Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Mearic Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
70-MEARİC:
1. İstedi, dilendi, dua etti, sordu
anlamlarına gelir. "İstedi" mânâsı diğer mânâların hepsini ifade
edebilir. Nâfi, İbnü Âmir, Ebu Cafer kırâetlerinde hemzesiz gibi okunur ki,
aynı mânâya gelebilmekle beraber "aktı" demek de olur. "Bir sâil
yani bir isteyen veya soran yahut akan bir sel".
Burada tefsirciler bu âyetin iniş sebebi ile
ilgili üç görüş zikrederler.
BİRİNCİSİ, Nadr b. Hâris "Ey Allah! Eğer
bu senin tarafından gelmiş bir hak kitap ise, durma üzerimize gökten taşlar
yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver."(Enfal, 8/32) demişti. Bunun
üzerine bu âyet indi. Çoğunluğun görüşü budur. Bazıları Ebu Cehil'in
"Haydi üzerimize gökten bir parça düşürüver."(Şuara, 26/187) demesi
üzerine indiğini söylemişlerdir.
İKİNCİSİ, Hasen ve Katâde şöyle demişlerdir:
Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.v)'i gönderip müşrikleri azap ile korkutunca,
müşriklerin bir kısmı bir kısmına, "sorun bakalım Muhammed'e. Bu azap
kimin içinmiş ve kimin başına inecekmiş" dediler. Bunun üzerine yüce Allah
"Bir soran, olacak azabı sordu." buyurarak onlardan haber verdi. İbnü
Enbari: "Buna göre, "sordu" demektir. de yani "azabı"
mânâsında kullanılmıştır. Bu, "Onu herşeyden haberdar olana
sor."(Furkan, 25/59) âyetine benzer. O âyette de takdirinde olup
"Onu" demektir.
ÜÇÜNCÜSÜ, bazıları da şöyle demiştir: Hz.
Peygamber kâfirler için acele bir azap istemişti. Yüce Allah da: "Onların
başına azap gelecektir. Onu savacak kimse yoktur, biraz sabret, güzel bir sabır
gerekiyor." buyurdu. Çünkü "O halde güzel bir sabırla sabret."
emri Peygambere geldiğinden isteyenin de o olduğunu gösterir. Bununla beraber
birinci mânâ daha sağlamdır. Bu durumda Peygambere "sabret" emri, bu
azabı isteyenin veya soranın küfür edip inkârda bulunarak eziyet vermek
istemesi dolayısıyladır. Meydana gelmiş ve meydana gelecek mânâlarına olabilir.
Burada maksadın ikincisi olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber, "Daha önce
bunun benzeri kâfirlerin başına gelmiştir. Onun başına da gelecektir."
demek olabileceği gibi, "Meydana gelmesine ilâhî emir taalluk etmiştir.
Vakti gelince olacaktır. Onu, vuku bulmuş bir emir bil." mânâsına olması
sözün akışına daha uygun düşmektedir. Ki, "kesinlikle ilerde vuku bulacağı
için vuku bulmuş denilmiştir" diye meşhur olan nükte de bu mânâ ile
açıklanabilir.
2. Kâfirler için. Bu kelime, "vâki"
kelimesinin sılası, yahut "azab" kelimesinin sıfatı yahut
"seele" fiili ile ilgilidir. Başında bulunan "lâm" harfi
sebep bildirmek için de kullanılmış olabilir. "O, kâfirler içindir."
şeklinde yeni bir başlangıç cümlesi de olabilir.
Bu kısım, azab'ın sıfatı, yahut hâl, yahut
başlangıç cümlesi olabilir. Azabın sıfatı olduğuna göre mânâ "Kimsenin
defedemiyeceği bir azap" şeklinde olur. Hâl olursa "Hiç kimsenin
defedemiyeceği halde" demek olur. Yahut "Kâfirler için onu savacak
yoktur." meâlindedir.
3. Allah'tan. "Allah'tan savacak" ve
"Allah'tan gelen" demektir. "Mirâclar sahibi olan Allah".
Bu, Allah'ın sıfatıdır.
MEÂRİC, Mirâc gibi veya aynı anlamda mim
harfinin kesresi ile "minber" kalıbında "mi'rec" veya mimin
üstünü ile "menhec" kalıbında "ma'rec" kelimelerinin
çoğuludur. "Uruc" ve "Suud", yani aşağıdan yukarıya çıkma
aletleri, merdivenler ve asansörler, yahut çıkılacak dereceler, mertebeler,
yükseklikler demektir. "Zi'l-meâric" de bunların sahibi demek olur.
Tefsirciler "Meâric" kelimesinin tefsirini yaparken başlıca dört
yorum getirmişlerdir.
BİRİNCİSİ, İbnü Abbas'tan rivayet edildiği
üzere "gökler, yüksek dereceler" demektir ki, melekler bunlarda
gökten göğe yükselirler. Bazıları da bunlar için gök demeden, "meleklerin
emir ve yasaklarla çıktıkları asansörler ve derecelerdir" demişlerdir.
İKİNCİSİ, Katâde'nin rivayetine göre,
faziletler, nimetler ve yücelikler, yani yükseklikler ve yüksek yüksek lütuflar
ve nimetlerdir. Çünkü Allah'ın lütuf ve nimetlerinin birçok dereceleri vardır.
Bunlar insanlara çeşitli mertebelerde ulaşırlar.
ÜÇÜNCÜSÜ, Cennette Allah'ın, dostlarına ihsan
ettiği derecelerdir, denilmiştir.
DÖRDÜNCÜSÜ, manevî ve ruhî mertebelerdir.
Fahreddin er-Râzî tefsirinde bu yorumu açıklayarak şöyle der: "Gökler
yükseklik ve alçaklıkta, büyüklük ve küçüklükte farklı olduğu gibi meleklerin
ruhları da kuvvet ve zayıflıkta, olgunluk ve eksiklikte, ilâhî marifetlerin
vukuunun çokluğunda ve bu âlemin işlerini çevirme kuvvetinin şiddet ve
azlığında farklıdırlar. Yüce Allah'ın rahmetinin bolluğunun eseri ve
nimetlerinin nuru, gerek olağan ve gerekse olağanüstü yollarla bu âleme
"Derken bir iş çevirenlere andolsun"(Nâziat, 79/5) ve "Derken
bir emir taksim edenlere andolsun"(Zariyât, 51/4) buyrulduğu üzere o
ruhlar aracılığıyla ulaşması nedeniyle yüce sözü, bu âlemden ona ihtiyaç
basamaklarının yükselmesi için çıkış ve o âlemden buruya rahmet eserinin inmesi
için iniş aletleri olan o değişik ruhlara işaret olabilir.
" Âlûsi de bunu şöyle açıklar: Bir de
meâric, amellerin ve zikirlerin bulunduğu manevî makamlar; bir tarikata girmiş
olan müminler için de o yolda yükseldikleri mertebeler, yahut meleklerin
mertebeleri denilmiştir.
Bunun sadece ruhî ve manevî makamlar için
olduğunu söylemeleri,
BİRİNCİSİ, âyette sadece meleklerin ve Ruh'un
yükseldiğinin zikredilmiş olması,
İKİNCİSİ, Allah'ı cisme benzetme kuruntusuna
düşülmemek için Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olduğu kuralına uyulması
düşüncesinden çıkmış olması gerektir. Fakat yer ve göklerin maddî olması,
onların mülkünü elinde bulunduran ve cisimlerin ve ruhların yaratıcısı olan
yüce Allah'ın bir cismî olmasını gerektirmeyeceği gibi, meâricin hem cismânî
hem ruhanî olması da onların sahibi olan yüce Allah'ın noksan sıfatlardan uzak
olmasına zıt olmaz. Zira, birisinin bir şeyin sahibi olduğunu ifade etmekte
kullanılan kelimesi ile yapılan tamlamalar, sahib olunan şeyle onun sahibi
arasında bir cüz'iyet - külliyet (parça bütün) ilişkisi olduğunu göstermez.
Nitekim Zü'l-Mâl, mal sahibi, demektir. Bu, mal sahibinin malının içine hulul
edip girerek onunla bütünleştiğini ifade etmez. Aynı şekilde yukarılara doğru
yükselenlerin melekler ve Ruh olması çıkılan basamak ve derecelerin de sırf
manevî ve ruhanî olmasını gerektirmez. Cismani ve ruhaniliğin üstünde olan yüce
Allah'a yükselmek de cismanî ve ruhanî mertebelerin hepsinin üstüne yükselmek
demek olacağı için o da bunlardan birine mahsus olmayı gerektirmez. Aksine bu
makamda onların fani ve yok olucu olduklarını hissettirir. Bu mânâ ve hakikat
iyice düşünülebilirse "meâric"ten maksat, İbnü Abbas'tan rivayet
olunduğu üzere maddî ve manevî bütün varlık mertebelerini kapsayan dereceler
demek olup meleklerin ve ruhların çıkıp indiği cismanî, ruhanî âlemlerin,
tabaka tabaka bütün mertebe ve derecelerini, zi'l-meâric (dereceler sahibi)
sıfatı da yüce Allah'ın bunların hepsinin sahip ve maliki ve hepsinin döneceği
ve en son varacağı yer olmak sıfatıyle hepsinden yüksek olan yücelik ve
ululuğunu ifade eder ki, bu mânâ Zi'l-Arş (Arş'ın sahibi) vasfı gibidir.
4. Bu mertebe ve basamaklarda çıkıp inen yüce
Allah'ın kendisi değil, onun emri ve emrini taşıyan elçileri ve memurları yani
melekler ve ruh olduğunu açıklamak için buyruluyor ki, Melekler ve Ruh ona
yükselir. Onun emriyle hepsi çıkar yanına varır, ona döner, hepsi onun huzurunda
"O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar."(Nebe, 78/38)
âyetinin mânâsına göre saf bağlayıp dururlar. Vasıtalar tamamen kalkar.
"Ve yalnız ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245), "Oysa bütün
işler Allah'a döndürülür."(Bakara, 2/210) "Yeryüzündekilerin hepsi
fanidir."(Rahmân, 55/26), "Onun zatından başka herşey yok
olucudur."(Kasas, 28/88), "Bugün mülk kimin?"(Mümin, 40/16)
sırrı ortaya çıkar, ona karşı bir savunucu bulunmaz.
Burada melekler çoğul, Ruh tekil
zikredilmiştir. O halde Ruh'tan maksat nedir? Bundan ilk evvel "De ki, ruh
Rabbimin emrindendir."(İsra, 17/85) buyrulduğu üzere Rabbin emrinden olan
Ruh akla gelir. Tefsircilerin çoğunluğu burada Ruh, "Meleklerine,
Peygamberlerine ve Cebrail'e..."(Bakara, 2/98) buyrulduğu gibi, genel
olarak zikirden sonra özel olarak zikir kabilinden Cebrail (a.s) olduğunu
söylemişlerdir.
Ebu Hayyan da şöyle der: "er-Ruh,
âlimlerin çoğunluğuna göre Cebrail'dir. Şereflendirme için özel olarak ayrıca
zikredilmiştir. Burada meleklerden sonra, "O gün Ruh ve melekler saf saf
kıyama duracaklar."(Nebe, 78/38) âyetinde ise önce zikredilmiştir. Mücahid,
"er-Ruh, insanoğlunun yaptığı işleri yazmaya memur olan hafaza
meleklerinin hafazası olan melektir." dedi. Bir de er-Ruh, Cebrail
(a.s)'den başka ulu yaratılışlı bir melektir denildi. Ebu Salih, "insan
şeklinde, fakat insan değil" dedi. Kabisa b. Züeyb, "alındığı vakit
ölünün ruhu" dedi. Lakin "Âyetlerimizi yalanlayanlara ve onları kabul
etmeyi kibirlerine yediremiyenlere göklerin kapıları elbette
açılmaz."(A'raf, 7/40) âyeti gereğince kâfirin ruhunun yükselemeyeceği
beyan edilmiş bulunduğundan muradın, müminin ruhu olduğu da kaydedildi. Razî de
der ki: Allah'ın sırlarını gören keşif ehli kişilerden bazıları şöyle demiştir:
Ruh, büyük bir nurdur. Nurların, Allah'ın azametine en yakın olanıdır. Diğer
meleklerin ve insanların ruhları, ruh mertebelerinin en son derecesinde ondan
dallanır. Bu derecelerin iki ucu arasında meleki ruhların mertebelerinin
basamakları ve kutsi ruhların konak yerlerinin dereceleri vardır. Onların nasıl
olduğunu Allah'tan başkası bilmez. Fakat kelâmcıların sözlerinden açıkça anlaşılan
Cebrail (a.s)'dir. Bir günde bir zamanda. Bu ifadenin alakalı olduğu kelime ile
ilgili iki görüş vardır. Birisi "yükselir" fiiline bağlı olmasıdır
ki, yükselme o gün meydana gelir demektir. İkincisi de, Mukatil'den rivayet
edildiği üzere bu "gün"ün yükselme fiiline değil, "vuku bulacak
azap" sözüne bağlanmasıdır. Bu durumda Meleklerin ve Ruh'un yükselmesi
zaman ile kayıtlanmamış, azabın meydana geleceği günün büyüklüğü anlatılmış
olur. Bununla beraber bu ikisinden çekişme üzere hem azabın meydana gelmesi hem
de yükselme ile ilgili olup ikisi de aynı gün olduğundan dolayı birininki
zikredilmeyip öbürününki zikredilmiş bulunması mânâsı da anlaşılır.
Ki o günün miktarı ellibin sene eder. Burada
"sizin saydıklarınızdan" kaydı yoktur. Fakat, "Gökten yere kadar
bütün işleri o tedvir eder. Sonra da o iş, sizin sayageldiklerinizle bin yıl
miktarında olan bir günde ona yükselir."(Secde, 32/5) buyrulmuş olmasına
dayanılarak burada da o mânânın gözetileceğini söyleyenler olmuştur. Bununla
beraber burada bu senenin melekler ve Ruh senesi olmak ihtimaliyle günün daha
ziyade korkutma ve sakındırma ifade etmiş olması da ihtimal dahilindedir.
Bazıları burada ellibin seneden maksadın, uzunluğun miktarını beyan değil, o
günün dehşetinden kinaye olduğunu söylemişlerdir ki bu, o günün daha uzun ve
daha kısa olmasına engel değildir. Nitekim Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunan
bir hadiste, "O gün mümine hafifletilir. Hatta ona dünyada kıldığı bir
tarz namazdan daha hafif olur." buyrulması da bunu andırır. Ebu Müslim
gibi bazıları bu günü dünyanın ömrü zannetmiş, "ne kadar geçti, ne kadarı
kaldı Allah bilir" demiş ise de doğru değildir. Dünyanın sonuna ait olması
daha açıktır. Âlimlerin çoğunluğu şöyle demiştir: Bu günden maksat ahiret günü,
kıyamet günüdür. Sûrenin ilerisine doğru yapılan açıklamalar da bunu gösterir.
Fakat bu durumda, "ahiretin sonsuz olmayıp bir gaye ile sınırlanmış olması
ve cennet ve cehennemin sonlu olmaları gerekmez mi?" diye bir soru
sorulabileceği düşüncesiyle Ebu Müslim bunu dünya günleri şeklinde yorumlamak
istemiştir. Lakin buna şöyle cevap verilebilir: Kıyamet gününün üfürmeler
arasındaki zamanları gibi geçici çeşitli devreleri, durumları ve korkunç
olayları vardır. Bunlar cennet ve cehenneme girmeden evvel inanan ve inanmayana
başka başkadır. Bu ellibin senelik gün, kıyamet ve ahiretin hepsi değil, durup
bekleme günleridir. Kâfir hesabı görülüp cehenneme gönderilinceye kadar böyle
ne senesi olduğu bilinmeyen ellibin senelik duraklarda ve hatta nice durma
yerlerinde böyle ellişer bin sene sıkıntılar içinde bekleyecektir.
5. O halde sabret, ey Muhammed! O kâfirlere
öyle azap gelecektir. Bunun emri verilmiştir. Yahut cehennemde bir vadi sel
gibi akmaya başlamış, o kâfirleri her taraftan saracaktır. Sen onların
inkârlarına ve alaylarına biraz sabret. Fakat güzel bir sabırla, kendini
üzmeyecek ve Allah'ın takdirine güzelce razı olarak görevine bakacak şekilde
bir sabırla sabret.
6. "Onlar onu uzak görürler, biz ise onu
yakın görüyoruz."
7. "Onlar onu uzak görürler, biz ise onu
yakın görüyoruz."
8. Mühl gibi. Mühl, yağ tortusu, potada
eritilen maden gibi kaynar. Türlü renklerde görünür. İbnü Mesud'dan,
"eritilen gümüş gibi renkli" diye rivayet edilmiştir.
9. Yün, özellikle türlü renklere boyanmış olan
renkli yün. Zira dağlarda. "Beyazlı kırmızılı çeşitli renkte ve kapkara
tabakalar vardır."(Fatır, 35/27)
10. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine
gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini
içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran
kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
11. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine
gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini
içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran
kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
12. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine
gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini
içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini ku.caklayan, barındıran
kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
13 Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine
gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini
içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran
kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
14. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine
gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini
içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran
kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.
15. Kuşkusuz o, yani azap ateşi alevli salgın
ateştir. Bu, cehennemin bir ismidir.
16-19. Bu kelime alevli ateşin halini
bildirir. "Derileri soyduğu halde alevli ateş" demektir. Yahut,
"ben şunu kastediyorum" şeklinde bir fiil takdir edilerek, ihtisastan
dolayı sonu üstün okunmuştur. Şeklinde okunan kırâete göre ikinci haberdir.
Yani "O azap, alevli ateştir, derileri soyucudur." demek olur veya
sıfat olur. Bu takdirde mânâsı, "derileri soyan alevli bir ateş" olur.
Nüz'u kökünden "saldırıcı"; nezi' kökündense "soyucu"
mânâsına gelir.
ŞEVÂ ; el, ayak gibi uzuvlar. Nitekim avcı;
kol, bacak gibi öldürmeyecek noktadan bir uzva isabet ettirdiği zaman derler.
Yahut bu kelime, başın derisi demek olan kelimesinin çoğuludur. Yani eli,
ayağı, tepeyi, tırnağı soyar. "Derileri piştikçe, azabı duysunlar diye
kendilerine yeni yeni deriler vereceğiz."(Nisâ, 4/56) âyetinin ifade
ettiği gibi azap yenilenmek için onlar yine iade olunup eski hallerine
çevrilir.
20. HELU, esasında bir çabukluk mânâsı
bulunan, bir taraftan tahammülsüzlük, mızıkçılık; bir taraftan da şiddet ve
hırs gibi farklı kavram arasında bir huysuzluk ifade eden, mânâsı tam açık
olmayan bir vasıftır ki, şu iki âyet ile izahı yapılmıştır. Kendisine kötülük
dokunduğu zaman çok çok sızlanır. Kendisine mesela bir ağrı, bir sıkıntı, bir
yoksulluk, hastalık gibi bir acı dokundu mu kıvranır, sızlanır, feryat eder,
dayanamaz, başkalarından medet bekler
21. yine kendisine bir hayır dokunduğu zaman
da kıskanır Mesela bir servete, bir sıhhate, bir makama kondumu hırsından,
kıskançlığından kimseye bir şey vermek istemez, ağladığı günü derhal unutur.
Başı ağrıdığı zaman her şeyden ümit bekleyen o mızmız adam bu kez biraz kuvvet
bulunca kimseye bir lokma vermemek, hayra engel olmak için sımsıkı bir afacan
kesilir. Hakk'a ve hayra sırtını çevirir. Eline geçeni toplayıp yığmaya,
saklamaya çalışır. Onun için de o salgın ateş onu çağırır. 22. Ancak namaz
kılan o müminler, o huydan, o ahlâksızlıktan, o azaptan, o kötü sonuçtan
istisna edilmişlerdir. Onlar aşağıdaki gibi güzel huylarla nitelenmiş olup
cennetlerde ikram göreceklerdir. O huylardan
23. BİRİNCİSİ, namazlarına devamlıdırlar.
Sadece "onun farz olduğuna inandım" demekle kalmayıp Allah'ın
emrettiği ve Peygamberin öğrettiği şekilde bilinen namazlarını terk etmeksizin
devamlı kılmayı da huy edinmişlerdir. Allah'ı ve emirlerini unutmazlar.
24-25.İKİNCİSİ, Mallarında (sade nasıl isterse
öyle verecekleri nafile bir yardım değil, malına göre) belirli bir oranda bilinen
bir hak, yerine getirilmesi farz bir Allah borcu olmak üzere bir vergi vardır.
Buna inanıp da, dilenen ihtiyaç sahiplerine ve dilenmeyi gururlarına
yediremedikleri için dilenmediklerinden dolayı zengin zannedilen ve fakat
hiçbir kazançları bulunmayan yoksullara o hakkı seve seve, iyi niyetle bizzat
veya vekilleri vasıtasıyle verirler.(bilgi için, Zâriyat, 51/19. âyetin
tefsirine bkz.)
26. ÜÇÜNCÜSÜ, Din gününü, (iyi veya kötü
amellerinin cezasının verileceği haşir, neşir ve hesap gününü) tasdik ederler.
İmanlarında doğru olduklarını gösterirler. Yani hakkı ve hukuku tanıyıp
ahirette verilecek sevaba iman ederek bedenle ve malla ilgili ibadetleri yapmak
için gayretle çalışır, nefislerini zahmete koşar, ceza gününe inandıklarını
böyle bizzat yaptıkları işlerle kanıtlarlar.
Burada ahiret gününü tasdikten maksadın sadece
kalp ile veya dil ile yapılan ve teoride kalan bir tasdikten ibaret olmayıp
bizzat yaparak kanıtlamak mânâsına olduğu, bu tasdikin namaz ve zekattan sonra
amelî ibadetler arasında sayılmasından ve bunun onlardaki samimiyet ve ihlas
anlatılırken söylenmiş olmasından anlaşılır.
27. DÖRDÜNCÜSÜ, Rablarının azabından korku
üzere bulunurlar, kendilerine acıyarak azaptan korku ve sakınma üzere
bulunurlar. Görevlerinde, yapmaları gereken işlerde kusur etmiş veya yasak olan
bir şeye atılmış bulunmak ve Hakka layık işler yapamamış olmak endişesiyle
korkar dururlar. Güzel güzel işler yapmakla beraber çalıştıkları, yaptıkları
işlere güvenmezler, sonunda varıp kavuşacakları Allah'a karşı onları büyük bir
şey yapmış gibi saymayıp küçük görürler. Onun huzuruna çıkacaklarını düşünerek
"Rablarının huzuruna döneceklerinden kalpleri çarparak zekatlarını
verenler.."(Müminûn, 23/60) övgüsü üzere kalpleri titriye titriye
çalışırlar.
28. Çünkü Rab'larının azabından emin olunmaz.
Aman verilmiş, kendisinden güvence alınmış değildir. Zira insan için bu dünyada
herşeyi çözümlemiş, bütün görevlerini yerine getirmiş ve sakınılması gereken
her şeyden sakınmış bulunduğunu iddia etmek mümkün olmadığı gibi, kaderin sırrı
da bilinmemektedir. İnsanın bugüne kadar hiç kusur işlememiş olduğu varsayılsa
bile yarın nasıl bir durum kazanacağını Allah'tan başka kimse bilemez.
29-30. BEŞİNCİSİ, Irzlarını, apışlarını
korurlar, kimseye açmazlar, ancak hanımlarına ve ellerinin kazandığı, mülkleri
altında bulunan cariyelerine karşı başka. Çünkü onlara karşı kınanmazlar.
Falancanın üç dört zevcesi var, mülkü altında şu kadar cariye var diye
övülmeleri gerekmezse de kınanmazlar ve yerilmezler. Kimsenin onları edebe,
hukuka ve şeriate aykırı davranıyor görerek kınamaya ve yermeye hakkı yoktur.
Zira hanımları nikah akdi, cariyeleri de onların mülkü olmalarıyle kendilerine
helal olmuşlardır.
31. Fakat ondan ötesini isteyenler nikahlı
eşlerinin ve mülkleri altında bulunan cariyelerin dışında zevk arayan,
ırzlarını korumayan, harama açılan, gayr-i meşru ilişkide bulunan ve fuhuş
yapan kişi, gerek erkek, gerek dişi, İşte onlar haddi aşan, sınır tanımaz
kişilerdir. Onlar her türlü kınama ve yermeye, yasaklama ve engellemeye
layıktırlar.
32. ALTINCISI, Onlar emanetlerine ve
verdikleri sözlere uyarlar. Kendilerine emanet edilen söz, hâl, fiil, mâl,
Allah haklarına ve kul haklarına; Allah'a ve kullarına, ailelerine,
çolukçocuklarına, mülkleri altında bulunanlara, komşularına, yabancılara ve
yakınlarına vermiş oldukları ahit ve sözlere uyarak onları tutarlar, bozmaktan
sakınırlar. Şeriatın bütün hakları birer emanet olduğu gibi, yüce Allah'ın
kullara vermiş olduğu uzuv, mâl, çoluk-çocuk, makam ve mevki ve diğer
nimetlerin hepsi de emanettir. Onları kullanılması gereken yerin dışında
kullananlar emanete hainlik etmiş olurlar. Buhari ve Müslim'de İbnü Ömer'den
rivayet edildiği üzere dört huy kendisinde bulunan katıksız münafık olur.
Kendisinde bu dört huydan birisi bulunanda da münafıklıktan bir huy, bir alâmet
bulunmuş olur: "Emanet verildiği zaman hainlik eden, söz söylediği zaman
yalan söyleyen, söz verdiği zaman sözünde durmayan, düşmanlığa kalkıştığı zaman
da edepsizlik eden, yani yalan ve iftira ile edepsizliğe sapan."
Beyhakî'nin "Şuab-ı İman" da Hz.
Enes'ten rivayet ettiği bir hadise göre, Peygamberimiz (s.a.v) bir hutbesinde
şöyle buyurmuştur: "Haberiniz olsun ki, emaneti olmayan kimsenin imanı
yoktur. Ahdi olmayanın da dini yoktur."
33. YEDİNCİSİ, Şahitliklerinde dürüsttürler.
Doğru, dürüst adaletle şahitlik yapar, şahit oldukları şeyin hiçbir noktasını
gizlemeden, eğip bükmeden dosdoğru şahitlik ederler. Bu özellik, emanet kavramı
kapsamına girmekle beraber, önemini açıklamak için özellikle zikredilmiştir.
34. SEKİZİNCİSİ, Namazlarını koruyucu olurlar.
Ta başta namaza devam söylenildikten sonra, sonunda da namazın korunmasının
ayrıca söylenmesi hakkında tefsirciler şöyle demişlerdir: Namaz vakitleri
açısından, namazın hiçbir vakit terkedilmemesi için "namazlarına devam
ederler" denilmiş; namazdan önce, namaz kılarken ve namazdan sonra
yapılacak işlere özen göstererek en mükemmel bir şekilde olmasına dikkat etmek
için de "namazlarını korurlar" denilmiştir.
NAMAZDAN ÖNCEKİ İŞLER, namazın mükemmel bir
şekilde kılınabilmesi için vaktinden evvel gözetilmesi gereken hazırlıklar,
vakitlerin girişine kalben ilgi göstererek dikkat etmek, abdest ve temizliğe;
avret yerlerini örtmek, kıbleyi aramak, temiz elbise ve temiz yer ve mükemmel
olmak için cemaat ve cami gibi hususlara dikkat etmek ve namazdan evvel kalbini
vesveseden ve Allah'tan başka şeylere çevirmekten arındırıp kalp huzuru bulmaya
ve gösterişten sakınmaya çalışmak.
NAMAZ KILARKEN YAPILACAK İŞLER, Namazın,
Allah'ın huzuruna yükselten bir mirac olduğunu düşünerek ve hikmetini bilerek
sağa sola dönmeksizin okurken ve zikrederken kalp huzuru üzere bulunmak.
NAMAZDAN SONRAKİ İŞLER, namazdan sonra boş söz
ve işlerden ve günaha girmekten sakınmaktır.
Bununla beraber bütün bunları yapabilmek için
en önemli bir şart daha vardır ki, o da namazın "korku namazı"
halinde kalmaması ve namaz kılmaya engel olacak bir dış düşman saldırısına
düşüverilmemesi için esenlik içinde bir vatan, bir İslâm yurdu ve burada
iyiliği emir, kötülükten nehiy ile huzur ve sükunu gözetecek bir toplumun
gerekli olduğu bilincine vararak o hususta gereğine göre karakol ve cihad
görevine hazır bulunmak, yani Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak bir
durumda bulunmak üzere korunmaktır. Tevbe Sûresi'nde geçtiği üzere,
"Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı
kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar
ederler"(Tevbe, 9/18) Yoksa namaza devam ihtimali kalmaz. Bu şekilde
müslümanların taşıdığı bu sekizinci özellik, İslâm'da toplum kurumuyla asayiş,
yönetim ve askerlik işlerinin namazı koruma gayesiyle özellikle ilgili olması
gereğini anlatmıştır. Dolayısıyle namaza devam ederken, namazın önünde ve
sonunda bu koruyuculuk görevini unutmamak gerektiği gibi, korurken de namaza
devamı unutmamak ve onu korumak üzere kutsal bir görev olarak yapmak gerekir.
Gerçi bu sûre Mekke'de inmiş olması ve Mekke'de henüz savaşa dair bir emir
inmemiş bulunması itibariyle orada askerlik işleri söz konusu olamaz ise de
onun hazırlanmasıyla ilgili böyle esaslar da yok değildir.
Görülüyor ki burada bu sekiz özelliğin başı ve
sonu namaz ile çerçevelenerek hepsi de namaz kılan kişinin niteliği olarak
özetlenmiş ve bu şekilde namazın dinin direği olduğu anlatılmıştır.
35. İşte bunlara Cennetlerde ikram
olunacaklardır. Demek ki bu sekiz huy, cennetin sekiz kapısı yerindedir.
Meâl-i Şerifi
36- Şimdi ne oluyor o inkâr edenlere ki, sana
doğru boyunlarını uzatarak koşuyorlar:
37- Sağdan ve soldan bölük bölük.
38- Onlardan herbiri, bir nimet cennetine
sokulacağını mı umuyor?
39- Hayır, biz onları bildikleri şeyden
yarattık.
40- Artık o doğuların ve batıların Rabbine
yemine ne gerek, elbette bizim gücümüz yeter.
41- Onları kendilerinden daha hayırlı
olanlarla değiştirebiliriz ve bizim önümüze geçilmez.
42- O halde bırak onları, kendilerine vaad
edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oynayadursunlar.
43- O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkacaklar,
sanki putlara gidiyorlarmış gibi fırlayacaklar.
44- Gözleri düşük, kendilerini bir alçaklık
saracak da saracak. İşte onlara vaad edilen gün, o gündür.
36-44. "Bölük bölük" Bu kelime
"ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen
"azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça,
dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka
halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer
Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel
gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet
edilmiştir.
Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan,
"Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle
anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü
yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte
görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi
takip edecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Mearic Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.