Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Kamer Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
54-KAMER:
1-2. Saat yaklaştı, müminlere sevabın,
kâfirlere cezanın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır.
Hazırlanmak gerekir. Ve Ay, yarıldı. Peygamber (s.a.v)'in en parlak
mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi. Sahabe, Tâbiîn ve
Müteahhirîn (daha sonraki dönemde yaşayanlar)'den bilinen tefsircilerin hepsi,
âyetin bu mucizeyi haber verdiğinde ittifak etmişlerdir. Haber meşhurdur,
sahabeden bir hayli kimse rivayet etmiştir. Bunlar arasında Hz. Ali, İbnü
Mes'ud, İbnü Abbas, Huzeyfe, Enes, Cübeyr b. Mut'im, İbnü Ömer ve daha
başkalarını sayabiliriz. Gerçi İbnü Abbas ve Enes gibi bazıları bu olaya bizzat
şahid olmamışlardır. Zira İbnü Abbas henüz dünyaya gelmemişti, Enes de
Medine'de o sıralarda dört beş yaşlarında bulunuyordu. Fakat âyetin tefsirinde
olayı sahih olarak rivayet etmişlerdir. İbnü Mes'ud, Cübeyr b. Mut'îm ise
bizzat şahid olarak rivayet edenlerdendir.
Buharî İbnü Mes'ud'dan şu rivâyetleri
nakleder:
1) "Resulullah (s.a.v)'ın devrinde ay iki
parçaya ayrıldı. Bir parça dağın üstünde bir parça da dağın ardında idi.
Resulullah: "Şahid olun" buyurdu.
2) "Ay yarıldı, biz peygamberle
beraberdik, iki parça oldu, bize şahid olun, şahid olun buyurdu."
Buharî'de İbnü Abbas'tan yapılan bir nakil de şöyledir: "Peygamberin
zamanında ay ikiye ayrıldı". Enes'ten de bir rivayet vardır. "Mekke
halkı, kendilerine bir âyet gösterilmesini istediler. Peygamber de ayın
yarılması mucizesini gösterdi, ay iki parçaya ayrıldı." Müslim'in ise İbnü
Mes'ud'dan yaptığı rivâyetler şöyledir:
1) "Resulullah (s.a.v)'ın sözüyle ay iki
parçaya bölündü. Resulullah: "Şahid olun" buyurdu."
2) "Biz Resulullah ile Mina'da
bulunduğumuz sırada idi, ay ikiye ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir
parçası da beri tarafında idi. Resulullah bize: "Şahid olun" buyurdu.
3) "Resulullah'ın sözüyle ay iki kısma
ayrıldı. Bir kısmını dağ örttü, bir kısmı da dağın üstünde idi. Resulullah
"Allah'ım şahid ol" dedi. İbnü Ebî Adi rivâyetinde ise, "şahid
olun, şahid olun" dediği nakledilir." Enes de şöyle der: "Mekkeliler
Resulullah (s.a.v)'tan bir mucize göstermesini istediler, o da iki defa
"ayın bölünmesi" mucizesini gösterdi." Diğer bir rivâyette ise,
"merreteyn" iki kerre sözü, "firkateyn" iki parça olarak
geçmektedir. Buharî'nin yaptığı gibi, Tirmizi de İbnü Mes'ud'dan şu hadisleri
nakleder: "Biz Resulullah ile beraber Mina'daydık. Ay, iki parçaya
bölündü. Bir parçası, dağın ötesinde bir parçası da, berisinde idi. Resulullah
bize "şahid olun" dedi." Yani "Kıyamet saati yaklaştı, ay
(ikiye) yarıldı". Tirmizî'nin Enes'ten yaptığı nakil de şöyledir:
"Mekkeliler Peygamber (s.a.v)'den bir mucize istediler. Bunun üzerine
Mekke'de ay iki kere (merreteyn) yarıldı. İşte bu olaydan dolayı âyeti nazil
oldu. İbnü Ömer'den de şu rivâyeti nakleder: "Resulullah'ın sözüyle ay yarıldı.
Resulullah: "Şahid olun" buyurdu." Tirmizî, Cübeyr b. Mutim'den
de şu nakilde bulunur: "Peygamber'in sözüyle ay yarıldı, hatta iki parça
oldu. Biri şu dağın üstünde diğeri de şu dağın üstünde idi. Bunun üzerine,
"Muhammed bizi büyüledi." dediler. Bir kısmı da, "Eğer bizi
büyüledi ise herkesi de büyüleyemez ya!" dediler.
Şifâ-i Şerif'de de Ebu Huzeyfeti'l-Erhabî'den
şöyle bir rivayet nakledilir: Hz. Ali dedi ki; "Ay ikiye ayrıldı. O sırada
biz Resulullah ile beraberdik."
Yine "Şifâ"da ve Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde Esved rivayetiyle İbnü Mes'ud'un: "Hatta dağı, ayın iki
parçası arasında gördüm." dediği nakledilir. Ayrıca Mesruk rivâyetiyle de
İbnü Mes'ûd'dan şu nakledilir: "Kureyş kâfirleri "Ebu Kebşe'nin oğlu
size büyü yaptı." dediler. İçlerinden birisi, "Eğer Muhammed, aya
büyü yaptı ise, büyüsü bütün yeryüzündeki insanları tutacak değil ya! Diğer
belde (şehir)lerden gelenlere sorun bakalım görmüşler mi? " dedi.
Gelenlere sordular, onlar da aynı şekilde gördüklerini söylediler." Semerkandi'nin
nakline göre; Ebu Cehil, "Bu bir sihirdir. Uzaklarda yaşayanlara haber
gönderin gören olmuş mu bakalım?" dedi. Uzaklarda yaşayanlar da ayı
yarılmış olarak gördüklerini haber verdiler.
Yine de onlar, "Bu öteden beri süregelen
bir sihirdir." dediler.
İbnü Cesir, İbnü Ebî Hâtim ve Ebu Nuaym
Delâil'de şu rivâyeti naklederler: "Huzeyfe Medâyin'de okuduğu bir
hutbesinde demişti ki: "Uyanın Allah Teâlâ, "kıyamet saati yaklaştı,
ay (ikiye) ayrıldı" buyuruyor. Evet kıyamet cidden yaklaştı ve peygamberimiz
zamanında ay hakikaten ikiye ayrıldı. Dünya ayrılık ilan etmektedir. Haberiniz
olsun ki bugün meydan yarın koşu vardır."
Kısacası bu konuda hayli çok hadis mevcuttur.
Bütün bunlar âyetin tefsiri hakkında zikredilmiş rivâyetlerdir. Özellikle İbnü
Mes'ud ve İbnü Abbas'ın rivâyetlerindeki ifadeler, ayın yarılması mucizesinin
mâzide olduğunu göstermektedir. Nitekim İbnü Mes'ud'un diğer bir ifadesinde beş
şey geçmiştir. Bunlar "duhân (duman), lizâm (gereklilik), batşe (şiddetli
yakalama), kamer (ay) ve rum'dur. Enes'in rivâyetinde "iki defa"
ifâdesi vardır. Alûsî'nin nakline göre Abd b. Humeyd, Hakim, İbn Merdûye ve
Beyhakî İbnü Mes'ud'dan "Peygamber çıkmadan önce Mekke'de iken ay'ı iki
kere ikiye ayrılmış olarak gördüm." diye rivayet etmişlerdir. Bunun için
Hâfız Ebu'l-Fadl Irâkî "Nazmu's-siyer" adlı eserinde yarılmanın iki
kere vuku bulduğu üzerinde İcmâ' bulunduğuna inanmış olarak, "İcmâ ile iki
kere yarıldı." demiştir. Hafız İbnü Hacer de ayın yarılması hakkında
demiştir ki: "Peygamber (s.a.v) zamanında yarılmanın birden fazla olduğunu
kesin olarak kabul eden hiçbir hadis âlimini tanımıyorum. "İcmâ ile"
kaydı iki kereye değil, yarılmaya bağlı olmalıdır diyenin kasdı da, firkateyn
"iki parça" demek olsa gerektir.> Aliyyu'l Kâri der ki: "İbnü
Cevziyye bir kitabında şunları söylemiştir: "Merreteyn"den bazı kere
fiiler, bazı kere de eşyanın kendisi kasdedilir. Ekseriya fiiller için
kullanılmakla beraber "Resulullah zamanında ay iki defa yarıldı."
hadisinde olduğu gibi a'yânda dahi kullanılır ki, bu hadiste şıkkayn (iki
yarım) ve filkateyn (iki parça) demektir. Bunu bilmeyenler, yarılmayı iki
zamanda iki defa olmuş diye zannetmişlerdir. Halbuki şeyhim Irâkiye, yarılmanın
bir kere olduğunu söyledim bana cevap vermedi." Lakin Alûsî İbnü Mes'ûd
rivâyetinde şakketeyn (iki parça) ve merreteyn (iki kere) denilmesi sebebiyle
bunun fırkateyn (iki yarım) mânâsına olmasının uygun olmayacağını ifade ederek
sözüne şöyle devam etmiştir. İbnü Mes'ud'un sözündeki "merreteyn"
ifadesinin, görmekle alakalı olması daha uygundur. Buna göre mânâ, ikiye
yarılma olmayıp, iki kere bakıp şüphesiz olarak görme demektir. Bizim ise bu
konuda vardığımız sonuç şudur: Ayın yarılması hadisesi iki değil, bir keredir.
Ancak bu inşikâk (yarılma) esnasında ay, şimşek çakar gibi süratle iki defa
ayrılıp kapanmıştır. Ve iki ayrılış esnasında da dağ, yani Hira, yahut Ebu
Kubeys dağı ikiye ayrılan ayın arasından görülmüştür.
Ayetin "Ay yarıldı" diye açıkça
ifade ettiği hadislerde de bu şekilde meşhur olduğu halde, bir iki müfessirin
buna mecâzî bir mânâ verdiği de söylenmiştir. Ebu's-Suûd'un nakline göre: Osman
b. Ata, babasının "ay kıyamet günü yarılacaktır" dediğini
nakletmiştir. Nesefi gibi bazı tefsirciler de, bu rivâyeti Hasan-ı Basrî'ye
isnâd etmişlerdir. Gerçi mazi (geçmiş zaman)nin muzâri (gelecek zaman) mânâsına
geldiği ve gerçekleşmesine işaret için gelecek zamanın mâzi sigasıyla ifade
edildiği yerler Kur'ân'da pek çoktur. Lakin burada böyle bir te'vilin mânâsız
olacağı gösterilmiştir. Çünkü önündeki âyeti, bunu reddetmektedir. Fahru'd-dîn
Râzî der ki: "Tefsircilerin hepsi bundan maksadın, "Ay ikiye ayrıldı,
onda bölünme meydana geldi." demek olduğunu söylemişlerdir, nakledilen
haberler de, yarılmanın meydana geldiğine işaret etmektedir ve bu konudaki
haberler de sahihtir." Ayrıca ashabtan bir cemaat da yaptıkları
rivâyetlerde, "Resulullah (s.a.v)'tan bir mucize olarak ayı ikiye ayırması
istendi, O da Rabbine dua etti. Bunun üzerine Allah da onu ikiye ayırdı ve
tekrar eski haline döndü." demişlerdi. Bütün bunlara rağmen bazı
tefsircilerin ortaya çıkıp bundan kasdın "yarılacaktır" demeleri,
uzak bir ihtimaldir ve tamamen mânâsızdır. Çünkü onu kabul etmeyip imkansız
gören felsefeci, mâzide de öyle görür istikbalde de, mümkün olduğunu kabul eden
için de yoruma ihtiyaç yoktur. Ayın yarılması aslında mümkün olan şeylerdendir.
Meydana gelişi, doğru bir haberle ifade edilince inanmamak için hiçbir sebeb
yoktur. Mütevatir olan Kur'ân, onu isbât etmek için en kuvvetli delil iken
başkaca mütevatir haber aramaya da ihtiyaç yoktur. Olayın dışındaki tarihçi ve
falcıların farkına varamamasından veya onu bir ay tutulması gibi görmelerinden
dolayı yazıya geçirmemiş olmaları, söz konusu olayı inkarda onları haklı
çıkaramayacağı gibi, gök cisimlerinin, yarılma ve kapanması mümkün değildir,
diyenlerin lakırtılarının da önemi yoktur. Boş ve mânâsız olduğu
ortadadır." Ebu Hayyân da der ki: Sözünün mânâsını "Kıyamette ikiye
bölünecektir" şeklinde zannedenlerin hilafına ümmetin ittifakı vardır ve
onu (bölünecektir diyenlerin görüşünü) "Onlar bir mucize görürlerse hemen
yüz çevirirler ve "Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür." derler
(Kamer, 54/2) âyeti de reddetmektedir. Çünkü bu söz, ancak istenen bir
mucizenin meydana gelmesinden sonra münasip olur." Huzeyfe Medâin'deki
hutbesinde: "Uyanık olunuz ki, kıyamet saati yaklaştı ve Peygamber
zamanında ay hakikaten yarıldı." demişken, artık Hasan-ı Basrî'nin,
"Saat geldiği vakit, ikinci sûra üfürüldükten sonra ay yarılacaktır."
şeklindeki sözüne itibâr edilemeyeceği gibi, "Ayın yarılması ay doğduğu
esnada karanlığın yarılmasından ibarettir ve mânâsı: "durum ortaya
çıktı" demektir. Çünkü Araplar, açık olan şeyler için ayın, darb-ı mesel
(atasözü) yaparlar. Nitekim karanlığın ortadan kalkmasından dolayı sabah
vaktine felak (sabah aydınlığı) ismi verilmiştir ve infilâka (yarılmaya), bölünme
denilir." diyenlerin sözüne de iltifat edilmez. Bunlar, bozuk görüşlerdir.
Eğer müfessirler bunları zikretmemiş olsalardı o zaman ben bunlara hiç itibar
etmezdim. Hakikaten imandan ziyade inkara arzulu olanları memnun edecek gibi
görünen bu son tevil, büsbütün bozuk bir safsatadır. Zira her dilde olduğu gibi
Araplar'da da ay ile aydınlığın mesel olmuş bir münasebeti bulunduğu gizli bir
şey değildir. Ayrıca bir şeyin üzerine ayın doğması, açıklık ve meydana
çıkmadan mecaz ve kinâye olabilirse de ayın yarılmasına, karanlığın yarılması
düşüncesinden hareketle "ayın doğması" mânâsını vermek sonra da
bundan açıklık aydınlık ve görünme mânâsına geçerek, ortalığın aydınlandığı ve
kıyametin yaklaştığı mânâsını anlamak pek aykırı bir düşünce olur. Evet
sabahleyin karanlığın yarılmasına "fecr", "felak" ve
"infilak" denilir. Çünkü sabah demek, o karanlığın yarılışı ve
açılışı demektir. Fakat bundan dolayı güneşin doğmasına "inşikâk-ı
şems" (güneşin yarılması) denilemeyeceği gibi, ayın doğmasına da
"inşikâk-ı kamer" denilemez. Mecazda işitme şart değildir diye
birisinin böyle bir mecaz düşünebileceği farz edilirse, o zaman Kur'ân'ı böyle
aykırı mânâlardan uzak tutmak lazım gelir. Hatırlatmaya ihtiyaç yoktur ki,
kıyametin yaklaşmasına yakışan mânâ ayın doğması ile ortalığın aydınlanması
değil, ayın ayrılması ve gökteki cisimlerin de yıkılabileceğinin
anlaşılmasıdır. Bu sebebledir ki ayın yarılması mucizesi, saatin zamânâ olan
yakınlığından çok, akla yakınlığını göstermiştir. Bu münasebetle şunu da
söyleyelim ki: Hasan-ı Basrî ve Ata'ya isnad edilen mânâda bir yanlış anlama
vardır. Onların, ayın kıyamette yarılacağını söylemeleri, geçmişte ayın
yarılması olayını inkâr ettikleri şeklinde anlaşılmıştır. Halbuki hakikat öyle
değildir. Onlar, âyette açık ve haberde meşhur olan mâzideki ayın yarılması
hadisesini inkâr etmiş değil, âyetin işaret ettiği diğer bir mânâyı açıklamış
ve tefsir etmişlerdir. Yani meydana gelen ayın yarılması mucizesinden ileride
ayın büsbütün yarılıp kıyametin kopacağı mânâsını anlamanın lüzumunu
hatırlatmak istemişlerdir. Zira "kıyamet saati yaklaştı ve ay
yarıldı" denilince, ayın yarılmasının kıyamet alâmetlerinden olduğu
anlaşılmış oluyor. Fakat Peygamber (s.a.v.) zamanında yarılmış olmakla, olduğu
gibi kalacak mıdır? Yoksa bu yarılışından ileride vakti geldiği zaman,
"Güneşle ay bir araya getirildiği zaman" (Kıyamet, 75/9) âyetine göre
hepsinde yok olma sırrının ortaya çıkacağını anlatmak için mi bu âyet (Kamer,
54/1) zikredilmiştir? İşte Hasan ve Atâ "Ay, kıyamette yarılacaktır."
demekle bu hususa işaret etmiş olmaktadırlar. Bu mânâ, zannedildiği gibi fiil-i
mâzisinin muzâri mânâsına yorumlanması tarzında bir mecaz ile te'vili değil,
mazi olan yarılmanın müstakbeldeki yarılmaya bir işâreti ve aynı zamanda
"Kıyamet saati yaklaştı." cümlesinin bir ifadesidir. Bu şöyle
demektir: Ayın yarılması, meydana gelmiş bir hadisedir. Mazide vuku bulan bu
yarılma, ayın ve onun gibi olan gök cisimlerinin de yarılıp parçalanabileceğini
ve bu suretle kâinattaki her şey hakkında Peygmaber (s.a.v)'in haber verdiği
kıyametin akla yakın olduğunu göstermiştir. Binaenaleyh müşriklere, o saatin
gelip çatması ile Peygamber'in zaferi de uzak değil, yaklaşmaktadır
denilmiştir. İşte bizim anladığımıza göre "ay yarılacaktır"
denilmesinin mânâsı budur. Bu da, bütün müfessirlerin anladığı mânânın
muhtevâsından başka bir şey değildir. Yoksa Hasan ile Ata ayın yarılması
mucizesinin vukuundan haberdar olmamış veya rivâyetleri reddetmiş, yahut âyetin
ifade şeklinden habersizce mazi mânâsını ortadan kaldırmışlardır, demek için
hiçbir delil yoktur. Ancak istikbaldeki yarılmaya işaret için böyle
söylemişlerdir.
Felsefe açısından meselenin münakaşası, kelâm
ilminin konusudur. Fahru'ddin-i Râzî demiştir ki, "Felsefeci, (ayın
yarılması hususunda) maziye de istikbale de karşı çıkar." Esasen
mucizeleri tasavvur edemeyenlere karşı ilk yapılacak iş, Kur'ân'ın birçok
yerinde yapıldığı gibi yaratılıştaki acaibliklere dikkat nazarlarını çekmektir.
Bunun için önce burada İbn Sinâ'nın bazı sözlerini nakledelim:
İbnü Sînâ, "İşarât"ının sonunda
adıyla mucize ve keramet gibi olağanüstü ve hayranlık uyandıran şeylerden
bahseden "Onuncu ünite"de insan nefsinin fevkalâdelikle ilgili olan
bazı hususiyetlerine, karakter ve kuvvetlerine, irfanına (kâinatın sırlarını
bilmek kudretine) ve metafizik âleme dair işaretlerden sonra şu uyarıları
yaparak der ki: "Belki sana ârifler (veliler) den alışılmamış türden
birtakım haberler ulaşır sen de hemen yalanlamaya kalkışırsın. Mesela denilir
ki bir ârif insanlar için yağmur duasına çıktı da, yağmur yağdı, yahut şifa
dileğinde bulundu da şifa buldular, veya aleyhlerine dua etti de zelzeleye
tutulup yere geçtiler, yahut başka bir şekilde helak edildiler, yahut lehlerine
dua etti de üzerlerinden vebayı, hastalığı, sel ve tufanı bertaraf etti. Yahut
bazılarına yırtıcı hayvanlar boyun eğdi, yahut bir kısmından kuşlar kaçmadı ve
daha bunlar gibi açıkça imkansızlık derecesinde tutulmayacak şeyler duyduğun
zaman birden bire inkara kalkışma da bekle, acele etme. Çünkü tabiatın
sırlarında bu nevi olayların da sebebleri vardır. Belki ben sana bazılarını da
hikaye ederim. Tabiat âleminde gayba dair işler, üç kaynaktan meydana gelir.
Birincisi, daha önce zikredilen nefsin karakterleri; ikincisi, dört unsurdan
oluşan cisimlerin özellikleri ki mıknatısın kendine has olan kuvveti ile demiri
çekmesi gibi. Üçüncüsü göksel kuvvetler ki, bu kuvvetlerle yer cisimlerinin
konumlarına göre, özel tabiatları arasında yahut onlarla insanların konumlarına
göre özel tabiatları arasında bulunan bir ilgi, bir takım garip izlerin meydana
gelmesine yol açar. Sihir, ilk kısma ait şeylerdendir. Belki mucizeler,
kerametler ve neyrencât, (bir şeyi başka şeye çevirme) ikinci kısımdandır.
Tılsımlar ise üçüncü kısma aittir. Sakın ukalalığın ve halktan farkın,
münkirlikle her şeyden sıyrılıp çıkmak olmasın. O, bir beyinsizlik, hafiflik ve
acizliktir. Sabit olan bir şeyi anlayamadığından dolayı yalanlamandaki
hımbıllık (güçsüzlük), delili olmayan bir şeyi tasdik edivermendeki
hımbıllıktan aşağı değildir. Kulağına gelen haberin garipliği seni rahatsız
etse bile onun imkânsız olduğuna delilin olmadıkça bekle, hemen yalanlama.
Doğru olan, bu durumdaki haberler için delilin bulunmadıkça onların mümkün
olabileceğini kabul etmektir. İyi bil ki, tabiatta nice acayib ve aktif halde
bulunan üstün kuvvetlerle, etkilenen pasif kuvvetlerin birleşmesinde nice garip
durumlar vardır. Birader! Sana hak kaynağından yayık döğdüm ve latif kelimeler
içinde hikmet lokmaları ile ziyafet çektim. Sen, o gibi cahillerden,
rezillerden, görgüsü ve alışkanlığı olmayıp, gönül eğlencesi koku arkasında
dolaşmak olan kimselerden yahut şu feylesofluk taslayanların inkârcılarından ve
sinek gibi bulaşık mızmızlarından uzak ol."
Böyle dua ile deprem olabilmesi ve koleranın
kalkabilmesini bile tabiat sırlarında imkansız görmeyen İbnü Sinâ maalesef,
tabiat ilmi adına nazariyyesinde yanlış bir fikre saplanmış, gök ve göksel
cisimleri, tabiatlarında doğrusal harekete bir meyil ilkesi bulunmayan, el ile
dokunulmayan sırf örneği olmayan, maddesiz, basit bir cisim olarak düşünmüş ve
bunun sonucu olarak da tabiatında doğrusal hareket ilkesi bulunmayan bir cismin
yırtılma (yarılma) ve kapanma özelliğinin olamayacağını izah ederek bu büyük
önerme ile şu neticeye varmıştır. Cüssesi büyük olan, yönleri sınırlayan ve
kendisinde yalnız dairesel bir meyil ilkesi bulunan göğün cismi, yırtılmayı
kabul etmez. İbnü Sinâ bunu söylerken delillere dayandığını da göstermiştir. Bu
şekilde O, göğün, oluşum ve bozulma kabul etmediğini, onun tekvînî (madde ve
suretin birleşimi) değil, ibdâî (maddesi ve örneği bulunmayan) bir cevher
olduğunu söylemiş, sonra da yıldızların, taşıyıcıları olan feleklerin cisim
olmadıklarını, bununla beraber dört unsurdan oluşmayan maddesiz bir cevher
cinsinden olduklarını ifade etmiştir. İbnü Sinâ daha sonra da bu önermeye
dayalı olarak mevcut olmayan cisimlerle mevcut olan cisimlerin yabancı bir şey
gibi birbirlerinin içine giremiyeceklerini binaenaleyh, güneş, ay ve bütün
yıldızların da basit (gayr-i mürekkeb) olmaları gerektiğini isbatlı bir şekilde
göstermiş, sonra da rengi kabul edip görünür olmakla beraber kendilerine
dokunulamayacağını da ilave etmiştir. Kısacası gök ve felekler sanki uzak gibi
koparılması düşünülemeyecek sade bir boyut suretinde saydam ve basit bir büyük
cisim ve yıldızlar da ışık gibi görünen ve fakat dokunulması ve bölünmesi
mümkün olmayan, maddesiz basit ibdaî cisimler şeklinde telakki edilerek ya
heyûla (madde)larının başkalığından yahut maddelerinin umumî tabiatı ile
ayrılması mümkün olduğu halde, cisimlerinin tabiatlarından dolayı gök ve göksel
cisimlerin yırtılma (yarılma) ve kapanmalarının tabiatıyla imkansız olduğu
fizik felsefesinde delillendirilmiş gibi sayılmakla, zamanlarının ilmi adına bu
felsefe ardından gidenler ayın tabiatına bakarak yarılmasını imkansız
zannetmişlerdir.
Ancak gerçekte bu, delil ile isbat edilmiş
olmayıp söylediğimiz gibi tabiatında doğrusal harekete ilke olabilecek bir
meyil bulunmadığını kabul eden bir önermeye dayandırılmıştır ki, bu önermenin
yıldızları da içine almasında eski Batlamyos astronomi nazariyelerinin tesiri
vardır. Haydi uzay gibi hiç ölçüsü ve ağırlığı olmadığından dolayı harekete
asla meyli olmayan basit, bölünmeyen sade bir "Etendu" (boyut)
suretinde bir cisim tasavvur olunsun, fakat herhangi bir cisimde dairesel
hareket ilkesi olan meyil kabul edildikten sonra doğrusal hareket ilkesi olan
meylin imkansızlığını iddia eden bir konu bize tenakuz gibi gelmektedir. Çünkü
doğrusal veya dairesel olmak hareket kavramının cevheri ile ilgili olmayıp,
sıfatı ile ilgili bir durumdur. Birinin mümkün olabildiği bir yerde, diğeri de
mümkündür. İki hareketten birisine mâni olan durumun, hareketin kendisinden
değil başka bir engelden olduğunu düşünmek gerekir. Burada Kelâmcıların
münakaşalarını izah edecek değiliz. Ancak şunu da söyleyelim ki bu
feylesofların yıldızları, taşıyıcıları olan yörüngelerle beraber hareket
ettirebilmek için maddesiz cisimlerden saymaları da doğru değildir. Onlar da
yer yüzü gibi maddî cisimlerden oluşturulmuştur. Dolayısıyla oluşum ve
bozulmayı kabul ederler. Zamanımızın fenni ve felsefî anlayışları da böyledir.
Hatta bugün kabul edilen görüşe göre arz güneşten ayrılmış olduğu gibi, ay da
arzdan ayrılmıştır. Buna göre de mâzide meydana gelmiş bir hadise olarak
doğrudur. Felsefeci isterse âyete bu anlamı verebilir. Fakat bu mânâyı verirken
gerek ayın yarılması mucizesini ve gerek kıyametin kopmasıyla ileride ayın
yarılabileceğini imkansız saymağa hakkı olmadığını da itiraf etmesi gerekir.
Bugünkü fen, ayı bir gök cismi kabul etmediği
gibi yarılabilme kabiliyyetini de inkâr etmez. Ancak yarılması için tatbik
edilmesi lazım gelen kuvveti veya kudreti tayin edebilmek bir mesele teşkil
eder. Yoksa gerek içinden bir parçalanma ve gerek dışından bir cereyan, bir
dalga bir çarpışmanın farzedilmesiyle parçalanması düşünülebileceği gibi bir
nevi elastikiyyet veya tazyikin farzedilmesiyle açılıp kapanmasını düşünmek de
mümkündür. Burada söz konusu olan müessir (tesir eden) ise Allah Teâlâ'nın
kudret ve iradesidir. Nitekim "Allah'ın izni olmadan hiçbir Peygamber için
mucize getirme imkanı yoktur." (Ra'd, 13/38) âyeti de bunu ifade etmektedir.
Necm Sûresi'ndeki "müthiş kuvvetlerin" öğretilmesi ile
"doğrulma"dan sonra "İki yay kadar yahut daha yakın oldu."
(Necm, 53/9) âyetinde ifade edilen sarkma sonucu mucizelerin görünmesiyle
ortaya çıkan aklî ve hissî yakınlık, Kamer Sûresi'nde irade yakınlığı ile tecelli
etmiş ve Resulullah (s.a.v)'ın arzusu üzerine ayın yarılması ile ilgili ilâhî
irade ortaya çıkmıştır.
Şeyh Muhyiddin-i A'râbî
"Fütuhât"ının üçyüz otuzuncu bâbında Hz. Muhammediyeden ayın
menzillerini bilme hakkında rûhânî bir ifade ile şöyle der: "(Ey okuyucu!)
Allah seni tarafından bir kuvvet ile güçlendirsin, bilki: Ay, hilâl ile bedir
arasında ışığın fazla ve noksan bulunması haliyle görünen ara bir makamdır.
Görülünce hayret ifadesi olarak "aay!" diye, sesler yükseldiği için
hilâl denilmiştir. Görenin gözüne ışığın, dolunay halinde görünmesine de
"bedr" denilir. Ayın, hilâl ile bedir arasının dışında başka bir
menzili yoktur. Ancak ay ile gözler arasına perde olan güneş ışınları altında
gözlerin idrakinden uzak kalan dolunay haline "mihâk" denir. O vakit,
ayın güneşe gelen yüzünde, tıpkı bize doğru olduğu zamanki dolunay hali vardır.
Güneşin görünmediği yüzü de mihaktır. Bu iki makam arasında da, bir yüzünde
ışık göründüğü kadar diğer yüzünden eksilir ve bir yüzünden eksildiği kadar da
diğer yüzünde ışık görünür. Bu ise, yörünge çizgisinin eğik olmasındandır.
Demek ki o, hem daima dolunay, hem daima görünmez olur. Bu da, Allah Teâlâ'nın
veli kullarına bildirmeyi istediği bir sır içindir. Onlara fiilen bu meseli
zikretmiştir ki, bundan ibret alıp ayın yaratılış sebebini anlasınlar. Yani
varlığının şekli, ve göründüğü mertebelerin tefsirine göre hallerinin değişmesi
sebebiyle olgun insanı tanıma ve Allah'ı bilme gayesine ersinler. Allah Teâlâ
"Ay için bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik." (Yâsin,
36/39) buyurdu da buna ne bedir, ne de hilâl ismini vermedi. Çünkü ayın bu iki
durumdan (hilâl-bedr) başka menzili yoktur. Menziller tabiri, ancak ay hakkında
doğru olur. Yaklaşma ve sarkma dereceleri de ay içindir. Gayb âlemine giriş ve
şehadet âlemine çıkışta ışığın artması ve eksilmesi ona ait bir özelliktir.
Sonra Allah Teâlâ ayı, kâmil (olgun) insanın İlâhî suret ile ortaya çıkışı için
yarılma ile vasıflandırdı. Böylece kâmil insanın ortaya çıkışı, ayın yarılması
demek oldu. Onun için kâmil insanın ortaya çıkışı ayın iki parça üzere
yarılmasının ortaya çıkması gibi iki emir üzerine gerçekleşti. Sahabilerden
rivayet edildi ki, Resulullah'ın sözü üzerine ay ikiye yarıldı. Araplar'dan bir
cemaat, peygamberin hak Peygamber olduğuna dair kendilerine bir mucize
gösterilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine ay ikiye yarıldı da Resulullah
(s.a.v) orda hazır bulunanlara "şahid olun" dedi. Allah Teâlâ da
"kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." buyurdu. Fakat bu âyette
Allah, istenen yarılma mucizesini mi kasdetti? Bu bilinmiyor.> Mamafih
âyetten anlaşılan odur. Çünkü yarılmayı ifade eden kelâmın ardından "Onlar
bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve 'Eskiden beri süregelen bir
büyüdür.' derler." (Kamer, 54/2) buyurulmuştur. Gerçekten onlar ayın
yarılması mucizesini gördükleri vakit öyle söylemişlerdi.
Ve onun için Resulullah (s.a.v) orada hazır
bulunanlara "şahid olun" demişti. Çünkü onların meydana gelmesini
istedikleri şey, gerçekleşmişti. Bununla beraber onlara göre gerçek olan ancak
görünür olandır, meydana gelen o husus bizzat kendinde mi yoksa bakanın
bakışında mı gerçekleşmiştir? Çünkü o ihtimal, ancak ayın, kendisinde de gözle
görülen yarılmanın olduğunu haber verdiği zaman, haber verenin sözü üzerine
artık tartışma konusu yapılmayacaktır. Halbuki haber verenin sözü münakaşa
konusudur. (Yani sihir diyenlerin bakış açıları budur. Onlar ayın, açıkça
kendilerine gösterilmesinden başka bir şeye inanmıyorlar.) İstedikleri mucize
meydana geldiği zaman yaptıkları itirazın, kendilerinden ortaya çıkmamasını
isteklerinde şart da koşmamışlardı. Binaenaleyh Peygamber (s.a.v)'e kendisinden
istenenden fazlası da gerekmez. (Yani mucizeyi gösterdikten sonra zorlayıcı bir
surette inandırmak, Peygamber'in vazifesi değildir. Hatta isteklerinde onlar
bunu şart koşmuş olsalardı yine lazım gelmezdi. Çünkü inanmaya zorlayan mucize,
peygamberlerin geliş hikmetlerine terstir. Yoksa bazı rivâyetlerde zikredildiği
gibi onlar ay yarıldığı takdirde iman edeceklerini vaad etmekle, itiraz
etmeyeceklerine de söz vermişlerdi. Fakat kendi hislerine, görüşlerine
inanmadılar, başka bölgelerden gelecek haberlere işi havale ettiler.) Sonra
başka yerlerden insanlar geldi, o gece meydana gelen ayın yarılması olayını
haber veriyorlardı. Onun için de Allah Teâlâ Onların "Süregelen bir
sihir" dediklerini hikaye etti, sonra da "Her iş yerini bulacaktır."
(Kamer, 54/3) buyurdu. Böylece o iş de meydana gelmiş oldu. Kısacası: Ay,
berzahiyyu'l-mertebe (yani iki mertebe arası) olmasa idi, ne hilâl ve bedr
(dolunay) halini ne de fenâ ve gizlenmeyi kabul etmezdi. Demek ki, öteden beri
süregelen sihir de: "Her iş bir gayeye bağlıdır." hükmüne dahildir.
İşte bu, hakka karşı çıkma ve kesin bir bilgiden uzak kalmanın sonucudur.
"İşte onların erişebilecekleri bilgi budur..." (Necm, 53/30) denilmek
suretiyle de bunun bir ilim olduğu tesbit edilmiştir. Şeyh'in bu sözlerinden
bazıları, yanlış bir fikre kapılarak, ayın yarılması mucizesi hakkında onun,
"ayın aslında yarılmasının gerekli olmayıp bakanların gözlerine öyle
gösterilmiş olmasının yeterli olduğunu söylediğini" zannetmişlerdir.
Halbuki böyle demek, Şeyh'i sihir diyenlerin sözlerine iştirak etmiş
farzetmektir. Bu ise, Şeyh'in şânına yakışmaz. Zamanımızda basılan en güzel
eserlerden "Maddiyyun Mezhebinin İzmihlâli" adlı kitabında İsmail
Fenni Bey mu'cizata dair verdiği son derece faydalı bilgiler sırasında, Şeyh'in
bu sözlerine de temas ederek şöyle bir mütalaada bulunmuştur:
Muhyiddin-i Arâbî, ayın yarılmasının, bakan
kimsenin bakışında meydana gelme ihtimalini ortadan kaldırmadığını beyan
ediyor, şu halde ona göre bu mucizenin yalnız insanların bakışlarında vuku
bulmuş olması da muhtemeldir. Gerçekte buna karşı, o halde müşriklerin ona
sihir demekte haklı olmaları gerekir denilerek itiraz edilebilirse de bu
itiraza cevap vermek mümkündür. Denilebilir ki, ayın yarılmasının yalnız
insanların bakışlarında meydana gelmiş olması, onun hakiki bir mucize olmasına
mâni değildir. Çünkü buna benzer bir sihrin vukuu, ne görülmüş ne de
işitilmiştir. Sihirbazların bazı hayaller gösterdikleri rivayet edilirse de bu
hayalleri öyle gök cisimlerini içine alacak seviyeye ulaştıran ve fiilen mevcud
ay'ı, bulunduğu hâlin dışında gösteren bir sihirbazı hiç kimse işitmemiştir
ilh..."
Böyle bir cevap hiç de doğru olmaz. İtiraf
etmek gerekir ki, gerek sözde, gerek fiilde olsun vuku bulmamış bir şeyi, olmuş
gibi göstermek, büyük bir hüner de sayılsa, yine de gerçeğe uymayan bir yalan
ve bir aldatmadan başka bir şey değildir. Nübüvvet makamının kutsal kudretini,
böylesi kusur ve noksanlıklardan uzak tutmak gerekir. Sihir diyenlerin maksadı
da, onun gerçekte olmayıp yalnızca gözlere sunulan bir görüntüden ibaret
olduğunu iddia etmekten başka bir şey değildir.> Şeyh'in anlattığı da budur.
O, sözlerinin tamamında ayın yarılmasını bir vâkıa olarak anlatmıştır. Bununla
beraber onlara göre gerçek, ancak açıkça görülendir. O olay ayın bizzat
kendisinde mi? Yoksa bakan kimsenin bakışında mıdır? Bu ihtimal ancak haber
verenin sözüyle ortadan kalkacaktır. Haber verenin sözü ise, tartışma
konusudur, şeklindeki sözünden maksat da, sihir diyenlerin bakış açılarındaki
berzehiyyeti anlatmaktır.
Zamirler, onlara râcî; ihtimal, onların kendi
hislerindeki şüpheleri haber vermektedir. Tartışmaya giren yine onlardır.
"Onların erişebilecekleri bilgi budur." ifadesi de onlar hakkındadır.
Onun için Şeyh o sözlerinin arkasından şu hatırlatmayı yapar: "Yine bil
ki, bakış ve varsayım, sır ve nurlardan ortaya çıkan ilimlerdendir. Nur da, göz
ve görmek içindir. O yüzden Allah Teâlâ bu makamı zikrettiğinde "Ey akıl
sahipleri ibret alın." (Haşr, 59/2) buyurdu. Yani gözün nuruyla idrak
ettiği, görülebilen şeyler ve hükümlerinden size verdiğini, basiret (kalb)
gözleriyle idrak edeceğiniz görüntü veya fikre geçiniz ki o, en kuvvetli ve en
mükemmel görüştür. Fikir, o yüksek mertebeden aşağıda bulunan en aşağı
görüntüdür. İkisi de açık olandan gizli ve bâtın olana doğru gider. Bunlar,
"Sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır." (Yunus, 10/6)
âyetindeki müttakiler olduğu gibi "Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir
toplum için ibretler vardır." (Ra'd, 13/3) âyetinde yer alan
mütefekkirlerdir. Müttakiye Allah ilim öğretir yetiştirir. Onun için onun
ilmine şek ve şüphe girmez. Mütefekkir ise, kendisinde bulunan kabiliyyetlerin
gücüne göre ilim elde eder. Onun için o, bazen isabet, bazen de hata edebilir.
İsabet ettiği takdirde de yollar çeşitli olduğu için o isabeti ifade eden
kuvvet ile kendisine şüphe girmesi de mümkün olur. Kısaca müttaki, basiret
(sezgi) sahibidir. Mütefekkir ise basar (görme) ile basiret
arasındadır."Basar" ile kalmaz, saf basirete de varamaz." İsmail
Fenni Ertuğrul da sözünün sonunda hiss-i takvası ile basiretine sahip olarak şu
sağlam hakikatleri hatırlatır: "Muhyiddin-i Arâbi, (k.s.) hem âlimlerin
hem şeyhlerin büyüklerinden hem de müfessirlerden olduğu için kendisinin ayın
yarılması mucizesini, bakışlarda meydana gelme ihtimali olan bir hadise olarak
görmesinde şüpheciler, kendi düşüncelerine uygun bir izah tarzı bulabilirler.
Lakin Allah'a şükür biz bu şekilde düşünenlerden değiliz. Allah'ın kudretinin
her şeye yettiğine ve tabiat kanunlarının "ol!" emrinin neticesinden
başka bir şey olmadığına ve Kur'ân'ın sırf hakikatleri ihtiva eden bir kitab
olduğuna imanımız vardır. Madem Kur'ân'da ay yarıldı buyurulmuştur, âlimlerin
büyük çoğunluğu ve müfessirler bu yarılmanın kıyamette meydana geleceği
hakkında Osman b. Atâ'nın babasından yapmış olduğu rivayeti, daha önce geçen
sahabilerin rivâyetleriyle, ayrıca "Bir mucize görseler yüz çevirirler ve:
'Sürekli bir sihirdir' derler." âyetinin açık delaletiyle reddederek, ayın
yarılmasının Hz. Peygamber zamanında mucize olarak vuku bulduğunu icma ile
kabul etmişlerdir. Biz artık bunun bizzat meydana gelmiş olduğu hususunda asla
şüphe etmez ve niteliğini ancak Allah ve Resulü'ne havale ederiz. Böyle bir
olayın dünyanın her yerinde görülmesi lazım geleceği yolunda ortaya atılmak
istenen itirazın dahi bize göre şüpheyi gerektirecek bir tarafı yoktur. Zira
ayın yarılmasını etrafta bulunanlar da görmüşler ve bunu bizzat ifade
etmişlerdir. Gerçi ufukların farklı oluşu, ayın bulutlarla kaplı oluşu,
geceleyin insanların çoğunun evlerinde bulunmaları ve herkesin göğü gözetlemekle
meşgul olmaması gibi sebeblerden dolayı bunu, tabiatiyla bütün âlem göremezse
de, elbette diğer yerlerde de görenler olmuştur. Ancak o cehâlet döneminde
hüküm süren bilgisizliğe dayalı olarak söz konusu hadisenin sihirbaz, cin ve
şeytanların işleri gibi gösterilerek yazıya geçirilmemiş olması da muhtemeldir.
Tabii kanunların mucizeleri olarak izaha çalışmak bu tarz mucizeleri olağanüstü
durumdan çıkarıp sıradan işler derecesine sokmağa kalkışmak demektir. Halbuki
akıl, bu gibi mucizelerin mahiyetlerini idrak etmekten acizdir. Böyle olmakla
birlikte onu selâhiyyet dairesinin dışında kullanmak pek korkunç hatalara
sebebiyet verir." Şerh-i Mevâkıf'da Seyyid-i şerif Cürcânî, ayın yarılması
mucizesinin mütevatir olduğunu söylemiştir. İbn Hâcib'in muhtasar şerhinde
Sübkî de bu görüşü tercih ederek der ki: "Doğrusu, ayın yarılması olayı
mütevatirdir. Kur'ân'da delili mevcuttur. Buharî, Müslim ve diğer sahih hadis
kitaplarında muhtelif tariklerden gelen rivayetler bulunmaktadır. Öyle ki
mütevatir olduğunda hiç şüphe yoktur." Mütevatir olduğunu gösteren Kur'ân
âyet-i âyetidir. Hadislerin de bu âyetin tefsiriyle ilgili olduğu düşünülürse
bütün bunlara bakarak tevatürün, manevî tevatür boyutuna ulaştığı görülür.
Bununla beraber, Ay'ın yarılması olayını ifade eden âyetin, mücmel ve mütevatir
derecesine çıkaran hadislerin de tefsir mahiyetinde olduğu göz önünde
tutulursa, hadiseyi değişik yorumlayan ve tafsilatını inkâr eden kimseyi tekfir
etmek doğru olmaz. Çünkü dinden çıkarmak çok önemli bir iş olduğu için, ihtiyatlı
davranmak lazım gelir.
Evet saat yaklaşıp ay yarıldığı halde hâlâ bir
mucize görseler yüz çevirirler. Olacak, olmadan akıllanmıyorlar, akibeti
düşünmüyorlar. İbret almak istemiyorlar da her gördükleri mucizeden yüz
çeviriyorlar. Ve süregelen bir sihir diyorlar. Bu cümleden anlaşıldığına göre
burada âyet, hayret verici alamet, yani olağanüstü durum ve mucize mânâsınadır.
Bununla beraber şu da bir kâidedir ki, şart cümlesinde yer alan nekreler,
olumsuz cümlelerdeki nekreler gibi umumî mânâ ifade ederler. Binaenaleyh,
buradaki "âyet" söz konusu kâideye göre, herhangi bir mucize mânâsına
gelip, her türlü mucizeyi içine almaktadır. Yani hiçbir âyeti, hiçbir delili ve
hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da "öteden beri süregelen bir
sihir" deyip geçiyorlar. Âyette geçen "müstemirr" kelimesine de
bir kaç mânâ verilmiştir. Birisi bilindiği gibi yeniden yeniye cereyan eden ve
ard arda gelen demektir. İkincisi de gelip geçici anlamındadır ki, Buharî'de bu
mânâ nakledilmiştir. Bu iki mânâ da "mürûr" mastarından türemiştir.
Bir de "mirre"den türemiş olarak kuvvet ve sağlam anlamı verilmiştir
ki bunun da Ebu'l-Âliye ve Dahhâk'tan nakledildiği söylenir. Bu mânâ, verilen
ilk mânânın lazımı olarak da düşünülebilir. Sihir tabirine yakışan, gelip geçici
mânâsını vermektir. Âyet ve mucizelerin peşpeşe ve birbirini takip etmesine
yakışan da, kuvvet ve devamlılık ifade eden mânâdır. Binaenaleyh bu mânâların
hepsinin yeri vardır. Yukarıda geçtiği üzere ayın yarıldığını gördükleri vakit
bu, Ebu Kebşe'nin oğlunun sihri, bakalım etraftan gelecek yolculara soralım
dediler. Gelenler de gördüklerini söyleyince o zaman da bunun süregelen bir
sihir olduğunu söylediler, şeklinde rivayet edildiğine göre burada kuvvetli ve
devamlı mânâsının kasdedilmiş olduğu gerekir. Halbuki sihir, her ne suretle de
olsa bâtıl olacağından onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza
düşmüş olduklarını göstermektedir.
3. Ve tekzib ettiler. Peygamber (s.a.v)'i ve
getirdiği haberleri ve gösterdiği delil ve mucizeleri yalana nisbet edip inkar
ettiler. Fakat bir şey bildiklerinden yahut bir delile dayandıklarından değil
de arzularına uydular yani keyiflerine ve nefislerinin isteklerine tâbi
oldukları için yalanladılar. Vuku bulan hadisedeki gerçeğin gereğini hesaba
katmadılar. Halbuki her iş, müstakirrdir. Yani Peygamber (s.a.v)'in işi,
zannettikleri gibi gelip geçici değildir. Onun her işi, Allah Teâlâ'nın ilim ve
takdirine göredir ve ona doğru gitmektedir. Hepsinin varıp karar kılacağı bir
gaye ve sonuç vardır ki, hakikatı o zaman ortaya çıkar. Peygamber (s.a.v)'in
işlerinin hakikat ve yüceliği, onların arzularının mahiyeti ve uğursuzluğu,
4. Allah'ın yanında belli olduğu gibi saati
gelince ortaya çıkacaktır. Şüphesiz onlara önemli haberlerden öylesi de geldi
ki, yani geçen ümmetlerin halleri veya ahiretle ilgili haberlerden Kur'ân'da
öyle mühimleri geldi ki onda vazgeçirecek tehdit, sakındıracak öğüt, yahut
sakınılması gereken acı sonuçlar vardır.
5. Müzdecer, mimli mastar ya da mekân ismi
olabilir (bunlar) üstün bir hikmettir. Hikmet-i Bâliğa, kuvvet ve gayeye isabet
etme bakımından en yüksek dereceye ulaşmış hikmet demek olup, "mâ"dan
veya "müzdecer"den bedeldir, yahut hazfedilmiş bir mübtedânın
haberidir. Yani üstün bir hikmet olan tehdidler ve haberlerle Kur'ân geldi.
Yahut bunların hepsi, durumun bu şekilde cereyan etmesi, üstün bir hikmettir.
Demek ki o uyarılar fayda vermiyor.
6. O halde sen de onlardan, yani o arzularının
peşinde giden inkârcılardan yüz çevir, boş yere onlarla mücadele etme de
yaklaşmakta olan kıyamet saatine bak. O gün ki, davetçi davet edecektir.
Buradaki "yevm" (gün) yaklaşmakta olduğu zikredilen saati beyan
etmektedir. Bu "yevm" takdir edilen zikre bağlı olabilirse de,
aşağıda gelecek olan fiiline bağlı olması daha uygundur. Kıyamet günü onlardan
yüz çevir, şefaat etme mânâsına fiiline bağlanmasını caiz görenler varsa da,
üzerine vakf-ı lazım işaretinin konulmuş olması bu ihtimali ortadan
kaldırmaktadır. Meşhur görüşe göre buradaki davetci İsrâfil'dir. Başka bir
melek olduğu da söylenmiştir. Ebu's-Sûud da, "Âyette geçen davetten
maksat, "Ol' der, o da oluverir." ayetindeki emir kabilinden
olabilir." diyor. Buna göre çağıran Allah Teâlâ'dır. Yani O çağırıcı
münkere, benzeri görülmedik müthiş bir şeye; hesaba, haşre veya haşr için
neşre, çağıracağı gün
7. gözleri huşu' içinde, yani olayın
dehşetinden gözler korku ve saygı ile düşkün bir halde kabirlerden çıkacaklar.
Sanki yayılmış çekirge sürüsü gibi. O çağıran davetciye doğru fırlayacaklar,
8. diyecek ki o kâfirler, bu çok zorlu bir
gün. Bu ifadeden müminler için öyle olmayacağı anlaşılıyor.
9. Onlardan önce Nuh'un kavmi yalanladı. Yani
o yalanlama fiilini ya Muhammed! Senin kavminden önce Nuh kavmi yaptı, Allah'ın
Peygamber gönderdiğine inanmadı. Öyle ki o kulumuza yalan isnad ettiler ve
mecnûn (cinlenmiş delirmiş) dediler. Hem de zecredildi, yani tebliğden men
edilmek için çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü. "Ey Nuh! (bu davadan)
vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşa tutulanlardan olacaksın." (Şuarâ, 26/116)
diye vazgeçmezse taşlanarak öldürülmekle tehdit ediliyordu.
10. O da Rabbine dua etti. Şöyle ki: Ben
mağlubum artık sen öcünü al.
11. Biz de dökülen bir su ile göğün kapılarını
açtık. Çoğunluğun beyanına göre "su ile göğün kapılarını açmak"
ifadesi bir istiare-i temsiliyyedir. Bulutlardan suyun boşalması, kuvvetli bir
sel ile göğün kapılarının açılıp gök kubbenin yarılması manzarasına
benzetilmiştir.
12. Yeri de kaynaklar halinde coşturduk derken
su birleşti. "mâân", iki su denilmeyip müfred olarak şeklinde
zikredilmesi, esas itibarıyla ikisinin bir su olduğuna işaret için olsa
gerektir. Müfessirler söz konusu kelimenin müfredliği konusunda diyorlar ki,
bundan maksat, iki suyun birleşmesinin mücâveret (yan yana bulunma) yoluyla
değil, birbirine karışma ve birleşme suretiyle olduğunu göstermek içindir.
Ezelde takdir edilmiş bir emre binâen ki bu da, indirilen suyun yerden
çıkarılan kadar olması kanunudur. Yahut ezelde takdir edilmiş bir iş üzerine ki
bu da, Nuh kavminin tufan ile helak edilmesi işidir.
13. Onu ise yükledik, tahtalı ve çivili bir
şeye bindirdik.
"Elvâh" levh kelimesinin çoğuludur.
Levh, her neden olursa olsun tahta gibi yassı olan şeye denir. Düsür de,
disâr'ın çoğuludur. Disâr, geminin tahtalarını birbirine bağladıkları bağ,
kenet, perçin (çivi) veya halata denir. Zât-ı elvâh ve düsur'dan maksat,
gemidir. Tarif için bir nevi sıfat isim yerine konulmuştur. Yani bir takım
tahtaların birbirlerine özel bir biçimde kenetlenmesiyle yapılmış olan gemiye
bindirdik.
O tahtalardan yapılmış gemi bizim gözetimimiz
altında akıp gidiyordu. "Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında, onlarla
birlikte yüzüp gidiyordu..." (Yusuf,11/42) âyeti gereğince dağlar gibi
dalgalar içinde Allah'ın görüp gözetmesiyle yani doğrudan doğru koruması
altında akıp gidiyordu.
14. O küfredilmiş, değeri bilinmeyip
nankörlükle karşılanmış olan zata, yani Nuh (a.s)'a mükafat için, ki onu
yalanlayanlar boğulurken O, Allah'ın koruması altında bulunuyordu.
15. Şüphesiz biz onu, yani gemiyi bir mucize
olarak bıraktık. Bu âyetin tefsiriyle ilgili Katâde'den, "Hz. Nuh'un
gemisinin enkazı Cudi Dağı'nda kaldı, hatta önceki ümmetler onu gördü."
şeklinde bir rivayet vardır. Ancak bu rivâyette kasdedilen bizzat o geminin
kalmış olması değil, mutlaka onu hatırlatacak bir gemi cinsinin olduğunu
göstermektir. Çünkü bunun ibret alma ve düşünme alanı daha geniş ve daha
umûmidir. Böyle olunca da şu kınamanın faydası daha açık anlaşılmaktadır. Fakat
hani düşünen? kelimesinin aslı zikr'dendir. İftiâl bâbından ism-i fâili gelir.
Müzdecerde olduğu gibi, tâ, dâl'a kalbedilmiş sonra da zâl, dâl'a idgâm
edilmiştir. Böylece mütezekkir gibi, düşünen mânâsını ifade etmektedir. Yani
her gemiyi gören veya duyan kimsenin düşünmesi gerekirken, düşünen mi vardır?
demektir.
16. *} Ki nasılmış azabım ve uyarılarım? Bu
istifhâm (soru) korkutma, hayret ve dehşet içindir.
17. Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, yahut
kolaylıkla ihsan ettik. Düşünülmek için fakat hani düşünen? Buradaki âyeti, bu
sûrenin tekrar eden âyetidir ki, her kıssanın sonunda "Andolsun, onlara
kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir." (Kamer, 54/4)
âyetini hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstakil olarak
söz dinleyip, düşünüp ibret alması gerektiğini anlatmıştır.
18. Âd yalanladı, burada anlatılacak kıssanın
müstakil bir kıssa olduğunu göstermek için atıf yapılmamıştır. Yalanladı da,
azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Bu istifhâm önceki gibi korkutmak için değil,
söylenecek söze dikkatleri çekmek içindir.
19. Çünkü biz onların üzerine bir sarsar
rüzgarı gönderdik. Sarsar, soğuk veya gürültülü bir fırtına demektir.
Uğursuzluğu devamlı bir günde ki uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son
bulmadı da, kıyamete kadar kabirde azab gördüler. Bazı astrologların (yıldız
âlimlerinin) zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir.
Yani o gün, herkes ve her şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında
uğursuz olmuştur.
20. O insanları yoluyordu, yani çekip koparıp
alıyordu. Sanki onlar, dibinden kopmuş hurma kütükleri gibidirler Âd, iri
bedenli bir kavim olduğu için başları koparılıp yere serildikçe bu teşbihe konu
oluyorlardı.
21. O halde azabım ve uyarılarım nasılmış? Bu
istifham da korkutma ve hayret içindir.
22. Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık,
düşünmek için fakat hani düşünen.
23. Semûd kavmi de uyarıları yalanladı, burada
nüzür, uyarma ve nasihat mânâsına nezîr'in çoğulu olabileceği gibi münzir, yani
peygamberler mânâsına da gelebilir. Fahr-i Râzî konuyla ilgili şöyle bir
mütalaada bulunup demiştir ki; "Allah Teâlâ, bu sûrede beş kıssa zikretmiş
ve orta derecede bir kıssayı en mükemmel şekilde ifade etmiştir. Çünkü Sâlih
(a.s)'in durumu, Hz. Muhammed (s.a.v)'in durumuna daha çok benzemektedir.
Ayrıca onun getirdiği mucize diğer peygamberlerin getirdiği mucizelerden daha
hayret vericidir. Gerci İsa (a.s) ölüyü diriltmiştir. Lakin ölü, canlılığın
mekanı idi. Demek ki o, Allah'ın izniyle hayatı, mümkün olan bir yerde isbat
etmişti. Musa (a.s)'ın da asâsı ejderha oldu demek ki Allah Teâlâ, bir odunda
hayat ispat etmiştir. Lakin odun, nebattır. Nebatta da hayvandakine benzer bir
büyüme kuvveti vardır. Bu, diğerinden daha enteresandır. Sâlih (a.s)'ın elinde
görülen mucize ise taştan deve çıkmasıdır. Halbuki taş cemâddır. Hayata da
nemâya (büyümeye) da onda imkan yoktur. Demek ki bu daha çok hayret vericidir.
Hz. Peygamber (s.a.v) ise hepsinden daha üstününü getirdi ki, o da göksel bir
cisimde yaptığı tasarruftur. Müşrikler diyorlardı ki: "Göğe kimse
ulaşamaz. Onun yarılması ve kapanmasına imkan yoktur. Arz, maddeleri bitişik
cisimler olup, her biri diğerinin suretini kabul edebilirse de gök onu kabul
etmez". Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)'in getirdiği mucize Sâlih
(a.s)'in enteresan olan mucizesinden daha enteresan daha beliğ ve
devamlıdır."
24. Yalanladılar da dediler ki: bizden bir
beşere, bir kişiye mi tâbi olacağız? Önce demekle bir beşere uymayı kabul etmek
istemediler, melek ister gibi göründüler, sonra bizden demekle kendilerinden ve
kendi içlerinden olan bir beşere tâbi olmak istemediklerini anlatmış oldular.
Bunun tersi, kendilerinden olmayıp da dışardan bir insan olsa ona
uyabileceklerini gösterir ki bu hal genellikle, istiklâle layık olmayan
kavimlerin ruh hallerini gözler önüne sermektedir. Yani onlar kendi aralarında
kıskançlıkla geçimsizlik yaparlar da, bir yabancının başlarına geçmesini
memnuniyetle karşılayarak esârete doğru giderler. Daha sonra da diyerek kendi
içlerinden bir ferde uymayı kabul etmezler. Ancak bu bir ferd değil de cemiyet
olmuş olsa o zaman tâbi olabileceklerini ifade etmiş bulunurlar. Onun için
olmalı ki içlerinde "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde
bozgunculuk yapıyorlar..." (Neml, 27/48) âyetinin mânâsı vâki olmuştu.
Halbuki gerçekte bir cemiyetin teşekkül edebilmesi de bir kişinin başkanlığı
altında birlik kanununa tâbidir. Ancak onlar kendilerinden bir beşere uymayı
istemiyorlar da diyorlar ki, her halde biz o zaman muhakkak bir şaşkınlık ve
çılgınlık içinde kalmış oluruz. Yahut o surette yolumuzu kaybetmiş ve ateşler
içine düşmüş bulunuruz. Sâlih (a.s) onlara Allah'ın emrini dinlemedikleri
takdirde sapıklık içinde kalıp ateşlerde yanacaklarını söylediği için, onlar da
böyle reddediyorlardı. Yani asıl sana uyarsak şaşkınlık etmiş ve ateşlere düşmüş
oluruz diyorlardı.
25. O zikir, yani vahiy aramızdan ona mı
bırakılıyor? Biz de onun gibi bir ferd bir beşer değil miyiz? Yahut içimizde
ondan daha layıkı yok mu? Hayır o bir mağrur, şımarık, şımarıklılıkla üstümüze
çıkmak isteyen bir yalancıdır. İşte bu derece yalan isnad etmek suretiyle onu
yalanladılar.
26. Yarın, yani azabı görecekleri gün
bileceklerdir ki kimmiş o kezzâb-ı eşir, yani hakka inanmayan şımarık yalancı.
27. Çünkü biz onlara imtihan için nâkayı
salacağız. Nâka, dişi deve demektir. Şuarâ Sûresi'nde geçtiği gibi, "Sen
de, ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize
bir mucize getir". (Şuarâ, 26/154) diye Sâlih (a.s)'den âyet, yani
peygamberliğine delil olabilecek mucize istemeleri üzerine, birkaç sûrede
geçtiği şekilde işte size bir dişi deve, bir âyet olmak üzere Allah'ın devesi
"İşte o da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın.
Allah'ın yer yüzünde yesin (içsin) sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın;
sonra sizi acıklı bir azap yakalar." (A'râf, 7/73) denilmişti. Bu dişi
devenin nereden ve nasıl çıktığı Kur'ân'da açıkca izah edilmiş değildir. Ancak
"Allah'ın devesi." şeklinde ifade edilmiştir. Lakin haberlerde bir
den, yani yalçın kayadan ibaret bir tepeden çıkarılmış olduğu bilinmektedir.
Burada söz konusu devenin çıkarılması değil de irsâlinin, yani Allah'ın arzında
otlasın diye salınmasının bir imtihan için olduğu beyan buyurulmuştur. Bunu
çokları imtihan mânâsına tefsir etmişlerse de, meşhur mânâsına alınmasını caiz
görenler de olmuştur. Râzî der ki: "Âyette geçen "fitne",
mef'ûlünleh (tümleç)tir." Buna göre irsâl (salıvermek)den maksat, fitne
(imtihan) demektir. Lakin asıl maksat, peygamberi tasdik etmektir. Çünkü bu,
gerçek mânâda Sâlih (a.s)'in mucizesidir. Şu halde bunun tefsirindeki hakikat
nedir? Deriz ki bu konuda iki farklı nokta vardır. Birincisi: Mucize bir
fitnedir. Çünkü onunla, sevab kazanacak kimsenin hali, azap görecek kimsenin
halinden ayrılır. Zira, Allah Teâlâ mucize ile sırf peygamberin doğruluğunu
anlatmış olması hasebiyle küfredenlere azap eder. Bu yönüyle mucize, peygamberi
tasdik etmekten ibaret sayılacağı için bir imtihan demektir. Çünkü tasdikten
sonra tasdik edenle yalanlayan seçilecektir. Diğeri, bundan daha hassas bir
durumdur. Şöyle ki: devenin kayadan çıkarılması bir mucize, salınması,
aralarında dolaşması ve suyun taksim edilmesi de bir imtihandır. Onun için
"Şüphesiz ki biz bir imtihan için deveyi çaracağız." değil de
"Biz bir imtihan için deveyi salacağız." buyurulmuştur. Burada ayrıca
gizli bir işaret de vardır ki o da şudur: Allah Teâlâ, dilediğine hidayet verir
ve hidayetin yolları vardır. Bunlardan bir kısmı, insanın kendi gayreti ile
gireceği şekilde olur. Mesela, Allah delil olacak bir şey yaratır ve onda
insanın bakış ve düşüncesi o şekilde meydana gelir ki, gerçek o insanın
fikrinde ortaya çıkar ve insan ona uyar. Bazan da o insanı başlangıçta delile
mecbur eder de küçüklüğünden itibaren hatadan korur. İşte peygamberlerin
elleriyle mucize göstertmek, çalışmakla doğru yolu bulmayı kendi dilediğine
vermesi kabilindendir. Peygamberlerin kendilerine olan hidayet ise, çalışmak
değil, belki onlarda çalışmaksızın bir takım ilimler yaratmak suretiyledir. Bu
yüzden denilebilir ki: Onlara işarettir ve onun için "Onlar için."
buyurulmuştur ki mânâsı, onlar için bir imtihan olabilecek şekilde demektir. Bu
sebeble onları gözet, bak o yüzden nasıl bir meşakkat ve azaba düşeceklerdir.
Ve sabırlı ol, sana eziyet ederlerse azabı acele etme
28. ve onlara haber ver ki, su aralarında
taksim edilmiştir, yani deve ile onlar arasında "Su içme hakkı (bir gün)
onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin." (Şuarâ, 26/155) âyetinin
işaretiyle nöbetleşe taksim edilmiştir. Birgün deve içer bir gün de onlar su
alır ve hayvanlarını sularlar. Yahut devenin su içtiği günün dışında, onlar
arasında taksim edilmiştir. Her içim, huzur iledir. Fıkıhda şirb (sulama
hakkı), şefeden (kendisinin ve hayvanının içme hakkından) daha umûmidir. Yani
hem içmek, hem kullanmak ve sulamak gibi hususları içine almaktadır. Her şirb,
gerek devenin ve gerek halkın içimi, yahut gerek su ve gerek süt içimi
demektir. Deniliyor ki, halk kendi nöbetlerinde su alıyorlar, devenin nöbetinde
ise onun sütünü sağıp içiyorlardı. Demek ki bu devenin bir taraftan külfet bir
taraftan nimet olan enteresan özellikleri vardı. Bir kere su nöbeti, bütün
halkın su nöbetine eşit bir günü işgal ediyor, böylece onları tazyik eden bir
deneme oluyordu. Buna mukabil onlara çok süt veriyor ve bu yönüyle de hallerine
genişlik veren bir nimet oluyordu. Bu iki halin ikisinde de bir değil, bir çok
devenin yerini tutan büyük bir yaratık oluyordu. Söz konusu deveye
"Nâkatullah" Allah'ın devesi denilmesine, Allah'ın arzına bırakılıp
yayılmasına bakarak, Allah'ın mülkü hükmüne tâbi olan vakıf veya beytü'l-mal
(maliye hazinesi) malları gibi idare edilmiş bir cins sağmal mala benziyordu.
Nitekim bir de yavrusunun olduğu nakledilmektedir. Allah için hakkı gözetilerek
bakıldığı takdirde kendileri için pek büyük bir nimet olacak olan bu Allah
devesi, gerektirdiği sıkıntı, zahmet ve taksim nizamı gibi maslahat ahkâmı (iş
hükümleri) ile haklarında bir nevi baskı ifade eden bir imtihan ve deneme
olduğu için bu sınırlama ve sorumluluğa dayanamadılar
29. derken arkadaşlarına bağrıştılar,
şehirlerindeki "dokuz çetenin" başı olan ve Semûd'un kızılı
(Uhaymir-i Semûd) denilen Kudar b. Sâlif'e feryad ettiler. O da aldı alacağını.
Kalktı, silahını, arkadaşını veya cinayeti karşılığında alacağını aldı da
deveyi öldürdü.
Akr, bir hayvanı ayağından biçerek devirip
yıkmaktır. Bu suretle "akare" deveyi vurdu, öldürdü mânâsını ifade etmektedir.
Deniliyor ki, Sâlih (a.s) "Bari yavrusuna yetişin." dedi. O, dağa
kaçmıştı. Koştular, ancak o böğürerek anasının geldiği kayaya girdi,
yetişemediler.
30. Fakat arkasından azabım ve uyarılarım
nasıl oldu? Nasıl acı bir şekilde gerçekleşti. Salih (a.s) "Yurdunuzda üç
gün daha yaşayın. İşte O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi' diye tebliğ
etti." (Hûd, 11/65) Rivâyet edildiğine göre Sâlih (a.s) onlara:
"Yarın yüzleriniz sararacak, yarından sonra kızaracak, üçüncü gün
kararacak sonra da sabahleyin başınıza azab gelecek" dedi. Derken bu
alâmetleri görmeğe başladıklarında Sâlih (a.s.)'i de tutup öldürmek istediler.
O da Allah'ın emri ile beraberindeki müminlerle Filistin'e gidip kurtuldular.
Dördüncü gün ki bir pazar günü idi, o bölgeye azab geldiğinde, gözleri baka
baka, titreye titreye bir anda helak oldular. Nitekim onların bu durumlarını
"Bu yüzden kendilerini göre göre yıldırım çarpmıştı." (Zâriyât,
51/44) âyeti açık bir şekilde ifade etmiştir.
31. Zira biz onların üzerlerine şiddetli bir
ses salıverdik. Yani evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım
çatlar gibi gökten şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının
topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının
etrafına hususi bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek
çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının
yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de düşünülecek
mânâlar vardır.
32-33. Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek
için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre
hareket edecek olan?
34. Zira biz onların üzerlerine şiddetli bir
ses salıverdik. Yani evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım
çatlar gibi gökten şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının
topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının
etrafına hususi bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek
çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının
yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de düşünülecek
mânâlar vardır. Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen?
Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan? Lût kavmi
de uyarıları (ve uyarıcıları) yalanladı. Bu kıssanın da çeşitli yerlerde zikri
geçti, fakat sırf tekrar suretiyle değil, geçtiği her yerde hususi bir
noktasına işaret edildi. Onun için biz üzerlerine salıverdik. Çakıl, taş
yağdıran melek yahut rüzgar, üzerlerine cehennem vadisinden istif edilmiş
taşlar yağdırıyordu. Ancak Lût'un iman eden mensupları müstesnâ ki karısı hariç
olmak üzere ailesinden bir kaç kişi idi. Onları bir seher vakti, yani sabaha
yakın kurtardık. Selamete çıkardık.
35. İşte biz, iman ve itaatla nimetimize
şükreden kimseleri böyle karşılarız, böyle mükafatlandırırız.
36. Halbuki Celâlim hakkı için Lût, ötekileri
yani kavmini uyarmış ve kendilerini yakalayışımızın dehşetini de onlara haber
vermişti. Fakat onlar o uyarıları şüphe ve mücadele ile karşıladılar.
37-38. Yemin ederim ki o gelen misafirlerden
dolayı istekte bulundular. Misafirlerden murad almak, ahlaksızca harekette
bulunmak için gidip geldiler. Misafirlere baskı yapmak istediler ki bunlar, Hz.
İbrahim'e gelen elçilerdi. Onun için biz de gözlerini siliverdik. Yani
yüzlerinde izleri bile kalmayacak şekilde gözlerini kör ettik, evlerine
girdiklerinde hiç bir şey göremez oldular, nereden çıkacaklarını dahi
bilemediler de Hz. Lût onları tutup çıkarttı. "Bu suretle haydi azabımı ve
uyarılarımı tadın!" dedik.
39. "Bu suretle haydi azabımı ve
uyarılarımı tadın!" dedik. Şüphesiz sabahleyin erkenden de onları
bastırdı. Müstakirr, yani üzerlerinde karar kılmış, bertaraf edilmez, yahut
onları karargahları (kalınacak yer) olan cehenneme götürene kadar devam eden
bir azab. Haydi şimdi azabımı ve uyarılarımı tadın bakalım. Yani kendilerine
böyle diyerek bastırdı, yahut bu ifade onların hak ettikleri şeyi beyan için
temsili bir hitaptır. Bunlar zevklerine düşkün oldukları için cezalarında da
denilerek kendileriyle alay edilmiştir.
40. Bunlar gibi uyarıları yalanlayan çağdaş
kâfirler hakkında da buyuruluyor ki. "Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık
düşünmek için, fakat hani düşünen?"
Beşinci kıssa:
Meâl-i Şerifi
41. Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcı
peygamberler geldi.
42. Lakin onlar bütün âyetlerimizi
yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli bir yakalayışla yakaladık.
41-42. Bu kıssalardan hisseye gelince;
Meâl-i Şerifi
43. Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı
mı? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?
44. Yoksa "Biz birbirimize yardım eden
bir topluluğuz." mu diyorlar?
45. Her halde o topluluk bozulacak ve geriye
dönüp kaçacaklardır.
46. Bilakis kıyamet onlara vaad edilen asıl
saattir. Saat cidden çok feci ve acıdır.
47. Muhakkak ki suçlular sapıklık ve çılgınlık
içindedirler.
48. O gün yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler,
"Cehennemin dokunuşunu tadın!" (denilecek).
49. Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir
kadere göre yarattık.
50. Buyruğumuz yalnız bir tekdir, göz açıp
yumma gibidir.
51. Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep
helak ettik. Öğüt alan yok mudur?
52. İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur.
53. Küçük, büyük hepsi satır satır
yazılmıştır.
54. Takva sahipleri cennetlerde, nur
içindedirler.
55. Güçlü padişahın huzurunda doğruluk
koltuklarındadırlar.
43. Sizin kâfirleriniz, hitap, Mekke ehline,
dolayısıyla Araplar'a ve son asır insanlarınadır. Yani ey bu zaman insanları!
Sizin kâfirleriniz Onlardan hayırlı mıdır? Yani Nûh (a.s.)'un kavminden
Firavun'a kadar helakleri zikredilen kâfirlerden daha mı kuvvetli, yahut
Allah'ın azabından kurtulmaya daha mı layıktırlar? Yoksa sizin için kitaplarda
bir berâet mi vardır? Yani ahirzamanda yaşayan insanlar, ne kadar küfr ve isyan
ederlerse etsinler Allah'ın yanında ceza ve sorumlulukları yoktur diye
aklanmanıza dair semâvî kitaplarda bir açıklama mı vardır?
44. Yoksa biz yardımlaşan düzenli bir
topluluğuz, öcümüzü alır kendimizi kurtarırız mı diyorlar? Bu, son asrın
insanlarında cemiyet ve medeniyet vasıtalarının çoğalacağına ve onunla iftihar
edileceğine delalet eder.
45. Lakin o topluluk muhakkak bozulacak ve
arkalarını döneceklerdir. İbnü Ebî Hâtim, Taberânî (Evsat'da) ve İbnü Merdûye,
Ebû Huseyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: âyetini Allah Teâlâ,
peygamberine Bedir gününden önce Mekke'de iken indirdi ve Ömer b. Hattâb (r.a.)
şöyle dedi: "Ya Resulullah hangi cemiyet bozulacak?" dedim, vakta ki
Bedir günü oldu ve Kureyş topluluğu bozuldu. Resulullah'a baktım arkalarından
kılıcı çekmiş âyetini okuyordu. Bu suretle söz konusu âyetin Bedir günü için
bir mucize olduğu anlaşıldı."
46. Daha doğrusu kıyamet saati onlara vaad
edilen asıl saattır. Yani o bozgun, onların tam cezaları değil, bir başlangıçtır.
Asıl miadları yani kendilerine azabın vaad edildiği zaman kıyamet saatidir. O
saat ise daha büyük bir dâhiyedir. Dâhiye, kurtulma çaresi olmayan bela ve
musîbet demektir. Ve daha acı, daha beterdir.
47. Şüphe yok ki, suçlular -gerek öncekiler
gerek sonrakiler- sapıklık içinde, yanlış yolda helake giden şaşkınlık ve
çılgın ateşler içindedir, yahut çılgınlıklar, delilikler içindedirler.
48. O yüzleri üstü cehennem ateşi içinde
sürüklenecekleri gün, onlara denecektir ki tadın bakalım sekarın dokunuşunu, bir
ismi de sekar olan cehennemin dokunuşu, okşayışı neymiş, nasılmış? Sekar, gibi
güneş çalması denilen bir nevi yakmadır ki, rengi değiştiriverir.
Sekar, bu mânâdan alınarak cehenneme isim
yapılmıştır ki, alemiyyet ve müenneslikten dolayı gayr-i munsarıftır. Kelimenin
yabancı olduğunu söyleyenler de vardır Müddessir Sûresi'nde bu kelime,
"Sen biliyor musun, Sekar nedir? Hem bırakmaz, hem vazgeçmez, insanın
derisini kavurur, üzerinde ondokuz melek vardır." (Müddessir,
74/27,28,29,30) diye tarif edilmiştir.
49 Çünkü biz, herşeyi bir kader ile
yaratmışızdır. Herşeyin, meydana gelmeden önce ezelde, Allah'ın ilminde takdir
edilen bir kaderi, yani ilmî bir değeri vardır ki, kazasının cereyanı, fiilen
yaratılışı, o kadere göre vâki olur. Onu başkası istediği gibi yönlendiremez ve
mecbur tutamaz. Onun için suçlu, kendi keyf ve iradesine göre suçun mahiyet ve
kaderini değiştiremez. Kaderde sonucu bedbahtlık, sorumluluk ve mahkûmiyyet ile
cehenneme götürmek olan suç ve günahı, sevab ve mutluluk vesilesi yapılamaz. Onun
için suçlular suçlu olduklarından dolayı sapıklık ve azab içindedirler.
50. Kader, kulun cüz'î iradesine zıt da
değildir. Çünkü ihtiyârî fiilerin meydana gelmesi için cüz'i irade dahi kaderin
içinde yer almaktadır. O yaratma ve fiilin nasıl olduğuna yani kaderin kaza ile
cereyan etmesine gelince bizim emrimiz de, yani işimiz yahut herhangi bir şeyi
yaratmak için verdiğimiz emir de başka değil ancak birdir. Bir kelimeden veya
bir bakıştan ibarettir. Gözle bir bakış gibi, gözle seri bir bakış ânı, yani bir
şuur ânı gibi ki, "Onun işi, bir şey yaratmak istediği vakit sadece
"ol" demektir ve o şey derhal oluverir." (Yâsin, 36/82)
buyrulduğu üzere bir "kün" emrinden ibarettir. Hakikatte tam sebeb,
bu "kün" emridir. Sebeb, meydana gelince, yani "kün" emri
vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır. Onun için o
cemiyetler nasıl bozulacak, o saat nasıl olacak, suçlular o takdire nasıl
sürüklenecek diye tereddüde mahal de yoktur. "Ol" deyince hepsi olur.
51. Hem benzerlerinizi hep helak etmişizdir,
düşünseniz siz de gitmek üzere bulunduğunuzu anlarsınız. Fakat hani düşünen?
Denilebilir ki, dünyadan kötüler de gidiyor, iyiler de, fâniliği ve helaki
düşünmekten ne çıkar?
52. Bu gibi mukadder soruları çözmek üzere
buyuruluyor ki, bununla beraber işledikleri her şey, kitaplarda yazılıdır. Yani
kendileri helak olup gitmekle beraber iyi ve kötü bütün fiileri kitaplarına,
amel defterlerine yazılıdır.
53. Küçük büyük hepsi satra geçmiştir,
yazılmıştır. Demek ki insanın helak olduktan sonra da bir istikbâli vardır. Ve
istikbâlin hakikatı, dünyada yaptığı işlerin bir özetidir. Hak Teâlâ'nın
yanında mizana (ölçüye) konacak olan ancak odur. Ona göre haşrolunacaktır
(diriltilip toplanacaktır). Helak olduktan sonra gerçeğin böyle olacağını
düşünen bir kimse ise elbette defterini küfür ve suç ile kirletmez.
54. Zira şüphesiz müttakiler, küfür ve
isyandan korunanlar cennetlerde ve nur cereyanı içindedir. Burada neher'in
"nehr" gibi ırmak mânâsına ifade ettiği ilk olarak akla gelirse de,
nehar maddesinden nur ve aydınlık mânâsına olması daha güzeldir.
55. Sıdk mak'adında, yani sıdk meclisi,
doğruluk sandalyesi, ya da doğru kimselere mahsus olan, yalan söylenmesi ve
ortadan yok olması ihtimali olmayan sabit bir makam ve mevkide gayet iktidarlı,
yani kudretinin sonu olmayan bir kralın: Pek büyük mülk sahibi bir şahlar
şâhının yüce huzurunda ki o, Allah Teâlâ'dır. "Melik" ve
"Muktedir" isimlerinde bulunan tenvin, azamet (büyüklük) içindir.
Denilmiştir ki, Allah Teâlâ burada, yüce huzuru yakınlığı üstü kapalı, muktedir
kelimesini nekre (belirsiz) olarak zikretmekle, mülk ve kudretinin hakikatini
akılların idrak edemiyeceğine ve onun yüce huzuruna yakınlığın, "Gözlerin
görmediği ve kulakların işitmediği." kabilinden tarif ve beyana sığmayacak
gayet büyük bir saadet ve keramet olduğuna işaret buyurmuştur. Âlûsî der ki:
"Bazı eserlerde zikredildiğine göre duanın kabul olmasında bu iki yüce
ismin keyfiyeti büyüktür." İbn Ebî Şeybe Saîd b. Müsseyyeb'den şöyle
dediğini nakletmiştir: "Mescide girdim, sabah oldu zannediyordum. Meğerse
uzun bir geceymiş. Benden başka kimse de yoktu. Uyumuşum, arkamdan bir hareket
işittim, korktum. Ey kalbi korku dolan, korkma da: "Allah'ım şüphesiz sen,
kudretli bir meliksin ne istersen o olur." de, "sonra da gönlüne ne
doğarsa iste" dedi, ondan sonra Allah Teâlâ'dan ne istedimse kabul etti.
Bu duanın tamamı şöyledir: "Ey Allah'ım sen kudretli bir meliksin, ne
istersen o olur. Şu anda içinde bulunduğum durumda beni başarılı kıl. Dünya ve
ahirette bana mutluluk ver. Hayat ve ölüm fitnesinden beni koru ve korktuğumuz
şeylerden bizi emin eyle, ey gizli, lütufta bulunan Allah'ım! Allah'ın rahmeti
Seyyidimiz Muhammed üzerine, ailesine ve ashabına olsun. Hamd, alemlerin Rabbi
Allah'adır."
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Kamer Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.