Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Muhammed Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
47-MUHAMMED:
1- O kimseler ki küfredip Allah yolundan yüz
çevirmekte yahut men etmektedirler.
SADDÛ: Yüz çevirmek, aldırmamak mânâsına
mastarından lâzım yahut da men etmek, çevirmek mânâsına 'den müteaddi olabilir.
İkisiyle de tefsir edilmiştir. Keşşaf haşiyesi Keşf'te der ki: Birincisi daha
açıktır. Çünkü: "De ki işte benim yolum budur. Basiretli olduğum halde
Allah'a davet ederim." (Yusuf, 12/108) buyurulduğuna göre Allah yolundan
sapmak Muhammed (s.a.v)'in getirdiği doğru yoldan yüz çevirmektir. İkinci
âyette: "Ve o kimseler ki iman etmekte ve salih salih ameller işlemekte ve
Muhammed'e indirilene inanmaktadırlar." buyurulmasına karşılık şekliyle
uygun olan da budur. Gerçekten bu iki âyetin getirilmesi kâfirlerle müminlerin
ve özellikle Hz. Muhammed'e indirilene, gereği gibi iman edenlerle etmeyenlerin
bir mukayesesini göstermesi itibarıyla bu karşılık önemlidir. Âyetin iniş
sebebi Mekke müşrikleri olmakla beraber mânâ geneldir. Yani Mekke müşrikleri
gibi küfredip de Allah yolundan Muhammed (s.a.v.)'in davet ettiği hak İslâm
dininden yüz çevirenlerin Allah amellerini boşa gidermektedir. Mesailerini,
çalışmalarını, yaptıkları iyi işleri hedefine isabet ettirmeyip boşa
çıkarmaktadır.
2- Buna karşılık Ve onlar ki iman edip salih
işler yapmakta ve Muhammed'e indirilene iman etmektedirler. Yani burada imandan
maksat özellikle Muhammed (s.a.v)'e indirilen kitap ve şeriata imandır. Çünkü
Rablerinden gelen hak odur. Allah yolunu hakkıyla beyan eden ve Allah'dan
geldiğine hiç şüphe olmayan hak kitap ancak odur. Diğerleri kısmen bozulmuş,
kısmen de neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olmakla, Kur'ân'ın tasdiki ile
birlikte bulunmayanlar hak değildir. Onun için istenen iman ona imandır. Bu
şekilde ona hakkıyla iman edip de gereğince salih amellere çalışan müminler
Allah kendilerinden kabahatlerini keffaretleyip örtmekte ve yüreklerini, hal ve
durumlarını düzeltmektedir. Kâfirler boşuna çalışırken, bunlar düzen ve intizam
içinde günden güne ilerleyip fikir ve kalplerini düzeltmekte ve işlerinde ileri
gitmektedirler. Mekke'deki kâfirlerle Medine'deki müminlerin hali
karşılaştırılınca bu tecrübe ile sabit olduğu gibi bütün tarihte de imanlarında
salih olan müslümanların hali böyle olmuştur. Şu halde her ne zaman bunun aksi
görülmüşse müslümanların iman ve dürüstlüklerinin bozulmuş olmasındandır.
3- O, öyle olması, yani kâfirlerin taşkınlığı,
müminlerin dürüstlüğü şu sebepledir ki: Küfredenler batıla tabi olmuşlar, Allah
yolundan kaçınıp hevalarına, keyiflerine uyarak boş ve gelip geçici maksatlar
peşinde koşmuşlar, iman edenler ise Rabblerinden gelen hakka tabi olmuşlardır.
İşte Allah insanlara mesellerini böyle getirir. Her kavmin alemde mesel olacak
iyi veya kötü sonuçlarını kendilerine bu şekilde yapıştırır, kılıklarını
yüzlerine böyle çarpar. Batıl peşinde koşanların meselleri şaşkınlık, hakka
tabi olanların meselleri de kalp, dürüstlüğü ile başarı olur.
4- Öyle olunca o küfredenlerle savaşla
karşılaştığınız vakit. Hemen boyunlarını vurmaya bakın. "Boyunlarının
köküne vurun da vurun, öldürün. Ta onların kuvvetlerini kırdığınız zaman, yani
çok kırıp ordularının yarasını derinleştirdiğiniz, iyice alt ettiğiniz zaman, bağı
sıkı basın, kalanlarını sağlam bağlayıp esir edin. Sonra da artık ya azad, ya
fidye, yani muhayyersiniz ya lütfeder salıverirsiniz, yahut can bahası bir
kurtuluş fidyesi alırsınız. Terdîd (iki ihtimalle anlatma)de aslolan gerçek
ayrım olacağı için bu terdîdin zahiri, esir alındıktan sonra ya azad, ya
fidyeden başka bir şey yapılamayacağını gösterir. O halde tutulan esiri
öldürmek veya köle etmek nasıl caiz olur? Bundan dolayı Hasan-ı Basrî
hazretleri gibi bazıları esir tutulduktan sonra öldürülmeyeceğini
söylemişlerdir. Rivayet olunur ki Haccac'a böyle bir takım esirler
getirilmişti. Hacac onlardan birini öldürülmesi için İbnü Ömer (r.a)
hazretlerine gönderdi, İbnü Ömer hazretleri dedi ki; bize böyle birşey
emredilmedi, Allah Teâlâ ancak ta onların kuvvetlerini kırdığınız zaman bağı
sıkı basın, sonra da artık ya azad ya fidye, buyurdu. Fakat çoğunlukla âlimler
demişlerdir ki İmam (devlet başkanı) muhayyerdir.
1) Müslüman olmadıkları takdirde dilerse
öldürür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) Ukbe b. Ebi Muayt'ı ve Tuayme b. Adiyy'i
ve Nadr. b. Haris'i sabren katletti, bununla beraber imamın (devlet başkanının)
emri olmaksızın gazilerden birinin, esiri kendiliğinden öldürmesi caiz olmaz.
Esirin kötülüğünden korkmak gibi zorlayıcı bir sebep olmaksızın öldürmüş bulunursa
imam onu cezalandırır.
2) İmam dilerse köle yapar, çünkü bunda hem
kötülüklerinin ortadan kaldırılması, hem de İslâm'ın menfaati vardır.
3) Dilerse hürriyetleri saklı olmak üzere
müslümanlara zimmi olarak bırakır. Nitekim Hz. Ömer Irak'ın sevad halkını öyle
bırakmıştır. Ancak Arap müşriklerinin zimmî olmaları da kabul edilmez. Köle
yapılmaları da caiz olmaz. Mürtedler gibi ya ölüm ya İslâm teklif edilir.
4) Müfâdat; yani esirleri esirlerle
değiştirme. İmam-ı Azam Ebu Hanife'den bir rivayette caiz görülmemiş ise de
Siyer-i Kebir'in rivayeti olan daha zahir bir rivayette caizdir. Ebu Yusuf,
Muhammed, Şafiî, Malikî, Ahmed İbnü Hanbel'in görüşleri de budur. Resulullah
(s.a.v)'in iki müslümanı iki müşrik fidyesi ile kurtardığı rivayet olunur.
Hatta bir kadın ile bir çok müslüman esirlerini kurtardığı da rivayet
olunmuştur.
5) Müfâdat bilmal (mal karşılğı esirleri
değiştirme). Hanefi mezhebince meşhur olan, caiz görülmemiştir. Çünkü bunda
düşmana para ile asker kazandırmak vardır. Bedir'de bu şekilde alınan
fidyelerden dolayı Enfal Sûresi'nde "Hiçbir peygamber için harp sahasında
düşmanı iyice ezinceye kadar esirler almak uygun değildir. Siz dünya malını
istiyorsunuz Allah ise Ahireti kazanmanızı istiyor. Allah çok güçlüdür hüküm ve
hikmet sahibidir. Eğer daha önce Allah'tan gelmiş bir hüküm bulunmasaydı
aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. (Enfal,
8/67-68) âyetiyle kınama gelmiştir. Bununla beraber Siyer-i Kebir'de
müslümanlarda ihtiyaç olunca bir sakınca yoktur der. Dürer'de de mal karşılığı
esirleri serbest bırakmak savaş bitmeden caiz olursa da savaş tamam olduktan
sonra caiz olmaz diye zikredilmiştir. Yani meşhur olan yorum budur. Bu mânâ
"Harp ağırlıklarını atıncaya kadar." (Muhammed, 47/4) kaydından
anlaşılmış olsa gerektir.
6) Menn, yani hiçbir şey almaksızın
karşılıksız darulharbe salı vermek mânâsına azad, Ebu Hanife, Malik, Ahmet b.
Hanbel mezheplerinde caiz görülmüştür. Fakat İmam Şâfiî buna da cevap
vermiştir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v) Bedir esirlerinde bir takımına
lütfetmiştir. Ki bunlardan birisi Ebul Âs b. Ebirrebi idi. Şöyle ki, Mekke
halkı esirlerini kurtarmak için fidyelerini gönderdiklerinde Resulullah'ın kızı
Zeynep de kocası olan Ebul As'ın fidyesini göndermişti. Bunun içinde bir
gerdanlık vardı ki bunu Zeynep Ebul As'a gelin olurken annesi Hz. Hatice
(r.anha) takmıştı. Resulullah bunu görünce şefkatinden dolayı çok müteessir
oldu. Bunun üzerine Resulullah ashabına bunun gönderdiğini kendisine iade edip
de esirini serbest bırakmayı uygun görürseniz yapın dedi. Onlar da onu
memnuniyetle yaptılar. Resulullah'ın bunu salıverirken Zeyneb'i boşamasına dair
söz aldığını da rivayet ederler. Aynı şekilde Resulullah (s.a.v) Yemâme
halkının efendisi Sümame b. Esal b. Numan el-Hanefi'yi de karşılıksız serbest
bırakmıştı ki o sonra güzel bir müslüman oldu. Bir de Buhari'de sabit olduğu
üzere şöyle buyurmuştur. Mutim b. Adiy sağ olsa da şu kokanlar, yani Bedir
esirleri hakkında bana söyleseydi ben onları hemen bırakıverirdim. Bu hadis de
karşılıksız serbest bırakmanın caiz olduğunu gösterir. Çünkü caiz olmasa
peygamber "yapardım" demezdi bunlardan başka, İmam Şafiî, bir de bu
"Sonra da artık ya karşılıksız azad ya fidye" âyetini de delil
getirmiştir. Gerçi bazılarını dediği gibi burada karşılıksız serbest bırakma
fidye olmadığı halde öldürmemek mânâsına yorumlandığı takdirde gerek kölelik ve
gerek zımmi olarak hürriyetiyle bırakmayı içine alacağı gibi, mutlak azad etmek
mânâsına yorumlandığı takdirde de zimmi olarak kalması şıkkını da içine alırsa
da bunların hiçbirisi karşılıksız olarak memleketine iadesi mânâsına engel
olmaz. Bu mânâyı da öncelikle içerir. Şu halde bu âyete karşı serbest bırakmayı
neshedecek (hükmünü kaldıracak) bir delil bulunmadıkça İmam Şafiî'nin dediği
gibi karşılıksız serbest bırakmak şüphesiz caiz olur. Suyutî'nin Dürrü
Mensur'da zikrettiğine göre İbnü Abbas, Katade, Dahhak ve Mücahid'den bu âyetin
bundan sonra nazil olmuş bulunan Tevbe Sûresi'ndeki âyetlerle neshedilmiş
olduğu rivayet edilmiştir. İbnü Cerir de der ki: Âlimlerin bu "Onları iyice
altettiğiniz zaman bağı sıkıca basın, sonra da artık ya karşılıksız azad ya
fidye" âyetinde ihtilaf ettiler. Bazıları dediler ki; mensuhtur (hükmü
kaldırılmıştır). onu "Müşrikleri nerde bulursanız öldürün." (Tevbe,
9/5) ve "Onları harpte yakalarsan arkadakilerini onlarla ürküt."
(Enfal, 8/57) âyetleri neshetmiştir. İbnü Cüreyc'ten ve Süddî'den âyeti
neshetti diye rivayet edilmiştir. Katade'den âyeti neshetti diye rivayet
edilmiştir. İbnü Abbas'dan "Küfredenlerle karşılaştığınız zaman hemen
boyunlarını vurmaya bakın, kuvvetlerini kırdığımız zaman bağı sıkı basın, sonra
da artık ya azad ya fidye" âyetinde fidye neshedilmiştir. Bu âyeti
"Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün,
yakalayın, esir edin, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun." (Tevbe,
9/5) âyeti neshetti. Berâe Sûresi'nden ve haram ayların çıkışından sonra
müşriklerden hiçbirinin ne anlaşması, ne de dokunulmazlığı kalmadı. Dahhak'dan
"Artık bundan sonra ya azad ya fidye" hükmü neshedilmiştir.
"Haram ayları çıktığı zaman müşrikleri nerede bulursanız öldürün."
(Tevbe, 9/5) âyeti onu neshetti. Berâe Sûresi'nden sonra müşriklerden
hiçbirinin ne andlaşması, ne zimmî olarak kabul edilme hükmü kalmadı. Fakat
diğer bir takımları da bu muhkemdir, neshedilmemiştir. Esiri öldürmek caiz
olmaz ancak azad veya fidye karşılığı serbest bırakmak caiz olur, demişlerdir.
Yukarıda nakledildiği üzere İbnü Ömer hazretleri bize öldürme emredilmedi.
"Artık bundan sonra ya azad, ya fidye" demiştir. Atâ, müşrikin sabren
öldürülmesini mekruh görür, bu âyeti okurdu: Hasen demiştir ki; esirler
öldürülmez ancak savaşta onlarla düşmana ordu heybetli gösterilir. Ömer b.
Abdulaziz erkeği erkeğe fidye yapardı. Ve Hasan bir mal karşılığı esirleri
serbest bırakmayı mekruh görürdü. Taberî bunları naklettikten sonra der ki:
Bence doğru olan, bu âyet mensuh değil muhkemdir. Çünkü neshedenle, neshedilen,
aynı durumda hükümlerinin birleştirilmesi mümkün olmayan yahut birinin diğerini
neshettiğine kesin delil bulunan şeydir. Halbuki azad ve fidye ve öldürmede
Resulullah'a ve ondan sonra ümmetin işlerini yönetmekte olanlara muhayyerlik
verildiği inkâr edilmemektedir. Gerçi bu âyette öldürme zikredilmemiş ise de
diğer âyette "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (tevbe, 9/5) diye
öldürmeye izin verilmiştir. Resulullah da öyle yapmış, harp edenlerden elinde
esir bulunanı bazen öldürmüş bazen fidye karşılığı serbest bırakmış, bazen de
azad etmiştir. Bu âyette özellikle azad ve fidyenin zikredilmiş olması ise
yukarıdan beri geçen âyetlerde öldürme emir ve izinlerinin tekrar, tekrar
geçmiş olmasındandır. Görülüyor ki Taberî'nin bu açıklamasına göre "artık
bundan sonra ya azad ya fidye" muhayyerliğinin mutlak oluşu öldürmeye
delalet eden diğer âyetlerle kayıtlanmış oluyor. Halbuki fıkıh usulünde
bilindiği üzere mutlakın kayıtlanması mukarin (beraberindeki hüküm) ile olursa
tahsis, daha sonra gelen bir şey ile olursa bir nesih mânâsını içerir. Berâe
âyetleri de iniş itibarıyla sonradan olduğu için bu çözüm şekli demek ki İbnü
Abbas'ın dediği gibi bir nesih olduğunu itiraftan başka birşey değildir.
Nitekim Hanefilerden birçokları nesih olduğunu söylemişlerdir. Onun için
Ebu's-Suud şöyle der: "Yani bundan sonra ya bir iyilik yapıp azad
edersiniz ve yahut da bir fidye alırsınız." Mânâ ise öldürme, köle yapma,
azad etme, fidye alıp serbest bırakma arasında muhayyerliktir. Bu muhayyer
bırakma Şafiîlere göre sabittir. Bizim mezhebimizde ise neshedilmiştir,
demişlerdir ki bu Bedir günü nazil oldu sonra neshedildi, hüküm ya öldürme ya
köle yapmaktır. Mücahid'den de bugün azad ve fidye yoktur. Ancak islâm veya
boynu vurmak vardır, diye rivayet edilmiştir. Fakat unutulmaması gerekir ki,
Mücahid'den rivayet edilen bu hüküm Arap müşriklerine mahsustur, Hanefilerden
Allâme İbnü Hümam Hidaye Şerhi'nde der ki nesih sözlerine karşı şu söylenebilir:
Berâe Sûresi'ndeki öldürme emri esirlerin dışındakiler hakkındadır. Delili de
onlar hakkında köle yapmanın caiz oluşudur. Bundan anlaşılır ki emredilmiş olan
öldürme esirlerin dışında kalanlar hakkındadır. Bununla birlikte bu köle yapma
işi Arap esirlerinin dışındakilerdedir. Bu geniş açıklamadan sonra biz şu
kanaate gelmek istiyoruz ki Muhammed Sûresi'nin en güzel ve en önemli
hükümlerinden olan bu âyet, esas itibarıyla sabittir. Bununla Berâe
Sûresi'ndeki âyetler arasında bir nesihten çok, bir tefsir ve açıklama farkı
bulabiliriz. Bir defa en fazla ileri sürülen "Haram aylar çıktığı zaman
müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (Tevbe, 9/5) âyeti ile buradaki
"Küfredenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun." âyeti
arasında öldürme emri bakımından çelişki değil bir uyum vardır.
"Öldürün" ifadesi ne ise "boyunlarını vurun" ifadesi de
odur. Yine Enfal Sûresi'ndeki "Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır
basmadıkça esirleri bulunması doğru değildir." (Enfal, 8/67) âyeti de
buradaki "Onların kuvvetlerini kırdığınız zaman" ifadesinin bir
açıklamasıdır. Yalnız "Onları harpte yakalarsan arkadakilerini onlarla
ürküt." (Enfal, 8/57) âyetinde azad ve fidyeye ters düşecek bir özellik
var gibidir. Fakat Hasan-ı Basri'nin harpte düşmana heybetli görünülür, dediği
bu mânâyı da onların kuvvetini kırma mânâsı içinde düşünmek mümkündür. Bu
şekilde görülüyor ki burada önce kuvvetlerini kırma işi elde edilinceye kadar
boyunlarını vurma emrediliyor. Boyun vurmaktan maksadın da yalnız boynu vurmak
değil, şiddetli bir şekilde öldürme olduğu bilinmektedir. Kuvveti kırmadan çok,
öldürme ile düşman ordusunu derinden yaralamak, ezmektir. Bu da imamın,
kumandanın takdir edeceği bir durumdur. Şu halde bu gayenin elde edilişine
kadar öldürme emredilmiştir. Esir tutulduktan sonra da bu gayeyi
gerçekleştirmek mânâsına ilave olarak öldürmeye izin verilmiş olmalıdır. Ondan
sonradır ki "bağı sıkı basın" emri verilmiştir. Bunda sadece tutup
yakalamaktan fazla bir şiddet mânâsı vardır ki köle yapmaya da muhtemel
olabilir. Bununla beraber zahiri yakalayıp tutmaktır. Ondan sonra da ya azad ya
fidye denilmiştir. Azad etmek ve fidye, köle yaptıktan sonra, karşılıksız
olarak veya bir karşılıkla serbest bırakmak ve azad etmeye de muhtemel olmakla
beraber azad, darülharbe dönmekle zimmi olma arasında serbest olmak üzere
hürriyeti iade, fidye de mal veya müslüman esirler ile mübadeledir. edatı ile
terdîd (iki şey arasında muhayyer bırakmak)in, köle yapmak bakımından
birleştirilmesine mani olması düşünülür ise de gerçek olması asıldır. Biz burada
şu mütalaada bulunuyoruz: Kur'an'ın birçok yerlerinde diye, "milki yemin,
(eliniz altında bulunanlardan)" tabiriyle hep işaret yoluyla köle yapmaya
cevaz ve müsaade verilmiş olduğunda şüphe yok ise de hiçbir yerinde buna teşvik
eden bir emir gelmemiştir. "Öldürünüz" "Onlarla savaşın ki Allah
sizin ellerinizle kendilerine azap etsin, onları rüsvay etsin, onlara karşı
size yardım etsin ve mümin bir kavmin yüreklerine sevinç versin." (Tevbe,
9/14) gibi emirler bulunmakla beraber köle yapmak, köle edinmek için emir
yoktur. Bilakis "Allah'ı bırakıp bana kul olun."
(Ali İmran, 3/79) demek yasaklanmıştır. Bundan
şu sonuç çıkar ki, Kur'an köle yapma usulünü kaldırmamış ise de teşvik de
etmemiştir. Onun için müslümanlar köle yapmayı terk etmekle günahkâr olmazlar,
onun için burada da açıkça ifade etmeyip zahiri azad ve fidyeye tahsis
etmiştir. Biz Kur'an'ın tertibinin de tevkifî (Allah tarafından) olması
görüşünde olduğumuz için bu âyetin burada zikredilmesini de hikmetten uzak
bulmuyoruz. Allah daha iyisini bilir, bunun hikmeti gelecekte köle yapmanın
bırakılmasının daha uygun olacağını hatırlatma olsa gerektir. Yani bu âyet tam
zamanımızdaki hükümdür.
Düşmanın kuvvetini kırdıktan, bağı sıkı
bastıktan sonra ya azad ya fidye, "ta harp ağırlıklarını atana kadar"
ifadesi yakınlığı itibarıyla ve gayesi gibi görünürse de 'in veya ' in yahut da
toplamının gayesi de olabilir. En uygunu ve en yakını kelamın tamamına gaye
olmasıdır. Sonra buradaki 'in elif lâmında ahîd veya cins olmak üzere iki mânâ
vardır. Ahd olduğu takdirde de iki mânâ muhtemeldir. Birisi özellikle muayyen
bir ahdi ferdî olmasıdır ki buna bazıları Bedir harbi demişlerdir. Bu durumda
"Küfredenler" belirli kâfirler demek olur. Fakat böyle nüzul sebebine
tahsisi, genel kaidemize uygun değildir. Diğeri de başlanmış olan harp demektir
ki; "Düşmanla karşılaştığınız zaman" ifadesinden anlaşılan ahiddir.
Yukarı da Dürer'den naklettiğimiz mesele bu iki mânâya göre fida'nın gayesi
olmasına bağlıdır. Cins mânâsına olduğu takdirde genel olarak harp cinsini
ifade eder. Harbin ağırlıkları, aletler ve edavatları, yahut sıkıştırma ve
sorumlulukları, yahut harbe sebep olan şirk ve cinayetler demek olabilir.
Dolayısıyla mânânın özü şu üç şekilde toplanabilir: Bilinen müşriklerle
başladığınız o malum olan Bedir harbi bitene kadar, yahut herhangi kâfirlerle
başladığınız harp bitene, harbe katılanlar silahı bırakana kadar, yahut harp
dünyadan kalkana kadar, yani o müşriklerin kuvvetleri sönüp de harp ihtimali
kalmayana kadar, yahut bütün insanlık aleminde İslâm'ın gayesi olan genel bir
barış meydana gelene kadar ki bazıları buna İsa'nın inişine kadar, demişlerdir.
Bunda harbi kaldırmak için çalışanlara bir ümit vardır. Buna göre "Cihat,
kıyamet gününe kadar devam edecektir." hadisinde ya cihadın harbden daha
genel mânâda yahut kıyametin daha özel bir mânâda tevil edilmesi gerekecektir.
Diğer bir ihtimal de bu hadisin zahirine uygun olmak üzere "Harp
ağırlıklarını atana kadar" ifadesi kıyamete kadar demek olabilir. Nitekim,
Alûsî'nin naklettiği üzere Seleme b. Nüfeyl'den rivayet edilen bir hadiste
"Yecüc ve mecüc çıkıncaya kadar harp
ağırlıklarını atmaz." şeklinde varid olmuştur. Burada şöyle bir soru
hatıra gelebilir. Cenabı Allah sevgili peygamberi Muhammed (s.a.v)'i
gönderdikten sonra artık bu savaşlara ne gerek vardı, bir mucize ile kâfirleri
kahrediverse olmaz mıydı? Buna karşı buyuruluyor ki: Eğer Allah dileseydi,
onlardan yani o küfredip Allah'a yolundan sapanlardan veya men eden kâfirlerden
öcünü, intikamını alıverirdi, herhangi bir helak sebebiyle helak ediverirdi.
Mesela yere geçiriverir, volkan yapar, suya garkeder, salgın halinde ölüm
verir. Fakat bazınızı bazınızla imtihan etmek için, öyle savaş ve vurma emrini
verir. Yani mucize ile, zorla yapmak için değil, şeriat ve kanun ile emir
vermek suretiyle yapmak ve insanları birbirleriyle savıpAllah yolunda mücadele
edenleri sevaba erdirmek için bu emirleri veriyor. Fakat bu durumda yalnız
kâfirler vurulmuş olmuyor, müminlerden de birçokları öldürülmüş oluyor, denecek
olursa, buyuruluyor ki:
Allah yolunda öldürülenlere gelince Allah
onların amellerini, çalışmalarını, o yoldaki fedakârlıklarını asla boşa
gidermez. Hedefinden şaşırmaz,
5- onları ilerde, muradlarına erdirir. Ve
durumlarını düzeltir, ruhlarını şad eder.
6- Ve kendilerini cennete koyar. O halde ki
onu o cenneti onlar için tarif ederek, yani "arf" ile, güzel
kokularla donatarak yahut tanıtarak koyar. Ki bu tarifin hem dünyada hem de
ahirette olan kısmı vardır. Dünyada onlara iman ile cennetin güzelliğinin
zevkini duyurur. Öyle bir aşk verir ki o zevk ve aşk ile o yolda cihat ederler.
Ve o aşk ile cennetteki makamlarına ererler. İbnü Ebi-Hatim'in rivayetine göre
Mukatil demiştir ki bize şöyle ulaştı: Dünyada şahsın amelinin muhafazası ile
görevli olan melek cennette onun önünde gider. Şahıs da onu ta makamının
arkasına kadar takip eder. Giderken melek ona Allah Teâlâ'nın cennette verdiği
şeylerin hepsini ona tarif eder. Nihayet makamının arkasına varınca şahıs
konağına ve eşlerinin yanına girer. Melek döner, Kur'an'da bunun bir delili de
"Biz gerek dünya hayatında ve gerekse ahirette sizin dostlarınızız,
(Fussilet, 41/31) âyetidir.
7- Ey iman edenler siz Allah'a yardım
ederseniz, Allah Teâlâ kendisi ihtiyaçtan münezzeh yardımcı olduğu için burada
Allah'a yardım ifadesi emrini tutmak dinine ve Resulüne yardım etmek mânâsından
mecazdır. Bunun asıl nüktesi şudur: Dinî fiiller zorla değil, kulların
iradeleriyle yapılması matlub olan ihtiyarî yani isteğe bağlı fiillerdir. Onun
için kulun cüz'î iradesi harekete geçmeden istenen netice ve sevap meydana
gelmez. O hususta ilâhî irade kulların niyet ve isteklerine bağlıdır. İşte bu
şekilde Allah'ın emirlerini yerine getirmek için kulların cüz'î iradelerini
sarfetmekle yapacakları hizmetlerine, Allah'a yardım denilmiştir ki isnadda
mecaz, yahut istiaredir. Yani imandan sonra siz, Allah'ın emirlerini yerine
getirmek, rızasına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve gayretlerinizi
sarfetmek suretiyle dinine hizmet edersiniz. Allah size yardım eder, sizi
düşmanlarınıza galip ve muzaffer kılar. Ve ayaklarınızı sıkı bastırır. Savaş
alanlarında, cihad mevkilerinde ayaklarınızı kaydırmaz ve metanetle sizi üstün
kılar.
8- Küfredenlere ise artık yıkım onlara.
kelimesi, aslında ayak kayıp yüzükoyun, yahut tepesi üstü düşüp yıkılmak ve
kalkamayıp helak olmaktır. Kamus'ta der ki: Helak olmak, kaymak, düşmek, şer,
uzaklık, düşüş mânâlarına gelir. İfadesi kahrolası, canı çıkası veya canı
çıksın gibi beddua yerinde de mesel halinde kullanılır. Burada müminlere
ayaklarını sağlam bastırma vaadine karşılık kâfirlere yıkım ile tehdittir.
9- Ve bütün amellerini, çalışmalarını
şaşırtmış, boşa gidermiştir. Bu, yıkım ve boşa giderme, şu sebepledir ki onlar
Allah'ın indirdiğinden hoşlanmamışlardır. Dolayısıyla açıklandığı üzere
iradelerini sarfetmek suretiyle Allah'ın dinine hizmet ve yardımda bulunmayıp
aksine gitmişlerdir. Onun için Allah da onların amellerini boşa gidermiş, heder
etmiştir.
10- Yeryüzünde bir gezmediler mi? Baksalar ya
kendilerinden öncekilerin sonu ne olmuş! Bu âyet, yıkılmış, çökmüş olan
kavimlerin eserlerini ve harabelerini düşünmek suretiyle maziden ibrete
davettir. Çünkü gerek Arabistan'da ve gerek diğer yerlerde olsun batmış
milletlerin akibetleri, yerleri ve izleri gözden geçirilse görülür ki Allah
onların üzerlerine helak yağdırmıştır. Bütün özelliklerini imha etmiştir. O
kâfirlere de onun, o akıbetin benzerleri yaraşır. O helak olan kâfirlere
uğradıkları o felaket hak olduğu gibi onlar gibi inkâr edip de Allah yolundan
ayrılan beriki kâfirlere de yaraşan odur. O sonucun benzerleri yine onun gibi
helak ve yıkımdır. Emsal (benzerleri) ifadesinin çoğul gelişi müteaddit olması
itibariyledir. Görülüyor ki bu "benzerleri" ifadesi özellikle dikkati
çekmek için elif fâsılası ile gelmiştir ki, ikincisi "Yoksa kalpler
üzerinde üst üste kilitleri mi var?" (Muhammed, 47/24) ifadesi olacaktır.
Yukarıda "Harp ağırlıklarını atana kadar" âyetinde de bir fasıla
sayıldığı takdirde ise üç olmuş oluyor. Demek ki bunlar Kıtal (Muhammed)
Sûresi'nin özellikle kulak verilecek âyetleridir.
11-Yine böyle o, kâfirlere o benzeri
sonuçların hak olması şu sebepledir ki Allah iman edenlerin dostu, yardımcısı,
velîsidir. Kâfirlerin ise dostu yoktur. Allah'ın azab ve cezasından kurtaracak
hiçbir velîleri, yardımcıları yoktur. "Mevlâ" kelimesi burada velî ve
yardımcı mânâsınadır. Mâlik (sahip) mânâsına da gelir. Nitekim "Sonra
onlar hak olan mevlalarına, Allah'a iade edilirler." (En'am, 6/62)
âyetinde öyledir. Şu halde iki âyet arasında bir zıtlık var zannedilmesin, yani
Allah müminin de kâfirlerin de, bütün kulların mâlikidir. Fakat "Allah
müminlerin dostudur." (Âl-i İmran, 3/68) âyetinin mânâsınca müminlerin
dostu ve yardımcısıdır. Kâfirlerin değil. "Eğer siz Allah'a yardım
ederseniz, O da size yardım eder." şartına ancak müminler sadakat
gösterir. Bu aslın hüküm ve neticesini açıklama hususunda buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
12- Şüphesiz ki, Allah iman edip salih amel
işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. İnkâr edenler ise
dünyada zevk edip geçinirler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların
varacakları yer ateştir.
13- Ey Muhammed! Seni yurdundan çıkaran
şehirden daha kuvvetli olan nice şehirler vardı ki biz onları helâk ettik de
onlara yardım eden çıkmadı.
14- Rabbi tarafından apaçık bir delil üzerinde
bulunan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilmiş de heveslerinin peşine
düşmüş kimseler gibi olur mu?
15- Kötülükten sakınanlara vaad edilen
cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı
değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme
baldan ırmaklar vardır.
Onlar için cennette her çeşit meyve ve
Rablerinden bir bağışlanma vardır. Bunların durumu, ateşte ebedî olarak kalacak
olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar su içirilen kimsenin durumu gibi
olur mu?
16- Ey Muhammed! Onlardan seni dinlemeye gelenler
de var. Senin yanından çıktıkları zaman kendilerine ilim verilen kimselere alay
yoluyla: "O demin ne söyledi?" diye sorarlar. İşte onlar Allah'ın
kalplerini mühürlediği kimselerdir. Onlar sadece kendi heva ve heveslerine
uyarlar.
17- Doğru yola girenlere gelince, Allah
onların hidayetlerini artırmış ve onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham
etmiştir.
18- Artık onlar, kıyamet saatinin kendilerine
ansızın gelivermesine mi bakıyorlar? Şüphesiz onun alametleri gelmiştir. Artık
kıyamet kendilerine gelip çatınca anlamaları neye yarar?
19- Ey Muhammed! Bil ki, Allah'tan başka
hiçbir ilâh yoktur. Hem kendi günahın için, hem de mümin erkekler ve mümin
kadınlar için Allah'tan bağışlanma dile. Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri
de duracağınız yeri de bilir.
12- Şüphesiz Allah iman edip salih amel
işleyenleri koyacak, Allah Teâlâ'nın, velayetinin ahirette hüküm ve neticesini
beyan ve sebebini izahtır. Yani velayetin, yardımın sebebi zikrolunduğu üzere
Muhammed'e indirilene iman ve "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size
yardım eder." ifadesince salih amel olduğu gibi imanın şartında özellikle
ahirete iman meselesi de vardır.
Altlarından ırmaklar akan cennetlere, o
ırmakların biraz sonra temsili anlatılacaktır. O küfredenler ise zevklerine
bakar, dünyadan birkaç gün nasip almaya çalışır ve hayvanlar gibi yerler. Yani
hayatı sırf dünya hayatı ve cismanî hayat bilir, ahiretini, mevlasını düşünmez,
sırf karnını şişirmekle meşgul olur. Onun için Allah kendilerine velî olmaz.
Ateş de kendilerine yegâne bir ikamet yeri olur. Onlara göğün kapıları açılmaz.
"Ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler." (A'raf,
7/40) âyetinin mânâsına muhatap olurlar. Ve Allah'ın azabından kurtaracak
hiçbir sahip ve koruyucu da bulamazlar.
13- Seni çıkaran şehirden daha kuvvetli ne
şehirler vardı ki, yani Mekke'dir ki maksat şehir halkıdır. Mekke müşrikleri
"Peygamberi çıkarmağa karar verdiler." (Tevbe, 9/13) âyetinin
ifadesince peygamberi çıkarmak fikrinde bulundukları ve suikast tertipleriyle
peygamberin hicretine sebep oldukları için çıkarma işi onlara nisbet edilmiş ve
böylece küfürlerinden bir safha anlatılmıştır. (Olayın gelişmesi hakkında Enfâl
Sûresi'nde geçen "Hani o küfredenler seni tutup hapsetmek veya öldürmek
yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlardı
ama Allah da karşılığını kuruyordu." (Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine
bkz.)
Sûrenin baş tarafında geçtiği üzere bu âyetin
hicret esnasında nazil olduğuna bir rivayet vardır. Bununla beraber peygambere
bir vaad ve teselli içeren bu âyetten zahir olan şudur ki; bu sûrenin iniş
sebeplerinden başlıcası Mekke'nin fethine hazırlama olmuştur. Asıl maksat
şehrin kendisi değil halkı olduğunu açıklamak için buyuruluyor ki: Biz onları
helak ettik, öyle daha kuvvetlilerini helak edince berikiler haydi haydi helak
edilme durumunda kalır. Helak ettik de onları bir kurtaran bulunmadı. Hâlâ da
yoktur. Bu zamiri de helak edilen şehir halkına gönderiyorlar. Ve halin
hikâyesini yapıyorlar. Kendi kendilerini kurtaramadıkları gibi bir yardımcı
vasıtasıyla da kurtulamadıklarını beyan ile da vasıta ile olanı doğrudan
doğruya olana atfediyorlar. Fakat bu nın neticesi olarak bu zamirin peygamberi
çıkaran şehir halkına gitmesini daha uygun buluyoruz. Yani daha kuvvetli birçok
şehirlerin helakinden anlaşılır ki seni çıkarmak isteyen o Mekke kâfirlerini
kurtaracak bir yardımcı yoktur. Mekke helak edilmeyecek, fakat orada
küfredenler bırakılmayacaktır. Mekke fethedilecektir.
14- Rabbinden bir delil üzerinde bulunan kimse
hiç o kötü ameli kendine süslü gösterilmiş de heva ve hevesleri ardına düşmüş
kimseler gibi olur mu? Bu ifade iki tarafın durumlarını bir karşılaştırmadır.
Delil üzerinde olan peygamber ve ona tabi olan müminler, hevalarına uyanlar da
onlara zıt giden kâfirlerdir.
15- O korunan müttakilere vaad edilen cennetin
temsili "Altlarından ırmaklar akan cennetler." diye cennetin altından
aktığı anlatılan ırmakların burada da bir tefsiri vardır. Müttakiler denilmiş
ve bu şekilde şu anlatılmıştır: Dinden asıl maksat takvadır, iman ve salih amel
de takva cümlesindendir. Esası vacip olan fiilleri yapıp, kötülüklerden
kaçınarak, Allah'ın himayesi altına girip, azabından korunmaktır. Yani
"Allah, iman edip salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan
cennetlere koyar." âyetinin ifadesince Muhammed'e indirilene iman edip
salih ameller yaparak korunan müminlere vaad olunan cennetin temsili, temsil
yoluyla acaip bir halinin tasviri şudur: Orada ırmaklar var. Öyle bir sudan ki
bozulması yok, bayatlamaz, tadı bozulmaz, kokmaz, yiğmez, öyle akar gider. Yine
ırmaklar var öyle bir sütten ki tadı değişmez, dünya sütleri gibi ekşimez,
kesilmez, kokmaz, yaratıldığı şekilde taptaze akar. Yine ırmaklar var bir
şaraptan ki içenlerine lezzet, dünya şarapları gibi kekreliği yok, sarhoş
ediciliği yok, günahı, vebali yok. Yine nehirleri var öyle baldan ki sâfi
süzme, mumu yok, posası yok.
Ebu's-Suud der ki: Cennetin meşrubatını
dünyada en çok hoşa giden meşrubatın eksikliklerinden soyutlayıp arındırmak
suretiyle bir temsildir. İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir ki, bu ırmakların
sütü sağılmaz. Said b. Cübeyr'den de rivayet edilir ki, işkembe pisliği ve kan
arasından çıkma değildir. Şarabı sıkıcıların ayağı ile çiğnenmez. Balı
arılardan çıkmaz. Hem onlara meyvelerin her türlüsünden var. İçecekler öyle
aktığı gibi yiyeceğin de her çeşidi var. Fakat ihtiyaç için değil sırf lezzet
için, çünkü meyve lezzet için yenilir. Bir de meyve sermaye üzerinde elde
edilen hasılata da denir. Cennetlikler sermayeden değil amellerinin meyvesi
olan hasılat ve gelirlerden rızıklandırılacaklardır. Hem de Rablerinden bir
mağfiret vardır. Mağfiret, günahı örtmek demek olduğuna göre o cennete
girilmeden önce değil midir? O halde cennette mağfiretin mânâsı nedir? Buna
demişlerdir ki; önce olan mağfiret günahtan hesaba çekilmeme mânâsına günahları
örtmektir. Buradaki mağfiretten maksat ise utandırmamak için günahı hiç
anmamak, hatırlatmamak mânâsına günahları örtmektir. Yahut mağfiretten maksat
günahı iyilik ile örtmek mânâsına nimet ve Allah'ın rızasıdır. Artık bir
düşünmeli hiç böyle bu cennette ebedî olacak olan müttakiler, O cehennem
ateşinde ebedî olarak kalacak olan kimseye benzer mi? ki cennettekilerin o
güzel içeceklerine karşılık bir kaynar su ile sulanırlar da bağırsaklarını
parça parça eder.
16-Âyette geçen kelimesi kelimesinin çoğuludur
ki mideden sonra yemeğin intikal ettiği bağırsağa denilir. Onlardan seni
dinleyenler de var, ki bunlar münafıklardır. Resulullah'ın meclisine gelirler,
sözlerini dinlerler, fakat iman ve itina ile dinlemedikleri için iyi bellemez.
Hafife alırlardı. Hatta yanından çıktıklarında kendilerine ilim verilmiş olan,
Resulullah'ın sözlerinden ders alıp da ilme nail olan Ashab-ı Kiram'a: "O
demin ne dedi?" derlerdi. Bunu İbnü Mesud hazretlerine söylediklerine dair
bir görüş vardır. Bunlar, bu söz anlamaz herifler O kimselerdir ki Allah
kalplerinin üzerini mühürlemiştir. Ve hep hevalarına tabi olmaktadırlar,
keyiflerine tabi ola ola, kendilerinden ve kendi hevalarından başka hiçbir şeye
bakmayacak şekilde kalpleri mühürlenmiş olduğundan dolayıdır ki, kulaklarına
söz girmez.
17- Halbuki hidayeti kabul edenlere gelince
Allah yahut peygamberin söylediği söz onların takvalarını artırmaktadır. Takva
hislerini, korunma sebeplerini artırmaktadır. O sayede onlar gereken hazırlığı
yapmakta, saat gelince Allah Teâlâ'nın huzuruna takva ile varmaya
çalışmaktadırlar.
18- Demek ki ötekiler sırf kıyamet saatini
gözetiyorlar. Ansızın kendilerini bastırıvermesini bekliyorlar. Fiilen
başlarına kıyamet kopmadan inanmayacaklar, söz anlamayacaklar. Çünkü
belirtileri de geldi. Âyette geçen "Râ"nın fethasıyla kelimesinin
çoğulu olarak, alametler, demektir. Yani o kıyamet saatinin alametleri geldi.
Bunların başında buyuran ahir zaman peygamberinin peygamber olarak gönderilişi
vardır. Şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek: "Ben peygamber
olarak gönderildim. Saat işte şu ikisi gibi." buyurmuştur. Ayın yarılması
ve diğerleri gibi mucizeler göstermiştir. Böyle alametler geldiği halde iman
etmediler. Demek ki o saatin bilfiil başlarına birdenbire gelivermesini
bekliyorlar, bu âyette de kıyamet saatini, bütün dünyanın yıkılması mânâsına
büyük kıyamet saati olarak yorumluyorlarsa da burada adı geçen kâfirlerin
özellikle kendi saatleri, kendi kıyametlerinin kopması mânâsını anlamak daha
makul ve "Belirtileri geldi." âyetinin mânâsı ile uyarıya daha
uygundur. Bu alametler sûrenin ilk âyetlerinde gösterildiği üzere Muhammed'e
indirilene iman edip güzel güzel, çalışmakta olan müminlerin günden güne
ilerlemesi ve ona küfredip Allah yolundan sapan kâfirlerin Mekke'deki müşrikler
cumhuriyetinin düşmesini ve şaşkınlığını anlatan alametler yani Hz. Muhammed'in
mucizeleri olmalıdır. Onları gördükleri halde inanmayanlar bilfiil kendi
başlarına kıyamet kopmadan inanmayacaklardır. Fakat o geldiği vakit akıllanıp
anlamaları kendilerinin ne işlerine yarar? Çünkü o zaman korunmaya imkan
kalmaz. Ümitsizlik halindeki iman makbul olmaz.
19-Sûrenin başından buraya kadar geçen
açıklamalara bir sonuç olmak üzere buyuruluyor ki: Öyle ise şimdi iyi bil ki
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk
edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud yok, yalnız ilâhlık kendisinin
hakkı olan Allah vardır. Gerçeğin böyle olduğunu şimdi kıyamet kopmadan önce
bil. Bil de hem kendi günahın için mağfiret iste, hem de mümin erkekler ve
mümin kadınlar için. Nerede dolaşıp, nerede karar kılacağınızı Allah bilir.
Halinizin ne olduğunu dünya ve ahirette istikbalinizin nereye varacağını yalnız
Allah bilir. Onun için olmuş veya olması mümkün olan her türlü günaha o şekilde
istiğfar et. Bu istiğfarın cevabı Fetih Sûresi'nde gelecektir.
Meâl-i Şerifi
20- İman edenler: "Keşke cihad hakkında
bir sûre indirilse." derlerdi. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de,
içerisinde savaş zikredilince kalplerinde hastalık olanların ölüm korkusuyla
baygınlık geçiren bir kimsenin bakışı gibi sana baktığını görürsün. Oysa onlar
için ölüm yaşamaktan daha uygundur.
21- Onların vazifesi itaat ve güzel söz
söylemekti. Sonra iş kesinleşince Allah'ın emrine sadakat gösterselerdi,
elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.
22- Demek siz iş başına gelecek olursanız
yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık bağlarınızı koparacaksınız
öyle mi?
23- İşte onlar, Allah'ın lanetlediği,
kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.
24- Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa
kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?
25- Gerçekten doğru yol kendilerine açıkça
belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenlere şeytan, kötülüklerini güzel
göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.
26- Çünkü onlar Allah'ın indirdiğini
beğenmeyen kimselere: "Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz."
demişlerdi. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyordu.
27- Melekler onların yüzlerine ve arkalarına
vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?
28- Bu onların Allah'ı gazablandıran şeylere
uymaları ve O'nun rızasına sebep olacak şeyleri beğenmemelerinden dolayıdır.
Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.
20-21- İman edenler diyorlar ki: "Bir
sûre indirilseydi".
Durumlarında günden güne düzelme artmış,
imanlarında sadık, ihlaslı müminler, kâfirlerin sapıklık ve azgınlıkları
karşısında takva duygularının artmasıyla Allah yolunda cihada izin verilmesini
arzu ederek o konuda bir sûre indirilmesine özlem duyuyorlar. Onun üzerine
muhkem bir sûre indirilip, onda savaş anılınca, yani savaşın vacip oluşu, şüphe
ve ihtimalden uzak, sağlam bir şekilde açıklanan bir sûre, yahut hükmü sabit,
neshedilmemiş bir sûre. "Ey iman edenler! Küfredenlerle karşılaştığınız
zaman hemen boyunlarını vurun." (Muhammed, 47/4) buyurulun bu sûre,
"Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190, 244), "Size savaş farz
kılındı." (Bakara, 2/216) buyurulan Bakara Sûresi, "Ey iman edenler!
Küfredenlerle karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı dönmeyin." (Enfal,
8/15). "Bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin."
(Enfal, 8/ 45) buyurulan Enfal ve nihayet Berâe (Tevbe) Sûresi gibi savaş
anılan sûrelerin hepsi bu hususta muhkemdir. Savaş âyetleri "Savaş
ağırlıklarını atana kadar." sabittir.
Görüyorsun ki o kalplerinde bir hastalık
bulunanları, bir münafıklık, yahut din zayıflığı bulunanları. Sana öyle bir
bakış bakıyorlar ki, tıpkı ölümden baygınlık gelmiş kimsenin bakışı gibi. Yani
gözünü açmaya dermanı olmayan, ölmek üzere bulunan bir kimse gibi baygın baygın
gözlerini kaldıramıyor, yan yan bakıyorlar, öyle korkuyorlar. O da onlara daha
uygundur. Yani öyle kimselere de ölüm yaşamaktan daha uygun, daha münasiptir.
Yahut den ismi tafdil olarak in de en dehşetlisi onlara demektir.
22- Demek ki iş başına gelecek olsanız. Burada
"Tevellî"nin iki mânâya ihtimali vardır: Birisi, arkasını dönüp
kaçmak mânâsına "tevellî"den, birisi de "velâyet"ten
tefe'ül ölçüsü olarak, vali olmak, iş başına geçmek mânâsına tefsir edilmiştir.
Dolayısıyla şu iki mânânın ikisi de doğrudur. Birinci mânâya göre nasıl o
korkaklıkla döner, savaştan kaçar da yeryüzünde bozgunculuk yapar, ordu bozanlık
edip, düşmanın istilasına sebep olur, ve yakınlarınızı doğratabilir misiniz?
ERHAM: "Rahim" kelimesinin
çoğuludur. Rahim, esasen kadının çocuk yeri olan cihazıdır. Yakınlık kaynağı
olması itibariyle akrabalığa da rahim denir. Bu mânâ ile akrabaya ulu'l-erham
(rahim sahibi) denildiği gibi erham da denilir ki burada bu mânâyadır. Yani
çoluğunuzu çocuğunuzu, kadınlarınızı hısımlarınızı parçalatabilir misiniz?
Çünkü müslüman ordusunda bozgun çıkarıp, düşman istilasına sebep olunduğu
takdirde meydana gelecek sonuç budur. Öbür mânâca nasıl o korkaklıkla iş başına
geçer, kumandayı elinize alır da vatanınızı cahiliye devri gibi bozguna verir,
ihtilal içinde hısım ve akrabalarınızı yine öyle perişan edebilir misiniz? Bu
âyetle yakınlarla ilgiyi kesmenin haramlığına delil getirilir.
23-Burada bunları bu şekilde kınarken, böyle
kınama yoluyla bile hitaba layık olmadıklarını anlatmak için hitabı değiştirmek
suretiyle buyuruluyor ki: Onlar, o vasıfları anlatılan ve savaş emri kesinlik
ve ciddiyet kazandığı sırada sadakatsizlik edip de yakınlarını doğratacak
şekilde vatanlarını bozguna verecek olan kalbi hastalıklı olanlar, Allah'ın
lanet ettiği, rahmet alanından kovduğu kimselerdir. Onun için kulaklarını sağır
ve gözlerini kör etmiştir. Hak kelamını işitmezler. Nefislerde ve ufuklardaki hakkın
âyetlerini görmezler, bakmak istemedikleri için görmezler.
24- Öyle olmasa Kur'an'ı bir düşünmezler mi?
Yoksa birtakım kalpler üzerine kilitler mi vurulmuş? Bunun "Allah onların
kalpleri üzerine mühür vurdu." (Nahl, 16/108) âyetinin mânâsı üzere istifham-ı
takdirî olması sözün gelişine daha uygundur. Burada fâsılası ta yukarıdaki
fâsılasına bakmaktadır. Onu hatırlatır, gözden kaçırılmasın.
25- Şüphesiz gerisin geri irtidada doğru
gidenler, şeytan onlara fit verdi. Büyük günahları önemsiz göstererek şehvetlere
saldırttı. Ve onları arzu ve uzun emellere düşürdü.
26- Şu sebeple ki bunlar, bu münafıklar
Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlar dediler: Kureyzaoğulları ve Nadiroğulları
yahudileri Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın indirilmesinden hoşlanmamışlardı. Kureyş
müşrikleri de "Bu Kur'ân şu iki şehirden bir büyük adama indirilseydi
ya." (Zuhruf, 43/31) demişlerdi. Münafıklar o yahudilere veya müşriklere
gizlice söz vererek "Biz size bazı işlerde itaat edeceğiz."
demişlerdi. Nitekim Haşr Sûresi'nde, "Münafıklık yapanları görmedin mi?
Kitap ehlinden küfreden kardeşlerine 'Yemin ederiz ki eğer siz yurdunuzdan
çıkarılırsanız mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız. Ve sizin aleyhinizde
ebedî olarak kimseye itaat etmeyiz. Size savaş açılırsa mutlaka size yardım ederiz'
diyorlar." (Haşr, 59/11) buyurulmuştur. Ahzab (Hendek) savaşındaki
ittifakları da vardı. Halbuki Allah onların o gizli konuşmalarını biliyordu.
Öyle iken onu hesaba almadılar da Allah'a ve peygamberine karşı gizli ittifaka
kalkıştılar.
27- "O halde melekler onların yüzlerine
ve arkalarına vura vura canlarını alırlarken nasıl olacak bakalım?"
28- Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.
Âyette geçen ihbat, amelin sevabını giderip hiçe indirmektir. Güzel amel günaha
keffaret olup kötü ameli örttüğü gibi kötü ameller de iyi amelleri boşa
çıkarır. Bu şekilde ihbat, keffaret ve mağfiretin zıddı demek olur. Anlaşılıyor
ki onların iyi amelleri de yok değildi. Fakat Allah'ın gazabını davet eden
şeyler yapıp rızasını gözetmediklerinden dolayı iyi amelleri boşa gitmiştir.
Meâl-i Şerifi
29- Yoksa kalplerinde hastalık olanlar Allah
kendilerinin kinlerini hiç ortaya çıkarmaz mı sandılar?
30- Ey Muhammed! Eğer biz dileseydik onları
sana gösterirdik. Sen de onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki, sen onları
sözlerinin üslubundan da tanırsın. Allah ise bütün yaptıklarınızı bilir.
31- Andolsun ki, biz içinizden cihad edenlerle
sabredenleri ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi
açıklayıncaya kadar sizi deneyeceğiz.
32- Şüphesiz ki, inkâr edenler, Allah yolundan
menedenler ve kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra Peygamber'e
karşı gelenler Allah'a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah onların
yaptıklarını boşa çıkaracaktır.
33- Ey iman edenler! Allah'a itaat edin,
Peygamber'e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.
34- Şüphesiz ki, inkâr edip, Allah yolundan
saptıran, sonra da kâfir olarak ölenlere gelince Allah onları asla
bağışlamayacaktır.
35- Sakın gevşemeyin ve üstün olduğunuz halde
barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O sizin amellerinizi
eksiltmeyecektir.
36- Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden
ibarettir. Eğer iman eder kötülükten sakınırsanız, Allah size mükâfatınızı
verir. Ve sizden bütün mallarınızı harcamanızı da istemez.
37- Eğer sizden onların tamamını isteyip de
sizi zorlasaydı cimrilik ederdiniz. Bu da sizin bütün kinlerinizi ortaya
çıkarırdı.
38- İşte sizler Allah yolunda harcamaya
çağrılan kimselersiniz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama cimrilik eden
ancak kendi zararına cimrilik eder. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer
siz Hakk'tan yüz çevirirseniz Allah yerinize başka bir kavim getirir. Sonra
onlar sizin gibi olmazlar.
29- Allah kendilerinin kinlerini hiç meydana
çıkarmaz. Yani Allah bilse de peygamberine ve müminlere bildirmez mi
zannettiler? Ne boş zan!
30- Dilesek onları sana gösterirdik de. Kâdı
Beydavî gibi bazıları burada göstermeyi kalbî ve ilmî gösteriş yani tarif
etmek, tanıtmak mânâsına tefsir etmişlerse de zahir olan gözle gösteriştir.
Marifetin onun üzerine tertibi daha kuvvetli görülür. Şöyle ki: Gösterirdik de
kendilerini simaları ile şahıslarını tayin ettiren farklı alametleri ile
tanırdın. Bununla beraber sen onları sözlerinin lahninde de tanırsın. Sözün
lahni, söyleniş tarzı, edası, üslûbu, yahut eğimi, kıvrımıdır.
Nitekim i'rabda veya tecvidde hataya da lahin
denilir. Mesela zafer elde edildiği zaman "Biz de sizinle
beraberdik." (Ankebut, 29/10) demeleri, biraz sıkışınca "Şüphesiz
bizim evlerimiz açıktır." (Ahzap, 33/13) demeleri, yahut demin geçtiği
üzere "o demin ne dedi?" demeleri gibi sözler hep sözün lahni
cümlesindendir. Allah bütün amellerinizi bilir. Hepinizin niyetlerinize göre,
iyiye iyi, kötüye kötü, uygun olan karşılığını verir.
31- Ve andolsun ki sizi imtihana çekeceğiz. Cihad
gibi bazı meşakkatli sorumluluklarla mükellef kılacağız. Ta ki içinizden cihad
edip uğraşanları ve sabredip dayananları bilelim. Yani belli edip meydana
çıkaralım. Ve haberlerinizi deneyelim. Yani cihad ve sabrınıza, iman ve
sadakatinize, kahramanlıklarınıza ait haberlerinizi, uyulması gereken bir örnek
olması için imtihan meydanlarından görünür âleme yayıp ilan edelim.
32- "Haberiniz olsun ki o inkâr edip
Allah yolundan meneden ve hak kendilerine açıkça belli olduktan sonra
peygambere karşı gelenler" Kureyzaoğulları, Nadiroğulları veya Bedir günü
müşrikler ordusunu besleyenler gibiler Allah'a hiçbir zarar verecek
değillerdir. Yani Allah'ın peygamberine hiçbir zarar eriştiremezler de O,
onların amellerini boşa çıkarır. Yani iyi amellerinin sevabını o küfür ve
sapıtıp karşı gelmeleri ile mahvedecek, yahut o yoldaki bütün mesailerini,
çalışmalarını hiçe giderecektir.
33- Ey iman edenler! Allah'a itaat edin,
Peygamber'e itaat edin de amellerinizi iptal etmeyin. Yani öbürlerinin yaptığı
gibi küfür, münafıklık, kendini beğenme, riya, başa kakma, eziyet etme ve
bunlara benzer itaatsizlik ve başlanmış olan herhangi bir ameli bozup iptal
edecek ters bir fiil ve hareket ile boşa gidermeyin, hükümsüz bırakmayın.
34-Çünkü "Haberiniz olsun ki küfredip
Allah yolundan sapan, sonra da kâfir oldukları halde ölenleri Allah hiçbir
zaman bağışlamaz." Yani amelleri boşa çıkarıldıktan başka bir bağışlanma
ihtimali de yoktur. Deniliyor ki bu âyet de Kalîb ashabı hakkında nazil olmakla
beraber, küfür üzere ölenlerin hepsini kapsamaktadır.
35-Kalîb ashabı: Bedir'de öldürülüp kuyuya
atılmış olan müşriklerdir. Öyle ise gevşeklik etmeyin, zayıflık göstermeyin,
yani öyle küfür ile ölenlerin bağışlanmayacağı küfrün, itaatsizliğin amelleri
boşa çıkaracağı malumunuz olunca artık amellerinizi iptal etmeyin ve gevşeklik,
alçaklık yapmayın. Alçaklık edip de horluk ve miskinlik ile barışa yalvarmayın.
Sizler en üstün, en galip olacak iken ve Allah sizinle beraber iken, yani size
yardım ve zafer vaad etmekte iken Her iki halde o size amellerinizi noksanına
ödemez, zulmetmez. Burada "Gevşeklik etmeyin ve barışa yalvarmayın."
diye barışa yalvarmaktan menedilmiş olması, düşman tarafından yapılmış olan
herhangi bir barış teklifinin reddini gerektirmez. Nitekim, Enfal Sûresi'nde "Eğer
onlar, barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş." (Enfal, 8/61) âyetiyle
barışa yanaşan düşmanların talebine karşı barışa yanaşmak, emredilmişti. Fetih
Sûresi'nde geleceği üzere Hudeybiye barışı da müslümanların galibiyeti halinde
idi. Demek ki maksat herhalde, barışı reddetmek değil gevşeklik edip de zillet
ile barışa talip olmamaktır. Bunlar, Muhammed ümmetinin, "İman edip salih
amel işleyenler ve Muhammed'e indirilene inananlar" (Muhammed, 47/2)
niteliğini muhafaza etmek şartıyla gelecekte ulaşacakları yüksekliği haber
vermekle peygamberine vaaddir.
36-Bu şekilde ileride vaad edilmiş olan
fetihlere hazırlık ve ahiret sevabına teşvik için buyuruluyor ki: Dünya hayatı
sırf bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Öyle sebatsız önemsizdir. İlerisi için
bir kazanç ve koruma vasıtası olmak üzere istifade edilmediği takdirde hiçtir.
Ve eğer iman eder ve ahiret için korunursanız iman ve takvanızın sevaplarını
Allah size verir. Bütün mallarınızı da istemez. O korunmak ve cihad etmek için
lâzım gelen masraflara infak etmek üzere mallarınızın hepsini de istemez.
37- Eğer sizden o mallarınızın hepsini ister
de sizi çıplak bırakacak olursa, zekat veya savaş teklifi adına mallarınızın
kökünü kazıyacak olup bütün mallara el koymaya kalkışırsa cimrilik yaparsınız,
esirger, vermezsiniz. Vermemeye hakkınız olur. O zaman bütün kinlerinizi
meydana çıkarır. Bozgun ve ihtilal çıkarmaya sebep olur. Fakat Allah ve
peygamber sizden öyle bütün mallarınızı istemez.
38- Siz anlarsınız ki Allah yolunda infak
edesiniz diye davet ediliyorsunuz, ki bu davet zekatı ve savaş techizatını,
yardımını kapsayabilir. Allah daha iyisini bilir, Mekke'nin fethine dair
hazırlıklardır. Yine de içinizden cimrilik yapan var. Fakat her kim cimrilik
eder, kıskanırsa sırf kendi nefsinden kıskanmış olur. Çünkü infakın menfaati,
cimriliğin zararı kendine ait olur. Allah zengindir. Fakir sizsiniz, ihtiyaç
sizindir. Bu emirler sizin ihtiyacınız, sizin menfaatiniz içindir.
Ve eğer siz yüz çevirirseniz, yani o iman ve
takva ile infaktan çekinerek bu emre sahip olmayacak olursanız, size bedel
başka bir kavmi tutar, bu işin başına geçirir. Sonra onlar sizin gibi olmazlar.
İman ve takva ile bu işe sahip olur, vaad edilmiş olan sevap ve fetihlere onlar
nail olurlar. (Mâide Sûresi'ndeki "Ey iman edenler, sizden her kim dinden
dönerse..." (Mâide, 5/54) âyetinin tefsirine bkz.)
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Muhammed Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.