla beraber tasavvuf
kitablarında "Ben gizli bir hazine idim tanınmak istedim ve tanınmak için
de mahlûkatı yarattım." diye nakledilen ve kutsî hadis olarak bilinen
sözün anlamıyla da kasdedilen budur.
3. Şimdi de O'nun, beşer hayatı ile ilgili
tecelli ettiği mülkünden, kudret, izzet ve mağfiret izlerinden bir bölüm izah
edilmek ve anlatılmak üzere buyuruluyor ki:
"O ki yedi gök yarattı." Bu 'de
baştaki 'den bedel, yahut 'dan sıfattır. (Yedi gök hakkında bilgi için Talâk,
65/12) âyetine bakınız.) Bu âyette de "seb'a semavât" "yedi
gök" ifadesi, nekre (belirsiz) olarak zikredilmiştir ki, herhangi bir
"yedi gök" demek gibidir. Bu nekrelikde iki husus düşünülebilir.
Birisi, "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır..." (Bakara, 2/117)
anlamı üzere göklerin eşsizliğine işaret olarak yüceltme anlamı ifade
etmesidir. Diğeri de, yedi rakamıyla bilinen yedi sayısı kasdedilmeyip, çokluk
ve yaygınlık anlamına gelmesidir. Bu takdirde yedi gök Talâk Sûresi'nde de
söylediğimiz gibi, birçok gök içinde her biri bir âlem olmakla beraber, birbirine
daha hususî bir âhenk ile uygun olarak güneş etrafındaki bir manzume halinde
yaratılmış olup bizim de içinde bulunduğumuz özel bir topluluğu hususi bir
şekilde oluşturulan güneş etrafındaki gezegenlerin yörüngeleriyle çekme ve itme
hududunda yüzerek devretmekte bulundukları felekleri ve üzerlerinde beliren gök
kısımlarının arzımız bakımından yedisini göstermiş olur ki, âlemler içinde
bizim hayatımızla en fazla ilgili olması itibarıyla nazar-ı dikkatimizi çekmeye
en layık olan kısım oluşu, özel bir sebep olabilir.
Lakin bazı âyetlerde bu kadarla yetinmek caiz
olsa bile burada sözgeliminin kuşatmak mânâsı üzerinde cereyan etmesinden
dolayı delalet ettiği şeyde kesinlik ifade eden hususî bir lafız olan yedi
sayısının tahsisi, muteber olarak üzerimizdeki gök denilen yüksek âlemlerin
hepsini kapsamayı gerektirdiği cihetle, bu kadarla yetinmek pek zor olacağı
için herhalde önceki şeklin ortaya çıkması gerekir.
O halde yedi gök sınıflandırmasını nasıl
anlamalı? Bir kere bunun, üzerinde bulunduğumuz arz bakımından bize malûm olan
âlemin görüntüsünün bir ifadesi olduğu konusunda bu âyetin "görebiliyor
musun?" "göremezsin" hitaplarının açık olduğu söylenebilir. Bu
bakımdan da iki düşünce mümkündür. Birincisi: umum için en açık göründüğü
şekliyle kendimizde cisim tasavvurunu edindikten sonra, ruh ve idrakin
kıymetini takdir etmek üzere bedenle ilgili hususlar açısından ufuklarda
yürümektedir. Bu sebeble yedi göğün altısı ayla beraber arzımızdan Neptün
gezegeninin uzağına kadar güneş sistemi içerisinde, yedincisi de güneş
sisteminin sınırlarından gözümüze ulaşabilen samanyolu ötesine kadar olan
alandır ki, dünyamızın boşluğundan itibaren bunların hepsine birden de gök
denilir. Güneş'in merkezi ve rasat (gözlem) noktası dünyamız olmak üzere,
bakıldığı zaman birinci gök, dünyanın göğüdür ki yer yuvarlağının atmosfer ve
ayla beraber güneş etrafındaki devriyle çizdiği yörünge alanıdır. Üst alanı,
dışardan Merih'in çekim sınırına kadar olan kısmı, içi de merkezde güneş
etrafında Utarid ve Zühre sahalarını kapsar. Bunlar dünyamızda ve onun ay gibi
uydusu durumunda değilseler de dünyanın birinci göğü dışında olmayıp, onun
içinde ve dünyanın altında birer dünya gibidirler. Gözlem noktası dünya olmayıp
da güneş olsaydı, yani biz, güneşin gövdesi içinde bulunsaydık, dünya göğünün dördüncü
gök sayılması gerekecekti. Dünya'yı sabit merkez ve güneşi gezegen kabul eden
astronomi bilginleri, ayı birinci, Zühreyi ikinci, Utarid'i üçüncü, güneşi
dördüncü gökte sayarlar ve yedinci göğü Zuhal'le sona erdirirlerdi. Lakin biz,
güneşi merkez sayıp gezegenlerden biri olan dünyamızdan gözlem yaptığımızda
bunun, en yakın uydusu olan ayı bile içine almış bulunan dünya göğünü birinci
gök saymak lazım geldiğini ve Zühre ile Utarid'in birer yörüngede yüzmekle
beraber merkez olan güneş tarafında bulunarak yer yörüngesinin içinde ve yerin
altında kaldıklarını hesaba kattığımızdan bunları birinci göğün üstünde değil,
içinde saymak mecburiyetinde bulunduğumuzu anlamış oluyoruz. Şu halde dünya
göğü, yer yörünge alanı demek olan birinci gök ile tefsir edilebilir. İkinci
göğe gelince: Bu da, eski astronomi bilginlerinin beşinci gök saydıkları merih
yörünge sahasıdır ki bu, daha geniştir. Üçüncü gök daha geniş olan Müşteri
yörünge sahası, dördüncü gök onun üstündeki Zuhal yörünge alanıdır ki, eski
Batlamyus astronomi bilginleri bunu yedinci gök saymışlar ve her gezegeni
yörüngesiyle hareket ediyor zannettiklerinden dolayı gezegenlerin hareketlerini
bunlara bağlayarak yedi göğün yedisini de hareketli kabul etmişlerdi. Buna göre
onlar, Enbiyâ ve Yâsin sûrelerinde geçen "Her biri bir yörüngede
yüzmektedirler." (Enbiya, 21/33; Yâsin, 36/40) âyetinin ifade ettiği
mânâdan gâfil bulunuyorlardı. O cisimlerin yörüngeleriyle direkli değil, her
biri direksiz olarak denge kanunu dairesinde kendi yörüngelerinde yüzdüklerini
hesaba katmıyorlardı. Biz, o yörüngeleri birer hareket yolu değil, birer sınır
çizici olarak mütalaa ettiğimiz gibi, denge kanunuyla dünyamızın da bir gezegen
olduğunu anlayarak, dünya göğünü biraz daha geniş gördüğümüzden dolayı, onların
yedi gezegeninden üçünü gökleriyle beraber dünyamızın birinci göğü içine alıp
onların yedi göğünden bu suretle üçünü atmış buna karşılık daha yüksekte
bulunan Uranüs ve Neptün adında iki gezegeni daha gözlemiş bulunduğumuzdan,
onlara göre yedinci gökte bulunan Zuhal bizce, dördüncü göğün kapısı
olmaktadır. Çünkü her gezegen çekme ve itmesiyle kendi göğünün bir kapısı
durumunda demektir. O halde ondan ötedeki beşinci gök, son olarak bildiğimiz
Uranüs gezegeni sahası, altıncı gök de Neptün gezegeni alanıdır. Bize göre bu
sahanın sonu, güneş sisteminin de sonudur. Bundan ötede ışıklarını az çok
görebilmekle beraber gezegenler gibi hareketlerini göremediğimizden dolayı
"sevâbit" adı verilen birçok yıldızlar âlemi bulunuyor ki, bunların
aralarındaki mesafelerle beraber tamamının işgal etmiş bulundukları saha da
bizim yedinci göğümüzü teşki etmektedir. Burada güneş sisteminin tek bir yıldız
gibi kalacağı nice binlerce âlem bulunduğu anlaşılmaktadır ki, saman yolları
gibi gözlerimize çarpıp durmakla beraber biz onların özelliklerini ve
hareketlerini gezegenler âlemi gibi ne seçebiliyoruz ne de onların daha
ilerisine geçebiliyoruz. Bütün bakışlarımız hepsinin üzerine dayanıp kalıyor.
İşte cisim olmaları açısından yedi sema hakkında anlayabildiğimiz budur.
Görülüyor ki, pek eskiden beri meşhur olan ve bilinen yedi gezegen âleminde
uydu kabilinden olan küçük gezegenlerden başka Uranüs ve Neptün denilen iki
büyük gezegen daha keşfedilmiş olmakla, bazılarının zannettiği gibi dünyanın
dışında olan gezegenlerin sayısı dokuza çıkarılmış olmayıp, güneş merkez, ay da
dünyanın uydusu olarak bu sayının dışında tutulduğu zaman Kur'ân'ın yedi gök
hakkındaki âyetlerine karşı da fen ve tecrübe âleminde tezat teşkil edecek bir
şey ispat edilmemiş, aksine Kur'ân'ın beyanlarını daha iyi bir izahla anlamaya
yardım edecek hakikatler keşfedilmiş ve edilecektir. Bundan şu sonuçlar çıkar:
Yükseklik ve alçaklık izâfi olduğu gibi dünyamızdaki gözümüzü ve görme
şartlarımızı değiştirmeyerek gözetleme noktası hangi madde farzedilirse gök
sayısı ve konumu da onunla uygun olur. Merkeze doğru aşağı inildikçe gökler
çoğalır, göğe doğru yükseklere çıkıldıkça gökler azalır. Hepsinde yer sayısı,
gök sayısı ile uyum içinde bulunur, böylece "(Yedi kat göğü) ve yerden bir
o kadarını yarattı..." (Talâk, 65/12) İlâhî prensibi şaşmaz olur.
Gözetleme noktamız Zühre olsaydı da yine gördüklerimizi görebilseydik, o
durumda sekiz gök sekiz yer hesâp etmiş olacaktık. Bu suretle Utarid'den
baksaydık bu sayı, dokuz olacaktı. Güneşten bakmış olsaydık tam ona ulaşacaktı.
Fakat onlardan bakarak bunları görebilmek için gözlerimizin daha fazla
incelikleri seçebilecek derecede kuvvetli olması gerekecekti, yoksa yine
dünyamızdaki tarzda yedi ile kalacaktık. O halde hakikaten onlarda bulunarak
kendimizin ve görüş şartlarımızın ne olacağını kestiremezsek de, yerde
bulunduğumuz halde gördüklerimizi esas alarak düşüncemizi yürüttüğümüz surette
dünyamızdan itibaren yedi sayabildiğimiz gökleri, güneşten itibaren
saydığımızda on sayısına çıkarırız. Bu suretle onuncu gökte bütün güneş
sisteminin birleşmiş olduğunu mütalaa ederek güneşi bir merkez, dünyadan
altıncı olan, onuncu göğü bir kuşatıcı alan olarak düşündüğümüzde biri güneş
sistemi diğeri de "sevâbit"e ait olmak üzere iki yer ve iki gök
saymamız gerekeceği gibi arzımızı bir nokta ve bütün cisim âlemlerini bir
kuşatıcı alan yahut bütün madde ve cisim âlemlerini bir nokta ve zihnimizden
bütün fezayı bir kuşatıcı alan olarak düşündüğümüz surette de ancak bir yer ile
bir gök hesab etmiş oluruz ki, mutlak anlamda yer ve gök denildiği zaman bir
alt ve üst karşıtından ibaret olan bir ikilik ifade edilir. Sonra daha
ilerisine geçemediğimiz bu merkezle kuşatıcı alan arasında bir şâkul (düşey)
konumunda bulunduğumuzdan dolayı kuşatıcı alan da altı yönü tayin eden altı
nokta olup bunlardan yedincisi olan merkez noktasında dikey kesişerek geçen üç
düzlemin çarpımı olmak üzere uzunluk, genişlik ve derinlik dediğimiz üç boyutu
içeren bir kemmiyet (nicelik) ve miktar mânâsıyla cismiyyet mahiyetinde
birleştirdiğimiz zaman da, yer ve göğü bütün görünümüyle cismâni bir âlem
olarak düşünmüş olur ve böyle en son kuşatıcı alanda alt üst bağlantılarıyla
karşılaşmış altı noktanın yedinci bir merkez noktasında bir sosyal nizamı ve
yine yedi sayısının hususi bir tasnifi olmak üzere meydana gelmiş tek bir cisim
suretiyle kendimize döneriz ki, bu da bir merkez halinde bir noktadan ibaret
bulunan nefsimizle etrafımızı kuşatmış bulunan bir ufuk muhitinin, yani
"ben" ile "ben değilim" sözlerinin karşılaşması ve
bağlanması halinde görünür. Demek ki bir cisim düşüncesi için yedi sayısıyla
birleştirme kanunun, bizim için ihmali mümkün olmayan pek büyük bir hüküm ve
önemi vardır. Bütün âlem içinde kendimi bir noktadan ibaret olarak bulduğum
ben, bana karşılık etrafımda yer almış altı noktayı biraraya getirme ve
birleştirme nizamıyla kendimde birleştirmeden en az yedi sayısını
sınıflandırmakla yine kendimde bir birlik bulmadan ne en küçük, ne de en büyük
bir cisim tasavvur edemem. Bu sebeble âlemi yalnız maddî yönüyle tamamen cisim
halinde bir düşünceyle kavramaya çalıştığım sırada ister istemez kendimde bu
yedi noktanın uygunluğunu duymak mecburiyetinde bulunurum. Bunu duyduğum anda
da, benimle ben olmayan muhitim arasında karşıt bir birlik nizamı içinde bir
noktadan ibaret kaldığını duyduğum zaman kendime gözüm açılmış, fakat daha
ileri gitmekten bitkin ve güçsüz kalmış bir halde dönerim. Zira "Gözünü
çevir bir bak bir bozukluk görebiliyor musun?" (Mülk, 67/3)
buyurulmaktadır. Lakin gözüm açılmış ve daha ilerisine gidemediğim muhitimin
suretini (şeklini veya resmini) yakalayıp getirmiş olan ruh ve şuurumun
kıymetini tanımış olduğum cihetle ben kendimde, o cisme ait muhite mahkûm ve
onda hapis kalmak istemeyerek dünyanın üzerine çıktığım gibi onun da üstüne
çıkmak için yine çabalarım. Bu defa da döner, sırf şuur delaletiyle ve ruhânî
yoldan giderek bir gözlem ve sınıflandırma yapmak için harekete geçerim. Yine
kendimden başlayarak şuurumda bana karşı yer almış bulunan âlemlere doğru bir
daha bakışımı çeviririm. Ruhânî nazarla olan bu ikinci düşünce ile alakalı
şunlar söylenebilir: Bu itibarla kendimize bakınca şuur âlemimizin bir seması
demek olan gönlümüzde, ruhumuzda bir yer gibi (ben) vicdanının merkezi bulunan
kalbimizde iman ve irade şuuru uyandırmak üzere muhît ile ilgili yedi pencere
buluruz ki, bize bunlardan devamlı surette ruh yayılır. Beş tanesi yalnız
cisimlerle alakalı çevrede meydana gelen hadiselere bakan beş duyu, altıncısı
onların elde ettikleri bilgilerle daha ileriye bakan akıl ve mantık, yedincisi
her insanda açık ve kuvvetli olmamakla beraber hepsinden geniş olan ilham ve vahiy
kuvvetleridir. İşte biz "duyular" denilen bu yedi pencereden
kalbimize inip çıkan ruh ve basiret nurunun kuvvet ve zayıflığına göre
hakikatlerden haberdar olur, ona göre iman ve irade gayretiyle âkıbetimiz olan
gayeye doğru yürürüz. Nefes alırken ciğerlerimize, yeteneklerine göre hava
girip çıktığı gibi his ve idrak etmede de duyularımıza ruh inip çıkarken, o
cereyanları yerli yerine hakkıyla ulaştırma ve dağıtmaya hizmet eden ve melek
denilen birçok gizli, hayırlı, maddî ve manevî kuvvetler bulunduğu ve engelleri
bertaraf ederek idrakimizi, iman ve irademizi takviye için çalıştığı gibi,
bilakis o ruh cereyanlarının bize inişi sırasında yol kesen eşkiya gibi pusu
kuran, elde ettiklerimizi soymaya, hiç olmazsa zan ve hayal atmakla sıkıntı
verip bizi aldatarak -Allah korusun- idrak, iman ve irademizi gizliden gizliye
sapıtma ve bozmaya çalışan maddî ve manevî birtakım şer ve alçak kuvvetler de
vardır ki, bunlara da cin ve şeytan denilir. Dostu düşman veya düşmanı dost
zannettiren bir vehim, biri iki, eğriyi doğru veya aksini gösteren bir hayal,
iyiyi kötü, kötüyü iyi yerine koyan bir fikir, boş yere gönlümüzü imrendiren
veya bulandıran bir rüya yahut söz intibaı veren hep gizli veya açık bir şeytan
parmağıdır ki, bunlar bizimle gök arasında bedbahtlık, alçaklık yaparlar.
Bunlar olmasaydı biz hiçbir his ve irademizde hata etmez, her hususta hakka
uyardık. Bizim bunlardan korunabilmemiz için de birincisi, nefsimizin tabii bir
kabiliyeti, ikincisi inmekte bulunan ruh cereyanının tam ve kabiliyetimizle
uygun olarak şiddet ve kuvveti üçüncüsü de iradenin sınırında, bu ulaşılanların
ta kaynağı olan vahye kadar bir diğerine uygunluklarının derecesini gözetmek
gerekir. İşte bize böyle bir merkez noktası gibi görünerek "ben"
dedirten nefsimizle çevremizin tabaka tabaka uyumunu ifade etmek suretiyle bizi
hakikatten haberdar edip duran ruh cereyanına giriş ve çıkış halinde açılmış
bulunan yedi şuur noktasına içinden ve dışından gelebilen yedi çeşit hadise ve
idrak âlemleri de, benlik zeminimizi sarmış bulunan yedi semadır. Yani dokunma,
tadma, koklama, işitme, görme, akıl ve mantık, ilham ve vahiy muhiti demek olan
bu yedi âlem arasında tabaka tabaka çeşitli ve aynı zamanda uygun birer görünüm
tarzıyla vicdanımıza uygunlukları nisbetinde bizim hem ufuklarımızla hem de kendimizle
intibakımızı sağlayan bir birlik nizamı arz ederler ki his ve gözümüzden
kaybolan gerçek varlık da böyle bütün görünenle görünmeyenin uyumu noktasında
doğan iman ve irfan nuruyla sezilir, tanınır ve gönlümüzde o ölçüde meydana
gelen sevgi heyecanıyla samimi kalbimizden irade ruhu coşarak rahmet deryasında
mağfiret ve hoşnutluğa yükselmek üzere vazife ve iş yapma bilincimizi faaliyete
geçirir. Kısacası güneşi merkez alarak, dünyamızdan maddî bir bakışla ufuklara
baktığımızda bakışımız gözlemden gözleme aydan yukarı gezegenlerin
yörüngelerini düşüne düşüne birer muhitte yükselerek, güneş sistemi sınırı
sonunda altıncı gökte nisbî bir son nokta bularak, özel gözlem ve
hesaplarımızın fazla etki edemediği sayısız ve sabit yıldızlar âlemine dayanır.
Onu da kısa bir bakışla kavrayarak ve hepsini "Kendine has yollara sahip
göğe andolsun." (Zâriyat, 51/7) âyetinde ifade edilen yedinci gökte
düşünerek, orada da cismiyet anlayışını kaplayan ve ötesini etkileme imkânı
olmayan son bir noktaya dayanır. Bu suretle yedi gökte, birisi arzımızdan
itibaren altıncı semada sistemimize son veren nisbî (göreceli) bir son ağaç
(sidre-i müntehâ), birisi de yedinci gökte madde âlemine son veren genel bir
sidre-i münteha (son ağaç) bulunduğu gibi, oradan madde ötesine çıkabilmek için
tekrar kendimize dönüp ruhânî açıdan baktığımız zaman da birisi yine altıncı
gök olan akılla bilinebilecek şeylerin bulunduğu alanın sonu, diğeri de daha
geniş olan yedinci gökteki ilham ve vahiy alanının sonu olmak üzere iki sidre-i
müntehâ (son ağaç) var demektir. Müslim'in "Sahih"inde rivayet
edildiği gibi Mirâc hadislerinin birinde sidre-i müntehâ, altıncı gökte,
diğerlerinde de yedinci gökte gösterilmiş bulunmasına nazaran sahih olan bu iki
hadisden yedi gökte iki sidre-i müntehâ bulunduğu anlaşılır. Resulullah
(s.a.v)'ın miracı, hem bedenî hem ruhânî olduğu için yedi gök hakkında bu iki
hususu cem eden bir görüş takip etmek gerekir. Sırf maddî açıdan görebildiğimiz
yedi gök ile ruhânî açıdan düşünebildiğimiz yedi göğü mukayese ettiğimiz
surette ise ikincisinin birinciden daha geniş olarak cisim ötesinde ilham ve
vahiy sınırına kadar vardığını kabul etmek lazım gelir. Çünkü cisim semalarının
en geniş hududu nihayet beş duyumuzun en genişi bulunan görme hissinin ulaşmış
bulunduğu sınırdan, akılla idrak edilebilen alana dayanmakta olduğu için his
yönüyle ilerisine geçemeyip ötesini kapalı bulduğumuz ve ancak bu sahadaki
duyumlarımızın sentez ve uyumundan akıl ve mantık idrakleriyle düşünebildiğimiz
ve hepsine gök ismini verdiğimiz muhitten ibaret olduğu gibi gerek bu sahadaki
gözlem ve tecrübelerimizden fikir ve mukayese yoluyla geçtiğimiz akılla idrak
edilebilen şeylerin bulunduğu muhiti ve gerek vahiy kaynağından aldığımız iman
ve irfan nurlarıyla daha geniş olarak düşündüğümüz mutlak ruh muhitini, maddî
semaları geçip "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır..." (Bakara,
2/255) âyetince arzıyla beraber onları içinden ve dışından kuşatmış bulunan
Kürsî ve Arş muhitine kadar yükselen bir sidre-i müntehâyı ifade etmektedir. Şu
halde "Gözünü çevir bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?" (Mülk,
67/3) emri gözümüzün görme hissine dayanıp döndüğü ve gözlerimize aksedebilen
maddî ışıkların yerini aklımıza terkederek karanlığa daldığı maddî âleme ait
bakış sınırlarını sonra "İki defa gözünü çevirip bak; göz (aradığı
bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir." (Mülk, 67/4)
emri de duyumlarımızın dışında akıl ve sezgimizin dahi tecrübe, tasavvur ve
düşünce ile anlayamayarak dayanıp kaldığı, daha ileriye gidemeyerek acz içinde
tekrar kendimize döndüğü ruhânî âleme ait bakış sınırlarını göze ve sezgiye
tanıtmaktadır. Bu iki yönle her iki âlemde de kendimizden ve arzımızdan yürüyen
bakışlarımız yedi göğün muhitleri içinde kuşatılmış olarak nisbiyet
(görecelik)ten mutlakıyete doğru birer sona dayanır kalır. Biz bunların her
birinde çeşitli varlık mertebelerinin derece derece bir diğerine uygunlukları
nizamı içinde bizimle intibakları noktasında bulunarak kendimizle ufuklarımız
arasında duyduğumuz birlik şuurundan, Hakk'ın birliğini ve mülkünün genişlik ve
büyüklüğünü ve bunun içinde de kendi haddimizi ve hareket hedefimizi, sezer,
tanırız. Yalnız maddî açıdan bakanlar her şeyi kuşatan Hakk'ın birliğindeki
yücelik ve büyüklüğü ile "Rahmân Arş'a istivâ etmiştir." (Tâhâ, 20/5)
tecellisini yalnız maddî bir kıyasla düşünerek benzetmeden kurtulamayıp
cisimlendirme vadisinde saplanıp kalırlar. Ve Allah'ın Arş üzerinde istivasını,
büyük bir cisim halinde düşünülen yaratıklar âlemi üzerinde, hiçbir cisme
benzemez diğer bir cisim gibi farzederler. Bununla beraber her şeyi açık ve
gizlilik yönünden ilmiyle kuşattığını da tasdik ederler. Bu ise, ilmin
varlığını itiraf etmekle beraber Allah'ın ilminin, zatından daha geniş ve daha
büyük olduğunu farzetmek demektir. Halbuki bütün kemâl sıfatlarını toplayan
Hakk'ın zâtı, elbette sıfatlarının her birinden daha yücedir. Ve bu yücelik
mekân ve cisim yönünden değil, zat ve hakikak yönündendir. İlmin varlığını
sezip de yalnız ruhânî açıdan bakanlar da her şeyi kuşatıcı olan Allah'ın
zatını, bütün ruhâniyâtın (ruhla ilgili hususların) üstünde küllî bir ruh gibi
düşünürler.
Böylece de kendilerini kuşatan maddî âlem ile
ruhânî âlemin toplamının dahi uyumuna kefil, hâkim, her şeyi kuşatıcı ve
"Dereceleri yükselten, Arş'ın sahibi Allah, (kavuşma günüyle korkutmak
için) kullarından dilediğine vahyi indirir." (Mümin, 40/15) buyuran Allah
Teâlâ'nın zatının her ikisinden daha yüce ve daha büyük "O, yücedir,
büyüktür." (Sebe, 34/23) olmasının gerekeceğini düşünmezler. Sırf bir seyr
(yürüyüş) ile Allah'a ulaştıklarını zannederler. Hatta kendilerini Allah'da yok
ederek yüce bir birliğe yükselecek yerde, Hakk'ı kendilerinde yok etmek
suretiyle alçak bir birliğe düşerler. Halbuki zihin ile vâki olan ruhlarla
cisimler yani ruhânî âlem ile cismânî âlem bir noktada uyuşmayınca Allah
sezilmez. Ruh ve cisim Allah'ın aynısı değil, Allah'ın mülkünde O'nun varlığına
delalet eden birer delildirler. Mülk elinde olan Allah'ın zatı ise, her şeye
kâdir, her şeye şâhiddir. "Her iş O'na döndürülür..." (Hûd, 11/123)
âyeti de bu anlamdadır. Allah Teâlâ'nın zatının mertebesinde, birlik makamında yücelik
ve büyüklüğünü bir an tanıyabilmek için maddî ve ruhânî âlemin birbirine uygun
olarak Allah'ın birliğinde yok oldukları bir sidrei müntehâ (son ağaç)da
kendinden geçmek gerekmektedir. Ruh ve cisim âlemleri bizim varlığımıza nazaran
Allah'ın yakınına uçmak için açılmış iki kanat gibidirler ki Rahmân bu iki
kanadın yumulduğu sidre-i müntehânın üstünde görünerek bütün varlık Arş'ını
kuşatır ve istila eder. Nitekim (Mülk, 67/1) âyetinin Hz. Muhammed'in kalbine
indiği bu son sidreyi bildirmek için, yedi göğün yaratılışı ve onların uygunluk
nizamını hatırlatma neticesinde maddî âlemlerin sonuna dikkat çekmekle (Mülk,
67/3) buyurulduktan sonra ruhânî yürüyüşle düşünmeye meydan vermek üzere
gecikme mânâsı ifade eden ile (Mülk, 67/4) âyetiyle yeniden bakma emredilmiş ve
bunda iki noktanın birarada bulunduğuna işaret edilerek de özellikle lafzı
zikredilmiştir. Ancak ondan sonra emrin cevabı olmak üzere müntehâda ilâhî
tecellinin büyüklüğü karşısında kendinden geçip Allah'da yok olmakla istiğrak
(aşk ile kendinden geçme) halinde bitkin olarak uyandıktan sonra neticede
Allah'da bâki kalma şuuru ile tam kulluk için nazarın başlangıcı olan nefse
dönüleceği anlatılarak "Göz aciz ve bitkin halde sana dönecektir."
(Mülk, 67/4) buyurulmuştur. "Andolsun ki biz (dünyaya) en yakın olan göğü
kandillerle donattık..." (Mülk, 67/5); "Yeryüzünü size boyun eğdiren
O'dur. Şu halde yerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yiyin. Dönüş
ancak O'nadır." (Mülk, 67/15);
"Üstlerinde kanatlarını aça-kapata uçan
kuşları (hiç) görmediler mi? onları Rahmân olan Allah'tan başkası tutmuyor.
Şüphesiz O her şeyi görmektedir." (Mülk, 67/19); "Şimdi (düşünün
bakalım), kapanarak yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru
yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk, 67/22); "De ki: Sizi çoğaltıp yayan
O'dur..." (Mülk, 67/24); "De ki: O Allah, çok esirgeyicidir; biz O'na
iman etmiş ve sırf O'na güvenip dayanmışızdır..." (Mülk, 67/29) "De
ki: Söyleyin bakalım..." (Mülk, 67/30) beyanları da Allah'ın mülkünde
mertebeden mertebeye hep öyle iki kanat sahibi olarak ölümden hayata,
tembellikten çalışmaya, azabdan rahmete, sefaletten mutluluğa, yokluktan
ebediliğe, dirilmek için Allah'da sonsuzluğa ermekle Rahmân'a kavuşma ve
dayanma gayesine ulaşmak üzere seyr ü sülûk (tarikatte takibedilen usûl)de
yalnız nazariyat (ilmi görüşler) ile yetinmeyip hakikî olarak uçmak için en
açık farkı göstermek ve bütün delillerine basiret sahiplerini irşad etmek,
şeytan ve kâfirleri ateşli mermilerle sefalet ve hüsran vadisine kovma ve
uzaklaştırma yolunda hakikatı açıklamaktır. Kalem Sûresi'nde "Hiç şüphesiz
senin için bitip tükenmeyen bir mükafat vardır. Ve sen elbette yüce bir ahlâka
sahipsin." (Kalem, 68/3,4) vasfıyla ahlâkının yüceliği ve mükafatının
sürekliliği beyan edilen Hz. Muhammed'in isrâsı (geceleyin yürütülmesi) ve Necm
Sûresi'nde "Hemen kendi aslî suretine girip doğruldu. İşte o zaman,
kendisi en yüce bir ufukta idi. Sonra ona yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar
yahut daha yakın oldu. Allah, vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti..."
(Necm, 53/6,10); "Andolsun onu, Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında önceden bir
defa daha görmüştü. Cennetü'l-Me'va'da onun yanındadır. Sidreyi kaplayan
kaplamıştı. Muhammed'in gözü kaymadı ve kamaşmadı. Andolsun o, Rabbinin en
büyük âyetlerinden bir kısmını gördü." (Necm, 53/13,18) âyetleriyle beyan
edilen mirâcı da bedenî ve ruhânî iki şerefin toplam mertebelerinde cereyan
etmiş ve Meâric Sûresi'nde "Yükselme derecelerinin sahibi Allah'tandır.
Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na yükselir. Şimdi
sen güzelce sabret." (Meâric, 70/3,5). Ulûhiyyet makamına yükselmek için
yalnız cisimler âlemi şöyle dursun onu bir anda kat eden melekler ve ruhun bile
manevî bir yürüyüşle elli bin senelik bir zamana muhtaç olacak şekilde aşağı
bir mertebede bulundukları haber verilmiştir. Binaenaleyh o sidre-i müntehâda,
biraz sabretmenin gereği de emredilerek mekân ve zamandan münezzeh (berî) olan
Allah'ın zatının bütün maddî ve ruhânî âlemlerin toplam mertebelerinden de çok
yüksek ve üstün olduğuna ve biraz sabırla Hz. Muhammed'in o kutsala ulaştığına
da işaret edilmiştir. Mirâc hadislerinde de yedi gök hem cismânî hem ruhânî
şereflerle ifade edilerek Cebrail ile beraber yedinci göğün sonunda
Cennetü'l-Me'vâ'nın bulunduğu Sidre-i Müntehâya ve oradan yalnız olarak
Allah'ın arşına varılmış olduğu anlatılmıştır. Bu hadislerde, üzerinde
yaratıldığımız yeryüzü semasının birinci sema olduğuna işaret olarak birinci
gök Âdem'in, ikinci gök Yahya'nın, üçüncü gök Yusuf'un, dördüncü gök İsa'nın,
beşinci gök Harun'un, altıncı gök Musa'nın, yedinci gök İbrahim'in makamıdır,
denilmiştir. Ayrıca buraya kadar yükseliş Cebrail ile gerçekleştirilip sonra da
daha ileri geçildiği haber verilerek her iki şerefe işaret edilmekle beraber
İsrâ'ya önce cismâni âlemden başlandığı anlatılmıştır. O halde ruhânî yürüyüş cismânî
yürüyüşten geniş ve vahiy makamı ile akıllar âlemini de kapsayarak Kürsî ve
Arş'la son bulmak hasebiyle biz de yedi göğü ilk bakışta cismâni âleme, ikinci
bakışta ruhânî âleme, sonra onların uyum nizamı ile bütün mertebelerinden
Allah'ın Arş'ına yükselme ve orada yok olma ve ebedi kalma zevkini tadarak
mensup olduğumuz Allah mülkünde hayatımızın başlangıç ve sonuyla had ve
gayemizi tanıtan bir uyanıklık, bir iman ve vazife şuuruyla yine mertebe
mertebe kendimize dönerek fiilen ve hakikaten o gayeye yürümek için idraki
gerekli olan varlığın makam ve menzillerinin his, akıl ve iman nokta-i
nazarlarına göre umumî durumdan kısa bir özet olarak düşünmek üzere, öncelikle
görme hissiyle gözlem bakımından, cismâni haysiyetle mütalaadan başlayan bir
hareket takip etmeyi uygun buluyoruz ki burada, yedi göğün ötesi Kürsî ve Arş
olmak üzere duyumlar ötesi olan akıl ve vahiy muhitine bırakılmış ve bu suretle
ruhânî ve hakiki göklerin görüş dairemizi sınırlandıran yedi gökten daha çok ve
daha yüksek olduğu da anlaşılmış bulunmaktadır. Öyle ki bu yedi göğün hepsine
yalnız dünya seması demek caiz olur.
Bizim bu cismânî düşüncede bakış açımızın, üç
boyutlu cisim olduğunu söylemiştik. Zamanımızda bazı kişiler ondan ileride dört
beş, belki daha fazla boyutlu, yani uzunluk, genişlik ve derinlik dediğimiz üç
boyuttan, fazla olan boyutların dikey olarak kesişeceği cisim âlemlerinin
tasavvur edilebileceğini ve yedi göğü o açıdan cismâni olarak düşünmenin mümkün
olduğunu da bir varsayım halinde söylüyorlar. Biz duyularımızla elde ettiğimiz
tecrübe sayesinde zihin yoluyla noktadan çizgiye, çizgiden yüzeye ve düzeyden
cisim tasavvuruna geçiyoruz.
Tecrübelerimize bakarak bir cisimde daha önce
de arz ettiğimiz gibi dikey olarak kesişmiş üç boyuttan fazlasını gerçekte
bulamıyoruz. Bulamamak esasen bulunmamayı gerektirmeyeceği, yani adem-i
vicdandan adem-i vücûd lazım gelmeyeceği gibi bir noktada üçten fazla boyutun
dikey olarak kesişebileceğini farzetmekte de zahiren bir tenakuz görünmez.
Cisim üç boyutludur demek, zâtına ait bir gereklilikle aklen zarurî bir mesele
değil, ancak gerçeği ifade eden genel bir mutlak gibi görünür. Fakat bu teorem
terkîbî (birkaç şeyden meydana getirilmiş) bir teorem olmayıp, bir şey üzerine
kurulmuş üç boyut mefhumunu, konu alan cisim mânâsına dahil bir tahlili (analiz
edilen) teorem olma haysiyetiyle, mutlak cisim düşüncesinden zorunlu olarak
çıkarılmış isbatı gerekmeyen zarurî bir teoremdir. Çünkü cisim diyebilmemiz
için daha önce üç boyutun kesişmesini bir başlangıç olarak almışızdır. Bunu
alırken üç boyuttan her birini düşünmeyi başlangıç olarak kabul ettiğimiz
düzlemlerin ve onları düşünmede ilk unsur kabul ettiğimiz düz çizgilerin sonsuz
uzatıldığını farz ederek onları, uzatan sonsuz muhite götürerek düşünmeye de
alışmışızdır. Bundan dolayı mutlak bir cisim tasavvur ettiğimiz zaman onda üç
boyut tasavvurunu sonsuzda bile zarurî esas olarak düşünürüz. Ve üç boyuttan
fazlasını tasavvur ederken sonsuza kadar konulduğunu farzettiğimiz bir
prensiple ortaya çıktığımızda üstü kapalı bir tenakuz görürüz. O halde ona sade
cisim değil, cisimden fazla bir şey nazarıyla bakmaya mecbur oluruz. Bu
itibarla üç boyutludan fazla bir cisim düşüncesi bize mantıksız gibi gelir.
Bununla beraber şunları da bilmek gerekir. Bir cisim tasavvurunda üç boyutun
zarurî esas sayılması, daha fazlasının olmamasını gerekli kılmaz, imkânını
ortadan kaldırmaz. Bizim his ve tecrübe sahasında bütün algılarımız göreli ve
onlardan alınan cisim tasavvurumuz dahi izâfî ve sonludur. Her izâfet, mutlak
bir muhit dahilinde bir sonla düşünülebilir. Biz sonsuz bir muhit ile
sınırlanmış bir cisim tasavvur edebiliriz. Lâkin muhitsiz olarak sonsuz bir
cisim tasavvuru tenakuz olur. Kendimize karşı hiçbir nokta alamadığımız boş bir
feza, bize bir cismiyet değil, hiçbir şey ifade etmez. İşte bizim his ve tecrübeden
elde edilen bütün ilimlerimiz en sonunda mutlak bir muhit dahilinde bir nisbet
şuuruyla o muhite bir izâfetten ibaret bulunduğunu ve o muhite varılınca bu
oranların tükeneceği, hakiki ilmin ve varlığın her şeyi kuşatan Allah'ın zâtına
ait olduğunu, şu halde gerek cisim tasavvuruna ve gerek Hakk'ı kuşatmaktan berî
olan diğer idraklerimize o hakikatte, mutlak bir idrak kıymeti atfetmeye
hakkımız olmadığını izah etmek isteyenler, üç boyutlu cisim tasavvurunun da
esasen göreli ve sonlu olarak alınması lüzumunu ve eski matematikçilerin ve
kelâmcıların "bürhan-ı türsî" ve "bürhân-ı süllemi" adını
verdikleri delillerle ispat ettikleri gibi bizim cisim dediğimiz şeyin sonsuz
olmayıp sonlu bulunduğunu düşündürmek üzere ondan ötede dört, beş ve daha fazla
boyutlu âlemlerin caiz ve mümkün olduğunu tasvir etmek için şöyle bir kıyas
yürütmüşlerdir. Nokta çizginin, çizgi yüzeyin, yüzey cismin bir sınırı olarak
düşünüldüğü gibi bizim bulunduğumuz üç boyutlu cisim âleminin de, dört, beş
veya daha fazla birer cisim âlemlerinin yüzeyi, çizgisi yahut noktası durumunda
bir sınırı gibi düşünülebilir. Buna bakarak gök tasavvurunda mekânsal boyut
mânâsından ayrılmamak üzere yedi gök hakkında cisimler âlemini, bizim
âlemimizin sıfıra ineceği yedi boyutlu bir âlem mertebesine kadar çıkmak üzere
şöyle bir fikir yürütülebilir: Üçü bizim bildiğimiz üç boyut âlemi, dördüncüsü
bu âlemin bir yüzey mesabesinde kalacağı dört boyutlu âlem, beşincisi bu
dördüncü âlemin bir yüzey, bizim âlemimizin de bir çizgi durumunda kalacağı beş
boyutlu âlem, altıncısı bu beşinci âlemin bir yüzey ve dördüncünün bir çizgi ve
bizim âlemimizin bir nokta mesabesinde kalacağı altı boyutlu âlem, yedincisi de
bu altıncı âlemin bir yüzey, beşincinin bir çizgi, dördüncünün bir nokta, bizim
âlemimizin de sıfır, yani hiç mesabesinde kalacağı yedi boyutlu bir âlem diye
düşünebiliriz. Ve artık kendimizin sıfıra indiğimizi duyduğumuz anda, daha
fazla tezata düşmemek için bu çoğalan kıyası daha ileri götürmeye yetkimizin
olmayacağını anlayarak kendimize dönüp diğer bir âleme geçişle
yükselebileceğimiz zamana kadar hayat vazifemizi yerine getirebilmek üzere
nisbî (göreli) ve izâfi âlemimizin tahlil ve terkibi içinde çalışmamızın
gerekli olduğunu kavramış oluruz. Böyle bir düşünce de bu âyetin anlamına
muhalif düşmez, aksine uygun olur. Ancak burada üzerinde durulması gereken
birkaç nokta vardır.
Birincisi: Cisim tasavvurunu üç boyuttan
ilerisine götürürken ilk adımda kendimizden ve ilk unsurumuzdan çıkmış
bulunduğumuzun farkına varmayarak artan bir cereyana kapıldıktan sonra sonsuzda
da bir daha kendimize dönmemek tehlikesi.
İkincisi: Duyum ve tecrübemiz dahiline
girebilen ilgi noktalarımızdan, onu sınırlandıran mutlak muhite doğrudan
doğruya geçiverecek yerde, mesafeyi uzatmak için dolambaçlara sapmış olmak.
Üçüncüsü: İlgi dairemizin muhiti içindeki
boyut ve uzay mânâsını, o muhitin ötesine kadar götürmeye hakkımızın olmaması
gerekirken onu yavaş yavaş artırarak uzatma selahiyyetini nereden aldığımızı
düşünmemek.
Dördüncüsü: Düşündüğümüz takdirde ise böyle
artan bir kıyas ve düşüncede bilgimiz olan üç boyutlu cisim muhitinden
dışarıya, sırf zihinsel bir hareketle atlayış ve bu suretle etrafımızı kuşatan
cismânî muhitten çıkıp yalnız akıl ve gönül muhitinde ruh âlemine dalmış
bulunduğumuzu ve şu halde enine boyuna ilave etmiş olduğumuz boyutlar gerçekte
cismâni ve mekânî boyutlar ve fezalar değil, sırf zihnimizin manevî uzayı
nisbetinde başlangıcımıza uygun olmayarak ilgimizden fazla bir surette
varsayımlarla uzattığımız manevî boyutlardan ibaret olduğunu, böyle olunca da
Hakk'a ulaşmak için cisim tasavvurunu sınırlamak ve artırmakla uğraşmaktan ise,
o tasavvuru yaparken ruh âleminde yürüdüğümüzü bilerek her iki âlemin muhitine
doğru yükselmenin en sağlam bir hareket olacağını kabul etmek gerekir. Bunu iyi
düşündüğümüz takdirde de alacağımız sonuç şu olur: Üç boyutlu cisim âlemimizin
muhitinde diğer cismânî bir boyut ya vardır ya yoktur. Evvela yok dememiz
gerekir. Çünkü o muhit, bize göre fezalarımızın sonu olmak üzere alınmış
olduğundan tersini farzetmek bir tezat olur. Faraza belki vardır dersek o
boyut, yine gerçekte bizim bildiğimiz üç boyutun farzedilen bir fezasından
ibaret olarak düşünülmesi lazım gelir. Çünkü kıyasımızın ilki, ondan ibarettir.
Tecrübe ile ulaşmadığımız bir sahada yapacağımız tahminî bir karşılaştırmada
neticeyi, mukaddimelerimizin kapsamı sahasından ileri götürmeye asla hakkımız
yoktur. İki kere iki beş eder diyemeyiz. Öyle bir şey farzettiğimiz takdirde de
onu sırf gönül âlemimizde yapar ve vicdanımıza uymadığını bilerek sırf
kuruntulu bir şekilde bir farz olarak yaparız. O halde dört boyutlu cisim âlemi
olan bir gök düşüncesine geçtiğimiz andan itibaren cisimler âleminden çıkmış,
manevî bir sahada hem de ruh ve şuurumuza uygun olan sadık bir ruhâniyyet âlemi
değil, farzedilen bir hayal âleminde dolaşmış bulunuruz. Binaenaleyh dört veya
daha ziyade boyutlu bir cismin mümkün olduğunu farz ve hayal etsek bile,
farzettiğimizin dışında meydana geldiğine hükmedemeyiz. Bu sebeplerle biz bu
varsayımı bir şiir gibi yazıp geçmek isteriz. Ancak tecrübî (deneysel)
idrakimizin bağlılığını ve bildiğimiz cisim tasavvurumuzun sonucunu sıfıra
indirecek dereceye kadar düşündürebilmesi ve yalnız cisim yönünden düşünmeye
alışmış bulunanlara zihin ve ruhâniyet âleminin genişliğini bile
cisimlendirerek, hepsini kuşatan Allah'ın mülkünün büyüklük ve genişliğini
düşünmeye sevketmek gibi bir faydasının olması sebebiyle de, kaydetmekten
kendimizi alamayız.
Bütün bu yollarda yürümek için de ilk şartın
hayat ve şuur olduğunu ve bütün şuurlarımızın mutlak bir muhite dayanan bir
bağlılık nizamı ve kadrosu içinde vakit ilerledikçe arda arda yaratılmakta
bulunduğunu unutmamak gerekir. Öyle olunca da şuurun yaratıcısına teslimiyetini
arzetmesi için kendini ve kendinin gitgide varlığa geçip yaratıldığını
duyabilmesi yeterlidir. Şuurunun bilincinde olarak kendisini tanıyanlar uzağa
gitmeden her şuur mânâsında yaratıcının bir delilini görürler ve O'nun yanında,
önünde ve sonunda "Nerede olsanız O sizinle beraberdir." (Hadid,
57/4) âyetinin sırrına ererler. Bu suretle hareket ve bakışlarında Allah'ı
aramak için değil, "Rabbim benim ilmimi arttır." (Tâhâ, 20/114)
âyetince mülkündeki nimet ve lütufların görünüm tarzını daha ziyade tanıyarak
bilgisini artırmak ve vazifelerini daha güzel yaparak ilim ve amel yönünden
O'nun rızasına yaklaşmak için çalışırlar. Elbette şuurumuzun kavradığı her
zerre ve her cisim hak bir delildir. O'nu ve O'nun varlık tarzını kavrayan şuur
ise, daha büyük bir Allah vergisidir. Ufuklar ve nefislerden ilim ve amel
kanatlarıyla Allah'ın mülkünde uçmak ise en büyük devlettir. Fakat bedenimizle
içinden çıkamadığımız âlemleri şuurumuzla kavrayıp da Rahmân'ın yanına ruhen
bilgi ve iman ile uçabilmek için cisim tasavvuru içinde kuşatıldığımız üç
boyuttan daha fazlasını aramakla meşgul olacağımıza, bütün cisimler âlemini
yeryüzü ile gök arasında kavradığımız gibi üç boyut mahiyetiyle kavramakla
yetinip, ondan çıkınca sırf ruhâniyet âlemine girmiş olduğumuzu tasdik etmek ve
buradan ruhâni ve cismânî iki bakışın şuurumuzdaki uyumundan kendimize dönerek
hak fikrine nefsi teslim etmek daha pratik bir yoldur. Şu halde yedi göğü, ya
evvelki ya ikinci mânâ ile düşünmek, genellikle kendimize daha kuvvetli bir
uyum sağlayabilir. Mamafih yedi göğü bilebildiğimize göre, gerek göklerden
yedisini kapsayan bir manzume (sistem) âlemi ve gerek yedi idrak âlemi; gerekse
tasavvur edebildiğimiz üç boyutlu cisimler âleminin üstünde olmak üzere
hakikatini kavrayamadığımız yedi boyutlu âlem diye düşünelim, şu muhakkaktır ki
Allah Teâlâ, hakikatlerinin tafsilâtını kendi bildiği yedi gök yaratmıştır ki
bunlar, hep birbirine uygun, yahut tabaka tabaka(dır). Tıbak kelimesi ya
mastar, yahut çoğuldur. Müfessirlerin çoğunun tercih ettiği mastar olması
durumuna göre bu kelime, "mufâale" babından "vifâk" ve
"muvafakât" gibi "mutabakat" mânâsına mastar olup sülâsisi
(üç harflisi) "tı"nın esresiyle "tıbk"dır. Burada
kelimesinden hal olduğu için "zâte tıbâkın" "tabakalı" veya
"mutabakaten" yerindedir. Bir diğeri ile ahenkli, hep birbirine uygun
demek olup birden fazla olmalarıyla beraber aralarındaki sıkı irtibat düzenini
ifade eder. Bu mânâ gezegenlerin her birindeki özellikle beraber bir çekim
etrafındaki ahenklerine uygun olduğu gibi bir ışıkla bir sıcaklık ve bir ses
gibi ayrı ayrı hislerle idrak edilen hadiselerin gerek ufuklarda ve gerek
nefislerde birbirine uyum gösterip kaynaşarak beraberce bir hakikatı haber
vermeleri haline de uygundur. Bu uyum olmasaydı, biz tecrübe sahasında muhtelif
özelliklerimizin duyumlarını ortak bir his ile alıp da hususî bir suretle
hafızamıza koyamaz, üzerinde aklımızı işletemez, hariçde yerlerini tayin edemez
ve bir hak fikrine ulaşamazdık. Tam anlamıyla şirk ve perişanlık içinde kalır,
ruhumuzun birliğini bile bulamazdık. İkincisi: "Tabak," yahut
"tabaka"nın çoğulu olmasıdır ki, "Kâmus" sahibinin
"Besâir"de anlattığına göre tabak veya tabaka, bir şeyin uygun olan
kapağı ve örtüsünü ifade edip, ona benzetme yoluyla alt kata uygun gelen üst
kata, yüksek rütbeye ve dereceye denilir. Ve çoğulunda "etbak" ve
"tıbâk" kullanılır. Bu mânâda "tabaka tabaka" demektir.
Müfessirlerin bazıları da bu mânâyı tercih etmişlerdir. Bu da her üç mânâya
uygundur. Çünkü gezegenlerden her biri merkez etrafında birbiri üstüne böyle
tabaka tabaka birer gök sahası oluşturdukları gibi, idrakler (algılar)
âlemimizde en aşağıda tatma, onun üstünde dokunma, onun üstünde koklama, onun
üstünde işitme, onun üstünde görme, onun üstünde akıl, onun üstünde vahiy
hadiseleri ve ilgili hususları olmak üzere tabaka tabaka birer genişlik sahası
arzederler. Üç boyutlu gök, dört boyutlu gök vb. diye düşünülebildiği surette
ise her iki mânâda da tıbak anlamı daha doğrudur. Âyette "etbakan"
veya "mutabi-katin" denilmeyip de buyurulması, her iki anlamın da
doğru olduğunu gösterir. Bununla beraber bu şekilde izah edilmesi, asıl
kasdedilen tabakalardan uyum ve ahengi anlatmaktır.
Tefsircilerin çoğunun bu görüşü tercih
etmeleri de, sözgeliminden dolayı olmalıdır. zira uyumu ifade etmek için
uygunsuzluk ortadan kaldırılarak buyuruluyor ki Rahmân'ın yaratmasında hiçbir
uygunsuzluk göremezsin.
Tefâvüt, aslında tenakuz ve tehâlüf (birbirine
zıt olma) gibi iki şeyden birinin diğerini elden çıkarır şekilde uygunsuzluğu,
perişanlığı ve başkalığı demektir ki, münasebetsizlik ve nizamsızlık diye
tefsir edilir. Yani bütün bu gökleri Allah Teâlâ rahmet ve ihsanının eseri
olarak hepsinin üstünde kendisinin birliğini, kudret ve izzetinin büyüklüğü ile
merhametini tanıtmak üzere yaratmış ve o hikmet ile onları tabaka tabaka
çeşitli boyut ve genişlikte halketmekle beraber hepsini hem bir diğerine uygun,
hem size uygun bir nizam, bir görünüm ve değişmez bir uyum ve ahenk içinde
yaratmıştır. Ondan dolayı ey muhatap! Yeryüzünde sen onları o ahenk ve nizamla
kuşatılmış bir birlik içinde görür ve onlardan Rahmân'ın rahmetini sezerek ona
ulaşmak için aykırı gitmeyip, birlik düzeni ile hareket etmenin gerekli
olduğunu anlayabilirsin. Bak, o Rahmân'ın yarattığında bir nizamsızlık, bir
münasebetsizlik göremezsin, haydi o Rahmân'ın sende yaratmış olduğu gözü döndür
de bak, hiçbir fütûr, yani birlik düzenini bozan veya seni onların ötesine
geçiren bir çatlak, bir kusur, bir delik, bir bozukluk görebilir misin? O halde
sen gözünü açacak, o rahmet nizamından istifade ile en yararlı işe koşacak,
yükselecek yerde, ona gözlerini yumup küfür ve isyan ile o nizamı kaldırmaya ve
mülkün dışına çıkarabilirmişsin gibi kafa tutmaya nasıl cesaret edebilirsin?
Fütur, şak, yani yarık ve çatlak demek olan
"Fatr" kelimesinin çoğuludur. Burada ilk bakışta eski filozofların
ileri sürdüğü göğün yırtılma ve kapanmasının mümkün olmadığı hakkındaki
iddialarına bir delil zannedilebilir. Fakat yarık bulunmaması başka, esasen
böyle bir şeyin mümkün olmaması başkadır. Enbiyâ Sûresi'nde "İnkâr
edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden
ayırdığımızı görüp düşünmediler mi?" (Enbiyâ, 21/30) âyetinde yerin ilk
anda gökle bitişik halde iken sonradan ayrıldığı beyan edildiği gibi, ayın
yarılması "Gökyüzü yarıldığı zaman" (İnfitâr, 82/1), "Gök
yarıldığı zaman" (İnşikâk, 84/1) gibi âyetlerle kıyamette göğün çatlayıp
yarılacağı haber verilmiş ve yaratılmış oldukları açıklanmış olmakla yarılmanın
ortadan kaldırılmasından, gerek gökyüzü içindeki cisim ve yıldızların ve gerek
göğün kendisinin yeryüzünde olduğu gibi esasen yarılmalarının mümkün olduğu
hususunu ortadan kaldırmayı gerektirmez. Yapan, elbette yıkmaya kâdirdir.
Maksad, Allah'ın kudretine nazaran yarılmaları, bozulmaları ve yapılmaları
ihtimalini imkânsız kılmak değil, varlıktaki birlik ve bağlılık manzarasını
göstererek, Allah Teâlâ'nın mülkünün genişlik ve büyüklüğünü,
yaratılışlarındaki düzen ve intizamın akılları hayrette bırakan
mükemmeliyetini, kusursuzluğunu, tabakaların, çeşitliliğin ve parçalarının
çokluğuyla beraber görünüm ve sisteminin kavranmaz ve ötesine geçilmez İlâhî
kudret çemberi içindeki birliğini ve o muhit altında yaratılmış bakışların
sınır ve nisbiliğini (göreceliğini) ve onun içinde ne kadar yükselirlerse
yükselsinler üstüne ve dışına çıkmak için bir sınır, bir delik bulunmasına
kullar tarafından imkân ve ihtimal olmadığını anlatmak olduğu âşikârdır. Şu
halde demek ki, esasen yarılma, yırtılma ve kapanması mümkün olmayan şey, gök
cisimleri veya gökyüzünün bizzat kendisi değil, onları içinden ve dışından
kuşatan ve hepsinin üstünde bulunan ilâhî, kudrettir. Bir ilâhi rahmet olan o
bakışlardan sâbit olacak olan da budur. "Mutlak hükümranlık elinde olan
Allah, yüceler yücesidir" (Mülk, 67/1), "O Rahmân, Arş'ı hükmü altına
almıştır." (Tâhâ, 20/5) âyetleri de Allah'ın yüce kudretine işaret
etmektedirler. İşte O, öyle aziz, öyle gâfurdur. Bu, yön ve mekân kasdıyla
değil, cisim, ruh, mekân, zaman, madde ve mânâ yönüyle ulaşılabilecek her
yüksekliğin üstünde hepsini kuşatan demek olan bir mânâ iledir ki Allah, için
"fevka's-sema" "Semanın üstündedir" ve
"fevka'l-Arş" "Arş'ın üzerindedir" denilir. "Allah her
şeyi kuşatmıştır." (Nisâ, 4/126), "Allah her şeyi ilmiyle
kuşattı." (Talâk, 65/12)
Buraya kadar âyette yer alan "görmüyor
musun?" "göremezsin" ifadeleri iki bakışı göstermiş olduğu gibi,
"bakışı döndürmek" tabiri de tekrar etme mânâsına gelmektedir.
4. Bilindiği gibi göz iki, idrak birdir. Bunda,
bir taraftan nisbet (oran) ve izafetin (bağlılığın) sınırını oluşturan
noktaların elastikiyeti ile bakış mertebelerinin genişliğine, bundan dolayı
tecrübe sahasında hakikati araştırmak için, bakışların dikkatle tekrar
etmesinin gereğini hatırlatmak, diğer taraftan da Allah'ı tanımaya doğru
yükselmek için bakışın subjektif ve objektif yönlerini dahi düşünerek hareket
etmenin lüzumuna bir işaret vardır. Nitekim bunu daha açık olarak anlatmak
üzere burada iki gözü birleştiren görme duyumunun dayanıp kaldığı cismâni madde
bir an durup düşündükten sonra sezgiyle daha fazla derinleştirmek ve tetkik
etmek için bakışların tekrarı açıkça ifade edilerek gecikmeye konu olan ile
buyuruluyor ki: Sonra yine tekrar tekrar bakışını çevir o çift gözün
birliğinden çıkan bakış ve görüş kuvvetlerini döndürüp döndürüp tekrar tekrar
bak. Esasen nin tesniyesi olduğundan "İki kere" demektir. Bununla
beraber "lebbeyk" "emir sizindir efendim" ve
"sa'deyk" "baş üstüne" gibi bazen matematikte olduğu gibi
şekilde tekrar ile çokluğu, tekid ve takviye etmek için kullanılır ki bizim
tekrar tekrar tabirimiz de böyledir. Bu yönüyle ifadenin, yaratılışımıza ve
bizimle ufuklarımız arasındaki nizam ve irtibatla öyle güzel bir uyumu vardır
ki, anlatılmasına beşerin gücü yetmez. Bu âyette hem baş gözlerinin
çifteliğine, hem onunla beraber ikisini bir idrakte birleştiren sezgiye, sonra
bu idraki sınırlayan âfâk ve enfüs dış ve iç ikiliğine ve daha sonra o ikinin
aralarındaki birlik nizamıyla, birliği noktasından ardarda yağıp duran şuur ve
idrak nurlarının çokluğuna ve bundan o çokluğu kuşatan Hak Teâlâ'nın birlik ve
yüceliğine ve O'nun büyük kuşatması içinde hiçe inen ve ancak O'na bağlılık
rahmetiyle yaşayabilen benliğimizin acz ve zilletine gayet açık ve mertebeden
mertebeye katmerli ve tekidli bir beyan vardır. "Gözler O'na erişemez,
halbuki O, gözleri görür." "Size Rabbiniz tarafından kalp gözleri
verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de (gerçeğin
karşısında) kör olursa zararı kendinedir..." (En'âm, 6/103,104) âyetlerinde
de bu mânâ vardır. Onun için bakışlar ne kadar genişletilirse genişletilsin
varılacak sonuç budur. Bakışları çevirdikçe göz sana geri döner. Yani göklerde
geçecek bir yarık veya kaçacak bir delik arayan o çifteli göz ne kadar çabalasa
bu mülkten çıkacak başka bir saltanata geçecek bir çatlak, bir kusur bulamaz,
çaresiz geri çevrilir, sana döner, öyle ki aradığı kaçamağı bulmaktan mahrum
hakir, sürgün ve düşkün, yahut nihayetine ulaşılmaz o genişlik ve büyüklük
muhitinden fışkıran rahmet nurları, kudret izleri ve heybetin kuşatıcı şaşaası
karşısında hayret ve dehşetle bulanıp, kamaşmış ve hayretler içine düşmüş,
baygın bir halde. Hâsien, 'dan ism-i fâildir ve basardan haldır. iki mânâya
gelir. Birisi, köpeği azarlayıp, hakaret ederek kovmak, sürmek ve uzaklaştırmak
mânâsına geçişli (müteaddi) veya öyle kovma gibi hakaretle def olup gitmek
anlamında geçişsiz (lazım) olur ki, "Buyurur ki: Alçaldıkça alçalın orada!
Bana konuşmayın artık!" (Müminûn, 23/108) âyetinde de bu anlamdadır. Bu
âyette de, istiâre yoluyla ekseriya bu mânâda tefsir edilmiştir.
İkincisi de gözün dumanlanıp kamaşması, uyuşup
gücünün kaybolması mânâsına lazım fiil olur ki, bazıları da burada bu anlamı
daha tercihe şayan görmüşlerdir. Mamafih bu mânâ şu kelimede de vardır. Ve
öyleki o göz yorgun ve bitkindir. Yahut bütün çabalamasına rağmen bir çatlak
bulamayıp gördüğü sanat inceliği, çarpıldığı kudret izleri ve karşılaştığı
büyüklük karşısında hayret ve dehşete düşmüş, acizliğini anlamış, onları delip
daha ileri gidemeyeceğini farkederek haddini bilmiş olarak sana döner. O muhit
içinde bütün o duygular, o bakışlara akseden nurlar ve izler sana döner, sende
bir vicdan olur. Sen onların içinde iken bu defa onlar senin içinde bir şuur
olarak bulunur. Bu kere de bir cisim ve ruh açık ve gizli bir bağlılık ve
karşılaşma içinde, her taraftan kuşatılmış bir uyum noktasında, hem kendini,
hem muhitini sezen o birlik merkezinde Hakk'ın birliğine, ilim ve kudretinin
kapsamına iman ve irfan penceresi olan bir kalp bulursun. O vakit, o aşılmaz
yüksek muhit, o deliksiz geniş mülk içinde o manzaranın çizildiği nefsinde
bulduğun kalp penceresinden aldığın iman ve irfan nuruyla bu mülkün sahibine
karşı kendinde olan acizlik ve zilleti ve aynı zamanda ona bağlılıkla ulaşmış
bulunduğun yaratılış feyzi ve rahmet eserini vicdanında idrak edip kendini ve kendi
haddini ve durumunu, dünya ve ahiret ile gayeni tanır ve bakışla erdiğin o
gayeye, amelle ulaşmak için takip edilmesi gereken vazifeni araştırmaya
koyulursun. Eğer gözün, sezgin ve sağlam vicdanın var da hayattan nasip almak
istersen, O Aziz ve Gafûr'un izzetinden korkar, mağfiret ve rahmetine sığınır,
o büyük mülkte O'nun emir ve düzeni dairesinde en güzel amellerle rızasına
ermeye çalışırsın.
Hasir, hasr veya husûr, yahut hasretten hâsir
veya mahsûr mânâsına "feil" viznindedir. Hasr, esasen kapalı ve
örtülü bir şeyi açmak, sıyırmak, keşif ile ortaya çıkarmak mânâsınadır. Mesela
"Kadın, yüzünden örtüyü sıyırdı, açtı." demektir. Bu mânâdan alınarak
hayvanı kuvvetli durumdan çıkarıp güçsüz hale getirecek derecede sürüp yormaya
da hasr denilir. Müteaddi (geçişli) olan bu mânâlardan "hasîr",
mahsûr yani açılmış yahut sürülüp yorulmuş, bitkin bırakılmış demektir.
"Hâsir" de böyle çok yorup mecalsiz bırakan mânâsınadır. Zuhûr
vezninde "husûr" da lazım (geçişsiz) olarak örtülü bir şeyin açılıp
keşfedilmiş olması ve gözün uzun uzadıya ve bir düzüye bakması sebebiyle
yorulup kuvvetten kesilerek donuk hale gelmesi anlamındadır. Bundan da hasir,
hasîr, yani açık veya bütün zayıflığı meydana çıkmış, yorgun ve bitkin
demektir. Bu kelimede, bizim "Tokatı yeyince gözü açıldı."
tâbirimizde olduğu gibi, gözü açılmak ayrıca haddini bilmek ve etrafını anlamak
mânâları bulunabileceği gibi uzaklaşmak mânâsı da vardır. Hasîr, bir de
hasretten mütehassir "özlem çeken" mânâsına gelir. Hasret de, elden
çıkan bir şeye üzülmektir. Rağıb'ın "Müfredât"da, kamus sahibinin
"Besâir"de anlattıklarına göre "Hasr" maddesi esas
itibarıyla keşfetmek mânâsına kullanılıp diğer mânâlar birer münasebetle ondan
çıkarılmıştır. Süprüntüyü gideren süpürgeye, fırçaya (mahsire) denilir, çünkü
süpürge, süpürülen yeri açmaktadır. Yorulup dermansız kalmaya da husûr denilir,
çünkü kuvvet ve güç ondan alınmış bulunmaktadır. Elden kaçırılan şeye üzülmeye
de hasret denilir. Çünkü onun değerini bilmeye mâni olan cehalet perdesi
açılmış, aşırı kederden kuvveti gidip yorgun düşmüş, yahut elden kaçan şeyi
tedârik etmekteki acizliği ve elemi ortaya çıkmış bulunmaktadır."
Kısacası, hasîr, açık, yorgun ve üzüntülü mânâlarını ifade edebilirse de,
bilhassa göz için kullanıldığı zaman yorgun ve bitkin demek olduğundan müfessirler
burada hâsir zelil, hasîri ise kelîl (gözleri iyi görmeyen) diye tefsir
etmişlerdir. Mamafih böyle olması, diğer mânâlara işaret etmekten uzak
değildir. Açıklığı muhite, hasreti nefse ait olarak düşünebiliriz. Şunu da
ifade edelim ki, (Mülk, 67/4) âyetinde tasavvufçular tarafından söylenegelen
"Kendini tanıyan Allah'ını da tanır." vecizesi için bir kaynak ve
doğruluğunu ispat eden bir anlamın bulunduğu da gizli değildir. Ufuklarda
dolaşan bakışın yaratılış nizamında bir, çatlak bir geçit bulmaktan üzüntülü ve
bitkin, zelil ve körleşmiş olarak nefse dönüşünde, bilgi sırrının nefiste
tecelli edeceğine, kulluk acizliği ile rablık kudretinin keşfedilmesi noktası
olan vicdan ile varlığın "ben" ile "sen"in birbirine
bağlandığı bir bağlılık düğümü demek olan kalbde bulunabileceğine bir tenbih
vardır. Bu suretle Rahmân'ın yarattığı yaratılış nizamının, içinden çıkılmaz
genişliği ile beraber en derin bakışlarla bile onun birliğini bozacak bir ayıp
ve kusur bulmak ihtimali olmadığı, küfür ve şirk ile onun galibiyet sahasından
çıkmak isteyenlerin çabalamalarına rağmen ondan kurtulabilecek veya
aşılabilecek en cüz'i bir yarık, bir delik bulabilmelerine imkân bulunmadığı ve
bu hakikati, göz ve sezgi gücü olanların yine Rahmân'ın rahmet eseri olarak
subjektif ve objektif bir birlik nizamında birleştiren bilgi ışığıyla kâinattan
kendilerine geçerek kalplerinde bulabileceklerini, nazarî olarak tanıttıktan ve
göğü yere indirdikten sonra bu defa da yerden göğe, nefisten Allah'a, yokluktan
ebediliğe, alçaklıktan yüceliğe amelî olarak yükseltmek için maddî, manevî, nur
ve nâr, müjde ve korkutma şimşekleriyle en yakınımızdan bakışlarımızı kuşatıp
duran dünya semasının süslü çekimi ve güçlü itmesiyle donatılmış güzel
manzarasına idare ve inzibat tarzına dikkatimizi çeken, güzellikle çirkinliğin,
iman ile küfrün, doğrulukla şeytanlığın sonuçlarını mukayese ile ferdî ve
ictimaî hayatta müjde ve tehdid ile vazife hissini heyecanlandırmak ve güzel
bir intizamla çalışma ve iş yapmaya teşvik için buyuruluyor ki:
5. Andolsun biz o dünya göğü(nü) nice nice
kandillerle donatıp süsledik. Sema-i dünya terkibini, "dünyanın göğü"
şeklinde izâfet terkibi zannederek yanlış anlamaya alışmış olanlar, bizim
"dünya sema" dememizi tuhaf bulurlarsa da doğrusunun, dünya sıfat,
sema mevsuf olarak bir sıfat terkibi olduğunu anlatmak için yukarıdan beri
"dünya sema" demeyi tercih ettik ki, hayat-ı dünyaya "dünya
hayat" dememiz de böyledir. Gerçi dünya lafzı, lisanımızda olduğu gibi
"galib sıfat" kabilinden isim olarak kullanılırsa da, Kur'ân'da hep sıfat
olarak zikredilmiş olduğundan o mânâyı korumak gereklidir.
Dünya, "ednâ" müennesinin ism-i
tafdili olup "denâet" yahut "dünüvv"den türemiş olmasına
bakarak en aşağı veya en yakın gök demek olduğu söylenebilir. Fakat bu dünya
göğünde maksadın hangisi olduğu konusuna gelince, burada iki görüşün
varlığından söz etmek durumundayız. Birisi, zikredilen yedi gökten biri olup,
bize doğru aşağıda bulunan ve en yakın olan birinci gök olmasıdır ki, arzımızın
boşluğundan ve hatta sathından itibaren ayın, yörüngesinin üst sınırına kadar
bir senede dönüp dolaştığı dairenin iç ve dış hudududur. Buna eski astronomi
bilginleri ay yörüngesi demişlerdir. Ancak görünen yıldızların burada yer
almamasından dolayı müfessirler bu konuda ihtilâfa düşmüşler çokları, kandillerle
süslü olan dünya göğünün ayın yörüngesinden çok daha geniş olmasının
gerekeceğini söylemişler, bazıları da, yıldızlarla süslü olması için görünen
yıldızların hepsinin o yörüngenin içerisinde bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bahâü'd-din Âmûlî bu konuyla ilgili olarak "Keşkül"ünde şöyle bir
yorumu zikretmiştir: "Andolsun ki biz dünya göğünü süsledik." Sözü,
yıldızların ayın yörüngesinde toplandığını göstermez, belki sözkonusu
yörüngenin onlarla süslendiğine delalet eder. Gerçekte feleklerin (göklerin)
şeffaflığından dolayı o da öyledir. Aynı şekilde "Bunları şeytanlara atış
taneleri yaptık." (Mülk, 67/5) sözü de yıldızın kendisinin düşmesini
gerektirmez ve bundan günlerin geçmesiyle yıldızların noksanlaşması lazım
gelmez. Nihayet gerekli olsa bile belki Şihâb denilen ateşlerin yıldızlardan
kopması gerekir. Bununla beraber yıldızların hepsinin sekizinci semada
toplanmış olduğu ve ay yörüngesinde aydan başka yıldız olmadığı konusunda delil
getirilmiş de değildir. İhtimal ki gözlenmemiş yıldızların birçoğu onda toplanmıştır
da, Şihâblar (ateş parçaları) da onlardan düşmektedir." İşte ayın
yörüngesi, dünya göğü olmak üzere, bu âyete tatbik edilmek istenen eski
astronomi bilginlerinin görüşleri özet olarak bundan ibarettir. Bu fikrin son
kısmı oldukça dikkat çekicidir ve Saffât Sûresi'nde geçtiği gibi zamanımızdaki
yıldız kaymaları hakkındaki görüşlere hayli yakın olması sebebiyle burada
zikrediyoruz. Şihâb ve rücûm meselesine girmeden önce şunu ifade edelim ki,
sadece ay yörüngesi değil, o da dahil olmak üzere yeryüzünün birinci göğü
içinde aydan başka kandil yok değildir. Zira yukarıda belirttiğimiz gibi Güneş,
Utarid, Zühre ve Ay dördü de bu göğün dahilindedir. Yeryüzünün bu göğü içerden
bunlarla, daha yukarıdan da göğün şeffaflığı sebebiyle ışıkları bize gelebilen bütün
yıldızlarla süslenmiştir. Lakin şunu da itiraf etmek gerekir ki bu suretle
görünen süs, yalnız birinci göğe mahsus değil, ilk mülahazada saydığımız yedi
göğün hepsinde de görünmektedir. O halde "Muhakkak ki biz göğü kandillerle
süsledik." denilmeyip de dünya vasfıyla kayıtlanmasının faydası nedir? Bu
sorunun cevabı şu iki hususun dışında değildir. Ya âyette geçen
"mesâbih" (kandiller)den maksat, genellikle görülen yıldızlar değil,
arz boşluğunda fişek gibi parlayan ve kayıp düşen ateş parçalarıdır. Yahut da
dünya semasından murad, uzun uzadıya anlatıldığı gibi, birinci gökten daha
geniş görünen yıldızlar alanının hepsini kapsamak üzere, sema hududuna kadar
olan alandır. Evvelki ihtimal mümkün değildir. Çünkü Sâffât Sûresi'nde
"Biz, yakın göğü, bir süsle, yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6)
âyetine göre zinetin, yıldızlar olduğu ifade edilmiştir. Sonra da "Ancak
(meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da delen ve yakan bir
alev takip eder." (Saffât, 37/10) âyetinde de şihâb-ı sakıbın (delici
alevin) ayrıca zikredilmesinden dolayı burada süsleme açısından kandilleri
(mesâbihi) şihâblara (alevlere) hasretmek doğru olmaz. Bütün bunlardan çıkan
sonuca göre en doğrusu, ikinci görüştür ki muhakkik âlimler de bu görüşü tercih
etmişlerdir. Yani dünya seması, yedi olarak sayılan göklerin bize doğru alt
tabakası olan birinci gök demek değil, yerin karşıtı olarak üstünde
bakışlarımızı sınırlayan yüksek tavan halindeki mutlak gök muhitinin yeryüzüne
kadar görüş sahamızı teşkil eden iç yüzü, bize bakan alt cephesi, yeryüzü
boşluğundan itibaren üzerinde görülen ve görülebilecek olan manzaralarını
kuşatıcı olarak süslü kubbe şeklinde bakışımıza resmedilen muhitin içidir ki,
ilk cismânî düşüncelerdeki yedi göğün içini, ikinci düşüncedeki yedi göğün
hususi olabilen kısmını kapsar. Buradaki dünya lafzı, yalnız yerin semasına
nazaran yukarının karşıtı değil, yeryüzüne nazaran yukarı demek olan gök
cinsinin üstü mânâsına yukarının karşıtı veya ötesi mânâsına diğerinin
karşıtıdır. Tıpkı dünya yurdu, ahiret yurdu ve dünya hayatı, âhiret hayatı
tabirlerindeki mânâ gibidir.
Kısacası, bizim gök dediğimiz, muhitin dışı
değil, içi; üstü değil, altı demektir. Biz her ne görsek bunun içinde görürüz.
Bütün gördüğümüz yıldızlar, gezegenler, yerinde durur gibi görünen yıldızlar
(sâbiteler), sistemler, burçlar, tabakalar ve teşekküller bunun içindedir.
Bunun üstü, dış yüzü, daha ilerisi, ancak Allah tarafından bilinebilir. Orası
Kürsî ve Arş cephesidir. Sidre-i müntehâ ve bize gizli kalan Cennetü'l-Me'vâ
da, Arş'ın altında ve dünya semasının son sınırı olan yedinci göğün dış
yüzündedir. Hadislerden anlaşılan da budur. Allah dostları, hakka oradan
yaklaşırlar. Bütün o kandiller bizi oraya ulaştırmak için lambalar,
fenerlerdir. Biz o sınırı, o noktayı sezmedikçe, dünya seması hakkında
ihtilâflardan kurtulamayız.
Âlûsî der ki: "Mesâbih, sirâc yani kandil
demek olan mısbâhın çoğuludur. Kandiller, yıldızlardan mecaz yapılıp, sonra
çoğul kılınmış, yahutta ilk önce yıldızlardan mecaz yapılmıştır." Lugat
âlimlerinin bir kısmı misbâhı, kandilin durduğu yer olarak tefsir etmişlerdir.
Bu da, mecazın mecazı demektir ki, buna ihtiyaç da yoktur. Çünkü onlar,
kandilin kendisine dahi misbâh denildiğini açıklayıp durmaktadırlar.
"Mesâbih" kelimesinin nekre olarak getirilmesi de ta'zim içindir ki
bu, sizin bildiğiniz kandiller gibi değil, büyük kandiller demektir. Çeşit
çeşit kandiller mânâsına nevi ifade ettiği söylenmişse de, önceki daha
uygundur. esasen kastedilen de, geceleyin kandilin ışık vermesi gibi etrafa
ışık veren gezegen ve sâbit olarak görünen yıldızlar gibi bütün yıldızlardır.
Şuna dayalı olarak ki; bütün bunlar yakınlık ve uzaklık itibariyle birbirinden
farklı semalar ve mecralar oldukları halde, dünya semasının boşluğu
içindedirler. Göğün felekten ibâret olması ise selefin anlayışına ters
düşmektedir. O, ancak ilk felsefecilerin sözleriyle, şeriatı cem etmek
isteyenlerin görüşüdür. Bu görüş, zamanla müslümanlar arasında yayılmaya
başlamış ve ona inananlar da olmuştur.
Atâ'dan nakledilen şöyle bir haber vardır:
"Yıldızlar, yer ile gök arasında, meleklerin ellerinde nurdan silsilelerle
asılı kandillerdedir." Buna bakarak göğün kandillerle süslenmesi,
"tavan kandillerle süslendi" denilmesi gibidir. -Yani süsleme göğün
içinde demektir.- O haber, pek sahih olmasa da anlaşılan mânâ budur. Dünya
semasının ayın yarılması bâki, altısının da meşhur tertib üzere diğer
gezegenlerin semaları olduğuna ve sâbiteler için Şeriat dilinde Kürsî tâbir
edilen hususi bir yarık bulunduğuna inananlar, yahut dünya semasının yedinci
gök sayılan Zuhal semasında olmasını veya bazısının bir semada diğer
bazılarının da daha üstte başka bir semada olmasını veya hepsinin bir felekte
ve yediden başka bir semada bulunmasını ve az sayıya bağlamanın, çoğu ortadan
kaldırmayacağını caiz görenler de şöyle demişlerdir: "Kandillerle
süslemenin bu göğe tahsis edilmesi, şunun içindir: Zira onlar, ancak göğün
üzerinde görülür ve onun üstünde başka bir cisim görünmez. Yahut umuma anlatmak
gereğine riayet etmek içindir. Çünkü semadan, semayı seçmek, herkes için mümkün
değildir. Çünkü onlar yıldızları, en yakın göğün bir sergisi üzerinde parlayan
değerli taşlar gibi görürler. Bugünkü astronomi bilginlerinin dediklerine
itibar edenlere gelince onların da bu konudaki görüşleri şöyle özetlenebilir:
Yıldızlar, feza denizinin boşluğunda hikmetin gerektirdiği hususi şekil üzere
yüzen acaib kudretli gemiler ve onların fezadaki yörüngeleri de, onların
semalarıdır. Her biri hareket ederken boşlukta veya ona benzer yerde
birbirlerine çekim kuvvetleriyle bağlı ve irtibatlı olarak hareket ederler. Hem
kendi eksenleri üzerinde hem de bunların dışında hareketleri vardır. Meşhur
olduğu şekilde yıldızlar, yörüngeler veya gök adına ne hafif ne de ağır olmayan
şeffaf ve katı cisimlerde gömülü değillerdir. Şimdiye kadar bilinemeyen gizli
bir sebepten dolayı hepsi yakın görünürlerse de, yakınlık ve uzaklıklarında
büyük fark vardır. O derece ki güneşin ışıkları, aramızdaki otuz dört milyon
fersah (ki yüz elli küsur milyon kilometre) mesafeden bize sekiz dakika on üç
saniyede ulaşırken, o yıldızlardan bazılarının ışığı bize birkaç senede ancak
ulaşır vb.. Bunları nazar-ı itibara alanlar da demişlerdir ki: "Dünya
seması ile bu fezadaki hususi bir tabakanın, mesâbih ile de yıldızların
kendilerinin kasdedilmiş olması caizdir. Çünkü bunlar, bir sarayın boşluğu
içinde uçan ve alay alay dolaşan kuşların süslemesi gibi, o tabakayı
güzelleştirmektedirler. Yahut onun üstünde bile olsa görülebilen yıldızların
hepsidir. Tezyini de, zikredildiği gibi semada gösterilmiş olmaları
itibariyledir." Âlûsî, bunları kaydettikten sonra da şu yorumu
nakletmiştir: "Bilirsin ki, felsefecilerin delil ve haberlerinin ifade
ettikleri anlamı tatbik etmeye çalışanlar, pek de tamam olmayacak bir işe
başlamış olurlar. Allah ve Resulü ise uyulmaya daha layıktır." Evet naklî
tevil (yorum), ancak onun mânâsının hilafına akli delil ileri sürüldüğü zaman
gerektir. Felsefecilerin delillerinin çoğu ise, şeriat âlimlerinin delillerine
aykırı olanı doğru şekilde ispattan acizdir. Böyle olması da, onun
kandilleriyle aydınlanmış olanlara gizli değildir.
Eski astronomi âlimlerinin müsbet hesap dışına
çıkan yörüngeleri ve göğü görüldüğü gibi şeffaf bir hoş cisim, bir kör dalga
halinden çıkarıp ne hafif ne de ağır olmamakla beraber şeffaf ve yıldızların
çakılı olarak konulmuş olduğu birer katı cisim halinde düşündüren felsefî
nazariye ve konularının hepsinin meşhur olduğunu farzederek âyet ve haberleri
ona göre te'vil edenlerin henüz sabit olmayan varsayımları müslümanlar arasında
dinî ve kitabî birer inanç gibi haber yaymaya sebep olmuş ve bu vesile ile
Kur'ân ve hadislerin gereksiz yere zahirî mânâları hilafına gidilmiş
bulunduğunu birçok müfessir gibi farketmiş olan Âlûsî, yeni astronomi
bilginlerinin anlayışlarından bahsederken, aynı hataya düşmemek için tedbiri
elden bırakmayarak, günün birinde değişme ihtimali bulunan ve henüz ilim ve
fennin kesin sınırları içine girmiş olmayan felsefî teori ve varsayımlar
alanında, akıl ve naklin dış anlamının aksine görünen durumlarda tevil yoluna
sapmayıp, aklımızın hakkıyla kavrayamadığı mutlak hakikat sınırını, Allah ve
Resulünün verdiği haberleri, kendi göreli fikrimiz içinde çözümleyivermek
sevdasına düşmemeyi ve hissedileni hissedilen, akılla bilineni akılla bilinen
ve doğru haberle nakledileni nakledilen yerinde, her birinin hak ve
kıymetlerine göre uygunluk noktalarını zâyi etmeyerek anlamaya çalışmayı ve
ihtilâflı noktaları, tersi küfür ve sapıklık olan dini bir inanç haline
getirmemeyi tavsiye etmiş demektir ki ne taassub, ne de şeytanlık ve
şarlatanlık havalarına kapılmamak için Ehl-i Sünnet âlimlerinin tutmuş
oldukları hak ve marifet yolu da budur. Biz de bu fikir ve inançdayız. Bu esas
çerçevesinde şunu söylemek isteriz.
Gerek eski ve gerek yeni astronomi bilginleri
tarafından ileri sürülen fikirlerin hepsi, sırf bir felsefî fikirden ibaret
olmadığı gibi, hepsi kesinlikle ispat ve tecrübe edilmiş ve edilebilecek
matematik, mekanik, felsefe, kimya, mantık ve fen bilimleri kabilinden de
değildir. Hatta bu fenlerin prensiplerinde bile herkes tarafından bilinir hale
gelmemiş nice münakaşalar, konular, varsayımlar ve açık olmayan tasavvurlar
bulunduğu gibi, neticelerinde ve ortaya koyduklarında da, zaruri olmayan şiir
halinde düşünceler vardır. Eski astronomi âlimlerinde de kesin hesap sahasına
girmiş matematik ve fenne dair malumat yok değildir. İki bin seneden fazla bir
zamandan beri gezegenlerin yakınlığı, birleşme ve karşılaşmaları, ay ve güneş
tutulmaları hesap ediliyordu. Fakat harekatın sebeplerine ait aklî
muhakemelerinde, herkes tarafından bilinen ve ispata ihtiyacı olmayan
fikirlerinde, yeryüzünü genel merkez ve semaları katı cisim saymak gibi
varsayımlarında ve onların ürünlerinde felsefi idiler. Fen ve felsefenin sınırı
birbirinden iyice ayrılmış değildi. Bugünkü astronomi bilginlerinin de o
kabilden sırf felsefi konuları, varsayımları ve henüz fen sınırına girmeyen
birtakım düşünceleri vardı. Bununla beraber şunu da itiraf etmek gerekir ki,
bugün fen ve felsefe, deney ve teknik işler sahasındaki bilgiler ile sırf fikir
alanında dolaşan bilgiler ve tenkid sınırları daha iyi ayrılmış, her fennin
hususî alanında pratik değere sahip görüşler daha iyi bir birlikle
kuvvetlenmiş, özel bilgiler, alet ve vasıtalar çoğalmış, buna mukabil de bütün
bu fenlerin bilgilerini düzenleyecek olan felsefe ve iman sahalarında mezhebler
ve hareket tarzları artarak umûmi fikirlerde çeşitlilik ve perişanlık
fazlalaşmıştır. Yine itiraf etmek gerekir ki fenlerin tecrübe sahasında keşif
ve tatbikatları ilerledikçe bunlar, Kur'ân'ın mânâlarına aykırı düşmemiş,
aksine birçok âyetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Eski astronomi
bilginleriyle yenilerin teorileri Kur'ân bakımından mukayese edildiğinde,
eskilere göre te'vile gidilmesi gerekli gibi görünen nice âyetleri, yenilere
göre tevile gidilmeksizin zahiri mânâlarıyla anlamak daha fazla kolaylaşmıştır.
Mesela, "Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam
ederler" (Yâsin, 36/40), "Göğü Allah yükseltti ve mizanı koydu."
(Rahmân, 55/7), "Gökleri direksiz olarak yükseltti..." (Ra'd, 13/2)
gibi âyetleri eski astronomlar bir tevil kapısı aramadan anlayamadıkları halde,
yeni astronomi bilginleri aynen kendi kanunları gibi anlamakta hiç zorluk
çekmezler. Aynı şekilde eskiler Allah'ın mülkünü daha dar bir zihniyetle
düşündükleri halde yenileri, onun genişliğini kavramaktan aciz olduklarını
iftihar ile dile getirmekten geri durmazlar. Şüphe yok ki tecrübenin artması,
fikirlerin gelişmesi ve bunun neticesi olarak bilgi sınırının genişlemesiyle
beraber hiçbir fen âlimi, yaratılışın bütün hudud ve sırlarını kavrama
iddiasında bulunmadığı gibi, hiç kimse de Kur'ân'ın işaret ettiği Allah
Teâlâ'nın bilgi ve sırlarıyla ilgili hususları anladığını ileri süremez. Bütün
madde ve cisimler âleminin sınırlarını doğrudan doğruya hususi bir şekilde
olmayıp, sırf aklın kabul ettiği genel bir çekim kanununun birliği ile düşünen,
bununla beraber yaratılışın bütün sınırlarını her yönüyle kavradığı iddiasında
bulunmayan yeni astronomi bilgilerinin görüşlere sunabildiği genişlik sahası,
hem mutlak akıl alanından, hem de Kur'ân'ın telkin ettiği daha yüksek sahadan
çok geridir. Bu itibarla Kur'ân'ın tefsirini herhangi bir zamanın fen veya
felsefesi sınırları içine çekerek fikir ve vicdanları daraltmaya çalışmak doğru
olmaz. Hissedileni hissedilen, akılla bilineni akılla bilinen yerinde anlamak
lazım geldiği gibi, Kur'ân'ı da his, akıl ve nakil açısından kendi nazmının
(sözlerinin) ifade ve delaletini takip ederek kavrayıp, iman sahasına ermek
gerekir. Fakat bunu yaparken de âleme karşı gözleri yummayıp gerek eski ve
gerek yeni fikir ve bilgilerin haddini tecavüz etmemek üzere hizmetinden,
analiz ve sentezinden istifade ederek yürümenin de, Kur'ân'ın "Gözünü
tekrar tekrar çevirip bak, göz sana dönecektir..." (Mülk, 67/4) emri gibi
işaret ve irşadları cümlesinden olduğunu unutmamak lazımdır. Bizim elde
ettiğimiz bilgilerin kaynağı, beş duyu, akıl ve tecrübe, bir de doğru haber
gibi üç unsur olarak özetlenebilir. Bizim şimdiye kadar yaptığımız bütün
keşifler, bu kaynakların birliğini sağlayan Hakk'ın varlığına ait şuur içinde
bulunduğu için, hislerimizin ötesini akıl, aklımızın ötesini doğru haber ile şuurumuza
yaklaştırarak Hakk'a imana yükselebilirsek de, ilk önce hissimizi ilerisinden
kavramayıp da kendi âleminde iptal ile başlayacak bir akla kaynak bulamadığımız
gibi, his ve aklımızı aydınlatacak ve kapasite yönünden genişletecek yerde
onları kökünden iptal eden bir tenakuz ile başlayan haberin doğruluğuna da bir
kaynak bulamayız. O zaman akıllarımızı daha yüksek bir nur sahasına çıkarmayıp
da hududu dahilinde olduğu halde tenakuz ile boğup bırakan bir haberi
anlayabilmek için te'vil mecburiyetinde bulunacağımız gibi, hissimizi kendi
sahasında boğacak olan akılları da birer şeytan gibi telakki ederek ya daha
sağlam bir akıl ile reddeder yahut da te'vil etme zorunda kalırız. Yanlış
anlaşılmasın biz bununla, hissimizin her hakikate kâfi olduğunu söylemek istemiyoruz.
Ancak gerçek göklerin bize en yakın ucunun hissimiz olduğunu söylüyoruz.
Kendinden üstün olan ve bütün hisleri
birleştirici aklı duymayan veya duymak istemeyen his, his olamayacağı gibi,
birbirine bağlayacağı hisleri kuşatıp da kendisinden daha yüksek olan hakikate
iman duygusunu duyuracak yerde, kendinin ne üstünde ne de altında bir hakikat
görmek istemeyen akıllıların da, aklının olmadığını anlatmak istiyoruz. Hiçbir
his, bizi kendi sahasında aldatmaz. Bütün hatalar o hissi, ötesindeki sebebe
bağlamak için vasıta olan aklın muhakemelerinde yani fikir sahalarında meydana
gelir. Ben, bir hayal ve bir varsayım kurduğum zaman onun zihnimde bir
varlığını duyarım. Bu duygum kendi alanında hatasız olarak doğrudur ve
hakikaten o hayal veya faraziye bende vardır. Fakat bu hissimin haddini aşıp da
o hayal veya varsayımın benim bütün varlığımda yahut dışımda mevcut olduğunu da
iddiaya kalkışırsam, işte o vakit hissimin sınırını aşmış, aklımda hata etmiş
olurum. Bindiğim bir gemi sahilden harekete başladığı zaman sahile baktığımda
ben bir değişiklik bir hareket hissederim ve bu hissim beni aldatmaz, ortada
gerçek mânâda bir hareket vardır. Fakat ben bunu aklımla mahalline bağlamak
için bir fikre giriştiğim zaman, asıl unsurları iyi düşünmeyerek acele ile sahilin
hareket ettiğine hüküm verirsem hissimde değil, fakat akli muhakemem olan
fikrimde hata etmiş olurum. İşte yer ile gök arasında hissettiğimiz
hareketlerin yerlerini tayin etmede ortaya çıkan hatalarımızın kaynağı da
hissimiz değil, fikrimizdir. Eski astronomi bilginleri ile yenileri arasındaki
fark da bu sebeptendir. Bunları arzetmekteki maksadımız şudur. Bütün cisimleri
çekim kanunu altında birleştirerek düşünen yeni gökbilimcilerin göklerin katı
cisimleri karşılamalarını reddederek fezaya daha genişce bakmalarından dolayı
göğü inkâr etmiş olduklarına dair bir iddia vardır. Halbuki bu isnad doğru
değildir. Heyetçi demek gökbilimci demektir. Göğü daha geniş olarak düşünmek
başka, inkâr etmek başkadır. Karşımızda bakışlarımızı sınırlayan veya uzatan ve
idrakine gücümüz yetmeyen cisimlerin durumlarını âdeten mümkün olabildiği kadar
hissî anlamda gözlem ve müşahede ile gök ve âlem hakkında aklî bir fikir
edinmeye çalışan fen, hisle bilinenden akılla bilinene geçerken temel olan
hissedileni inkâr ile işe girişecek olursa, ilk önce kendi temelini veya
iskelesini yıkmış olur. İskeleden iskeleye yükseldikçe etrafı daha geniş görmek
başka, kendine dönmek için iskelesini yıkmış veya gözünü kör etmiş olmak
başkadır. Biz yeryüzünden etrafımıza baktığımız zaman her şeyden önce
bakışımızı kaplayan hissedilir bir gök içinde bulunduğumuzu görür, sonra da
bunu kendimize bağlayarak hakkı bulmak için akılla idrak edilebilen bir göğe
çıkmak isteriz. Çıkarken başımızın döndüğü noktadan kendimize gelmek
istediğimiz sırada bütün hisle bildiklerimizi kaybederek bayılmış bulunursak,
ya hiç kendimize gelemeyecek şekilde düşer helak oluruz ya da düştüğümüz yerde
yine o hissedilenler içinde rüyadan uyanır gibi uyanır, nakillerimizi
hissedilenler âleminde ifade etmeye çalışırız. Şeytanların bütün işleri de
bizi, ya hissedilenlerden akılla idrak edilenlere çıkarmamak ya da
çıkabildiğimiz noktadan düşürerek helakimize çalışmaktır. Biz, sonunda bir
noktaya olsun dayanmayan sırf bir boşluktan hiçbir his edinemeyiz. O, bizim
için hiçbir şey ifade etmeyen sonsuz bir yokluktan ibaret kalır. aynı şekilde
her gördüğümüz şeyi bir ışıkla müşahede ettiğimiz halde herhangi bir yüzey, bir
nokta üzerine aksetmeyen bir ışığı da asla göremeyiz. Halbuki açık bir havada
yukarı doğru baktığımız zaman gözümüz bir yıldıza, bir buluta ilişmese bile, en
yüksekte, bakışımızın dayandığı düzgün bir yuvarlak alan hissediyor ve onunla
aramızda bir hava, bir boşluk boyutu tanıyoruz. Ve sonra herhangi bir yıldız
veya ışık yahut bulut görsek hepsini o sahanın altında ve o boşluğun içinde
görüyoruz. Bakışlarımızı yıldızdan yıldıza, tabakadan tabakaya ne kadar uzatsak
yine de hissimiz o alanın üstüne çıkamaz, hep aşağısında kalır ve sonuçta
kendimize döner. İşte bizim hissimizi kaplayarak bakışımıza resm edilen gök dediğimiz
o hissedilen alanın bizden tarafa olan bütün cephesi, dünya semasıdır.
Duyduğumuz bütün hareketler, onun içinde cereyan eder, ilerisine geçilmez.
Yasak bir dalga demek olan "mevc-i mekfûf" da odur. Fikrimizde onun
daha üstü, göğün göğü, yüksek gök yahut diğer gök diye ne kadar kıyas yürütsek
de, başkaca bir göz, bir keşif veya haber almadan bütün akli idraklerimiz, o
hissedilen alan dahilindeki ilmimizden bir adım ileri gitmiş olmaz. Onun
içindir ki bizim, kendimize dönerek kalbden Hakk'a bağlanmamız, böyle binlerce
perde arkasından bir gayb âleminde meydana gelir ki, ona ancak iman yetişir.
Şimdi bizim doğrudan doğruya bir ışık yayılması ve tesiriyle hissetmekte
bulunduğumuz bu gök ve içindeki cisimler ve feza, gerek kendi yerlerinde ve
gerek yalnız bizim gözümüzdeki tesirleriyle dimağımızda ve gerekse bizden öte
ve mevkilerinden beri hissedilir bir sınırda resmedilmiş bulunsun, herhalde
bütün müdafaalarımıza rağmen şuurumuzda varlığını hissettirmiş olduğunda şüphe
edemeyeceğimiz bir şeydir. Ve bütün akıl ve fikrimiz bu hissin içinde yürür.
Biz bütün yükseklik hissini ve mutlak güzellik zevkini ancak bunun içinde
hissetiğimiz süs ve güzelliğin tedrici şekilde mukayesesinden duyabiliriz. Bunu
bayağı bir histir diye inkâra kalkışacak olan herhangi akıl ve fen ondan önce
kendi kendini yıkmış olur. Bu, bir katı cisim değildir, denilebilir, bilmem
diyebiliriz. Bu, bir genel çekim kanununun özetidir, denilebilir, buna da
bilmem diyebiliriz. Bu, bir nevi ince hareketten ibaret olan ışığın hareket ve
yayılmasıyla gözümüze temas ettiği andan itibaren önümüzde parlatılarak
resmedilmiş Allah'ın yarattığı bir şeydir denilebilir, fakat ne güzel sanat, ne
güzel yapımcı diye hayretle takdir edebiliriz. Ancak, hissettiğimiz o alan, o
gök yoktur, hiçbir şey değildir denilecek olursa, artık onu görmeyen neyi
görebilir ki diye bütün varlığımızla onun duygusuzluğuna veya insafsızlığına
yahut inadına hükmetmekte ve elimize geçen parlak hakikatleri başına
yağdırmakta tereddüd etmeyiz. Nur onda, nar onda, şimşekler onda, yıldızlar
onda, Güneş onda, Ay onda, hilâl onda, bedir onda, Zühre onda, Müşteri onda,
gezegenler onda, sabit yıldızlar onda, Ayyuk (Daima Samanyolunun sağ tarafında
olan yıldız) onda, Şi'râ onda, Süreyyâ onda, Cevzâ onda, Sünbüle onda, Mizan
onda, sıralı yıldızlar onda, dağınık yıldızlar onda, çekme kuvvetlerinin
kaynaştığı ve itme kuvvetlerinin çarpıştığı felekler, Hakk'ın emriyle nurları
oynatan, hararetleri kaynatan, karanlıkları dağıtan, bulutları süren,
gürültüleri çıkaran, şimşekleri patlatan, yağmurları arzımıza, tadını ağzımıza,
rüzgarı ciğerlerimize, kokuyu burunlarımıza, sesi kulaklarımıza, nuru
gözlerimize, şuuru gönüllerimize indiren melekler, hasılı gözümüzü gönlümüzü
açan, yolumuzu gösteren kandiller ondadır. Akıl ve fikrimizi çelen şeytanlar da
onun alt katında, yani başımızda pusular içindedir. Sema, yüksek demek olduğu
için "sana üstün olan her şey semadır." anlamı itibariyle bizim
üstümüze gelen havaya, ayın yörüngesine daha yukarı doğru cisimlere,
feleklerine ve bunların arasındaki hislerle bilinen mesafelere, maddî ve manevî
bütün yüksekliklere gök ve gökler denilmesinin doğru olmasında ve mesela,
"(Allah) gökleri direksiz olarak yükseltti..." (Ra'd, 13/2) âyetinde
de semâvattan muradın, yüksekteki asılı cisimler olduğunda şüpheye mahal yok
ise de, bunları üstünden kuşatarak bakışlarımızda belirleyen o genel saha, bize
sema anlamına asıl ölçü olan sınırın esasıdır. Gözümüzün önünde böyle bir gök
yuvarlağı çizmeden ne bir astronomi dersi, ne bir gök haritası mütalaa
edemeyiz. Bunun içinde birçok tabaka düşünebiliriz. O yüzden görülmek üzere
bakışlarımıza arz edilen yedi göğü de bu dairede mütalaa edebileceğimiz
anlatılmıştır. Bu suretle dünya seması, Bakara Sûresi'nde geçen "O, yerde
ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra kendine has bir şekilde göğe dönüp
doğruldu ve onu yedi kat olarak sağlamca tesviye ve tanzim etti..."
(Bakara, 2/29) âyetinde olduğu gibi yere mutlak olarak tekâbül eden (karşı
bulunan) ve yedi gök olarak tanzim edildiği beyan edilen semanın bize bakan iç
cephesi olduğu şeklindeki mânâ, en doğru mânâdır. Yakınlığın mânâsı da, görme
duyumuz alanı ve görebildiğimiz zinet sahası olmasıdır. Onun için selef
âlimleri feleklerin sema olduğunu söylemişlerse de, dünya semasının ayın
yörüngesi olduğunu kabul etmemişler, böylece Âlûsî'nin de dediği gibi bu, eski
astronomi bilginlerinin görüşlerine itibar edenlerin bir fikri olmuştur. Bu
konuda Atâ'dan rivayet edilen haberin sıhhati tesbit edilemese bile, gerek
âyetin dış anlamını ve gerek yeni astoronomicilerin esas kanunlarını herkese en
güzel şekilde anlatabilecek veciz (öz) bir ifade olduğunu itiraf etmek gerekir.
Evet bakıp duruyoruz ki, yıldızlar yeryüzü ile gök arasında fezada asılı
kandillerdir. Bunlar, direk hizmetini görecek katı cisimlerde dikili olmayıp,
sadece karşılıklı olarak bir diğerine gelen ışık huzmeleri, nur silsileleriyle
muallakda birbirine denk ve göze görünmez fakat iziyle tanınan gizli
kuvvetlerle korunmuş olarak (Yâsin, 36/40) hükmünce yüzmektedirler. Şüphesiz bu
gökyüzünün bir de bizden tarafa olmayan bir dış yüzü vardır. Daha önce de
hatırlattığımız gibi yedi göğün altısını oraya ait olmak üzere düşünmek de
caizdir. Lâkin bu sürede hitabının genel bir hitab olmasına bakarak görme
alanında gösterilmiş olmaları hasebiyle bu altı göğü dünya semasında saymak,
his ve idrakimizin yetişemediği ötesini, diğer bir deyişle göğün göğünü, başka
semayı Kürsî ve Arş diye düşünmenin uygun olduğu fikrindeyiz. Nihayet şunu da
söyleyelim ki, biz dünya seması tefsirinde hem rivayet hem de dirâyet yönüyle
uygun görerek iştirak ettiğimiz Âlûsî'nin, yalnız yıldızlara kandil
denilmesinin mecaz olduğu hakkındaki fikrine katılmayacağız. Çünkü misbâh,
sirâc, lamba ve kandil gerek ışığın kendisi ve gerek fener gibi ışığın yeri
olarak düşünülsün bu mânâlar, yıldızlarda tam anlamıyla mevcuttur.
Büyük veya küçük olması buna engel değildir.
Bu mânâda güneşin büyük bir lüks lambasından farkı yoktur. Ancak hissi
ışıkların değil, "Ashabım yıldızlar gibidirler, hangisine uyarsanız doğru
yolu bulursunuz." hadisinde olduğu gibi manevî ilim ve iman nurlarının
bile kapsamlarının kasdedilmiş olmaları itibarıyla genel mecaz tarzında
anlaşılmaları gerekir ki, gerek maddî ve gerek manevî nurlar, gerek hakiki ve
gerek mecazi olarak kandil denilebilen ışıklar demektir. Asıl maksadın da,
bunların semanın üzerinde olan ilâhî kudrete ve en mükemmel güzelliğe delalet
ederek kalblerde iman ve hidayet şuuru uyandırmaları sebebiyle manevî
kıymetlerine işaret etmek olduğu söz geliminden anlaşılmaktadır. Kasem (yemin)
lâmı ile "Andolsun ki biz süsledik." buyurulması, özellikle bu manevî
işareti hatırlatmak demek olduğu gibi, şeytanlara atış hususunu anlamakta da
bunun önemi vardır. Binaenaleyh âyetin meâli şöyle olur: Celâlim şanına,
ulûhiyyetim adına yemin ederim ki biz, o fütursuz (sağlam) görüp durduğunuz
dünya semasını, göz ve gönüllerinizi açacak maddi manevî öneme sahip her türlü
kandillerle süsledik. Ve onları, yani o kandilleri şeytanlar için rücûm,
atışlar yaptık.
Burada birkaç mânâ vardır:
Birincisi şeytanlara atmak, onları yerin
sınırlarından yukarı çıkarmamak, göğü şerlerinden korumak için mermiler
demektir ki, en meşhur mânâ da budur. Hıcr Sûresi'nde geçen "Andolsun, biz
gökte birtakım burçlar yarattık ve bakıp temâşa edenler için onu süsledik.
Onları, taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden
müstesna. Onun da peşine açık bir ateş alevi düşmüştür." (Hicr, 15/16-18)
âyetiyle, Saffât Sûresi'nde yer alan "Biz, yakın göğü, bir süsle,
yıldızlarla süsledik. Ve itaat dışına çıkan her şeytandan gökyüzünü koruduk.
onlar, artık Mele-i a'lâ'da olup bitenleri dinleyemezler. Dinlemeye kalkışanlar
da her taraftan taşlanırlar. Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azab
vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da delen
ve yakan bir alev takip eder." (Saffât, 37/6-10) âyetlerinde olduğu gibi
Allah'a karşı inat eden ve O'nun tarafından indirilen Rabbanî işleri, emir ve
âyetleri anlayarak hak yoluna girmek isteyen insanları gizliden gizliye türlü
engeller, kuruntular, hayaller, hile ve desiselerle aldatarak akıllarını ve
gönüllerini çelip arkalarında sürüklemek üzere dolaşan bu suretle insanlara
karşı işleri güçleri şeytanlık yapmaktan ibaret olan ve bundan dolayı
kendilerine şeytan denilen maddî, manevî birtakım alçak kuvvetler, kötü ruhlar
vardır ki bunlar, gökten kovulmuş ve gök de onlardan korunmuştur. Bu şeytanlar,
Mele-i a'lâ'yı ve vahyi getiren meleği dinleyemez, oraya yetişemezler. Ancak
dünya semasından inerken kulak hırsızlığı tarzında çalıp kapmaca bir şey yapmak
isterler. Fakat arkalarından bir ateş alevi, açık bir kıvılcım ve delici bir
ateşle taşlanarak kovulurlar. Binaenaleyh o şeytanlar yeryüzünde birtakım
kimseleri, Allah tarafından gönderilmiş bir medyum, bir ilham vasıtası imiş
gibi mıknatıslayarak ispirtizm, manyetizm, sumnambolizm, psişizm ve metapsişizm
gibi biri doğru çıkarsa çoğu yalan olan kâhinlik ve cincilik kabilinden acaib
bazı ruhi hadise ve hayallerle aldatıp meleklere, peygamberlere rekabet etmek
isterlerse de, Allah onları o yüksekliğe yaklaştırmaz, istediklerinde muvaffak
etmez, yalanlarını, yalancılıklarını yüzlerine vurarak ateş alevleriye def
eder.
İşte burada "Şeyâtin", Hicr ve
Saffât sûrelerinde geçtiği üzere "kulak hırsızlığı yapan" şeytanlar,
"rücûm" da, şihâb (ateş alevi) olarak tefsir edilmiştir. Fakat burada
iki mânâ vardır. Birisi, şihâbdan maksat, maddî mânâsıyla hakikaten hava
boşluğunda ara sıra görülen ve yıldız kayması diye ifade edilen fişek parıltısı
gibi alevdir. Kısacası, ruhi hadiselerin feza ve göğe dair hadiselerle maddî
bakımdan bir ilgisi vardır demek olur ki hakikatini Allah bilir. Bir şihâbın
düşüşü, gözlerde bir tesir bıraktığı gibi düştüğü yerde atmosfer içinde
yükselmiş bulunan bazı pis gazların yakılmasıyla tasfiyesi veya zehirlemesi
gibi bazı sonuçları meydana getirebilmek yahut şuur altında bazı sarsıntılar ve
cereyanlar ortaya çıkarmakla uykuda ya da uyanıkken veya bazı şartlar altında
tesadüf ettiğimiz ferdlerin hususi kabiliyetlerine göre rüya yahut ilhama
benzer bazı intibalar nakletmek gibi ihtimallerle ilgili olabilir. Lâkin bu
âyetteki "rücûm"u böyle maddî mânâ ile şihâblara hamletmek âyetin dış
anlamına pek uygun görünmez. Zira daki zamir, "mesâbih"e aittir.
Mesâbih (kandiller) ise, yukarıda beyan ettiğimiz şekilde şihâblara tahsis
edilmiş değil, bütün yıldızları kapsamaktadır. Halbuki yıldızların hepsi birer
şule (parıltı) sayılsalar bile şihâblar gibi kayma halinde görünmezler. Âyet
ise, hepsinin yıldız kayması olduğunu ifade etmektedir. Eğer böyle olmasaydı o
zaman "Onlardan bazılarını, şeytanlar için taşlamalar yaptık." demek
gerekirdi. Nitekim bu mânâyı verenler de böyle bir te'vil yapmak istemişlerdir.
Buna karşı da şihâbların yıldızlar kabilinden olup olmadıkları münakaşaları
yapılmış ve daha önce Bahâü'd-din Âmûli'den naklettiğimiz zinet ve şihâbla
ilgili konuda olduğu gibi şihâbların yıldızlardan kopmuş olmaları veya
gözlenmeyen yıldızlar cümlesinden bulundukları tarzında cevaplar verilmiş ise
de hiçbiri âyetin zahiri anlamına uymaz. Çünkü şihâblar, eski fizikçilerin
fikri gibi sadece havada yukarı çıkan gazların alevlerinden ibaret olmayıp, daha
yukarıda sürü halinde dolaşan görünmez birtakım küçük yıldızların yerin çekim
gücüne kapılarak atmosfer içine bir mermi gibi giren ve girmesiyle sürtünme ve
temastan dolayı alevlenerek meydana gelen şeyler olduğu hakkında yeni
düşünceler mevcuttur. (Saffât Sûresi'ne bkz.) Ve bunların parçalanmış yıldızlar
enkazı olduğu düşünülmekle beraber yerine hazf ve îsâl ile denilmiş olması ve
Saffât Sûresi'nde olduğu gibi yıldızlarla şihâbın ayırd edilmemiş olması,
zâhiri mânâya ters düşmesi demektir. Buna karşı en uygun cevap da olsa olsa
yıldızların hepsinin veya bir çoğunun düşüş kanunlarına tâbi olarak şihâblar
gibi olduğu ileri sürülebilir ve bunların hissedilemeyen bir cereyan üzere
bulunduklarına ve bu cereyanlarında itme güçleriyle aynı hizmeti gördüklerine işaret
olduğu söylenebilir. Ancak burada belirttiğimiz gibi mesâbih (kandiller)
kelimesinin mecazen maddî ve manevî olmaktan daha genel bir mânâya sevkederek
bu taşlamayı maddi olmaktan ziyade manevi olarak düşünmek kanatimizce âyetin
dış anlamına daha uygun olur ki bu da, söylediğimiz iki anlamın ikincisidir.
Yani dünya semasını süsleyen bütün yıldızlar ve şihâblar görünürde birer ışık
olarak çekici güzellikleri, ferdî ve sosyal değer ve üstünlükleri, gözleri
gönülleri açan bilgi zevkleri ve birlik âhenkleriyle Allah Teâlâ'nın yaratıcı
kudretine, rahmetinin genişliğine, büyüklük ve galibiyetine delalet edecek ve
imana sevkedecek manevî birer kandil oldukları gibi, aynı zamanda şeytanlara
karşı fırlatılarak onların azdırma ve saptırmalarını, şer ve zararlarını def
etmeye sebeb olacak manevî mermilerdir ki, işte peygamber ve onların vârisleri
olan sahabiler ve âlimler de böyledir. Onun için Cin Sûresi'nde geleceği
şekilde Hz. Peygamber (s.a.v)'in gönderilmesinden sonra cinler, şeytanlar
semaya yanaşamaz olmuşlardı. İşte âyetteki birinci mânâ böyle iki şekilde
düşünülebilir. Bu iki mânâda da taşlama şeytanlaradır. Şeytanlar, rücûmun fâili
değil, hedefleridir. İkinci mânâya gelince "rücûm", "recmen
bi'lğayb"da olduğu gibi gayb taşlamak birtakım zan ve evhamla gaybdan
haber vermeye kalkışmak mânâsına olarak şeytanların atmaları, gayb taşlamaları,
bilgi taslayarak halkı aldatmaları ve Allah'a isnad ve havale edilmesi gereken
hükümleri, yıldızlara, yıldızların özelliklerine kuvvet ve tabiatlarına isnad
ederek bilimsel selâhiyeti kötüye kullanıp şirk ve küfre sevketmeleri için
birer bahaneleri demek olur ki, bu durumda şeytanlardan murad, saadet ve
bedbahtlık, kaza ve kader gibi gayb hükümlerinde yıldızların tesirlerini kabul
ederek ve yıldızlara dair bilgilerin sınırını aşarak yıldızlarla ilgili
birtakım takdirler yapmak ve hükümler çıkarmak suretiyle gayb ve gelecekten
haber vermeye kalkışan müneccimler ve kâhinler gibi halkı yanıltmaya uğraşan
insan şeytanları demektir. Âyetinin ifadesi, birbirini gerekli kılan bu iki
anlamı da kapsamaktadır ve her ikisi de doğrudur. Birincisinde cin
şeytanlarının ikincisinde de ins şeytanlarının durumları beyan edilmiş
demektir. İbnü Sinâ "Şifâ"da Felsefe-i Ulânın "mebde ü
meâd" (dünya ve ahiret) bölümünün sonunda der ki: "Bütün işleri
tahlil ettiğinde birtakım esaslara dayanırsın ki onların gereği, Allah'ın
katından indirilmiştir. Kaza, Allah'ın koyduğu ilk basit hükümdür. Takdir,
kazânın yavaş yavaş yöneldiği şeydir ki kazânın basit olası ilk ilâhi emre
nisbet edilen basit işlerin hepsinin gereği olmasındandır.> Eğer insanlardan
biri için bütün yer ve gökteki hadiselerin hepsinin ve onlarla ilgi olanları
tanımak mümkün olsaydı, gelecekte meydana geleceklerin hepsini, keyfiyetini de
anlayabilirdi. Hükmü söyleyen şu müneccim ise onun başlangıcı konusunda
herhangi bir delile dayanmaz, belki o konuda tecrübe ve vahiy iddiasına
yaklaşır ve çok defa o mukaddimelerin ispatında şiir veya sözdeki mukayese
tertibine kalkışmakla beraber kâinatın sebeplerinden yalnızca bir cins delile
dayanır ki o da gökte bulunur. Bununla beraber gökte olan durumların hepsini
kavradığına kendisi de kefil olamaz. Faraza buna kefil olsa ve sözünü yerine
getirse de bizi ve kendisini her zaman hepsinin vücuduna vakıf olacağımız bir
durumda tutması mümkün olmaz. Hepsinin fiil ve tabiatı kendisi tarafından
bilinse bile onun bulunduğunu veya bulunmadığını bilmesi yetmez. Çünkü ateş
sıcaktır ve sıcaklık vericidir, şunu ve şunu yapar diyebilmek, sıcaklığın
meydana geldiğini bilmeden ateşin ısı verdiğini bilmekle olmaz. Hangi hesap
yolu vardır ki bize felekte meydana gelen yeni bir olay ve bid'at konusunda
bilgi verebilsin. Faraza bizi ve kendisini her zaman onun hepsinin varlığına
vakıf olacağımız bir durumda tutması mümkün olsa bile, bizim için onunla gaybe
intikâl tamam olmaz. Çünkü varlık âlemine çıkış sürecinde gayb işlerinin tamam
olması, ancak kemâl sayısının elde edilmesiyle bizce yeterli olmakla beraber
müsamaha edilen semâvi işlerle, arzda cereyan eden önceki ve şu andaki işlerin
fâili (etkileyen) ve münfeili (etkileneni)nin, tabiî olanla ihtiyârî olanın
karışmasıyla olur. Yoksa yalnız göğe ait olanlarla tamam olmaz. O halde iki
emrin bütün mevcutlarını ve her birinin gereğini özellikle gaybla ilgili
olanlarını kavramadıkça gayba intikal mümkün olmaz. Şu halde müneccimlerin
itibari olan ön bilgilerinden bize verdiklerinin hepsinin doğru olduğunu
cabadan kabul etsek bile yine de sözlerine itimad edemeyiz." Sabiiler gibi
yıldızların tesirlerini bilerek ondan hüküm çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk
olduğunda âlimler ittifak etmişlerdir. Ancak onları tesir edici olarak değil
de, kandil olarak ifade edildiği üzere ilâhî hükümlerin cerayanına delil ve
işaret olmak üzere diğer ilim ve fenlerde olduğu gibi hakikatı araştırma
fikriyle netice ve hüküm çıkarmaya çalışmak da, şer'an yasak değil, mendub,
belki de yerine göre namaz vakitlerinde olduğu gibi vacib bir vazife olacağında
ihtilaf söz konusu değildir. Çünkü ilim, ilim olması itibariyle
"Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/9) âyetiyle
övülmüştür. Ve ilimde kesinlik istenilmekle beraber zanla bilinen mesele ve
hükümleri içermesi de, mümkün olabildiği kadar meşru ve beğenilmiş olmasına
engel olmaz. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki delil ve işaretlerden
hareketle elde edilen hükümler, zayıf da olsa gayb için hüküm sayılmaz,
emaresinin delili sayılır. Delillerinin kuvvet ve zayıflığına, fiiliyyat
sahasındaki tatbikatları ve kullanış tarzları ile gayelerinin hayır ve şer
oluşuna göre hükümleri ve durumları farkeder.
Fakat yıldızlar ve feleklerin vaziyyet ve şekilleriyle,
hal ve hareketlerinden bahseden astronomi ilmi yahut gök bilimi denilen ve
"Ayrıca yılların sayı ve hesabını bilmeniz için..." (İsrâ, 17/12),
"Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip
gidişinde açık ibretler vardır.." (Al-i İmrân, 3/190) gibi âyetlerle
tahsiline teşvik edilen "yıldızlar ilmi" değil de onu bahane ederek
yıldızların vaziyyetinden ileride olacak hadiselere, gayba ve şunun bunun şans
ve talihine dair hüküm çıkarmak mânâsına "tencim" yahut "ahkam-ı
nücum" (yıldızlarla ilgili bilgiler) diye ifade edilen müneccimlik işi,
yıldızların tesirine inanmak suretiyle olmasa bile, esasında ilim denecek bir
şey olmayıp gayb taşlamaktan ve bazen tesadüf etse bile esas itibariyle
"Her müneccim yalancıdır." buyurulduğu üzere yalan söylemekten ibaret
kalarak bu âyetteki şeytanlık kısmına dahil olacağından, İbnü Sina bile ona
itimad edilmemesi gerektiğini selahiyyetle beyan etmiştir. Yıldızlara şiddetli
bir sevgiyle bağlı olan Sabiîler, İdris (a.s)'in mucizesi olarak gaybdan haber
verdiğini iddia ettikleri yıldızlarla ilgili bilgilere önem vererek, göğü on
iki burca taksim etmişler, feleklerden yalnız şiddetli sevgi besleyip
heykellerini diktikleri gözlemlenen yedi gezegen feleklerini dikkate alarak,
yedi gezegenin feleklere ait vaziyetlerine göre yerde meydana gelecek
hadiseleri bildireceği zannıyla yıldızlarla ilgili bazı kitaplar kaleme
almışlardır. Bunun, astronomi ilmi açısından feleklerle ilgili hesaplara ve
matematik biliminin gelişmesine faydası dokunmuş olmakla beraber, diğer
taraftan bir çok insanı aldatıp saptıran bir şeytanlık vesilesi olarak
kullanıldığından ve bu suretle insanları şirk ve küfür yollarına sevkettiği
için daha çok, zararlı olmuştur. Maalesef müslümanlar arasında da çokca zararı
görülmüş, buna haram diyen din âlimi ve fakihlerin sözlerini dinlemeyenler
hüsrana uğramışlardır. Çekim kanunuyla ilgili olan yer yüzü, bütün gökler ve
ışığı ulaşan yıldızlar ve aralarındaki tartısız, elastiki, akıcı, hafif, gizli
ve açık âlemlerle alakası bulunması sebebiyle "Onlar yıldızlarla da
yollarını doğrulturlar." (Nahl, 16/16) âyeti hükmünce yıldızlardan hesapla
elde edilen bazı delil ve tecrübelerle ilgili bilgiler ve kaptanların denizde
yol tayini gibi ilmî bir çok fayda sağlanabilirse de, Levh-i Mahfuz'u okuyormuş
gibi gayb ve istikbale hakim olacak tarzda falcılığa ve netice çıkarmaya
kalkışılması birkaç gezegen işi değil, en azından yer ve gökte cereyan eden
bütün hadiselerin tabii ve ihtiyari, etki ve tepki açısından bütün şartlarını
tayin etmeğe dayalı olduğundan bunun insan için mümkün olan fenne dair bir ilim
olmayacağında İslâm dini âlimleriyle beraber İbnü Sina, Farâbî gibi filozoflar
ve eski, yeni astronomi bilginleri de sözbirliği etmişlerdir. Yeni
astronomicilerin geniş bilgi iddiasında olmadıkları bilinmektedir.
"Şifa" haşiyelerinde belirtildiği üzere eski astronomi âlimleri de
demişlerdir ki: "Ashab-ı ahkam (kahinler) on iki burcu ve yedi gezegenin
yörüngelerindeki durumlarını, bir araya toplanma ve karşılamalarını, bir burçta
birleşme ve karşılaşmalarını, ay ve güneş tutulmalarını, hayallerinin verdiği
renklere bakarak itibar edilen mutluluk ve uğursuzluk tabiatlarını düşünmekle
bu ilmi elde edebileceklerini iddia ediyorlar. Halbuki gözlem ve kıyas ile
astronomi bilginleri tarafından bulunmuş olan felekler, yedi değil, altmışa
yakındır. Bunların bazıları yeri kuşatıcı bazıları değildir. Bunlara
"eflak-i tedavir" (dolaşan felekler) denir. Ve daha gözlemle idrak
edilemeyen diğer felekler bulmak da mümkündür. Bundan başka sabit yıldızlardan
her birinin de, gezegenler gibi birer yörüngelerinin bulunmasını da caiz
görmüşlerdir. Ashab-ı ahkamın (kahinlerin) ise bunları nazar-ı itibare almak
şöyle dursun haberleri bile yoktur.
Bir hüküm verdikleri zaman bütün bunlardan
gafil olarak yalnız yedi gezegenle hüküm veregelmişlerdir. İş bu kadar da
değildir. Yine eski astronomi bilginlerine göre gökte "kevakib-i
sehabiyye" (bulut yıldızları) denilen bir takım yıldızlar vardır ki samanyolu,
kehkeşan dediğimiz mecerre ve saire gibi görülen beyazlıkların uzaklıklarından
dolayı gözlerimizle seçilemeyecek derecede küçük görünen yıldız sürülerinden
oluşmuş sistemler olduğuna dair kanaatler vardır. Bunları yeni astronomi
bilginleri de te'yid etmektedirler. Bunlar ve bunların yörüngeleri de
düşünülünce, feleklerin konumlarını belirlemenin ne kadar beşerin gücü dışında
olduğu anlaşılmaktadır. Daha ilerisine gitmeyelim, şu dairede düşünülen ve yere
az çok ışığı yetişebilen yıldızların hususi halleriyle yerin ve arz boşluğunun
ve bunlardaki cüziyyat ve hususiyyetlerin, cismani ve ruhânî münasebetlerini
beşer ilmiyle tayin etmek ihtimali nasıl bulunabilir? Mesela küçük bir Süha
yıldızının diğer özelliklerini bir kenara bırakarak, yalnız yeryüzüne gelebilen
ışığının ve yerin üzerinde ondan meydana gelen tesirlerin, faraza Zeyd'in
kaderi üzerinde ne gibi bir tesir gösterdiğini hesaba katmadan, sadece on iki
burc içinde yedi gezegenin yörüngelerinin konumları üzerinde Zeyd'in yıldızına
bakarak, yarınki halinin ne olacağına dair bir hüküm vermeğe kalkışmanın nasıl
bir saçma, nasıl bir aldatma ve aldanmadan ibaret olduğunu ve bunların fayda
yerine ne büyük zararlara sebep olacağını anlamayanlar, nücum (yıldızlar) ile
rücumu (taşlamayı) ayırdedemeyen bedbahtlar veya ayırdetmek istemeyen şeytanlar
demek değil midir? Evet dün bilmediğimiz bir çok şeyi yarın öğrenebiliriz.
Bugün imkansız gibi çok uzak gördüğümüz bir takım gerçekleri küçük bir
hadiseden bir kanun keşfiyle yarın sıradan işler olarak kabul edebiliriz.
Lakin ilmin, mümkün olan âlemin ve yaratılış
semasının bize bakan sınırı ile Allah'a ait olan hakikatinde büyük fark vardır.
Gayb ve şehadeti bilen ancak Allah'tır. Gaybı ancak O bilir "Gaybı
Allah'tan başka hiç kimse bilemez." O bildirmeyince Peygamber de gaybı
bilemez "Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak dilediği Peygamber bunun
dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar." (Cin,
72/26,27) buyurulduğu üzere Allah'ın bildirdiği kadar bilir. Onun için
"Bilgi ancak Allah katındadır." (Ahkâf, 46/23) denilmiştir. Aynı
şekilde "Size ancak az bir bilgi verilmiştir." (İsrâ, 17/85) âyeti
bizim ilmimizin azlığını anlattığı gibi "Kâinatta mevcut olan herşeyin
hazineleri bizim yanımızdadır. Biz onu, belli bir miktar ile indirirz."
(Hicr, 15/21) âyeti ile ilâhî indirmenin bilinen bir miktar olduğu da
anlatılmıştır. Allah Teâlâ insanlara bahşettiği kabiliyyetlerin durumuna göre
nefislere ve kâinata koyduğu maddî ve manevî, aklî ve naklî mucize ve
delillerle nazar, istidlâl (delillerle sonuç çıkarma), tecrübe ve amel
sahasında bizi dereceden dereceye rahmetine yükseltecek, nice nice gelişmelere
erdirecek ilim yolları ve dünya semasını hidayet kandilleriyle süslemiş olmakla
beraber, sonsuzu idrak ederek gayb âlemini hakimiyetine alacak ve bu surette
kendisine şirk koşmaya kalkışacak bir yetkiye de sahip kılmış olmayıp,
"Gaybın anahtarları, Allah'ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O
bilir.." (En'âm, 6/59) buyurulduğu üzere gayb hazinelerini tamamen kendi
yanında tutmuş, Levh-i Mahfuz'a da dilediğini dilediği kadar muttali kılmış ve
o gayb ilmini seçkin kullarından pek azına tattırmıştır. Göğünü şeytanlardan
korumuş, şeytanlık ilmi için kullanan ve kulak hırsızlığı ile gayb taşlamaya,
kehanet veya keramet satmaya ve böylelikle Peygambberler ve velilere hatta
Allah Teâlâ'ya meydan okuyarak halkı saptırmaya kalkışan ins ve cin
şeytanlarını taşlamak için parlak kandiller, ateşli ve kıvılcımlı manialar
yaratmış, kullarını o kandillerden faydalandırmak ve o şeytanlardan, şeytan
atmalarından sakındırmak için yıldızların kandil olma haysiyyetiyle rücum olma
haysiyetlerini ayırdettirmek üzere kendi adına yeminle "Andolsun ki biz en
yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri
yaptık..." (Mülk, 67/5) buyurmuştur. Sonra da o şeytanların ve onlara uyan
kâfirlerin hal ve akıbetlerini anlatmak için buyuruyor ki ve onlar için ateş
azabını hazırladık. O şeytanlar dünyada taşlanmalarının dışında
şeytanlıklarının veya attıkları yalanlarla alevlendirmek istedikleri fitne ve
fesadın cezasını çekecekler, ahirette o ateş azabını tadacaklardır. Yukarılarda
da ifade edildiği şekilde çılgın alevli ateş demek olan sa'ir, cehennemin
isimlerindendir.
6. Sadece o şeytanlar değil kendilerini
yaratan, yaşatan âlemlerin Rabbine küfreden, nankörlük edip saygısızlık yapan
kâfirlerin hepsine de cehennem azabı vardır ki o ne fena dönüştür. Ne kötü
ahiret, ne çirkin bir değişme yeri, ne acı akıbettir. Bunun kötülüğü, o
cehennem azabının şiddet ve dehşeti, ona atılanların çokluğu, küfürlerinin
sebep ve mahiyeti, azabı görünce kendilerine gelmeleri, cinayet ve kazandıkları
hakları itirafları şu şekilde beyan ve tasvir edilmektedir.
7. Evvela, kâfirler o cehenneme atıldıkları, o
çılgın ateşin içine odun gibi fırlatıldıkları vakit onun bir uğultusunu, bir
hıçkırışını işitirler ki bu, yalayıp yutma hırsını ifade eden korkunç hışlayış
ve gürleyişi, yahut "Orada onların (çok feci) nefes alıp vermeleri
vardır." (Hûd, 11/106) âyetine göre içindekilerin acı matem sesleridir.
8. İkincisi, o, o halde kaynıyordur.
Üçüncüsü, gayızdan; öfkesinin şiddetinden,
hışmından hemen hemen patlayacak hale gelir. Öyle çılgın, öyle şiddetlidir.
Dördüncüsü, ona her alay atıldıkça, yani ona
atılanlar grup grup, topluluk topluluk atılır. Her bir grup atıldıkça her
defasında onlara, onun muhafızları, yukardaki sûrede de "Onun başında iri
gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve
emredildiklerini yapan melekler vardır." (Tahrim, 66/6) âyetinde de tavsif
edildiği gibi gardiyanları, zebâni melekler sert sert azarlarlar ve hakaret
ederek sorarlar. Size bir uyarıcı gelmedi mi? Bu dehşeti haber verip
gocunduracak bir peygamber, korkutucu bir elçi, bir delil gelmedi mi ki siz
buraya geldiniz? "Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek
değiliz." (İsrâ, 17/15) âyetinde ifade edildiği gibi Allah Teâlâ bir Resul
göndermedikçe azab etmez. Azabı gerektiren her şeyden önce naklî ve aklî bir
delil, bir uyarma sözkonusudur. Bu da gösteriyor ki Rabbi inkâr, O'nun zâtını
inkârdan ibaret değil, Rab olarak tecelli etmesini, herhangi bir peygamberini,
indirmiş olduğu âyet ve delillerini ve onlar vasıtasıyla tebliğ ettiği haber ve
uyarılarını yalanlamak ve inkâr ile nankörlük de küfürdür. Çünkü Peygamber
inkâr etmenin kaynağı, "Allah hiçbir şey indirmedi." diye mutlak bir
yalancılıktan ibaret olan bir inkâra bağlıdır ki bu da, doğrudan doğruya
Allah'a karşı bir inkâr demektir. Kâfir, Peygamber'i yalanlarken bütün
olumsuzlukları kalbinden geçirerek şöyle bir kıyas yürütür. "Sen,
"Allah bana bir şey bir haber indirdi." diyorsun, halbuki Allah
hiçbir şey indirmemiştir. Binaenaleyh, indirdi diyen yalan söylemiş olur. Demek
ki siz, büyük bir dalalet içindesiniz." der ve haber verilen azabı
görmedikçe uyarılara inanmaz.
9. Bu suale cevap olarak kâfirler, o zaman
hakkı gizleyemeyerek evet derler, Allah'ın lütuf ve adaletini tasdik edip kendi
kabahatlerini şöyle dile getirirler: Doğrusu bize bir uyarıcı geldi, parlak
kandiller, ateşli şihâblar ve şimşekler gibi nur ve nâr içinde gökten yere
yollar açarak, uyarılar saçarak, çarptığını yakarak inen âyetlerle bizi hem
aydınlatan hem de korkutan bir haberci geldi. Fakat biz onu yalanladık ve şöyle
dedik "Allah hiçbir şey indirmedi." Peygamberliğin, kitabın, vahiy ve
mucizelerin; onlara inanıp doğru yolda gidenlere, güzel yaşayanlara sevap,
inanmayıp şeytanlık ve küfre sapanlara sonunda azab edileceğine dair müjde ve
tehditlerin aslı yoktur. O ateş alevleri, o parlak atışlar maddî ve manevî
yönden bizleri korkutacak hiçbir özelliğe sahip değildir." dedik. Öyle
peygamberlik iddia edenlere ve onlara inananlara Siz ancak büyük bir dalâlet
içindesiniz. Kendinizi kaybetmiş, gidecek yoldan pek uzağa sapmış ve büyük bir
yanlışlık ve aldanış içinde şaşırmışsınız ki, böylece hem kendiniz
aldanıyorsunuz, hem de başkalarını aldatmak istiyorsunuz." dedik. İşte o
kâfirler, o zaman böyle küfürlerini, nankörlüklerini ve uydukları şeytanlarla
kendilerinin sıfatı olan o büyük sapıklığı peygamberlere isnad etmekte aldanmış
olduklarını ve asıl büyük sapıklık ve azgınlığa kendilerinin düşmüş bulunduğunu
itiraf ederler ki, bu âyette de, onların küfürlerinin sebep ve mahiyeti söz
konusudur. Demek ki (Mülk, 67/6) âyetinde kâfirleri cehennem azabına müstahak
kılan küfür, Allah'ın varlığını inkâra kadar gitmek değil, O'nun kudretini,
kullarına indirdiği lütuf ve nimetini, gönderdiği peygamberleri, indirdiği
kitapları, mucizeleri, verdiği haberleri inkâr ederek nankörlükte bulunmak dahi
Allah'a küfürdür. Böyle küfür ve nankörlükte bulunanlar, onlardan istifade
etmekten kendilerini mahrum etmiş oldukları için sonuçta onlara vaad edilen
nimet ve rahmetten ebediyyen mahrum olacakları gibi yapılan uyarılara ve haber
verilen tehlikelere aldırmayıp saygısızlıkla üzerine yürüdükleri ve eldeki
kurtuluş fırsatlarını kaçırmış oldukları için ebedî azab içine atılıp
gidecekler ve o vakit bu sözleri söyleyeceklerdir. Felsefî anlamda bu husus
şöyle özetlenebilir: Allah'ı inkâr, yalnız "Atheisme" yani
"ta'til" denilen Allah'a küfürden ibaret değil, bir olan Allah'a
inanırız fakat peygamberliğe ve peygamberlere inanmayız diye peygamberliği
inkâr etmekle beraber Allah'ı birleme mezhebi demek olan "Deisme"de
de Allah'ı inkâr vardır. Nitekim "Allah vardır ve birdir amma bize falan
nimeti veren O değildir. Veya O bizim işimize müdahale etmez." demenin
şirk ve inkârdan farkı olmayan bir tenakuz olduğu da apaçık ortadadır. Burada,
(Mülk, 67/9) diyen kâfirlerin ateist olmayıp nübüvveti inkâr eden deist
oldukları bellidir. Bunların inkârlarında temel prensipleri "Allah bir şey
indirmemiştir." diye Allah'ın her şeyde görünen kudret ve yardımına karşı
kafalarında kurdukları olumsuz bir taassuptan başka bir şey olmadığını ve
aksini gösterenleri büyük bir sapıklıkla aldanmış farzettiklerini itiraf etmiş
bulunuyorlar. İşte Kur'ân'ın bütün inen kitaplardan daha yüce ve asırlardan
beri dünyanın her tarafında aynı birlik ve güvenilirliği ile korunmuş, bozulma
ve değişiklikten uzak, en temiz, en doğru bir kitab olduğunu görmüş
bulundukları halde, onun Allah tarafından indirilmiş "(O), Âlemlerin Rabbi
tarafından indirilmiştir." (Hâkka, 69/43) âyetinin de ifade ettiği gibi,
Allah'ın sözü olduğuna ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin gerçekliğine inanmak
istemeyen o zamanki kâfir ve müşriklerin dedikleri şekilde Muhammed (s.a.v.)'in
bir şair ve müellif gibi kendi söylediği veya yazdırdığı kendi sözü ve kitabı
olarak göstermeye çalışan "Yoksa, "Onu uydurdu" mu? derler. De
ki: 'Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah'tan bana gelecek cezayı savmaya sizin
gücünüz yetmez?" (Ahkâf, 46/8) ve "De ki: Eğer sizler doğru iseniz
Allah'tan başka (çağırmaya) gücünüzün yettiklerini çağırın da onun benzeri bir
sûre getirin." (Yunus, 10/38) demesine aldırmayıp bu kuvvetli beyanatta
Hz. Peygamber'in kasden veya hataen aldanmış olduğunu kabul ederek acaba çok
akıllı ve emin olan Muhammed buna ve bu suretle peygamber olduğuna hakikaten
inanmış ve aldanmış mıydı? Yoksa kendisi inanmadığı halde öyle söylemekte bir
fayda görerek aldatıyor muydu? diye söz söyleyen, yazılar yazan ve nihayet
Corci Zeydân'ın "Medeniyyet-i İslâmiyye Tarihi"nde özetlediği
şekilde: Kasden aldatmış değil, kendisi cidden ve bütün samimiyeti ile inanmış,
ancak bu inancında aldanmıştır. Yoksa yanlışlığını bilen bir yalancı öyle ahlâk
ve davranışlarında temiz bir hayat ve doğru bir yol takip edemez, öyle sürekli
bir eser ve şimdiye kadar iki yüzden fazla devlet yetiştirmiş, cihanda büyük
büyük uyanmalar, inkılâblar meydana getirmiş bir din kuramazdı, demekten de
kendilerini alamamış bulunan batı filozofları veya yazarları dahi müsbet
ilimlerde, fenlerde düşündükleri gibi düşünmeyip yine kendilerinin beğenmediği
menfi yoldan giderek nefislerinde "Allah bir şey indirmemiştir ve
indirmez, başka türlü düşünen hata eder." diye saplandıkları ve dogmatik
dedikleri delilsiz bir yokluk dogmasından yürümek isteyen deistler, yahut
ateistlerdir ki, vakti gelince onlar da (Mülk, 67/9) diye itiraf edeceklerdir.
Râzî tefsirinde der ki: "Bu âyetin sonunda yer alan "Siz ancak büyük
bir dalâlet içindesiniz." hitabında iki vecih vardır. Birincisi, bu sözün
kâfirlerin, peygamberlere karşı söyledikleri sözler cümlesinden olmasıdır ki
doğru olan budur. İkincisi de cehennem muhafızlarının kâfirlere karşı
söyledikleri sözlerden olmasıdır ki, kâfirler öyle söyleyince zebaniler
"Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz." diyeceklerdir. Buradaki
"dalâl", "sapıklık"tan murat, dünyadaki sapıklıkları, yahut
onun neticesi olan helâklarıdır.
10. Bunlara karşı soru soran ve cevabını alan
melekler tarafından "Sizin söz dinleyecek kulağınız veya düşünecek aklınız
yok muydu ki, Allah'ın indirdiklerini görüp dururken Allah bir şey
indirmedi." diyerek öyle bir yalanlamaya ve sapıklığa daldınız?"
denilmesine veya denilmesi ihtimaline karşı o kâfirler onun da sebebini
anlatarak hem derler ki eğer bizler söz dinler ve aklı güzel kullanan kimseler
olsaydık, yani Allah bize kulak ve akıl vermemiş ve onlarla iyi dinleyip tutulduğu
veya hakkıyla düşünülüp amel edildiği takdirde hidayete erdirecek haberler,
hikmetler, nasihatler, deliller indirmemiş değildi, fakat biz onlara kulak
vermedik, masal dedik kulaklarımızı sağır ettik, aklı olanlara yakışacak
şekilde iyi düşünmedik, kendi zevkimizi ve arzularımızı düşündük.
Çılgınlıkla fitnelere kapıldık, kötüler içinde
kötülüklere düştük. Eğer bizler iyi dinleyen yahut iyi düşünen kimseler
olsaydık aklın yetişemediği hususlarda naklin yolu olan kulaktan olmasa da
aklın kendisinden hakkıyla istifade etseydik, yahut hidayet kandilleri olan Hak
dostları, âlimler ve müctehid imamlar gibi akıl ile nakli, rivayet ile dirayeti
birleştiren bahtiyarlardan olmasak bile, hiç olmazsa rivayet ve dirayetten
birine olsun sahip bulunsaydık küfre sapmaz o ateş ashabı şeytanlar içinde
bulunmazdık, onlara katılıp bu çılgın ateşe atılmazdık. Zamanla içlerinden
çıkar, hidayet yolunu tutardık. Lâkin onların içinde bulunduk ve bu ateşe
atıldık. Demek ki, bizler ne dinleyen ne de düşünen kimseler değilmişiz.
"Yazıklar olsun bize!" derler. Ukalalık iddiasında bulunan o
nankörler nihayet felaket karşısında böyle bir azabı hak ettiklerini itiraf
ederler ve bütün vicdan mesuliyeti ile yanarlar. Bu beyan ile de şu noktalar
tahlil edilmiş olmaktadır. "Allah bir şey indirmedi." deyip durmanın
üç sebebi vardır. Birincisi, kulaktan istifade etmemek, ikincisi akıldan
faydalanmamak, üçüncüsü de kötü bir çevrede bulunmaktır. Üçüncüsü bir taraftan
başlangıç bir taraftan da netice demektir. Kulak ve akıl insana dünya ve ahireti,
geçmiş ve gelecek zamanı tanıttıracak en faydalı iki rehberdir. Diğer duyular
da yalnız şimdiki zamanı tanıtırlar. Lisan ve akıl ise her ilme bakmaktadır. Bu
yüzden kulak akıldan önce gerektir. Kulağı ve aklı olanlar anlayıp dinleyerek
kötü bir çevreden çıkar gider, iyilere katılabilirler. İman ve hidayet için
bunların birisi bile duruma göre yeterli olabilir. Şu halde küfür ve
nankörlüğün sebebi, kulak ve akla gerektiği şekilde önem vermemekte toplanır.
Bu ise, hayvanlıktan daha öte bir alçaklıktır. Nitekim Kur'ân'da da bu anlamda
bir âyet vardır "İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da
sapıktırlar." (A'râf, 7/179) Halbuki ne aklî ne de naklî delili idrak etme
kabiliyeti bulunmayanlara esasen sorumluluk ve uyarı yoktur. Onlar o aşağılıkların
sonuçlarına katlanırken, sonunda böyle ebedi vicdan sorumluluğuyla cehennem
ateşinde yanmazlar.
Kâfirler ise yaratılışlarından dolayı insanın
tarifine dahil ve sorumludurlar. Kulakları da, akılları da vardır. Sonunda
cehennemin hıçkırışını, azab meleklerinin ince ince suallerini duyar, anlarlar.
Önceden uyarıyı duymak ve düşünmek istemezlerse de darbe fiili karşısında
hepsini duyarlar. Onun için küfürlerini itiraf ederlerken "kulaklarımız ve
aklımız olsaydı" demiyorlar, dinleyip düşünseydik diye, kulak ve akıl nimetlerine
karşı nankörlük etmiş olduklarına yanıyorlar.
11. Demek ki günahlarını itiraf ettiler; demek
ki Allah'ın lütfunda, Rablığında, adaletinde hiçbir eksiklik yoktur. O, her
şeyi indirmiş, göz, kulak ve akıl vermiş, haberci göndermiş ve haberlerini de
duyurmuştur. Dünya semasını görünen, işitilen, düşünülen ve akılları hayrette
bırakan türlü kandillerle hem süslemiş hem yıldızlar hem de taşlamalar halinde
rehberler, muhkem ve müteşabih âyetler, mucizeler, müjdeler, uyarılar indirerek
ölüm ve hayatta tasarruf eden kudret ve izzetini, Rab olarak hükümlerini
anlatan, güzel amellerle ileride yüce hayata yükseltecek iman nurları saçan,
ona karşı küfür ve şeytanlıkla halkı aldatıp o güzel gök altında kendileriyle
beraber yangınlara sürüklemek isteyenlere hazırlanmış, sürtüşme sonucu bir
kıvılcımla tutuşup köpürme durumunda bulunan cehennem azabının dehşetini
anlatarak fitne ve fesattan sakındırmak için ölüm alâmeti yıldırımlar atan
hitaplarla kulak ve akla tebliğde bulunmuş, suç ve günah ancak onları duymayan
veya düşünmek istemeyerek inkâr edip, yalanlayıp o nuru söndürmeye o çılgın
ateşi körüklemeye çalışan haddini bilmez nankörlerin kendilerinde olduğu yine
kendilerince anlaşılmıştır. O halde uzaklaştırılsın, bütün o cehennem ashabı,
bütün o şeytanlar ve onlara uyan kâfirler. Onların kazançları ve son hakları
ancak budur. Allah'ın izzetine karşı gelerek ilâhi mülkün adalet nizamını
bozmaya, fani ve alçak hayatta kalmak zannıyla hak ve halkı kendileri
yaratıyormuş, mülk âlemi kendilerininmiş gibi fitne ve fesad ile ihtilâl
ateşlerini körükleyip ileri hayatı zulüm ve karanlıklarla boğmaya uğraşan o
günahkârların, sonunda rahmet ve mağfiretten nasibi yoktur. Allah'ın izzetine
yakışan da budur. Allah öyle üstündür. "Sin"in ötresiyle
"suhk" uzaklaşmak ve ırak olmak, yahut helak olmak mânâsına bu'd gibi
mastar olup "(Biliniz ki) Semûd kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzak olduğu
gibi Medyen kavmi de uzak oldu." (Hûd, 11/95) âyetinde görüldüğü üzere
takdir edilen fiilin mefûl-i mutlakı olarak yerine gelen bir dua cümlesi
halinde ve "kahrolsun" tarzında şiddetli bir zorlama mânâsı ifade
eder. deki "lâm" gibi fiilin, fâilini veya mef'ûlünü beyan içindir.
Bu cümleye bir fiil takdir edilmesinde "Allah sizi de yerden ot (bitirir)
gibi bitirmiştir." (Nuh, 71/17) âyetinde olduğu gibi iki yön vardır.
Birisi, takdirinde olarak "Allah onları rahmetinden uzaklaştırsın da
uzaklaştırsın." demektir ki bu durumda "suhkan" müteaddi olan
"ishâk" ve "ib'âd" (uzaklaştırmak) mânâsınadır. Diğeri de, takdirinde
olup mânâsı, "Allah onları rahmetinden uzaklaştırsın da, onlar da
uzaklaştıkça uzaklaşsın, kahrolsun." demektir.
12. Haberiniz olsun ki herhalde Rablerini
görmeden saygı besleyenler, yani azabı gelip çatmadan, fiilen müşahede alanına
çıkmadan önce henüz kendilerinden gâib iken, yahut el içinde iki yüzlülükle
değil de âlemin gözlerinden uzak olan kalblerinden samimi şekilde korkup
sakınarak Rablık şanıyla emirlerine, uyarılarına hürmet ve saygı hissi
besleyenler bir mağfiret ve büyük bir mükafat onlar içindir. Azabı görünceye
kadar korkmayanlara yahut kalblerinde saygı olmayıp da açıktan iki yüzlülük
edenler için değildir. İşte sizleri, ileri hayat için hanginiz daha güzel iş
yapacak diye sorumluluk ve imtihan dünyasında yavaş yavaş müsabaka meydanına
çıkarmak için ölüm ve hayatı yaratmış ve herhangi bir bozukluk olmaksızın bir
diğerine uygun ve muntazam yedi gök ile her tarafınızdan kuşatıp kendinizi
tanıtmış ve dünya semasını kandiller ve akan yıldızlarla donatıp o nur ve nâr
nizamı içinde sizi aydınlatmak ve sakındırmak üzere bu müjde ve uyarı
âyetlerini dinleyip anlayarak tatbik etmeniz için peygamberine ve o vasıta ile
sizlerin kulaklarınıza ve aklınıza kadar indirmiş olan o Rahmân böyle Aziz,
böyle Gafûr'dur.
13. Ve kavlinizi yani iyi veya kötü
söylediğiniz sözü, yahut inanç ve görüşünüzü ister sır olarak tutun, gizleyin
ister onu açığa vurun, haykırın, O'nun yanında aynıdır. Hepsini bilir, ona göre
hesabını görür. Binaenaleyh O'na gizlide ve açıkta tam saygı beslemek gerektir.
Ey sorumlular! Ey o ölüm ve hayat arasında imtihan meydanına atılmış saygılı
veya saygısız, dinleyen veya dinlemeyen, düşünen veya düşünmeyen bütün
mübtelalar! Çünkü O Rabbiniz bütün göğüslerin künhünü bilir; nefislerin,
kalblerin içiyle, dışıyla bütün hakikatini, kendi hakikatlerinde kendilerinin
bile vakıf olamadıkları gizliliklerin hepsini bütün yönleriyle bilir.
14. Hepsini O yaratmıştır. Bilmez mi yaratan
yarattığını? Bir duygu duyan, bir şey düşünen, bir niyet eden, bir söz
söyleyen, kasıtlı olarak bir iş yapan, onu yaparken ne kadar gizlemek istese
kendinden gizleyemez, vicdanında onu o anda duyabilir. O halde onu ve bütün
göğüslerin hakikatini, bütün mahlukatı yaratan yaratıcı daha önce ve daha
mükemmel şekilde bilir. O göğüsler, o nefisler, o düşünceler, o kuvvetler, o
fiiller ve o duygular bilgiyle, hep Allah'ın yaratmasıyladır. O yaratmayınca
kimsenin ne eli oynar ne dili, ne hissi yürür ne fikri, ne vicdanı kalır ne
kendisi. Bakarsın bir an içinde el çolak olmuş, dil tutulmuştur. Fikir durmuş,
akıl boğulmuştur. Gönül kendinden geçmiş, ben böyle yaparım diyen nefis yerle
bir olmuştur. Yaratıcının yeni bir yaratma ile imdadı yetişmezse hiçbir yaratık
onu kendine getiremez ve o yaratmayı işletemez. Çünkü bir zerre, bir şuur, bir
şey yaratmanın dayandığı teferruatı bilemez. O, bütün sebepler silsilesini kuşatan
olgun bir ilim ve kudretin eseridir. Yaratıkların, yaratıcıdan bir şey
gizlemesine imkân yoktur. Bir yaratık kendinde sonradan meydana gelen bilgiyi
ve onun mânâsını ondan önce onu ve onda o bilgiyi bütün hakikatiyle yaratan
yaratıcının ilmine borçludur. Mahlûkta herhangi bir hadise meydana gelir de
onu, yaratan Allah bilmez olur mu? O, latif ve habirdir..
Latif, "Lütuf"tan mübalağalı ism-i
fâil, yahut "letâfet"ten sıfat-ı müşebbehe olabilir. Birincisine göre
kelimenin anlamı, "son derece lütufkâr" demektir. Lütuf, gayet
incelik, hoşluk ve uygunlukla gayeye ulaştırmak ve muradını vermek mânâsınadır.
Letâfet de kesâfet (kabalık, kalınlık)in karşıtı olarak incelik, hoşluk,
naziklik demektir ki zıddı, bir anlam ifade eden kesâfetin derecesine göre
nisbi olarak çeşitli mertebelerde düşünülür.Latif bir hava dediğimiz gibi bazı
cisimlerin de latif ve ruh sahibi olduklarını söylemek bu anlamda nisbi
(göreli) bir güzellik itibariyledir. Işığa, nura ve esire (kâinatı dolduran
elastiki ve akıcı hafif bir cisme) latif denilmesi, daha ince bir düşüncedir.
Halbuki bunlarda az çok maddî veya cismani bir çeşit kesâfet mânâsı da vardır.
Hiç kesâfet mânâsı olmadan düşünebileceğimiz bir letâfeti ancak ilim
mahiyetinde bulabiliriz ki, böyle yalnız ilmi işaretle hissedilebilen letaife
"Mücerredât" ismi verilir. Mutlak varlık, mücerredâtın en yükseği,
vâcibü'l-Vücûd (varlığı gerekli) olan Allah'ın zatı ise hepsinden üstündür.
Birisi, "en ince en gizli işleri bütün inceliğiyle kolay kolay bilen:
demektir ki bu mânâ, ilim sıfatının güzelliğine aittir. Diğeri de nasıl
yapıldığı gizli olan, en güzel şeyleri yapan ve yaratıkların muhtaç oldukları
faydalı şeyleri lütuf ve yardımıyla ihsan eden ve ulaştıran lütufkâr demektir.
Bu mânâ da tekvîn sıfatına aittir. Razî'nin de dediği gibi burada
"habîr" sıfatı ayrıca zikredildiğinden dolayı bu mânâ daha uygundur.
O yaratıcı, ancak böyle bir şeyden haberdar olan latif ve mükemmel bir zattır.
Haberdar olmayan kuvvetler, tam mânâsıyla latif olmayacağı gibi, her şeyi
bilmeyen latifler, ruhlar ve melekler de yaratıcının kendisi değil, işleridir.
Nitekim "De ki: Ruh, Rabbimin işlerindendir..." (İsrâ, 17/85)
buyurulmuştur. deki lâm-ı tarif (belirtme harfi) mükemmelliğe işaret
etmektedir. Mükemmel latif, mükemmel bilgili demektir. Müsnedin (haberin)
ma'rife (belirli) olması da yegane mânâsı ifade ettiğinden dolayı, bu iki
mükemmel sıfatın tamamen yaratıcıya ait olduğunu gösterir. Dolayısıyla bundan
şu mânâları anlayabiliriz: Birincisi, yaratma fiili, yoğunluk ve durgunluğun
işareti olan maddenin şanı değil, lâtif olan kuvvetin işidir. İ
İkincisi, ilimsiz kör bir kuvvetin özelliği
değil, tam mânâsıyla lâtif ve âlim bir kudretin özelliğidir. Üçüncüsü, ilminde
bir eksiklik bulunan kudretin de değil, her şeyi tam hakkıyla bilen, haberdar
olan O yüce kudret ve kuvvetin şanıdır. İşte yaratıcı O'dur. O yaratan,
yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde bütün göğüslerin
hakikatini de bilir. Mükelleflerden çıkan gizli açık, iyi ve kötü her söz ve
fiil, iman ve küfür, her hal ve durum, her niyet ve maksat O'na malumdur.
Lütfunu da cezasını da ona göre verir. Onun için insan olan, ölüm ve hayat
arasına, imtihan meydanına dökülmüş bulunan bütün sorumlular, O'na gizli ve
açıkta o nisbette korku ve sevgiyle, saygı ve hürmet demek olan haşyet hissiyle
dolu olarak yararlı işler koşup o ateş azabından korunmalı, Allah'ın
müjdelediği o büyük mükafat ve bağışa ermelidirler.
Şimdi bunu daha pratik bir şekilde açıklamak
ve bu âlemde insan için yeryüzünden göğe, maddeden mânâya, alçaklıktan
yüksekliğe terakki şekilleriyle gerileme ve helak tehlikeleri arasında doğrudan
doğruya Allah'ın rahmetine götürecek bir doğru yola, ahiret hayatı ve dirilme
gayesine yönlendirmek için hem teşvik hem de uyarı mânâsında buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
15- O size yeri boyun eğer kıldı. Haydi onun
omuzlarında (dağlarında, tepelerinde) yürüyün ve Allah'ın rızkından yeyin.
Dönüş ancak O'nadır.
16- Gökte olanın, sizi yere
batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır.
17- Yoksa siz, gökte olanın üzerinize taş
yağdıran bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Tehdidim nasılmış
bileceksiniz.
18- Andolsun, onlardan öncekiler de
yalanladılar. Ama beni inkâr nasıl oldu?
19- Üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan
kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahmân'dan başkası tutmuyor. Doğrusu O, her şeyi
görmektedir.
20- Rahmân olan Allah'a karşı şu size yardım
edecek askerleriniz hani kimlerdir? İnkârcılar, ancak derin bir gaflet içinde
bulunmaktadırlar.
21- Allah size verdiği rızkı kesiverse, size
rızık verecek olabilen kimdir? Hayır, onlar azgınlık ve nefrette direnip
durmaktadırlar.
22- Şimdi yüz üstü kapanarak yürüyen mi doğru
gider, yoksa dosdoğru yolda yürüyen mi?
23- De ki: "Sizi yaratan, size kulaklar
gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"
24- De ki: "Sizi yerden üreten O'dur ve
O'na toplanıp götürüleceksiniz."
25- (Onlar): "Doğru iseniz bu tehdit ne
zaman olacak?" diyorlar
26- De ki: "(O'na ait) bilgi, Allah'ın
yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."
27- Onu yakın görünce inkâr edenlerin yüzleri
kötüleşti. Ve: "İşte çağırıp durduğunuz şey budur!" dendi.
28- De ki: "Baksanıza, eğer Allah beni ve
benimle beraber olanları öldürse, yahut bize merhamet etse, kâfirleri acı bir
azabdan kim kurtarabilir?
29- De ki: "O çok merhametlidir. O'na
inanmış, O'na dayanmışızdır. Yakında kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu
bileceksiniz."
30- De ki: "Baksanıza, eğer suyunuz
çekilse, size kim bir akarsu getirebilir?"
15-16. "O kıldı" Bu cümle, lütuf
sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah Teâlâ'nın insanlara olan lütuflarından
birini hatırlatmakta ve O'na ait vazife ve gayeleri göstermektedir. Sizin için.
Bunun önce zikredilmesi ihtisas ifade eder. Yani her şey ve her yaratık için
değil, ancak siz insanlar ve özellikle bu söze muhatab olan kulak ve akıl
sahibi kimseler için kıldı. Yeryüzünü bir zelûl. Zelûl, boyun eğmek mânâsına
gelen, esre ile "zill" mastarından mübalağa sıfatıdır. Herhangi bir
şeyden sana boyun eğen, yani istediğin gibi kolaylıkla çekip götürecek şekilde
kullanmaya müsait bulunan uysal şeye zelûl denir. Bunda asıl olan hakaret ve
horluk mânâsı değil, kolaylık, yumuşaklık, uygunluk yani uysallık mânâsıdır.
Bir şey zelûl olmakla beraber şerefli olabilir. Nitekim tevazu, yani mütevazi
davranma bir şereftir.
Hâk ol ki Hudâ mertebeni eyleye âli.
Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir.
"Toprak ol ki Allah dereceni yüceltsin
Kim ayağın tozu olursa o âlemin baş
tacıdır."
Yani zelûl olmak, zelil olmayı gerektirmez.
Hor ve hakir demek olan zelil, "zâl"ın ötresiyle "züll"
mastarından gelir. Boyun eğmek ve uysallık, haricî bir sebep ve tesirle meydana
gelmekle beraber, esas itibariyle istekle yapılan bir fiil olduğundan zelûl
vasfı, hayvanlar için hakikat anlamı ifade eder. En'âm denilen yumuşak başlı
hayvanlar, zelûldur. "Bu hayvanları onların emrine âmâde kıldık. Onların
bazısını binek olarak kullanırlar, bazısını besin olarak yerler." (Yâsin,
36/72) âyeti de bu anlamdadır. Lisanımızda bunun en yaygın örneği koyundur.
"Koyun gibi" deriz, koyun zelûldur, zelil denilmez. Eşek zelûl
olmakla beraber zelillikte de bir örnektir. Deve zelûldur, ama zelil değildir.
At sahibine karşı itaatkârdır. Ufak bir
işaretten anlar, zelil değildir. Kullanmasını bilmeyeni dinlemez, silker
geçiverir. Beygir de hem uysal hem de aşağılanan bir hayvandır. Katır ise
genellikle hor görülür pek uysal değildir. Taş gibi zorlukla kullanılan şeylere
zelûl denilmez, denilirse mecaz olur. Şu halde yeryüzüne "zelûl"
denilmesi bir benzetmedir. "Zelûl hayvan gibi" anlamındadır.
Omuzlarında yürüme emri karinesiyle bunun sade bir koyun gibi eti yenen, sütü
sağılan, yünü kırpılan bir hayvan olmayıp, at veya deve gibi daha ziyade,
binilen en mühim bir hayvana benzetilmiş olduğu anlaşılıyor ki bu konuda, ilk
akla gelen de Arab atı veya hecin denilen iki hörgüçlü ve çok hızlı koşan bir
cins devedir. Yer, bu suretle her türlü istifadeye müsait olarak binilen ve
incitmeden yürüyen uysal bir binit halinde tasvir edilmiştir ki, bunda onun
hissedilmeyecek kadar istekli ve seri bir hareketle sarsmaksızın yürüdüğüne de
bir işaret vardır. Demek ki Allah Teâlâ bize yerin hareketini gerçekte olduğu
gibi hissedilmeyecek bir halde bildirmiştir. Bilindiği gibi bu nevi teşbih ve
istiareleri kuvvetlendirmek için gösterilen delillere "terşih"
denilir. Burada da maksadın öyle bir benzer binit olduğu şu şekilde terşih
edilerek buyuruluyor ki: "Haydi onun omuzlarında yürüyün." Bu emirden
iki yürüyüş anlaşılır. Birisi, onun üzerinde, omuzlarında yürümektir ki bu,
bildiğimiz şekilde yer üzerinde bizzat yapmış olduğumuz yürüyüştür. Bu cümlede
emir fiiline bağlanarak "mef'ul-i fih" olur. Buna göre biz yalnız yerin
sınırları içinde yürümüş oluruz. Diğeri de bir at veya gemi üzerinde fakat
yerin sırtında ve onun yürüyüşü ile yürümemizdir ki, bu durumda zarf-ı
müstakarr olarak "meşy"in fâili olan muhatablardan haldir. Bunda
Allah Teâlâ'nın emriyle ilk defa bizatihi yürüyen yeryüzü, ikincisi de, onun
üzerinde vasıta ile yürüyen biz olmuş oluruz. Bu suretle yürüyüşümüz yerin bir
sınırına doğru değil, göğe doğrudur. Arkadan gelen âyette de gökten
bahsedilmesi, buna açık bir delildir. Bu âyette üzerinde durulması gereken
birkaç nokta daha vardır.
1- Yerin menâkibi nedir? Bilindiği gibi
menkib, omuz demektir. Ancak görüldüğü gibi âyette "iki omuzunda"
ifadesi kullanılmayarak "menakib" şeklinde çoğul sığasıyla
zikredilmiştir. Demek ki yerin omuzları, bildiğimiz binit hayvanlarında olduğu
gibi iki omuzdan ibaret değil, çoktur. O halde bu omuzlar nedir? Râzi'nin
beyanına göre müfessirlerin bu konuda üç görüşü vardır. Birisi, "Katâde,
Dahhâk ve İbnü Abbas'ın görüşüdür ki, buna göre yerin omuzlarından maksat,
dağlar ve tepelerdir." İnsanın omuzları yüksek olduğu gibi dağlar da
yüksek olduğundan "menâkib" denilmişir. Bu anlayışın neticesinde
şöyle bir mânâ ortaya çıkmış olur: Ben size onun omuzlarında (dağ ve
tepelerinde) bile yürümeyi kolaylaştırdım. Halbuki omuzlar yerin, zelil kılınmaktan
en uzak olan cüzleridir. O halde diğer cüzlerindeki kolaylık daha fazla olmaz
mı?
İkincisi, yerin omuzlarından kasıt, yolları,
açıklıkları ve yan taraflarıdır. Bu görüş de, Hasen, Mücâhid, Kelbi ve
Mukâtil'in görüşü ve Atâ'nın İbnü Abbas'tan yaptığı bir nakildir. Ferrâ ve İbnü
Kuteybe de bu görüşü tercih etmişlerdir. Buna göre de menâkib, yan taraflar
demektir. Adamın iki omuzu da iki yanıdır. Ve bu, "Allah, size yeri bir
sergi yaptı ki onda (açılan) geniş geniş yollarda gidesiniz." (Nuh,
71/19,20) âyeti gibidir. Bu iki görüşte de menâkib, mecazi anlamda
kullanılmıştır.
Üçüncüsü, Zemahşeri demiştir ki:
"Omuzlarda yürümek ifadesi, aşırı zelil kılınmanın bir misalidir. Çünkü
iki omuz ve onların birleşme yeri olan ense kökü, devenin en ince ve yürüyenin
ayağıyla basıp ta itimad edebileceği en zayıf noktasıdır. Deve omuzunda
yürünebilecek bir duruma geldiği zaman boyun eğme ve itaat etme konusunda son
dereceye gelmiş demektir." Bu surette "yerin omuzlarında
yürüyün" emri, yerin boyun eğmede nihâi derecede olmasından kinaye olarak
deveye teşbihi ifade etmektedir. Bu mânâya göre âyet, "onda istediğiniz
gibi tasarruf edin" demektir. Güzel olmakla beraber burada
"menâkib"in ayrıca bir mânâsı düşünülmeyerek "meşy"
(yürümek) fiili ile beraber kinaye veya istiâre-i temsiliyye yapılmış
olmaktadır.
Bununla yetinmek ise, yerin omuzları denilen
şeyleri araştırmaya lüzum göstermemiş olacağından, yeryüzünün etrafını keşfe
çalışmak gibi gayretleri tahrik etmeye elverişli olmadığı zannedilebilir.
Halbuki bu emir, yer üzerinde yayılma duygusu telkin ederek müslümanlara az bir
zaman içinde âleme dağılma yollarını açmış olan ilâhi irşadlardandır. Şu halde
menâkib tabiri için de ayrıca bir mânâ düşünmek gerektir ki o da, bu üç izahın
hülasası olmak üzere ortaya çıkan mânâdır. Buna göre yerin omuzlarından maksat,
yerin en yüksek, en uzak, yürümek için en zor ve nazik yerlerine kadar uzanan
sırtı demektir ki bu da, dağları, tepeleri, ovaları ve dereleriyle bütün
doğu-batı taraflarına, kuzey ve güney kutuplarına varıncaya kadar etrafını
kuşatan alanın hepsini kapsar. Bu itibarla "yerin omuzlarından maksat,
yerin etrafıdır" şeklinde yapılan tefsir, en kapsamlı bir tefsirdir. Ancak
Zemahşeri'nin dediği gibi, "meşiy" (yürümek) fiiline "mümkün
olan her türlü tasarrufda bulunma" mânâsı verildiğinde bundan yalnız yerin
sathında kalınmayıp hafriyat veya başka yollarla yerin derinliklerinde
araştırma yapmak mânâsı da anlaşılmaktadır.
2- Bundan anlaşılıyor ki, yerin omuzlarında
yürümek için önce onu keşfedip bilmeye de ihtiyaç vardır. Bu ise, yerin sathına
dair halleri bildiren ve adına coğrafya denilen bilgilerle olur. Şu halde
burada coğrafya bilgisini tahsil etmeye ve yavaş yavaş keşifleri ileri
götürerek araştırma yapmaya da bir teşvik vardır. Ayrıca bundan yerle ilgili
araştırmalarda bulunmak gibi pratik ilimlerin hepsine yönlendirme mânâsı da
anlaşılabilir.
3- "Yürüyün" ve "yiyin"
emirlerine müfessirler mübahlık mânâsı vermişlerdir. Bu, umumi açıdan doğru
olmakla beraber biraz izaha ihtiyaç gösteren bir konudur. Sözün gelimi, bu
emirlerin sırf mübahlık için değil, lütuf ve uyarma arasında bir irşad için
olduğunu da göstermektedir. Lütuf, asıl fiillere karşı ihtiyatlı kılma ve
güçlendirerek teşvik etme açısındandır. Bu yönden âyette ibahâ (mübahlık)dan
öte bir nedb (yapılmasını uygun görme) ve lüzumuna göre vücub mânâsı da vardır.
Nafakasını temin etmek ve ölmeyecek derecede yemek vacib olduğu için bu gibi
durumlarda sözkonusu emirler mübah olarak kalamaz. Uyarma hususuna gelince o
da, "Dönüş O'nadır." (Mülk, 67/15) âyetinden de anlaşılacağı üzere bu
fiillere yol açan gaye ve niyetlere göredir. Yani yürüyün, çalışın, yeyin ama
bu kuvvetleri ve selâhiyetleri size veren Allah'ı ve ölümü unutmayarak ve ona
hesap vereceğinizi düşünerek hareket edin. Haksızlık, tecavüz, israf, zevk ve
eğlenceye dalmak gibi kötü gayeler için değil, Allah için ve Allah'a
gideceğinizi hesap ederek, kısacası Allah'tan korkarak yürüyün ve yeyin
demektir. Bu iki husus düşünülünce umumi sonuç mübahlık mahiyetinde kalsa da,
bunların gerek ferd, gerek cemiyet açısından mühim bir uyarı olduğunu unutmamak
ve durumun gerektirdiğine göre vücûb, nedb, ibaha hükümlerini ictihad yaparak
ayırmak icab eder.
4- "Onların omuzlarında yürüyün ve O'nun
rızkından yiyin. Dönüş, yalnız O'nadır." âyetindeki "yürüyün" ve
"yeyin" emirleri, yürümenin rızık işi yani hayat mücadelesinde
yararlı işlerle çalışıp kazanma meselesiyle ilgili bir iş olduğunu ifade eder.
Ayrıca bu sûreyi okumanın rızkın genişlemesiyle alakalı bulunduğuna dair daha
önce geçen haberlerin kaynağının da bu âyet olduğunu ortaya koyar. Ve böylece
de "Hanginizin daha yararlı iş(ler) yapacağınızı denemek için..."
(Mülk, 67/2) âyetinde beyan edildiği gibi ölüm ve hayat arasında en güzel işler
yapmak için imtihan meydanına çıkışın pratik bir manzarasını anlatmış olur. Şu
halde bu yürüyüş, gerek cihad, gerek ticaret, gerek ziraat ve gerek sanayi gibi
herhangi bir çalışmanın kazanç sebeplerini ve maksatlarını içine almaktadır.
Bununla beraber "De ki: "Yeryüzünde dolaşın ve bakın..." (En'âm,
6/11; Nahl, 16/36; Neml, 27/69; Ankebut, 29/20; Rum, 30/42) emirleri doğrultusunda
yeryüzünü müşahede edip araştırarak ibret ve bilgi elde etmek, din ve faziletin
yayılması konusunda gayret göstererek mükafat kazanmak gibi manevî rızıklarla
faydalanma maksatlarını dahi kapsamaktadır. Şu halde bu emirler aynen fertlere
de hitab etmekle beraber daha ziyade cemiyete yöneliktir.
İşte bu suretledir ki, müslümanlar,
"hayır işlerine koşun" (Bakara, 2/148; Mâide, 5/48) âyeti üzere
imtihan meydanına sevkedilmişlerdir.
Ve rızkından yeyin, yani "O yaratıcının
rızkından yeyin." emrinde yer alan "ekl" yalnız yiyeceğe mahsus
olmayıp "zikr-i hâs, irade-i âmm" (hususi mânâda zikredilip, umumun
kasdedilmesi) kabilinden olarak içmek ve giyinmek gibi hususları da içine almak
üzere mutlak faydalanma mânâsına geldiği gibi Bakara Sûresi'nde yer alan
"Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler." (Bakara, 2/3)
âyetinde geçtiği üzere tıpkı ilimde olduğu gibi maddiyattan başka maneviyatı da
kapsamaktadır. Nitekim rızk hakkında yapılan "Allah'ın hayvanlara
gönderdiği ve onların yedikleri şeylerdir." şeklindeki meşhur tarifde
geçen "ekl" (yemek) de "intifâ" (yararlanma) diye tefsir
edilmiştir. Bu, akaid ilminin üzerinde durduğu bir husustur. Sonra bu rızık
yalnız yeryüzünde bulunan rızıktan ibaret değildir. "Rızkınız da ... semadadır."
(Zâriyat, 51/22) âyetinde ifade edildiği üzere rızkımızın en mühim esasının
gökte olmasına "O yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra kendine
has bir şekilde göğe dönüp doğruldu..." (Bakara, 2/29) âyetinde işaret
edildiği gibi biz yerin omuzlarında yürürken yalnız yerde değil, onunla beraber
göğe doğru da yürümeye ve bu suretle semadan havamızı ve ışığımızı ve diğer
maddî ve manevî ihtiyaçlarımızı bildiğimiz ve bilmediğimiz yollardan
almaktayız. Binaenaleyh bu yürüme ve yemenin gaflet ve alçaklıkla değil, büyük
bir uyanıklık ve yüksek bir hayat gayesiyle olması lazım gelir ki, o da, Allah
için iyi niyet taşıyarak ahirete yönelik maksatları gözetmek ve Allah'ın
mülkünde o suretle mertebeye ulaşmaktır. Onun için bu emirlerin sebebi olmak
üzere buyuruluyor ki bununla beraber dönüş ancak O'nadır. Furkan ve diğer
sûrelerde de geçtiği üzere "nüşûr" yayılmak mânâsına da gelmekle
beraber daha ziyade hayat, özellikle ölümden sonraki hayat, başka bir ifade ile
öldükten sonra dirilmek demektir. Yani giderken sonunuzun yine o başlangıca
dönmek olduğunu unutmayın. Gidip gidip nihayet O'na varacaksınız. O'nun için
dirileceksiniz. Evvel O olduğu gibi Âhir de O'dur. Bütün yürüyüşler böyle iki
ucu birleşen bir daire üzerinde meydana gelen bir dönme hareketi demektir. Şu
halde bütün o hareket esnasında da yular tamamen O'nun elindedir. Asıl hayat ve
hayatın gayesi sizin için değil O'nundur. Mülk O'nun elindedir. Böyle dünya ve
ahiretin birliğini düşünmeyenler, perişan olur. En yüksek idealin O'nun rızası
olması lazım gelir. Sizin dediğiniz ve kuruntunuz olacak değil, O'nun dediği
olacaktır. O'nun rızası dışında hangi maksada ulaşmak için yürüseniz nihayet
O'nun birlik huzuruna, o niyet ve maksadın sorumluluğunu taşıyarak
varacaksınız. Fani maksatlar sönecek, o mülkün nizamına uygun olmayan fikirler,
hareketler ortadan kalkacak, bakiye ait olanlar kalacaktır. Kötü amellerde
ateşi körükleyenler ateşe, güzel amellerle cenneti süslemeye çalışanlar bağış
ve cennete ulaşacaktır. Evet, yerin omuzlarında yürüyün, ama şunu iyi bilerek
yürüyün ki bütün o yürüyüşlerin, o yeyişlerin gayesi O'nunla nihayete eren bir
dönüştür. O dönüş de, nihayet bir yükle o yaratıcıya dönüp O'na arz edilmektir.
Yeri size itaatkâr kılan ve onun üzerinde yürüme selahiyet ve kuvvetini veren O
olduğu gibi, onda yürütecek ve maksada erdirecek ve sonunda kendine varılacak
olan da O'dur. O halde daima O'nun lütfu sayesinde yürüyünüz ve sonunda O'nun
huzuruna varıp hesap vereceğinizi düşünerek O'nun nizam ve hükümlerinin dışına
çıkmaya çalışmaksızın, küfür ve nankörlük, zulüm ve isyan, kötülük ve şeytanlık
yollarına sapmaksızın nimetlerinin kadrini bilip her birini yerinde sarfetmek
için en güzel şekilde hareket ederek, kısacası başta ve sonda O'na iman edip ve
korkusuyla dolup, azabından korunarak ve nimetlerine şükrederek O'nun yanında
vaad edilen en yüksek hayata ermek için yürüyün, yoksa o yeri size amâde kılan
ve size onun omuzlarında yürüme selâhiyeti veren yaratıcı, dilediği zaman
sizden o selâhiyeti alıp size yeri itaatsız hale getirerek, altınızda
çalkalayıvermeye veya size, sizden daha kuvvetlisini musallat etmeye de
kâdirdir. İşte bu uyarı yönü şu âyetlerle açıklanıyor.
17. "Gökte olandan emin mi oldunuz?"
"Semadaki zat (gökte olan)" demektir. Bu ünvan bizden üstün olarak
gökte bulunan akıl sahibi varlıkların hepsini içine almaktadır. Onun için bazı
müfessirler "göktekiler"den maksadın melekler olduğunu
söylemişlerdir. Lâkin sözün gelişi, bunun melekler değil de, Allah Teâlâ
olduğunu göstermektedir ki selef âlimlerinden nakledilen görüş de çoğunlukla
budur. Ancak "O'nun kürsüsü (tahtı) gökleri ve yeri içine alır..."
(Bakara, 2/255) âyetinde ifade edildiği gibi Arş'tan da üstün olan ve
"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) âyetine göre de
benzeri bulunmayan Allah Teâlâ göktedir demek nasıl olur? zarfiyyet mânâsına
geldiği ve zarf, mazrûfundan (zarflanandan) büyük olduğu cihetle göğün Allah
Teâlâ'dan daha büyük olması, yahut O'nun da yarattığı cisimler gibi mekana
muhtaç olması ve mekanın O'na ihtiyaç duymaması lazım gelmez mi? Ve o halde O,
her şeyi kuşatıcı olur mu? diye birçok soru sorulabilir. Zaten bu yüzdendir ki
sözkonusu âyetle ilgili oldukça fazla münakaşa yapılmıştır. Bu konuda mânâsı en
muhkem (açık ve kesin) olan âyetini, Allah Teâlâ'nın mekandan ve cihetten berî
olduğuna dair zikredilen naklî ve aklî delilleri iyi kavrayamamış olan
Müşebbihe Mezhebi taraftarları, birçok mânâya ihtimali olması itibariyle az çok
müteşabih olan "gökte olan" dan maksadın Allah Teâla olduğunda ve
bundan dolayı da "Allah göktedir." demekte ısrar etmişler ve gökten
de cismânî mânâ anlamak istemişlerdir. Bazıları da "Rahmân Arş'a istivâ
etti." (Tâhâ, 20/5) âyeti ile uyumlu hale getirmek için buradaki yı
mânâsına alarak göğün üzerinde, yani fevkında Arş üzerinde demek olduğunu
söylemişlerdir. Ancak bundan kimisi sabit kalmak, kimisi de cihet (yön)
mânâsını çıkarmışlardır. Bunlar ise, muhkem olan âyetine ve daha başka âyet ve
delillere de ters düşmektedir.
Ebu Müslim el-İsfahâni gibi bazıları da bunun,
"Allah göktedir." diye zanneden müşriklerin zanlarına göre bir hitab
olduğunu benimsemişlerse de, burada da hitabın önceki âyette olduğu gibi umumi
bir anlam taşımasının sözgelimine daha uygun olmasından dolayı bu görüşün de
makbul olduğunu ileri sürmek oldukça zordur. Bir kısım âlimler de bunun,
"Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur." (Zuhruf, 43/84), "Ve
her göğe görevini vahyetti." (Fussilet, 41/12) âyetleri doğrultusunda yani
"Hükmü, emri gökte cereyan etmektedir." demek olduğunu
söylemişlerdir. Selef âlimleri ise bunu da âyeti gibi müteşabih kabul ederek
"Müteşabihin te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez..." (Al-i İmrân,
3/7) deyip te'vile girişmemişler, yani bundan şu kasdedilmektedir, diye mânâyı
tayin etmeye kalkışmamışlar; mahiyetini Allah'a havale ederek bir cariye
hadisinde olduğu gibi "gökte" demekle yetinmeyi daha ihtiyatlı
görmüşler ve "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." demekten de geri
durmamışlardır.
Allah Teâlâ'nın yüce zatına ters düştüğü aklen
ve naklen bilinen cisimlendirmek, benzetmek ve hulûl (bir cisme girme)
fikirleri gibi batıl inançlara düşülmemesi için bizim ulaştığımız kanaat şudur:
Buradaki sema, gök dediğimiz cismânî semadan ibaret değil, mutlak yükseklik ve
üstünlük işaretidir. Maddî, manevî, cismânî ve ruhani bütün yaratıkların,
mekanın ve zamanın üstü demek olan mutlak yükseklik mânâsınadır. İşte bu anlama
göre ancak Allah Teâlâ'dır. Zira her şeyin üzerinde, her şeyden üstün olan
ancak O'dur. Arşın üzerinde demenin mânâsı da budur. Bunlar, gerek "Rahmân
Arş'a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) gerek "semada olan" (Mülk,
67/16) vasıfları, tıpkı "yüce ve yüksek olmak" "O, yücedir,
büyüktür." (Bakara, 2/255), "O, her şeye gücü yetendir." (Hadid,
57/2), "O, her şeyi kuşatıcıdır." (Fussilet, 41/54), "O'nun
benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) âyetlerinde olduğu gibi mutlak
tenzih ifade eden vasıflardır. Ve bu mânâ ile yücelik O'nun gerek yeryüzünde ve
gerek semada eşyadan hiçbir şeye karşı nisbetinde bir fark ifade etmez. O,
"Hem gökte hem de yerde ilâhtır." (Zuhruf, 43/84) âyetinin de
gösterdiği gibi yerin ve göğün yaratıcısıdır. Ayrıca O, "Nerede
bulunursanız Allah sizinle beraberdir." (Hadid, 57/4) âyetine göre de,
nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Ancak O, her şeyden üstündür. Bizim
nazarımızda yüceliğin en yüksek örneği gök olduğu için Allah Teâlâ'nın mutlak
yüceliği de onunla ifade edilmiştir. Yalnızca yaratıcı ve yaratıkların
isimlerini mukayese etmekle bile bu mânâ açıkça anlaşılmış olur. Allah
göktedir. Göğün üzerindedir. Arş'ın üstündedir demekte ısrar edenlerin asıl
maksatları da, Allah'ı cisimlendirmekten berî kılmakla bu mutlak yüceliği ispat
etmektir. Fakat bunu takdir edemeyenler teşbihe sapmışlardır. Biz gök
kelimesinden de yükseklik mânâsı anlarsak da, bu kelimenin kökü renk mânâsına
olan "gök"le ilgilidir ve sema ise mutlak yükseklik mânâsını ifade
eden "sümüv"den türemiştir. Bu yüzdendir ki gök tabirinde tecsim
(cisimlendirme), sema tabirinde de yükseklik mânâsı açıkça anlaşılmaktadır. Gök
demek her zaman sema demenin yerini tutmaz. Onun için "Allah
semadadır." demek, Allah şu cisimlendirilen göktedir anlamında değildir.
Sonra şunu da belirtmek gerekir ki harfinin ifade ettiği zarfiyyet ister hakiki
olsun, ister mecazi olsun "kapsamak" mânâsını gerektirmez. Mesela,
"Sema başımızdadır." "Yer ayağımızın altındadır." dediğimiz
zaman bu cümlelerden "Kuş havadadır." cümlesinde olduğu gibi zarfiyyet
mânâsı anlamayız. Ne başımızın semayı, ne de ayağımızın altının yeri kuşatmış
olduğu iddiasında bulunmayız. İşte bu gibi yerlerde gibi diğer bir harf
mânâsıyla da tefsir edilebilir. Bu yüzdendir ki sözündeki zarfiyyet ile
"yıldız semadadır" cümlesindeki zarfiyyet aynı anlamda değildir.
Bunun gibi Allah Teâlâ'nın semada olmasını, Güneş'in semada olması arzında
değil, hisse göre ilmin, cahile göre âlimin, yaratıklara göre yaratıcının,
mahkûma göre hâkimin ve memura göre âmirin üstünlüğü tarzında anlamak gerekmektedir.
Âyette buyurulmayıp olarak zikredilmesi ise, O'nun yüceliğinin görünen ve
görünmeyen her şeyi dışardan ve içerden kuşatmış olduğunu, semanın yalnız
üstünde değil, içinde de hükmünü, ulûhiyyet ve yaratıcılığını ifade etmek gibi
bir nükteyi de kapsadığını gösterir. Bu ise tamamen "O, göklerde ve yerde
tek Allah'tır. Sizin gizlinizi, açığınızı, (hayır ve şerden) ne kazanacağınızı
bilir." (En'âm, 6/3) âyeti gibidir. "Allah'ın emri semadadır,"
şeklinde tefsir edenler de bu anlamı kasdetmişlerdir. Demek ki, "Allah,
yerde değil, göktedir." tezini savunanlar, O'nun mekândan münezzeh (berî)
olarak her yerde hazır ve nâzır olduğunu inkâr edip âyetinin açık anlamına
karşı gelmişlerdir. Evet, sadece "Allah yerdedir." demenin de caiz olmayacağında
ittifak vardır. Çünkü bununla mekan anlamı kasdedilmese bile, alçaklık mânâsına
geldiği kolayca anlaşılmaktadır. Halbuki sadece "Allah semadadır."
demek ise, cisim, mekân ve cihet kasdedilmeyerek, mutlak yücelik ve yükseklik
mânâsıyla caizdir. Çünkü sema, yeri de kuşatmaktadır. Fakat "Allah yerde
değildir." sözü O'nun yerde Allahlık ve tapınılma vasfını, ilim ve
kudretinin nüfuzunu inkâr, yahut yeri O'nun kuşatması dışında tutmak kasdıyla
söylenirse caiz olmaz, küfür olur. Çünkü "O, göklerde ve yerde tek
Allah'tır." (En'âm, 6/3) ve "Muhakkak O, her şeyi kuşatıcıdır."
(Fussilet, 41/54) Ancak mekân, alçaklık ve cisimlendirmeyi ortadan kaldırma
mânâsı kasdedilirse, noksan sıfatlardan berî kılınmış olacağı için doğrudur.
Yer, bize göre bile itaatkârdır. Lâkin bu mânâda "Allah, semada değildir,
yani semada sabit değildir." demek de doğrudur ve öyle itikad edilmelidir.
Çünkü O, semanın yaratıcısıdır. "O'nun kürsüsü semavat ve arzı
kuşatmış." (Bakara, 2/255)dır. "O yücedir, büyüktür." (Bakara,
2/255), "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) "Allah
sameddir, O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'na eş ya da denk
değildir." (İhlas, 112/2-4) Bunun için âyetinden de "Allah Teâlâ'nın
zatı, gökler ve yerin içinde sabittir." tarzında bir mânâ çıkarmaya
kalkışmak doğru değildir. O'nu, göklerde ve yerde tapınılan Allah, diye anlamak
gerekir. "Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir." (En'âm, 6/3) âyeti
de bunu beyan etmektedir. Allah bütün göklerden ve yerden, Arş ve Kürsi'den ve
her şeyden büyük, lütufkâr ve haberdardır. Her şeyden mutlak bir üstünlükle
üstün olan yüce Rab'dır. İşte bu mânâ ile 'dan "Allah" mânâsı anlamak
doğru olur. Yaratan O, yeri itaatkâr kılan O, dönüş kendisine olan, dünya ve
ahiret kendisinde birleşen mülkün sahibi, üstün ve yüce olan ancak O'dur.
"Şu halde yerin omuzlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş
ancak O'nadır." (Mülk, 67/15) emriyle bizim yeryüzünde yürümemizin ve
dönüşümüzün kendisinden geldiği gibi yine kendisinde son bulduğunu bildirerek
bizi, yalnız yerdeki rızık ve hayat ile bırakmayıp "Rızkınız
semadadır." (Zariyat, 51/22) âyetinin ifade ettiği gibi gökte
rızıklandırmak üzere kendisine davet buyurmakta olduğunu ve şu halde bizim
yerin omuzlarında yürürken yer ile beraber ona doğru gidiyor olduğumuzu, bu
gidişin ise kolay olmayıp ilerlemesi ne kadar yüksek ise, alçalma ve iniş
tehlikesinin de o nisbette büyük bulunduğunu beyan ederek uyarı makamında siz
lütfu ve kudreti altında bulunduğunuz "O semadakinden emin misiniz?"
diye buyurmuştur.
Yani O'nun sizi ve yeri hep bulunduğunuz halde
tutup duracağından ve gidişinizde sizi hiç helak etmeyeceğinden emin oldunuz,
güven kazandınız da hiç korkunuz kalmadı mı? O yer üzerindeki hareketlerinizde
nasıl küfür ve nankörlüğe, şeytanlık ve isyana sapar da korkmazsınız O
üstünüzdekinden? Sizi yere geçirivermesinden, yahut yer ile beraber
batırıvermesinden ki o vakit bir de bakarsınız ki o altınızdaki itaatkâr olan
yer ızdırapla çalkalanıyordur. O ızdıraplarla bir volkan ateşinde kaynar
gidersiniz, o cehennemi boylarsınız. O halde Allah'tan korkun da o yerin
üzerinde yürürken küfür ve şeytanlıkla onu bozmaktan, Allah'ın emirleri
hilafına haksız ve çirkin hareketlerden sakının. Bu uyarı, yerin itaatkârlığını
ortadan kaldırmakla dahilinden uyarıdır. âyeti de, yerin itaatkârlığı ve
uysallığı durduğu halde haricinden uyarıdır. Yani yoksa emin misiniz o
semadakinden, korkmaz mısınız? Şeytanlara atış taneleriyle saldırıldığı gibi
üzerinize semadan bir hâsıb, taşlar, mermiler yağdırmağa memur bir elçi, bir
melek, bir rüzgar gönderivermesinden. Artık ileride nezirimin nasıl olduğunu
bileceksiniz. Gönderdiğim peygamberin yahut onunla haber verdiğim uyarı ve
tehdidimin ne olduğunu, yani şimdi iman etmezseniz ileride fiilen bilmeğe
mecbur olacaksınız.
18. Ey o dönüşe bu tehdit ve uyarıya
inanmayanlar! Gökten taş mı yağarmış? Tabii afetlerin bizimle ilgisi neymiş?
Peygambere inanılır mıymış? diyenler! "Onlardan öncekiler de
yalanlamışlardı." Misal vermek için burada muhatabdan gaibe geçilmiştir.
Yani andolsun ki inanmayan inkârcılardan önceki kavimler, Nuh, Ad, Semûd,
Firavun, Lût ve diğer kavimler gibi ardı arkası kesilenler, hep gönderilen
uyarıcıları yalanlamışlardı da fakat nasıl olmuştu intikamım, yalanlamalarına
karşı azabım? Her birini görülmedik bir şekilde köklerinden helak eden azabım
ne korkunç olmuştu? Yukarılarda haber verildiği üzere bilinen nezir, aslında
neziri (uyarım) nekir de nekiri (intikamım) demektir. Ra'nın kesresiyle
mütekellim ya'sından vazgeçilmiştir. Bunlar mastar da, sıfat da olabilirler.
Nekir, inkâra karşı görülmedik bir şekilde o ceza ile inkâr veya o cezaya memur
olan kuvvettir.
19-20. O davet ve bu uyarı ile beraber bir
uyanma ve yükselme delilini göstermek için de buyuruluyor ki: Ya üstlerinde
uçan kuşlara da mı bakmadılar? Bir düzeyde sıra oluşturur gibi devamlı surette kanat
açıp süzerlerken ve yumarlarken ki onlar semada da kah süzülerek, kah yumularak
nasıl yükselip nasıl iniyor? İrili ufaklı o uçanlar, o kartallar, o kara
kuşlar, o leylekler ve diğer kuşlar, havadan ağır olan o ağırlıklarıyla
bulutlar gibi yüksekte nasıl duruyor? Nasıl gidiyor, nasıl yol alıyor da yerde
ve gökte yaratıcının rızkından nasıl nasibini alıyor. Musallat olduklarına
nasıl musallat oluyorlar, savaşlar etrafında nasıl dolaşıyor, nasıl canlar
alıyorlar? Sonra da nasıl çırpınıyor? Nasıl ve neden düşüyorlar? Yerin
omuzlarında yürüyen ve özellikle muharebe meydanlarında veya küfür vadilerinde
dolaşan kimselerin bunları görüp ibret almaları lazım gelmez mi? Onlar bütün bu
fiilerinde, hareket ve sükunlarında kendi içlerinden gelen bir arzu, bir irade
ile fail olmakla beraber her iki halde de onları ancak Rahmân tutuyor. Gökde o
tutuyor, yahut uçuşlarına o son veriyor. Ancak Allah Teâlâ'nın rahmetinin eseri
olan bir nizamı, bir iradesi ile o yükseklerde uçabiliyorlar. O'nun emir ve
müsadesiyle sırası geldikçe tepelerinizden inip savaş meydanlarında sizlere
saldırıyorlar.
O nizama muhalefet ettikleri veya bir gaflet
gösterdikleri yahut içlerinden gelen arzu kesiliverdiği zaman da derhal tutulup
yuvarlanıp düşüyor, helak oluyorlar. Demek ki O Rahmân her halde herşeyi
görücüdür. Muhakkak herşeyi tamamiyle görüyor ve gözetip duruyor. Bütün hayat
ve dönüş hep O'nunla nihayete eriyor. İşte sizin yer yüzünde yürüyüşünüz ve
yerin semaya doğru konumu da fezada, boşlukta uçan kuşlar gibidir. Sizi de
tutan ve tutacak olan ancak o Rahmân'dır. Siz de O'nun, o kuşları uçuran nizamı
ve tutması ile yükseklere uçabilirsiniz. Onlardan ibret alın uçun, fakat ne
kadar uçsanız, yine öyle üzerinizde dolaşan ve haddini aştığınız halde
Rahmân'ın emir ve tutmasıyla gökten inerek sizi avlayacak, binaenaleyh size
karşı bir taraftan kandil bir taraftan da atış taneleri olacak olan nice
kuşlar, uçaklar ve melekler vardır ki hepsi o Rahmân'ın kudret elinde
askerleridirler. O halde sizler de O Rahmân'ın irade ve kudretine dayanarak O'nun
emir ve nizamını takip ederek yerin omuzları üstünde uçaklar yapın ve imtihan
meydanında yarışın. Fakat bütün hedefiniz ve gidişiniz O Rahmân'a karşı gelmek
değil, O'na saygı ve kulluk ile katına dönmek, bağış ve mükafatına ulaşmak
olsun. Çünkü ne kadar uçsanız, O'nun askerlerinden kurtulamaz, mülkünden dışarı
çıkamaz, hiçbir yarık bulamaz, nihayet "Göz aciz ve bitkin halde sana
dönecektir." (Mülk, 67/4) âyetinin mânâsını anlayıp kendinize, kendi
çalışmanıza geçerek başlangıcınız olan yaratıcıya dönmek mecburiyetinde
kalırsınız ve hiçbir zaman O'nun kudretinin elinden yakanızı kurtaramazsınız. O
hepsini görür, gözetir durur. Sizlere verdiği kulak ve akıl da, onları anlayıp
dinleyerek iman etmeniz ve ona göre çalışmanız içindir.
O sizin askerleriniz ordunuz, kuvvet almak
istediğiniz vasıtalarınız kimdir? Putlarınızdan, şeytanlarınızdan tutun da
yardım beklediğiniz silahlarınız, aletleriniz ve bütün yardımcılarınız ki
sizleri kurtaracak Rahmân'ın önünden? O'nun azabından, yahut O Rahmân'ın
dışında dayandığınız, güvendiğiniz şeyler... Demek ki O korumayınca, O'nun
rahmeti ulaşmayınca ne yapsanız, ne kadar çabalasanız kendinizi koruyamazsınız.
O'nun emirlerine uymayınca, O'na dayanmayınca, O'nun lütuf ve mağfiretine
kavuşmayınca her şeyde zarardasınız. O sizin kulak ve aklınızı alıverse
herşeyiniz duruverir. O'nun koyduğu hayat nizamı karışıverince her şey yok
oluverir. Binaenaleyh O'nun dışında güvendiğiniz şeyler, yaptığınız ameller
sönüverir, sönüverir değil, sizleri ebediyyen yakan bir cehennem, bir azab kesiliverir.
Kâfirler ancak bir gurur içindedirler. O Rahmân'ı ve O'nun emirlerini,
uyarılarını tanımayıp da yalnız hayatta kalmak için boğuşan ve öldükten sonraki
hayatı inkar edenler aldanmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Uçsalar da kuş
değildirler.
21. Size rızık verecek olan kimdir? Kimdir o
maddî ve manevî, cismanî veya ruhanî hayatınızın dayanağı olan gıdayı, nasibi
size verecek? Şayet O rızkını keserse, gerek nefsin dışından gerekse nefisten,
verdiği rızıkları kesiverirse, mesela su ve havanızı yahut ışık ve idrakinizi
alıverse bir damla suyu, bir soluk havayı size kim sunabilir? Bir lokma ekmeği
nerde görürsünüz? Haydi diyelim ki bunları size sunmuş olsalar, ağzınıza
soksalar veya siz onları biriktirmiş bulunsanız, o size hazım kuvveti vermez yahut
kalbinizi, cereyanınızı durduruverirse bir yudum içebilir ya da bir lokma
yiyebilir misiniz? Veya orduları besleyebilir misiniz? O halde rızkınızın rızık
vericisiz olmayacağını bilir ve hep yemeyi düşünürsünüz de niçin o rızkı
başkasından bekler, Rahman'ın mülkünde doğru dürüst iman ile çalışmazsınız;
başkasından umar, tembellik yapar veya zulmeder, kendinizin ve kulların
zararına koşarsınız? Hayır ne kadar doğru yola çağırılsalar ve uyarılsalar
Allah'ın kendilerini iman ve irfan ile rızıklandırmadığı o kâfirler, isyan ve
dikbaşlılıkla vahşet ve firarda, haktan kaçınmada inad etmektedirler, yan yan
gider bir türlü doğru yola gelmezler.
22-23. O halde yüz üstü kapanarak yürüyen mi
hak gayesine daha iyi erer, muradına ulaşır? İşte şeytanlıkta, batıl fikir ve
inançta giden kâfirler, nankörler böyle yer yüzünde gözlerini yalnız alçaklığa,
aşağılığa dikerek ve kendilerinden başkasını görmeyerek yüz üstü sürüne, sürüne
giderler. Cehennemde de böyle sürüneceklerdir. Artık onlar mı daha iyi yoksa
iman ve irfan ile doğru bir cadde üzerinde eğilmeden, dümdüz hakka giden,
Allah'ı birleyen dosdoğru müminler mi daha iyi, daha hidayet üzere olur? Hangi
taraftan olmalı? Hangisinin ardından gitmeli? İnsan olan bir düşünmelidir.
Şüphesiz insanlık hayvanlar gibi yerde sürünmekte, rızkı sadece yerde aramakta
değil, doğru bir yol ve istikametle Hakk'a doğru düpe düz gitmektedir. O halde
insan olanlar yerin omuzlarında yürümek ve yaratıcının rızkından yemek ve O'nun
katına ulaşmak için ilk önce yaratıcının birliğine ve koyduğu hükümlerine iman
ederek ve O'nun gösterdiği delilleri takip ederek maddeten ve manen doğru ve
geniş yollar açmalı ve hakkın semtine dosdoğru yürümelidir. İşte bu, dosdoğru
yol ve hak din olan tevhid (birlik) yoludur. O yolda düz gitmek de, dosdoğru
bir şekilde ahlâk ve şeriat dairesinde yürümektir. Şu halde bunun gereklerinden
ilki, "Yoldan eza verecek, engelleri, pislikleri kaldırarak" yerin
her tarafına geniş ve temiz yollar yapmak ve oralarda öteye beriye sarkıntılık
etmeksizin dosdoğru olarak edeb ve adaletle yürümektir. Bunun için Allah Teâlâ
Nuh Sûresi'nde geleceği üzere "Allah, geniş yollar edinip dolaşabilesiniz
diye, yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır." (Nuh, 71/19,20)
buyurmaktadır. Şimdi de bu dosdoğru yürümenin esası; bu emirlerin bu uyarıların
özeti olmak üzere Peygamber'e hitaben buyuruluyor ki:
De ki: Ey bu söze muhatab olan insanlar! Sizi
yaratan, yani sizi bu vücutta ilk dirilten ancak o mülkün sahibi, o ölüm ve
hayatı ve bu âlemin nizamını yaratan o lütufkâr ve herşeyden haberdar olan
yaratıcı, O yüce Rahmân'dır. O'nun dışında hiçbir şey değil, ne şu ne bu, ne
babalar analar, ne şu devlet bu devlet, ne yer ne gök hiçbiri değil, ancak
hepinizi yaratan Allah Teâlâ'dır. Diğer sûrelerde geleceği üzere tavırdan
tavıra o sizi yarattı ve size işitecek kulak, görecek gözler ve idrak edecek
kalbler, gönüller verdi ki siz önce o kulakla işitilmesi gereken sesleri ve
ilmin başı olan Kur'ân âyetlerini, elem ve kederlere yahut haber ve uyarılara
delalet eden sesleri, iniltileri, figanları, gürültü ve çığırtıları hep birlik
kulağı ile dinleyesiniz ve görülmesi gereken, türlü renk ve manzaraları
kapsayan, görüş, akıl ve tecrübe ile nice ilimlerin ortaya çıkarılmasına yol
açacak olan tekvinî âyetleri (delilleri) göresiniz ve hepsini gönlünüzde duyup
idrak edesiniz de ona göre gereğince iman ve doğrulukla vazifenizi yaparak
onların şükrünü yerine getiresiniz sizler pek az şükrediyorsunuz, o nimetlerin
kıymetini takdir etmiyor, onları veren Allah'a karşı ta'zim ve ibadet
vazifelerinizi yapmıyor, yapsanız da pek az yapıyorsunuz, yahut pek azınız
yapıyor. Bir çoklarınız o nimetlerin ve yaratıcının kıymetini bilmiyor, yanlış
yollarda ve yaratılışlarının aksine olarak onları boş gayelerde kullanarak
israf ediyorsunuz. Gerek yukarıdaki âyetlerden, gerek "Şayet kulak vermiş
veya aklımızı kullanmış olsaydık" (Mülk, 67/10) âyetinden ve gerekse bu
âyetten anlaşılıyor ki, kulak ve gözler, akıl ve vicdan, Allah Teâlâ'nın
insanlara uzaktan acı veya tatlı haberler vermek için gönderdiği koruyucu
elçilerin en yakınlarıdır. Kitapların tebligatı, melek ve peygamberlerin haber
ve uyarıları herkese hep bunlar vasıtasıyla ulaştırılırlar. Gerçi dokunma,
tatma ve koklama duyuları da Allah'ın birer habercisidir. Fakat bunlar, uzak
tehlikeleri duyurmaz, en yakından haber verirler, o vakit ise korunmaya imkan
kalmaz. Tehlike veya netice gelmiş çatmış bulunur. Kulak ve gözler, akıl ve
kalb ise en uzaktan haber vererek gelecek için uygun bir tarzda uyarıda
bulunurlar. Bunlardan güzel şekilde istifade etmek istemeyen ve yalnız dokunma,
tatma ve koklama duyuları alanındaki alışkanlıklara düşkün olanlar "Allah
bir şey indirmedi." diye ne peygamber, ne kitap ne uyarı dinlemez,
şeytanların arkasına düşerek sonunda "Şayet kulak vermiş veya aklımızı
kullanmış olsaydık (şimdi) bu alevli cehennemin mahkumları arasında
olmazdık!" (Mülk, 67/10) derler ve yanarlar.
24. De ki: Sizi zerre zerre yaratıp, yerde
yayan, çoğaltarak her hangi bir sebeple şuraya buraya, şu dereye, şu tepeye, şu
ülkeye, şu noktaya, şu cemiyete bu cemiyete dağıtan da ancak, O sizi yaratan
Allah'tır. Yoksa ne gelişir, ne çoğalır, ne büyür, ne dağılır ne de her biriniz
bir yerde bir mevki işgal edebilirdiniz. Sonunda da hepiniz O'nun huzurunda
toplanacaksınız; her nerede olursanız olunuz, her hangi bir noktada, bir devlet
ve toplulukta bulunursanız bulununuz, nihayet O'na sevkedilip O'nun katında
toplanacaksınız. Böyle olmayan hiç bir ferd, hiçbir cemiyyet yoktur. O halde
niçin önce sizi başkası yaratmış, başkası büyütmüş sonra da ölmeyecek,
bulunduğunuz dünyada kalacak, yahut başkasına gidecekmişsiniz gibi davranıyor,
başkalarına kulluk ediyor, başkalarından korkuyor, nankörlükle bu bayağılıkta
kalmak istiyorsunuz da, O'na gideceğinize iman ederek her hareketinizde O'nun
rızasını gözetip şükrederek O'na gitmek istemiyorsunuz? Demek ki siz her nerede
olursanız olunuz O'ndan kulağınıza, gözlerinize, gönüllerinize eriştirilen
haberleri güzelce, samimiyyetle dinleyip onlara hıyanet etmeden hareket edecek
olsanız hiçbir yerde ölümden kurtulamayacağınızı ve her nerede bulunursanız
yaratıcının yardımıyla yaşadığınızı ve sonunda O'na gideceğinizi bilir
anlarsınız. Ve bu anlayışla yüzünüzü O'na, O'nun kıblesine çevirip ancak O'ndan
korkarak ve O'na şükrederek hareket edecek olsanız, "Nerede olursanız olun
sonunda Allah sizi bir araya getirir.." (Bakara, 2/148) âyetine göre
hepiniz bir cemiyyet olarak O'nun huzuruna ak yüzle girmiş ve başka korkuların
hepsini atmış bulunursunuz. O sizi her şeyden kurtarır ve her murada erdirir.
O'ndan başka saydıklarınız ve korktuklarınız ise O'nun elinden sizi kurtaramaz.
Olsa olsa bir kaç günlük geçici bir zevk veya kedere sebebiyyet verebilir, o da
Allah'ın izin ve iradesi olursa yapabilir. Ve nihayet hepiniz ferd ferd veya
cemiyyet cemiyyet veya bütün yer ve gökle birlikte O'na sevkedilir, O'nun
huzurunda yeni bir diriliş, ebedi ceza ve mükafat için toplanırsınız.
25. Hakikat böyle iken kulaklar, gözler ve
kalblerin kıymetini bilmeyen kâfirler diyorlar ki: Ne zaman bu vaad?
"O'nun huzurunda toplanacaksınız" (Mülk, 67/24) diye yapılan bu
toplanma vaadi eğer doğru iseniz. Ey Peygamber! Ve ey o sözü bize getiren
kulağımız ve duyan vicdanlarımız! Eğer biliyor, doğru söylüyorsanız onun ne
zaman olacağını da söyleseniz ya!
26-27. De ki: O ilim ancak Allah'ın
yanındadır. Yani birşeyin mutlak olarak meydana gelmesini bilmek başka, ne
zaman meydana geleceğini bilmek başkadır. Her şeyin meydana geliş zamanını
bildiği gibi, her birinizin veya hepinizin ne zaman ölüp, ne zaman dirilip
toplanacağınızın tafsilatını da ancak Allah bilir. Ben ise ancak açık bir
uyarıcıyım, sadece onun olacağını açıkça haber vererek sakındırıcı bir
haberciyim. Yoksa yapacak olan ben değilim. Mutlaka vuku bulacağını biliyorsam
da ne zaman meydana geleceğini bilmem. Onu haber vermek, sakındırma haberi
değil bir icra tebliğinden ibarettir.
28. De ki: gördünüz ya söyleyin bakalım eğer
Allah beni ve benimle beraber olan müminleri helak etse, Mekke müşrikleri,
uyarıların Allah Teâlâ tarafından olduğuna inanmayıp da, Peygamber'in dünyadaki
hayatına mahsus olduğunu zannettikleri için "şu helak oluverse de
kurtulsak" derlerdi. Fakat bu uyarının öyle zannettikleri gibi
Peygamber'in vefatıyla kesilivermeyeceğini anlatmak üzere böyle buyuruluyor:
Eğer Allah beni ve bütün beraberimdeki müminleri sizin arzu ettiğiniz gibi
vefat ettirip ahirete gönderse yahut da bizi esirgese de size karşı yardım edip
arzunuza rağmen yaşatsa, her iki takdirde de kâfirleri can yakıcı bir azabdan
kurtaracak kimmiş? Demek ki, Allah'tan başka yokmuş, demek ki Allah'a imandan
başka kurtuluş çaresi söz konusu değilmiş, siz iman etmedikçe ne Peygamber'in
vefatından size bir fayda ne de onun başarısından size bir zarar gelecek
değilmiş. Bütün o azab, bu dünyada kalmak sevdasıyla Allah'ın lütfuna, nimetine
karşı olan küfrünüzden ve nankörlüğünüzden dolayı geliyormuş. İşte sizin
hakkınız öyle yakıcı bir azabtır. Yaşamasını da ölümünü de Allah'tan bilen ve
yalnız O'na kulluk eden bizlerin ise, sonucu ölüm olan geçici bir hayattan daha
güzel ve sırf rahmet olan ebedi bir hayata güle güle gitmekten başka bir gayesi
yoktur.
29. De ki: İşte size o azabı, bize bu rahmeti
veren Rahmân'dır ki, bizler O'na iman ettik ve ancak O'na güvenip dayandık,
kendimizi O'na verdik, O'na tevekkül ettik. Biz sizi çoklukla veya diğer bir
vasıta ile değil, ancak O Rahmân'ın yardımıyla yendik ve yeneceğiz. Ey geri
kalan kâfirler! Siz de ileride bileceksiniz ki açık bir sapıklık içinde bulunan
kimmiş? O Rahmân'a iman edip, O'na güvenen ve O'nun yoluna giden bizler mi?
Yoksa geçici dünyaya aldanıp da O'nun uyarı ve rahmetine küfreden sizler mi?
Dünyada hangisi yanlış gidiyormuş? Sonunda hangisi kaybedecekmiş
anlayacaksınız. Bu hitab, hülasanın neticesinden sonra ortaya konan bir
tehdiddir. Bununla beraber insaflı bir şekilde tebliğ edilmiştir. Hangisinin
yanıldığını anlamak için şunu düşünmek yeter:
30. De ki: Gördünüz ya! Kendinizi ve
gösterilen yolu bir düşünün, söyleyin bakalım eğer suyunuz çekiliverse;
hayatınızın en önemli ve genel mayası olan su yeryüzünden hepten çekiliverir de
Allah rahmetini tamamen kesiverir, kaynaklarınız kurursa, yahut beden veya
cemiyyetinizin suyu çekiliverir de o güvendiğiniz dünya hayatınız kuruyuverirse
size kim bir akarsu, bir menba, bir kaynak suyu getirebilir? Hangi ferd, hangi
devlet, hangi fen ve sanat sahibi yeryüzünde veya bedeninizde o hayat mayasını,
asıl maddesini yaratabilir? O Rahmân'dan başka hiç kimse getiremez. Bu artık en
belirgin bir gerçek değil mi? Zira, suyun ne olduğunu anlayanlar ve "Biz
onu hidrojen ve oksijenden elde ederiz." diyecek olanlar da bilirler ki, o
gazlar, o buharlar, o havalar, o asıllar, onları tanıtan idrakler ve ortaya
çıkaracak melekler de, Allah'tandır. Hep O Rahmân'ın bu âlemde mümine ve kâfire
esirgemediği rahmetindendir. Demek ki O Rahmân'dan başka hayat verecek ve
tevekkül edilecek hiçbir varlık yoktur. Hakikatte öldürecek ve ölüleri
diriltebilecek O'ndan başka kimse yoktur. Demek ki O'ndan, O'nun rahmetinden
başkasına dayananlar ve O'na gitmek istemeyenler Dünya ve ahirette açık bir
sapıklık içindedirler. Ve öyle olduklarını, O'nun bir rahmeti olan o hayat suyu
kesiliverdiği zaman anlayacaklardır. Biz işte O Rahmân'a iman ettik ve O'nun
emrine hiç karşı gelmemek üzere kendimizi hayatta ve ölümde O'na teslim edip,
O'na tevekkül ettik ve nihayet O'na, O'nun mağfiret ve rahmetine gideceğiz.
Böyle inandık ve böyle karar verdik. Dileriz ki "Mutlak hükümranlık
elinde" (Mülk, 67/1) olan O Kâdir, O Aziz ve Gafûr, O lütufkâr ve
herşeyden haberdar olan, O herşeyi gören yegane yaratıcı, yegane Rahmân olan
Rabbımız Teâlâ bizi bu yoldan şaşırtmasın, şeytanlara uydurmasın, imanımızı
muhafaza buyursun da iyi huylar, yararlı işlerle güzel sona nail eylesin, bağış
ve rahmetine ulaştırsın . Hamd âlemlerin Rabbı Allah'adır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Mülk Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.