Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
İnşikak Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
84-İNŞİKAK:
Gök yarıldığı (veya parçalandığı) vakit.
Göğün İNŞİKAK'ı, bu âlemin değişmesi için
yukarı tarafından gelen ilâhî emrin inmek ve gerçekleşmek üzere gökte ortaya
çıkışıdır. Bunun başlangıcı çatlama, sonu da "O gün biz göğü, kitapların
sayfasını dürer gibi düreceğiz." (Enbiya, 21/104) âyetinde belirtildiği
gibi dürülmedir. Sonra da "İlk yaratılışa başladığımız gibi yine onu iade
edeceğiz." (Enbiya, 21/104) buyrulduğu gibi iadedir. Bu şekilde yarılma
bir taraftan dünya göğünün yıkımı, öte yandan ahiret semasının kuruluşudur.
Yarılmanın başlangıcı, Fürkan Sûresindeki
"O gün gök bulutlarla yarılacak ve melekler ard arda indirilecekler."
(Furkan, 25/25) âyeti mânâsınca göğün bulut ile yarılışı, meleklerin ard arda
indirilişi ve böylece ilâhî emrin gelmeye başlayışı diye tefsir olunmuştur ki
Bakara Sûresi'ndeki "Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın azabının ve
meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar." (Bakara,
2/210) âyeti gereğince "işin bitirilmesi" bunun tamamı demektir.
Ğamâm, bulut veya ak bulut demek olan
ğamâme'nin çoğuludur ki "Kâdi Hâşiyesi Şihâb"ta yazıldığına göre,
göğün yarılması sırasında ortaya çıkacak ve içinde amel defterleri ile
meleklerin ineceği bir sis olduğu söylenmiştir. Gök başlangıçta bir duman
olarak yaratıldığı gibi göğün herhangi bir tarafında kütlelerin birinde
Allah'ın emriyle vaki olacak bir patlamadan meydana gelecek bir bulut ile de
gökte bir çatlama ve yarılma vuku bulmuş olur. Nitekim göğün çatlaması ile
yıldızların yayılması beraber zikredilmişti. "Şihab"ta şöyle
yazılıdır: Bu âyetin "O gün gök bulutlarla yarılacak." (Furkan,
25/25) âyeti ile tefsir olunması İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Bu rivayet
olmasaydı burada bu tefsiri terketmek daha iyi olurdu. Çünkü "infiâl"
kalıbından "inşikak" fiilinin tercih edilmesinde sonsuz kudrete ve
sanki yarmaya ihtiyaç yokmuş gibi bir boyun eğişin bulunduğunu gösteren bir
mânâ vardır. "Zeccâc "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka,
69/16) âyetinin mânâsınca, "kıyametin dehşetiyle yarılacak" demiş,
bunun bulutla yarılma ile çelişki teşkil etmeyeceği de söylenmiştir. Hz.
Ali'den gelen bir rivayette bu yarılmanın "mecerre"den olacağı
söylenmiştir. Bazı eserlerde, "mecerre, göğün kapısıdır" diye rivayet
edilmiştir. Gökbilimciler der ki: "Mecerre, duyu organlarıyla görülemeyen
birçok yıldızlardır."
Mecerrelerin seçilemeyen birçok yıdız
topluluğu olduğunda eski ve yeni astronomi âlimlerinin ittifakı var demektir.
Yeni gökbilimcilerin de kanaatleri budur. Bazı aşırıya kaçanlar,
"mecerrelerin bir takım yıldızlar olduğunu yeni gökbilimciler yeni
teleskoplarla keşfetmişlerdir" zannına kapılarak ileri geri birçok söz
söylüyorlarsa da bu yeni değildir. Kuşkusuz bunların oluşumunda dikkat çekici
bir özellik vardır. Mecerreler bizim görebildiğimiz göğün en yüksek boyutunda
özel bir mevkide olduğundan oradan başlayacak yarılmanın yukardan gelen bir
yarılma demek olacağı da anlaşılır. Böyle bir çatlama ile başlayacak olan gök
yarılmasının nihayet dürülme ve işin bitirilivermesine kadar gittikçe yayılan
bir takım aşamaları vardır ki bunlar "O gün gök bulutlarla
yarılacak." (Furkan, 25/25), "Gök yarılıp da kızaran, yanan ve yağ
gibi eriyen bir gül olduğu zaman." (Rahmân, 55/37), "O gün gök
yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16) ve "Gök açılmıştır da kapı kapı
olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetleriyle ifade edilmiştir.
2. Burada bu yarılma aşamalarının
başlangıcından sonuna yani işin bitirilmesine kadar toptan hepsinin birden
vaktine işaret olmak üzere her cümlede tekrar olunmayıp göğe ait olan ve
fiillerinin hepsi bir , yere ait olanlar da bir altında toplanarak iki ile
zikredilmiştir. Yani, gök yarıldığı ve Rabbini dinlediği vakit.
Burada "üzün" yani kulak
kelimesinden "kulak vermek, dinlemek" mânâsına olarak boyun eğme ve
itaatle mecazdır. Nitekim dilimizde de kulak vermek; dinlemek, söz dinlemek,
emir dinlemek, boyun eğmek ve itaat etmek mânâsında kullanıldığı gibi, şairin:
"Benim anıldığım bir hayır işittiklerinde
sağırdırlar, duymazlar.
Yanlarında bir kötülükle anıldığımda kulak
verir, dinlerler." demek olan beytinde de bu mânâyadır.
Yani, yaratılışın başlangıcında gök duman iken
Allah ona ve yere "İkiniz de ister istemez gelin." (Fussilet, 41/11)
buyurduğu zaman "isteyerek geldik"(Fussilet, 41/11) diye kendi
arzularıyla ona boyun eğip bütün tabiatlarıyla var oldukları gibi, yarılma emri
verildiği zaman da gök, bu emre hiç direnmeden hemen yarılıp Rabb'inin irade ve
kudretinin etkisine boyun eğdiği ve dolayısıyla yarılmanın gerektirdiği
hükümler meydana geldiği vakit,
Gök ona layık kılınmıştır, yani göğün
hakikatine, tabiatına yaraşan da odur. Çünkü ilk yaratılışında "isteyerek
geldik"(Fussilet/11) demiş; Allah'ın emrine itaat tabiatı olmak üzere
vücuda getirilmiştir. Diğer bir mânâ ile o, semaya hak vacip kılınmıştır. "İster
istemez gelin"(Fussilet, 41/11) buyrulduğu için isteyerek boyun eğmese
zorla boyun eğmeye mecbur olurdu. Onun için dinleyip isteyerek ve tabii olarak
yarılmasa, zorla ve istemeden yarılırdı. Biri layık diğeri vacip olmaktan olan
bu iki mânâya göre 'deki "vav" (atıfa) olmayıp, bu cümle bir ara
cümlesi olarak nın etki sahasına giren şeylerden ayrı olmuş olur. Çünkü bu
layık ve hak olma, gökte yalnız yarılma zamanında değil, asıl olarak vardır.
"Hakk" fiili, "şu şuna daha layıktır, müstehaktır" gibi layık
olma mânâsına kullanıldığı zaman, ve gibi mechul (edilgen) kipiyle kullanılır.
Lakin mechul şekliyle okunan her fiilin o mânâdan olması gerekmez. Gerekli olma
ve gerekli kılma mânâsında veya ile mef'ul(tümleç) alır, ve gibi. Burada lâm ve
alâ bu iki mânâdan şöyle tefsir olunmuştur: Yani "Gök boyun eğmeye, karşı
çıkmamaya layık kılınmıştır." demek olup mânâ, her mümkünün ilâhî kudrete
boyun eğmesinin gerekli ve hak olduğunu ilândır. Yahut yani, "Allah,
kendisine boyun eğmeyi gök üzerine vacip kılmıştır. Dolayısıyla göğün ona boyun
eğmesi haktır, vaciptir." Yine bu mânâlarda olarak "Olayın
dehşetinden dolayı ona yarılma vacip olmuştur." diye de tefsir edilmiştir.
Bu durumda cümlesinin başındaki "vav" atıfa (bağlaç) olup cümle 'nın
etki sahasına girmiş olur. Bunun üçü de yarılmanın gerçekleşeceğini vurgulamış
ve bunun neticesinde olacak olan olaylara geçmemiş oluyor. Biz ise bundan daha
başka bir mânâ anlıyoruz. Şöyle ki:
"Rabb'ini dinlediği zaman" sözü,
yalnız yarılma emrini değil, onunla beraber meleklerin inmesi ve diğer ilâhî
hükümlerin yerine getirilmesi gibi, yarılmaya bağlı olarak meydana gelecek
ilâhî emirlere boyun eğme ve itaat yani, "Onlar buluttan gölgeler içinde
Allah'ın azabının ve meleklerin gelmesini mi bekliyorlar?" (Bakara, 2/210)
ve "Melekler göğün kenarındadır. Onların üzerinde o gün Rabb'inin Arş'ını
sekiz melek taşır."(Hâkka, 69/17) mânâlarına işaret; "hak oldu"
da, "el-Hâkka"dan olup büyük olaylar ve felaketlerin olacağı kıyamet
gününün gerçekleşmesi veya hakkın galip gelmesi ve hakkı yerine getirme
mânâlarından biriyle, yani "göğe hâkka (kıyamet) vaki olduğu veya gök
haklandığı: Hakk'ın emrine mağlup olup hak yerne getirildiği vakit" demek
olarak "iş bitirildi." (Bakara, 2/210) ve "Rabb'inin emri
geldiğinde ve melekler saf saf dizildiğinde." (Fecr, 89/22) mânâlarına
işaret olması daha faydalı ve beliğ olacağı kanaatindeyiz.
3. Ve yerküre uzatılıp genişletildiği zaman,
dağları ve dereleri yerle bir edilip düzlendiği, "Yerlerini dümdüz bomboş
bırakcaktır. Onlarda ne bir iniş, ne de bir yokuş göremiyeceksin." (Tâhâ,
20/22) âyetinin ifade ettiği gibi düzletildiği veya çekilip uzatılarak sahası
çoğaltılıp genişletildiği vakit,
4. Ve içinde ne varsa attığı ölüleri
kabirlerinden fırlattığı, "Yer ağırlıklarını çıkardığında." (Zilzal,
99/2) âyeti gereğince içindeki ağırlıklarını, define ve madenlerini döktüğü
vakit. Said b. Cübeyr gibi bazı âlimler, definelerin çıkarılması Deccâl'in
çıkması sırasında olmasına dayanarak burada yalnız "ölüleri dışarı attığı
zaman" mânâsı vermişler ise de Katâde'den rivayet edilen öncekidir.
Ve tamamen boşaldığı vakit.
Alûsî'nin naklettiği üzere Ebu'l-Kasım Cîlî
"Dibac"ta İbnü Ömer'in Hz. Peygamber (s.a.v)'den şöyle rivayet
ettiğini yazmıştır: "Ben, yer, kendisinden yarılacak olanların ilkiyim.
Hemen kabrimde doğrulup otururum ve yer benimle hareket etmeye başlar. "Ne
oluyorsun?" derim. "Rabb'ım bana içimdekini atıp boşalmamı, boşalıp
da vaktiyle bende hiçbir şey yok iken olduğum gibi olmamı emretti" der.
İşte bu, yüce Allah'ın âyetinin mânâsıdır.
5. Öyle boşaldığı ve Rabbini dinleyip
haklandığı vakit. Bunda da söz önceki gibidir. 'nın tekrarı, göğe ait olanlarla
yerküreye ait olanların bir tür özellikle ayrıldığına, yani yarılma ve hak olma
olayının iki aşamasına işaret içindir. Bu lar, bir taraftan yukarıki sûrenin
sonuna, bir taraftan da bundan sonrasına bağlı gibi düşünülebilmek üzere,
cevabı bir bakıma söylenmemiş, bir bakıma da söylenmiş denilebilecek bir
üsluptadır. Onun için bazıları bu 'ların şart mânâsından soyutlanarak zaman
zarfı olduğunu ve cevaba muhtaç olmadığını söylemişlerdir ki bu durumda
"yukarıda söz edilen cezalandırma ne vakit?" şeklinde mukadder bir
soruya karşı "gök yarıldığı zaman.." diye cevap olabilir. Bazıları da
bu 'ların şart mânâsında olduğunu, korkutma mânâsı ifade etmek için cevabının zikredilmediğini
söylemişlerdir ki, "o zaman neler neler olacak, şimdi açıklanacak gibi
değil" demek olur. Bazıları Tekvîr ve İnfitar sûrelerindeki karinelerinden
(Tekvîr, 81/14; İnfitar, 82/5) faydalanarak "o vakit herkes ne yaptığını
anlar" demektir demişlerdir. Bazıları da ve fiillerinin mânâsı içinde
cevap vardır demişlerdir. Fakat en doğru cevap, şu iki âyetten birinin
mânâsında mevcuttur.
6. Ey insan! Haberin olsun ki sen, Rabbine
doğru çabalar da çabalarsın.
KEDH, tırmalamak ve kendisine etki edecek
şekilde hayır veya şer bir işe emek verecek ciddiyet ve gayretle çalışıp
çabalamak mânâlarına gelir ki burada bununla tefsir edilmiştir: Yani, bütün
hayatında ölüm ve ondan sonra Rabb'inin acı veya tatlı ereceğin emrine doğru
didinir çabalarsın. Nihayet ona kavuşursun.
İşte Ahfeş ve Müberred gibi bazıları, ların
cevabı, "sen ona kavuşacaksın" mânâsına bu 'dir demişlerdir. Bazıları
da bu âyetin cevap makamında olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları da bunu
şart ve cevap arasında bir cümle-i mu'tarıza (ara cümlesi) sayıp ların asıl
cevabının şu olduğunu söylemişlerdir ki en yakışanı da budur.
7. O vakit kitabı sağ tarafından verilen, amel
defteri veya mahkeme sonucunu bildirir belge sağ eliyle veya sağ eline verilen
(Geniş bilgi için Hâkka Sûresi'nin tefsirine bkz.)
8. hemen bir kolay hesap ile hesaba çekilir,
geçer.
HİSAB-I YESİR, hiç tartışılmayan kolay bir
hesap ki Resulullah (s.a.v) bunu, "arz" ve "sâde kitaba bakılıp
geçiştirilmek"le tefsir etmiştir.
Buharî, Müslim, Tirmizî ve Ebu Davud, Hz.
Aişe'den rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) "Hesaba çekilip de
helak olmayan kimse yoktur." buyurdu. Ey Allah'ın Resulü dedim, yüce Allah
beni sana feda kılsın, "Kitabı sağından verilen kolay bir hesap ile hesaba
çekilecek." buyurmuyor mu? Buyurdu ki: "Bu, arzdır. Arz olunurlar.
Her kimin hesabı tartışmalı geçerse helak olur."
Bir de İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, İbnü Merduye
ve Hakim sahih diye yine Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir ki: Resulullah
(s.a.v)'ı dinledim. Namazının bazısında "Allah'ım! Beni kolay bir hesapla
hesaba çek." diyordu. Namazdan çıkınca, "Ey Allah'ın Resulü! dedim,
kolay hesap nedir? Buyurdu ki: "Kitabına bakılıp da geçiştirilivermesi,
yani günahlarının af olunuvermesidir."
9. Hesabı kolay geçer ve sevinçli olarak
ehline döner. Sevinerek "alın okuyun kitabımı." (Hâkka, 69/19) der.
Ehli, müminlerden olan dostları ve yakınları ile yüce Allah'ın cennette özel
olarak onun için hazırladığı huriler ve hizmetçilerdir.
10. Ama kitabı sırtının ötesinden verilen.
Hâkka Sûresi'nde "sağından"(Hâkka, 69/19) karşılığında
"solundan"(Hâkka, 69/25), burada ise "sırtının ötesinden"
denilmesi ikisinden de maksadın aynı olduğunu gösterir. İkisinde de terslik,
uğursuzluk, zorluk, hakaret ve tehlike mânâsı vardır. Onun için diye tefsir
edilmiş, arkalarından sollarına verilir denilmiştir. Bazıları da sağ eli
boynuna, sol eli arkasına bağlanıp kitabı arkasının ötesinden verilir
demişlerdir. Soldan verilmesi uğursuzluk ve tersliğine, arkasından verilmesi de
"Kuşkusuz kendi yüklerini ve o yüklerle beraber daha birçok yükleri de
yükleneceklerdir." (Ankebut, 29/13) âyetinin mânâsı üzere, o kitabın
hükmüne göre günahları sırtlarına yükletilmek mânâsıyla cezalarının ağırlığına,
yahut "sol", amellerinin solaklığıyla kazançlarının tersliğine,
"verâe zahrihi" yani "sırtının gerisinden" ifadesi de
"Onu sırtlarının arkasına attılar." (Âl-i İmran, 3/187) âyetinin
gösterdiği gibi dünyada Allah'ın kitabını arkalarına atıp zıddına gittikleri
veya kendi işlerini kendileri görmeyip arkalarından bekledikleri için ahirette
hükümleri duyurulurken yüzlerine bakılmayarak ümit ve beklentilerinin aksine ve
hatır ve hayallerine gelmez bir biçimde aleyhlerine olarak arkalarından
duyuralacağına da işaret olur ki, bu son mânâ biraz sonra gelecek olan
"çünkü o zannetti" gerekçesinden de anlaşılır.
11. Böyle kitabı arkasından verilen yetiş ey
helak! diye bağırır.
SÜBÛR, helâk demektir. Yani, "Vâ Sübûra!:
Ey helak! Nerdesin, gel yetiş imdadıma. Helak olayım da bu dertten
kurtulayım." diye feryat eder.
12. Ve cehenneme girer.
13. Çünkü o, ehli içinde sevinçli idi.
Dünyada, evinde, ailesi, kavmi içinde rahat ve refah içinde, keyfi yerinde,
zevk ve sefasında idi. Ahireti ve işin sonunu düşünmez, gam ve keder içinde
sıkıntı çekenlere acımaz, dünyanın uğrayacağı değişiklikleri hesaba katmaz idi.
14. Çünkü o zannetmişti ki asla dönmeyecek,
değişikliğe uğramıyacak; neşesi kedere çevrilmeyecek, ölmeyecek, hiç azap
çekmeyecek ve sorumlu olmayacak sanmıştır.
HAVR, bir olgunluktan sonra eksilmeye ve yok
olmaya dönme ve değişme mânâlarına gelir. Nitekim bir hadis-i şerifte,
"Çokluktan sonra yokluktan Allah'a sığınırız." buyrulmuştur ki sarık
sarıldıktan sonra tersine çözülüp bozulması gibi arttıktan sonra eksilmeye,
olgunluktan sonra yok olmaya, durumun iyi olmasından sonra bozulmasına,
ilerledikten sonra gerilemeye dönmek ve değişmek demektir. Burada buyurulduğu
üzere ölmek ve daha sonra dirilmek suretiyle Allah'a dönmektir.
15. Hayır. Onun zannettiği gibi değil, iş onun
keyfine kalayacak, değişime uğrayacak, Rabbine dönecektir. Çünkü Rabbi onu
görmektedir. Bütün yaptıklarını görüp gözetip duruyor. Dolayısıyla onu
kaçırmaz. Her ne olursa olsun onu çevirecek, hesabını görüp cezasını
verecektir.
16. "Şimdi yemin olsun..." Âyetin
başındaki "fâ" geçen açıklamalara göre neticeyi kollara ayırmak ve
anlatmak içindir. "Şafağa".
ŞAFAK, akşam güneş battıktan sonra ufukta
görünen kırmızılığın adıdır. Aslı tül gibi incelik mânâsındandır, denilir ki,
inceliğinden dolayı tutunamıyan şey demektir. Kalbin inceliği mânâsına
"şefekat" ve korku mânâsına "işfâk" da hep bu incelik
mânâsındandır. Türkçe'de şafak; fecr, yani sabahın tanı mânâsına da yaygın
olmuş ise de bu âmiyâne bir tabirdir. Arapça'da ve bir din ve gökbilimi terimi
olarak şafak, fecrin karşılığı olarak güneş battıktan sonra görünen
kırmızılıktır ki akşam namazı vaktidir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri'ne
göre kırmızılıktan sonraki beyazlıktır ki Ebu Hureyre ve Ömer b. Abdülaziz'in
görüşleri de budur. İmam-ı Azam'ın çoğunluğun görüşüne döndüğü de rivayet
edilmiştir. Ayrıntıları "Hidâye" etrafında yazılıdır. O beyazlığın
yok olmasıyla ittifakla yatsı namazı vakti girmiş olur.
17. Burada maksat, dünya hayatı ile
sevinenlere karşı, her günün sonunda bir akşamın gelmesi şeklinde halden hale
geçmekte olan âlemin değişimindeki manzaraların farklılığını duyurmak olduğu
için önce akşamın kırmızı şafağına, ikinci olarak geceye ve onun kapsadığı
şeylere yemin edilmiş.
VESAK, eklemek, derleyip toplamak, biriktirip
yüklenmek mânâsınadır. Nitekim altmış sa' (altmışbin dirhem) ağırlık, bir deve
yükü topladığı için bu kadar yüke "vesak" denilir. Burada da, gecenin
derleyip topladığı, kapsadığı şeyler demek olur. Bu kelimenin iftial babına
nakledilmiş şekli olan ittisak da, ki aslı "ivtisâk"tır, derli toplu,
düzgün ve intizamlı olmak mânâsına gelir.
18. Üçüncü olarak da derlenip toplanarak
düzgün bir dolunay olduğu zaman Ay'a yemin edilmiş ve şöyle buyrulmuştur:
19. Elbette ve elbette siz kattan kata
bineceksiniz. Şafağın, gecenin ve kapsadığı şeylerin ve ayın halden halde
geçmesi gibi siz de halden hale, tabakadan tabakaya, veya nesilden nesle uyum
sağlayan birbirinden üstün değişmelere binecek, açıklandığı üzere sonunda
Rabb'inize gideceksiniz.
TABAK kelimesi aslında uygun gelme ve uygun
kavramlarıyla birçok mânâya gelir. Kamus yazarının "Besair"de
beyanına göre bu madde iki veya daha çok katı olan şeyleri ifade eden
isimlerden olup aslında bir şeyi diğer bir şeyin miktarınca üstünde kılmak
mânâsınadır. Sonraları o üste konulan şeyi ifade etmede ve bu münasebetle bir
şeye uygun olan şey mânâsında, daha sonraları derece ve mevkide, hal ve
durumlarda kullanılır olmuştur. Bu şekilde bir şeyin kapağına veya örtüsüne,
bir çiftin teki gibi diğerine uygun olan şeye, tabak ve sini dediğimiz kaplara,
"tabaka"nın çoğulu ve cins ismi olarak tabakalar ve mertebeler
mânâsına ve özellikle bir ilerleme düşüncesiyle bir duruma uygun olan diğer bir
duruma, millet ve asır mânâsına, yirmi seneye, bel kemiklerinin arasındaki
yufka gibi uyum kemiklerine ve Cebel-i Zühre'ye tabak denilir. Burada daha
ziyade "bir diğerine uygun halden hale geçeceksiniz" diye tefsir
edilmiştir ki en kapsamlı mânâsı budur. Bazıları uygunluğu, olayın dehşetinde
uygunluk ile kayıtlamışlar ise de bu açık değildir. Birçokları tabakanın çoğulu
olarak tabakalardan tabakalara, bazıları milletten millete, asırdan asıra
demişler, bazıları da yimi seneden yirmi seneye olacak değişikliklere işaret
olduğunu söylemişlerdir.
Naim b. Hammad'ın ve Ebu Nuaym'in rivayet
ettiklerine göre Mekhul demiştir ki: "Her yirmi senede, daha önce
bulunmadığınız bir durumda bulunursunuz." İbnü Münzir'in ve İbnü Ebi
Hatim'in rivayetinde de, "her yirmi senede, daha önce yapmamış olduğunuz bir
iş ortaya çıkarırsınız" denilmiştir. Bazıları da bir zamandaki insan
topluluğu mânâsına "ümmetten ümmete" demişlerdir. Nitekim amcası
Abbas b. Abdulmuttalib Hz. Peygamber (s.a.v.)'i medhederken şöyle demişti:
"Sen doğduğun vakit yeryüzü aydınlandı ve
nurunla ufuk parladı.
Bir babanın sulbünden ana rahmine geçiyordun.
Bir âlem geçince bir tabak ortaya çıktı".
Yani yeni bir nesil, geçenlerin hepsinden
üstün, birbirine uygun gelişen bir toplum ortaya çıktı demektir. Bunların hepsi
insanların gerek birey, gerek toplum itibarıyla hayatta sabit bir durumu
olmayıp ölüm ve ahirete doğru Allah'a dönünceye kadar halden hale geçmeye
mahkum olduklarını ifade ediyor. Bu şekilde dünyada insan hayatı durumdan
duruma ilerleme ve gerilemeye giden devamlı bir değişim demek olduğu ve bunun
için beyan olunduğu üzere neticede Allah'a varıp hesap vermek kaçınılmaz
bulunduğu anlatılmış oluyor.
RÜKÛB , halden hale geçme ve birbirine
ulaşmaktan mecaz veya hakikati üzere olup hal mecaz olarak binilendir. Bir
halin diğer hale uygunluğu demek, ikinci halin öncekine belli bir hadde
ulaşması veya üstün gelmesidir. Yoksa bütün zat ve niteliklerde bir veya benzer
olması değildir. Zira mutabakat zat ve mahiyette değil, yan özelliklerde olur.
Dolayısıyla biri elem biri lezzet, biri hayat biri ölüm gibi farklı durumların
birbirlerine bir mertebe de mutabakatı olabilir. Bununla beraber ikisi de elem,
ikisi de lezzet olmak gibi aynı cinsten iki halin zaman ve mekan veya derece
farkıyla üst üste gelip uyuşması da olabilir. Bu şekilde "rükûb" ve
"tabak" kelimelerinin ifade ettiği mânâda bir yolculuk, ya yukarı
veya aşağı giden bir değişimin tasviri ve coşkunluğu vardır. Halin birisi
dünya, birisi ahirettir. Dünya bir değişim âlemi, bir geçit; ahiret bir devamlı
kalma yeridir. Bu kalış ve duruş da ya cennette veya cehennemde olur.
"Elbette bineceksiniz" şeklindeki
hitap herkese olduğuna göre verilen bu haberde, değişimin ileri veya geri
olabilmesi itibariyle bir yandan vaad, bir yandan tehdit mânâsı vardır. Hitap
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve müminlere olduğuna göre bunda hem kesin bir vaad
hem de İslâm'ın ilâhî emirle uyum sağlamak suretiyle Allah'a dönmek için daima
ahirete doğru yükselme ruhunu telkin eden ve zaferden zafere götürecek olan
yüksek bir ilerleme prensibi vardır ki Allah'tan başka hiçbir gayede
durulmasını caiz görmez. Bu, din ruhunun donmuş ve körü körüne bir görenekle
geçmişe ve içinde bulunulan âna saplanıp kalmaktan ibaret bir tembellik hissi
değil; düzensiz, uyumsuz, gayesiz giden ve hiçbir ilerleme elde etmeyerek her
adımında ilkel kalan perişan bir yenilenme ve değişim hevesi de değil,
başlangıçtan sona kadar aşama aşama bir intibak düzeni içinde Allah için daima
ileri gitmek ve Allah'a kavuşma gayesine ermek isteyen bir ilerleme aşk ve
imanı ile hareket olduğunu anlatır. Onun için bir hadis-i şerifte: "İki
günü eşit olan aldanmıştır." buyurulmuştur. Bunda insanı bütün
değişimlerin üstüne çıkaracak bir ilerleme ilkesi, bir yükselme vaad ve müjdesi
bulunduğuna özellikle ayın derlenip toplanarak düzgün olduğu zamana yemin
edilmesiyle de işaret edilmiş demektir. Bundan dolayı "bâ"nın
fethasıyla tekil olarak "elbette bineceksin" kırâetine göre hitap
öncelikle Peygamber (s.a.v)'e ait olarak Resulullah (s.a.v.)'ın Mirac gecesinde
olduğu gibi gökten göğe, dereceden dereceye, rütbeden rütbeye ilâhî yakınlığa
doğru yükselmesi vuku bulacağını vaad ve müjdeleme olduğu dahi İbnü Abbas ve
İbnü Mesud'dan rivayet edilmiştir. "geceye ve kapsadıklarına yemin
olsun" şeklindeki yeminin de bununla özel bir ilgisi vardır.
Buhârî'de Mücahid'in yaptığı rivayete göre
İbnü Abbas "halden hale demektir" demiştir. "Bu sizin
peygamberinizdir." dedi şeklindeki rivayet de bunu gösterir.
Şu halde "bâ"nın zammesiyle çoğul
olarak "elbette bineceksiniz" kırâeti de peygamberle beraber onun
ardından giden müslümanlara hitap olarak, onların da peygambere uymaları
oranında halden hale, tabakadan tabakaya hakkın yakınına yükselecekleri haber
verilmiş ve aksine gidenlerin o değişimler içinde yenilip kahredilecekleri
anlatılmış olur.
Kısacası, bu âyette, halden hale veya
tabakadan tabakaya ilerleme, her yüz senede veya her yirmi senede bir değişme
ve yenilenme ile mutabakat kavramlarıyla ilgili "tabak" ve
"rükub"un mânâlarında, hayatın ileriye veya geriye gitmesi
hususlarında kanun olan önemli hakikatlar vardır. "Hayat, çevre ile uyum
sağlamaktır." diye düşünüldüğüne göre de en yüksek hayat, en yüksek
çevreye uyum sağlamak demek olur. En yüksek çevre ise, "her şeyi
kuşatıcı"(Fussilet, 41/54), "Evvvel ve Âhir, Zahir ve Batın, her şeyi
bilici"(Hadid, 57/3) ve "nerede olursanız sizinle beraber."
(Hadid, 57/3) olan yüce Allah'tır. Dolayısıyla en yüksek hayat, her ne olursa
olsun yüce Allah'ın emriyle uyum sağlayarak ona kavuşma ve yükselmekle olur.
O yükseliştir ki, "Ahiret yurdu ise kuşku
yok ki gerçek hayattır, eğer bilselerdi." (Ankebut, 29/64) buyurulan
ahiret hayatı mutluluğunun son noktasıdır. Nitekim bir önceki sûrede
"mukarreb" yani Allah'a yaklaştırılan kulların o Tesnim kaynağından
içecekleri açıklanmıştı. Ona yükselmek için de ondan öte hiçbir gaye ve
maksatta durup kalmamak, her değişim ve başkalaşım adımında ancak onun emrini
nazar-ı itibara alarak yürümek ve lüzumunda onun yoluna can vermekten
çekinmemek gerekir. Çünkü her ne yapılırsa yapılsın, bir değişme âlemi olan
dünyanın hiç bir şeyinde devamlı kalma ihtimali yoktur. Onun göğü de yeri de
Allah'ın emrine boyun eğecek; bâki, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbin
zatı kalacaktır. Allah'a gönül rızasıyla gitmek istemeyen nasıl olsa zorla
gidecek ve o kıyametin şiddet ve dehşeti içinde onun ikramından yoksun, azametine
mahkum olacaktır.
20. O halde bu insanlara ne oluyor da iman
etmiyorlar?. Hakikat böyle iken, yani beyan olunduğu üzere bu dünyada değişim
kesin, halden hale geçerek ahirete gitmek ve Hakk'ın huzurunda hesap vermek
zarurî olduğu ve iman edenlere o güzel sonuç vaad edilmiş bulunduğu halde
nelerine güvenirler de Allah'a, peygamberine ve ahirete iman etmezler!? İman
edip de o güzel sonuca ulaşmak için güzel ameller işlemezler? İman etmemekle ne
kazanırlar? Allah'a gitmekten kaçınmakla bulundukları halde kalacaklarını ve
değişime uğramayacaklarını mı zan ederler?
21. Karşılarında Kur'an okunduğu vakit secde
etmezler, boyun eğmezler, gerçeği kabul etmezler, Allah'ın emir ve yasaklarına
itaat edip uymazlar, secde etmeleri gerekirken secde etmezler.
Hz. Peygamber (s.a.v) bir gün "secde et
ve yaklaş"(Alâk, 96/19) âyetini okumuş ve secde etmiş, beraberinde bulunan
müminler de secde etmişlerdi. Kureyş de başları ucunde el çırpmış ve ıslık
çalmışlardı. Bunun üzerine bu âyet indi diye rivayet edilmiştir. İmam-ı Azam
Ebu Hanife Hazretleri bununla, burada tilavet secdesinin vacip olduğu
neticesini çıkarmıştır. Şâfii de sünnet demiştir. İbnü Abbas (r.a.)'tan,
"Mufassal sûrelerde (yani Kur'ân-ı Kerim'in son taraflarında kısa ve
besmeleli fasılaları çok olan sûrelerde) secde yoktur." diye rivayet
edilmiş ise de Ebu Hureyre (r.a.) burada secde etmiş ve "Vallahi, Hz.
Peygamber (a.s)'in bunda secde ettiğini gördükten sonra secde ettim."
demiştir. Enes (r.a) de demiştir ki: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali
(r.anhûm)'nin arkalarında namaz kıldım, hepsi de secde ettiler." Yani
namazda bu sûreyi okudular, burada özellikle tilavet secdesi yaptılar. Bununla
beraber sûrenin sonuna kadar okunup da rükua gidilecek olursa namazın rüku ve
secdesini yapmakla tilavet secdesi düşer. Vacip değildir." diye Hasen'den
gelen rivayetin dayanağı da bu olsa gerektir.
22. Hatta inkâr edenler yalanlıyor da,
Kur'ân'a ve ahirete yalan diyorlar.
23. Oysa Allah, içlerinde ne saklıyorlar
biliyor.
YÛ'ÛN, kap manasına gelen vi'â kökünden
türetilmiş if'al babından muzari (geniş zamanlı) bir fiildir.
Mazi (geçmiş zaman)si "kaba doldurup
sakladı" cümlesinde olduğu gibi "ev'â" dır. Yani, yalanlarlar
iken gönüllerinde ne gibi gizli fikirler, bozuk inançlar, fena maksatlar
besliyorlar, doğrulamaları gerekirken neden dolayı yalanlama yoluna gidiyorlar,
yalanlama ile neler kazanmak, kaplarına neler doldurmak, müminlere neler
yapmak, defterlerine neler yazdırmak istiyorlar, hepsini Allah tamamıyla
biliyor.
24. Onun için kâfirleri elem verici bir azap
ile, müjdele de onunla sevinsinler!
25. Ancak iman edip iyi ameller yapanlar
hariç. Genellikle müminlerin kâfirlerden istisna edilmesi "munkatı
istisna" olursa da, kâfirler içinden iman edenlere göre muttasıl
istisnadır. Onlar için, yani iman edip de iyi ameller yapanlar için kendi
kazançları olması itibarıyla minnetsiz; yahut kesilmez, sonsuz bir mükâfat
vardır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
İnşikak Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.