Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Leyl Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
92-LEYL:
"geceye yemin olsun".
Bu sûrenin başındaki yeminler, önceki sûredeki
yeminlerin bir özeti olmakla beraber, sıralanmaları itibarıyla ayrıca dikkate
değerdir. Orada nurdan karanlığa geçerek, yok olma ve soyulup çıkarılma
âleminden Allah'ı ve nefsi tanımaya giden yol gösterilmiş ve bedenin
karanlıklarında kalanlara sonunda hüsran ve zarar ile Semud kıssası anlatılmış
idi. Burada ise yokluk karanlıklarından var olup görünme nuruna doğru açılmak,
temizlenmek ve gelişmek suretiyle beka billah (Allah'ta baki kalmağ)'a doğru
gidilecek ve sonunda rızaya erilecektir. O sûre bir korkutma ile son bulmuştu.
Bu, korkutma ile başlayıp müjdeye doğru gidecektir. Önceki sûre yok olma ve
ceza hatırlatmasıyla son bulduğu için bu sûreye geceye yemin ile başlanıp
gündüzün ortaya çıkışına, yaratılışın erkek ve dişi ile gelişmesine ve
çalışmaların farklılığına geçilmesinde "Onun sonucundan korkmaz."(Şems,
91/15) hatırlatmasının bir yönünü de açıklığa kavuşturmak vardır. Bir toplumun
hatta bütün âlemin helak ve yok olmasıyla yaratıcıya bir eksiklik, bir ziyan
gelmez. Onun kudretine bir duraklama arız olmaz. O, geceyi gündüz yapar ve
dilediği gibi erkeği dişiyi yine yaratarak yaratılışa bir gelişme verir. Bu
münasebetle karanlıktan ışığa, korkutmadan müjdelemeye doğru gidilmek ve müjde
yolu gösterilmek üzere önce geceye yemin edilmiştir ki, dışımızdaki ve
içimizdeki karanlıklara işarettir. Onun için geceye yapılan yemin şu kayıtla
kayıtlanmıştır:
Bürürken veya bürüyeceği zaman, yani
karanlığıyla Güneşi veya gündüzü veya örtebileceği her şeyi ile ufukları ve
hatta gam ve sıkıntıyı, "Sizleri geceleri ölü gibi uyutan
odur."(En'am, 6/60) buyrulduğu üzere ölüm mânâsında olan uyku ve gafleti
ile gözleri ve gönülleri, bütün şuur ve nefisleri sarıp bürüyor, kaplıyor
olduğu şu ana veya kaplayacağı geleceğe; kısacası şu anda ve gelecekte insanı
ayrılıktan birleştirmeye, çokluktan yalnızlığa, görünen âlemden yokluğa
götürmek üzere hücum ettiği veya edeceği koyu şiddetli zamana ki, tamamen
istila etmiş bulunursa "fenâ-i küll" (tam yokluk) içinde gömülüp
gitme hasıl olur.
Bu yeminle önceki sûredeki "Onu bürüdüğü
zaman geceye."(Şems, 91/3) âyetine işaret edilmiş olmakla beraber mef'ul
(tümlec)ün zikredilmesinde daha çok bir genelleme ve açıklamayıp müphem
bırakmak suretiyle bir korkuya düşürme vardır. Dolayısıyla "leyl"
kelimesinin başında bulunan lâm'ı cins mânâsına alarak gece cinsinin böyle bir
anına veya bu lâmı ahit mânâsına alarak, hakiki ve mecazi bütün mânâsıyla en
dehşetli gecelerin böyle bir saldırı anına işaret olabilir. vuku bulma mânâsı
ifade etmek ve muzari fiil, "şimdiki" ve "gelecek zaman"
mânâsına gelme ihtimalini taşımış olmak itibariyle bunun şu anda veya gelecekte
gerçekleşeceğine de dikkat çekilmiştir. Bu izah şekli ile bunda Semud'un helak
olma sırası gibi bir beldenin veya bir kavmin battığı, batacağı sırada saran
öfke ve elem eserlerini halin hikayesi şeklinde bir hatırlatma ve genel olarak
uyku ve gaflet veya şiddet ve sıkıntı ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
peygamber olarak gönderildiği sıralarda dünyayı sarmış bulunan cahiliye devri
haline ve geleceğe ait olmak üzere de can çekişme haline veya kıyamet koparken
olacak korkunç hallere işaret dahi vardır. Bu kayıt gösteriyor ki gece ile
olaylar ve olması mümkün olan şeylere, aslolan asıl yokluğa değil, bilhassa
sonradan arız olan veya olacak olan fanilik halinde geçici yokluk karanlığına
yemin olunarak her şeyden önce onun gerçekleşeceğine dikkat nazarları
çekilmiştir ki bu an eşyada "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir. Celal ve
ikram sahibi Rabbinin zatı bakidir."(Rahmân, 55/26-27) ve "Onun
zatından başka her şey yok olucudur."(Kasas, 28/88) âyetlerinin okunduğu
andır. Bunu okuyanlar fanilik hükmünden geçip bakilik yönüne giderler. Onlara o
fanilik anından vahdet nuru ile bakilik âlemi tecelli eder. Bu şekilde
karanlıktan nura götürülmek üzere buyuruluyor ki:
2. Ortaya çıktığı vakit gündüze yemin olsun.
Önceki sûrede gündüzün, güneşi ortaya çıkardığı vakte yemin edilmişti. Bunda
ise gündüzün kendi ortaya çıkışına yemin edimiştir. Bunda hak güneşinin
vahdetle aydınlanıp İslâm'ın ortaya çıkışına işaret vadır. "bürür" ve
"ortaya çıkar" fiillerindeki zamirler görünüşte biri gecenin biri
gündüzün yerini tutmakla beraber gerçekte ikisi de yüce Allah'ın yerini tutan
zamirlerdir. Örtmek de ortaya çıkmak da ona aittir. Bundan dolayı yemin yüce
Allah'a döndürülerek buyuruluyor ki:
3. Ve erkeği, dişiyi yaratan o büyük kudret
sahibi yaratıcıya, yahut "mâ"nın mastar "mâ"sı olmasına
göre, onun erkeği ve dişiyi yaratmasına yemin olsun.
Bunda ortaya çıkışın tekten çoğa doğru
akışına, önceki sûrede düzgün hale getirildiği belirtilen nefsin erkek ve dişi
türlerine ayrıldığına, bu hitapların ikisini de kapsadığına, yokları var eden
ve çoklukları birleştirerek bir nizama ve düzene koyan yaratıcının birliğine ve
hayatta aktivite ve kabiliyetle birleşip bir araya gelme düzeninin önemine
dikat çekme vardır. Bundan dolayı çalışma ve amelde farklılıktan sakındırarak
birlik ve düzene teşvik için yeminin cevabında buyuruluyor ki:
4. Sizin çalışmanız birbirinden farklıdır.
Yani çalışmalarınız birbirini tutmaz şekilde dağınık, ayrı ve düzensizdir. Oysa
hayat ve kurtuluş, birlik nizamı içinde yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır.
Nitekim "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp
ayrılmayın." (Âl-i İmran, 3/103) buyurulmuştur. Yahut çalışmalarınız çok
farklıdır. Kimi iyi çalışır kimi kötü, kimi yüksek kimi aşağı, kimi imanlı kimi
imansız.
ŞETTÂ, "şetit" kelimesinin çoğulu
olup ayrı ayrı, dağınık, perakende ve perişan mânâsınadır. Tefsirciler burada
bunu hükümleri değişik, birbirinden uzak, kimi iman, itaat ve iyilikler gibi
hayır ve hidayet; kimi küfür, isyan ve kötülükler gibi şer ve sapıklıktır
meâlinde tefsir etmişlerdir. Çünkü gayeleri, hükümleri farklı olan çalışmaların
neticesi ayrılık ve dağınıklıktır. Hayra koşan şerre koşandan elbette ayrılır.
Bu durumda mânâ "Mümin olan fasık olan gibi olur mu? Bunlar eşit
olmazlar."(Secde, 32/18); "Yoksa kötülükleri işleyip duranlar,
kendilerini, inanıp iyi amel işleyenler gibi mi yapacağımızı sandılar? Hayat ve
ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar."(Câsiye,
45/21) âyetlerinin mânâsına döner.
"İhtilaf edip duracaklar. Ancak Rabb'inin
merhamet ettikleri hariç. Onun içindir ki Allah onları yarattı."(Hud,
11/118-119) âyetlerinin mânâsına göre ayrılma ve birleşme şeklinde düşünmek de
mümkündür. Bununla beraber asıl maksadın, cahiliyye devrinde olduğu gibi
dağınıklık ve ayrılığın kendisinden sakındırmak ve gönüllerde tevhid fikri ile
amellerde bir düzene ve intizama sevkedilmek olması daha açıktır. Zira
çalışmada dağınıklık ve perişanlık, bir diğerinin çalışmasını bozması
itibarıyla aslında çalışmamaktan daha fena olan boşuna bir yorgunluk ve
sakınılması gereken bir kötülüktür.
Bunun kaynağı da nefislerde farklı gayelere
koşan heves ve arzuların değişikliğiyle gönüllerin küfür, şirk ve günah
buhranları içindeki perişanlığıdır. Allah'ın birliğine hakkıyla iman
edememekten ileri gelen bu durum ise bireyin de, toplumun da perişanlığıdır.
Nitekim bu mânâ Hacc Sûresi'nde "Kim Allah'a ortak koşarsa onun durumu,
yüksekten düşüp de kendisini kuşun didiklediği veya rüzgarın uzak bir yere
sürüklediği kimsenin durumu gibidir."(Hacc, 22/31) ve İbrahim Sûresi'ndeki
"Rabblerini inkâr edenlerin misali şöyledir. İşledikleri amelleri bir küle
benzer. Fırtınalı bir günde rüzgar onu şiddetle savurmaktadır. Kazandıklarından
hiçbir şey ellerine geçmez. O uzak sapıklık işte budur." (İbrahim, 14/18)
âyetleriyle açıklığa kavuşturulmuştur.
Bir sonraki âyette gelecek olan beyan,
dağınıklığın açıklanmasıdır denilmiş ise de söylediğimiz gibi "Hepiniz
toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın."(Âl-i İmran,
3/103) mânâsı üzerine zıddını yapmayı teşvik ederek dağınıklıktan sakındırmak
için hükümlerini açıklamak olması bizce daha uygundur.
5. Fakat her kim vermiş. Malının hakkı olan
vergisini vermiş, "Kendilerine verdiğimiz rızıktan
harcarlar."(Bakara, 2/3) ve benzeri infak âyetlerinde beyan olunduğu ve az
önce Beled Sûresi'nde geçtiği gibi hayır yoluna çıkan sarp yokuşu aşmak üzere
köle azat etmek, darlık gününde yoksullara yedirmek ve müslümanları düşmanlara
karşı savunmak ve desteklemek gibi hayır yollarına sarf edip harcamış ve
korunmuş, takva yolunu tutmuş, Allah'tan korkup itaat yolunu tutarak kendini
dağınıklıktan, fenalıktan, yasaklanmış şeylerden sakındırmış. "Ufak tefek
kusurlar dışında, büyük günahlardan ve fuhşiyattan sakınanlar." (Necm,
53/32) vasfını elde ederek müttaki olmuş, Allah'ın korumasına girmiş
6. ve en güzeli tasdik etmiş ise. Hakikatte
bir güzellik ve güzellerin en güzeli bulunduğuna inanmış, iyiyi kötüyü,
fazileti rezilliği fark etmiş, iyilik güzellik yaptıkça güzelliklerin en güzele
doğru gittikçe artacağına, iyilik yapanlara ilerisinin daha iyi olacağına
inanmış, inanarak ihsanda bulunanlar hakkında iyimser olarak çalışmış.
"İyi iş yapanlara daha güzeli, bir de daha fazlası var. Yüzlerine ne bir
leke bulaşır, ne bir zillet. Cennet ehli işte bunlardır. Orada sonsuza kadar
kalacaklardır."(Yunus, 10/26), "Kim çalışır bir güzellik kazanırsa
ona daha fazla bir güzellik veririz."(Şura, 42/23), "Güzellik
edenleri de daha güzeliyle mükafatlandıracaktır."(Necm, 53/31), "Allah
güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmez." (Tevbe, 9/120), "İyilik
edenlerin ecrini daha da artıracağız." (Bakara, 2/58) ve "elbette
kendilerine yaptıklarının daha güzelini veririz." (Ankebut, 29/7) gibi
âyetlerle vaad ve beyan olunduğu üzere ihsan eden, Allah'ı görüyor gibi sadakat
ve samimiyetle güzellik yapanlara yaptıkları iyi işlerin ilerde artırılarak
daha güzeliyle karşılığı, daha fazlasıyla ecir ve mükafatı verileceğini,
sonunda en güzel akıbete, güzel bir son ile sonraki hayatta cennet ve cemale
erdirileceğini, kısaca ihsan ve takva sahipleri hakkında dünyanın sonu ahiretin
daha güzel olacağını tasdik etmiş, bu vaadin, bu en güzel hasletin, bu en güzel
kelimenin, bu daha güzel mükâfatın bu en güzel sonun doğruluğuna inanmış, bunu
kendisine inanç ve huy edinmiş ise...
HÜSNÂ, bilindiği gibi daha önce geçtiği üzere
"ahsen" üstünlük sıfatının müennesi, "daha güzel" veya
"en güzel" mânâsına sıfat olduğu halde, niteliği isim zikredilmemiş
ve böylece isim olarak kullanılmıştır. Burada "haslet-i hüsna" en
güzel haslet; iman ve ihsan hasleti, veya "Kelime-i hüsna", en güzel
kelime: Kelime-i tevhid, yahut bir hakkı gösteren kelime, ahsen-i kavil yani en
güzel söz olan tevhid kelimesi, Kur'ân; hüsnâ (en güzel) âyetleri öncelikle
dahil olur. Veya -Millet-i hüsna: en güzel din ve millet, islam milleti, veya
Mesube-i hüsna: daha güzel karşılık, yahut en güzel sevap ve mükafat, cennet
diye birkaç şekilde tefsir edilmiştir. Hepsinin mânâsı bir demek ise de
âyetlerin akışına göre en açık ve en faydalı olan mânâ, ihsan eden, Allah için
güzellik yapan ihsan sahiplerine ilerde daha güzeliyle karşılık, sonunda en
güzel sevap ve mükafat kavramıyla mesube-i hüsna (cennet) veya akıbet-i hüsna
(en güzel son) mânâsı veya bunu vaad eden hüsna âyetleridir. En güzeli tasdik
etmek, hüsna âyetlerinin mânâsı üzere ihsana daha güzeli ve fazlasıyla veya en
güzel sevap ve akıbet ile mükafat olunacağına iman ve imanını fiilen sadakat
ile isbat mânâsına düşünmek amelî bakımdan daha faydalıdır.
Malından vermek ve takvalı olmak gibi ihsana
karşılık en güzeli tasdik eden, onun doğruluğuna inanarak sadakat gösteren
kimse kuşkusuz gücü yettiği kadar hilesiz hurdasız ihsan yapmağa ve o en güzeli
gerçekleştirmeye çalışır. Böyle kimse, dünyanın sonu önünden, ahiretin dünyadan
daha güzel olacağı imanıyla iyimser olur. Fakat herkes hakkında ve mutlak
olarak değil, ihsan şartıyla ihsan sahipleri hakkında iyimser olur. Fazileti
rezilliği, iyiyi kötüyü birbirinden ayırır. Faziletin önü zor, acı olsa da sonu
pek güzel, mutluluk olduğuna; rezilliğin önü rahat ve lezzet olsa da sonu pek
kötü, mutsuzluk olduğuna inanarak fazilet yolunda mal ve bedeniyle çalışıp
zorlukları aşmaktan; rezilliklerin lezzetini elem bilip sebeplerinden
korunmaktan hoşlanır. İyilik hakkında iyimser olduğu kadar da kötülük hakkında
kötümser olur. Böyle bir kimse ihsandan haz ve zevk duyacağı için malından
vermeyi ve Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçmayı huzur ve gönül
rahatlığı ile seve seve yapar. Hayra sarfettiği mal ve gayrete acımaz ve
fenalıktan korunmak için sıkıntılara katlanmaktan, fedakarlık etmekten yılmaz.
"Kim nefsinin hırsından korunursa, işte felah bulanlar onlardır."
(Haşr, 59/9) der.
Bu şekilde "en güzel"e iman, var
olma sırasına göre malını vermek ve takvalı davranmaktan daha öncedir. O
fazilet ve ihsan, o tasdikin neticesi olarak tasdikten sonra olur. Böyle iken
malını vermek ve takvalı davranmanın daha önce zikredilmesinde iki nükte
vardır:
BİRİNCİSİ, tasdikten maksat yalnız içinden
teorik ve sözlü olarak değil, pratik olarak da tasdik olduğuna, yani soyut bir
şekilde "doğrudur" demek değil, fiilen samimiyetle yapılması da
istenen ve bizzat malını verme ve takvalı olmanın, ihsana bağlı olarak
yapılacak bir şey değil ilk evvel yapılması gereken birer istenen asıl
olduğuna, bununla beraber iman olmayınca da gerçekte hükümleri olmayacağına
dikkat çekmedir. Çünkü en güzelin fiilen tasdiki, malını Allah için vermenin ve
Allah'tan korkmanın varlığıyla olur. Yani uygulamada hiç eseri görünmeyen
tasdike, burada biraz sonra zikredilecek olan kolaylık vaadi gerekmez.
İKİNCİSİ, netice sebepten; bedel bedel olduğu
şeyden; ücret ve mükafata hak kazanmak, vazife ve amelden sonra olduğu ve hüsna
(en güzel), ihsanın gerektirdiği bir gaye olduğu için, gerçekleşme hususunda
malını vermek ve takvalı olmaktan sonradır. Tasdikin sona bırakılması da hüsna
ile ilgisi nedeniyle olmuştur.
7. Böyle her kim Allah için malını harcamış,
takva sahibi olmuş ve en güzel olanı tasdik etmiş ise, biz onu en kolaya
muvaffak kılacağız. En kolay yola, yani en çok kolaylık ve rahata erdiren
"Kolay bir hesap ile hesaba çekilir ve sevinerek ehline
döner."(İnşikak, 84/8-9) mânâsınca kolay hesap ile cennete girmek gibi
refah ve mutluluk yolu olan hayır yoluna hazırlayacağız, kolaylıklara muvaffak
kılacağız.
Beled Sûresi'nde geçtiği üzere başkaları için
aşılması zor sarp bir yokuş olan hayır yolu onun için en kolay yol olacak, o bu
zorlukları kolaylıkla aşacak, hayırlı işler yapmaya kolaylıkla mavaffak olup
rahat ve mutluluğa erecektir.
Tefsirciler der ki: Bu 'daki
"teysir", hazırlamak, hazır etmek mânâsınadır. Zira, "gemini ve
eyerini vurup ata binmek için hazırladı" mânâsına denilir. Buradaki
hazırlama da bu mânâda istiaredir. En güzel olanı hakkıyla tasdik eden, ihsanın
neticesi hakkında iyimser olan kimse Allah yolunda harcamak ve ondan korkmak
suretiyle hayır ve güzel şeyleri ne kadar zor olsa bile seve seve, aşkla ve
atılarak yapacağından zorlukla değil, kolaylıkla, zevkle ve hoşlanarak yapar.
Dolayısıyla o en güzele kolaylıkla ererek mutluluğa kavuşur ve aynı zamanda bu
harcama ve takva ona, gittikçe o mutluluk yolunu kolaylaştırır. Sebep ve
yollarını çoğaltarak maksada ulaşmayı kolaylaştırır.
8. Fakat cimrilik etmiş malını kıskanıp da
vergi vermekten kaçınmış ve kendisini artık ihtiyacı yok sanmış, yani kendini
doyuma ermiş, en güzel sonucu bulmuş, ilerisi için hiçbir ihtiyacı kalmamış,
artık korunmayla ilişiği yok ve zengin sayarak haline, tekliğine saplanmış,
geleceğini hesaba almayıp malıyla, dünya lezzetleriyle ahiret nimetlerine
ihtiyacı kalmadığını zannetmiş
9. ve en güzeli yalanlamış, daha güzele veya
en güzele inanmamış, cennet nimetleriyle ihsan sahibi kişileri bekleyen
akıbetin daha güzel olacağı hakikatine "yalan" demiş, kısacası gün
günden daha kötüdür ihsanın, korunmanın faydası yoktur diyerek sonuç hakkında
kötümser olmuş ise
10. onu da en zor olana hazırlayacağız, ateşe
girmek gibi en zor ve en güç akıbete götüren yola hazır kılacağız, onu en zor
akıbete hazırlayacağız. O zorluğu yenemeyecek, zorluklar onun tepesine
binecektir.
11. Çukura yuvarlandığı yahut helak olduğu
vakit onu malı kurtaramayacaktır. Kıyıp veremiyerek biriktirdiği ve onunla
zengin olmak, hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemek istediği mal, onu kabre
yuvarlanmaktan, helak olarak aşağıların aşağısına gitmekten kurtaracak değil,
aksine azap ve zararını artıracaktır.
TEREDDÂ, yok olmak mânâsına "reda"
kökünden, yahut yuvarlanmak mânâsına "tereddüt"dendir. İkinci şekilde
aslı "tereddede" olup "doğan, konmak için süzüldü"(Geniş
bilgi için Şems, 91/10. âyetin tefsirine bkz.) kelimeside olduğu gibi yâ'ya
çevrilmiştir. Nitekim "mütereddiye" (düşen) kelimesi bundandır.
12. "Doğru yolu göstermek bize
aittir." Bu, yukarıda yapılan beyanları açıklayarak vaaz ve irşat için
yeni bir söze başlamaktır. Yani, haberiniz olsun ki her halde hidayet etmek ve
yol göstermek bize atittir. Kurtuluşa götüren doğru yolu göstermek, hakkı ve
doğruyu açıklamak, peygamber göndermek, kitap indirmek, sizin dışınızda
deliller ortaya dikmek, içinizde kalplere iyiyi kötüyü ilham etmek Rab'lığa
yakışır bir iştir. Allah'ın hidayeti olmayınca siz kendiliğinizden onu
yapamazsınız, ona göre hidayeti kabul ettirip de hak ve hayır yoluna girmek de
sizin dilemenize bırakılmış bir durumdur.
13. Kuşku yok ki, son da bizimdir, ilk de.
Başta ve sonda mülk bizim, tasarruf hakkı bizimdir. Karşı çıkacak veya karışacak
başka bir malik yoktur. O halde ne ahirette, ne de dünyada Allah'tan başka
hükmü ve isteği geçerli olacak bir başvuru yeri bulmanıza ve onun hidayetine
ihtiyacımız yok deyip de kendinizi kurtarmanıza imkan yoktur. O ne derse öyle
olacaktır. Hidayet onun hidayeti, asıl irade onun iradesi, hüküm onun hükmüdür.
Onun iradesi, hidayeti, hükmü aksine hareket etmek isteyen arzularınız,
dilekleriniz, hükümleriniz hep sapıklıktır. Onun, sizin dilemenize bırakarak
gösterdiği hidayeti kabul etmeyip aksine gitmek istediğiniz takdirde zarar
edecek olan o değil, ancak sizsinizdir.
14. İşte size bir uyarı yaptım, bir ateş haber
verdim ki alevlendikçe alavlenir, köpürdükçe köpürür.
TELEZZÂ, muzari (geniş zamanlı) müennes bir
fiil olup aslı "tetelezzâ"dır. Mâzi (geçmiş zaman) olsa idi, ateş
mânâsına gelen nâr kelimesi müennes olduğu için denilmesi gerekirdi.
15. Bir ateş ki, ona ancak en azılı, en
bedbaht olan yaslanır.
EŞKÂ'dan maksat kâfir olduğu anlatılmak için
şununla tefsir edilip açıklanmıştır:
16. O ki yalanlamış Hak hidayetine yalan demiş
ve yüz çevirmiştir. Doğruya yalan demiş, iltifat etmemiştir ki işte bu
kâfirdir. İlâhî takdire göre en mutsuz, en bedbahttır. O ateşe yaslanıp
kalacaktır. Yalanlamaksızın yüz çeviren fasık ise en bedbaht değil, sadece
bedbahttır. O ateşe girerse de yaslanıp kalmaz.
17. O en takvalı olan, yani hem küfürden hem
günahtan korunan en müttaki ise, o ateşten uzaklaştıkça uzaklaştırılacak, çok
uzaklaştırılacaktır. Çünkü o, ona yaslanıp kalmak şöyle dursun, asla
girmeyecek, üzerinden kolaylıkla geçip cennete gidecektir.
18. O en takvalı kişi ki malını verir,
temizlenir, feyiz alır, kurtuluşa erer. Yahut hal cümlesi olduğuna göre,
temizlenmek üzere, yani Allah katında temizlenip artmak üzere malını verir.
19. Ve onda başka bir kimsenin bir nimeti
yoktur ki karşılığı, mükafatı verilecek olsun, yani hiç kimseye borçlu ve
minnet altında kalmış değildir ki verirken ona karşılık olarak versin. Yahut
herhangi bir kimseye verdiği vergiyi ondan bir karşılık, bir mükafat bekliyerek
vermez.
20. Ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için
verir, işin bu yönünü gözetir. Onu bulacak mı? denirse:
21. Yemin olsun ki, o muhakkak hoşnut
olacaktır. kelimesinin başındaki yemin veya başlangıç için; olayın gelecekte
gerçekleşeceğini bildirmek içindir. "hoşnut olacak" fiilinin fail
zamiri, "takvalı kişi"yi de "Rabb"i de gösterebilir.
Çokları bu zamirin "takvalı kişi"nin yerini tuttuğunu daha açık
görmüşler, "o takvalı kişi Rabb'inden hoşnut olacak" demişlerdir ki,
Rabb'inin aradığı rızasını bulup razı oluncaya kadar nimet ve ihsanına
erecektir demek olur. İmam Razî, bu zamirin "Rab" kelimesinin yerini
tutmasının daha yakın ve daha beliğ olduğunu, çünkü kul için yüce Allah'ın
rızasının kulun kendi rızasından daha mükemmel olduğunu söylemiştir ki, Rabb'i
de ondan razı olacak, rızasına erdirip onu razı ettiği kullarından kılacaktır.
Yüce Rabb'inin rızasını arayan o en takvalı kul da daha önce Rabb'inden razı
olduğu gibi aradığı rızaya erip aynı zamanda kendisinden de razı olunan bir kul
olarak vasfı gerçekleşecektir demek olur. "Allah'ın rızası hepsinden
büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur." (Tevbe, 9/72)
Hakim, sahih diye Amir b. Abdillah b.
Zübeyr'den, babasından rivayet etmiş, demiştir ki: Ebu Kuhafe, oğlu Hz.
Ebubekir'e: Görüyorum ki, birtakım zayıf köleleri azat edip duruyorsun. Madem
ki bunu yaptın, bari kuvvet olacak ve önünde duracak birtakım yiğit adamlar
azat etseydin." demişti. O da: Babacığım, "Ben ancak murat ettiğimi
istiyorum." dedi. Bunun üzerine "Malını Allah yolunda verip takva
yolunu tutana gelince..." âyetinden "Onda hiç kimsenin, karşılığı
verilecek bir nimeti yoktur." âyetine kadar olan âyetler indi.
İbnü Cerir der ki: Hakkında eser bulunanların
en sahihi şudur: Demişlerdir ki: Bu Ebubekir (r.a.) azat ettiklerini azat
etmesi sebebiyle onun hakkında indi. Bana Muhammed b. İbrahim Enmati anlattı.
Ona da Harun b. Maruf, Bişr b. Seri, Mus'ab b. Sabit ve Amir b. Abdillah
kanalıyla gelmiş. Amir demiş ki: Bana babamın anlattığına göre, âyeti Hz.
Ebubekir es-Sıddık hakkında indi.
Bana Abdu'l-A'lâ anlattı. Ona da Ma'mer'den
rivayet ederek Sevr anlatmış. Ma'mer demiş ki: Bana Saîd, Katade'den naklederek
şöyle haber verdi: âyeti Ebubekir es-Sıddık (r.a.) hakkında indi. Bazı
insanları kendilerinden ne bir karşılık ne de teşekkür beklemeden azat etmişti.
Bunlar altı yahut yedi kişi kadar idi ki Bilal ve Amir b. Füheyre bunlardandı.
İbnü Ebi Hatim, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Asakir İbnü
Mes'ud'un şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir: Hz. Ebubekir Bilal'i,
Ümeyy b. Halef'ten bir hırka ile dörtyüz dirheme satın alıp azat etti. Yüce
Allah da âyetlerini indirdi. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldu.
Şimdi bu sûreyi de Duha, İnşirah ve Tin
sûreleri takip edecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Leyl Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.