Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Mücadele Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
58-MÜCADELE:
1. "Allah işitmiştir." Tahkik
(kuvvetlendirmek) ve tevki', yani vuku bulması beklenen anlamını ifade
etmektedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir. "Evet Allah işitti,
hakikaten beklendiği gibi işitti ve dinleyip gereğini yaptı." O kadının
sözünü ki, kocası hakkında seninle mücadele ediyor ve Allah'a şikayette
bulunuyordu. Gam ve kederini dile getiriyor, derdinin çaresini istiyordu.
Rivayetlerden anlaşıldığına göre bu âyetlerin inmesine sebeb olan kadın,
Ensar'dan Evs b. Sâmit'in karısı Havle binti Sâlebe idi. Hadise şöyle meydana
gelmişti: "Havle'nin kocası olan Evs b. Sâmit -ki Ubâde b. Sâmit'in
kardeşiydi ihtiyarlamış ve titiz bir yapıya sahip olmuştu. Bir gün karısı
kendisinden birşey istemiş, o da öfkelenip "Sen bana anamın sırtı
gibisin." deyivermişti ki, buna zıhâr denilmektedir. Cahiliye âdetlerine
göre bir adam karısına bu sözü söylediği zaman karısı ona haram olurdu. Onu bir
daha alamazdı. Bu hadise İslâm'da ilk defa meydana gelen bir zıhâr olmuştu.
Derken Evs çok geçmeden söylediğine pişman olup Havle'yi çağırmıştı. Ancak
Havle, yanına gelmekten çekinmiş ve ona; "Canım kudret elinde bulunan
Rabbime yemin ederim ki sen o sözü söyledikten sonra, Allah ve Resulü hükmünü
verinceye kadar benim yanıma gelemezsin. Git Resulullah'a danış." demişti.
Koca, "Ben utanırım Resullullah'a bunu soramam." cevabını vermişti.
Bunun üzerine kadın, "Ben gider sorarım." deyip Resulullah'ın
huzuruna vardı ve, "Ya Resulullah! Evs beni eş olarak seçip evlendiğinde
gençtim, çekici idim. Ancak yaşım ilerleyip birçok çocuğum olunca Evs beni
anası gibi kıldı ve kimsesiz bırakıverdi. Eğer bana bir çare bulup onunla
geçinmemi temin edersen, bunu beyan buyur ya Resulullah!" diye istekte
bulundu. Hz. Peygamber de ona: "Ben şimdiye kadar bu konuda bir şeyle
emrolunmadım, ictihadım ise senin ona haram olduğun şeklindedir." dedi.
Havle, "Vallahi o, talak zikretmedi." dedi. Resulullah ise haram
olmuşsun diye tekrar etti. Ancak kadın, "Kurbanın olayım nazar buyur Ya
Resullullah" dedi ve bu hususta Resulullah ile defalarca mücâdelede
bulundu. Havle daha sonra da şikayetini Allah'a arzederek, "Allah'ım
yalnızlığımın şiddetinden ve bana zor gelecek olan ayrılık acısından sana
şikayette bulunuyorum. Küçük çocuklarım var, onları ona (Evs'e) bıraksam zâyi'
olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar." dedi ve başını göğe kaldırıp
"Allah'ım sana şikayet ediyorum, Peygamberinin lisanına bir vahiy
indir." şeklinde yalvardı. Havle henüz oradan ayrılmamıştı ki, hakkında
Kur'ân âyeti nazil oldu. Vahyin şiddeti geçtikten sonra Peygamber (s.a.v)
Efendimiz, "Ya Havle müjde!" dedi ve arkasından âyetini okudu. Bunun
üzerine Resulullah, kadının kocasını çağırttı, "O yaptığın yeminle kasdın
ne idi?" diye sordu. Evs de, "Onun keffâreti var mı?" dedi. Buna
karşılık Peygamberimiz, "Bir köle azad etmeye gücün yeter mi? "
şeklinde mukabelede bulundu. Evs cevabında, "Hayır Vallahi ya Resulullah,
ona gücüm yetmez, malımın hepsi gider, köle pahalıdır, benim ise malım
azdır." dedi. Hz. Peygamber de "Ona gücün yetmezse iki ay peşpeşe
aralıksız oruç tutabilir misin?" buyurdu. Evs ise, "Hayır vallahi ben
günde üç kere yemezsem gözümün feri kaçar." dedi. Hz. Peygamber, "O
halde altmış fakiri doyurabilir misin?" diye sordu. Buna karşılık da Evs, "Hayır,
vallahi buna da gücüm yetmez. Eğer bana yardımda bulunursanız, o zaman
olabilir." dedi. Resulullah da "Ben sana onbeş sa' (on beş bin
dirhem) yardımda bulunurum ve bereketi içinde dua ederim." dedi. Ve bu
şekilde aralarını düzeltti. Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"İşitmesi seslerin hepsini ihata eden O Allah, ne büyüktür!" Ne
yücedir ki, kadın Hz. Peygamber (s.a.v)'e hâlini arzederken öyle yavaş fısıltı
ile söylüyordu ki, yanlarında olduğum halde ben bile söylediklerinin bazılarını
duyuyor, bazılarını duyamıyordum. O, Resulullah'a kocasından şikayet ediyor,
"Ya Resulullah gençliğimi yedi, karnım ona saçıldı, yani ona çocuklar
doğurdum. Nihayet yaşım ilerleyip çocuktan kesildiğim zaman bana zıhâr yaptı,
Allah'ım sana şikayet ediyorum." diyordu. Kadın daha yerinden ayrılmamıştı
ki, Cebrail (a.s.) şu âyetleri getirdi. Yine rivayet edilir ki Hz. Ömer (ra) bu
kadın yanına geldiği zaman ona ikramda bulunur ve "Allah Teâlâ onu
dinledi." derdi. İbnü Ebî Hâtim ve "el-Esmâ ve's-sıfât"ta
Beyhakî şöyle bir rivayeti nakletmişlerdir: "Bir gün Hz. Ömer (r.a.)
insanlarla beraber yürürken bu kadın Ömer'in durmasını istedi, o da durdu ve
kadına yaklaşıp elini omuzuna koydu ve onu dikkatle dinledi. Kadın
söyleyeceklerini söyleyip gidince, Hz. Ömer'in yanında bulunanlardan biri "Ya
Emir'el-Müminin! Şu kocakarının karşısında Kureyş'in adamlarını
beklettin." dedi. Hz. Ömer ona, "Yuh olsun sana, kim o biliyor
musun?" dedi. O da, "Hayır bilmiyorum." deyince, Hz. Ömer,
"Bu, Allah Teâlâ'nın yedi kat göğün üstünden şikayetini dinlediği kadındır.
Bu Havle binti Sa'lebe'dir. Vallahi geceye kadar gitmeseydi, ihtiyacını
bitirmeden ben ayrılmazdım." buyurdu. "Buharî'nin Tarih'inde konuyla
ilgili naklettiği rivayet de şöyledir: "Söz konusu kadın Hz. Ömer'e,
"Dur ey Ömer!" dedi, o da durdu. Kadın ona oldukça sert sözler
söyledi. Oradakilerden biri, "Ey müminlerin emiri ben bu kadın gibisini
görmedim." dedi. Bunun üzerine Ömer de, "Nasıl dinlemem ki, onu Allah
Teâlâ dinledi de hakkında âyetlerini indirdi." dedi. Âyetlerin nüzul sebebine
dair nakledilen bu rivayetlerden, örf ve âdetlerin yürürlükten kaldırılmadıkça
muteber olduğu hususu anlaşılmaktadır. Nitekim zıhâr hakkında henüz bir hüküm
nazil olmadığı için Resulullah örf ve adet gereği kadına, "Haram
olmuşsun." demiştir. Bu nevi delillerden dolayıdır ki, "âdet
muhakkemdir (geçerli bir hükümdür.)" önermesi, fıkıhta genel bir kâide
olarak kabul edilmiştir. Yukarıda da geçtiği üzere zıhâr İslâm'dan önce
Araplar'ın âdetlerine göre kesin bir haramlık ifade ediyordu ve helale
çevrilmesine dair bir çözüm yolu yoktu. Kur'ân, zıhâr olarak söylenen sözün
İslâm'a yakışmayan, yadırganan ve çirkin bir yalan olduğunu beyan etmiş, evvela
ondan sakınılması lazım geldiğini, söylendiği takdirde de hiç hükümsüz kalmayıp
yine haram hükmünü ifade edeceğini belirtmiştir. Ancak münker olarak söylenen o
sözü, bir keffaret ile telafi ederek geri alıp, o haramlığı kaldırmanın gerekli
olacağını beyan ile, zikredilen âdeti kısmen bırakmış, kısmen ortadan
kaldırarak değiştirmiş böylece çirkin âdetlerin ıslah edilmelerinin gerekli olduğunu
da göstermiştir. Şöyle ki:
2. Kadınlarına zihâr yapan kimseler yani zıhâr
denilen sözle kadınlarından uzaklaşan kimseler. Sırt ve arka mânâsındaki
"zahr" kelimesinden alınan zıhâr veya müzâhere: Bir kimsenin karısına
"Sen bana anamın sırtı gibisin." demesi veya onun bir uzvunu kendine
haram olan kadınlardan birinin karın, bel, ve kasık gibi bakılması haram olan
bir uzvuna benzetmesidir ki, helalı haram kılan çirkin bir sözdür.> İlk önce
bunun söylenmesi câiz olmayan çirkin bir davranış, bir cinayet olduğu
anlatılmak üzere şöyle buyuruluyor. Cahiliyede o sözü söylemeyi âdet haline
getirenler bilmelidirler ki, o zıhâr yaptıkları kadınlar onların anaları
değildirler. Onların anaları, ancak onları doğurmuş olan vâlideleridir ki
"...sizi emziren analarınız..." (Nisâ, 4/23) âyetinde ifade edilenlerle
"Peygamber müminlere kendi canlarından üstündür. Eşleri onların
analarıdır." (Ahzâb, 33/6) âyetinde zikredilen Peygamber'in zevceleri dahi
analar hükmündedir. Ve haberleri olsun ki onlar yani o zıhâr sözünü söyleyenler
herhalde münker, yani meşru olmayan, çirkin bir lakırdı ve yalan bir söz
söylüyorlardır. Yalandır çünkü kadınları, anaları değildir. Hem de başkalarına
zarar veren bir yalan, bir günah, ve kadının gönlünü kıran, hukukunu zayi eden
bir şeydir. Bununla beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhâr anasının veya
mahreminin (kendisine nikahı haram olan yakınının) bir uzvunu ağzına almak
demektir. Ayrıca Allah'ın helal kıldığını haram kılmak gibi bir küstahlıkla
Allah Teâlâ'nın haklarına tecavüzdür. O halde ağza alınmaması lazım gelen bir
cinayet, bir günahtır. Fakat söylenince de hükümsüz kalamaz. Haber vermek yalan
olmakla beraber, gereği itibariyle bir haramlığa yol açmaktan da uzak değildir.
Öyle ki erkeğin ağzından çıkan bu çirkin söz, kadının hayız zamanındaki eziyete
benzer bir haramlık ifade eder. Bununla beraber şu da muhakkak ki Allah, affı
çok bir mağfiret sahibidir. Onun için günahkârlara, tevbe ve günahlardan
dönmekle o sözü geri alma ve bir keffaret ile o çirkinliği örtüp temizleterek
af ve mağfiretine kavuşma yolunu açmış, bunu da şu şekilde öğretmiştir.
3. Kadınlarından zıhâra kalkışıp da sonra
dediklerini telafi etmek için dönecek olanlar.> Yani söylediklerini geri
alıp önceki gibi karısıyla geçinmek ve kocalık muamelesi yapmak isteyenler ki,
bunu istemelidirler. Fakat kendilerini kirletmiş olan o çirkinliği telafi edip
temizleyebilmek için, sırf niyet etmek veya sözü geri almak kâfi gelmeyip, ona
keffaret olacak güzel bir amel yapmak da gerekir. Onun için, yani zıhârdan
dönmek için çare bir rakabe azad etmektir. Rakabe, esasen boyun kökü demek ise
de, mecazi anlamda insan için özellikle hür olmayan insan için
kullanılmaktadır. Yani büyük veya küçük, erkek veya dişi bir kul azad edip
hürriyete kavuşturmak keffaret olarak vacibtir. Buna göre Allah'ın yanında o
çirkin sözü söylemek kadının şerefini ve varlığını yok etmek mânâsına gelmesi
itibariyle, bir insanı hata sonucu öldürmek fiili kadar büyük bir günahtır.
Böyle olduğu için zıhâr, ancak ona benzer bir keffaretle affedilebilir. İmam
Şâfii buradaki mutlak mânâyı, katil keffaretindeki (Nisâ, 4/92) mümine kaydıyla
yorumlayarak bu âyette azad edilmesi istenen kölenin de, mümin olmasını şart
koşmuş ise de, Hanefiler meydana gelen hadiseler farklı olduğu zaman mutlakın
mukayyede göre yorumlanmasını caiz görmeyip, onun mutlak anlamı üzere
kalmasının lazım geleceğini ileri sürmüşler ve bu yüzden de burada azad
edilmesi istenen kölenin mümin olmasını şart koşmamışlardır. Onlara göre bu,
gayr-i müslim bir köle de olabilir. Önemli olan bir köle azad etmektir. Ancak,
köle kör, elleri yahut ayakları yahut bir taraftan bir eliyle bir ayağı veya
ellerinin baş parmakları kesik ise, keffaret için bunun kâfi olmadığını da
beyan etmişlerdir. Hem bu köle azad etmeyi dokunmadan önce yapmak
gerekmektedir. Bu kayıt, zıhârın haram olduğunu işaret yoluyla anlatmış
olmaktadır. Yani zıhâr, kocanın karısına el sürmesine mâni bir günah olduğundan
dolayı, zıhârdan dönmek isteyen kocanın temizlenmesi için keffaret olan bu köle
azad etme işini, karısıyla karı-koca ilişkisine girmeden önce yapması gerekir.
Köle azadından önce bu muamele gerçekleşirse haram işlemiş ve günaha girmiş
olurlar. Gerçi nikah bâki olduğu için bu bir zina sayılmasa da, hayız halinde
yaklaşmak gibi haram ve çirkinlik üstüne çirkinlik olur. Bu yani böyle temastan
evvel bir köle azadı ile keffaret hükmünü duydunuz ya işte siz bununla
öğütlenirsiniz nasihat alırsınız. Zıhâr denilen şeyin Allah'ın katında ne büyük
bir cinayet olduğunu anlar, ibret alırsınız. Hem Allah, her ne yaparsanız
haberdardır. Gerek zıhâr gibi çirkin ve gerek bir kula hürriyet kazandırmak
gibi güzel amellerden gizli ve açık her ne yaparsanız onu bilir. Binaenaleyh,
yaptıklarımızı gizleriz de haberi olmaz zannetmeyiniz.
4. Her kim güç yetiremezse, yani bir kul azad
etme imkan ve kudretine sahip olamazsa; gerek malca kendisine yetecek miktardan
fazla gücü bulunmaz ve gerek hür olmayan sahipli bir köle bulamazsa bu takdirde
her ikisi birbirine dokunmadan önce ard arda iki ay oruç tutsun. Onun da
keffareti budur. Buna da güç yetiremeyen yine birbirlerine temas etmeden evvel
altmış fakiri doyursun. Fıtır sadakasında olduğu gibi, hadislerde izah
edildiğine göre her fakir için, en azı buğdaydan yarım sa', (bin dirhemin
yarısı) arpadan veya hurmadan olursa bir sa' takdir edilmiştir. Bunlardan elde
edilen unlar da kendileri gibidir. (Daha geniş bilgi için fıkıh kitaplarına
bkz.) Bu da onun keffaretidir. İşte Allah Teâlâ, kudretlerin derecesine göre
böyle üç derece keffaret ile, zihâr çirkinliğinin telafi edilmesi için af ve
mağfiretiyle yol göstermiştir. Bu beyan edilen husus Allah'a ve Resulüne iman
etmeniz içindir. Zıhâr gibi cahiliye âdeti olan gayr-i meşrû işleri bırakıp
Allah ve Resulü'nün koyduğu ve tebliğ ettiği güzel hükümlere iman edip
gereğince amel etmeniz içindir. Çünkü bunda hem aile hayatı açısından kolaylık,
hem de ahlâkî bir temizlik ve güzellik vardır. Ve bunlar, bu izah edilen
hükümler, yani zıhârın çirkinliği, ondan dönmenin meşru olması ve kadına
dokunmadan önce tâkat derecesine göre üç mertebe keffaretten birinin vücubu,
Allah'ın tayin buyurduğu hudududur. Bunları aşmak caiz olmaz. Binaenaleyh
haddinizi bilin ve bu sınırda durun. Bunun için fakihler demişlerdir ki kadın,
zıhâr yapan kocasını keffarete ve geri dönmeye zorlar, keffaret yerine
getirilmeyince de kendisini teslim etmez. Hâkim de, kadının zararını ortadan kaldırmak
için kocaya hapis ve ta'zir (azarlama) cezası vermek suretiyle keffarete
zorlayabilir. Şayet koca, "Keffaretimi yaptım." derse yalancılıkla
meşhur olmadıkça sözü doğru kabul edilir. Bunları tanımayıp haddi aşan
kâfirlere de şiddetli bir azab vardır.
5. "Şüphesiz Allah'a ve Resulüne
muhalefet edenler..." Bu âyet, Mücadele Sûresi'nin indirilişindeki hedefi
demektir. Onun için bu âyet sûrenin başında ve sonunda tekrar etmektedir. Yani
muhakkak ki Allah ve Resulü'ne karşı hudud yarışına kalkışanlar. Kadî
Beydâvî'nin kısaca beyanına göre Allah ve Resulü'nün koyduğu sınırları
tanımayıp onlara düşmanlık eden veya onların tayin ettiği sınırlardan başka
hükümler koyan yahut tercihte bulunmaya kalkışan kimseler. Alûsî tefsirinde bu
münasebetle meseleri çözüme kavuşturan ve akid yapan kimselerin kanun koyma ve
selâhiyetlerinin sınırları hakkında bazı detaylı bilgiler vermiştir. Bu kaynağa
bakılabilir. Kısacası, Allah ve Resulü ile rekabete yeltenen kimseler
itildiler, yahut çarpıldılar, veya tepelendiler, ukâlalık yaparken yüzleri üstü
kakıldılar. Onlardan öncekilerin itildikleri ve çarpıldıkları gibi halbuki biz
açık açık âyetler de indirmiştik. Bu âyet, Peygamber (s.a.v)'in sıdkına delalet
ettiği gibi doğru yolu göstermekte, Allah ve Resulü'ne karşı gelmenin fenalığını
da anlatmaktadır. Bundan başka kâfirlere bir de mühîn, küçük düşürücü bir azab
vardır. Fakat o dünyada değil, ahirettedir.
6. O gün ki, Allah onların hepsini birlikte
diriltecek de yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Şahidler huzurunda zelil
ve hakir bir duruma sokacaktır. Onlar onu unutmuşlarsa da, Allah onu bir bir
saymış ve defterlerine kaydetmiştir. Ve Allah her şeye şahiddir. Hiçbir şey
O'nun ilminin dışına çıkamaz .
Meâl-i Şerifi
7- Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın
bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka
O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az
veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla
beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu
Allah, her şeyi bilendir.
8- Gizli konuşmaktan menedildikten sonra yine
o menedildikleri şeyi yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber'e karşı
gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman
seni, Allah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar. Kendi içlerinden de
"bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez
miydi?" derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir, ne kötü dönüş
yeridir orası!
9- Ey iman edenler! Aranızda gizli
konuşacağınız zaman günahı düşmanlığı ve Peygamber'e karşı gelmeyi
fısıldamayın. İyilik ve takvayı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan
korkun.
10- Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu iman
edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir
zarar veremez. Müminler Allah'a dayanıp güvensinler.
11- Ey iman edenler! Size: "Meclislerde
yer açın." denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size
"Kalkın." denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve
kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan
haberi olandır.
12- Ey iman edenler! Peygamber ile gizli bir
şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için
daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bir şey bulamazsanız, artık Allah
bağışlayan ve merhamet edendir..
13- Gizli (özel) bir şey konuşmanızdan önce
sadaka vermekten korktunuz da mı yerine getirmediniz? Fakat Allah da sizi
affetti. Şu halde namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Resulüne itaat edin.
Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
7. "Görmez misin ki Allah, göklerdekini
ve yerdekini bilir." Bu âyet Allah Teâlâ'nın her şeye şahid olduğunun
delilidir. deki rü'yet, görülebilir delillerden çıkarılan ilim mânâsınadır.
Yani görüp seyrettiğini göklerin ve yerin saltanatından, düzen ve idaresinden
onlarda gerek sakin ve gerek hareket halinde olsun her ne varsa Allah Teâlâ'nın
hepsini biliyor olduğuna sen kalbinle şehadet etmez misin? Ey muhatab Herhangi
bir üçün necvâsı olmaz ki, mutlak onların dörtleyicileri O, olmasın, yani her
halde O, onların beraberlerinde bulunur, onları dörtler. Necvâ, Enbiyâ
Sûresi'nde geçtiği gibi sır söylemek gizli konuşmak, Türkçesi Kamus
müterciminin de ifade ettiği şekilde fisildi, daha Türkçesi fısıltı demektir.
Yüksek tepe mânâsına "Necveh"den, yahut kurtuluş anlamına gelen
"necât"tan alınmıştır. Aralarında sır konuşmak isteyenlerin, herkesin
çıkamayacağı yüksek yerlere çıkmak, yahut etraflarında bulunan kimselerin
işitmelerinden kurtulmak istemeleri düşüncesiyle, fısıltıya bu ismin
verildiğini söyleyenler de vardır.
Arapça'da üçten ona kadar râbi, hâmis gibi
fâil veznindeki sayı isimleri iki şekilde kullanılmaktadır. Birisinde üçüncü,
dördüncü, beşinci vb. mânâsında sıra sayıları dediğimiz sayı ismi olur. Bu
durumda mensup olduğu sayının biri veya sonuncusu demek olup kendi derecesinden
bir sayıya bağlanmış, olur. Mesela, sâlisuselâse, râbiuerbaa, üçün biri yahut
üçüncü sırada bulunan, dördün biri veya dördüncü sırada bulunan mânâsını ifade
eder. Diğerinde ise ism-i fâil olup türediği sayıdan bir eksiğine bağlanmış olur.
Mesela, sâlis üçleyen, râbi dörtleyen, hâmis beşleyen, sâdis altılayan vb.
demek olup, sâlisu isneyn, rabiu selâse, hâmusi erbaa, sâdisu hamse diye
kullanılır. Âyete "râbi" üçe muzaf olduğu için ikinci anlamdadır.
Yani dörtleyen veya dörtleyici demektir. Sâdis de bunun gibidir. Ne de bir
beşin, fısıltısı olmaz ki mutlak O, altılayıcıları olmasın ve gerek ondan daha
azın yani zikredilen üç veya beşten az ki, iki veya dörttür. Çünkü ikiden aşağı
karşılıklı konuşma, müşâvere ve müzakere olmaz. Gerekse daha çoğun ki altı veya
daha fazlanın fısıltısı olmaz ki mutlak O (Allah) beraberlerinde bulunmasın
yani hepsiyle beraberdir. Her nerede olurlarsa olsunlar beraberlerindedir.
Görülüyor ki bu âyette önce üçten başlanmış, sonra beşe geçilmiş, ikisinde de
tek sayılar zikredilmiş, sonra da daha az veya daha çoğu şeklinde kısaca ifade
edilmiştir. Bunun bir hayli nüktesi vardır. Evvela, âyetin nüzul sebebine
işarettir. Zira rivayet olunmaktadır ki, "Rabia b. Amr ile biraderi Habib
b. Amr, bir de Safvân b. Ümeyye bir gün tenhada konuşuyorlarmış. Birisi,
"Allah bizim söylediklerimizi bilir mi dersiniz?" diye sormuş.
İçlerinden biri, "Bazısını bilir, bazısını bilmez." demişti. Üçüncü
şahıs da, "Bazısını bilirse hepsini bilir." demiş. İşte söz konusu
âyetin inişine bu olay sebeb olmuştur." İkincisi, sûrenin başında
zikredilen mücâdeleci kadın Hz. Peygamber'le konuşurken yanlarında Hz. Aişe de
vardı. Bunun için sayıları üçe ulaşmıştı. Üçüncüsü, gizli konuşmak çoğu defa
müşâvere (danışma) için olur. Müşâvere iki kişi arasında olabilirse de, ihtilaf
edildiği takdirde bir tarafın çoğunlukla tercih edilebilmesi için müzakerenin
üç, beş, yedi, dokuz gibi tek sayı ile yapılmasının daha uygun olacağına işaret
sayılabilir. Hz. Ömer'in vefatı sırasında danışma meclisini altı kişi yapması,
aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenenler)den olan o altı zâtın belirlenmiş
olmasından dolayıdır. Nitekim Hz. Ömer onlara, "Resullullah (s.a.v) sizden
razı olarak vefat etti." demiştir. Bununla beraber oğlu Abdullah'ın
hilafetten hissesi olmamakla beraber icabında tercih noktasından hareketle onun
da beraberlerinde bulunmalarını şart koşarak yine tek sayıya riayet etmiştir.
Dördüncüsü, böyle gizli konuşacak komisyonların, toplulukların ekseriya üç, en
fazla beş kişiden ibaret olmasına işarettir.
Mamafih daha aşağı, daha yukarı gizli
cemiyetler de olabileceğinden ile hepsi ifade edilmiştir. Sonra bütün bunların
yaptıkları amellerini kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Amelleriyle
onları rezil edip azaba sokacaktır. Öyle ya Allah her şeyi bilicidir.
8. "Gizli konuşmaktan men edilip de yine
o men edildikleri şeyi yapmaya kalkışanları görmedin mi?" Buradaki rü'yet
(görme) fiili, ile kullanılmış olduğu için bakmak mânâsını ifade etmektedir. Bu
âyet de yahudilerle münafıklar hakkında indirilmiştir. (Bakara, 2/14 âyetine
bkz.) Hem de günah, vebal, müminlere karşı düşmanlık, tecavüz ve Peygamber'e
isyan konusunda fısıldaşıyorlardı. Gizli cemiyetler yapıyor, gizli gizli
konuşuyorlardı. "Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'n selamlamadığı
bir tarzda selamlıyor." Tahiyye, Allah ömürler versin ve sabahınız hayır
olsun gibi sağlık ve esenlik mânâsı ifade etmektedir ki, biz müslümanların
tahiyyesi selamdır. Bu, "Orada birbirlerine sağlık dilekleri
selamdır..." (Yûnus, 10/10) âyetinde görülmektedir. Peygamber'e verilecek
selam da, "Selam senin üzerine olsun Ey Allahın Resulü." "Salat
ve selam senin üzerine olsun Ey Allah'ın Resulü." "Allah'ın selamı,
rahmet ve bereketi senin üzerine olsun Ey Allah'ın nebisi." şeklindedir.
Allah Teâlâ da peygamberini "Selam olsun seçkin kıldığı kullarına..."
(Neml, 27/59), "Gönderilen bütün peygamberlere selam" (Saffât,
37/181),
9-10. "Ey iman edenler! Siz de ona salât
edin ve tam bir teslimiyetle selam verin." (Ahzâb, 33/56) gibi salât ve
selam ile selamlamıştır. Buhari, Müslim ve diğer kaynaklarda Hz. Aişe'den
nakledilen bir rivayete göre, yahudilerden bazıları Hz. Peygamber'in huzuruna
geldiler ve ona "Ölüm senin üzerine olsun, Ey Kâsım'ın babası."
dediler. Peygamber de, "sizin üzerinize olsun" şeklinde karşılık
verdi. Hz. Aişe diyor ki ben de onlara: "Ölüm size olsun, Allah size lanet
etsin ve Allah'ın gadabına uğrayasınız." dedim. Bir başka rivayette de,
"Ölüm, kusur ve lanet size olsun." Bundan dolayı Peygamber bana,
"Ey Aişe Allah Teâlâ, gereğinden fazla söyleyeni sevmez." buyurdu.
Ben de ona, "Duymuyor musun? "Ölüm" diyorlar." dedim.
"Sen de işitmedin mi? ben de onlar için dedim." buyurdu." İbnü
Esir der ki: " 'ın kullanılışında meşhur olan hemzesiz olmasıdır. Onlar
bununla ölüm murad ediyorlardı. Ancak bazı rivayetlerde hemzeli olduğu
görülmektedir ki bunun mânâsı da, dininizden bıkasınız demektir." Ahmed b.
Hanbel ve "Şuabu'l- iman"da Beyhakî Abdullah b. Ömer'den şöyle bir
rivayet nakletmişlerdir: "Yahudiler Resulullah (s.a.v)'a diyorlar ve
bununla sövmeyi kasdediyorlardı. Sonra da aralarında "Bu söylediklerimiz
yüzünden Allah'ın bize azab etmesi gerekmez miydi?" (Mücâdele, 58/8)
diyorlardı. İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu. Ve nefislerinde, yani kendi
aralarında veya gönüllerinde diyorlardı ki, Allah söylediğimizle bize azab etse
ya!... Yani o Allah'ın Resulü ise ona tahiyye (selam) adına söylediğimiz söz
sebebiyle Allah bize bir azab verse ya! diye dünyada azab istiyorlardı. Onlara
cehennem yeter, bu dünyada azab edilmeyeceği mânâsına değildir, lakin
ahiretteki cehennem azabı her azabdan da beterdir. Yani hepsinin yerine yetecek
derecededir. Onlar ona yaslanacaklardır, (cehennemin) içine atılacaklardır. O
ne kötü dönüş yeridir. O cehennem ne fena bir son, ne kötü akıbettir. Dönüp
varılacak yerlerin en fenası, düşülecek değişim yerlerinin en kötüsüdür.
"Ey iman edenler! Gizli konuştuğunuz
zaman..." Müminler gizli konuşmalardan, fısıldaşmalardan mutlak surette
men edilmeyip, ancak günahtan, şuna buna zulüm ve tecavüz etmek ve Hz.
Peygamber'e isyan mahiyetinde şeyler konuşmaktan nehyediliyorlar. Gizli
görüşmeler yaptıkları zaman da hayra, hasenâta ve Allah'ın azabından korunma
yollarına dair hususlarda konuşmakla emrolunuyorlar. Buhârî, Müslim, Tirmizi ve
Ebu Davud'un İbnü Mes'ud'dan yaptıkları rivayette Hz. peygamber buyurmuştur ki,
"Üç kişi bir arada bulunduğunuz zaman, insanlara karışıncaya kadar ikiniz
diğerini bırakıp da fısıldaşmayın. Çünkü bu durum onu mahzun eder."
Âlimler demişlerdir ki, iki kişi bir üçüncü şahsın yanında onun anlamadığı bir
lisanla konuştuklarında eğer o bundan üzüntü duyuyorsa, bu da tıpkı yukardaki
gibidir.
11. Gizli konuşma hakkındaki bu öğretiden
sonra açık meclislerdeki adâbla ilgili olarak buyuruluyor ki,
12. Ey iman edenler! Sizlere meclislerde,
oturduğunuz yerlerde genişleyin denildiğinde genişleyiverin. Yani açılın,
gelene yer verin denildiği zaman yer açın, ortalığı daraltmayın. İbnü Ebî
Hâtim'in Mukâtil b. Hibbân'dan yaptığı nakle göre, Âlûsî bu âyetin nüzul
sebebini şöyle anlatmıştır: "Hz. Peygamber (s.a.v) Muhâcir ve Ensâr içinden
Bedir ehline ikramda bulunurdu. Sâbit b. Kays b. Şemmâs'ın içinde bulunduğu
Bedir ehlinden bir grup meclise geldiğinde, meclis dolmuştu. Resulullah
(s.a.v)'ın karşısında durarak ona: "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi
üzerine olsun ey Nebi!" dediler. Resulullah da "Allah'ın selamı,
rahmet ve bereketi sizin üzerinize de olsun." diye selamlarına karşılık
verdi. Sonra meclistekilere selam verdiler, onlar da selam ile mukabelede
bulundular. Böylece ayakta dikilip kaldılar ve kendilerine yer açılmasını
beklediler. Ancak kimse onlara yer vermedi. Bu ise Resulullah (s.a.v)'ı üzdü. O
da çevresinde bulunanlardan bazılarına, "Kalk ya filan, ya filan!"
diyerek bir kaç kişiyi kaldırdı. Ancak, durumun hoşlarına gitmediği,
kalkanların yüzlerinden belli oluyordu. Münafıklar bunu dedikodu vesilesi
yaparak "Yakınına oturanı kaldırıp da sonra geleni oturtması adalet
değildir." dediler. İşte söz konusu âyet bu sebeble indirildi." Hasan
el-Basri ve Yezid b. Ebî Habîb gibi bazı zatlar ise, "Sahabiler harp saflarında,
savaş alanlarında kıskançlık göstererek sıkı bir şekilde durur ve şehid olma
arzusuyla birbirlerine yer açmazlardı. Bu âyet işte bu sebeble nazil
oldu." demişlerdir. Âyetteki mânânın kapsam itibarıyla bunu da içine
aldığı kabul edilirse de çoğunluk, sözü edilen âyetin, Peygamber (s.a.v)'in
meclisindeki izdiham nedeniyle indirildiğini söylemiştir. Kısacası hangisi
olursa olsun bulunduğunuz meclislerde darlık yapmayın, etrafınızdakilere
sıkıntı vermeyin, genişleyin. Ve açılın, yer verin denildiği zaman, ne suretle
olursa olsun yer açın genişletin ki Allah size genişlik versin. Kalkın yahut
yukarı geçin, denildiğinde de hemen kalkıverin ki Allah içinizden iman
edenleri, yani hakikaten imanlı olan ve bu emirlere de temiz yürekle iman eden
müminleri yükseltsin. İman ile emre boyun eğmelerinin mükafatı olarak dünyada
başarı ve güzel ünvan, ahirette cennet köşklerinde makam ile üstünlük versin.
Kendilerine ilim verilmiş olan zatları da derecelerle yükseltsin bilhassa ilim
ile uğraşıp gereğince amel eden âlimleri de derecelerle daha yüksek makamlara
geçirsin. Bu âyet, ilmin fazileti ve âlimlerin üstünlüğü hakkındaki açık
delillerdendir. Bu konuda birçok hadis de vardır. Kısaca ifade etmek gerekirse
denilebilir ki, imam-ı Azam Ebu Hanife'nin Müsned'inde İbnü Mesud'dan
naklettiği şu hadis, bu hussutaki hadislerin en mühimlerindendir. Peygamber
buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ kıyamet günü âlimleri toplayıp da buyuracak
ki: 'Ben size sırf hayır istediğim cihetle hikmetimi kalplerinize koydum. Haydi
cennete girin. Çünkü sizden ortaya çıkacak kusurlara karşı sizi affettim."
Tirmizi, Ebu Davûd ve Dârimî şu hadisi merfu olarak Ebu'd-Derdâ'dan rivayet
etmişlerdir: "Âlimin âbid karşısındaki üstünlüğü, ayın dolunay gecesi
diğer yıldızlar karşısındaki üstünlüğü gibidir." Yine Tirmizi, Ebu Ümâme
(r.a.)'den Resulullah (s.a.v)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Âlimin
âbide olan üstünlüğü benim, (derece itibariyle) sizin en aşağıda olanınıza
karşı üstünlüğüm gibidir. Muhakkak ki Allah Teâlâ ve melekleri, gökler ve yerde
bulunanlar hatta yuvasındaki karınca ve hatta balıklar, insanlara hayır öğreten
kimseye salavat getirirler." Dârimi'nin Hasan el Basri'den yaptığı
rivayette Resulullah şöyle buyurmuştur: "Her kim İslâm'ı ihyâ etmek
(yaşatmak) için ilim taleb ederken, kendisine ölüm gelirse, onunla peygamberler
arasında tek bir derece vardır." Şu hadisler de bu konuda pek önemlidir.
Deylemi, "Firdevs" de Ümmühâni (r.a.) naklediyor: "Peygamber
(s.a.v.) buyurmuştur ki: "İlim benim ve benden evvelki peygamberlerin
mirasıdır." İbnü Adiy Hz. Ali'den naklediyor: "Âlimler yerin ışıkları
peygamberlerin halifeleri, benim varislerim ve peygamberlerin
varisleridir?" İbnü'n-Neccâr Enes (r.a.)'den naklediyor: "Âlimler,
Peygamberlerin varisleridir. Gök ehli onlara karşı muhabbet besler ve öldükleri
zaman denizdeki balıklar kıyamete kadar onların günahlarının affı için dua
ederler." Ahmed b. Hanbel ve İbnü Hibbân, Ebü'd-Derdâ (r.a.)'dan
naklediyor: "Her kim bir yola girer ve onda ilim taleb ederse, Allah Teâlâ
onu cennet yollarından bir yola götürür ve melekler ilim taleb edenlere
sanatlarından hoşlandıklarından dolayı kanat gererler. Âlimler, peygamberlerin
varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar. Ancak ilim
miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan, büyük bir pay almış olur."
İbnü'n-Neccâr Enes (r.a.)'den naklediyor: "Âlimler komutan, müttakiler
efendidirler. Onlarla oturmak da kârlı bir iştir." Hâtib, İbnü Ömer'den
(r.a.) naklediyor: "Âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanıyla tartıldı da
ondan ağır geldi." Taberânî, "Evsât"da Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor:
"İlim elde edin ve ilim için kararlılık ve vekâr da öğrenin. Kendisinden
ilim öğreneceğiniz kimseye karşı mütevazi olun." Deylemî,
"Firdevs"de Hz. Ali (r.a.)'den naklediyor: "Kendisinden istifade
edilen âlim bir âbidden daha hayırlıdır." İbnü Adi, Hatib, İbnü Asâkir,
Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan naklediyor. "Öğrenmek istediğinizi öğrenin, fakat
bildiğinizle amel etmediğiniz müddetçe ilmin size hiçbir faydası olmaz."
Ebu'l-Hasen İbnü Ahzemi el-Medinî, "Emâli"sinde Enes (r.a.)'den naklediyor:
"İlimden istediğinizi öğrenin. Fakat amel etmedikçe vallahi ilim
toplamakla sevab elde edemezsiniz." Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim,
Muaviye'den, yine Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî İbnü Abbas'tan ayrıca İbnü Mâce
Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Her kime Allah hayır dilerse, onu
dinde fakîh kılar." Taberani, İbnü Ömer (r.a.)'den naklediyor:
"İbadetin en faziletli olanı fıkıh, dinin en faziletlisi de
takvadır." Hatib, Câbir (r.a.)'den naklediyor: "Âlimlere ikram
ediniz. Çünkü onlar Peygamberlerin mirasçılarıdır. Kim onlara ikram ederse
Allah ve Resulü'ne ikram etmiş olur." Rafii, Benz b. Hakim'den, o da
babasından, dedesinden naklediyor: "Âlimleri karşılayan beni karşılamış,
onları ziyaret eden beni ziyaret etmiş ve onların meclisinde bulunan, benim
meclisimde bulunmuş olur. Benim meclisimde bulunan da sanki Rabbim'in
meclisinde bulunmuş gibidir." Deylemî, İbnü Mes'ud'dan ve Ebu Hureyre
(r.a.)'den naklediyor: "İlim ortadan kaldırılmadan evvel ilim öğrenin.
Çünkü her biriniz, yanındakine ne zaman muhtaç olacağını bilmez." Ahmed b.
Hanbel, Dârimî, Tâberânî, Ebu'ş-Şeyh (tefsirinde) ve İbnü Merdûye, Ebu Umâme
(r.a.)'den naklediyor: "Ey insanlar ilim alınmadan, kaldırılmadan önce
nasibinizi alın. Denildi ki: "Ya Resulullah Kur'ân bizim aramızdayken ilim
nasıl kaldırılır? Buyurdu ki: "Hay seni anası yitesi! İşte yahudi ve
hıristiyanlar, aralarında kitapları var. Fakat peygamberlerinin getirdiğinden
bir harfe tutunmaz olmuşlardır. Haberiniz olsun ki ilmin gitmesi, hepsinin
gitmesidir. İlmin gitmesi, cümlesinin gitmesidir. İlmin gitmesi, cümlesinin
gitmesidir. (bu son kısmı üç defa tekrar etti.)"> Ahmed b. Hanbel,
Buharî, Müslim, Nesâî ve İbnü Mâce, İbnü Ömer (r.a.)'den naklediyor:
"Allah Teâlâ, ilmi kullardan soymak suretiyle çekip almaz. Ancak ilmi,
âlimleri almak suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir âlim bırakmayınca da,
insanlar bir takım cahil başlar edinirler ve onlara sorular sorarlar, onlar da
ilimsiz fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını
saptırırlar." Ebu Nuaym ve Deylemî, Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor:
"Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek insanlara
fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını
saptırırlar." İbnü Neccâr, Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Kötü
âlimler kıyamet günü getirilir, cehennem ateşine atılır. Her biri, cehennemde
bir kamış ile değirmen döndüren merkeb gibi dolaşır durur. Ona: "Vay sana,
biz seninle doğru yolu bulmuştuk, bu halin de ne?" diye sorarlar. O da der
ki: "Ben, sizi nehyettiğim şeyleri tutmaz aksini yapardım." Deylemî,
"Firdevs" de İbnü Abbas (r.a.)'tan naklediyor: "Dinin felaketine
yol açan üç sebeb vardır: Günahkâr fakih, zalim devlet başkanı ve cahil
müctehiddir." Askerî, Hz. Ali (r.a.)'den naklediyor: "Fakihler,
dünyaya dalmadıkları ve sultana uymadıkları müddetçe peygamberlerin güvenilir
(vâris)leridirler. Ancak bunu yaparlarsa o zaman onlardan sakının." Ahmed
b. Hanbel, Hz. Ömer (r.a.)'den naklediyor: "Ümmetimin aleyhine korktuğumuz
şeylerin en korkuncu, her dili bilen münafıktır." Yine Ahmed b. Hanbel ve
Ebu Nuaym "hilye" de Hz. Ömer (r.a.)'den naklediyor: "Ümmetimin
aleyhine korktuğumun en korkuncu, saptırıcı liderlerdir." Taberânî, İbnü
Mesud (r.a.)'dan naklediyor: "Eğer bir kimseye Allah Teâlâ bir ilim vermiş
de o da onu gizlemişse, Kıyamet günü Allah Teâlâ da ona ateşten bir gem
vurur." İbnü Asâkir Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Kıyamet
gününde insanların en şiddetli azab çekeni, Allah'ın ilmiyle kendisine bir
menfaat vermediği âlimdir." Tirmizî, İbnü Ömer (r.a.)'den naklediyor:
"Her kim Allah'tan başkası için ilim elde
ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın." Ebu'ş-Şeyh Ubâde b. Sâmit
(r.a.)'den naklediyor: "İlim amelden hayırlıdır, dinin kuvvetlenmesi ise,
takva iledir. Âlim, az da olsa ilmiyle amel edendir." İbnü Lâl,
"Mekârimu'l-Ahlâk"da Hz. Ali (r.a.)'den naklediyor: "Size
mükemmel bir fakihi haber vereyim mi? Allah'ın rahmetinden insanların ümidini
kesmeyen ve merhametinden onları ümitsizliğe götürmeyen, Allah'ın tuzağından
onları emin kılmayan ve dünyaya rağbet için Kur'ân'ı bırakmayan kimsedir.
Haberiniz olsun ki ne anlaşılmayan bir ibadette, ne de üzerinde düşünülmeyen
ilimde hayır yoktur." Hatib, "el Müttefâk ve'l-müfterak"de
Şeddâd b. Evs'den naklediyor: "Kul, Allah'ın zâtı hakkında insanlara ve
herkesten fazla da kendi nefsine buğz etmedikçe mükemmel bir fakih
olamaz."
Kısacası, ilmin ve âlimlerin gerek fazileti ve
gerekse musibeti hakkında, hadis kitaplarında pek çok hadis mevcuttur. Nitekim
Kenzü'l-Ummâl'de yüzlercesi nakledilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan husus
ise, ilmin amelden fazilet ve meziyyet bakımından üstün olması ve Allah'ın
yanında yüksek derecelere ulaşan âlimlerin, kendilerini ilme verip ilmiyle amel
eden âlimler olmasıdır. Onun için âlimler, ilimleriyle amel etmeli, müminler de
âlimlere hürmet ve ikrâmda bulunmalıdırlar. Âlimler, ilmin şerefini, konusunun
şerefi, gayesinin şerefi ve meselelerinin kuvveti ile uygun olmak üzere üç
açıdan çeşitli derecelere ayırmışlardır. Ahmet b. Kays demiştir ki:
"İlimle desteklenmeyen üstünlük sonuçta bir perişanlığa dönüşür.
Ve Allah, bütün amellerinizden haberdardır.
Ona göre mükafat veya ceza verecektir. Bu cümle, esasen ilimle kasdedilenin
amel olduğunu ifade etmekte ve ilme saygı göstermeyenleri uyarmaktadır.
"Ey iman edenler! Peygamber ile gizli
konuştuğunuz zaman..." Bu âyet de özellikle Resullullah (s.a.v)'ın
meclisinde kendisine fısıltı ile bir şey arzetmek isteyenlerin adâbı hakkında
nazil olmuştur.
İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre,
"Bazı sahabiler, Resulullah (s.a.v)'ın meclisinde kendilerini göstermek
için lüzumlu, lüzumsuz fısıltı ile ona bir şeyler arzetmeğe kalkıyor ve bu,
gittikçe çoğalıyordu. Hz. Peygamber de, lütuf ve hoşgörüsü sebebiyle hiç
birisini reddetmiyordu. İşte bu yüzden söz konusu âyet indirildi."
Katâde'den yapılan rivayete göre de, "Zenginler Peygamber'in huzuruna
geliyorlar ve sık sık dilekte bulunarak mecliste fakirlere galebe ediyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.v) de bunların çok oturmalarından ve çok fısıldaşmaya
kalkışmalarından sıkılıyordu. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi.
"Böylece buyuruluyor ki: Ey iman edenler Peygamber'e bir şey fısıldamak
istediğiniz vakit fısıltınızdan önce bir sadaka veriniz ki miktarı ne olursa
olsun bu suretle bir sadaka verilmesi sizin için hayırlıdır. Muhtaçları
sevindirecek ve size sevab kazandıracak bir hayırdır. Hem de daha ziyade bir
temizliktir ve Peygamber'den dilekte bulunmak hususundaki niyetlerin
samimiyetine, mallarınızda fakirlerin gözlerinin kalmamasına ve ahlâkın
berraklaştırılmasıyla hayır ve iyilikleri âdet edinmeye sebeb olur. Şayet
bulamazsanız sadaka vermeye gücünü yetmezse o halde de Allah, Gafûr'dur
Rahim'dir. Öyle sadaka veremeyecek olan fakirlerin de fısıltı ile istekte
bulunmasına izin verir. Burada Gafûr isminin zikredilmesi, emrinin ibâha değil
vücub ifade ettiğini göstermektedir. Şunu da unutmamak lazımdır ki, Resulullah
kendi adına hediye kabul ederdiyse de, sadaka kabul etmezdi. Hatta şunu da
belirtmek gerekir ki Peygamber (s.a.v)'in aile fertlerinin bile sadaka ve zekat
almaları haramdır. Onun için burada verilmesi emredilen sadakadan maksad, lüzumuna
göre fâkirlere sarfedilmek üzere verilen sadakadır. Nitekim Nisâ Sûresi'nde
"Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka
verilmesini, yahut bir iyilik yapılmasını yahut da insanların arasının
düzeltilmesini isteyenlerin fısıldaşması başka. Kim Allah'ın rızasını elde
etmek için onu yaparsa, Biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz."
(Nisâ, 4/114) buyurulmuştu. Bununla beraber burada emrolunan sadakanın
vücûbiyyeti, çok geçmeden bundan sonra gelecek olan âyet ile nesh edilmiştir.
Hakim, İbnü Münzir, Abd b. Humeyde ve daha
başkalarının yaptıkları rivayette Hz. Ali şöyle demiştir: "Allah'ın
kitabında bir âyet vardır ki, onunla benden evvel kimse amel etmediği gibi,
benden sonra da kimse amel etmeyecektir. Bu âyet, "Necvâ Ayeti"dir:
yanımda bir dinar vardı onu on dirheme sattım. Peygamber (s.a.v)'den her ne
zaman bir dilekte bulunduysam o fısıltıdan evvel bir dirhem sadaka verdim. Daha
sonra da o âyet neshedildi, (yürürlükten kaldırıldı) artık kimse onunla amel
etmedi, âyeti indirildi."
13. Fısıltınızın önünde sadakalar vermekten
korktunuz öyle mi? Bu âyetten anlaşıldığına göre, demek ki ondan sonra bir iki
sadaka veren olmuşsa da, fazla olmamış, böylece fısıltı hevesinin arkası
kesilmişti. Yani sadaka vermekle fakirliğe düşeriz diye korktunuz, fısıltıyla
konuşmadan önce çok sadaka vermediniz de dileklerinizden vazgeçtiniz değil mi?
Madem ki yapmadınız yapabileceğiniz halde yapmadınız Allah da size tevbe ile
nazar buyurdu. Kusurunuzu affedip yine sadaka vermeksizin Peygamber'den dilekte
bulunmanıza müsaade etti. Bunun bir şükür ifadesi olmak üzere o halde namaza
devam edin ve zekatı verin, Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Gerek meclislerin
adâbı ve gerek diğer emirlerde itaatsızlık yapmayın da gereğini yerine getirin
ki Allah habirdir, haberdardır, bir an bile ilminden kaçırmaz. Her ne
yapıyorsanız gerek açıkta gerek gizlide, gerek sevap gerek günah, gerek yapma
gerek terk etme gibi hususların hepsini bilir ve ona göre karşılığını verir.
Meâl-i Şerifi
14- Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir
topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan.
Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.
15- Allah onlara çetin bir azab hazırlamıştır.
Onlar ne kötü işler yapıyorlar!
16- Yeminlerini kalkan yapıp Allah'ın yolundan
çevirdiler. Onlar için küçük düşürücü bir azab vardır.
17- Onların ne malları, ne de evlatları,
kendilerinden, Allah'dan hiçbir şey savamaz. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedî
kalacaklardır.
18- Allah onların hepsini tekrar dirilttiği
gün, dünyada size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler ve kendilerinin
bir şey üzerinde bulunduklarını, sanacaklardır. İyi bilin ki onlar
yalancıdırlar.
19- Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı
anmayı unutturmuştur. Onlar, şeytanın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki şeytanın
partisi kaybedecektir.
20- Allah'a ve Resulüne düşman olanlar var ya,
onlar en alçaklar arasındadırlar.
21- Allah: "Elbette ben ve elçilerim
galip geleceğiz." diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galipdir.
22- Allah'a ve ahiret gününe inanan bir
milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve
Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki
Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.
Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî
kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır.
İşte onlar Allah'ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa
ulaşacak olanlar, Allah'ın hizbidir.
14. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret
anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber'e veya hitab edilmesi
gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu
münafıklara Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler.
Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara
naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip gelen, bir
orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan yere yemin ederler.
Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) odalarından birinde oturuyordu
ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah, "Şimdi yanınıza şeytan
gözlü birisi gelecek." dedi. Derken gök gözlü birisi çıktı geldi.
Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?"
buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber'e
"Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim." dedi. Gitti,
arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu
âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim,
"Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas'tan
isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da "Allah onların
hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O'na da
yemin ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil
olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den nakledilen rivayette isim
zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı
Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere
arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin
indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz
konusu olmadığı için buradan, sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu
söylenebilir. Âlûsî'nin kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel,
-ki nûnun fethi, bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü
Hâris b. Kaysı Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar
arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun
tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta
şöyle der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır." Ancak bunun
başka birisi olma ihtimali de vardır.
15. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret
anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber'e veya hitab edilmesi
gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu
münafıklara Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler.
Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara
naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip gelen, bir
orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan yere yemin
ederler. Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) odalarından birinde
oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah, "Şimdi yanınıza
şeytan gözlü birisi gelecek." dedi. Derken gök gözlü birisi çıktı geldi.
Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?"
buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber'e
"Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim." dedi. Gitti,
arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu
âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim,
"Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas'tan
isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da "Allah onların
hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O'na da
yemin ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil
olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den nakledilen rivayette isim
zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı
Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere
arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin
indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz
konusu olmadığı için buradan, sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu
söylenebilir. Âlûsî'nin kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel,
-ki nûnun fethi, bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü
Hâris b. Kaysı Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar
arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun
tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta
şöyle der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır." Ancak bunun
başka birisi olma ihtimali de vardır.
16-17-18. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve
hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber'e veya hitab
edilmesi gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak!
Şunlara, şu münafıklara Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık
etmektedirler. Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını
onlara naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip
gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan
yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v)
odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah,
"Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek." dedi. Derken gök gözlü
birisi çıktı geldi. Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?"
buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber'e
"Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim." dedi. Gitti,
arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu
âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim,
"Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas'tan
isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da "Allah onların
hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O'na da yemin
ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil olduğunu
söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den nakledilen rivayette isim zikredilerek
gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel
adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber
yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir.
Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan,
sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî'nin
kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi, bânın
sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b. Kaysı
Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar arasında
zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun tevbe
ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta şöyle
der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır." Ancak bunun başka
birisi olma ihtimali de vardır.
19. Onlar, yani yukarıdan beri özellikleri
sayılan ve şeytanın da istilası altında kalıp Allah düşüncesini unutanlar hep
şeytanın hizbi, şeytanın taraftarı ve şeytanın partisidir. Uyanık ol ki
şeytanın partisi muhakkak zarara uğrayanlardır. Çünkü ebedi nimeti zayi edip
kendilerini azaba düşürerek nefislerini ziyân etmişlerdir.
20. Şüphe yok ki Allah ve Resulü'ne karşı
yarışa kalkan haddini bilmezler öyleleri bütün o gördükleriniz, hallerini
dinledikleriniz hep en alçakların içindedirler. Öncekiler ve sonrakiler içinde
halkın en aşağılık, en zillete layık alçaklarından sayılmaktadırlar. Çünkü iki
düşman taraftan birinin zillet ve sefaletinin en aşağı basamağı, düşmanlık
ettiği tarafın izzet ve kuvvetinin derecesi ile ters yönde bir uygunluk
arzetmektedir.
21. Allah yazdı. Ezelde hükmünü verip
silinmesi ve bozulması mümkün olmayan bir yazı ile levh-i mahfuzda tesbit etti.
Katade'ye göre bu söz, yemin makamında söylenmiştir. Yazdı ki: Celâlim hakkı
için her halde ben gâlibim ben ve elçilerim. Onun için peygamberler
öldürülseler bile davalarında gerek delil ve gerek kılıç itibarıyla gâlib ve
muzaffer olurlar. Çünkü Allah kuvvet ve izzetine nihayet olmayan, eşi ve ortağı
bulunmayan çok kuvvetli bir azizdir. Kuvveti ile resullerine yardım eder,
muradına karşı asla mağlub edilmez.
22. Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir
kavmi Allah'a ve Resulü'ne karşı düşmanlık eden kimselerle sevişir bir halde
bulamazsın. Öyle kimselerle sevişmek Allah'a ve ahirete imanın gerekleriyle
taban tabana zıttır. Zira, onlara o durumda dostluk yapmak küfre sevgi
göstermektir. Çünkü Allah ve Resulü'ne düşmanlık etmek, küfrün en
şiddetlisidir. Küfre muhabbet ise, iman ile bir arada bulunmaz. Âyetin zahirî
anlamı için bu mânâ daha uygundur. Mamafih müfessirlerin bir çoğu kelâmi bir nükte
üzerine oturtarak bunu şu mânâ ile tefsir etmişlerdir. "Sevmemeleri
gerekir, sevmemelidirler." "İsterse onlar, babaları veya oğulları
veya kardeşleri, yahut hısımları olsun..." Bu âyetin anlamı ile ilgili
olarak Mümtehine Sûresi'nin "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı
yasaklamaz.." (Mümtehine, 60/8), "Allah, yalnız sizinle din uğrunda
savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım
edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zalimler
onlardır." (Mümtehine, 60/9) âyetlerini de burada düşünmek gerekmektedir.
İşte onlar, o Allah ve Resulü'ne karşı yarışa kalkışan kimseleri sevmeyen
müminler yok mu Allah onların kalplerine iman yazmıştır. Yalnız lisanlarında
değil, kalplerinde de tesbit etmiş ve yerleştirmiştir. Bundan anlaşılır ki asıl
iman kalp işidir. Ve kendilerini tarafından bir ruh ile güçlendirmiştir.
Kalplerine hayat veren ilâhî bir irfan nuruyla kuvvetlendirmiştir. Onun için Allah'ı
unutmazlar. Ahiret yolunu görür, sevilecek ve sevilmeyecek kimseleri tanırlar.
Allah ve Resulü'ne itaat eder ve Allah yolunda her fedakârlığa katlanırlar. Hem
Allah onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. O suretle ki
içlerinde sonsuza dek kalmak üzere öyle ki Allah onlardan hoşnut, onlar da
Allah'tan hoşnut oldular, hem kendilerinden razı olunmuş hem de kendileri ondan
razı olmuş olarak Allah'ın rızasına erdiler. İşte bu özelliklerini işittiğin
müminler, Allah'ın partisidir. Allah'ın askerleri, Allah dininin yardımcıları
ve Allah yolunda cihad eden mücahidlerdir. Uyanık ol ki Allah'ın partisi,
taraftarları, muhakkak hep felah bulanlardır. Dünya ve ahirette hayır ve
isteklerine kavuşanlar ancak onlardır. "Allah'ım bizi de onlardan kıl."
İşte Mücâdele Sûresi bu şekilde son
bulmaktadır. Bunu aşağıda gelen Haşr Sûresi'nin tesbih ve tenzih ile başlayarak
takib etmesi, ne kadar güzel ve ne kadar yerindedir. Bunu izah etmeye ihtiyaç
bile yoktur. "Ey Allah'ım bizi de iyiler topluluğuna kat."
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Mücadele Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.