Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Kaf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
50-KAF:
Bu sûre ile Sûresi'nin başlayışında fazla bir
benzeyiş vardır. İlk önce, ikisi de birer harf ve Kur'ân'a yemin ve ile
başlıyor. Kâfirlerin şaşkınlıklarından bahsediyor. O sûrenin baş tarafında
"Bu öğüt dolu Kur'ân'a and olsun." (Sâd, 38/1) sonunda "O (Kur'ân)
bütün alemler için bir öğüttür." (Sâd, 38/87). Bu sûrenin başında "Bu
şerefli Kur'ân'a andolsun." sonunda "Benim tehdidimden korkanlara bu
âyet ile öğüt ver." (Kaf, 50/45) buyuruluyor. Onda imanın şartlarından ilk
esas olan tevhide, bunda ölümden sonra dirilmeye ve haşre dikkat çekilmiştir.
Yazılışta harf, okunuşta kaf isim şeklindedir. Açıkça anlaşılan harfin ismi,
bundan da bu sûrenin ismidir. Bu vesile ile Kaf dağından da bahsedilmiş. İşaret
ile veya açıkça emr-i hazır olması ihtimali de söylenmiştir. Doğrusu diğerleri
gibi bu da müteşâbih âyetlerdendir. Yorumunu Allah bilir. Fahreddin Razi burada
önce şu hususlara dikkat çekmiştir: Yukarılarda anlatmıştık ki böyle sûrelerin
başındaki harfler, okunacak Kur'ân'ı iyi dinletmek için dinleyicinin dikkatini
uyandırmak üzere verilen uyarılardır. Yine anlatmıştık ki ibadetin kalb ile
olanı, dil ile olanı ve vücudun dış organları ile olanı vardır. Organ ile
olanlar içinde mânâsına akıl eren de var, mânâsı akıl ile bilinmeyip sırf
ibadetle ilgili olan da vardır. Nitekim hacda şeytanları taşlamak, sa'y ve
benzeri diğer bazı ibadetler böyledir. Kalple ilgili inançlar içinde Allah'ın
birliğini ispatlama ilmi, ve insanların mahşerde toplanmalarının mümkün olması,
Allah'ın sıfatı ve peygamberlerin doğruluğu gibi hem aklın delil ile bildiği
kısım vardır, hem de kıldan ince kılıçtan keskin sırat ve amelleri tartacak
mizan gibi şeriatla ilgili olmadıkça kesinlikle kabul etmek ve doğrulamak
mümkün olmayan kısım vardır. Şu halde dil ile yapılan ibadet olan zikirlerde de
böyle olması gerekir. Bunların da Kur'an'ın çoğu gibi hem mânâsına akıl eren
kısmı vardır. Hem de bu heceleme harfleri gibi mânâsını aklın kavrayamayacağı
veya anlamadığı kısım vardır. Çünkü onu okumaktan maksat, yalnız emre boyun
eğmektir. Yoksa konuşmada, alışıldığı üzere bir hüküm veya hoş bir hikaye
veyahut "Ey Rabbimiz! Bizi bağışla ve bize merhamet et!" gibi güzel
bir maksadı ifade etmek değildir. Bilakis sırf söylemek sadece ibadet olur.
Bunu şu husus da destekler: Bu harflere yemin edilmiş bulunuyor. Kendileriyle
yemin edilmiş durumdadırlar. Halbuki Allah Teâlâ'nın incir ve zeytine yemin
etmesi onlara şeref vermek olduğu gibi, (Allah'ı) tanımanın delili, ve ta'rifin
aleti olan şerefli sözün aslı olan harflere yemin etmesi de onların ayrıca bir
şerefe sahip olduklarını öncelikle ifade eder. Şimdi bu noktada şunları
düşünmek gerekir:
1- Allah Teâlâ'dan yemin ya gibi bir şeye veya
gibi bir harf ile de olmuştur. Veyahut "Göğe ve gece ortaya çıkana yemin
olsun." (Târık, 86/1). "Kuşluk vaktine, kararıp ıssızlaşan geceye
yemin olsun ki" (Duhâ, 1-2) gibi iki şeye ve gibi iki harfe, veyahut
"okuyanlara", "sevk edenlere", "saf bağlayıp
duranlara" gibi üç şeye ve gibi üç harfe, veyahut (Zâriyât Sûresi'nde)
(Burüc Sûresi'nde) (Tin Sûresi'nde) olduğu gibi dört şeye ve gibi dört harfe
veyahut 'da da da de olduğu gibi beş şeye ve ve gibi beş harfe olmuştur. Beş
şeyden fazla yemin yalnız bir sûrede vardır ki o da Şems Sûresi'ndedir. Beş
harften fazlaya hiç yemin yapılmamıştır. Çünkü asıl harfleri beşten fazla
kelime ağır sayılmıştır. Mânâ için birleştirilmesinde ağır görülüp kabul
edilmeyince mânâsı bilinemeyecek veya mânâsı olmadığı zaman daha da ağır
gelmesi gerekir.
2- Bilinen şeylere yeminde, yemin edatı olan
zikredilmiş denilmiş. Fakat harflere yeminde yemin edatı zikredilmemiştir.
Mesela denilmemiştir. Çünkü yemin, harflerin kendilerine olunca harfin, harfe
alet yerinde getirilmesi eşitliği bozardı.
3- Allah Teâlâ, gibi eşyaya yemin etmiş,
onların asılları olan zerrelerine ve basit maddelerine yemin etmemiştir. Fakat
harflere, onları birleştirmeden yemin etmiştir, çünkü eşyanın birleşiminde
maddesi en güzel bir şekilde bulunur. Fakat harfler, birleştirilince yemin
sözcüklerine değil, gök ve yer gibi mânâlarına ait olmuş olur. Mânâsız terkibe
göre ise tek harf daha değerli olur. Onun için harflerin yalnız müfredatına
yemin edilmiştir.
4- Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere harflere
yemin, yirmi sekiz sûrededir. Sayıları harflerin yarısı kadar olan, şeylere
yemin ise ki 'den başka sûrelerdedir, ondört sûrededir. Çünkü harflerden başka
şeylere yemin sûrelerin baş tarafında da vardır, ortasında da vardır. Mesela
"O aya ve döndüğü an o geceye andolsun." (Müddessir, 74/32-33) gibi.
Harflere olan yemin ise ancak sûrelerin baş tarafındadır. Ve orada güzel
olmuştur. Çünkü anlaşılan arasında, anlaşılmayan güzel olmazdı. Onun için sûre
başlarında eşyalara yemin, harflere yeminin yarısı kadardır.
5- Harflere yemin, Kur'ân'ın iki yarısının
ikisinde de hatta yedi kısmında da vardır. Sayılı eşyalara yemin ise yalnız son
yarısında, hatta 'den başkası son kısımdadır. Zira çoğunlukla harflere yeminden
sonra Kur'ân ve kitab veya tenzil zikredilmiş "Yâsin, hikmet dolu Kur'ân
hakkı için" (Yasin, 36/1-2), "Elif, Lâm, Mîm. O kitap" (Bakara,
2/1-2), "Elif, Lâm, Mîm, Bu Kitabın indirilmesi..." (Secde, 32/1-2)
buyurulmuştur. İşte Kur'ân'ın hepsi harflerle ifade edilen bir mucize
olduğundan onlar her kısımda bulunmuş olup, sayılı şeylere yemin ise böyle
değildir.
Bundan sonra Razî "Kaf"a ait
konulardan olmak üzere şunu da ilâve eder: Kaf yeryüzünü kuşatan bir dağdır ki
göğün etrafı onun üzerindedir denilmiş, bu görüş, birkaç yönden zayıftır:
1- Okunuşu vakf üzeredir. Halbuki dağ ismi
olsaydı yemin edilmiş olmakla vasılda vakıf caiz olmazdı.
2- gibi yemin harf ile söylenmesi gerekirdi.
Çünkü yemin edatının atıldığı yerlerde kendisi ile yemin edilen "Allah'a
yemin ederim ki mutlaka yapacağım." gibi yemine layık olarak (yemin
edatını) söylemeye bir ipucu olur, denmez.
3- Öyle olsa yazılırdı "Kuluna yetmez
mi?" (Zümer, 39/36), "Akan bir pınar vardır." (Gaşiye, 88/12)
türünden olurdu. Halbuki bütün mushaflarda harf yazılmıştır.
4. Bunda açıkça anlaşılan harf olmasıdır.
Gerçi onun İbnü Abbas'tan nakledilmiş olduğu da söylenmiştir. Fakat İbnü
Abbas'tan rivayet edilen, 'ın bir dağ ismi olmasıdır. Fakat burada bu 'tan
maksadın o dağ olduğu kesin değildir.
Demek ki Razî aslında "Kâf" dağı
diye söylenegelen rivayeti inkâr etmiyor. Burada onunla tefsir edilmesi zayıf
bulunuyor. Alûsî de rivayetleri kaydettikten sonra şöyle diyor: "Karafi,
Kaf dağının bulunmadığı görüşünü ileri sürmüş ve buna açık delil getirecek
delili olmayan şeye inanmanın caiz olamayacağını söylemiş. İbnü Hacer-i
Heytemide bulunan rivayetleri ileri sürerek ona bazı itirazlarda bulunmuştur.
Alûsî, bunları rivayet ettikten sonra; "Ben de Karafi'nin dediği gibi his
şahitliğiyle bu dağın var olmadığı görüşündeyim." çünkü bu yeryüzünün
karasını, denizini Yengeç dönencesine kadar kaç defalar katettiler. Öyle bir
şey müşahede etmediler. Gerçi o haberler ravilerinden bir topluluk sahih rivayet
edercesine bağlı kalarak rivayet etmişler ise de onların sahih olduğunu tenkid
etme duygusunu, yalanlamaktan daha hafiftir. Bu, bulamamaktan dolayı kaf
dağının varlığını inkâr etmek türünden de değildir. Zelzele işinin de öyle bir
dağla bağlantısı yoktur. Çünkü zelzeleler yeryüzünün sertliğiyle beraber çıkmak
isteyen buharların baskısındandır. Ve biraz insaf damarı olanlara göre bunu
inkâr etmek kendini büyük görmektir. Biz de bu münâsebetle şunu söyleyelim ki
daha bilgin olan Râzi bu hususta daha insaflı hareket etmiştir. Bizce insaf,
rivayetleri yalanlamakta değil, bir doğru yorumu bulmaktadır. Gerçi bu hususta
Peygamber (s.a.v)'e kadar isnad edilen bir hadis yoktur. Fakat bazı alimlerin
kanaatlerini gösteren yaygın bir görüş vardır. İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in
rivayetlerine göre İbnü Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah bu yeryüzünü
arkasından onu kuşatan bir deniz, onun arkasından bir dağ yaratmıştır ki ona
"Kaf" denilir. Dünya göğü onun üzerine sarmaktadır. Demek ki
"Kaf" yeryüzünü kaplamış olan Büyük Okyanus'u kuşatmıştır. Bu ifadeye
göre Kaf dağı denilen şey hava küresi (atmosfer) olmuş olur. Çünkü biz
biliyoruz ki yeryüzünü çevresinden kaplayan bir Büyük Okyanus'u vardır. Büyük
Okyanus'u da atmosfer tabakası kaplamıştır. Dünya göğünün etekleri bu atmosfer tabakası
üzerindedir. Bizim gök dediğimiz zümrüt gibi göklük burada parlamaktadır. İbnü
Münzir'in, Ebû'ş-Şeyh'in, Hakim'in, İbnü Merduye'nin Abdullah b. Büreyde'den
rivayetlerinde: "Kaf" dünyayı kuşatan zümrütten bir dağdır ki göğün
etekleri onun üzerindedir diye zümrüt ile ifade edilmesi de teşbih-i beliğ
türünden olmak üzere bu rengi takviye eder. Buna dağ denilmesi de küresel şekli
ile ufuk üstünde yükselme ve büyüklüğü itibarıyla veya bir kaynak ve anbar
olması bakımından olması gerektir. Bununla beraber İbnü Ebi Dünya'nın ve
Ebû'ş-Şeyh'in rivayetlerinde "Kaf" yalnız dünyayı değil, kainatı
kuşatmış olmak üzere de nakledilmiş ve damarları yeryüzünün içine kadar indiği
ve depremler onun damarlarının hareketinden meydana geldiği de söylenmiştir. Bu
noktaya gelince "Kâf" kelimesi bize eski Yunanlılar'da bile bilinen
ve herşeyin kaynağı olmak üzere maddenin bir kül karışımı niteliğinde düşünülen
ilk durumunu ifade eden "chos kao" kelimesini hatırlatmıştır. Kâf
dağı rivayetleri Hz. Peygamber'e istinad ettirilmemiş bulunduğu için bunu eski
zamanlarda pek yaygın olmuş bir teori türünden saymakta hiçbir sakınca yoktur.
Fakat bunu tefsir için esas edinmek uygun olmaz. harfini müteşabih olarak
Allah'ın kudretine bir sembol saymak Kaf dağı denilen olabilirlik âlemiyle
tefsir etmekten daha uygun olur. Ve şanlı ve şerefli Kur'ân hakkı için.
MECİD : Mecd sahibi, mecd, geniş lütuf ile
ilgili büyük şeref ve şandır. Şu halde "Kur'an-ı mecid" şerefi,
kitapların hepsinden büyük olan, yahut mânâsını bilip kendisiyle amel edeni
şereflendiren şanlı Kur'ân demek olur. "Vav" yemin, veyahut yemine
alt içindir. "Kaf" ile şanlı Kur'âna yemin edilmiştir.
2-Yeminin cevabı sonraki âyetin ipucuyla
hazfedilmiştir. Yani sen uyarıcısın uyarma için geldin Doğrusu kâfirler
kendilerine kendilerinden bir uyarıcı geldiğine şaştılar. Yani Kur'ân'ın şeref
ve şanı olmadığından değil, fakat insanlara yine insanlardan bir uyarıcı, korku
haberi vererek korkutan bir peygamber geldiğine şaştıklarından dolayı küfür ve
inkâra gittiler. Halbuki insanlara kendileri dışında gelen bir uyarıcı,
olağanüstü ve şaşmağa değer görülse bile yine kendilerinden bir uyarıcı gelmesi
görülmedik bir şey değil idi. Fakat onun gelişine ve uyarmasına şaştılar. Da
kâfirler dediler ki: "Bu tuhaf bir şey!..." Bunda iki ayrı yorum
vardır: Birisi şaşkınlıklarını tefsir ve şaşkınlık noktasını açıklamakla
küfürlerini açıkça anlatmaktır. Bu şekilde tefsir, peygamberin uyarmasına
işarettir. İkincisi Peygamberin peygamber olarak gönderilmesine şaşırmaktan
sonra ahirette dirilmeye şaşırmalarını açıklamaktır. Bu şekilde atıf (bağlaç)
kapalı olarak şu söze işaret olur.
3- Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit
(bizi tekrar dirilmekle korkutuyor) ha! Yani bizi o vakit diriltme ve haşr ile
mi korkutuyor? Bu, öldükten sonra diriltmek uzak bir dönüş. Akıldan veya
alışılmıştan uzak olan bir geri dönüş, bir döndürüş veyahut bir cevaptır.
4-Şimdi bunun Allah'ın kudretinden uzak
olmadığnı ispatlamakla buyuruluyor ki: Doğrusu biz toprağın onlardan ne
eksilteceğini bilmişizdir. Yani onun alışılmıştan uzak zannedilmesi bir insanın
gerçeği ve bölümlerinin ayrıntıları tamamıyla bilinemediği için bilgisizlikten
ileri gelir. Yoksa hayat ilmi bilinse de bir insanın özelliğini meydana getiren
bütün sırlar keşfedilse bir kimseyi öldürüp yeniden diriltmek pek uzak
sayılmazdı. Halbuki Allah Teâlâ onu bilmiş ve yaratmıştır. Ölüp çürüyüp de toprak
olan kavimlerin veye şahısların hüviyyet ve aynılıklarını meydana getiren
rükünler ve şartlardan kalan nedir? Eksilen nedir? Ruh mudur, beden midir?
Bedenin maddesi ve parçaları mıdır, yoksa birbirine benzeyen parçalar arasında
hayatı ve aynılığı ifade eden belirli ve özel bir oran mıdır? Allah hepsini
bilir. Toprakta çürüyüp yok olduğu zannedilen oluşumların, ilişkilerin,
kuvvetlerin özelliklerin en küçük parçasına varıncaya kadar hepsi olduğu gibi
Allah Teâlâ'nın ilminde belli ve korunmuştur. Ve katımızda korunmuş, değişmez,
bozulmaz bir kitap vardır. Hepsi onda korunmuştur. Cüz'î ve küllî (parça ve
bütün) hiçbir şeyi kaçırmaz, hatta onların amellerini de bütün açıklamalarıyla
korumaktadır. Allah'ın ilmi bir de böyle Levh-i mahfuzda yazı ile sağlamlaştırılmış
olarak tecelli etmektedir. Bunu değişme ve korunma kanununun bir ifadesi olarak
düşünebiliriz. Bu tamamıyla bilinmiş olunca her hangi bir insanı yok ettikten
sonra onu meydana getiren ve ondan yayılan ve değişmiş olan özelliklerin
bilinmesi ve korunması hasebiyle onu yeniden iade etmek hiç de uzak olmaz. Onun
için gerek bir toplumu, gerek bir şahsı öldükten sonra diriltmek ve haşretmek
Allah'a göre uzak bir uygulama olmadığı bu düşünce ile belli olur.
5- Doğrusu onlar hakkı, kendilerine geldiği anda
yalanladılar. Kendilerini yaratmış olan Allah'ın ilmini ve gönderdiği kitabını
ve peygamberini gelir gelmez yalanladılar da şimdi onlar pek karmakarışık bir
hal içinde çalkalanıyorlar. Bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair diyerek,
bazen şaşkınlıkla, bazen inkâr etmekle ızdırap içinde gelecekten, ahiret
hayatından ümitsiz bir halde kıvranıyorlar.
6- Buna karşı Allah Teâlâ'nın ilmini ve
diriltmeye kudretini ispatlamakla ızdırabı savma hususunda buyurulur ki; Artık
üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki? Burada gök ufkumuzun üstünde görebildiğimiz
(gök) cisimleri ve boyutları ile özel bir şekilde bakışımıza iz düşüren ve
dünya göğü denilen yüksek binadır ki biri hissî, biri aklî olmak üzere iki yönü
vardır. Herşeyden önce bunun hissî yönüyle gözlerimize olan tecellisine dikkat
çekilmiştir. İkinci derecede fikirler ve deliller ile, akıl ile anlam çıkarmak
mümkün olabilen göğün şeklinin derinliklerine dalmadan yalnız hissi olan bu
yapılmış resmin durumuna bakıldığı zaman bile onu yapan yaratıcının ilim ve kudretindeki
yücelik derhal gözlerde, gönüllerde kendini gösterir. Buradaki hazfedilmiş bir
cümleye atıf içindir. Görmediler de o kâfirler üstlerindeki o göğe bakmadılar,
baksalar ya! Biz onu nasıl bina etmişiz ve nasıl süslemişiz. Onun hiçbir
yarığı, çatlağı yok. Yani kapısı geçidi yok değil, ayıp ve kusuru yoktur.
7- Yeryüzünü de yaymışız. O binanın döşeği
gibi sermişiz, bakıldığı zaman gök, küre şeklinde görünürken görme alanı içinde
yeryüzü de onun altında ufka doğru özel bir uzama şekli ile uzanmış görünür ve
böyle görünmesi onun da bir küre olduğunu akıl ve delil ile anlamaya engel
değildir. (Ra'd Sûresi'ndeki 13/3. âyetin tefsirine bkz.) Alûsi der ki;
(Yeryüzünün) bu uzaması, yerin tam veyahut kutuplar yönünden noksan bir küre
olmasına aykırı olmaz. Ve ona ağır baskılar, oturaklı dağlar serpmişiz. Ve onda
gözler, gönüller açan her türlü güzel çiftten (bitkiler) bitirmişiz.
BEHÎC: Behcetli, gözlere gönüllere neşe ve
sevinç veren, sevimli, güzel.
ZEVC; çift. İNBÂT, görünüşe göre bitkiler için
ise de "zevc-i behic" insan dahil olmak üzere hayvanların da her hoş
(güzel) sınıfını kapsadığı açıkça anlaşılır.
8- (Bütün bunlar) O, Rabbine gönül verecek,
her kulun gözüne göstermek ve öğüt vermek içindir. Yani bütün bunları böyle
yapış ve bitiriş Rabbine gönül verecek, hakka yüz tutup düşünecek her kulun
gözüne göstermek ve fikrini açmak içni ibret verici delil ve hatırlatma
vesilesi kılmak hikmeti iledir.
TEBSİRA; Hem göze görme kuvveti, hem de kalbe
basiret (seziş) kuvveti vermek mânâsına olabilirse de ikincisi ile ifade
edilmiş olmasından dolayı burada gözle görme mânâsında olması daha uygun
görünür. Bunun birisi hissî birisi aklî yönü ifade eder. Biri duyurma, biri
dikkati çekmedir. Bunların her biri birer yeni hayat neşesiyle Allah Teâlâ'nın
ilmine ve ölümden sonra diriltme kudretine delalet ederler. Hissettirme,
şimdiki dünya hayatını yaşatırken, dikkati çekme ve hatırlatma geçmiş ve
gelecek şuuruyla ahireti duyurur.
MÜNİB kaydı da gerçek olarak faydalananları
göstermek ve Allah'a yönelmeye teşvik etmek içindir.
9- Ve Gökten bereketli bir su indirmekteyiz ki
hayrı, bereketi ve faydası pek çoktur. Bununla o güzel çiftlerin nasıl
bitirildikleri gösterilerek yerinde uygulama ve diriltme şekline bir misal
verilmiş oluyor. Kur'ân da bu mübarek suya benzer indirip de onunla, o su
sebebiyle bitirmekteyiz; birçok cennetler, meyveli ağaçları kapsayan bağlar,
bahçeler ve biçilen ekin taneleri,
10- ve dolgun veya yüksek hurma ağaçları.
BÂSİK: Uzun, düzgün veya yüklü. Tomurcukları
birbiri üzerine dizilmiştir. Yani birbiri üstüne dizilmiş çok, veya içinde
meyvesi çok, çünkü tal'ı, hurmanın ilk çıkan tomurcuğudur ki meyvesi içinde
istiflidir.
11- Kullara rızık olsun diye yetiştirmekteyiz.
Bir beldeyi ölmüş iken onunla, o su ile diriltmekteyiz. Gelişme ve büyümeden
kesilmiş kuru toprağa hayat vermekteyiz. İşte dirilip kabirlerden çıkma da
böyledir. Yani ölü bir beldenin bir su indirmekle dirilmesi gibidir. Allah'ın
indireceği bereket ile sizin de dirilip çıkmanız, Allah'ın kudretinden nasıl
uzak değilse bu da uzak değildir. Burada "çıkış" denilmesi
anlamlıdır. Ebbu's-Suud'un açıklamasına göre yerden bitkilerin çıkarılmasına
diriltme ve ölülerin dirilmesine hürûc denilmesi önemsiz gibi görülen
bitirmenin şanını büyütmek ve uzak görülen ölümden sonra dirilme işini tabii
(bir fiil gibi) kolay göstermek ve bu şekilde bitkileri çıkarma ve ölüleri
diriltme arasında benzeyişi gerçekleştirmekle karşılaştırmayı açıklamak ve
anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir.
12-14-Muhakkak ki biz bununla ölmüş bir
toplumdan hakkın feyiz ve bereketiyle İslâm'ın ortaya çıkması ve yeni bir hayat
ile başkalarına karşı dirilip canlanması ve galip gelmesi mânâsına da bir
işaret anlarız. Onlardan önce de yalanlamışlardı. Bununla peygambere teselli ve
kâfirlere uyarı misalleri veriliyor.
"Ress ashabı." Bununla ilgili
açıklama (Furkan, 25/38. âyetinde geçti, oraya bkz.) Ve Lut'un hemşehrileri,
Lût (a.s)'ın kavmi ki kendisine nikahla meydana gelen akrabalıkları bulunmaktan
dolayı ihvan (kardeşler) denildiği söylenmiştir. Bu deyim, gerek soy ve gerek
evlenmekle meydana gelen akrabalık ile yakınlığın, kimseyi kurtaramayacağını
anlatır. Tübba'ın kavmi, kendisi değil, kavmi ki Himyeriler'dir. (Duhan, 44/37.
âyetin tefsirine bkz.) Her birisi peygamberleri yalanladı. Yeni hayata davet
için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin irşâdlarına inanmadılar.
Ölümden sonra dirilme ve haşr için hazırlanmadılar. Böylece vaad ettiğim azab
hakk oldu. Yani hep helak oldular ve yok oldular.
VAÎD : Vaad gibi masdardır. Mef'ul mânâsına da
olur. Vaad maddesi, iyilik ve kötülükte, acıda ve tatlıda kullanılır. Fakat
vaîd ve iy'ad acı ve korkunç olanlarda kullanılır. Tehdit ve uyarma ifade eder.
Burada vaîd, benim uyarmam demektir. Esre ile yetinilerek mütekellim (birinci
şahıs) ya'sı hazfedilmiştir.
15- Şu halde ilk yaratmada aciz mi kaldık?
Yani gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk yaratılışla, birinci defa meydana
getirmekle kudretimizi göstermiş değil miyiz ki ikinci bir yaratışı uzak
görüyorlar da "uzak bir dönüştür" diyorlar. Yahut kendilerinden önce
yarattığımız halka, o önceki insanlara karşı yarattıktan sonra uyarmamızı,
tehdidimizi yerine getirmeye gücümüz yetmemiş de aciz mi kalmışız? Ki korkmadan
yalanlayıp uzak görüyorlar? Veya ilk yaratışla kudretimiz tükenmiş de ilerisini
yaratmaktan güçsüzlüğe mi düşmüşüz. Hayır, öyle olmadığını bilirler. Onlar
yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.
LEBS: Aslında karıştırıp şüpheye düşürmek
demektir. Burada iki mânâsı vardır: Birisi genellikle tefsir bilginlerinin
açıkladığı şekliyle şöyle demektir: Onlar, ilk yaratılışı ve bizim kudretimizi
itiraf etmekle beraber yeni bir yaratma ile ölülerin dirilebileceğinde şüphe
ediyorlar. Bir defa yapılanın, tekrar yapılabileceği hakkındaki kıyası, tabiî
kanunu bırakıyorlar da kudrete karşı şüpheye düşerek çelişkide bulunuyorlar. Bu
mânâ, susturucu bir mânâ olur. İkincisi En'am Sûresi'nde "Sizleri
geceleyin ölü gibi uyutan, gündüz de yaptığınız işleri bilen odur."
(En'am, 6/60) âyetinde geçtiği üzere bir toplumun hayatı gibi bir şahsın
hayatının da parçalarının her an yenilenmesi şekliyle bir karışıklık içinde
olduğunu ve bundan dolayı ilk yaratma denilen bu yaratmada şahsiyetin kalması
bile cinsin birliği gibi yavaş yavaş yaratılan birbirine benzer parçalar
arasındaki bir karışıklık ve benzerlik içinde tecelli eden bir nisbet
birliğinden aynı nisbette ardarda gelen yeni bir yaratmanın sürekliliğinden
ibaret olduğunu açıklamadır. Şeyh Muhyiddin-i Arabî buradan bütün eşyanın
arazlar (aslında olmayıp sonradan olan hal ve nitelikler) gibi maddeler de her
an yeni bir yaratılış ile yenilendiğini istinbata (delillerden hareketle sonuç
çıkarmaya kadar gitmiş. Fransız filozofu ünlü Dekart da bu şekilde yeni bir
yaratılış nazariyesini ileri sürmüştür. Bu âyetle zamirine göre yeni
yaratılışın böyle bütün eşyaya genelleştirmesi açıkça anlaşılmasa bile herhalde
insanlar gibi canlı varlıklara gelişmeleri itibarıyla uygun olması tartışma
götürmeyecek kadar açıktır denilebilir. Bu şekilde bir şahsın asl varlığı için
gerek devam ettirme, gerek eski haline getirmede temel direk olarak düşünülmesi
gereken esası, bir nehrin suyu gibi değişip duran maddi parçalarının tıpkı
tıpkısına kendilerinde ve adetlerinde değil, aralarındaki düzenli oranla ifade
ettikleri benzeme birliği ile ruhani doğrulukta gözetmek gerekir. Onun için bir
şahsın belirlenmesi hacmin büyüklüğü ve küçüklüğü ile ilgili görünmeyerek gerek
bir zerre, bir hücrecik ve gerek büyük bir cisim ve hacim halinde bile
şahsiyetini koruyabiliyor da yetmiş yaşındaki Zeyd, beşikteki bebek, anne
rahmindeki cenin, baba sulbündeki bir damla su olan aynı şahıs diye
düşünülüyor. Kuyruk kemiğinin ucundan ölümden sonra dirilmeyi gösteren malum
"Kuyruk sokumu kemiği" hadisi de bunu ifade etmiştir. Zaten
insanların böyle yeni bir yaratılışla yaşayabilmeleridir ki onların
ihtiyaçlarının sırrını meydana getirir. Öyle olmasaydı insanın yarın için hiç
bir endişesi ve hiç bir ümidi olmazdı. Bununla beraber bu mânâ yalnız insana ve
canlılara ait değildir. Dünyada her şey "O'nun zatından başka herşey yok
olacaktır." (Kasas, 28/88) âyetinin mânâsı gereğince helak ve yok olma
içinde her an değişmeye maruz ve her değişmede yeni bir yaratılış ile birbirine
karışma ve karıştırma içindedir. "Biz gökten bir su indirdik de orada her
güzel çiftten bitirdik." (Lokman, 10) buyurulması da bu mânâ ile
ilgilidir. Alûsî'nin bu mânâyı uzak görmesi garip görünür. Bütün kainat böyle
yeni yaratılma içinde ahirete doğru giderken onu Allah'ın kudretinden uzak
görerek inkâr etmek ve yalanlamak o geleceğin mutluluğunu yaşamaya azmedenler
için bir sapıklıktan başka bir şey değildir.
Meâl-i Şerifi
16- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin
kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
17- Onun sağında ve solunda oturmuş iki melek
zabıt tutarken,
18- İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu)
gözetleyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın.
19- Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldiğinde,
"Ey insan! İşte bu senin öteden beri kaçtığın şeydir." denir.
20- Sur'a üfürülür, işte bu, tehdid(in
gerçekleşme) günüdür.
21- Her can, kendisiyle beraber bir sevk
memuru ve bir şahid bulunduğu halde gelir.
22- (Allah ona) "Andolsun sen bundan
gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün
keskindir." der.
23- Beraberindeki melek "işte yanımdaki
hazır" der.
24- (Allah iki meleğe buyurur ki:) "Haydi
ikiniz, atın cehenneme her inatçı nankörü!
25- İyiliklere (sürekli) engel olan,
saldırgan, şüpheciyi.
26- O ki Allah'ın yanında başka ilâh
edinmiştir. Haydi ikiniz birlikte onu şiddetli azaba atın."
27- Yanındaki arkadaşı (şeytan) der ki:
"Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık
içindeydi".
28- Allah buyurur ki: "Huzurumda
çekişmeyin! Ben size daha önce uyarıcı göndermiştim."
29- Benim huzurumda söz değiştirilmez. Ve ben
kullara asla zulmedici değilim.
16- "Andolsun ki insanı biz
yaratmıştık." Bu hatırlatma hem ilk yaratılışı anlatma, hem de daha
sonrakine bir hazırlıktır. Hem Allah'ın ilminin isbat edilmesine yaratmaktan
bir delil, hem de insana en yakın olmaktan bahsedilirken yaratıcı ile
yaratılanı karıştırmamak için Allah'ı bütün eksikliklerden uzak tutma delilini
telkin etmektir.
Ve biz biliriz nefsi ona ne fısıldar, yahut ne
ile vesvese verir. Nefsin vesvesesi deyimi, içinden kendine söylediği,
gönlünden geçirdiği gizli duygular, cehimler, hatıralar, kuruntular, kararlar
gibi bütün iç duyguları kapsar. Söyleneceği şekilde zaptetmekle görevli hafaza
(koruyucu) meleklerinin bile henüz farkına varmadıkları derecede gizli olarak
insanın gönlüne gelen hatıralar ve nefisle ilgili şeylerin hepsini de Allah
bilir. Çünkü yaratıcısıdır. Ve biz ona habli veridden (şah damarından) daha
yakınız. Öyle yakından bilir, öyle yakından yetişir, etkili oluruz. Yaratıcı
ile yaratıkları arasındaki ilişki, yaratılan ile nefsi arasındaki ilişkiden
daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir,
yaratıcısının kudreti iledir. (Bakara Sûresi'nde "Kullarım, sana benden
sorarlarsa (onlara söyle): Ben (onlara) yakınım." (Bakara, 2/186 âyetinin
tefsirine bkz.)
Anatomide iki çeşit damar sayarlar. Vücudun
etrafında kalbe gelen, yani siyah kanı vücudun etrafından kalbe götüren
damarlara verîd (toplardamar), çoğuluna (evride), kalbden vücudun etrafına
giden, kırmızı kanı bedene dağıtan damarlara da şerayin (atardamar) denilir. Atardamarların
kökü kalbin sol karıncığından çıkan (vücutta kan dağıtan büyük atardamar)
aorttur. Boyunda gırtlağın yanlarından geçen ve "vedecân" denilen şah
damarları bundan şahlanır. Kalbde şahdamarlarının bağlandıkları büyük damara da
vetîn (şahdamarı) denilir. İç şahdamarı yani vetîn, (anatomide) dokulara
temasında oksijenini kaybetmiş olan siyah kanı kalbin sağ kulakçığına
ulaştırır. Sol karıncık ile sağ kulakçık arasında meydana gelmiş olan bütün bu
kablardaki kan dolaşımına "büyük kan dolaşımı" denilir. Siyah kan,
sol kulakçıktan sağ karıncığa ve sağ karıncıktan akciğer atardamarına geçer.
Akciğer atardamarına giren kan, akciğerde kılcal kablar içerisinde hava ile
temas sağlayınca kırmızı kana dönüşerek akciğer toplardamarları ile sol
kulakçığa, ondan sonra sol karıncığa dökülür. Sağ karıncığı, sol kulakçıkla
birleştiren bütün kablardaki dolaşıma da "küçük kan dolaşımı"
denilir. Büyük kan dolaşımında ise atardamarlarda kırmızı, toplardamarlarda
siyah kan vardır. Küçük kan dolaşımında ise atardamarlarda siyah ve
toplardamarlarda kırmızı kan vardır. Bundan dolayı kırmızı kana atardamar kanı
ve siyah kana toplardamar kanı demek her zaman doğru olmaz. Büyük kan dolaşımı
için doğru olan tarif küçük kan dolaşımı için yanlıştır. Demek ki
toplardamarlara siyah kan damarları denmesi genel değil, çoğunluk
itibarıyladır. Keşşaf'ta der ki: el-Verîdan (iki toplardamar) boynun önündeki
iki yüzünü kavramış iki damardır ki vetine (şahdamarına) bağlı olup baştan
kalbe doğru girerler.
İbnü Esir de Nihaye'de; verîd, boynun
yüzündeki damardır ki öfke halinde şişer. Bunlar iki verîddirler
(şahdamarıdırlar), der. Buna göre verîd, bizim anatomi kitaplarında vidâca
bağlı şahdamarı denilen boyun damarında meşhur imiş gibi görünürse de bu
özelliğin, iki şahdamarından diye ikil şeklinde olması gerektir. Çünkü Ragıb
şöyle anlatmıştır: Verîd, ciğere ve kalbe bağlı olan bir damardır ki kanın
akışı ondadır.(3)
Nizameddin Nisâburî de Garaibü'l-Kur'ân
ismindeki tefsirinde, "Verîd, atardamardan başka kanı taşıyan damardır.
Verîdân (iki doplardamar) ise boynun önünde iki yüzünü kavramış iki damardır ki
baştan dağılarak ve vetîne (şahdamarına) bağlı olurlar." diye tarif
etmiştir.
HABL: Malum olduğu üzere ip ve bağ demektir.
Damar mânâsına da gelir. Burada çoğunluk, bu mânâ ile verid ipi, servi ağacı
gibi umumun hususa izafetiyle açıklanması türünden verid damarı demektir diye
tefsir etmişlerdir. Habl, boyun dibi mânâsına da geldiğinden Zemahşeri bu mânâ
ile lâmî izafeti de caiz görmüştür ki bu mânâ ile "habli verid" boyun
veya bedenden mecaz da olabilir. Sonra "suyun gümüşü, gümüş gibi su"
kabilinden teşbihî izafet ile verid ipi, boyuna dolanmış ipe benzeyen verid
mânâsını da ifade edebilir. Veridin, müfred olması itibarıyla cinse
yorumlanması lazım geleceği için "habli verid", bütün verid şebekesi
veya onların bağlandığı "vetin" (şah damarı) diye de düşünülebilir.
Bununla beraber bu mânâlar verid damarı demekle de kastedilebilir. Ragıb,
habl-i veridden maksadın ruh olduğunu söylemiştir. Kırmızı kanı taşıyan
atardamarların daha önce düşünülmesi gerekirse de atardamarlarda cereyan,
kalpten etrafa doğru dağılıp uzaklaştığı, veridde ise, etraftan ve baştan kalbe
doğru toplanıp geldiği için, yakınlık temsilinde verid (toplardamar)
zikredilmiştir. Bu şekilde habli verid, pek yakınlıkta mesel olmuştur. Nitekim
şair "Ölüm ona veridden daha yakındır." demiştir. Şu halde mânâ
kalbine kan akıtan, en yakın damarından, yahut canından daha yakın demek olur.
Sonra veridin siyah kan damarı olması ve kullanılmış, ölmüş, hücrecikleri
taşıyan bir siyah kanın kalbe gelişi bir tasfiye ile yeni bir yaratılışla
ilgili bulunması itibarıyla, gerek üst tarafındaki yeni yaratılış, ve gerek
aşağıda geleceği şekilde anlatılacak olan ahiret hallerine intikal açısından
dikkate değer bir nüktesi de vardır. İbnü Cerir et-Taberî der ki: Arap dili
bilginleri âyetinin mânâsında ihtilaf ettiler, bazıları bunun mânâsı dediler.
Yani "Üzerinde kudret yürütüp tesir meydana getirmede daha yakın,
kendisine daha çok malik ve tasarruf sahibiyiz." demektir. Bazıları da
nefsindeki vesveseyi bilmekte daha yakın, demektir dediler. Yani zatın
yakınlığı mânâsını anlayan olmadı. Ancak sözün gelişine göre bazıları kudretin
tesiri, bazıları da ilim itibarıyla yakınlık mânâsını tercih ettiler.
Fahrür-Razi bunu şöyle ifade etmiştir. Allah
Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona
damarındaki kandan daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli
kalabilir. Fakat Allah Teâlâ'nın ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da
söylenebilir. Kendisinde kudretimizin eşsizliği itibarıyla biz ona habli
verid'den daha yakınızdır. Emrimiz onda damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan
eder. Keşşaf sahibi de şöyle der: "Biz ona daha yakınız." ifadesi
mecazdır, maksat ona ilminin yakınlığı ve ondan ve durumlarından bilgisine, sanki
zatı yakınmış gibi, en gizli şeylerinden hiçbirisi gizli kalmayacak, bir
şekilde ilgili olmasıdır. Nitekim Allah her yerdedir, denilir. Halbuki Allah
makamlardan yüce ve münezzehtir. Bundan anlaşılan mecaz denilmesinin sebebi
sözlükte yakınlık ve uzaklık mekan ve mesafe itibarıyla isimlerde hakikat
olduğu ve Allah'ın zatında mekan yakınlığı tasavvur olunamayacağı içindir. Kadı
Beydâvî ile Ebu's-Suud da bunu bir nükte ilavesiyle özetlemişler de şöyle
demişlerdir: Yani "Biz onun halini ona habli veridden daha yakın olandan
daha iyi biliriz, demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecaz
yapılmıştır. Çünkü o onun gerekçesidir." Görülüyor ki bu ifadede "Ona
daha yakın olandan" diye bir "mufaddalün aleyh" takdir
olunmuştur. Çünkü akreb (daha yakın), a'lem (daha iyi bilmek) mânâsına mecaz
olunca habli verid, ilim itibarıyla "mufaddalün aleyh" olamaz. Şu
halde o "olan kimse" kim? O ya kendisinden kinayedir, bu şekilde
habli veridden maksat, kendi şahsı olup mânâ onu kendisinden daha iyi biliriz
demek olur. Yahut zikredilecek meleklerdir ki, bu durumda o hafaza meleklerinin
de, ona habli verid'den daha yakın olduklarına fakat Allah'ın onlardan daha
yakın olduğuna dikkat çekilmiş oluyor ki bu mânâ âyetin kendinden sonraki kısma
bağlanmasından çıkarılır. Alûsî burada vahdet ehlinin (vahdet-i vücud görüşünde
olanların) sözleri hal sahibi olmayanlar için zor anlaşılır şeylerdendir,
demiştir. Bununla birlikte biz şeyh Muhyiddin-i Arabî'nin Fütuhat-ı
Mekkiye'sinin, Esma-i Hüsnâ babında "Akreb" ism-i şerifinde şu sözlerini
nakledelim.
"En yakın olanın huzuru, huzurların en
yücesidir. O huzur, keşif ehli için zat iledir. O huzur, hakkında günahkâr
denilen kimse hakkında içinde uzaklık bulunan bir yakınlıktır."
Bu huzurun sahibine "en yakın"
olanın kulu ve "yakın"ın kulu denilir, çünkü o Azîz ve Celil olan
Allah bize habli veridden daha yakındır. "Ben yakınım. Dua edenin duasına
icabet ederim". (Bakara, 2/186) buyurmuş. "Şüphesiz ki o hakkıyla
işitendir, yakın olandır." (Sebe, 34/50) buyurmuştur. Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in
haber verdiği gibi Arş'tan dünya semasına inişiyle yakındır, daha yakındır.
Çünkü nerede olsak bizimle beraberdir. Onun için "Karib" (yakın),
"Akreb" (daha yakın) isimleriyle isimlendirilmiştir. O bize bizden
daha yakındır. Çünkü habli verid, bizdendir ve damar bize bitişiktir. O ise
ondan da yakındır. Çünkü bitişme ancak O'nunladır. İşitmemiz, görmemiz, ayağa
kalkmamız, oturmamız, istememiz, hükmümüz O'nunladır. bu hükümler ise habli
veridde yoktur. Demek ki, o bize habli veridden daha yakındır. Çünkü bizden
habli veridin gayesi diğer damarların durumu gibi hayat hükmünün akışı ve
kanların yolu olmasından ibarettir. Sonra Allah Teâlâ bize de kendisine
yakınlığı emretti. Çünkü biz O'nun sureti üzere mahlukları olduğumuz cihetle
bizi emsal menzilesine koydu. Halbuki iki misil zıttırlar. Zıt ise, zıt olduğu
şeye bizzat nefsindeki sıfatlarda ortak oluşundan dolayı gayet yakın olmakla
beraber aynı zamanda gayet de uzaktır. Kulda böyle ilâhî irade ile Allah'tan
uzaklık meydana gelmekle Allah Teâlâ kendisine yakınlık yollarını meşru kıldı
ki, bu uzaklık ile beraber yapılması meşru kılınan fiilleri yapmakla o onun
kulağı, gözü ve bütün duyguları olana kadar bu şekilde kul zillet ve
ihtiyacından dolayı ona zıttır. Ve onun için meşru kılınan şeylerde zillet ve
ihtiyacı sebebiyle fiilin ona isnadı sahih olmuştur da kendisine nisbet edilen
fiil ile ona yakınlığa yol bulmuş ve dolayısıyla Hak Teâlâ'nın "Ben onun
kulağı ve gözü olurum." diye onun bütün hüvviyetiyle bütün duyguları
olduğunu haber verdiği yakınlık ile yaklaşmıştır. Bundan da daha yakın olunca
artık olmaz, (Abid kâin olmaz) çünkü "Kulağı, gözü ve dili"
buyururken zamiri kula göndermekle kulun aynını tesbit etmiş ve O "tıpkı
kendisi" olmadığını ispat buyurmuştur. Çünkü o ancak kuvvetleriyle 'dir
"tıpkı kendisidir". Kuvvetleri onun zatî tarifindendir. O olmayış
"Attığın zaman sen atmadın fakat Alah attı." (Enfal, 8/17) buyurduğu
gibidir ki o zaman suret ve mânâ ikisi de Allah'ındır, hepsine sahip olmuş,
tamamen aynı olmuştur. Artık kainatta başka yok, ancak o Esma-i Hüsna'sının
menzillerinde kendiliğinden yüce, münezzeh ve sübhan olan Allah vardır. Çünkü
orada, O'ndan başka kendisini tesbih ve tenzih edeceğin yoktur. Allah Teâlâ
yakınlıkları hep bu huzurdan meşru kıldı. Şeriatın varlığına sebep de dava olduğundan
şeriat davacıya ve davacı olmayana şamil oldu. Kıyamet günü niyetine göre
haşrolunur, millet ve mezhebiyle seçilir.
Görülüyor ki Şeyh, beytinde zat ile yakınlık
görüşüne sahip olmuş ve fiil yakınlığını anlatmış, sonunu da kulun faniliğiyle
vahdete bağlamıştır. Alûsî'nin dediği gibi bazı noktaları hal ehli olmayana
ağırdır. Dünya semasına inişden mekan itibarıyla yakınlık değil emir itibarıyla
yakınlık anlamak gerekir. Hadiste iniş varsa da "Arş'tan" kaydı
yoktur. Sonundan da vahdet (birlik) çıkarmalı, ittihat (birleşme)
çıkarmamalıdır. Çünkü âyet öyle bir vesveseye ve zanna gidilmemesi, yaratıcı ve
yaratıkların hakkının gözetilmesi için ilk önce "Andolsun ki biz insanı
yarattık." yeminiyle insanın yaratılmış olduğunu tekid yoluyla açıkça
beyan buyurmuştur. Vahdet-i vücud meselesinde de açık ve şüphesiz bir kaide
olmak üzere Keşşaf haşiyesinde İbnü Münir'in de açıkladığı şekilde şunu
söyleyelim ki bizim itikadımızca yani "Allah'ın zatından, sıfatlarından ve
fiillerinden başka mevcut yoktur". Şu kadar ki, Allah Teâlâ fiillerinin
bazısını bazısına yer yapmış, o yere fail, orada meydana gelen şeylere de onun
fiili denilmiştir. Böylece bütün âlem Allah'ın fiili yani yaratığı olduğu gibi
insanlar ve insanlara zorla ve isteklerine bağlı olarak nisbet olunan fiiller
de "Sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96)
âyeti uyarınca Allah'ın yaratmasıdır. İşte bir mümin için zaruri olan tevhid
budur, sıfat zatının aynı değildir. Aynı veya başkası değildir. Fiil de failin
aynı olamaz. Yaratıcı ile yaratık aynen bir olamaz. Allah'ın olmayan hiç birşey
yoktur. Hepsi Allah'ındır. Fakat Allah'ın olmak, Allah olmak değildir. Şunun da
unutulmaması gerekir ki yakınlık makamı ne kadar yakın olursa olsun bir
gereklilik farkıdır. Bağlantı kurmak ve birleşmek yakınlık değildir. Onun için
yakınlık makamında, mesela bir elçinin fiili ve kuvveti onu gönderene nisbet
edildiği zaman elçi, kendisini gönderenin aynı olması icap etmez. Belki elçinin
aynı sabit olduğu halde kendisi de fiili de gönderenin olur. Aynısı olmada
değil, hükümde birlik bulunur. Gerek farzların yakınlığı ve gerek nafilelerin
yakınlığı ile yakınlık kurmuş olan kulun da aynı sabit olmakla beraber velilik
makamına nail olarak bütün kuvvetinden ilâhî kudret tecelli eder. Fakat ondan
onun Allah olması lazım gelmez, sonra mekan yakınlığı mutlaka arada bir mesafe
bulunmasını gerektirir. Aradaki mesafenin büyüklüğüne küçüklüğüne göre
düşünülür bir nisbettir. Bu itibarla o, hakikatte bir uzaklıktır. Allah Teâlâ
mekandan münezzeh olduğu için onda mekan yakınlığı düşünülemez. Çünkü onda
mekan yakınlığı var saymak mekanın bir kısmını O'nun kuşatmasının dışında ve
mekanı O'ndan büyük ve geniş farzetmektir. Halbuki o çok yüce ve çok büyük olan
Allah, her şeyi kuşatmış, her mekandan yüksek "Arş üzerine hükümrandır."
(Tâhâ, 20/5). Bundan dolayı burada mekan yakınlığı olduğu zannedilmemesi için
zat yakınlığı ile değil, sıfat yakınlığı ile tefsir edilmiştir. Çünkü sadece
ruhu ile değil, bedeni ile de düşünülen insanın zatı yer tutan bir cisim
olduğundan dolayı ona zati yakınlık ile daha yakın oluş düşüncesi mekani bir
yakınlığı akla getirebilir. Ancak bunun gereği mekani olmayan Allah'ın zatından
zati yakınlığı uzak tutmak değil, mekan itibarıyla yakınlığı ortadan kaldırmak
suretiyle bir mecaz yapılmasıdır. Fakat bu şekilde de mecaz mânâsı zaruri
olunca tefsirciler onun için en uygun olan mânâyı tercih etmişlerdir.
"Rahman ve Rahim"de olduğu gibi sıfat ve Allah'ın isimlerinde aranan
gayeleri olduğuna göre akreb (en yakın) vasfı, zat yakınlığı tefsir edilse bile
müjde veya uyarı makamında zat yakınlığından gayesi ve gerektirdiği eserleri
kastedilmiş olur. Onun için "O her nerede olsanız sizinle
beraberdir." (Hadid, 57/4) âyetinin ifadesince her yerde "hazır ve
nazır" diye anlaşılagelen ilâhî beraberlik ilim ile tefsir olunduğu gibi
buradaki yakınlık da naklettiğimiz şekilde ilim veya kudret yakınlığı ile
tefsir olunmuştur. Bakılırsa bunun birleştirilmesinde bir çelişki olmamalı hem
ilmi hem kudreti ile yakınlık kastedilmiş olabilmeli idi. Acaba niçin terdid
(iki ihtimalden biri) ile söyleniyor. Buna dair bir açıklama görmedim. Fakat şu
iki sebep gösterilebilir: Birincisi zat yakınlığından mecaz olma itibarıyla iki
mecazın iki lazımının bir arada bulunmasının caiz görülmemesi ve ikisini
toplayan bir mânâda kastedilmiş olmamasıdır. Fakat temsilî istiare veya kinaye
durumunda biz bunu mümkün zannediyoruz. İkincisi sözün gelişinde ve yukarısında
"yarattık", "biliyoruz", "telâkki" ve
zaptederler, "geldi", "üfürüldü" gibi karinelerin bazısının
yalnız ilmi, bazısının da kudreti gerektirip ifade etmesidir ki ihtilafın
sebebi de budur. Biz bunların birleştirilmesine taraftarız. Gerçi ilim çok
geniştir. Fakat kudreti gerektirecek birşey değildir. Kudret ise ilmi
gerektirir. Kudret ile yakınlık kastedildiği takdirde ilim yakınlığı da ifade
edilmiş olacaktır. Halbuki ilim ile yakınlık kastedildiği durumda bunun bir
müjde veya tehdit ifade etmesi kudreti düşünmeye bağlı olacaktır.
"Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini
biliriz." ifadesi ile en yakından ilim ifade edildikten sonra bir de
"Biz ona habli veridden daha yakınız." buyurulmasının da bu nükte ile
ilgisi olması gerekir, onun için biz, bundan yalnız ilmî yakınlık değil lütuf ve
yardıma, kahır ve gazaba da darbı mesel olabilen bir yakınlık anlıyoruz ki bu
en azından kudret yakınlığıdır. Nitekim Ragıb Müfredat'ında derki.
"Yakınlık ve uzaklık birbirinin karşıtıdır". Yakınlık zamanda,
mekanda, nisbette hazda, kıymet ve şerefte, gözetmede, kudrette kullanılır.
Mekanda: "Şu ağaca yaklaşmayın." (Bakara, 2/35), "Yetim malına
yaklaşmayın." (Enam, 6/152), "Zinaya yaklaşmayın." (İsra,
17/32), "Mescidi harama yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) gibi. Zamanda:
"İnsanlara hesapları yaklaştı." (Enbiya, 21/1), "Uzak mı yoksa
yakın mı olduğunu bilmem." (Enbiya, 21/109) gibi. Nisbette: "Miras
taksim olurken akrabalar hazır bulunursa." (Nisa, 4/8), "Ana baba ve
akrabalar." (Nisa, 4/7), "İsterse yakınlar olsun." (Maide,
5/106), "Yakın komşu." (Nisa, 4/36), "Yakınlığı olan bir
yetim." (Beled, 90/15) gibi. Huzvede yani haz ve şerefte: "Allah'a
yakın melekler." (Nisa, 4/172), "Yakın olanlardan." (Ali İmran,
3/45), "Allah'a yaklaştırılmış olanlar ondan içerler." (Mutaffifin,
83/28), "Eğer Allah'a yaklaştırılmış olanlardan ise." (Vakıa, 56/88),
"Şüphesiz ki siz yakın olanlardansınız." (A'raf, 7/114), "Ve onu
sırdaş olarak yaklaştırdık." (Meryem, 19/52) gibi. Ve huzveye yani hazza,
yakınlık denilir. "Allah yakınlıklar." (Tevbe, 9/99), "Gerçekten
bu onlar için bir yakınlıktır." (Tevbe, 9/99), "Sizi bize
yaklaştırır." (Sebe, 34/37 gibi. Rivayette, gözetmekte. "Şüphesiz
Allah'ın rahmeti yakındır." (Araf, 7/56), "Şüphesiz ki ben
yakınım." (Bakara, 2/186) gibi Kudrette: "Biz ona habli veridden daha
yakınız." gibi.
17- Zabıt tutan iki melek tesbit ederlerken,
bu de en yakın ilim mânâsında; yalnız kudret mânâsında ise ile tenazü üzere
amil olması yaraşır, yani her insanın söylediğini, alıp zaptetmekle görevli iki
melek vardır. İfadesini zapteder dururlar. İşte onlar, sağdan ve soldan oturmuş
zabıt tutarlarken, öyleki,
18- her ne söz atarsa, yani gerek hayra ve
gerek şerre dair, ağzından ne çıkarırsa herhalde yanında bir murakabeci, ne
yaptığını ne söylediğini gözeten bir murakıp hazırdır. Hiçbir dediğini
kaçırmadan kaydederlerken Allah ona her yakından daha yakındır. Bu sırada
insanın nefsinde onların da bilemeyecekleri gizlilikleri bilir. Dilediği tesiri
yapabilir. Şu halde o meleklerin zaptedip kayda geçmesi onun ihtiyacından değil
kulların geleceği için hikmete bağlıdır. Keşşaf'ta der ki: Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir. "İki meleğin oturduğu yer, ön
dişlerinin üzeri, dili onların kalemleri, tükürüğün de mürekkebleri, sen ise
lüzumsuz şeyler peşinde akıp gidiyorsun, ne Allah'tan utanıyorsun ne onlardan."
Bu âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu melekler, ağızdan çıkan her sözü
yazarlar, bunun delaletinden, fiilleri de yazdıkları anlaşılıyor. Öncesine göre
getirilişinden de nefisteki vesveseler gibi bazı şeylerin Allah'a malum
olmasıyla beraber, onlardan gizli kaldığı anlaşılmıştı. İmam Malik herşey
yazılır. Hatta hastalıktaki iniltisi bile demiştir. Fakat bundan anlaşılan
dışarıya çıkan herşey demektir. Akaid kitaplarından cCvhere ve şerhi Lakkânî'de
Alûsî'nin nakline göre şöyle denilmiştir. İtikad etmek vacip olan şeylerden
biri de şudur: Allah Teâlânın öyle melekleri vardır ki kulların fiillerini
gerek hayır gerek şer, gerek onların dışında olsun, gerek söz olsun, gerek
amel, gerek itikat, gerek niyet olsun, gerek azim, gerek karar verme, hepsini yazarlar.
Allah Teâlâ onları onun için seçmiştir. Gerek kasten ve bile bile işlesinler
gerek dalgınlıkla ve unutarak yapsınlar, gerek sağlıklarında meydana gelsin,
gerek hastalıklarında, işlerinden hiçbir şeyi ihmal etmezler. Nakil ve rivayet
alimleri böyle rivayet etmişlerdir. Demek ki niyet, azim, karar mertebelerine
gelmeyen vesveseler yazılmaz. Bu bakımdan "Nefsinin ona verdiği
vesveseler", niyet ve kast mertebesine içten konuşmalar, kararı olmayan
soyut hatıralar olmuş olur. İçten kendi kendine konuşmanın hiç yazılmadığını
bildiren eserler de vardır. Nitekim, Beyhaki Şuab'da Huzeyfe b. Yemam (r.a)'da
şöyle rivayet etmiştir: Sözün yedi kilidi vardır. Onlardan çıktığı zaman
yazılır. Çıkmazsa yazılmaz, Kalp, küçük dil, dil, iki çene, iki dudak. Bu
"Her ne söylerse" ifadesinin zahirine uygundur. İmam Malik'in sözü de
bunu andırır. Bazıları mübahların yazılmadığını, ancak sevab veya, azabı
bulunanların yani sorumluluğu olanların yazıldığını söylemişlerdir. Biz ortaya
çıkan her fiil ve sözün yazıldığı, gizli kalanlardan yazılmayanlar bulunduğu,
bununla birlikte hafızaya geçenlerin yazılmış demek olduğu görüşündeyiz. Sonra
burada âyetin ifade üslubuna dikkat edilirse bu tesbit ve kontrol altında insan
gıyabında biyografisi yazılan bir şahıs durumunda değil, ya sorgulayan birinin
huzurunda ifadesi kaydedilen ve gönlünden heyecanlar ve vesveseler geçen bir
suçlu, yahut ölmek üzere bulunup başı beklenen bir hasta gibi tasvir edilmiş ve
öyle bir anda gerek korku, ve gerek ümit açısından Allah Teâlâ'nın ilmi ve yakınlığı
anlatılmıştır.
19- Bu nükte iledir ki buradan ölüm ve ahirete
geçilerek buyuruluyor ki, Ve ölüm sarhoşluğu hak ile geldiğinde de Allah habli
veridden daha yakındır. "Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz
görmezsiniz." (Vakıa, 50/85) ölümün sarhoşluğu, sarhoşlukları, aklı
gideren şiddetidir. Ölümün hak ile gelmesi Allah'ın emriyle "Her nefis
ölümü tadacaktır." (Ali İmran, 3/185) gerçeğini getirmesidir.
20- O işte, ey insan! Senin kendisinden
kaçtığın şeydir. Ve sura üfürülmüştür. İkinci üfürüş İşte bu cezanın verileceği
gündür.
21-Yani yapılan tehdidin yerine getirileceği
ceza verileceği gündür. Ve her bir nefis beraberinde bir sevkedici, bir şahit
ile gelmiştir. İki çeşit melek, birisi o nefsi mahşere sevketmekle görevli,
birisi de ameline şahittir. Herkesin ameline göre şahitlik ve sevkin şekli
farklı olmakla beraber, hepsi böyle iki görevli ile beraber sevkedilir. Şahidin
kontrol eden hafaza meleklerinden olması akla gelir. Bazılar günahları yazan
sevkedici, iyilikleri yazan şahit, demişlerdir. Daha başka da söylenmiştir.
Ayrıntılarını Allah bilir.
22-26- Andolsun ki sen bundan gaflette idin.
Bu cümle ya istinafiye (başlangıç cümlesi) veya mukadder kavil (söylemek)
fiilinin mef'ulüdür. Hepsine bu hitabın yapılması, herkeste ahiretten az çok
bir gaflet bulunması "Haber görmek gibi değildir." ifadesindeki
hikmete dayanmaktadır. Kendisine yakın olan demiştir. Yani yanındaki sevkedip
götüren, Hak Teâla'nın huzuruna hazırlayıp böyle demiştir. Bu benim yanımdaki
hazır, Hak Teâlâ tarafından da o sevkedene ve şahitlik yapana veya cehennem
zebanilerinden ikisine yahut tekid şeklinde emir suretiyle birine şöyle hitap
buyurulur. "Atın cehenneme her inkarcıyı ve inatçıyı"
27- "Yakını ona der ki": Bu yakının,
dünyada o kafire musallat olup, ahirette beraber sevkedilen şeytan olduğu şu
sözünden bellidir.
"Ey Rabbimiz onu ben azdırmadım."
Demek oluyor ki, Ya Rab! Beni bu azıttı diye özür beyan edip şikayet etmek
istemiş, o da bu yolda cevap vermiştir. "Fakat kendisi uzak bir sapıklık
içinde idi." Yani kendisi haktan uzağa sapmış bulunuyordu da ben ona öyle
yanaştım. "Benim size karşı bir hakimiyetim yoktu." "Ancak sizi
davet etmiştim." (İbrahim, 14/22) der.
28- Allah Tealâ buyurur ki, benim huzurumda
çekişmeyin. Vaktiyle ben size tehdit göndermiş iken, önceden dünyada çalışma
çağında kitaplarla ve peygamberlerle uyarmış, azgınlık edenlere böyle şiddetli
azap edileceğini haber vererek tenbihler, tehditler yapmış iken dinlemediğiniz
halde şimdi hesap ve ceza yerinde boşuna çekişmeyin.
29-Özellikle şunu anlamış iken Benim huzurumda
söz değiştirilmez. Vaad değiştirilmediği gibi tehdit de değiştirilmez. Bazı
günahkârları af meselesi ise değiştirme değil, tehditleri tahsis eden af
delillerinin tatbikidir. "Ben kullarıma zulmedici değilim." ifadesi
de, genel bir şekilde hakkı gerçekleştirme hususunda varid olmuştur ki bu
şartlar altında tehdidin tatbik edilmesinin kendi hak ettikleri şeylerin
neticesi olduğunu anlatmaktadır. Şimdi bu tehdit ve vaadi tamamlamak için
buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
30- Biz O gün cehenneme: "Doldun
mu?" diyeceğiz. O da: "Daha fazla var mı?" diyecektir.
31- Cennet de kötülükten sakınanlara
yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.
32-33- Onlara denir ki: "İşte size vaad
edilen bu cennet, Allah'a yönelen, O'nun emirlerine riayet eden, görmediği
halde Rahman olan Allah'tan korkan ve O'na yönelen bir kalple gelenlere
mahsustur.
34- "Şimdi selam ve selametle oraya
girin. İşte sonsuzluk günü budur."
35- Orada onlara ne isterlerse vardır.
Katımızda daha fazlası da vardır.
30- "Biz o gün cehenneme doldun mu
diyeceğiz." Bu mukadder veya ile mensubdur. Yahut sonunda o gün ne
dehşettir! gibi bir takdir vardır, deniliyor. 'deki zulmün nefyini ifade eden
fiil mânâsı, hepsinden yakındır. Bu soru ve cevap "Andolsun ki cehennemi
dolduracağım." (Sad, 38/85) vaadinin yerine getirilmesi ve cehennemin
dehşetini ve hızını tasirdir. İstifham takriridir. Yani cehennem o genişliğiyle
beraber. "Andolsun ki cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen
dolduracağım." (Hûd, 11/19) ifadesi gereğince grup grup atılan cin ve
insandan doldurulacak, fakat hızı kesilmeyecek, günahkârlara öfke ve
şiddetinden daha fazlasına hırs gösterecektir. Çokları bu soru ve cevabı bu
şekilde bir tasvire yorumlamışlardır. Bazıları da hakikat demişlerdir ki, Alûsî
zahir olan da budur. Hakikat mümkün iken ahiret işleri dünyaya kıyas edilmemeli
der. Buharî ve Müslim ve daha diğerleri Enes (r.a.)'de şu meâlde bir hadis
rivayet ederler: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Cehennem daima içine
atılır durur ve atıldıkça daha fazla yok mu der. Ta Aziz olan Rabbi ona ayağını
koyuncaya kadar. O zaman bazısı bazısına büzülür de yetişir, yetişir, izzetin
ve keremin hakkı için derler. Cennette de daima bir fazlalık bulunur. Ta Allah
Teâlâ onun için bir halk meydana getirip de onları cennetin fazlalıklarında
yerleştirinceye kadar." Yine Buhari ve Müslim ve daha diğerleri Ebu
Hüreyre (r.a)'de rivayet ederler. Demiştir ki: Resulullah (s.a.v) buyurdu.
"Yani cennet ve ateş münakaşa ettiler.
Ateş ben büyüklük taslayanlar ve zorbalarla tercih edildim." dedi. Cennet
de: "Niye bana insanların ancak zayıfları ve sakatları giriyor?"
dedi. Allah Teâlâ da cennete şöyle buyurdu. "Sen benim rahmetimsin, ben
seninle kullarımdan dilediğime rahmet ederim. Ateşe de şöyle buyurdu; sen sırf
benim azabımsın. Ben seninle kullarımdan dilediğime azap ederim. Her birinize
de dolusu var. Ama ateş dolmaz ta o ayağını koyuncaya kadar ki o vakit yetişir
yetişir der. O vakit dolar, bazısı bazısına büzülür. Ve Allah yarattıklarına
hiç zulmetmez. Cennete gelince onun için de Allah Teâlâ yeni bir halk meydana
getirir. Ayak cehenneme en son atılacak kullar, yahut ayağını koymak çiğnemek
gibi gazap eseri olan bir sıkıştırma ile şiddetini kırmaktan kinayedir.
31- "Fazla" kelimesi mimli masdar
veya gibi ismi mef'ul olabilir. Uzak olmayarak veya uzak olmayan bir yakınlık
ile, 'den sonra bu kayıt yalnız tekide yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği
üzere "Bu uzak bir dönüş" (Kaf, 50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red
içindir. Yani kâfirlerin zannettikleri gibi Allah'ın kudretinden uzak olmayarak
takva sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen şeydir.
Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor. Fakat tefsircilerin
çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye diyorlar ki, işte bu o ki size
vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki
"Allah'a yönelmiş bir kalp ile geldi." ifadesidir. Her tevbekar için.
"Müttakiler"den bedel, aradaki söz muteriza (ara cümlesi) olmuş
oluyor. "Her tövbekâr için olan bir vaad" mânâsıyla "size vaad
edilir", ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab Sâd Sûresi'nde geçtiği
üzere Allah'a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr olan mânâlarına gelir.
"Vazifesine rivayet eden", vazifesini bilip korunan "Allah'ın
sınırlarını korumuş." (Tevbe, 9/112) olan ki bu da şöyle bir bedel ile
açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah'dan korkmuş. Henüz huzuruna
gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan Rahmân'a iman edip rahmetinin
zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş. Ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile
yani herşeyden geçip yalnız o Rahmân'ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna
gelmiş bulunan kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.
32-33- "Fazla" kelimesi mimli masdar
veya gibi ismi mef'ul olabilir. Uzak olmayarak veya uzak olmayan bir yakınlık
ile, 'den sonra bu kayıt yalnız tekide yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği
üzere "Bu uzak bir dönüş" (Kaf, 50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red
içindir. Yani kâfirlerin zannettikleri gibi Allah'ın kudretinden uzak olmayarak
takva sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen şeydir.
Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor. Fakat tefsircilerin
çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye diyorlar ki, işte bu o ki size
vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki
"Allah'a yönelmiş bir kalp ile geldi." ifadesidir. Her tevbekar için.
"Müttakiler"den bedel, aradaki söz muteriza (ara cümlesi) olmuş
oluyor. "Her tövbekâr için olan bir vaad" mânâsıyla "size vaad
edilir", ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab Sâd Sûresi'nde geçtiği
üzere Allah'a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr olan mânâlarına gelir.
"Vazifesine rivayet eden", vazifesini bilip korunan "Allah'ın
sınırlarını korumuş." (Tevbe, 9/112) olan ki bu da şöyle bir bedel ile
açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah'dan korkmuş. Henüz huzuruna
gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan Rahmân'a iman edip rahmetinin
zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş. Ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile
yani herşeyden geçip yalnız o Rahmân'ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna
gelmiş bulunan kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.
34-Haydin selam ve selamet ile girin ona,
denecek.
İşte o, giriş günü ebedilik günüdür. Yani
ebedi kalmanın takdir edildiği gündür ki Kur'ân'da "Orada ebedi olarak
kalcaklar." diye zikredilip duran ebedilik, o günden itibaren
başlayacaktır. Artık onun sonu yoktur.
35- Onlara orada ne dilerlerse vardır.
İstenecek olan çeşitli şeylerden her ne isterlerse vardır. Nezdimizde fazlası
da vardır. Onların hatırlarına gelmeyen dilekleri içine girmeyen öyle şeyler ki
ne gözler görmüştür, ne kulaklar işitmiştir, ne de bir insanın gönlüne
doğmuştur. Burada iki mânâ vardır. Birisi Allah Teâlâ cennettekilere
istediklerinden fazla, hatırlarına gelmez nimetler verecek, henüz yaratılmamış
şeyler de yaratacak demektir. Birisi de cennetlikler Allah'ın ziyafetine
gidecekler, huzurunda fazlasıyla ikram görecekler demek olur. Bu tebliğden
sonra bir de şu hatırlatma ile buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
36- Ey Muhammed! Biz onlardan önce
kendilerinden daha kuvvetli olan ve beldeleri delik deşik eden nice nesilleri
helak ettik, hiç kurtuluş var mı?
37- Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır
bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
38- Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri altı günde yarattık, Bize hiçbir yorgunluk da dokunmadı.
36- Yani kuvvetli olduklarından yeri delik
deşik etmişler, ölümden kurtulmaya çare aramışlardı. Allah'dan veya ölümden
kaçacak bir yer var mı?
37- Şüphesiz bunda, yani bu sûrede söylenen
sözde elbette bir ibret dersi, bir öğüt ve hatırlatma vardır.
Kalbi olan, yani vicdanı olan kimse için yahut
şahit olarak kulak veren, yani kendinden gafil olmayarak şuuruna sahip, zihni
hazır, görür bir halde duya duya dinleyen kimseler için.
38- "Altı günde." (Araf, 7/54 ve
Fussilet, 41/10-12'inci âyetlerin tefsirine bkz.)
Ve bize bir yorgunluk dokunmadı, bir usanç
gelmedi, yani yahudilerin dediği gibi Allah yedinci gün dinlenmeye ihtiyaç
duymuş değildir. Hala yaratıyor, hala yaratıyor, yeniden de yaratır. Topraktan
da yaratır.
Meâl-i Şerifi
39- Ey Muhammed! Onların söylediklerine karşı
sabret. Güneşin doğuşundan önce (sabah namazını) ve batışından önce de (öğle ve
ikindi namazalarını kılarak) Rabbini Hamd ile tesbih et.
40- Geceleyin (akşam ve yatsı namazlarını
kılarak), namazlardan sonra da (vitir ve nafile kılarak) O'nu tesbih et.
41- Bir münadinin yakın bir yerden sesleneceği
güne kulak ver.
42- O gün insanlar, o çağrıyı gerçek olarak
duyarlar. İşte bugün, kabirlerden çıkış günüdür.
43- Gerçekten biz hem yaşatırız, hem
öldürürüz. Sonunda dönüş yalnız bizedir.
44- O gün yer yarılır, insanlar kabirlerinden
çabucak çıkarlar. İşte bu, sadece bize göre kolay bir toplanmadır.
45- Biz onların söylediklerini daha iyi
biliriz. Sen onlara karşı zor kullanacak değilsin. O halde sen, benim
tehdidimden korkanlara bu Kur'ân ile öğüt ver.
39-40- Ve secdelerin arkalarında, yani
namazlardan sonra; tesbih her namazın arkasında yapılır. Nafile namaz mânâsına
tesbih ise sabah ve ikindi namazlarından sonra mekruhtur. "Secdelerin
arkasından" ifadesinin akşam namazının son sünnetine işaret olduğunu
söyleyenler de çoktur.
41-43- O çağırıcının sesleneceği gün, O
çağırıcı İsrafil ve Cebrail (a.s.)'dir. Ey çürümüş kemikler, kopmuş mafsallar,
didiklenmiş etler, dağılmış saçlar, Allah Teâlâ size ayırt edici dava için
toplanmanızı emrediyor diye bağıracak. Yakın bir yerden, yani ses herkese eşit,
olarak işitilecek şekildeki yeniden yaratmadaki bu seslenmeyi ilk yaratılıştaki
"ol" emrine benzetmişlerdir. Taberî'nin naklettiği üzere bazı
rivayetler de bu yakın yerin, Beyti Makdis sonrası olduğu rivayet edilmiştir
ki, bu Rum Sûresi'ndeki, "Yerin yakın bir yerinde." (Rûm, 30/3)
ifadesi gibi olmuş oluyor. İslâm'ın geleceği ile ilgili olan bu rivayetin bizce
özel bir önemi vardır. Hakk'a çağıran o sesi işitecekleri gün işte o çıkış
günüdür. kabirlerden çıkış günü. Beydâvî der ki; çıkış günü kıyamet gününün
isimlerindendir. Bayrama da denilir.
44- Yerin onlardan çatlayıp ayrılacağı gün, bu
öncekilerden bedel veya dönüş kelimesine bağlı, yahut süratli kelimesine
bağlıdır. Gün, gün diye günlerin çokluğu, korkutmak için olmakla beraber,
olayların çokluğuna da işaret olmalıdır. Yerin yarılıp ayrılmasının nükteli bir
kaç mânâya ihtimali vardır. Süratle kelimesi ya 'den haldir, üzerinde toplanmış
hızla giderlerken altlarından yerin çatlayıp, kendilerinden ayrılması, ve
düşmeleri demek olur. Yahut 'nin müteallakı (bağlandığı kelime) olarak
süratlice çıkarlar, veya süratlice koşarlar, demektir ki, bu şekilde, yerin
üzerlerinden çatlayıp içinden dışarı fırlamaları demek olur. Birisinde yer
üzerinden sıkışma ile birisinde de altından sıkışma ile çatlamış oluyor.
İkisinde de "O gün yer başka yere çevrilir." (İbrahim, 14/48) ifadesi
gerçekleşmiş bulunuyor. Bu toplanış, müthiş bir toplanıştır. Öyle ki ancak bize
kolaydır, başkalarının yapabileceği bir şey değildir.
45- Onun için şimdi sen benim tehdidimden
korkacak kimselere bu Kur'ân ile vaaz ve nasihat et de o gün için korunsunlar.
Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelmeye, selam ile ebedîlik yurduna girmeye
çalışsınlar.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Kaf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.