Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
İnsan Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
76-İNSAN:
"Geldi."
HEL ; soru edatlarından olmakla beraber bazan
"Bu bir insandan başka bir şey değil."(Enbiya, 21/3)de olduğu gibi
(değil) mânâsında olumsuzluk edatı; bazan da burada olduğu gibi mânâsında
olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanılır. Tefsirciler bu kelimenin
burada ve "Kaplayıp örten kıyametin haberi sana geldi."(Ğaşiye, 88/1)
âyetinde mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki türlü izahı vardır:
BİRİSİ, "hel" aslında mânâsına bir
şeyin gerçekleştiğini veya olmasının yaklaştığını ifade etmek için kullanılır
ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaştı, geldi" demek olur.
BİRİSİ de, ikrar ifade eden bir soru olmak
sûretiyle "geldi mi?" şeklinde sorularak" geldi, geldi ya"
diye aynı mânâyı ifade etmesidir. Bununla insan yaratılışının, kâinatın
yaratılış tarihinden sonra olduğu kesin bir ifade ile anlatılmıştır ki sonra da
bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle
olgunlaştırılarak başlangıç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük
sırrını alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasıyle ileri doğru,
daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin başında geçtiği üzere
imtihan ve bela ile deneme meydanına sevkedildiği anlatılacak ve şükrünü
bilmeyip bu görevden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, şükrünü bilip
görevlerini yapan iyi kulların temiz ruhları, çalışma şekilleri ve bunun
meyvesi olarak ahirette elde ettikleri hayatın zevkleri anlatılacaktır.
İnsan üzerine. Burada insandan maksadın Âdem
veya Âdem oğulları olduğunu söyleyen görüşler varsa da, açık olan bunun Âdem'i
ve Âdem oğullarının hepsini kapsayan insan cinsi olmasıdır ve bu hüküm Âdem
oğlunun her ferdi hakkında doğrudur. Dehirden bir süre.
DEHR, Câsiye sûresinde de geçtiği gibi
Ragıb'ın açıklamasına göre asıl mânâsı, âlemin var oluşunun başlangıcından son
bulmasına kadar bütün süre, yani zamanın tamamı demektir. Burada da bu
mânâyadır. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir. "Zaman"
kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman,
zincir ve serilerinin toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde asıl
dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela;
bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan dolayı
Fıkıh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz
hallerindeki mânâlarının en azını belirlemek hususunda ashabın ve müctehitlerin
ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam belirsiz olarak kullanılan dehr kelimesinin
en az mânâsının ne olduğunu tayin hususunda duraklamış "bilmem"
demiştir.
HÎN, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine
denir. Zamanın tamamı için kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına
denilir. Buradaki hin kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile
insanın yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder. Nekire,
yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla beraber insan
açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir gerçek ki insan
cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra yaratılmıştır.
Alemin yaratılışı ile başlayan dehirden, insan
cinsinin yaratılmasına kadar sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki
sınırla sınırlanmış bir süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre
içerisinde insan anılır (bu nam ile tanınır) bir şey olmamıştır". Bu cümle
insanın halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade
ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil, anılan
bir şey olmamıştır.
MEZKÛR, hem esre ile zikirden, hem de ötre ile
zükürden olabilir. Asıl maksat, sadece insan lafzının söylenmesi değil, bununla
anlatılmak istenen mânâ olduğu için ötre ile olan "zükür"
kelimesinden türetilmiş olması akla daha uygundur. Bununla beraber
"zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adıyla anılan, anlaşılan,
insan diye düşünülen bir şey olmamış, bu gün insan adıyla zihnen göz önüne
getirilip anlatılan cins var olmamıştı, ancak insan ünvanı ile tanınmayan bir
şey olmuştu. Başlangıçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra
onlardan aşama aşama yaratılıp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar
"çamur hülasası"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakın
maddesi olan meniye doğru yavaş yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey
olmuş, fakat insan diye anılan şey olmamıştı. Gerçekte insanın her ferdi gibi
cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır. Hem dehrin başlangıcından, âlemin
yaratılışından çok sonra var olmuştur. Niçin öyle olmuş da daha evvel olmamış?
2. Çünkü biz insanı şöyle yarattık: Yani, o
kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basit ve sınırlı birmertebede boş ve
mânâsız olarak kalmak için de yaratılmadı. Şu şekilde yaratıldı bir nutfeden.
Rağıb'ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe
denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı gibi sayılmıştır. Fakat Kıyâme sûresinin
sonunda da geçtiği gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden bu
nutfe."(Kıyâmet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduğu ifade
edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere "Suyun
hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde de bir bütünün her parçası
kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından" buyrulmamış, bir parçası
kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş olmasından çocuğun meydana
geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün meni değil, onun bir parçasından
ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun
adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının
görünen mânâsı, Âdem'in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder.
Ancak şu var ki bu, nutfenin bir insandan
gelmemiş olmasını gerektirir. "hülasadan"(Müminun, 23/12),
"çamurdan"(En'âm, 6/2) âyetlerinden maksat da bu olmalıdır. Gerçi
"Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) âyeti ile Âdem'in bundan
istisna edilmiş olduğu neticesine varılabilir. Fakat "Çamur
hülasasından"(Müminun, 23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da
oluverdi."(Âl-i İmran, 3/59) gibi diğer âyetler topraktan ve çamurdan
yaratılışın başlangıç itibariyle olduğunu gösterdiği gibi, "sizi çamurdan
yarattı"(En'âm, 6/2), "sizi topraktan yarattı"(Rum, 30/20) gibi
genel olarak herkese hitap eden âyetler de başlangıç bakımından bunların bütün
insanlar hakkında doğru olduğunu anlattığından Âdem'in insandan gelmeyen bir
nutfeden yaratılmış olmasıyla çelişkili olmayacağı cihetle "Allah insanı,
ateşle pişmiş gibi kupkuru bir çamurdan yarattı."(Rahmân, 55/14) âyetinde
olduğu gibi burada da cinsin başlangıcı şeklinde gelen "bir nutfeden"
denilmesinden hiçbir insanın istisna edilmemesi daha açıktır.
Fakat o nasıl bir nutfe? "karışık"
EMŞÂC: Nutfeye sıfat yapılan bu kelimenin, bir
şeyi bir şeye karıştırmak mânâsında olan "meşc" kökünden olduğu
belli. Ancak bunun tekil veya çoğul olduğunda ihtilaf edilmiştir. Zemahşerî,
tekil olan nutfe kelimesine sıfat olduğu için "on parça olmuş
çömlek", "yırtılmış aba" tabirleri gibi tekil lafızlardan
olmasını tercih etmiştir. Ve "nutfetin emşâcin" denilmesiyle
"nutfetin meşcin" denilmesi arasında fark olmadığını, burada
"meşc" kelimesinin çoğul olmasının sahih olmayıp ikisinin de
birbirine karışmış iki şey gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Fakat
"emşâc" lafzında açıkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, şehid-eşhad
kelimelerinde olduğu gibi çoğul olmasıdır ki tekili sebeb kalıbında meşec,
ketif kalıbından mesic, şehid kalıbında meşictir. Bu nedenle tefsircilerin çoğu
bunu ahlât yani karışık şeyler diye yorumlamışlardır. Bu durumda bu kelimenin
tekil bir kelimeye sıfat olması "zât-i emşacin" şeklinde takdir
edilerek "karışık şeyleri olan" yahut "karışık şeylerden ibaret,
yani "herbiri karışık cüzlerden meydana gelmiş karışımlar toplamı olan
nutfe" demek olması itibariyledir.
"Emşâc" kelimesinin tekil kabul
edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleşip karıştığı düşünülen bir karışım;
çoğul olması halinde ise, cüzlerinden her biri başka bir karışım olan farklı
karışımların birbirine karıştırılmış olduğu düşünülen katmerli karışım demek
olur.
Gerçekte ahlat, karışık demek olan
"halat" kelimesinin çoğuludur. Farklı unsurların karışımıyla meydana
gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karıştığından dolayı "mizac"
dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karışık kimyasal bileşimlere ahlat
denilir.
Şu halde nutfenin karışımı nedir?
Kuşkusuz bu, nutfenin tam bir analizi
yapılarak bilinebilecek bir şeydir. Bunun tamamını ise ancak yapan bilir. Bunu
sade "karışık" mânâsına anlayanların çoğu, nutfenin rahimde kadın
menisiyle karışması yani döllenme hali olarak kabul etmişlerdir. Fakat nutfe o
vakit embriyon adını aldığı için "emşâc" vasfının onda daha önce
bulunmuş olacağı açıktır. Bazıları da kan ve benzeri karışımlar demişlerdir.
Bu kelimenin mânâsı ile ilgili olarak rivayet
edilen yorumlar arasında ikisi dikkate değerdir:
BİRİNCİSİ, Keşşâf'ta zikredildiği üzere İbnü
Mesud Hazretleri'nden gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin urûku yani
damarlarıdır.
İKİNCİSİ, Katâde'den gelen rivayettir ki, buna
göre emşâc, nutfenin taşıdığı renkler ve geçirdiği hallerdir.
Nutfenin urûku görünüşte meninin liflerinden
ibaret zannedilebilirse de nutfe, asıl tohumdan ibaret olan döllenme hücresi
olarak düşünülünce onun urûku; damarları, hayatî teşekkülünde taşımış olduğu
değişik özellikleri çizen asıl çizgileridir ki ilk şekillenmiş maddesi olan
protoplazmasında, çekirdekciğinde, zarında, bünyesine, organizmasına dahil ve
nitelikleri içinde insanın özellikleri girmiş bulunan ve özü ve içyüzü henüz
bilimsel analizlerin ötesinde atomik inceliklere kadar varan damarlar demek
olur ki bunlar önce insan diye anılmayan şeylerden başlamıştır.
"Nutfenin renkleri ve geçirdiği
haller" deyimi de, nutfe meydana gelene kadar geçirdiği ve anılmayan
şeylerden süzüle süzüle halden hale girerek, geldiği birçok süzülme
mertebelerindeki hâl ve durumları ile bundan sonra embriyon ve et parçası
yapılmak ve yaratılışı tamamlanmak suretiyle geçireceği embriyon ve cenin
hallerindeki aşamaları kapsayabilir.
Kısaca, insan kendi kendine var olmuş ve
olgunlaşmış, başlangıcı olmayan bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş
basit bir yaratık da değil, zamanın başlangıcından bu yana devir devir, aşama
aşama yaratılagelmiş adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla
katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım nitelik ve özellikler
ilave olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden
yaratılmıştır.
Basit olmayan böyle bir nutfenin yaratılması
öncelikle her şeyi bilen, hikmet sahibi ve dilediğini yapabilen bir yaratıcının
yaratmasına bağlı olduğu gibi, sonra karıştırılacak, birleştirilecek ve terbiye
olunacak basit parçaların yaratılmasına, birleştirilmesine ve süzülmesine de
doğal olarak bağlıdır. Bundan dolayı insanın yaratılması zamanın yaratılması
ile beraber başlamış, bu nutfenin yaratılmasından sonraya kalmıştır. Şu halde bunda
ilâhî ilimdeki insan tabiat ve mahiyetinin hiç gereği ve lüzumu yok değil;
fakat o tabiat, yaratıcı ve etkileyici olmayıp kendine kalsa hiçbir şey
yapamıyacak olan aciz ve muhtaç bir "mümkin"dir. Bu nedenle hüküm
tabiatın değil, ona hakim olan yaratıcı, yüce Allah'ındır. O tabiat esasen yok,
onun ilminde vardır. Düşünmeli ki basit bir hidrojen diye anılan şey ile
"karışık bir nutfe" denilen şey arasında ne büyük fark vardır. Sonra
da düşünmeli ki, "karışık bir nutfe" diye anılan şey ile
"insan" denilen şey arasında tabiat bakımından aşılmayacak ne büyük
bir ilerleme adımı, ne yüksek bir sanat ve kudret eseri vardır. İşte bu âyetler
insanlara özellikle bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet, insan kendi
kendine olmadığı gibi basit bir yaratılışla da yaratılıvermedi. Yüce Allah
insanı ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirmek ve en aşağı mertebeden
kendine doğru en yüksek mertebelere erdirmek üzere, işe yaramazlarını atıp
temizlerini süzmek suretiyle karışımlardan meydana gelen bir nutfeden yarattı. Böyle
yaratmasının hikmeti şu şekilde açıklanıyor:
Öyle ki, onu sınamak için evire çevire
yarattık. Yani o insanı öyle yaratıp artık işi bitti diye başıboş bırakıvermek
için değil, onu bir takım emanet ve yükümlülüklerle yükümlü tutup kendisine
duygular, görevler, zor işler yükleterek imtihana çekmek ve Mülk sûresininin
başında "Hanginizin amelce daha güzel olduğunu denemek için ölümü ve
hayatı yaratan odur."(Mülk, 67/2) diye açıklandığı ve Kıyame sûresinin
sonunda "Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"(Kıyamet,
75/40) diye hatırlatma yapıldığı gibi daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata
geçirmek üzere halden hale evire çevire yarattık. Bu imtihan ve yükümlülükle
ileri doğru sonuçlarını kabul etmesi ve verilen emirleri, yapılan irşadları
dinleyip önünü ardını görerek ona göre yoluna gitmesi için yarattık da onu
işitici ve görücü kıldık. Gerek kendisinde ve gerek kendi dışında işitilecek,
görülecek Kur'ân'daki ve kâinattaki âyet ve delilleri işiticek, görecek, kalp
gözüyle bilip ona göre bilinçli bir şekilde görevini yapacak yükümlü bir
yaratığa çevirdik. İşte daha önce anılan bir şey değil iken sonra insan diye
anılmaya başlayan, sonradan yaratılan bu yaratık; zamanın başlangıcından beri
nice hallerden geçirilip, söz edilmeye değmez nice şeylerden süzülüp nice
katkılarla karıştırılarak meydana getirilmiş karışık bir nutfeden "O sizi
aşama aşama yaratmıştır."(Nuh, 71/14) mânâsında evrile çevrile düzgün bir
şekilde yaratıldıktan sonra, "Sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşa
ettik."(Müminun, 23/14) ifadesince bambaşka bir ruhani yaratılışa mazhar
kılınmış; işitici, görücü kılınıp ölüm ve hayat geçitleriyle imtihan edilmiş,
henüz varacağı gayeye varmamış, ölümden sonra da bir hayata aday ve yolcu bir
yaratıktır. Şu halde tam anlamıyla işitici görücü olmayan va Rabb'ına karşı
görevlerini düşünmeyen kimseler insan ünvanına layık değildirler. Görülüyor ki
insanın bu şekilde tanıtımı, onu "konuşan hayvan" diye tanıtmaktan
daha derin ve daha güzeldir.
"Onu imtihan ederiz" kaydı,
genellikle Kur'ân'da ifade edilegelen yükümlülüklerin hepsine işaret olmakla
beraber, özellikle Mülk sûresinden beri anlatılan ve bu cümleden olarak Kıyâmet
Sûresi'nde tasvir edilen ve bundan sonra da bu sûrede ve gelecek sûrelerde
tekrar hatırlatılacak olan insanlığın mukadderatı ile ilgili görev
sıkıntılarını ve ceza ve mükafat için yapılacak imtihanları özetle anlatır.
"Görücü" vasfı da, yine Kıyâmet
Sûresi'nde geçen "Doğrusu insan kendi nefsini görücüdür."(Kıyamet,
75/14) âyetini özellikle hatırlatmaktadır.
Burada Razî tefsirinde yazıldığı üzere şöyle
rivayet olunuyor: Hz. Ebubekir bu âyeti işittiği vakit; "Ah ne olurdu, o
tamam olsaydı da mübtela kılınmasaydık." demişti. Bu temenni Hz.
Ebubekir'in bu âyeti ne ince bir görüş ve seziş ile anlamış olduğunu gösterir.
Çünkü bu temennide, insanın eksikliğini ve olgunlaşmak için gelecekle ilgili
görevlerinin ağırlığını derinden duyan bir korku seslenişi vardır.
Gerçekte bu iki âyet, insanın daha sonra
yaratılmasının hikmeti, geçirdiği süzülme mertebeleriyle yaratılış şekli, hâl
ve geleceği ile mahiyeti ve alınyazıları bakımlarından çok derin uçları ve ince
saçakları kapsayan ve nice nice amellerin analiz ve tetkiklerine müsait esas
sınır ve çizgilerini aydınlatan ilâhî sırları özetleyip kısaca bildirmiş;
insanın aslını, yaratılışın başlangıcından bu yana en derin, en seçkin
damarlarından toplanıp süzülerek özel bir şekilde özümlenen özsu; mahiyetini
de, tabiatın kendiliğinden yetişmesi ve atlaması ihtimali olmayan yüksek bir
evrim adımıyla doğrudan doğruya yüce Allah'ın sıfat ve fiilini gösteren duyma,
görme ve sezme gibi bir ruhani gerçek olarak tarif ederken, yaratılış
hikmetiyle bütün kaderini de, bir ucu kendi şuur ve iradesine bağlanmış olan
evrim için deneme ve sorumluluk kanununda özetlemiştir. Böylece insan diye
anılan şeyin; gayesine ermiş, tam anlamıyla olgunlaşmış ve dehrin son ucuna
gelmiş veya ölümüyle bütün kaderi tükenip bitecek bir şeyden ibaret olmayıp,
Rabbinden geldiği gibi, "O gün sevk ancak Rabbinedir." (Kıyâmet,
75/30) ve "O gün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyâmet,
75/12) buyurulduğu şekilde yine Rabbine gitmek üzere altı cehenneme, üstü
cennete varan ve tehlike ve sıkıntılarala dolu bir yolun yolcusu olduğu
anlatılmıştır.
3. İnsanı imtihan edip denemenin bu iki yönü
açıklığa kavuşturulmak üzere buyruluyor ki: Kuşkusuz biz ona doğru yolu
gösterdik. Bu yol "O gün sevk ancak Rabbinedir."(Kıyamet, 75/30),
"O gün varılıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyamet, 75/12) ve
"Elbette sonunda Rabbine gidilecek."(Necm, 53/42) meâlindeki âyetler
ve benzerlerinin anlattığı ve Fâtiha'da ifade edildiği gibi doğrudan doğruya
Allah'a ve onun katkısız nimetlerine götüren ve Kur'ân ile çağrılan hak İslâm
dinidir. Yani insanın içinde ve dışında, başlangıç ve gayesiyle hak yolu
göstermek üzere işitilecek, görülecek ve düşünülecek Kur'ân ve kâinat âyetleri,
naklî ve aklî deliller, alâmetler ortaya koyarak ve ona görme, işitme ve sezme
kuvvetleri vererek nereden gelip nereye gideceğini ve son gayeye ermek için
Rabb'ına hangi yoldan gitmek ve ne gibi görevleri yapmak gerekeceğini anlatarak
irşat ettik.
Gerek şükredici olsun o insan, gerek nankör
kâfir. Yani isterse o irşat ve hidayet nimetinin kıymetini bilerek Rabbine
şükretmek üzere iman ve iyi niyetle o hak yoluna girip sıkıntılara göğüs
gererek çalışsın, olgunlaşma gayesine doğru yürüsün; isterse nankörlükle
küfredip yükümlülük ve olgunlaşmadan kaçınarak, bu irşat ve hidayete karşı
işitmez ve görmezden gelerek bu imtihan âlemi olan dünya hayatında kalmak
istesin. Bu cihet kendisine, kendi tercihine bırakılmıştır. Her iki durumda da
yol gösterilmiş bulunuyor.
Bu hidayet ve irşattan sonra insanı
"şükredici" ve "nankör" diye ikiye ayırmada, bir taraftan
şükretmeye teşvik, bir taraftan da küfürden sakındırmak için "Dilediğinizi
yapın"(Fussilet, 41/40) tarzında insanın ihtiyarına hitap eden ve kısaca
ifade edilmiş bir vaad ve tehdit vardır. Bu nedenle "leff ü neşr-i gayr-i
müretteb" üslûbu ile küfr ve nankörlükten sakındırmanın illeti,
4. Çünkü biz kâfirler için zincirler,
tomruklar ve bir cehennem, çılgın bir ateş hazırlamışızdır, yani, dileyen
bunları seçsin fakat bunlar kalp gözüyle görebilecek olanlar için seçilecek,
dayanılabilecek şeyler olmadığından her halde küfürden ve nankörlükten sakınmak
gerekir, meâlinde kısaca anlatıldıktan sonra şükür ve iman, iyilik ve ihsan ile
çalışanların ruhlarının temizliğiyle hayat tarzları (yaşam biçimleri) ve
gayretlerinin ürünleri, dünya hayatının geçici zevklerine ve kadehi devrilmeye
hazır sersemlik veren içki âlemlerine düşkün olanları imrendirecek ve
hasretlerini artıracak bir biçimde açıklanmak üzere buyruluyor ki: haberiniz
olsun ki, iyiler...
5. "EBRAR, "berr" kelimesinin
çoğuludur. Nitekim "rabb" kelimesinin çoğulu da "erbâb"
gelir. "Fâil" kalıbı "ef'âl" şeklinde çoğul yapılabildiğine
göre, bu kelimenin "bârr" kelimesinin çoğulu olabileceği
söylenmiştir.
Berr, iyilik sahibi, tam anlamıyla hayır
sahibi, itaat edici, iyi insan demektir. "Allah hakkını edâ eden ve
adağını yerine getiren kimse" diye de tarif edilmiştir. Hasen'den,
"karıncayı incitmez, kötülüğe razı olmaz kimse" diye de rivayet
edilmiştir. (Bakara Sûresi'ndeki "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafında
çevirmeniz hayır ve itaat değildir."(Bakara, 2/177) âyetine ve Al-i İmrân
Sûresi'ndeki "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayır ve itaata
eremezsiniz."(Âl-i İmran, 3/92) âyetine bkz.)
BÂRR, iyilik yapıp ihsanda bulunan ve bir de
sözünde ve yemininde duran kimse mânâlarına gelir. Burada şükredici olanların
güzel halleri ve onları bekleyen mutlu son anlatılırken onlardan
"ebrâr" diye söz edilmesi bir tarif demek olup, bunların bu yüksek
ikramlara bu vasıflardan dolayı nâil olduklarına, yani şükürden maksadın amel
ederek şükretme olup bunun iyilik, hayır, ihsan ve doğru sözlülükle yerine
getirileceğine bir dikkat çekmedir. İşte böyle iyilik ve hayır sahibi iyi
kişiler içerler yani, ahirette içecekler. Kâfirlerin seîr denilen cehennemde
yanmaları ahiretteki sonları olduğu gibi, bunun karşılığında zikredilen
iyilerin içmesinden maksat da ahiretteki içmeleri demek olur. Bir kâseden ki:
KE'S, kâse demektir. Yukarılarda da geçtiği
gibi dolu kadehe denir. Boş olursa ke's denmez. Meşhur mânâda bunun hakikatı,
içinde içki bulunan kadehin kendisidir. Özellikle içindeki içkiye de denir.
İçki içenlerin asıl maksadı neticede içkinin vereceği neşe olduğu için daha
sonraları bu kelime zikr-i sebeb irade-i müsebbeb (sebebi söyleyip neticeyi
kastetme) yoluyla tam neşeden mecaz olarak kullanılmıştır ki, edebiyatta bu
mânâda kullanılışı yaygın olmuştur. Şu halde "tam anlamıyla dolgun,
vereceği neşe içinde hiç sarhoşluk ve sersemlik bulunmayan, o anda ve daha
sonra her türlü gam ve kederden uzak saf ve duru bir hayat zevki, demek olur.
Böyle bir hayat ise, "Kuşkusuz ahiret yurdu, işte gerçek hayat
odur."(Ankebut, 29/64) delilince ancak ahiret hayatıdır. Çünkü dünyanın
hiçbir neşesi yoktur ki içinde bir keder ve başağrısı bulunmasın. Bu mânâda
tarihçi Âli ne güzel söylemiştir:
Neşe ümid ettiğin sâgar da senden gamlıdır.
Bir dokun bir ah dinle kase-i fağfûrdan.
Bu nedenle "ke's" demekle gözetilen
"tam neşe" mânâsı dünya kadehlerinde, dünya şaraplarında yoktur.
Bunlar bir neşeye karşılık bir türlü yıkımla doludur. Bundan dolayı Kur'ân'da
dünya şarabı "Şeytanın işinden bir pislik"(Mâide, 5/90) ve
"Günahları faydalarından büyüktür." (Bakara, 2/219) diye nitelendiği
halde, ahiret şarabı "Tertemiz bir içecek" (İnsan, 76/21) şeklinde nitelenmiştir
ki bu, dünyada ancak mutlak bir iman, tertemiz bir aşk neşesi ile ruhani bir
gaye halinde düşünülebilir. Bunda cismani zevkten ruhani zevke, geçici güzellik
aynasından mutlak güzelliğin şevkine geçen öyle derin ve sonsuz bir sevgiliye
kavuşma neşesi vardır ki yolunda dünyadan geçilir, canlar feda edilir:
Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil!
Ne niza eyliyelim, ol ne senindir, ne benim
denilir.
İşte bu neşeyi duyanlardır ki, "Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Aksine onlar Rab'ları katında
diridirler."(Âl-i İmran, 3/169) ve bir de
"İşte onlar, en ileri giden sıddıklardır.
Şehitlerin mükâfatı Rab'ları katındadır. Hepsinin ecirleri ve nurları
vardır."(Hadid, 57/19) müjdeleriyle Allah katında ebedi hayatta neşe ile
dopdolu olurlar. Bu ahiret neşesinden gafil olup da bütün lezzetlerini dünya
hayatının zevkinde tüketmek isteyenler, dünya elemlerini yalnız dünya şarabının
dolmak ihtimali olmayan ve az bir neşeye karşılık türlü acılıklar, türlü
başağrılarıyla bulaşmış ve sonunda kırılmaya mahkum bulunan boş ve eksik
kadehinde aradıkları için yüce Allah onlara rağmen iyi kişilerin temiz
ruhlarıyla duyacakları ahiret zevkini ve sonsuz hayat neşesini, birçok sûrede
olduğu gibi burada da dolgun bir içki kadehi ve temiz bir içki demek olan "şürbi,
ke's" ve "şarab-ı tahur=tertemiz şarap" zevk ve neşesi şeklinde
beyan edip açıklamıştır. Bu kadeh ile içilen içkinin karışımı dünya içkilerinin
karışımına benzemeyip her türlü kusurdan ve hoşa gitmeyen kokulardan arınmış,
son derece temiz ve sonunda açıklanacağı üzere bir "şarâb-ı tahur"
olduğu anlatılmak üzere buyruluyor ki: Onun, (yani o kadehin) karışımı bir
kâfur olmuştur.
MİZÂC, alet bildiren bir isim mânâsında olarak
bir şeye katılan katkı demektir ki, özelliği bunda görünür. Mesela, bir şerbete
katılan gül suyu onun mizacı, katkısı olmuştur. Sonundaki zamiri, kâsenin
yerini tutmaktadır. Ke's, dolu kabın kendisinin ismi olduğuna göre, kâfur,
kadehin katkısı olmuş olur. Bu ise, o kâsenin sırçası, "gümüşten
billurlar" âyetinden de anlaşılacağı üzere kâfur tabiatında beyaz ve hoş
demek olabileceği gibi, o kasenin içine katılan içkinin kâfur özelliğinde,
görülmedik bir içki demek olduğunu da ifade edebilir. Bundan başka
"katkısı olmak", kabın kendisinden ziyade içindeki içkiye daha uygun
olacağına göre burada "kâse"den maksat, içindeki içilecek şey demek
olup bunun katkısı da o içilecek içkiye katılan temiz ve hoş bir katkı demek
olur. Önceki mânâya göre kâfur, bildiğimiz mânâda düşünülebilir. Bilindiği gibi
kâfur, beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serin, antiseptik yani kötü
kokuya karşı ve doğal olarak kalbi kuvvetlendirme özelliğini taşıyan meşhur bir
şeydir. Bir kâsenin kendisinin bu tabiatta olması onun temizliğini, hoşluğunu,
güzelliğini ifade eden eşsiz bir "istiare-i temsiliyye" olur. İkinci
ve üçüncü mânâlara göre ise kâfur, bilinen mânâsında değil, dünyada bilinmeyen
bambaşka bir içki veya içki katkısı demek olur. Gerçekte bu mânâ ile kâfur,
cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismi diye rivayet edilmiştir. Buna göre o iyi
kişiler, o dolgun kadehten bu kâfur denilen çeşmenin suyunu veya içine o
çeşmeden katılan bir cennet şarabını içecekler demek olur.
6. Bu takdirde "bir kaynak" sözü,
kâfurdan bedel veya onun açıklayıcısıdır. Yani, o kâsenin katkısı olan kâfur,
bir ayn, bir çeşme, başka bir tâbirle bir kaynak, bir kaynak gözü, bir
pınardır.
İkinci ve evvelki takdirde ise
"içerler" fiilinin mefûlü (tümleci)dür. Yani katkısı kâfur olan o
kâseden, hiç durmadan akan ve sonsuz hayat kaynağı olan bir çeşme suyu veya o
su ile karıştırılmış bir içki içerler. Buna Vâkıa Sûresi'nde imanda en ileride
olanların nitelikleri anlatılırken "Akan içki kaynağından doldurulmuş kadehler.
Ondan başları ağrıtılmaz, akılları giderilmez."(Vâkıa, 56/18, 19)
denilmiş, Saffât Sûresi'nde de, "Maîn'den doldurulmuş bir kadehle onların
etrafında dolaşılır. Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda ne bir zararlı sonuç
vardır, ne de içenlere sarhoşluk verir."(Sâffat, 37/45-47) denilmiştir. Bu
sûrede geçen "kâfur", Saffât Sûresi'nde geçen "bembeyaz,
içenlere lezzet verir" ve Muhammed Sûresi'nde geçen "Tadı değişmeyen
sütten ırmaklar."(Muhammed, 47/15) gibi nitelikler birbirlerine yakın
mânâdadırlar.
O kâfur veya o içtikleri öyle bir çeşme ki
Onunla, (yahut) ondan Allah'ın kulları içer, güzel yollarla onu akıtırlar da
akıtırlar. İstedikleri yerlere kolay kolay akıtırlar, diledikleri gibi kana
kana içerler. Abdullah b. Ahmed'in "Zevâidü'z-Zühd"de İbnü Şevzî'den
rivayetine göre bu kaynağın altın boruları vardır, su onları takip eder.
Burada "Allah'ın kulları", yine o
anlatılan iyi insanların kendileri, içme de daha önce anlatılan içmenin
açıklaması olmak ihtimali var ise de, bunun genel mânâda olması daha açıktır.
Bu duruma göre çeşme, o iyi kulların dünyada yaptıkları hayırlar; Allah'ın
kullarının ondan içmesi, herkesin ondan faydalanması; iyi kulların kâfur
katkılı dolgun kadehten içmeleri de, ahirette onun sevabından elde ettikleri
sonsuz mutluluk neşesi demek olur.
7. Bunun şu şekilde izahı da bu mânâyı
anlatır: "Adaklarını yerine getirirler..." Çünkü bu âyetler o
"iyi kul" deyiminin özet olarak anlattığı mânânın bir tür açıklaması
olmak üzere onların ahirette bu murada ermelerine vesile olan dünyadaki hallerini,
ahlâklarını, ruh hallerini, fikir ve gayeleri ile hayır işlerinin esasını ve
meyvelerini açıklamaya başlamaktadır. Yani, "onlar nasıl o iyiliğe erer, o
pınarın suyunu akıtırlar?" denilirse, buyruluyor ki, "adaklarını
yerine getirirler."
NEZR, bir şeyi yapmayı üzerine almak ve adamak
demektir ki, bir kimsenin, üzerine gerekli ve vacip olmayan hayırlı bir işi
kendine vacip kılarak "yapayım" diye üzerine almasıdır. Kuşkusuz,
kendine vacip olmayan nafileyi üzerine alıp da onu yerine getiren kimseler, kendilerine
vacip olan vazifeleri haydi haydi yaparlar. Bu nedenle âyeti, gerek
kendilerinin vacip kılması ve gerek yüce Allah'ın vacip kılmasıyla üzerlerine
vacip olan her türlü vazife ve görevlerini yerine getirirler demek olur.
Böylece bu âyet, "Onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet
ederler."(Müminun, 23/8) âyetinin mânâsı ile, "Kul bana nafilelerle
devamlı yaklaşır. Neticede ben onun kulağı, gözü... olurum." kudsi
hadisinin mânâsını kapsar. "Yerine getirirler" fiili de muzari sigası
(geniş zaman kipi) ile bunu yerine getirmeye devam ettiklerini ifade eder.
Yani, bir iki defa yerine getirmekle kalıvermez, devamlı yerine getirip
dururlar. Hem de yaptıklarıyla gururlanıp da "artık yetişir" diye
gafil davranmazlar. Ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar, o endişe ile
korunur dururlar.
8. MÜSTATÎR; uçan, uçuşan, yangının veya sabah
aydınlığının yayılması gibi ufuklara dağılıp yayılma kabiliyetinde olan
demektir. "Seve seve yemek yedirirler". Burada sözü, sonundaki
zamirin yerini tuttuğu isme göre iki mânâ ifade eder:
BİRİSİ, yemeğe sevgileri, yani kendi
ihtiyaçlarından dolayı istek ve arzuları bulunmasına rağmen, demektir ki,
"Sevmesine rağmen mal verdi."(Bakara, 2/177) ve "Sevdiğiniz
şeylerden infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız."(Âl-i İmran, 3/92) âyetlerinin
ifade ettiği mânâ budur.
BİRİSİ de, o yedirmeyi istemeye istemeye
değil, can ü gönülden isteye isteye, seve seve yaparlar demektir ki, her
birinin bir izah ve yorumu vardır. "Miskine, yetime ve esire"
yedirirler.
MİSKİN, kendi kendine bir şey kazanmaktan aciz
kimse demektir.
YETİM, kendisi için kazanç temin eden ölmüş,
kendisi de kazanç elde etmekten aciz mânâsınadır.
ESİR, köle olup olmamaktan, müslüman olup
olmamaktan daha genel olarak, hangi esir olursa olsun demektir.
Burada esirlere, düşkünlere güzel muamele
yapılmasına önemli bir şekilde dikkat çekilmektedir. Esir, kendisine öldürme
veya başka herhangi bir muamele yapılmaya mahkum bir durumdadır. Onu öldürmek
gerekirse önce öldürmeli, fakat esirlik zincirine vurulduktan sonra da işkence
etmeyip mümkün olabildiği kadar insanca bakmalıdır. Rivayete göre, Hz.
Peygamber'e bir esir getirilir, o bu esiri müslümanlardan birine teslim eder,
"buna ihsan et, güzel bak" diye emrederdi. Esir iki üç gün onun
yanında kalır, esire, onu kendi nefsine tercih edecek şekilde bakardı. Katâde
şöyle der: "O gün onların esirleri müşriklerdi. Senin müslüman kardeşin
ise elbette doyurmana daha layıktır." Müslüman bir esire yardım, daha çok
onu esirlikten kurtarmaya çalışmakla olur. Sonra onlar bu yemek yedirmeden bir
menfaat ve karşılık beklemezler.
9. "Biz sizi Allah için
doyuruyoruz." derler. Fakat bunu açıkça yüzlerine söylemez, içlerinden ve
halleriyle söylerler. Onun için burada "böyle derler" diye açıkça
söylenmemiş, dolaylı olarak ifade edilmiştir.
Lİ VECHİLLAH, Allah yüzü, devamlı olan ahiret
yönü, Allah rızası için demektir.
10. Abûs çirkin suratlı, yani "içinde
bulunanların yüzlerini ekşitip fenalaştıracak olan kara gün", çatık
suratlı deniliyor ki, bu kelime, devenin dölleme sırasında kibir ile veya
doğururken sıkıştırma halinde kuyruğunu kaldırıp burnunu çevirerek ve yanlarını
derleyerek aldığı çalımlı veya sıkıntılı durumunu anlatan sözünden alınarak,
iki gözünün arasını çatıp şiddetle alın buruşukluğu gösteren, yani son derece
çirkin veya kötülüğü birbirine girmiş gibi zorlu ve dehşetli veya uzun, uzayıp
giden mânâları ile tefsir edilmiştir ki o gün, kıyamet günüdür.
11. "Allah onları o günün kötülüğünden
korur ve onlara parlaklık ve sevinç verir". Bu âyetler de dünyadaki o ruh
hali ile çalışma ve gayretin sonundaki semeresini, ahiretteki neticesini
açıklamaya başlarlar ki bu, "bir kadehten içerler" âyetiyle kısaca
anlatılan neşe ve mutluluğun izah ve açıklamasıdır.
12. "Sabırlarına karşılık onlara
verilir", bununla, sabrın, iyi kişilerin muvaffak olma sebeblerinden biri
olan en seçkin özellikleri olduğuna ve böylece aynı anda hem şükrettiklerine,
hem de sabrettiklerine işaret olunmuştur. Cennet, yani diledikleri gibi yiyip
içecekleri, gönülde yer alan, hoş bir bahçe. Ve bir ipek. "Orada giysileri
de ipektir."(Hacc, 22/23; Fâtır, 35/33) âyetinde de belirtildiği gibi, bir
ipek ki onu giyip süslenirler.
13-14. Bu yüzlerindeki parlaklık ve
içlerindeki sevinç, bu cennet ve ipek şu hâl ile ifade ediliyor: Koltuklar
üzerine dayanıp kurularak.
ERİKE, gelin odasına kurulan yatak, donatılmış
koltuk demektir.
Orada zemherî, yani şiddetli bir soğuk da
görmezler. Çünkü aşırı sıcak azap olduğu gibi aşırı soğuk da azaptır.
15. Gümüşten sırça kaplar, billurlar.
Bilindiği gibi gümüş ile sırça billurun tabiatları farklıdır. Gümüşten sırça
veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eşsiz bir istiare yapılmış, gümüş
beyazlığı ile billur berraklığının saflığını içeren çeşitli biçimde kaplar
tasvir edilmiştir ki bunda kâfur katkısına da işaret vardır.
16. Gümüşten sırça kaplar, billurlar.
Bilindiği gibi gümüş ile sırça billurun tabiatları farklıdır. Gümüşten sırça
veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eşsiz bir istiare yapılmış, gümüş
beyazlığı ile billur berraklığının saflığını içeren çeşitli biçimde kaplar tasvir
edilmiştir ki bunda kâfur katkısına da işaret vardır.
17. "Orada onlara dolu bir kadeh sunulur
ki, katkısı zencebildir".
ZENCEBİL, zencefil dediğimiz bilinen hoş
kokulu baharatın ismidir ki bazı içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku
meydana getirir. Önce kâfur katkılı kadeh, burada da zencefil katkılı kadeh
denilmesinden ve birinde "içerler", öbüründe de "onlara
içirilir" tabiri kullanılmasından iki tür kadeh anlaşılıyor ki birinin
çalışarak kazanıldığına, diğerinin Allah vergisi olduğuna işaret olsa gerektir.
18. "Selsebil"
SELSEBİL, bunun ilk önce Kur'ân'da işitilmiş
bir kelime olduğu söylenmiştir. Selsel ve Selsâl gibi, akıcı olmak ve peşpeşe
akıp gitmek mânâlarıyla ilgili olarak "akımı ardarda olan ve içimi ve
yudumu boğaza dokunmayacak şekilde gayet kolay ve tatlı" mânâsını ifade
ettiği de söylenmiştir. Mücahid, "akımı kuvvetli, içimi kolay" demiş;
Mukatil de, "suyu, istedikleri yere diledikleri gibi akar bir pınar"
demiştir. Katade'den rivayet olunduğuna göre, "Arş'ın altında Adn cennetinden
fışkırıp bütün cennetlere akan bir pınardır". Ebu Hayyan der ki: Bu
kelimenin zahirinden anlaşılan bunun bir isim olmayıp "yutulurken akıcı,
tadılması kolay" şeklinde bir nitelik bildirmiş olmak gerektir. Çünkü
gerçekten isim olsaydı gramer bakımından, müennes ve özel isim olduğundan
dolayı, gayr-i munsarif olmak gerekirdi. Bununla beraber gibi, fâsılaya riayet
için tenvinlenmiş olması da düşünülebilir.
Bazıları da bunun, "bir yol iste"
mânâsına gelen sözünden nakledilmiş bir isim olması ihtimalini söylemişlerdir
ki, "ona bir yol arayanlar, ondan içebilirler" mânâsını dolaylı
olarak gösterir demektir.
19. "Etraflarında ölümsüz hizmetçiler
dolaşır..."
20. Orada gördüğün vakit, yani o cennette
gözün her nereye ilişse bir nimet ve pek büyük bir mülk görürsün, kederden, kin
ve hileden uzak, katıksız bir nimet ve anlatılamayacak büyük bir saltanat ki
bu, duyu organlarıyla hissedilebilen ve akılla düşünülebilen nimetleri kapsar.
Bazıları da şöyle der: O büyük mülk, bir şey meydana getirmek ve bunu dilemek
mülküdür ki, onlar bir şeyin olmasını istedikleri zaman o şey hemen oluverir.
İşte bu "neye baksan" şeklindeki hitapta Resulullah (s.a.v)'a ve ümmetine
bunu bir vaad vardır.
21. "Onların üzerinde vardır". Bu, o
nimete sahip olan kişilerin görüldükleri sıradaki veya etraflarında
dolaşılırkenki hallerini açıklamaktadır. Yani "sen gördün" mânâsından
veya "onların etrafında dolaşır" âyetindeki zamirden veya ta yukardaki
"yaslanmışlardır" sözünden hal olarak ipeği açıklamaktadır. Yani, o
nimet içindeki kişileri gördüğün vakit veya ölümsüz hizmetçilerle etraflarında
dolaşıldığı veya koltukları üzerine oturdukları sıradaki halleri, üstlerinde
giyim yahut üst taraflarında tezyinat olarak yeşil sündüs giysiler vardır, yani
sündüs adı verilen gayet ince ve zarif ipek kumaşlardan yeşil giyecekler
"ve istebrak vardır". Yani kalın veya sırmalı ipek kumaşlar ki
"Sündüs ve atlastan elbiseler giyerler."(Duhan, 44/53) mânâsınca
sırasına göre giyinirler veya oturdukları yerler aşağıdan yukarı ve yukardan
aşağı bunlarla donatılmıştır. Aslı Arapça olmayan bu "sündüs" ve
"istebrak" kelimeleri hakkında çok söz söylenmiş ise de bizim
anlayacağımız ince ve kalın ipek kumaşların en güzelleridir.
Ve gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir.
"Onlar süslenmişlerdir." cümlesindeki zamir, hizmet eden ölümsüz
hizmetçilerin yerini tuttuğuna göre, bunların böyle süslenmeleri akla uygundur.
Cennetteki kadınlar hakkında da yaraşır. Erkekler hakkında bu tarz süslenmek
nasıl övülebilir? diye bir soru akla gelebilir. Bunu cennettekilerin zevkine
havale etmek şeklinde bir cevap yeterli olabilirse de bunun akla uygun bir
yorumu da yok değildir. Çünkü kollarındaki bu bilezikler, cennet ehlinin
dünyada elleriyle yapıp uzmanlaştıkları salih amellerin simgesi olan
mükafattır. Bazı âyetlerde altın ve gümüş bilezikler diye bunların
derecelerindeki farklılığa da işaret buyurulmuştur. Bazıları, "gümüş
hizmet edenlerin, altın ise hizmet edilenlerindir. Burada hizmet edenlerin süsü
olması itibarıyla gümüş denilmiştir" demişlerse de altının parlaklığına
karşılık gümüşün rengindeki beyazlığın daha çok samimiyet ve saflığı
simgelemesi ve bir de altına oranla çokluğundan dolayı herkese yararı daha
kapsamlı olması nedeniyle burada sade gümüş denilmiş olması daha uygundur.
Sonra şu da unutulmamalıdır ki, bu gümüş, bildiğimiz gümüş değil, o âleme özgü
bir gümüştür. Bütün bunların yanında bu âyet, cismâni ve ruhanî bazı işaret
yollu mânâlar da ilham edebilirse de onlar zevklerin inceliklerine ait
sırlardır. Bütün bunlar en son olarak şu zevk ve neşede özetlenmiştir: ve
onlara Rablari tertemiz bir şarap sunmaktadır. Ki hem temiz, hem de hiçbir
keder ve leke bırakmayacak şekilde son derece temizleyici bir şaraptır.Bu şarap
daha önce söz edilen biri kâfur katkılı, diğeri zencefil katkılı iki türün
ikisinden de üstün ve doğrudan doğruya âlemlerin Rabbı tarafından içirilen,
hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf ve temizlik vasfıyla seçkin
tertemiz bir içki. Bu, Hakk'ın cemaline kavuşma neşesidir.
Bu şarabın temizliği ile ilgili gelen
rivayetler:
Ebu Kulâbe'den şöyle rivayet edilmiştir:
Yiyecek ve içecekler verilir. En sonunda da tertemiz bir şarap sunulur ki,
bununla kalpleri ve bütün içleri tertemiz olur ve dışlarından misk kokusu gibi
bir ter halinde taşar. Mukâtil'den de şöyle rivayet edilmiştir: Bu, cennet
kapısında bir kaynaktır ki her kim ondan içerse yüce Allah onun kalbinde kin,
hile ve hasetten veya içinde kirden lekeden eser bırakmaz, hepsini çekip
çıkarır: "Kalplerindeki kini söküp attık. Kardeşler olarak divanlar
üzerinde karşı karşıya otururlar."(Hicr, 15/47) Öte yandan bu şarapta,
dünya şaraplarında bulunan lekelerden eser yoktur. Bazıları da şöyle demiştir:
Bundan maksat sırf ruhanî olan bir şaraptır ki, bu insanı Allah'ın dışında her
şeyden uzaklaştıran ilâhî tecellidir.
"Bir duruluk var, su yok; bir hoşluk var,
hava yok; bir nur var, ateş yok; bir ruh var, cisim yok".
İbnü Fârıd'ın "Hamriyye kasidesi"de
bu mânâ üzere yazılmıştır. Mesela "taıyye" ("tâ" harfi ile
biten kaside)sindeki şu beyit ile de bunu kastetmiştir:
"Bana içirdiler de, "şarkı
mırıldanma" dediler. Oysa bana içirdiklerini Huneyn dağlarına içirselerdi
dağlar şarkı söylerdi".
Hikâye olunduğuna göre, Bâyezid-i Bestami'ye
bu âyeti sormuşlar. Demiş ki: "Allah onlara tertemiz bir şarap sundu.
Onlardan başka şeylerin sevgisini temizledi." Sonra da şöyle demiş: Yüce
Allah'ın bir şarabı vardır ki, onu kullarının en erdemlileri için saklamıştır.
Bu şarabı onlara doğrudan doğruya kendisi içirir. İçtilermi coşarlar,
coştularmı uçarlar, uçtularmı ererler, erdilermi ayrılmazlar. Onlar
"Sadakat meclisinde, kudreti sonsuz bir hükümdarın
huzurundadırlar."(Kamer, 54/55) sırrına ermişlerdir.
Razî, yazdığı yorumların sonunda işaret yollu
bir mânâ ile buradaki içkilerin hepsini böyle bir ruhânî tarzda anlatarak der
ki: Ruh, melekler âlemindendir. Büyük ve ulu meleklerin cevherlerinden bu
ruhlar üzerine taşan nurlar, susuzlukları gideren ve vücudu kuvvetlendiren
tatlı suya benzer. Kaynak suları ve pınarlar durulukta, çoklukta ve kuvvette
farklı oldukları gibi, ulvî nurların fışkırdığı kaynaklar da böyledir. Bazıları
soğuk ve kuru tabiatte kâfura benzerler. Bunun sahibi dünyada korku, ağlama ve
sıkıntı makamındadır. Bazıları da sıcak ve kuru tabiatte zencefil gibidirler.
Bu halin sahibi de yüce Allah'tan başka şeylere az iltifat eder, maddeye ve
cisimle ilgili şeylere az önem verir. Sonra insan ruhu kaynaktan kaynağa,
nurdan nura naklolur, gider. Hiç kuşku yok ki sebepler ve bunların neticeleri
mutlak nur olan yüce Allah'a yükselerek son bulurlar. Bu makama ulaşıp o
şaraptan içince önce içilen içkilerin hepsi hazmedilir hatta yok olur. Çünkü
yüce Allah'ın yücelik ve azametinin nuru karşısında Allah'tan başka olan her
şeyin nuru yok olur. İşte pek doğru kişilerin yollarının sonu; yükselme ve
olgunlaşmada derecelerinin en son noktası budur. Bu nedenle yüce Allah iyi
kulların sevaplarını zikrederken bu âyeti ile konuyu bitirmiştir.
22. Şöyle diyerek ki: İşte bu, sizin için
hazırlanmış bir karşılık idi ve çalışma ve gayretiniz karşılığını buldu.
Dünyadaki çalışmalarınız boşa gitmedi; kıymeti takdir olunup daha büyük bir
mükafat ile karşılandı. Bu hitap, cennetlikler cennete girip kendileri için
hazırlanmış olan nimetleri gördükleri zamanki kutlama ve tebrik hitabını hikâyedir.
Yani o zaman böyle denecektir. Allah'ın ilmindeki ezeli takdiri haber vermek
suretiyle dünyadakilere bir vaad hitabı olma ihtimali de vardır.
Kâfirlere hazırlanan zincir, bukağı ve
cehenneme karşılık şükredenlere, iyi kullara hazırlanan gönül ve yüz aydınlığı,
cennet, ipek, o saf nimetler ve büyük mülk ile tertemiz şarap, karşılığı
verilen çalışma ve gayretin aşırı derecedeki neşesini beyandan sonra "Biz
ona hidayet yolunu gösterdik." âyetinin mânâsının gerçekliğini göstermek
ve konuyu açıklığa kavuşturmak için buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
23- Kur'ân'ı sana kısım kısım biz indirdik
biz.
24- O halde Rabbinin hüküm vermesi için
sabret. Onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme.
25- Sabahakşam Rabbinin ismini an.
26- Gecenin bir bölümünde de O'na secde et
(akşam ve yatsı namazlarını kıl). Hem de O'nu uzun bir gece tesbih et (teheccüd
namazı kıl).
27- Çünkü onlar bu dünyayı seviyorlar ve
önlerindeki ağır bir günü arkaya atıyorlar.
28- Onları biz yarattık ve mafsallarını
sımsıkı bağladık. Dilediğimiz vakit de kılıklarını değiştiririz.
29- İşte bu bir öğüttür. Dileyen Rabbine giden
yolu tutar.
30- Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
31- Allah dilediğini rahmetine sokar.
Zalimlere ise, acıklı bir azap hazırlamıştır.
23. Sana başkası değil, biz indirdik, biz
Kur'ân'ı. İnsana doğru yolu gösteren ve o tertemiz şarap neşesini sunan
Kur'ân'ı kısım kısım indirdik yani bir defada değil, zaman zaman aralıklı
olarak, yirmi üç senede, azar azar. İlk insanın yaratılışında olduğu gibi,
bunda da basamak basamak olgunlaşma ve yükselme kuralına bir uygunluk vardır.
Bununla önceden zikredilmeyen birçok şey olacak ve bu vaad edilen şeyler
kesinlikle gerçekleşecektir.
24-25. Onun için acele etme de Rabbinin hüküm
vermesi için sabret. Bugün son zafer ve başarıya erdirmeyip de yükümlü tutup,
imtihan ettiği bir takım gayret ve didinmelerin zorluğuna dayan, ilerde
vereceği hükmü gözet, çünkü bu çekilen zahmetlerin güzel bir sonu var sabırsızlık
edip de o insanlar içinden bir günahkâra yani günaha çağıran bir günahkâra veya
küfre çağıran nankör bir kâfire itaat etme. Rabb'ının ismini an. "Bir de
sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin."(Bakara, 2/45) âyetinin
mânâsınca sabır ile beraber ezana ve namaza devam et. "Sabah akşam".
BÜKRA, erken demektir. "Er"sözü,
sabah ve sabahtan öğleye kadar olan süre için kullanılır.
ASÎL, ikindi ve akşam üzeri mânâlarına
gelmekle beraber öğleden akşama kadar olan zamana denir. Buna göre
"sabahtan akşama kadar" demek olup bunun içinde sabah, öğle ve ikindi
namazları vardır.
26. ve geceden de, yani gecenin bir kısmında
da Ona, (yani Rabbına) secde et. Burada "fâ" ile "secde et"
emri, "zikret" emrini de beyan ederek ondan da maksadın namaz
olduğunu anlatır.
Secde, "zikr-i cüz, irade-i kül"
(bir bütünün bir parçasını zikredip tamamını kastetme) yoluyla namazdan
mecazdır. Yani secde zikredilmiş, namaz kastedilmiştir. Gecenin bir kısmı ve
parçası da akşam ve yatsı demek olur.
Hem de onu, uzun gece, (yahut geceleyin uzun
uzadıya) tesbih et. Bunda da Müzzemmil sûresinde geçtiği üzere Peygamber'e
teheccüdün vacip olduğuna bir dikkat çekme olmakla beraber, Rabbinin hükmü
gelinceye kadar sabredilmesi emredilen müddetin uzun bir gece gibi geleceğine
ve onun, Allah'ı tesbih edip noksan sıfatlardan uzak tutarak uyanık bir şekil
de ibadet ve hazırlık ile geçirilmesi gerektiğine de işaret vardır. Bu
işaretin, dolayısıyla ümmete ait olacağı da unutulmamalıdır.
27. Çünkü onlar, yani kâfirler
"peşini", yani dünyayı seviyorlar", "ağır bir günü
arkalarına atıyorlar". Bu ağır gün, önlerinde bulunan kıyamettir.
28-29. "Eklem yerlerini bağladık".
Esaret maddesi olan esr, aslında sıkı bağlamak mânâsına mastar olup bağlama
vasıtası olan bukağı ve bağ için de kullanılır ki, burada yaratılış bağları,
bedenlerin eklemlerini bağlayan damar, sinir ve adeleler gibi bağ vasıtaları
ile tefsir olunmuştur. Biz bu "şedd-i esr" sözünü meâlde
"kundakları bağlamak" şeklinde ifade etmeyi uygun bulduk.
"Dilediğimizde yerlerine benzerlerini
getiririz". Burada "tebdil-i emsâl = yerlerine benzerlerini
getirme" mimin kesriyle misil'den, kendilerini yok eder, yerlerine diğer
benzerlerini yaratırız mânâsına, tebdil-i zevat yani zatlarını değiştirme mânâsına
da olabilirse de, sıfat ve kılık mânâsına mimin fethasıyla mesel'den
türetilerek "sıfatlarını, niteliklerini değiştirme" mânâsına olmak
daha uygundur. Nitekim Vâkıa Sûresi'nde, "Kılıklarınızı değiştirmek ve
sizi bilmeyeceğiniz bir yaratılışla yaratmak üzere.."(Vâkıa, 56/61)
âyetinde bu mânâ açık idi.
30. "Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz". Bu âyet "cebr ve kader" meselesinde fikirlerin
çarpışma sahası olmuş ise de bunda kulların dileme hak ve yetkisi olduğunda,
bununla beraber bu dilemelerin mutlak olmayıp Allah'ın dilemesine uygunlukla
kayıt altına alındığında şüpheye yer yoktur. Dolayısıyla sorumluluk kula, hüküm
Allah'a aittir. Onun için kul, kendi kaderini kendi keyfine göre çizemez. Kul,
Allah'ın dilemesi çerçevesinde sorumludur. Yüce Allah ise, hiçbir kayda bağlı
olmadan dilediğini yapar. Yol, onun tayin ettiği; sevap ve ceza da onun
hükümleridir.
31. O dilediğini yapar. Bundan dolayı
"Dilediğini rahmetine sokar. Zalimlere ise acıklı bir azap
hazırlamıştır." buyurarak biri rahmetine, biri azabına giden iki yol
göstermiştir. İşte insan, gösterilen bu iki yolun arasında imtihan edilmek
üzere yaratılmıştır. Yukarıda kısmen açıklanan bu vaad ve tehdit, gelecek
sûrelerde de derinlemesine tahkik ve izah edilecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
İnsan Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.