Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Kalem Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
68-KALEM:
Nûn vakıf halinde sakin okunur. Üzerinde
durulmayıp geçilmesi halinde, kırâetlerin çoğunda izhar ile, bazısında da
gunneli veya gunnesiz idğam ile okunur. Ta ilk de geçtiği üzere, bizim için
lügat yönüyle olmasa bile mânâ itibariyle müteşabih âyetlerdendir. Bunun görünüşü
gibi hecâ harflerinden bildiğimiz "nun" harfi olmasıdır ki Rahman,
Kur'ân isimlerinin sonunda olduğu gibi gunneli bir sestir. Bir nokta ile bir
hokka ve çanak gibi daireyi andırır bir şekilde yazılır. İsmi de, başı ve sonu
bir olan lafzıdır. Harf denilen sesler içinde en titreşimli ses olması ve
yaratılış kitabının düzeninde derece derece tek ve basit şeylerden bileşimler
dizilerek baştan sona hakkın varlığını gösteren âyetler satıra konmuş olduğu
gibi, fikir ve konuşmada ve kalemle yazıda da cümlelerin kelimelerden,
kelimelerin harflerden dizilmesi nedeniyle ya özel olarak bir şeyi zikredip
hepsini kasdetme türünden bütün hecâ harflerine işaret olarak veya beşer
iniltisini ve yaratılış tınlamasını en fazla temsil eden bir ses yahut bize
göre bir merkeze bakan yarım küre şeklinde görünen âlemin yer ve göğü ile suret
ve mânâsını veya kalemle yazı yazılan bir hokka ile mürekkebini andırır bir
şekilde yazılan harfinin özellikle kendisini göstererek fıtratta söz ve yazının
kaynak ve gayesine bir işaret ve bunlara yemin ile dilin ve yazının ve yazı
yazanların kıymetine dikkat çekerek meydan okuma ve çağrı ifade eder bir
harftir. Ki zihinleri bir noktada derinlere götürerek indirilmiş kitaptan
yaratılış kitabına ve varlığın başlangıcına kadar bütün harfleri düşündürebilir.
Böyle olması aynı zamanda sûrenin ismi olmasına da engel değildir.
"Nûn" diye okunurken ismi değil de müsemmâsının kastedildiğine dikkat
çekmek için yazılmış ve sonuna hareke verilmeyip durularak okunmuştur. Harfin
üzerinde bu şekilde durmakla önceki sûrenin sonundaki i kaybetmiş olanların
inlemeleri ancak bir akarsu gibi hayat mayası olmak üzere Rahman tarafından
inen Kur'ân ile dinlendirilebileceğine ve kalemlerin onun için çalışması
gerektiğine de insana zevk veren bir işaret vardır. Kısacası burada asıl
kastedilen mânâ ne olursa olsun, her şeyden önce bunun, bildiğimiz
"nûn" harfi olduğu açıktır. Birçok tefsircinin tercih ettiği görüş de
budur. Bu itibarla bu kelimenin lafzında bulunan müteşabihlik bir dereceye
kadar giderilmiş demek ise de, kelimenin mânâsında bulunan müteşabihlik devam
etmektedir. Bununla beraber Arapça'da "nûn" isminin, bu harften başka
olarak Hz. Yunus'a "Zünnûn" denilmesinde olduğu gibi hût, yani
"balık" mânâsına; kezâ yazı hokkası "divit" mânâsına ve
daha bazı mânâlara geldiği de söylenir. Bu münasebetle burada şu rivâyetler de
nakledilir:
1. Bazıları demiştir ki: büyük balıktır ki
yerler onun üzerindedir ve buna Yehmut denilir. İbnü Cerir, İbnü Abbas'tan bu
hususta şunları rivayet eder:
Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. O
yaratılınca bütün olacaklar oldu. Sonra buhar yükseltildi, ondan gökler
yaratıldı. Sonra yaratıldı. Yer o Nûn'un sırtına döşendi, sonra arz hareket
etti, derken iyice çalkandı, onun üzerine dağlarla sabitleştirildi. Onun için
dağlar yere karşı böbürlenirler. İbnü Abbas böyle dedi ve âyetlerini okudu.
Diğer bir rivayet de şöyledir: Rabbimin ilk
yarattığı şey kalemdir. Ona "yaz" dedi o da kıyamete kadar olacakları
yazdı. Sonra su üzerinde Nûn'u yarattı. Sonra onun üzerine yer kabuğunu örttü.
Alûsî, bunu Ziya'nın el-Muhtâre'de ve Hâkim'in sahih diye ve daha bazılarının
İbnü Abbas'tan rivayet eyledikleri bir hadis olmak üzere şöyle nakletmiştir:
"Yüce Allah Nun'u yarattı. Sonra onun üzerine arz yayılıp döşendi. Bu
nedenle Nûn deprendi. Bu sebeple arz meyledip kımıldadı. Bu suretle dağlar
oturtulup yer onlarla sabitleştirildi. İbnü Abbas daha sonra âyetlerini
okudu".
Görülüyor ki bu rivayetlerde hep Nûn ismi
kullanılmış, Hût denilmemiştir. Fakat Mücahid'den gelen bir rivayette buna
"arzın veya arzların üzerinde bulunduğu hut denilmiş olduğundan
"balık" diye yayılmıştır. Bunun bizim bildiğimiz balık olmadığı açık
olduğu halde bundan birçok yanlış mânâlar çıkarılmıştır. Fakat dikkatle
okununca bunlar bize şunu anlatmış oluyor: Başlangıçta "Kalem-i a'lâ (yüce
kalem) denilen ve ezeli takdirde kıyamete kadar olacak şeylerin bir projesini
yazan ruhânî bir ilk unsur, bir kuvvet yaratılmıştır ki buna birçokları akl-ı
evvel (ilk akıl) veya Muhammedî nûr demişlerdir. Sonra madde yaratılmıştır.
Buna cevher dahi denilmiştir. Sonra bir su buharı gibi gaz halindeki maddeden
gök cisimleri yaratılmış, sonra bunlardan sıvı halinde arzın maddesi ayrılmış
ki fezâ dediğimiz uzay okyanusunda yüzen bu maddeye, küreye benzer şekilde
olduğu anlatılmak üzere Nûn veya Hût ismi verilmiştir. Yer küresinin böyle
başlangıçta gök maddesinden ayrılacak yaratılmış olup buharlarla kuşatılan sıvı
halindeki havada yüzmekte olan yuvarlak maddesi üzerinde sonra yer kabuğu
dediğimiz toprak ve taş gibi cansız varlıklar tabakası yaratılmaya başlamış ve
bu taraftan o Nûn maddesinin üzerine bir kabuk halinde yayılıp döşenmiş ve bu
suretle arz meydana gelmiştir. Fakat her taraftan böyle sarılmış olan o Nûn
evvelkisi gibi nefes alamıyarak nefesi tıkanmış bir balık gibi hareket edip
deprenmeye başladığından, bu sebeple yerin hareketi yani depremler meydana
gelmeğe ve bundan da yeryüzü çalkalanıp yarılarak volkanlar çıkmaya başlamış,
bu sebeple de etrafına saçılan yer dalgaları da bastırıla bastırıla dağlar
yaratılmış ve surette dağlar oturdukça arz zamanla yoğunluk ve sağlamlık
kazanarak sabitleşip üzerinde durulabilecek bir hale gelmiştir.
Kur'ân'da dağlara "evtâd", yani
"Arz'ın çivileri" denilmesi de bu mânâ ile açıklanmıştır. Dağların
oluşumunun bu suretle yer üzerinde hayat için büyük yararları olmuştur. Bu
sebeple dağların yere karşı böbürlenerek yukardan bakmaya hakları vardır.
Bununla beraber bundan sonra yerin hareketi ve "hast" denilen volkan
olayları hiç olmuyor değil zaman zaman nice yer sarsıntıları olmakta ve nice
sivrilen dağlar yıkılıp yerin altından yeni dağlar, tepeler yaratılmaktadır.
Fakat bunlar arasıra ve ilk çağlara oranla pek az derecede olduğundan, genel
görünüşü ile arzın, üzerinde oturulabilir hale gelmiş olmasına bir engel teşkil
etmemektedir. Bir gün olup da, Hâkka sûresi'nde geleceği gibi, yer altından
büyük bir fışkırma ile yerin ve dağların bir anda un gibi dağılıp saçılmış bir
toz haline getirilivermesi de her gün olması beklenen bir olaydır. Şimdiki
halde meydana gelmekte olan yer sarsıntıları, yer çökmeleri, volkanlar dahi
demek ki hep yerin altındaki o Nun'un Allah'ın emrine uyarak deprenmesiyle
meydana gelmektedir. Yarılan yerler, fışkıran volkanlar, yeniden meydana gelen
çukurlar, tepeler, ovalar hep o yüce Kalem'in çizdiği çizgiler, yazdığı
yazılardır. Şimdi şunu itiraf etmek gerekir ki, zamanımızda yerin şekillenmesi
ve dağların oluşumu ve yer sarsıntılarının meydana gelmesi hakkında fen adına
arzın tabakaları ile ilgili bilgilerden edinilebilen kanaatlerin özü de, bu
rivayetlerin ifade ettiği mânâlardan başka bir şey değildir. Böyle iken
birçokları, "arzın altında balık mı olurmuş" diye güler; birçokları
da, "arzın altındaki gazların sıkışmasından, hareketinden, yerin üzerinde
zelzele mi olurmuş" diye güler. İki taraf da birbirinin dediğini düşünüp
anlamıyarak karşısındakine cahil veya kâfir demeye kadar işi götürür. Halbuki
iki taraf da bunun Allah'ın emriyle olduğunu unutup cahillik etmektedir. İşte
arzın içindeki asıl küreyi, merkezi oluşturan o Nûn'a bazı tefsirler
"Hût-i A'zam" yani "Büyük Hût" ve "Yehmut" demişlerdir.
Bunu "bâ" harfi ile, "mübhem" kökünden okuyanlar olmuş ise
de "Kâdı hâşiler"inde iki noktalı "yâ"nın üstünü ve
"hâ"nın sükûnu ile "yehmût" şeklinde okunacağı açıkça ifade
edilmiştir. Bununla beraber "hâ"nın üstünüyle "melekût" ve
"ceberût" kalıplarında bir mübâlağa kipi olması da açık
görünmektedir.
YEHEM, delilik; EYHEMAN, "iki
saldırıcı" demektir. Bedeviler, sel ile adama saldıran kızgın esirik
deveye; şehirliler de, sel ile yangına "ey heman" derler.
YEHMA, "Sahrâ " kalıbında, ucu
bucağı bulunmayan çöle, bir de asla bolluğu ve rahatlığı bulunmayan şiddetli
kıtlık senesine denir. Bundan türetilen mübâlağa kipiyle "yehemût";
bir mânâ ile volkana, bir mânâ ile uzaya denilebileceği gibi son mânâ ile de
yerin, başlangıçta açık iken sonra kabuğunun yaratılmasıyle altında merkezine
kadar hapis kalıp sıkışmış ve bir delik buldukça fışkırmaya hazır olmak üzere
deprenmesini saklamakta bulunmuş olan iç kısmına; şiddet ve dehşeti göz önünde
bulundurularak "yehemût" ıztırabı ve çalkantısı itibariyle
"Hût", iniltisi veya merkezi etrafında dönmesine bakılarak da
"Nûn" denilmiş demek olur. İşte bazı tefsirciler bu anlatılan
rivayetlere dayanarak buradaki "nûn"un, hût yani balık mânâsına olarak,
burada anlattığımız "yehemut"a yemin olduğu kanaatine varmışlardır.
Bir kısım tefsirciler de, sûrede "Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık
sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o kızgın bir halde Rabb'ine nidâ etmişti."
buyrulmuş olması ve bu âyetteki tan maksadın, Enbiya sûresinde geçen "Zünnûn
olan Yunus'u da hatırla, O, bir zaman kızarak kavmini bırakıp gitmişti. Bizim
kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı da karanlıklar içinde niyaz
etmişti." (Enbiyâ, 21/87) âyeti gereği Zü'n-Nûn (yani Nûn'un sahibi) olan
Hz. Yunus olduğuna ve Saffât suresinde "Kınanmış bir halde iken balık onu
yutmuştu." (Saffât, 37/142) buyrulmasına dayanarak, bu ipuçları sayesinde,
"burada Nûn, karanlıkları içinde Hz. Yunus'un hapsedildiği bâlıktır."
görüşüne varmışlardır.
2. Yine İbnü Abbas'tan rivayet edilen ve
Dahhak, Hasen ve Katade'nin tercihi olan görüşe dayanarak, bazıları da,
"burada nûn, devat yani yazı hokkası demek olan divittir"
demişlerdir. Nûn'un bu mânâya geldiğine İbnü Atiyye ve Râzi, bir şairin şu
beytini şahit getirmişlerdir:
Buna göre, hokka ile kaleme yemin edilmiş
demek olur. Çünkü yazı bunlarla yazılır. Konuşma gibi, kitap ve yazının da önem
ve faydası pek büyüktür. Bununla birlikte bu mânâ yalnız Kalem'e yeminden de
anlaşılır.
3. Nûr'dan bir levhadır denilmiştir ve Muaviye
b. Kurre'nin, bunu bir merfu hadis olarak naklettiği söylenmiştir. Bu mânâ;
ufukta göğün çizdiği yay içinde bir nokta gibi bulunan güneşin veya yerin bir
şekli çizmesinden alınmış olabilir.
4. Yine İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine
göre, nûn, kelimesini oluşturan harflerin sonuncusudur.
5. Cafer-i Sadık Hazretlerinden: Cennet
nehirlerinden bir nehirdir. Bunlardan başka Kamus'ta anlatıldığı gibi nûn,
hokka ve balık mânâsına geldiği gibi, "Şefretü's-Seyf", yani kılıcın
ağzına da denir ve Arapların balık şeklinde bulunan bir kılıçlarının da adıdır.
Doğru söze, keza küçük çocuğun çenesindeki çukura "nûne" denir. Bu
"nûne" kelimesinin sonundaki "tâ" teklik için olduğundan,
cins kastedildiğinde "nûn" denilmesi gerekir. Şu halde nûn, cins isim
olarak 'in, kılıç ve kaleme yemin olması ihtimali de vardır. Fakat burada
bununla ilgili bir rivayet gelmemiştir. Keşşâf yazarı şöyle der: "Maksat,
noktalı harflerden olan bu harfidir. Divit demelerine gelince, kelimenin bu
mânâda kullanılması lugat bakımından mı, yoksa şer'î bakımdan mı, bilemem.
Burada divitin ismi olduğu takdirde ya cins isim, ya özel isim olur. Eğer cins
isim ise, i'rab ve tenvin nerede? Eğer özel isim ise, yine i'rab nerede?
Hangisi olsa, söz söylenirken bir yeri olması gerekir. Eğer "burada nûn,
üzerine yemin edilen şeydir" dersek, cins isim olduğu takdirde, yeminden
dolayı sonunun cer ve tenvinle okunması gerekir. O zaman yemin, bilinmeyen ve
tanınmayan bir divite yapılmış ve sanki denilmiş olur. Özel isim olduğu
takdirde de, bunu, yerine göre her türlü harekeyi alabilen bir kelime yaparak
mecrur okumak veya özel isimlik ve dişilikten dolayı gayr-ı munsarif yaparak
sonunu üstün okumak gerekirdi. Aynı şekilde bunu "hût" ile tefsir
etmek de böyledir. O zaman ya balıklardan herhangi bir balık kastedilmiş olacak,
yahut da, iddia ve zannettikleri "Yehmût"e özel isim olacak. Nûrdan
veya altından bir levha, yahut "cennette bir nehir" diye tefsir de
böyledir. Kısacası, bu kelimenin çeşitli durumlara göre sonu değişik şekillerde
okunamadığı için, bundan maksadın isim değil, harfin kendisi olduğu ortaya
çıkar.
Ebu Hayyân da şöyle der: hece harflerinden ve
gibi bir harftir. Sonunun harekesini etkileyen bir etken olmadan diğerleri ile
beraber gelen bazı harfler gibi, sonunun harekesi değişmeyen bir kelimedir.
Sonunun değil de cümle içinde bulunduğu yerin irab aldığına hükmedilir. Bunun,
"Büyük Hût" un ismi olduğuna dari İbnü Abbas ve Mücahid'den; divit
ismi olduğuna dair yine İbnü Abbas, Hasen, Katâde ve Dahhâk'ten; nûrdan bir
levha olduğuna dair merfu olarak Muaviye b. Kurre'den, er-Rahman kelimesinin
son harfi olduğuna dair yine İbnü Abbas'tan ve cennet nehirlerinden bir nehir
olduğuna dair Cafer-i Sadık'tan yapılan rivayetlerden hiçbiri sahih olmasa
gerektir. Ebu Nasr Abdurrahim Kuşeyri de tefsirinde: hece harflerinden bir
harftir. Tam bir kelime olsaydı, Kalem gibi, sonundaki hareke, duruma göre
değişirdi. Demek ki, diğer sûrelerin başındakiler gibi bir hecâ harfidir"
demiştir.
Bizim bütün bunlardan vardığımız sonuç şudur:
Evet, yazılış şeklini ve lâfzını göz önünde bulundurur ve bu noktadan hareket
edersek, burada sade bir hecâ harfidir. diye ismiyle okunuşu da
"elif," "be" gibi sayma tarzında olduğu şüphesiz. Bunun
asıl hükmü de meydan okuma ile ilimde derinleşenleri imtihandır. Lakin böyle
olması sûrenin ismi olmasına engel olmayacağı gibi aklın yol göstermesiyle
birçok anlamlara gelebilecek müteşabih bir simge olmasına da engel değil;
aksine bunu gerektiricidir. Bundan dolayı "nûn" lafzının zihinleri
sürükleyebileceği olası mânâlardan birini "maksat budur" diyerek,
yalnız o anlama geldiğini söylemeye kalkışmak doğru olmaz. Bununla beraber
dilde az çok bilinen mânâlardan bazıları hakkında gelen ve rivayetçe pek zayıf
olmadığı gibi, akıl açısından da anlayabilenler için mantıksız değil, aksine
yararlı nüktelere işaret eden rivayetleri, doğru mânâlar taşıdığı halde
yalanlamaya kalkışmak doğruluğa uygun düşmez. Zira İbnü Abbas'tan gelen
rivayetlerin birkaç tane olması gösteriyor ki, İbnü Abbas bunları ayrı birer
izah tarzı olmak üzere söylemiş ve her birinde bir fayda açıklamıştır. Hem
Kalem'le ilgili "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." fıkrası ve şu
durumda "nûn" sesinden hatıra gelebilen ve özel önemi bulunan her
anlam burada zihinden geçirilmek ve fakat Allah'ın maksadı bunlardan birisi mi,
yoksa daha başka bir şey mi olduğu belirlenmeyerek bunun, insan oğlunun
güçsüzlüğünü tanıtmak üzere anlam bakımından, müteşabih âyetlerden olduğuna
karar verip "Onun tevilini ancak Allah bilir." demek en uygun hareket
olur. Gerçi lâfzın gösterdiği mânâ noktasından hareketle, ilk evvel yazıldığı
gibi hecâ harflerinden olan harfini anlamak, anlatılan okunuşa göre, kesin
demektir. Fakat burada bu kadarı müteşabihliği gidermek için yeterli değildir.
"Bu vav, yemin içindir", demeye benzemez. Çünkü bu durumda da kelâmın
meydana getirilmesi için harfiyle kalemin ve yazının ilgisini takdir edebilmek
üzere akla ve zevke hitap eden birtakım ilgilerin düşünülmesi gerekir. İşte o
zaman bu harfin yalnız bir simge olmak üzere söylenmiş bulunduğu ortaya çıkar.
Bundan ise yine simge tarzında mümkün olabilen diğer ihtimalleri düşünmeye
dalmak zorunlu olur. Bundan dolayıdır ki, bu kelimenin müteşabih olduğu gerçeği
ortaya çıkar. Biz de bunun için diğer sûre başlarında bulunan bu tür harflerde
olduğu gibi, bunun da müteşabih âyetlerden olduğunu açıklayarak söze başladık
ki, bu hem selefin takip ettiği yola uygun, hem de "hecâ harflerinden bir
harftir" diye kestirip atanların gözettikleri meydan okuma maksadına
uygundur. Şu halde bir yemin mânâsı içeriyor mu, içermiyor mu, kestirilemez.
Yemin takdir edilirse deki vâv, daki gibi atf (bağlaç) değilse yemin için olur.
Bu Kalem nedir? Tefsirciler burada iki izah tarzı söylemişlerdir. Birisi
"lâm"ın sözü geçen, bilinen bir şeyi ifade etmesi; birisi de cins
için olmasına göredir. İbnü Cerir der ki: "Kalem, bilinen kalemdir. Şu kadar
ki, Rabbimizin kalemler içinde yemin ettiği kalem, yüce Allah'ın yarattığı ve
kendisine emir verdiği kalemdir. O kalem de bu emir üzerine, kıyamete kadar
olacak şeyleri yazmıştır. Bana Muhammed b. Salih Enmati, ona Abbad b. Avvâm,
ona da Abdulvahid b. Selim rivayet etmiştir. Abdulvahid dedi ki: Ata'yı
dinledim, şöyle diyordu: Ubâde b. Samit'in oğlu Velid'e, "Baban vefat
ederken ne vasiyet etti?" diye sordum. Şöyle cevap verdi: Babam beni
çağırdı, ey oğulcuğum! dedi. Allah'a karşı takva sahibi olarak korun. Haberin
olsun ki sen, Allah'ın birliğine; iyi ve kötü kadere iman etmedikçe Allah'a
karşı takvalı olamaz ve ilme eremezsin. Ben, Allah Resulü (s.a.v)'nü dinledim
şöyle diyordu: "Haberiniz olsun ki, Allah ilk yarattığında kalemi yarattı
da, ona "yaz" dedi. Kalem: "Ey rabbim! Ne yazayım ki? dedi.
Allah: "Kaderi yaz" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: İşte o
anda kalem olmuş ve sonsuza kadar olacak şeyleri yazdı." Mücahid'den gelen
bir rivayet de şöyledir: "kendisiyle zikir yazılandır". Demek ki, üzerine
yemin edilen kalem, şer'an bilinen kalemdir ki, o da Levh-i Mahfuz'u yazan
kalem, yahut Kur'ân yazılan kalemdir. Bununla beraber bunu, de olduğu gibi
kalem cinsine yorumlayanlar da vardır. Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah, kalemin
şanının yüceliğini göstermek için kaleme yemin etti. Çünkü onun yaratılıp
düzlenmesinde büyük bir hikmete işaret vardır. Ve çünkü onda anlatılamayacak
kadar çok fayda ve yararlar vardır. İbnü Atiyye de şöyle der: Nun'a
"Behmût" diyenler, kalemi, yüce Allah'ın yaratıp olmuş olacak her
şeyi yazmasını emrettiği kaleme yorumladılar. deki zamirin de, meleklerin
yerini tuttuğunu söylediler. Ona "isimdir" diyenler de, onu,
"insanların ellerinde kullanılan ve bilinen kalem" şeklinde
yorumladılar. İbnü Abbas bunu rivayet etmiş ve deki zamiri de,
"insanlar"a göndermiştir. Bu durumda yemin, bunların hepsine yani
yazı işine yapılmış olur ki "bu yazı işi bütün ilimlerin ve dünya ve
ahiret işlerinin direğidir. Çünkü kalem, dilin kardeşi ve Allah tarafından
verilen genel bir nimettir."
İmam Râzi de şöyle der: "Vel-Kalem"
hakkında iki görüş vardır. Birisi budur ki, yemin edilen kalem, gerek gökte
bulunanın, gerek yerde bulunanın yazdığı kalemin hepsini içine alan cins
ismidir. Yüce Allah mantığı ihsan etmekle "İnsanı yarattı, ona beyanı
öğretti." (Rahmân, 55/3-4) diye minnet buyurduğu gibi "Rabb'in en
büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle öğretti. İnsana bilmediğini
öğretti" (Alâk, 96/3-5) diye kalem ile yazmayı ihsan etmesiyle de minnet
buyurmuştur. Bununla faydalanmanın izah ve yorumu şudur : Kalem üçüncü şahsı
ikinci şahıs yerine koyar. Bu sebeple insan dil ile yakınına anlatabildiği
istek ve maksadını kalem ile uzağa da anlatabilir. İkincisi, üzerine yemin
edilen kalem "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." diye hadiste
bildirilen daha evvel sözü edilen kalemdir. Yüce Allah bunu evvela yaratmış,
sonra da onu kıyamete kadar olacakları yazdırmış, saat gelene kadar olacağı,
bütün ecelleri, amelleri yazar, bu kalem, uzunluğu gök ile yer arası kadar
nûrdan bir kalemdir. Kâdi, (herhalde bu, Kâdı Ebu Bekr Bâkıllânî olmalı)
demiştir ki: Bu haberi mecazi mânâda almak gerekir. Çünkü yazı için özel bir
alet olan kalem, kendisine emir verilecek veya yasak konulacak canlı ve akıllı
bir varlık değildir. Onun yükümlü bir canlı olmasıyla, bir yazı âleti olması,
birlikte düşünülebilecek bir şey değildir. Belki maksat "ona bütün
olacakları yazdırdı" demektir. Bu tıpkı "Bir şeyi yaratmak istedi mi,
ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir" (Bakara, 2/117) sözü
gibidir. Çünkü bunda ne bir emir, ne de bir yükümlülük yoktur. Belki takdir
edilende, itiraz etmeden ve karşı koymadan sadece kudretin yerine getirilmesi
vardır. Yine Râzi der ki: İnsanlardan bazıları da şu zan ve iddiada
bulunmuştur: "Burada adı geçen kalem, akıldır. Ve o, bütün yaratılanların
aslı gibi bir şeydir." Ve buna şunu delil göstermişlerdir. Zira haberlerde
rivayet edilmiştir ki "Allah'ın ilk yarattığı kalem" dir. Diğer bir
haberde de "Allah'ın ilk yarattığı akıl" dır. Diğer bir haberde ise,
"Allah'ın ilk yarattığı şey, bir cevherdir ki yüce Allah ona heybetle
baktı, o eridi ve sıcaklık yaydı. Ondan bir duman ve köpük çıktı. Dumandan
gökler, köpükten yer yaratıldı" buyrulmuştur. Bu haberlerin hepsi birden
gösteriyor ki, kalem, akıl ve yaratılmışların aslı olan o cevher hepsi aynı
şeydir. Yoksa haberler arasında zıtlık olurdu."
Kâdı Beydâvî de bunları şöyle özetler:
"Vel-Kalem", Levh'i yazan veya kendisiyle yazılandır. Ona yemin
edildi. Çünkü faydaları çoktur."
Celâleyn Tefsiri'nde de şöyle denir:
"Kalem, bütün olanların Levh-i Mahfuz'da yazıldığı şeydir." Bunu,
kalem cinsinin tanıtımı olarak anlamak mümkün ise de, Süyuti'nin maksadı, bunun
daha önce sözü edilen, bilinen kalem olmasıdır.
Bütün bunları gözden geçirdikten sonra biz de
bu kanâate geliyoruz: Bilindiği gibi, daha önce kendisinden söz edildiği için,
sonradan başına belirlilik takısı olan in getirildiği isimler de, cins isim
cümlesindendir. "Kalemle öğretti" kriterine göre, kendisiyle insana
ilim öğretilen kalem cinsinin bildiğimiz ve insanların kullandığı kalem olduğu
açıktır. İnsan kalemi de Allah'ın yaratmasıyla olmuştur. Bu da ilk
yaratıldığından beri olmuş ve olacak ve hatta sonsuza kadar olacakları ve
söyleneni ve düşünüleni mümkün olduğu kadar yazmaktadır. Şüphe yok ki, gerek
hakikat gerek mecaz, her ne mânâ ile olursa olsun, kaleme yemin edilince,
bundan bir tek bilinen kalem dahi kastedilse, yine kalem cinsinin ve
dolayısıyle insan kaleminin de bir şeref ve değeri anlaşılmış olur. Eğer bu
yeminin cevabında, kendisine hitap edilen kişi özellikle Hz. Peygamber'in
kendisi olmasaydı da hitap genel olsaydı, burada "O, kalemi öğretti.
İnsana bilmediğini öğretti." (Alak,96/4-5) gibi, insan kaleminin
kastedildiği açık olurdu. Çünkü bütün insanlığın bizzat kullanmak suretiyle
bilebildiği kalem o olurdu. Daha önce sözü geçen kalem olması kastedildiği
takdirde de bunlardan biri veya bir kısmı olurdu. Bununla beraber bundan mecaz
olarak, insan kaleminin bereket kaynağı olan yaratılış kaleminin kastedilmiş
olması ihtimali de bulunurdu. Fakat burada hitap özellikle ilâhî nimete
kavuşturularak hakkında, "Muhakkak ki sen büyük bir ahlâk üzeresin."
buyrulan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in zatına ait olması ve bu yüce ahlâk kavramının
içine "Sen Kur'ân'dan önce ne bir kitap okuyor, ne de elinle
yazıyordun." (Ankebut, 29/48) ve ayrıca "Sen önceleri, kitap nedir, iman
nedir, bilmezdin." (Şûrâ, 42/52) âyetlerinin ifade ettiği mânâlar da dahil
olmakla, nimetin ve Hz. Peygamber'in sahip olduğu ahlâkın yüceliği insan
kaleminden değil, doğrudan doğruya "yaratılış kalemi"nden meydana
gelmiş, bundan önce de ilâhî mülkün büyüklük ve oluşundan söz edilmiş bulunması
sebebiyle burada Peygambere yemin olunan kalemden maksat, ona bildirilmiş ve
önceden bilinmiş olan "yaratılış kalemi" veya "ilk kalem"
veya "yüce kalem" denilen ilâhî kalem olması gerekir. Bundan dolayı
biz bu hususta en güzel açıklama biçimini İbnü Cerir'in rivayeti ile
Celâleyn'in özetlenmesinde buluyoruz. Bunu usûl ilmi diliyle ifade edecek
olursak şöyle dememiz gerekir: Bu de kalem, metnin ibaresiyle "ilâhî
kalem" mânâsına; işaret yoluyla da "insan kalemi" mânâsına
gelmektedir. Buna cins isim diyenlerin maksadı da Râzî'nin uyarısına göre,
gerek hakikat gerek mecaz "Kendisine kalem denilen şey" mânâsına bu
ikisinden daha geneldir. Yalnız, metnin ibaresi veya işareti ile gösterdiği
mânâ ile zahirî yani görünen mânânın arasını ayırmamışlardır. Sonra şunu da
unutmamak gerekir ki, bu deki elif-lâm'ın, cinsin bütün fertlerini kapsamayı
sağlamak için söylenmiş olduğu görüşünde olan yoktur. Yani kalem cinsinin her
ferdine de yemin edilmiş değildir. Dolayısıyle kaleme yemin edilmekle kalem
cinsi, cins olarak yüceltilmiş olmakla beraber, her bir kalem ayrı ayrı
yüceltilmiş değildir. Zira hakkı geçersiz kılma veya Allah'ın kullarına zarar
verme yolunda şeytanlık ve ahlâksızlık veya beyinsizlikle fitne ve bozgunculuk
vadilerinde yazı yazan yalancı ve delice kalemler yüceltilmeye layık değildir.
Onlar da birer kalem olmaları nedeniyle önemli iseler de, hak ve hayır yönüyle
değil, kötülük ve zarar yönüyledir. Bundan dolayı burada bu yeminin arkasından
Hz. Peygamber'de delilik ve fitnenin bulunmadığı, ilâhî nimetin, anlayış ve
ahlâkın, ecrin büyüklüğü açıklanarak ve ahlâksız ve yalancılar yerilerek o yöne
de dikkat çekilecektir. Bu da gösterir ki, kalemden maksat, ilâhî kalem, hak
kalemdir. O halde anlam şu olur: "Nûn" denilen başlangıç üzerinde bir
an dur, dinle. Yemin ederim ona ve o bildiğin hak kaleme, ve yazanların satıra
dizip yazdıklarına ve yazacaklarına ki ey Muhammed! Burada da dikkat edilecek
önemli bir nükte vardır. Erkek kişiler için kullanılan düzenli bir çoğul kelimedir.
Bu çoğul, akıl sahibi olanlara özgü bir çoğuldur. Kalem tekil olarak söylendiği
halde, yazış ve yazılanlar ona nisbet edilmeyip, daha önce hiç anılmamış akıl
sahibi çoğul kişilere nisbet edilmiştir. Bu ise şunu anlatmış olur: Yazı yazan
asıl kalem değil, onun arkasında göze görünmeyen bir akıl ve anlayış sahibidir.
Onun için gördüğümüz kalemler, yazıları oranında daima arkalarında gizli olup
da onları işleten bir akıl âlemindeki anlayışlı sahiplerini yani kendilerini
tutanları gösterirler ki, gerçekte o kalemle o yazıları satıra dizip yazan
onlardır. Kalemden maksat da kendisi değil, o yazdıklarıdır. , deki atıf
(bağlaç) görevini yapan vav gibi bir alettir. Bu suretle burada vâv, daha önce
geçen kalemi daha sonra gelen kelimeye bağlayarak, yemin, kalem ve kalemin
yazıları ile onun sahibi olan akıl sahibi kişileri göstermek üzere, hepsine
birden yapılmıştır. O halde kalem ve yazılardan akıl ve mânâ âlemini, bunlardan
da onları insan aklına yazan ilk kalemi, ondan da bu ilk kalemin sahibi,
âlemlerin rabbı olan yüce Allah'ı anlamalıdır.
Kalem'e "insan kalemi" anlamı
verilmesi halinde, kalem tutan yazıcılar, akıl ve idrak sahibi insanlar, hem de
göze görünen bedenler değil, insanlık gerçeğine şekil veren şuurlar, zekâlar
olduğu gibi; "yüce kalem" mânâsı verilmesi halinde de, görünüşte
eşyanın şekillerini ve zihinlerde de mânâların şekillerini yazan melekler,
onları yazan da yüce Allah'tır. Bunun için burada 'un faili (öznesi) olan
zamir, kalemin insan kalemi olmasına göre, akıl sahibi insanlara işaret olduğu
gibi "yüce kalem" olmasına göre de melekler olmak üzere
yorumlanmıştır. Bazı tefsirlerde insanlar, bazılarında da melekler denilmesi
bundan dolayıdır. Dilimiz de böyle akıl sahibi erkekleri ifade etmek için
kullanılan çoğul şekli bulunmadığı için bu nükte ifade edilemez. "Kalem ve
yazdıklarına" dediğimizde, bundan yazıcılara geçiş, açıkça belirtilmemiş
olur. Bir de muzari kipidir. Bir şeyin devamlı yapıldığını, şu anda yapılmakta
olduğunu ve gelecekte yapılacağını gösterir. Biz ise şimdiki hâl sigasından zaman
kipinden sîğa-i sıla (bağ-fiil) kullanmadığımızdan bunu bir kelime ile ifade
edemeyiz. "Yazdıklarına ve yazacaklarına" dediğimiz zaman da
"yazıyor idiklerine" dememiş oluruz. Bu bize şunu da anlatmış oluyor
ki, bu âyetler inerken yüce kalem yazmaya devam ediyordu ve daha edecektir. O
halde, "Kalem, olan ile kurumuştur." hadisi şerifi, "kalemin
yazması tamamen durmuştur" demek değil, "olanlar yazılmış bitmiştir,
fakat olacaklarla kalem kurumuş değil, onları yazmaya devam etmektedir"
demek olur. Kaderde her şeyin yazılıp bitmesi, Kitab'ın anası olan Allah'ın
ilmine göredir. Yoksa Levh-i mahfuz'a ve yaratılış sahasına göre "Allah
dilediğini mahveder, dilediğini bırakır." (Ra'd, 13/39)
2. Kısacası onlara yemin olsun ki, ey
Muhammed! Sen Rabbinin nimeti sayesinde (veya onun nimeti hakkı için) deli
değilsin. Bu ve buna bağlı olarak anlatılanlar yeminin cevabıdır. de bulunan
sıla (ulaç) veya yemin için olabilir. Ebu Hayyân, "Olumsuzlukta daha fazla
vurgu ifade etmek üzere bunun, bir ara cümlesi halinde yemin için olması
açıktır." demiştir. İbnü Atıyye de: "Sen, Allah'a hamdolsun, fazilet
sahibisin." cümlesindeki "Allah'a hamdolsun." sözü gibi, ara
cümlesi olduğunu söylemiştir. zemahşeri ise, olumsuz olan haberler ilgisinden
dolayı, "sen Rabbinin nimetiyle akıllısın." demek türünden, deli
olmadığını söylemenin akıllı olduğunu söylemeye eşit olmak üzere ilâhî nimetin
ilgisini ifade ettiğini veya zarf-ı müstekar olarak zamirinden hâl olduğunu
söylemiştir. Nimetten maksat da, peygamberlik ve onun gereği olan akıl, akılla
beraber olan cesaret, güzel ahlâk, erdem, dünya ve ahirette mutluluk sebebi
olan ilâhî lütuf ve bağışlardır. Kısacası mânâ: Hz. Peygamber'e ilk vahyin
gelmesi ile peygmaberliğin başlaması üzerine Mekke kâfirlerinin haset,
düşmanlık ve şaşkınlıkla yakıştırmaya kalkıştıkları delilik ve sapıklık
kusurlarının kendisinden uzak; aksine onun akıl, cesaret, doğruluk ve erdemle
seçkin bir kimse olduğunu ve bütün bunlar, onu terbiye edip yetiştirerek
nebilik ve resullük lütfeden yüce Rabbinin nimetleri cümlesinden olup, bu
yüzden göreceği eziyetlere ve çekeceği sıkıntılara karşılık ilerde başa
kakılmayan ve tükenmeyen mükafat ve nimetlere kavuşmak üzere bulunduğunu
açıklayıp söz vererek Hz. Muhammed'in (s.a.v) şerefli nefsini aklamak ve temize
çıkarmakla kuvvetlendirmek ve bu şekilde onu ilâhî bildirileri bütün âlemlere
ulaştırmaya sevketmektir.
3. Kesilmez, tükenmez, devamlı hiç kesilmeyen
bir nimet, yahut hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah'ın lütfu ve yardımı
olan bir mükafat
4. ve her halde sen kuşkusuz pek büyük bir
ahlâk üzerindesin yani gayret edip çalışmakla en yüksek hayır gayesine
ulaştıracak pek büyük huylar, gerçekten saygıya değer karakter, meleke (yeti)
ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun. Onunla yürüyecek o gayeye
ereceksin. İşte o ahlâk, doğru yolu, hak din olan İslâm dinini teşkil eden
Kur'ân edebi ve ilâhî ahlâktır ki, onu yüce Allah lütfetmiş ve "Andolsun,
Resulullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab sûresi, 33/21)
buyurmuştur. Onun büyüklüğünü insanlar anlayamaz da sabır ve tahammül edilmesi
gereken deliliklerde bulunurlar. Rağıb'ın "Müfredât"ında
açıklandığına göre "halk" ve "hulk" aslında birdir. Şerb ve
şûrb (içmek), sarm ve surm (kesmek) gibidir. Fakat halk, gözleri görülebilen
sûret, şekil ve durumlara; hulk ise, gönülle anlaşılabilen kuvvetlere ait
olmuştur. Çoğulu "huluk" ve "ahlâk" gelir. Fakat dilimizde
ahlâk kelimesinin de "evlad" kelimesi gibi tekil anlamda kullanılması
yaygın hale gelmiştir. Ahlâk, aslında güzel olan huylardır. Çirkin huylulara
ahlâksız denir. Bununla beraber yatkınlık ve maharet esas olduğundan iyilik
veya kötülüğü alışkanlık haline getirmiş olmasına göre iyi ahlâk ve kötü ahlâk,
güzel ahlâklı ve çirkin ahlâklı diye bir ayırım yapılır. 'in tefsiri ile ilgili
olarak gelen rivayetler: İbnü Abbas'tan: 1) Büyük bir din, 2) büyük bir din ki,
o İslâm'dır. Mücahid'den: Din, İbnü Zeyd'den: Kur'ân edebi. İmam Ahmed, Dârimi,
İbnü Mâce, Nesâî İbnü Cerir ve daha diğerlerinin Said b. Hişam'dan yaptıkları
nakil şöyledir: Said der ki: Allah Resulü'nün ahlâkını Hz. Aişe'ye sordum.
"Kur'ân okumuyor musun?" dedi. "Okuyorum" dedim.
"İşte, dedi. Hz. Peygamber'in ahlâkı Kur'ân idi". Bunda iki mânâ
vardır: Kur'ân'da anlatılan bütün ahlâkî değerlerin hepsi onda vardı. O,
Kur'ân'ın sakındırdığı eksikliklerin hepsinden korunurdu. "Emrolunduğun
şekilde dosdoğru hareket et." (Hud Suresi, 11/112) emrinin tamamiyle
doğruluk ölçütü idi. Onu anlamak, Kur'ân'ı tamamen anlamaya bağlıdır, demek
olur. Birisi de, onun ahlâkı Kur'ân'da buyrulduğu üzere öyle büyük bir ahlâk
idi ki, onu başka bir tarif ile anlatmak mümkün değildir, demek olur.
Dahhâk'tan şöyle rivayet edilmiştir: " yani o, Allah'ın kendisine
emrettiği ve ona vekalet verdiği dini ve emri üzerinedir." Burada
kelimesinin sonundaki tenvin yüceltme ifade eder. Başkalarının tam anlamıyle
anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmış bir ahlâk demektir. Görülüyor
ki, önce gerçeklik ve vurgu için olan , ikinci olarak vurgu ifade eden
başlangıç "lâm"ı ile, üçüncü olarak, yüceltme ifade eden tenvin, döndüncü
olarak da "büyük" sıfatı ile Hz. Muhammed'in sahip olduğu ahlâkın
ululuk ve yüceliği kat kat güvence içinde açıklanıp duyurulmuş ve bu cümlede,
yukardaki yeminin cevabına bağlamak suretiyle desteklenip vurgulanarak bu
apaçık Kitap'ta "yüce kalem"in yazdığı satırların, büyük ve seçkin
bir âyeti olmak üzere konulmuştur.
5. "Sen göreceksin, onlar da
görecekler." Ahlâk kavramında pratik olarak bir gayeye yürümek, istenen ve
beklenen bir şey olduğu için bu âyet de, onun ilerde niyet ve fikirden iş sahasına
çıkarak deney sahasındaki belirtileriyle düşmanlar tarafından da
görülebileceğine dair bir söz verme ve bu suretle Peygamber'e ve müminlere bir
kat daha destek olma ve Peygamber'e deli ve çıldırmış diyen kafirlere bir uyarı
ve korkutmadır.
6. "O fitne hanginizde imiş?"
Meftûn, ism-i mef'ul olarak, "fitne ve belâya tutulmuş deli" demek
olduğu gibi, mastar olarak "fitne ve delilik" mânâsına da gelir.
Burada "hanginiz" denilmeyip ile "hanginizde" denilmiş olması
açısından tefsirciler ikinci mânâyı daha uygun görmüşlerdir. Öncekine göre
mânâ; "içinizde iki taraftan hanginizde imiş veya hanginizle imiş o
fitneye tutulmuş deli? Sen mi, yoksa sana o kâfirler içinden mecnun, deli diyen
mi?" demek olur. İkinciye göre de mânâ: "İki taraftan hanginizde imiş
o fitne ve delilik? Sende mi, onlarda mı?" demek olur ki iki mânâ da
doğrudur. Ancak öncekinde "meftûn" lâfzının görünüşüne bakarak açık
olmakla beraber, anlam itibarıyla herkesin kavrayamayacağı ince bir dolaşım
vardır. İkincisinde ise "meftûn" lâfzının dış görünüşünün aksine
olmakla birlikte mânâ açıktır.
7. "Şüphesiz Rabb'in daha iyi
bilendir." Bu açıklama da Peygamber'e yukarki hitabı yapan ve güvenceyi
veren yüce Allah'ın ortaktan uzak olan kendi ilâhlık şanını; sıfatlarının, ilim
ve gücünün yüksekliğini ve dolayısıyle ona inanılıp güvenilerek itaat edilmesi
ve aksine hareket etmekten sakınılması gerektiğini anlatmak suretiyle, bir
taraftan yapılacak bildiri ve duyuruları başından ve sonundan vesikalandırarak
ve özellikle kendisine yönelterek verilecek duyurulara bir hazırlamadır. Yani
sana o ihsanı yapan, o garanti ve güvenceyi veren ve önünü sonunu görüp
gözetecek ve eğriye doğruya hak ettiğini verecek olan ancak Rabbındır. Çünkü
odur ancak seni yetiştiren, herkesten de senden de daha iyi bilen yolundan sapanı.
Aklı varken dünya ve ahirette mutluluğa götürecek hak yolundan sapmış,
çığırından çıkmış, sonsuz mutsuzluğa götürecek yanlış yolda kendini kaybetmiş
olanları ki gerçekte deliler, sapıklar onlardır. Yine odur ancak en iyi bilen
eğrilikten sakınıp doğru yolu tutmuş, neticede arzuladıklarına kavuşacak
olanları, ki gerçekte aklı olanlar da işte onlardır.
8. O halde ancak Rabbine itaat et, Rabbinin
gösterdiği yolda git de artık itaat etme o yalanlayıcılara. Bu gerçekleri
yalanlayan, yalan çıkarmaya çalışarak yalancılık eden ve sonunda kendi
kendilerini yalanlayacak olan inkârcıları dinleme, tanıma, sözlerini tutma,
seni sokmak istedikleri yanlış yola gitme, haksızlıklarına, isyanlarına rağmen
görevine, o yüce ahlâkın uygulanmasına devam et. "Fâ-i cezâiyye" nin
işaretiyle yukarıki güvencenin ilk neticesi olan bu yasaklama, Allah yolunda
yapılacak görevin başlangıcını açıklayan bir öğüttür. Öncelikle ve özel olarak
Peygambere hitap olmakla birlikte, sûrenin sonundan anlaşılacağı gibi, dolaylı
olarak, akıl taşıyan herkese bir öğüttür. Yani, hakyolunda ilk işin bu olsun.
Hakk'ı tanımayan, cezasına inanmayan inkârcıları tanıma, sözlerini tutma,
yalanlarına aldanmaktan, düşecekleri kötü sonuca düşmekten sakın, her şeyden
önce uyanık ve samimi ol. Temizlik, dürüstlük her olgunluğun başıdır. Gerçi
ahlâkın büyüklerinden birisi de hoş görülü olmak, bağışlamaktır. Fakat bağış,
hoşgörülü ve yumuşak huylu olmak, haksızlığı teşvikte, ciddiyetsizlikte ve
yağcılıkta değil; temiz, samimi ve cesur olmakta ve bunların neticelerine sabır
ve tahammül ile ilim, irfan ve terbiye yaymaktadır. Şunu da bil ki, sana deli
diyen, aldanmış diyen, sapık diyen, öyle yalanlar yayan o yalancılar onu
samimiyetle değil, düşmanlık güderek söylediler.
9. Zira arzu ettiler ki sen yağcılık yapsan. Onları
yağlasan, taptıklarına, alçak maksatlarına, haksızlıklarına ilişmesen, olur
desen, yalanlarına yağ sürsen diye istediler de onun için yalanlamaya
kalkıştılar. Yoksa sen yağcılık edecek, maksatlarını yerine getirme arzularını
devam ettirecek olsaydın, böylece sen de onların sapıklıklarına katılmış
bulunsaydın o vakit yaltaklanacaklardı. Onlar da sana yağ çekecek, yalanı
doğrulayacak, ne büyük, ne akıllı adam diyeceklerdi. Fakat sen onlara yağcılık
yapmayıp doğruyu söylediğin, Allah'ın emrini, peygamberliğini bildirdiğin için
öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler. Onun için sen onlara
itaat etme, arzularına yağ sürme. İşte yüce ahlâkın ilk prensibi budur. Demek
ki dil, kalem kendilerine yemin edilmeye layık varlıklar olmakla beraber doğruyu
söylemek için çalışmayan yağcı diller, yağcı kalemler ve onları dinleyenler
büyüklükten, yüce ahlâktan, akıldan uzak ve itaat edilmeye layık olmayan
zavallılardır.
10. Şunların hiçbirine ve genel kurullarına
itaat etme. Çok yemin edici çok yemin etmeye alışmış, eğriye doğruya yemin eder
durur. Yemin bir zorunluluk ve kesin bir gereklilik halinde hakkı vurgulamak ve
ortaya çıkarmak için yapılır, pek büyük bir vurgu gücüdür. Çok çok yemin edip
durmak ise, onu hafife almak, kendi kendinin delilini çürütmektir. Gerçi
Allah'ın ismini saygı ile çok zikretmek çok sevaptır. En büyük ibadettir. Fakat
onu her şeyde bir destekleme aracı olarak kullanmak, sık sık şahit olarak
çağırıp durmak ise Allah'ı anmak ve ona saygı göstermek değil, onun ululuk ve
kutsallığına saldırmaktır. Onun için yemin eden kimse son bir zorunluluk
halinde, onun şahitlik ve kefilliğine baş vururken bütün hakkından emin olacak
şekilde düşüne düşüne titriye titriye başvurmalıdır. Yoksa o yemin o kimsenin
saygısızlığını ve yüce Allah'ın ululuğunu tanımadığını, yeminin son derece
kutsal tutulması gereken ve hakkın ortaya çıkarılması, güvenliğin yerleştirilip
sabitleştirilmesi için her yolun kesildiği en son noktada baş vurulacak en son
ve biricik destekleyici güç olduğunu ve onu hafife alanın bütün yasal güvenliği
çiğnemiş ve dolayısıyle kendi vicdanında kendine dahi hayat hakkı bırakmamış
olacağını duymadığını, düşünmediğini gösterir. Bu ise yeminin hükmünü tanımamak
demek olan yeminsizlikten "Onların yeminleri yoktur." (Tevbe sûresi,
9/12) kriteri ile ifade edilen mânâdan daha bayağı bir çelişkidir. Destek almak
için başvurduğu en büyük gücün zayıflığını ilan ederek kendini yıkmaktır. Onun
için bu, gerek inanç, gerekse amel bakımından her kötülüğün kaynağıdır. Bunu
anlamak için burada her fenalığın başında sayılmasını düşünmek yeter. Bundan
dolayı insan kesin olarak bildiği hakta dahi çok çok yemin etmekten
sakınmalıdır. Zira düşüncesizce yemin eden, yalan yere yemin etmeye de alışır.
Doğruya eğriye yemin etmeye alışmış olanlarda ise şu niteliklerin hepsi
bulunabilir. alçak, görüşü ve düşüncesi önemsiz, bayağı düşünür, kendi kendini
küçük düşürür, yalancı, değersiz, her kalıba dökülür, her fenalığa sürüklenir.
11. Koğucu: Şunu bunu ayıplar, yerer,
arkasından çekiştirir, kötüleyip ayıplayarak bizler, iğneler, dürtüştürür,
bizleyici, mahmuzlayıcı. Koğuculukla gezer, hafiyelik, boşboğazlıkla yaşar.
12. Hayır engeli, hiç hayra yaramaz. Son
derece cimri olduğu gibi başkalarının yapacağı hayra da engel olur. Hayır
düşmanı. Sınır tanımaz, haddini aşkın, hakkına razı olmaz, hak yiyen, Günahtan
vebalden çekinmez, günah yüklü,
13. Zobu kaba, saygısız, zorba, obur,
bulduğunu çarpar yer, ölçüsüz ve yakışıksız sözler söyler, acımasız, despot.
Ondan sonra da yani bütün bu fena huyların arkasından da, onlarla beraber bir
delme takma, soyu takma, uydurma, yahut fenalıkla tanınan, edepsiz damgalı,
yahut dalkavuk.
ZENÎM, "zeneme" den türetilmiştir.
Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpeye benzer
yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan asılı bırakılan sarkıntıya denir
ki, her tarafa sallanır durur. Dilimizde o koyun veya keçiye küpeli denildiği
gibi Arapça'da da zenim denilir. Burada bundan istiâre edilmiştir ki, bu
Türkçe'de en çok dalkavuk veya kulağı yirik yahut kulağı kesik yahut kulağı
küpeli sözlerindeki mecaz mânâyı andırır. İbnü Cerir'in tefsirinde açıklandığı
gibi tefsirciler İbnü Abbas ve diğerlerinden bu kelimenin tanıtımı hususunda
şunları nakletmişlerdir: "Nesebi şüpheli, nesebi başkasının nesebine
katılmış, piç, kötülükle tanınmış, kötü damgalı, damgalı kâfir, çok zalim,
aşağılık, fena huylu...."
Buharî'de bu sûrenin tefsirinde Mücahid ve
İbnü Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Zenim, Kureyş'ten kulağında,
bazı koyunların kulağındaki küpeyi andırır sarkıntı gibi sarkıntı bulunan bir
adamdır." İbnü Cerir ve İbnü Merduye de bu mânâda rivayet etmişlerdir.
Fakat "bunun çalışarak elde edilen bir şey olmayıp yaratılıştan var olan
bir şey olduğuna göre yerilen huylar arasında sayılmaması gerektiği halde,
nasıl olur da huyların en yerileni, en aşağısı sayılır?" diye bir soru
sorulduğunda bunun mânâsında bir müşkillik bulunduğunu söylemiş ve çözümünde
duraksamıştır. Fakat yine Âlûsi'nin açıklamasına göre, bu özellik söylediğimiz
gibi hem doğal hem sonradan kazanılmış olabileceği için, bunu sonradan elde
edilmiş bir özellik olarak anlamak veya mecazî mânâya almak daha uygun olur.
Onun için diğer mânâlarla izah edilmiştir. Sonra aynı soru, kişinin kendi
yapması olmadan ona katılan ve ondan ayrılmayan diğer özellikler hakkında da
sorulabilir. O halde gerek âyeti ve gerek rivayeti bu özelliğin sonradan
kazanılmış olması noktasından ele alarak anlamak gerekir. Bundan dolayı in
dalkavuk yahut küpeli alçak mânâsında olması uygun düşer. Bunlar herhalde bir n
yani kaba, saygısız, acımasızın arkasındadır. Yahut utüll, kendisi de öyledir
demek olur.
Konu fena huylardan, alçaklıklardan sakınmak
ve onların sembolü olup da o yola sevkedebilecek olanların ardına düşmemekle
ilgili ahlâkî ve sosyal bir konu olunca, tefsirciler gayet renkli ve zengin olan
bu Kur'ân kelimelerini anlayıp anlatarak irşada çalışmışlardır. Zira Kur'ân o
fenalık sembollerine itaat etmemeyi emrederken, Kur'ân tertibinin güzellik ve
inceliğine bir leke kondurmamak üzere onları her birinin sırasıyle çok beğenip
takındığı şatafatlı bir tavır ve edâ içinde deste deste mimliyerek süzgeçten
geçirmiş ve bunlara uyanların, hepsinden aşağılık olduğunu göstermek üzere de
"soysuz"u hepsinin sonuna takarak, hepsini bir küll halinde fırlatıp
atıvermiştir.
Tefsirciler bunlarla belirli bir şahıs
kastedilip edilmediğini araştırmakla uğraşmışlar ise de doğrusu Ebu Hayyân'ın
dediği gibi âyette açık olan budur ki: Bu nitelikler belirli bir şahıs için
değildir. Başta "her çok yemin edici" buyrulmasından da açıkça
anlaşıldığı gibi belli ve özel bir şahıs kastedilmeyerek hem her birinden hem
de bu tür insanların hepsinden birden sakındırılmaktadır. Geçmişi olduğu gibi
geleceği de kapsar. Burada "itaat etme" yasağı tekil olarak öncelikle
fertlere yöneltilmiş olmakla beraber, uyulmaması istenilen bu niteliklerin
bütünüyle bireye ait olması şart değil, bireylerden meydana gelen bütünü, o
özellikte bulunan herhangi bir toplumu kapsayacak şekilde ifade edilmiştir.
Ancak toplum vicdanı kendini bireylerde göstereceği ve birey olmadan toplum
mânâsı mücerred (soyut) bir fikirden ibaret kalacağı için, fikir ve düşünceler
bireylerden başlayarak yürütülür.
14. Şimdi, "böyle bir ferde veya topluma,
akıllı bir kimsenin itaat etmesi nasıl düşünülebilir?" denilecek olursa,
böyle denilmesine sebep olan gerekçe şöyle açıklanıyor: Mal sahibi olmuş ve
oğulları var diye yani servet kazanmış ve kuvveti var, belki bir faydası
dokunur veya kötülüğünden sakınılır diye itaat etme, başka bir sebeple itaat
edilmeyeceği öncelikle bellidir. Aklı olan ve onların ahlâkında bulunmayan bir
kimsenin onlara başka bir nedenle itaat etmesine ve bir çıkar elde etme
gayesiyle doğruyu bırakıp onlar seviyesine inmesine ihtimal yoktur. Şu kadar
var ki onun servetinden veya gücünden kişisel olan veya olmayan bir fayda veya
zararından korunmak maksadıyle yağcılık yapmayı uygun görenler bulunabilir.
Fakat kişisel istifade maksadı güdenler, onlar da bu "alçak" ve
"soysuz" kavramlarının ifade ettiği mânâ kapsamına girmiş
olacaklarından burada bu ihtimal de ortadan kalkmaktadır. Olsa olsa bir hayra
yaramak ve kötülüklerinden korunmak ümidi kalır. Oysa bunlar hayır sahibi değil,
hayır engelidirler. Kendi çıkarlarını gözetmeden, istedikleri gibi sürüklemeyi
kurmadan bir lokma vermezler. Kötülüklerinden korunmak için öylelerine yağcılık
edenler kendilerini daha büyük bir kötülüğün kucağına atmış olurlar. Büyük
ahlâk sahibi ise birçok eziyete, sıkıntıya ve yoksulluğa katlanır, sabır ve
tahammül eder de onlara itaat ve yağcılık edecek kadar küçülmez. Hak yolunda
hayır kapılarının açılabilmesi için öncelikle o engellere göğüs germeye
çalışır. "Her kim bir zengine sırf malından dolayı saygı gösterirse, dininin
üçte ikisi gider." anlamındaki bir hadis-i şerif de, bu âyetin ifade
ettiği mânâ kapsamına girer. , demektir. Bunun, kendinden önceki veya sonraki
cümlelere bağlanması hususunda birkaç izah şekli vardır. Birisi önceki kısma
bağlı olup açıkladığımız gibi yukarıdaki "itaat etme" emri ile
ilgilidir. Birisi de "zenim"e veya "hallâf"tan
"zenim"e kadar birbirine bitişik olarak hepsiyle ilgili olmak üzere
illet-i gaiyelerini de göstermiş olmasıdır ki, onlar neticede mal ve oğul
sahibi olmak için bu kötülükleri işlerler demek olur. Birisi de kendinden
sonraki kısma ait olmak üzere takdir edilen "kibirlendi" fiiliyle
veya gelecek olan (dedi) fiiliyle ilgi olmasıdır.
15. Bu durumda mânâ şu olur: Onlardan birisi
mal ve oğul sahibi olduğu için gururlandı, burnunu şişirdi de âyetlerimiz,
karşısında okunduğu zaman "evvelkilerin mitolojisidir dedi. (En'am, 6/25.
âyetin tefsirine bkz.)
16. Yakında biz onu, o hortumun üzerinde
damgalayacağız. Burada "burun" yerine "hortum" denilmesi,
yukarda takdir edilmiş olduğunu söylediğimiz kibir ve gurur fiiline işarettir.
"Burnu büyümek," "burun şişirmek" gibi kibir ve gururdan
kinayedir. Sonra hortum fil ve domuz burunlarında kullanıldığı ve yüze, burna
damga ve dağ en çirkin şeyler olduğu için, bu sözde onu büyük bir şekilde aşağılama
mânâsı vardır. Onun için Hz. Peygamber hayvanların bile yüzlerinden
damgalanmasını yasaklamış ve bunu yapana lânet etmiştir. Yüzde burun ise en
önde olduğu için en göze batan, ilk sakınılması gereken ve şeref ve onur
işareti sayılan ve ondan dolayı en muhterem secde yeri olan bir uzuvdur. Hatta
bazıları, "yüz güzelliği burundadır" demişerdir ki şairin şu beyti
bundandır:
Kısacası hortumunu dağlamak, damgalamak; bizim
kullandığımız "burnunu kırmak" deyiminde olduğu gibi son derece
aşağılamaktan kinayedir ki nasıl olursa olsun, gerek maddî olsun, gerek manevî;
gerek dünya ile ilgili olsun, gerek ahiretle ilgili olsun.
17. Bununla beraber burada işin önce dünya ile
ilgili yönü anlatılmak üzere buyruluyor ki: Kuşkusuz biz onlara bir bela
verdik. Yani mal ve oğullarına güvenip de öyle diyenleri, o yalanlayıcıları
belaya düşürmüş, bir sınava sokmuşuzdur. O mal ve çocuklar onlara bir fitne,
bir felaket kesilir. Nitekim peygamberliğin ilk yıllarında Mekkeliler öyle
ahlâksızların sözlerine uyarak Allah'ın âyetlerini yalanladıkları ve peygambere
eziyet ve sıkıntı vermede ısrar ettikleri için Allah Resulü: "Allah'ım,
Mudar'a vereceğin belayı şiddetlendir. Onlara Yusuf'un seneleri gibi kıtlık
ver." diye dua etmiş; Allah da onları yedi sene kıtlık kuraklık içinde ezmiş,
belâlarını vermişti. O mal ve çocukların yaratılmasındaki hikmeti bilmeyen ve
onu hayrı için sarfederek şükredecek yerde hayra engel olmak ve hakka karşı
burun şişirmek için toplayanlara onların bir iyilik ve lütuf değil, birer bela
olduklarını tanıtmıştı ki, burada o haber verilerek bir uyarıda
bulunulmaktadır. Ve bunun, sade onlara ait bir tesadüften ibaret olmayıp önce
ve sonra uygulanması gereken bir kanun olduğunu misal ve hikmeti ile son derece
sade ve fakat pek derin mânâlara değinerek açıklamak üzere şöyle buyruluyor:
Nasıl ki o cennet sahiplerini bir bela ile sınamıştık. Burada cennetten maksat,
dünya cenneti, güzel bağ ve bostan demektir. Daha derin bakışla da vatan
demektir. Elif-lâm ile yalnız burada böyle dünya cenneti mânâsında kullanılmıştır.
Zira verilen misalin gösterdiği gibi bu hikâye Araplar tarafından bilinirmiş.
"Cennet sahipleri"nden maksat, o bağı kullanma hakkı ve yetkisi
bulunanlar, ellerinde tutup idare edenlerdir. Bunun Kehf Sûresi'nde "Ve
bağına girdi." (Kehf, 18/35) âyetinde olduğu gibi bir tek kişi misali ile
getirilmeyip "bağ sahipleri" diye çoğul kipiyle ortak bir mülk misali
olarak getirilmesi, bireysel mülkün idaresinden ziyade toplum ve vatan
kavramları açısından yapılmış bir temsil olduğunu gösterir. Hikâyenin, en meşhur
rivayetlerde özeti şöyledir: Yemen'de San'a'ya yakın Savran denilen yerde dinin
emirlerine uygun hareket eden bir adamın güzel bir bağı vardı. Ona iyi bakar,
ondan Allah hakkını yerine getirirdi. Derken vefat etti, bağ çocuklarına kaldı.
Onlar ise insanları onun hayrından istifade ettirmediler ve Allah hakkını
kıskanıp cimrilik yaptılar. Sonuç yüce Allah'ın anlattığı gibi oldu: O zaman
bela vermiştik ki yemin etmişlerdi. Hikâyeye bu şekilde önce yeminlerinden
başlanmasında önemli nükteler vardır. Birincisi her sosyal bir işin bir akit ve
sözleşme ile başladığını ve bundan dolayı neticede kâr ve zararın da ona bağlı
bulunduğunu anlatır. İkincisi, yukarıda "her çok yemin edici" sözü en
başta söylenmiş olduğu gibi burada da ondan başlanmış ve ettiği yeminin ne
demek olduğunu ve giriştiği sözleşmenin ne dereceye kadar kendi ilmi ve gücü
kapsamına girdiğini iyi düşünmeden kesin yemin ile bir işi üstüne almaya
kalkışanların yalan yere yemin etmiş ve ondan dolayı başlarını nasıl belaya
sokmuş oldukları gösterilmiştir. Çünkü bunlar şuna yemin etmişlerdi: Her ne
olursa olsun, kesinlikle sabahleyin o cenneti kesecekler.
SARM, bağ kesmek, üzüm ve meyve devşirmek
anlamına geldiği gibi, bir şeyi kökünden kesip tamamen ayırmak anlamına da
gelir. Bunlar gönüllerince bağın kendisini değil, meyvesini devşirmeyi
kastetmiş olsalar da yeminlerinde şöyle demişlerdir: "Vallahi o bağı
sabahleyin mutlaka ve kesinlikle keseceğiz". Oysa bu tamamen kendi
ellerinde değildi. Gerek o bağın gerek kendilerinin sabaha çıkıp çıkmayacaklarını
öyle kesin bir şekilde bilemezlerdi.
18. Bir istisna da yapmıyorlardı.
"İnşaallah", "Allah izin verirse" yahut "sağ salim
sabaha çıkarsak", "bir kaza ve belaya uğramazsak" gibi bir şart,
ilerisi için hesaba katılan bir kayıt koymuyorlardı. Çok kuvvetli ve kararlı
olmak için yeminlerini yerine getirememek ve bu yüzden felakete uğramak
ihtimallerini düşünmüyorlar, bir dönüm noktası bulunmasını istemiyorlardı.
Yahut kendilerinden başka kimseye bir şey vermek istemiyorlar, onu
kendilerinden başka birisinin kesebileceğini hesaba katmıyorlardı. Öyle kesin
bir şekilde konuşup karar vererek uykuya yatmışlardı.
19 Fakat onlar uykuda iken Rabbin tarafından
bir dolaşıcı, dolaşan ilâhî bir emir, bir âfet o bağın üzerinden her tarafını
dolaşıverdi. Bir rivayete göre bağın bulunduğu vadiden bir ateş çıkıp o bağı
kökünden yakarak kavurup bitirivermişti.
20. Derhal o cennet gibi bağ, sabaha kadar
sırıma dönüvermişti.
SARÎM, tamamen kesilmiş veya kesik demektir.
Meyvesi kesilmiş bağa, ürünü biçilmiş tarlaya, gecenin bir parçasına, hiçbir
şey bitirmeyen kumluk bir yere de denilir. Burada birinci mânâda olabilirse de
sonraki mânâlardan biriyle o bağın meyvesinin değil, kendisinin kökünden
kesilip yanmış, kül gibi karara, kalmış olduğu rivayet edilmiştir. Demek ki
yemin ettikleri iş olmuştu, fakat gönüllerindeki gibi ve kendileri tarafından,
lehlerine değil; hatırlarına getirmedikleri bir şekilde aleyhlerine olmuştu,
henüz haberleri yoktu.
21. Derken sabahleyin birbirlerine
seslendiler.
22. Haydin, kesecekseniz ürününüz üzerine
erkence koşun, dediler. Bunda iki hata ediyorlardı. Birisi o bağı yalnız
kendileri yetiştirmiş, sade onların ekimi, kültürü imiş gibi,
"ürününüz" diyorlar, sonra da "ürününüze" demiyorlar da
"ürününüz üzerine" diyorlar. Onu ekin biçer gibi kesip bitirmek
niyetiyle, düşmanın üzerine saldırır gibi kıymak kesin kararıyla aleyhine
yürüyorlar, çünkü ondan kimseye bir şey bırakmak istemiyorlar, son derece
hırslı hareket ediyorlar.
23. Onun için hemen fırladılar. Giderken
gizlli gizli birbirilerine mızıldaşıyorlardı.
24. Sakın, bugün üzerinize bir yoksul
sokulmasın diyorlardı. Hiç düşünmüyorlardı ki dün birbirleriyle sözleşirken
birbirlerinin gönüllerini ancak yemin ederek rahatlatabiliyorlar, biricik
güvenceyi onda buluyorlar, ondan kuvvet alıyorlar, ortaklık ve toplumlarını
onunla kurabiliyorlardı. O bağ ve ekine ve onun ürünlerini toplamaya nail
olabilirlerse yine bu sayede nail olabileceklerdi. Düşünmeleri gerekirdi ki o
bağ ve ürün, kendilerinden önce onu onlara veren ve onlar uyurken onu gözetecek
olan Allah'ındır. Onda bir Allah hakkı, Allah'ın yoksul kullarının nice hakları
vardır. O yoksulları gözetmek, bu iyiliği bilme alâmeti olmak üzere Allah için
onlara efendilik etmek, hem o bağı bozmaya giderlerken öyle despotça hareket
etmeyip mümkün olabildiği kadar onlardan bir kısmına da yararlanma imkanı
vermek, hırs ve zorbalıkla bağlarına düşman çoğaltacaklarına ona gözleri
takılabilecek olan fakirleri, babaları zamanında olduğu gibi az çok gözeterek
hayırlarını isteyen duacılar, bekçiler yetiştirmek ve bunun kendileri için bir
görev olduğunu unutmamak gerekirdi. Oysa onlar uykuda iken bağın ne olduğunu,
ne duruma geldiğini hiç hesaba katmıyarak fırlamışlar, "Sakın yanınıza bir
fakir sokulmasın." diyerek, bunu da kimse işitmesin diye seslerini dahi
kıskanır bir şekilde fısıl fısıl, mızıl mızıl birbirlerine uyarıda bulunarak
hızla gidiyorlardı.
25. Ve sade bir engellemeye güçleri yeterek,
yani hızlı bir engelleme ve zorbalığa, sırf bir hırs ve öfkeye güçleri yeterek
erkenden gittiler. Demek ki topluluğun hızı ve despotluğu bireyden daha
kuvvetli ve daha dehşet vericidir. Evet öyle gittiler, varacakları yere
vardılar ama sonu ne oldu?
26-27. İşte şu şaşkınlık, şu yoksunluk, şu
pişmanlık oldu: "Fakat bahçeyi gördüklerinde, biz her halde yanlış
gelmişiz, yok, biz mahrum edilmişiz dediler".
Böyle şaşırdılar önce yalnız yollarını
şaşırdıklarına hükmettiler, sonra da cezaya uğradıklarına, engel olmak
istedikleri yoksullardan ziyade yoksun bırakıldıklarına hükmettiler. Hayal
kırıklığı ile o andan ve gelecekten bütün ümidi kesip ümitsizliğe düştüler.
Eğer içlerinde aklı erer ölçülü davranan bir kişi bulunmasa idi o ümitsizlik
içinde kalacaklar, o yoksunlukla inleyip gideceklerdi. Lakin içlerinde, önceden
görüşünü açıklaması istenmemiş bir ortancaları, yani aralarında aklı erer,
hakkı bilir, zorbalığı sevmez, bela karşısında şaşırıvermez, ölçülü davranan birisi
vardı.
28. O vakit o evsatları dedi. Burada evsat
"ortanca" demek değildir. Üç veya beş kişiden ibaret imişler de bir
en ortancaları varmış şeklinde anlamamalıdır. İbnü Cerir'in İbnü Abbas,
Mücahid, Katade ve Dahhak'ten rivayet ederek açıkça belirttiği şekilde Bakara
Suresi'nde "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143)
âyetinde vasat, adaletli mânâsına olduğu gibi burada da onun üstünlük ismi
olarak en doğru, en haktanır, en hayırlı, başka bir tabirle "en
ölçülü" davranan demektir. Bundan dolayı bir toplum içinde baştan kıymeti
bilinmemiş, söylediği dinlenmemiş bir şahsın kıymetini gösterir. Demek ki
mesele, toplumu yok sayan aşırı bireycilerin, zorbaların, bencillerin
zannettiği gibi ne sadece yalnız kalmada; ne de bireye hiç değer vermek
istemeyen aşırı toplumcuların zannettikleri gibi yalnız toplumdadır. İkisi
arası bir ılımlılık noktasındadır. Ruh ile beden gibi bireyin ortaya çıkışı
toplumda, toplumun ayakta durması bireyde, başta ve sonda ikisinin en uygun
durumu, kıvamı haktadır. Onun için bireyler hakkın birliğine dayanarak bir
sözleşme yapmadan toplum meydana getiremediler, aynı zamanda sözleşme ve
hareketlerinde doğruluk ve adaletin hakkını gözetmedikleri için de başarılı
olamadılar. İşte içlerinde bunu bilen bir fert dedi ki: Demedim mi size? Tesbih
etseydiniz ya! Yüce Allah'ın kusursuzluğunu tanısanız, onun eksiklikten uzak
bir Allah olduğunu egemenliğini kimseye vermeyeceğini; alçaklığı, haksızlığı,
zorbalığı sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisna yapsanız da zorbalığa
sapmasanız. Bu, "vaktiyle beni niye dinlemediniz?" diye benlik
sevdasıyla yapılan sadece bir sitem değil, bu kez düştükleri ümitsizlikten
kurtarmak ve ümitsizlikle Allah'a zulüm yakıştırmak gibi, ona karşı daha büyük
bir küfür ve günaha düşmekten sakındırmak için sitem tarzında, edilen hatayı
hatırlatarak tevbe etmeye ve uyanmaya bir çağrıdır. Bu sebeple uyandılar.
29. Önce dinlemedikleri öğüdü bu kez
gördükleri felaket içinde dinlediler de, ey Rabbımız! Seni noksan sıfatlardan
uzak tutarız. Bizler doğrusu zalimlermişiz dediler. Böyle Allah'ın
noksanlıklardan uzak olduğunu söylediler ve kendi zalimliklerini, düşüncesiz
yeminleriyle, yemin ederken istisna etmemek ve fakirlere bakmamaya kesin karar
vermekle kendilerine yazık etmiş olduklarını itiraf ettiler.
30. Bununla da kalmadılar, dağılıp
gidivermediler. Daha çok tevbe edip pişmanlık duyarak salih kişi olmaya yüz
tuttular ve bir kısmı bir kısmına dönüp birbirlerini kınadılar. Gösterdikleri
aşırılık ve ihmalden dolayı karşılıklı görüşme ve müzakereler yaparak her biri
teker teker "ben şu kusuru ettim", "sen şöyle yaptın" diye
kendi kendilerini kınayıp pişmanlıklarını anlattılar. Zemahşeri şöyle der:
"Çünkü kimi ettikleri zulmü güzel göstermiş ve ona teşvik etmiş, kimi onu
kabul etmiş, kimi sakınılmasını emretmiş, ayıplamış, kimisi bunu emredene karşı
çıkmış, kimisi razı olmadığı halde susmuş."
31. Nihayet şöyle karar verdiler de dediler
yazıklar olsun bizlere, bizler gerçekten azgınlarmışız, cezayı hak etmişiz,
bütün kusur bizim, Rabbimiz her yönden noksan sıfatlardan uzak, o halde öyle
bir Rabbin kulu olan bizler niye ümidimizi keselim, niçin tevbe ile ona yüz
tutmayalım, onu, o gelip geçici cenneti kusurumuzdan dolayı aldı ise biz
samimiyetle ona yüz tuttuğumuz takdirde o bize onun yerine daha iyisini veremez
mi?
32. Ola ki Rabb'imiz bize onun yerine ondan
daha iyisini vere ki o asıl ahiret mükâfatı, öyle gam keder ve beladan uzak
olan Naim cennetidir. Dünyada hayra yarayarak ona vesile olacak olan da onun
başlangıcı demektir. Bununla beraber onlar bu isteği bile samimiyetlerini
göstermek için yeterli bulmadılar da en sonunda şöyle dediler: Her halde biz
ancak Rabbimizi arzulayıcıyız, bütün istek ve arzumuzu sadece ona çevirdik .
Ona, onun rızasına ermek, bundan böyle hep onun için çalışmak isteriz. Verir, vermez;
ona karışmayız. O artık onun bileceği bir şeydir.
33. İşte böyledir azab. Bilenleri, bilmeye ve
anlamaya yatkın olanları böyle dünyada uyandırır, yola getirir, hakka teslim
ettirir, daha büyük tehlikeden korunmasına ve daha büyük hayra ermesine vesile
olur. Yüce Allah'ın bela vermesinin acı azap ile cezalandırmasının hikmeti de
budur. Ve elbette ahiret azabı daha büyüktür. Mala değil, canadır. Geçici
değil, sonsuzdur. O bir kez başa geldikten sonra uyanmanın faydası olmaz. Onun
farkına varıldıkça şiddeti artar. O, o kadar büyük ve şiddetlidir ki içine
düşen kurtulmaz. Onun insanı uyandırmasının faydası dünya azabı gibi bizzat
içine düşülmesinde değil, içine düşülmezden önce bilinmesinde, uzaktan bilinip
dünyada iken korunulmasındadır. Evet ikisi de kesin bir uyanış faydası
taşımakta, meydana gelmeden önce ilim ve iman ile önüne geçilerek korunabilmek
hususunda ortaktır. Dünya azabı da fiilen meydana geldikten sonra olmasın
olmaz. Bundan da korunmak ancak önceden bilinip mümkün olduğu kadar çaresine bakılarak
sakınılmakla olur. Bununla beraber bu her nasıl olursa olsun geçer. Bu şekilde
ilerisi için deneye dayanan bir ilim ile uyanık olma faydası bırakır. Fakat
ahiret azabı sondur. O, deneye gelmez. Artık bütün deneyler onda tükenmiş
neticesini vermiş bulunur. Bundan korunmak, meydana geldikten sonra deneme ile
değil, Mülk Sûresi'nde geçtiği gibi işitme ve akıl ile haber verene iman ve
işitilen, görülen dünya azaplarının acılığından, karşılaştırma yapmak suretiyle
parçadan bütüne giden bir temsil ile bilinir. Onun için hem haber verilmiş, hem
misal verilerek temsil yapılmıştır. Fakat bilselerdi. Bunlara "eskilerin
masalları" diyen ve kendilerine mal ve çocukları ile bela verilmiş olan o
yalanlayıcılar o dünya azabını gördükten sonra olsun bunu bilselerdi, o cennet
sahiplerinin cennetlerinden mahrum olduktan sonra en hayırlılarının kadrini
bildikleri, uyarısını dinledikleri gibi bunlar da Peygamberin duyurduğu
âyetleri dinlerler, o kötü huylardan vazgeçerler, imana gelir, bütün istek ve
arzularını Allah'a çevirerek o büyük ahiret azabından korunmaya çalışırlardı.
Bu cennet sahiplerinin daha sonlarının ne
olduğuna gelince, bu Katade'ye sorulduğunda, sorana, "bana zor bir görev
yükledin, demiş, yani "İşin bu yanı âyette açık açık belirtilmemiş, gaybla
ilgilidir, bilmiyorum." demek istemiştir. Mücahid'in ise, "Tevbe
ettiler, Allah da kendilerine daha hayırlısını verdi." dediği
nakledilmiştir. İbnü Mes'ud (r.a)'dan da şöyle rivayet edilmiştir: "Bana
öyle ulaştı ki onlar çok ihlaslı davrandılar. Yüce Allah da oların bu
doğruluğuna mükafat buyurdu da onun yerine öyle bir cennet verdi ki, ona
"el-Hayevân" denilir. Onda öyle bir üzüm olur ki, bir salkımını bir
katır götürür." "Âhiret yurdu ise, işte gerçek hayat odur."
(Ankebut Suresi, 29/64) âyeti düşünülürse hayatın kendisi demek olan
"el-Hayevân"ın ahiret yurdunun ismi olduğu anlaşılır. Şu halde İbnü
Mes'ud'dan gelen bu rivayetin mânâsı, onlara sonraki samimiyetlerine karşılık
Allah sonsuz hayat olan Ahiret cennetini verdi, demek olur. Bunlar "cennet"
kelimesinin başına belirlilik takısı olan getirilmek suretiyle "O cennetin
sahipleri" denilmesinin sebebi de onların bu güzel akıbetlerinin olması
gerektir.
Değil mi ki onların sonu ancak Allah'a dönmek
ve onu arzulamakla neticelendirilmiştir. O halde şu gelen âyet, onların da
akıbetlerine işareti kapsar:
Meâl-i Şerifi
34- Kuşkusuz korunanlar için de, Rableri
katında nimetleri bol bahçeler vardır.
35- Öyle ya, teslimiyet gösterenleri suçlular
gibi tutar mıyız hiç?
36- Neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz?
37- Yoksa size ait bir kitap var da onda mı
okuyorsunuz?
38- O kitapta, "beğendiğiniz her şey
sizindir" diye mi yazılı?
39- Yoksa, "ne hükmederseniz mutlaka
sizindir" diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe
kadar geçerli kesin sözler mi var?
40- Sor bakalım onlara, içlerinden ona kefil
hangisi?
41- Yoksa ortakları mı var onların? Doğru
iseler ortaklarını getirsinler.
42- O gün işler zorlaşır ve secdeye davet
edilirler. Fakat güç yetiremezler.
43- Gözleri düşük bir halde kendilerini bir
zillet kaplar. Oysa onlar sapasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı.
44- Bu sözü yalanlayanı bana bırak. Onları
bilmedikleri yönden derece derece azaba yaklaştıracağız.
45- Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim
tuzağım sağlamdır.
46- Yoksa onlardan bir ücret istiyorsun da bu
yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
47- Yoksa gayb onların yanlarında da onlar mı
yazıyorlar?
48- Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi gibi
olma. Hani o öfkeye boğulmuş da nida etmişti.
49- Rabbinden bir nimet yetişmiş olmasaydı,
elbette kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.
50- Fakat Rabbi onu seçti de iyilerden kıldı.
51- O kafirler Kur'ân'ı işittikleri zaman
neredeyse seni gözleri ile devireceklerdi. Bir de durmuşlar "o bir
deli" diyorlar.
52- Halbuki o âlemler için bir öğüttür.
34. "Şüphesiz takva sahipleri için"
Ahiret azabının büyüklüğüne karşılık sevap ve mükafatının da büyüklüğünü
açıklayan bu âyet, yukarıdaki "onlara bela verdik" âyetine karşılık
olarak daha yukardaki "itaat etme" yasağının illeti yerine geçen
ilâhî bir vaaddir. Yani o yalanlayan inkârcılara, o kötü ahlâkların sembolü
olan bireylere, toplumlara uymada Allah'tan kortun. Çünkü bir taraftan biz
onlara dünyada bela vermişizdir, o malları, oğulları, o cennet gibi yurtlar
onlara kalmayacaktır. Uyanık olmadıkları takdirde ahiret azabı daha büyüktür.
Diğer taraftan da, takva sahiplerine, yani inkârdan, günahtan ve kötü
ahlâklardan ve bu gibilere uymaktan sakınıp Allah'ın azabından korunan takvalı
kimselere özeldir. Rablerinin katında, O'nun birlik huzurunda Naim cennetleri
gam ve kederden, bela ve sıkıntıdan uzak katıksız nimet ve mutluluk bağları,
bostanları ki, o takva sahibi kişiler dünyada ona iman ederek ve vicdan
rahatlığının zevkini tadarak ve o gayeye ermek için vazife şevki, temizlik
neşesi, ibadet huzuru ve hakikat aşkıyle; ahirette ise yüce Allah'ın cemalini,
ona kavuşmanın safasını ve onun razı olduğunu görmenin lezzetini hakka'l-yakin
tadarak sonsuz nimetler içinde mutlu olurlar.
35. Ya biz artık müslümanları yüzlerini ancak
Allah'a tutmuş, esenliği düşünür, suç işlemekten korunur, güzellikle çalışır,
temiz kalpli müslümanları hiç suç işleyenler gibi kılar mıyız? Gerçekte
ikisinin akıbetlerini eşit yapar mıyız? Elbette suç işleyen akıbetini azap,
müslümanın akıbetini Naim yapacağız. Burada müslüman mücrimin yani suç
işleyenin karşılığı olarak zikredilmiştir.
MÜCRİM, suç işleyen demektir. Bunun başı da,
suç işlemeyi vicdanen helal ve mübah saymaktır ki küfürdür. Böyleleri suç
işlemekten ancak fiilî bir engel karşısında çekinirler.
MÜSLİM, bunun tam anlamıyla zıddıdır. Bunun
imanı vardır. Suç işlemeyi vicdanında çirkin bilir, cezasına inanır; işlerse
insanlık icabı bir hata ile veya zorunlu bir sebeple işler. Doğrusu
inanmayanlar da suç işlemenin çirkin olduğunu bilir. Onun için kendisine karşı
işlenen bir suça öfke püskürür fakat kendi yaptığını suç saymaz, hoş görür.
Çünkü suçu hak gözüyle değil, kendi keyfine göre ölçer, kendi üstünde bir hak
tanımaz. Aslında o suçun çirkinliği kendisine sonsuza kadar bir ceza olacağını
hesap etmez. Âhirete inanmaz. Bunun bütün nedeni de verdiği hükümde yanılması,
her hak ve yetkiyi kendisinde görmesidir. Tefsirlerin açıklamasına göre,
Mekke'de kâfirler şöyle demişlerdi: "Öldükten sonra her şey biter.
Müslüman ile suçlu eşit olur. Biz dünyada fırsatı kaçırmayız, canımızın
istediğini yapar, dilediğimiz gibi hüküm verir, zevkimize bakarız. Bu nedenle
öldükten sonra müslümanlardan daha iyi ölmüş oluruz. Şayet Muhammed'in dediği o
öldükten sonra dirilme varsa, biz zevkimizi peşin almış oluruz".
36. İşte burada yüce Allah bunları şiddetle
reddetmek ve kınamak için buyuruyor ki: Neniz var? Yani aklınıza ve fikrinize ne
oldu? Yahut neyinize, hangi delilinize, kuvvetinize güveniyorsunuz? Nasıl
hükmediyorsunuz?. Suçluları müslümanlardan daha iyi veya ikisini eşit nasıl
tutuyorsunuz? Cezayı inkâr eden, iyiliği ve kötülüğü bir sayan, suçluyu
müslümandan ayıramayan veya daha iyi tutan nasıl hakim olur?
37. Yoksa size ait bir kitap, sade sizin için
indirilmiş ilâhî bir kitap var da, onda şu dersi mi okuyorsunuz?
38. Siz bu âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle
o sizindir diye, yahut her neyi seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut
her neyi hayır sayarsanız hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir
hak, kendinizi uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok;
"kün" yani "ol" emri sizin elinizdedir, her istediğinizi
yaratır, her yaptığınız yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve
isteğinize göre olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah
kendine özel olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne
rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir delil,
bir kural, bir ilim indirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile geçen, bu âlemi
kimseye vermek istemeyen, bir an bile başlarının ağrımasını arzu etmeyen nice
zorbalar, nice devletler, nice milletler, nice bireyler, nice "bana
göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde koşanlar inleye inleye
burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı.
Hem herkes de sizin gibi aynı düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz
olmazdı. Yoksa başkalarına bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak
üzere öyle bir ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı
böyle hükmediyorsunuz? Yoksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete kadar
sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?
39. Siz bu âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle
o sizindir diye, yahut her neyi seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut
her neyi hayır sayarsanız hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir
hak, kendinizi uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün"
yani "ol" emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her
yaptığınız yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize
göre olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine özel
olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne rivayet edilen
hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir delil, bir kural, bir
ilim indirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile geçen, bu âlemi kimseye vermek
istemeyen, bir an bile başlarının ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice
devletler, nice milletler, nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice
uzun emel ve arzular peşinde koşanlar inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş,
arkalarından kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi
aynı düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına
bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyle bir ders veren bir
kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz? Yoksa
sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete kadar sürecek birçok yeminler,
verilmiş sözler mi var?
40. Ey Muhammed! Sor bakalım onlara,
içlerinden hangisi imiş ona kefil. Ne akla ne nakle dayanan hiçbir delilin,
hiçbir akıl ve düşüncenin kabul edemiyeceği öyle bir hükmün doğruluğuna
içlerinden kefil olacak kimmiş? Yahut Allah'tan öyle bir söz alan ve bunu
yapmayı üzerine alanlar kimmiş?
41. Yoksa kendilerinin birçok ortakları mı
var? Onlara o hükümde katılan, gönüllerinin isteğine taklit yoluyla uyan birçok
ortakları veya kendilerinin uydukları ilahları var da onlardan aldıkları kuvvet
ile hak ve hakikati değiştirebileceklerini ve istedikleri gibi müslümanları
suçlulara benzetmeye Allah'ı mecbur tutacaklarını mı iddia ediyorlar? Öyle ise
ortakları ile gelsinler. Eğer iddialarında doğru iseler! Çünkü dünya bir tarafa
gelse Allah'ın bir hükmünü bozamaz, bir geçreği değiştiremez, hepsi hakkın
karşısında aşağılanmaya ve kahrolmaya mahkûmdur.
42. O gün hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye
başlar. Âyette geçen "sâk" kelimesi, lügatte, topuktan baldıra doğru bacağın
incik yerine denir. Bundan ağacın gövdesi gibi herhangi bir şeyin aslına da
denir. Burada "Sâk" mutlak olarak zikredilmiş olup herhangi bir şeye
nisbet edilmemiştir. Fakat Buhârî, Müslim, Nesaî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye,
Ebu Saîd (r.a)'den şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v)
Hazretleri'ni dinledim, şöyle diyordu: "Rabbimiz sâk'ını açar, derhal ona
her mümin erkek ve kadın secde eder. Dünyada görsünler ve duysunlar diye secde
eden kalır. O da secde etmeye gider, fakat beli tutulur kalır". Bu hadiste
ise Sâk kelimesi, "onun sâkı" şeklinde zamirle bir tamamlama halinde
zikredilmiştir. Bundan başka İshak b. Raheveyh Sened'inde, Taberâni, Darkutni
Kitabu'r-rü'yet'inde ve Hakim sahih diye ve İbnü Merduye ve diğerleri de İbnü
Mes'ud'dan Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Allah kıyamet günü insanları toplar ve buluttan gölgeler içerisinde iner
de bir seslenici şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil
veren, sizi rızıklandıran Rabbiniz, sizlerden herbir insana dünyada taptığı,
kendine veli tanıdığına gitsin." der. Ve dünyada ilâh tanıdıkları şeyler
onlara görünür, şekilleriyle karşılarına dikilirler. Hz. İsa'ya tapanlara İsa
(a.s.)'ın Şeytanı görünür. Uzeyr'e tapanlara da keza, hatta ağaç, odun ve taşa
varıncaya kadar herbirinin taptığı kendilerine gösterilir. Müslümanlar da diz
çökmüş, göğsüne doğru yaslanmış bir durumda kalır. Onlara da yüce Allah görünür
ve kendilerine: "Siz niye herkesin gittiği gibi gitmiyorsunuz? denilir.
Onlar, "Bizim, derler, bir Rabbimiz vardır ki henüz görmedik". O
vakit buyurur ki: "Siz Rabbinizi görseniz ne ile tanırsınız?"
"Onunla bizim aramızda bir alâmet vardır, görsek onu tanırız."
derler. "O nedir?" buyurur. Derler ki: "Sak'tan açar". O
vakit Rahman, Sâk'ını açar, müminler hemen secdeye kapanırlar. Münafıklar ise
sırtları tabak tabak içlerine şişler saplanmış gibi olur. Bu gibi hadislerde
nasıl olduğu kavranamıyacak müteşabih bir anlam vardır ki yüce Allah onu zamanı
gelince fiilen bildirecektir. Bizim anlayacağımız: "Sâk'ın açılması"
gerçeğin ortaya çıkması, insanlardan dalgınlık perdelerini sıyırarak bir şiddet
ve dehşetle, hakkın vereceği hükmün doğru yolda olanlara rahmet ve bâtıl yolda
olanlara öfke saçarak görünmeyen âlemden görünen âleme çıkmasını ifade eden ilâhî
bir işarettir ki nasıl olacağını şimdi anlatma imkanımız yoktur. Bu bakımdan
burada da gibi bir simge vardır. Fakat müteşabih âyetlere mânâ verme sevdasına
düşen birtakım kimseler bunlardan Allah'ı cisim şeklinde gösterme ve onu başka
bir varlığa benzetme, yani "Hiçbir şey ona benzemez." (Şura, 42/11)
âyetinin zıddına olarak Allah'ı cisimlere benzetme sevdasına kapılmışlar,
gizemci sofilerden birtakımları da, bunun tam aksine bu âyeti dış mânâsına
yorumlayarak hakiki olmayan bir görünme anında aynen öyle olacağına
inanmışlardır.
Zemahşeri der ki: "Sâk'ı açmak, baldırı
açmak tabirleri, durumun şiddeti ve belânın çetinliğini anlatmak için misal
olarak verilen sözlerdir. Bunun aslı korku, dehşet ve hezimet anında ve örtülü
kadınların kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını açmaları
meselesindendir."
Fahreddin er-Râzi de şöyle der: Sâk'ın
tefsirinde dört ayrı izah şekli vardır:
Birincisi: Şiddettir. İbnü Abbas'a bu âyetin
tefsiri sorulduğunda şöyle demiştir: Size Kur'ân'dan bir şey gizli geldiği
zaman onu şiirde araştırın. Çünkü şiir Arab'ın Divan'ıdır. Şairin şu sözünü
işitmediniz mi?
"Senin kavminin boyunları vurmayı bize
gelenek haline getirdi. Savaş, bize, birden bire alevlendi".
O gam, keder ve sıkıntı günüdür. Mücahid de
ibn Abbas'tan bu günün, kıyametin en şiddetli ânı olduğunu rivayet etmiştir.
Dilciler bu anlamda birçok beyit rivayet etmişlerdir. Bunlar dilcilerin,
"sâk" kelimesinin şiddet mânâsında mecaz olarak kullanılmış olduğunu
itiraf etmeleri demektir. Yüce Allah'a hakiki mânâda "sâk" yani bacak
isnat etmenin kesin delillerle imkansız olduğu bilindiğinden bunun mecaz olduğu
ortaya çıkar.
İkinci görüş: Bu, Ebu Saidi Dariri'nin
görüşüdür. Bir şeyin sâk'ı demek, onu ayakta tutan aslı demektir. Yani
"durum aslında ortaya çıktığı, açıldığı gün" demektir. Kıyamet günü
her şeyin hakikatleri ve asılları ortaya çıkacaktır.
Üçüncü görüş: Cehennem'in sâkı veya Arş'ın
sâkı veya korkunç bir meleğin sâkı demektir. Fakat âyet sadece bir sâk'a işaret
ediyor. Bunun hangi şeyin sâkı olduğuna lâfızda bir işaret yoktur.
Dördüncüsü: Müşebbihe'nin yani Allah'ı cisme
benzetenlerin tercih ettiği görüştür ki, bunlar, "bu âyetten maksat Allah'ın
sâkıdır" demişlerdir. Oysa yüce Allah cisme benzemekten yücedir. İbnü
Mesud hadisi gibi gelen bazı rivayetleri bir cismin baldırı şeklinde anlamak
batıldır ve âyette "sâk" kelimesi belirli değil, belirsizdir.
Hâtim demiştir ki:
"Harbin kardeşi harbe alışıp onunla
tanışmış. Savaşçı yiğit kişi, eğer harp onu ısırırsa o da harbi ısırır ve eğer
harp paçalarını sıvarsa o da sıvar."
İbnü Rukayyat da şöyle demiştir:
"O dehşet, ihtiyara oğullarını unutturur
ve gözden sakınılan namuslu hanım kızların baldırlarını açtırır."
Şu halde âyetinin mânâsı, "hakkın emri
şiddetlenip iş büyümeye başladığı gün" demektir. Yoksa ne baldır vardır,
ne de açma. Nitekim, kolları kesik fakat aynı zamanda cimri olan adam hakkında
"eli bağlı" denilir. Oysa ortada ne el vardır, ne de bağ. Bu ancak
cimrilik için söylenmiş bir meseledir. Burada Allah'ın insan gibi baldırı
olduğu zannına kapılana gelince, bu onun kavrama yetisinin darlığından ve beyan
ilmini iyi bilmediğindendir. Onun aldandığı şey İbnü Mesud hadisindeki, "Rahman,
sâk'ını açar." kısmıdır. Oysa bunun mânâsı, "Rahmanın emri
şiddetlenip iş büyüdüğü zaman" demektir ki o da kıyamet günü "en
büyük feryat" tır.
Bugün hakkında da iki görüş vardır:
Birincisi: Çoğunluğun görüşü. Bugün kıyamet
günüdür.
İkincisi: Ebu Müslim'in görüşüdür ki bugün
kıyamet günü değil, dünyadadır. Ebu Müslim şöyle der: Bunun kıyamet gününe
yorumlanması mümkün değildir. Zira bugünün özellikleri anlatılırken
"secdeye çağrılırlar" buyurulmuştur. Oysa kıyamet günü ne tapınma, ne
yükümlülük vardır. Bundan maksat, ya kişinin dünyadaki son günüdür.
"Melekleri görecekleri gün, o gün müjde yoktur." (Furkan, 25/22)
buyrulduğu üzere melekleri müjdesiz olarak görürler. Sonra insanları görür,
vakti gelince namaza çağırırlar kendisi namaza güç yetiremez. Çünkü o vakit
"Daha önce iman etmemiş kimseye o gün imanı fayda vermez."(En'âm,
6/158) buyurulduğu üzere daha önceden îmana gelmemiş bir nefsin o anda îman
etmesi fayda sağlamaz. Yahut da hastalık, kocalık ve acizlik halidir. Oysa
"Sağ salim kişiler oldukları halde secdeye çağrılıyorlardı". O zaman
bugün başlarında bulunan dertleri yoktu. İşte ya ölüm sırasında başlarına inip
gözleriyle gördükleri o korkunç olayın şiddetinden veya acizlik ve
ihtiyarlıktandır. Şu bilinmelidir ki âyetin lafzını, Ebu Müslim'in dediği gibi
yorumlamak mümkündür. Fakat onun, "Kıyamet gününe yorumlanması mümkün
değildir." demesi doğru değildir. Çünkü bu secdeye çağırma yükümlülük
yoluyla değil, başa vurmak ve utandırmak içindir .Ve secdeye cağrıldıklarında
ellerinden güçleri alınacak ve güçleri ile kendilerinin arasına bir set
çekilmiş bulunacaktır ki, vaktiyle sağ ve esenlikte iken yaptıkları aşırılık ve
kusurdan dolayı kederleri ve pişmanlıkları artsın.
Ebu Hayyan da der ki: Sâk'ın açılması, olayın
şiddetinden ve gittikçe büyümesinden kinayedir. Mücahid şöyle demiştir: Bu
şiddet, kıyametin ilk saati olup en kötüsüdür. Hadiste gelen "O gün baldır
onlara açılır." ifadesi de yine o günkü şiddete yorumlanır. Bu Arap
dilinde yaygın bir mecazdır. Hâtim'in az önce geçen beytinden başka, bir diğer
şair şöyle der:
"Baldırını açan, kıpkırmızı, etleri ta
dibinden yontan bir senede nefsime, nefsimin korkusuna ve atların yiyeceklerine
saldırmalarına şaştım."
Diğer bir şair de şöyle der:
"Paçasını sıvadı, saldırın. Harp size
ciddileşti, siz de ciddileşin."
Bir başka şair ise şöyle der:
"Devamlı bir kötülüğün kızıştığı ve
harbin bizimle bir ayak üzerine dikildiği zamanın önünde sabredin,
dayanın."
Bir şair de demiştir ki:
"Savaş onlara paçasını sıvadı ve
kötülükten bârihler ortaya çıktı." Bârih, avcının sağında görünüp de
soluna doğru geçen ava denir ki Arap bunu uğursuzluk sayardı. Burada
"bevârih" yerine rivayeti de vardır ki, "açık" demektir.
İbnü Abbas demiştir ki demek, demektir. Ebu
Übeyde de demiştir ki: Bu kelime, şiddet mânâsını ifade etmede kullanılır.
"Çemrendi" yani kol, etek ve paçasını sıvadı mânâsına denir. Bundan
dolayı Arap kıtlık senesine "bu sene paçalarını sıvadı" der. "Sâk"
kelimesinin belirsiz olarak getirilmesi de Zemahşerî'nin dediği gibi, alışılıp
bilinen bir şiddetin dışında, bilinmeyen bir durumu göstermek içindir. "O
çağırıcının, görülmemiş dehşetli bir şeye çağıracağı gün"(Kamer, 54/6)
âyetinde olduğu gibi, "pek şiddetli korkunç bir durumun olacağı gün"
denilmiş gibidir.
Bunlardan sonra biz de şunu kaydedelim ki:
Birincisi, herhangi bir isim tamlamasının asıl
mânâsı, bir şeyin diğer bir şeye ait olduğunu göstermektir. Burada tamlanan ile
tamlayan arasında, bir bütün ile onun bir parçası arasındaki bir oranın varlığı
gerekmez. Bu oranın özelliği, tamlanan ile tamlayanın durumuna göre ortaya
çıkar. Onun için "Hiçbir şey onun benzeri olamaz."(Şura, 42/11)
vasfını taşıyan yüce Allah'a nisbet edilen herhangi bir şeyde el, ayak, baldır,
ev, ruh gibi bir benzetmeyi andırsın veya andırmasın, bunların hiçbirinde
tamlayanın tamlananın parçası olduğu anlamını çıkarmaya çalışmak doğru olmaz.
Mesela "Allah'ın eli" tamlamasında, el'in Allah'ın bir parçası olduğu
anlamını çıkarmak doğru olmaz. Zira yüce Allah cüzlere ve parçalara ayrılmaktan
uzak bir tek varlıktır.
İkinci olarak, âyetin açıklanmasına delil
olarak getirilen şiirlerde geçen "teşmir-i sâk" ile "keşf-i
sâk" açıklamış oldukları gibi hakikat ve mecaz da aynı kaynaktan ve aynı
mânâda olmakla birlikte, biz bunların aralarında, kullanılış şekillerine göre
biraz bir fark da hissediyoruz. Teşmir-i sâk, paçayı sıvamak veya çemremek,
yerine göre toplanmak, hazırlanmak, sakıncalı bir şeyden korunarak ciddiyet ve
özenle işe sıvanmak, şiddet göstermek anlamlarını ifade ettiği gibi,
"keşf-i sâk, veya "keşf an sâk" örtülü bir hakikatin içerden
dışarıya, aşağıdan yukarıya doğru bir uçtan kendini açık bir şekilde göze veya
kalp gözüne göstermesi, kendini tanıtması anlamını ifade eder. Kuşkusuz bu,
idrakin açıklığında bir şiddet ve heyecanın varlığını hissettirir. Fakat bu
şiddetin bir korku veya arzu, bir güç veya zayıflık, bir elem veya lezzet ifade
etmesi, ortaya çıkan bu hakikatin özelliği ile onu idrak edenlerin ona olan
ilgilerine bağlıdır. "Harp baldırını açtı" ve "falan kahraman
baldırını açıverdi" denilmekle "zafer baldırını açtı",
"murat bir uçtan kendini gösterdi", "canân baldırını
açıverdi" denilmesi arasında açıklık açısından bir fark olmaz ise de, ifade
ettikleri etki ve heyecan açısından fark vardır. Onun için Neml sûresinde
"Belkıs baldırını açtı"(Neml, 27/44) buyrulduğu şekilde Belkıs'ın
baldırını açması onun gücünü değil, zayıflık ve kusurunu anlatmıştı. Keşşaf'ın
kısaca yapılan açıklamasında bu iki yöne de işaret vardır. Bir de Alûsî'nin
naklettiği üzere Abd b. Humeyd'in rivayet ettiğine göre Rebi b. Enes demiştir
ki: O gün örtünün kaldırılacağı, perdenin açılacağı gündür. Beyhakî de İbnü
Abbas'tan, "Durumun anlaşılacağı, amellerin ortaya çıkacağı gündür."
diye rivayet etmiştir.
Said b. Cübeyr bu âyette "sâk"
kelimesinin yüce Allah'a nisbet edilmesini kabul etmemiş ve bu âyetin mânâsı
sorulduğunda şiddetle öfkelenip şöyle demiştir: "Birtakım kişiler, yüce
Alah kendi baldırını açar zannediyorlar. Oysa yüce Allah şiddetli durumu açıp
ortaya çıkarır." O halde hadisi de bu şekilde anlamak gerekir. İşte bu
sunduğumuz sebeplerden dolayı biz burada, âyet-i kerimesinde "keşf-i
sâk" tabirinden, müslümanın imanıyla beklediği ve suçlunun kaçındığı
hakkın veya hak hükmün görünmeyen âlemden görünen âleme kendini bir uçtan
göstermeye başlaması mânâsını anladığımız gibi, bunun ortaya çıkardığı şiddet
ve dehşet içinde de suçlulara sırf elem olan korkunç bir kahroluş ve ezilme,
müslümanlara da aynı korkunç olay içinde murat kapısını açan albenili bir heves
ve yücelik heyecanı seziyoruz. Çünkü suçluların bütün ortaklarıyla beraber
topuna şiddetli bir tehdit ve uyarı olan bu âyet, müslümanlara bir vaad ve
müjde olmak üzere Peygamber'e hitap edilirken söylenmiştir.
"gelsinler" emri, (gün) sözüyle ilgilidir. Yani "o gün
gelsinler" demektir. "hatırla" gibi, metinde söylenmemiş olan
bir fiille veya daha sonra gelecek olan "onları saracak" fiili ile
alâkalı da olabilir. Buna göre mânâyı şöyle özetleyebiliriz: Gelsinler, yahut
haber ver ki gelecekler, o kıyamet günü ki şimdi bakışlardan gizli olan hakkın
hükmü görünmeye, hakikat perdesi aşağıdan yukarıya açılmaya, müslümanların arzu
ettiği, suçlulara ise düşüklük ve felaket olan gaye bir uçtan kendini
göstermeye başlayacak. Ve secdeye çağrılacaklar. Hakka boyun eğmek istemeyen,
istedikleri gibi hüküm verip fenalıktan korunmayan, istedikleri gibi yaşamayı
arzu eden o suçlular, inkârcılar, ortaklarıyla beraber birer birer veya alay
alay, "Kalkın bakalım vaktiyle tanımadığınız hakkın emrine boyun eğin,
teslim olun, tam bir hürmet ve saygıyla secdeye kapanın, yüzlerinizi yere
koyun, haddinizi anlayın." diye zelil etmek ve kınamak için çağrılacaklar.
O zaman secdeye kapanmak için can atacaklar fakat güçleri yetmeyecek.
43. Ne başlarını kaldırabilecekler, ne
bellerini eğebilecekler; belleri kazık kesilmiş, gözleri korku ve saygıyla
dolu, işarete bile güçleri yetmiyecek şekilde düşkün kendilerini bir zelillik
saracak da saracak. Oysa vaktiyle dünyada başları esenlikte iken o secdeye
çağrılıyorlardı. İsteyerek secde etmeleri ve boyun eğmeleri kendilerine teklif
olunuyordu da onu kabul etmiyorlardı, o esenliğin kıymetini bilmiyorlar, gönül
hoşluğu ve istekleriyle secdeye yanaşmıyorlar, Allah'a boyun eğmenin
mükâfatına, neticede bunun tadına inanmıyorlar, suçluları müslümanlardan akıllı
sayıyorlardı. İşte o vakit başlarında bu dert yok iken gönül hoşluğu ile
yapmadıkları o secdeye bugün ister istemez can atacaklar ama, kımıldanmaya
güçleri kalmıyacak, gittikçe büyüyen bir düşkünlük de hiçbir şey elde edememiş,
kahrolmuş olacaklar.
44. O halde bana bırak bu sözü yalanlayanı, bu
Kur'ân'a inanmayan, eskilerin masalları diyen, secde etmenin ve Allah'a
ibadetin gerekli olduğuna inanmayan, ahiret azabını inkâr eden, suçlular
cezalandırılmaz, takva sahiplerine mükâfat verilmez sanan, o büyük ahlâkın
kıymetini bilmek istemeyen, hakkın kendini göstereceği bir gün gelmez zannedip
de nasıl isterse öyle hüküm veren kimselerin herbirini bana bırak. Yani sen
onların yaptıklarından etkilenme, çekinme, dediklerine aldırma da görevini
yapmaya bak ey Muhammed! Biz onlara bilemeyecekleri bir yönden neticede
kötülüklerine sebep olan bir yükselme veririz, haklarında iyi zannettikleri
aldatıcı bazı servetler, kuvvetler, zevkler vererek ve onları gittikçe artırıp
hızlandırarak hiç hissettirmeden derece derece azap uçurumuna, çeker,
bilemeyecekleri bir yönden yuvarlarız.
45. Ve ben onların iplerini uzatırım,
istediklerine bırakıvermişim gibi mühlet veririm, onu kendilerince iyi bir iş,
bir kâr zannederler, zevklerine göre günahlara dalar, sevinir oynarlar. Artık
kurtulduk, öyle gideceğiz zannına kapılırlar, belki ipi koparırlar da kaçarlar
diye korkmam. Çünkü tuzağım sağlamdır, ilmim her şeyi kuşatmıştır, aldığım
önlem sağlamdır. Her an her durumlarını bilir, tam sırası gelince iplerini
çekiverir, kendilerine verdiğim hızla onları bir anda yuvarlayacağım yere
yuvarlarım.
46. Yoksa onlardan bir karşılık mı istiyorsun
da, onlar ceremeden, ağır ağır borçlardan ezilmişler? Yani onlar yok yere ceza
çekmekten ağır borçlar altında ezilmekte bulunuyorlarsa sen onlara Allah'ın
emirlerini ileterek yaptığın öğüt ve yol göstermeden dolayı bir ücret
istiyorsun da onun için mi ezilmişler? Onun için mi sana kin besliyorlar? Hayır
senin mükâfatın Allah'a aittir. Onların borçlanmaları ve çektikleri ceza ve
bela, kendi akılsızlıkları, ahlâksızlıkları, beyinsizce davranışları sebebiyle
ve uydukları ortaklara aldanmaları yüzündendir. O halde kendi sapıklıklarını,
kendi zararlarını bu şekilde olsun takdir edip imana gelmeleri gerekirken, sana
kin besleyip düşmanlık etmeleri sırf kendi düşüncesizliklerindendir.
47. Yoksa gayb (yani gizli olan, bilinmeyen
şeyler) onların yanında da, artık onlar mı yazıyorlar. Yani Allah'a ait olan
gayb ilmi onların yanında, Levh-i Mahfuz'u yazan yüce kalem onların elinde de
artık her şeyin kaderini, olup olacak olayları onlar mı yazıyor, işledikleri
suçların, Allah'ı inkâr etmenin ve ona ortak koşmanın günah olmayıp sevap ve
doğru olduğunu deftere onlar mı yazıyorlar ki bu şekilde akla ve kitaba uymaz
hükümler veriyor, zulümler ediyor, henüz gayb aleminde olan ilahi hükmün,
tepelerine ineceği günden çekinmiyorlar.
Bu iki ayet yukarda geçen ve âyetlerine benzer
olmakla beraber mânâyı toplayıp, ta sûrenin başındaki âyetine kadar götürmüş ve
bu suretle "kalem"den maksadın da gayb ilminden olmuş olacak her
şeyin kaderini yazan ilâhî kalem olduğunu anlatmıştır.
48. O halde Rabbinin hükmüne sabret. Onları
hemen yok edivermeyip mühlet vermesine ve seni tükenmez mükâfata kavuşturmak
için o büyük ahlâk ile büyük dayanıklılık ve katlanma gerektiren nebilik ve
resullük görevini yerine getirmek için sıkıntılara sokmasına sabret ki, bunlar
onun hükmü, o kalemin yazısıdır. Sabır et de, ilerde vereceği yapma ve yürütme
hükmünü bekle. Çünkü o hakikatını gösterecek, ilâhî hükmü ortaya çıkaracaktır.
Balık sahibi gibi olma. Balık sahibi, Saffât sûresinde "Nefsini kınamış
bir haldeyken balık onu yuttu." (Saffât, 37/142) buyrulduğu üzere Yunus
(a.s)'dur.
el-HÛT, karnında Yunus (a.s)'un hapsolduğu
meşhur olan balıktır ki, ona "en-Nûn" da denilir. Nitekim Enbiya
sûresi "Zü'n-Nûn'u da hatırla. Hani o öfkelenerek gitmişti de, kendisini
hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde:
"Senden başka hiçbir ilâh yoktur, seni bütün noksanlıklardan uzak tutarım.
Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum" diye dua etmişti."(Enbiya,
21/87) âyetinde Yunus (a.s)'a Zu'n-Nûn denilmişti.
"ZÛ" da bilindiği gibi SÂHİB
mânâsınadır. Bazıları "Zû" nun "Sâhib"ten daha beliğ ve
fasih olduğunu söylemişlerdir. Zü'n-nun denildiği zaman, Yunus (a.s)'ın ona
mahkum kalmayıp onun sıkıntısından kurtuluşu; "Sâhib" denildiği zaman
da o balığın içinde bulunması durumlarına işaret edilmiş oluyor. Onun için
Enbiya sûresinde övülürken "Zü'n-nun", bu sûrede ise ona benzemekten
nehyedilirken "Sâhib-i hût" diye isimlendirilmiştir. Burada
"hût" ve "Nûn" kelimelerinin ikisinin de balık mânâsına
gelmesi itibariyle, bu âyet ile sûrenin başındaki "Nûn"a dolaylı
yoldan bir işaret yapılmış demektir. Bundan bazıları dan maksadın bu
"hût" olduğu görüşüne varmışlardır. Fakat öyle olsaydı burada
"Sahibu'n-nûn" denilmek uygun düşerdi. Demek ki maksat o olmamakla
beraber dolaylı yoldan ona bir işaret de vardır. (Yunus kıssası hakkında
Ve's-Saffât sûresi 139-148 âyetlere bkz.)
Kısacası, yüce Allah'ın ilk kalem ile yazdığı
kadere sabret, o eziyetlere dayan da yarın için vereceği hükmü gözet,
sabırsızlıkla kavmine kızıp öfke ile karanlıklarda hapse düşen Yunus gibi olma.
Hiçbir şekilde onun gibi olma değil, ancak şu durum ve vakitteki Yunus gibi
olma. Hani bir zaman o, mekzum, öfke ile nefesi tıkanmış bir halde
seslenmişti.. diye inlemişti. Bununla beraber burada maksat kime ve nasıl
seslendiğini anlatmak değil, yalnız öfke ile boğulacak bir halde seslenmiş
olduğunu anlatmaktır.
49. Eğer Rabb'inin nimeti ona yetişmiş olmasa
idi tevbe etmeyi ve pişman olarak Allah'ı tesbih etmeyi içine doğurup duâsını
kabul etmek suretiyle yardım etmeseydi herhalde o boşluğa, çıkarıldığı
açıklığa, alana fena bir halde atılacaktı. Gerçi sonsuza kadar balığın karnında
kalmayacak, her nasılsa atılacaktı, lakin iyi, övülmüş bir şey olarak değil;
yerilmiş olarak, fena bir halde atılacaktı. Demek ki onun oraya düşmesi ve
düşmesine sebep olan öfkesi ve sabırsızlığı doğal olarak iyi bir şey değildi.
50. Fakat Rabbi onu seçti. O huyda bırakmadı,
arıttı, yardımıyla derleyip topladı, süzdü, yerilmiş olmaktan korudu, öfkeden,
tasadan kurtarıp yeni baştan vahyine nail eyledi. Onu salih (yani iyi)
kullarından kıldı, yüzbinlere Peygamber olarak ve şefaat için gönderdi, onları
bu sebeple azaptan kurtarıp faydalandırdı da kendisini salih kul olmada
olgunluğa ermiş peygamberlerden kıldı. Demek ki her şey gaybı bilen Rabbinin
yazısı ve hükmü ile meydana gelir ve o bir şey takdir ederken asıl irade onun
olmakla beraber, geleceği şu içinde bulunduğumuz âna, içinde bulunduğumuz ânı
geçmişe bağlayan ve her yaşanmakta olan ânı gelecekte bir sonuca doğru götüren
ve aynı zamanda insanlara da takdirine göre bir yetki veren ve bu şekilde her
konuya kendi özelliğine göre iyi veya kötü neticeleri gerekli kılan, bunun da
her ânı yine onun hükmüne bağlı olan bir düzen vardır. Kâinat bu şekilde hakkın
kaleminin yazdığı ve yazacağı satırlardan ortaya çıkan bir mânâdır. Onun için
Peygamber olma nimetine kavuşmuş Yunus'un bir öfkesi kendisini balığın karnında
hapse düşürdü. O öfke ile kalsaydı az daha istenmeyen kötü bir akıbete
düşecekti. Fakat Rabb'ı ona o öfkeye karşı bir de nimet vermişti. O nimetin
hayrını, öfkesinin kötülüğüne galip getirerek Rabb'ı onu kurtardı ve bu suretle
o öfke huyundan süzüp nimetiyle esenliğe çıkararak tam anlamıyle onu salih bir
kul yaptı. Öfke veya sabır gibi hallerin bir ucu yüce Allah'ın takdirinde olup
bir ucu da insanın iradesine bağlanmıştır. O halde o büyük ahlâkın sahibi ve
daha büyük nimete kavuşmuş biri olarak süzülmüş ve arınmış olan sen ey Muhammed
Mustafa! (s.a.v) Yunus gibi sabırsızlık etme de Rabbinin bugünkü hükmüne
sabret. Görevine tam bir dayanıklılıkla devam edip yarınki hükmünü gözet, gör
ki o yüce kalem gaybda neler yazmış, hak ve gerçek nasıl ortaya çıkacaktır.
51. Gerçekte o inkârcılar, Allah'ın
nimetlerine nankörlük ederek âyetlerine yalan deyip seni yalancı çıkarmaya
kalkışan ve durumları ve huyları anlatılan Mekke kâfirleri, o zikri, Allah
tarafından öğüt olarak okuduğun Kur'ân'ı işittikleri vakit, az daha seni
gözleri ile kaydıracaklardı. Onun yüksekliğini öyle hissetmişlerdi ki
kıskançlıklarından az daha nazar değdirecekler, aç ve kem gözlerinin
kötülükleriyle ellerinden gelse seni yok edeceklerdi. Demek ki öfkenin bedende
bir hükmü ve tesiri olduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre,
iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur, çarpar, mıknatıslar,
manyatize eder; kimi tutkun olur, kimi de aldığı etkiyle kıskançlığından bir
öfkeye düşer, türlü türlü suikastlara, tuzaklara kalkışır ki maddî veya manevî
bunun hangisi olursa olsun hedefine ulaştığında göz isabet etmesi, göz değmesi
veya nazar denilen şey olur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş,
inkâr edenler ve böyle bir şeyin olduğunu kabul edenler olmuş ise de biz
detayına gerek duymayarak bu kadarla yetiniyoruz. Nasıllığı ne şekilde olursa
olsun gözdeğmesi vardır. Allah korusun, göze batmak tehlikeli bir şeydir. Allah
koruyacağı kulları için gözdeğmesine karşı bir siper yapar. İnanmıyanlar bu
sûre ile veya bundan evvel Kur'ân'ı ilk işittikleri zaman onun nazmı ve
mânâsıyle edebî güzelliğinin yüksekliğini ve peygamberin ona nâil olmasını son
derece kıskanmış ve hemen hemen yiyecek gibi bütün bakışlarını ona dikmiş, onu
kaydırmak istemişler, bu onların o derece dikkat nazarlarını çekmişti. Öyle
iken bir de durmuşlar, o herhalde bir deli diyorlar, şaşkınlıklarından kendi
kendileriyle çelişkiye düşüyorlar. Böylece gözlerinin zehirini kendilerine
döküyorlar.
52. Oysa o Kur'ân sade onlara ait değil, bir
zikir, bir öğüttür bütün âlemler için, bilinç ve algısı olan bütün akıllılar
âlemleri için. Yalnız temiz akıllı olmayanlardır ki ondan yararlanacak yerde
aleyhinde bulunarak kendilerine zarar vermiş olurlar. Nihayet bir inilti içinde
inler inler giderler.
İşte ile başlayan Kalem sûresi, 'in sonunda
yine bir "nûn" ile sona ermiş bulunuyor. Âlemlerin Rabbi olan yüce
Allah yazan, okuyan ve dinleyenleri zikretmeye ve düşünmeye muvaffak kılsın.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Kalem Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.