Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
İnfitar Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
82-İNFİTAR:
Sûresi denilen bu sûre de Mekke'de inmiştir.
Âyetleri : Ondokuz;
Kelimeleri : Seksen,
Harfleri : Üçyüz yirmiyedidir.
Fasılası : harfleridir.
Meâl-i Şerifi
1- Gök çatladığı vakit,
2- Yıldızlar döküldüğü vakit,
3- Denizler yarılıp akıtıldığı vakit,
4- Kabirlerin içi dışına getirildiği vakit,
5- Herkes neyi önünden gönderdiğini ve neyi
geri bıraktığını bilir.
6- Ey insan! İhsanı bol Rabb'ine karşı seni
aldatan nedir?
7- O Allah ki seni yarattı, seni düzgün yapılı
kılıp ölçülü bir biçim verdi.
8- Seni dilediği her hangi bir şekilde
parçalardan oluşturdu.
9- Hayır hayır, siz cezayı yalanlıyorsunuz.
10- Oysa üzerinizde koruyucular var.
11- Değerli yazıcılar
12- Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler
13- Kuşkusuz iyiler nimet içindedirler.
14- Kötüler de cehennemdedirler.
15- Ceza günü ona girecekler.
16- Onlar o cehennemin gözünden kaçamazlar.
17- Ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin?
18- Evet, bilir misin nedir acaba o ceza günü?
19- O gün, hiç kimsenin başkası için hiçbir
şeye sahip olamadığı gündür. O gün buyruk yalnız Allah'ındır.
"Gök çatladığı vakit".
İNFİTAR, yarılmak demek ise de, yarılmanın
başlangıcı olması daha çok yaraşır. "O gün gök, bulutlar ile yarılacak ve
melekler ard arda indirilecek"(Furkan, 25/25); "Gök yarılıp da
kızaran, yanan ve yağ gibi eriyen bir gül gibi olduğu zaman" (Rahmân,
55/37); "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16); "O
günün şiddetinden gök çatlamıştır." (Müzzemmil, 73/18), "Gök
açılmıştır da kapı kapı olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetlerinin ifade ettiği
gibi meleklerin inmesi için yarılmaya başlamasıdır ki göğün terkibi, gökte
bulunan cisimlerin düzeni bozularak âlemin harap olmaya yüz tuttuğu zamandır.
Önceki sûrenin başındaki kıyamet kopacağı sırada
olacak oniki alâmet gibi burada da dört alâmet zikrediliyor. Bunlardan ikisi
yukarıda, ikisi de aşağıda olan şeylere ait bulunuyor.
2. Birincisi göğün çatlaması, ikincisi
yıldızlar saçıldığı vakit.
İNTİSER, dizili bir şeyin bağı koparak dökülüp
dağılmasıdır. Yıldızların dökülmesi de genel çekim dengesinin bozulmasıyla
meydana gelecek düşüş ve yok oluşlarıdır ki ipliği kopmuş inci dizilerinin
dökülüp saçılmalarına benzetilerek yok oluşlarını ifade eden bir istiare-i
musarraha veya mekniyye olduğunu söylemişlerdir.
3. Üçüncüsü, denizler tefcir olunduğu vakit.
Denizlerin tefciri; yarılıp akıtılması,
aralarındaki ince uzun kara parçalarının yırtılıp hepsinin bir deniz haline
gelmesi veya sularının çekilip kalmaması durumlarını ifade edebilir ki önceki
sûrede geçen "denizlerin ateşlenmesi" ile ilgilidir.
4. Dördüncüsü, kabirler deşildiği vakit.
BA'SERE, bahsere gibi toprağı deşip dağıtarak
altını üstüne, içini dışına çevirmektir. Ki bu işin zorunlu neticesi olan
"çıkarmak" mânâsında da kullanılır. Bu durumda Âdiyât Sûresi'nde
geleceği gibi öldükten sonra diriltme ve çıkarmadan mecaz da olur.
Zemahşerî ve diğer bazıları şöyle demiştir:
"Bu kelime aslında iki ayrı kelimeden meydana gelmiş olup "ba's"
ve "isare"den kısaltılmıştır. "Bu'siret ve usire"nin
hafifletilmiş yani kısaltılmış şeklidir. Bu, yontma yahut traşlama tabir
olunur. Bunun Arapça'da Besmele, demek; salvele demek; hamdele, demek; havkale,
demek ve dem'aze "Allah onun izzet ve şerefini devam ettirsin." demek
olduğu gibi birçok benzeri vardır." Nitekim son zamanlarda Türkçe'de de
örnekleri çoğalmaya başlamıştır.
Buna göre "bu'siret", öldükten sonra
dirilme vuku bulup kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı vakit demek olur
ki "Yer dehşetli sarsıntı ile sarsıldığı ve yer ağırlıklarını çıkardığı
vakit.." (Zilzâl, 99/1-2) Sûresi'nin mânâsı demektir.
5. Bu dört alâmet meydana geldiği vakit her
nefis dünyada neyi öne almış ve neyi geri bırakmış olduğunu bilecektir. Çünkü
önceki sûrede anıldığı üzere o vakit toplanıp dağılma olacaktır. Takdim ve
tehir etmek sözlerinin birkaç mânâsı vardır:
1. Takdim ettiği, dünyada hayır olsun, şer
olsun, önce kendi işlemiş olduğu amel, tehir ettiği de geriye bıraktığı, yani
örnek olup da kendisinden sonra gelenlerin işlemelerine sebep olduğu iyi veya
kötü amel. Çünkü hadisi şerifi gereğince "her kim güzel bir geleneğe yol
açarsa ona onu işleyenlerin mükâfatı vardır. Her kim de kötü bir geleneğe yol
açarsa ona da onu işleyenlerin günah ve vebali vardır." Dolayısıyla önce
kendi yaptığı, takdim ettiği ameli; ondan öğrenip de sonra yapanlarınki de
tehir ettiği geriye miras olarak bıraktığı ameli demektir. Bu mânâ İbnü Abbas
ve İbnü Mesud Hazretlerinden rivayet edilmiştir.
2. Takdim ettiği, işlemiş olduğu günah; tehir
ettiği de yapmamış olduğu itaattir. Bu mânâda yine İbnü Abbas'tan bir rivayet
olup aynı zamanda Katâde'nin de görüşüdür.
3. Takdim ettiği, yükümlü olduğu şeylerden
işlemiş olduğu; tehir ettiği de işlememiş olduğu ameller.
4. Takdim ettiği, mallarından kendisi için
harcadığı; tehir ettiği de varislerine bıraktığıdır.
5. Takdim ettiği, amelinin evveli; tehir
ettiği de sonudur denilmiştir.
Bütün bunlar tekrar dirilişten sonra deşilip
sahifeleri ile ortaya konacaktır. Her nefis de, önceki sûrede geçtiği gibi,
hakkında iyi mi, kötü mü yapmış olduğunu bütün çıplaklığıyla ayrıntılı olarak o
vakit bilecektir.
Dünyanın geçiciliğini duyuracak olan herhangi
bir acı değişiklik ve felaket anında, ölüm geldiği ve ölüm belirtilerinin
ortaya çıktığı saatlerde insan, ömründe ileri geri ne yaptığına kısa ve toplu
bir ilim edinirse de bunun ayrıntıları asıl tekrar dirildikten sonra
sahifelerin açılması ile olacaktır.
6. Böylece toplanıp dağılmanın vuku bulacağı
haber verildikten sonra aklen de onu düşündürmesi gereken bir hatırlatma ve
ihtar olmak üzere buyruluyor ki: Ey insan!. Ey o vakitler başına gelecek olan
insan!
Ata'dan bu âyetin Velid b. Muğire sebebiyle;
İkrime'den Übeyy b. Halef sebebiyle indiği; Kelbî ve Mukatil'den de Esed b.
Kelede sebebiyle indiği rivayet edilmiştir. Söz konusu kişi Hz. Peygamber
(s.a.v)'e vurmuştu. Yüce Allah hemen onu cezalandırmayıp bu âyeti indirdi, diye
rivayet edilmiştir. Sonra da "Hayır hayır, doğrusu siz cezayı
yalanlıyorsunuz." buyrulmuş olduğundan dolayı birçokları burada insandan
muradın kâfir insan" demek olduğu kanaatına varmışlardır. Fakat "iniş
sebebinin özel olması hükmün genelliğine engel olamıyacağı" için diğer
birçokları da gurur ile isyan eden insanların hepsini kapsamış olması lafzın
genelliğine daha uygun olduğunu beyan etmişlerdir. Ey insan! Seni ne mağrur
etti?. Seni hangi şey aldattı, gaflete düşürdü de isyana sürükledi, seni
yakışmayacak işler yapacak şekilde gururlandırdı?
O ikrâmı bol Rabbine karşı?.
Bu hitap ve soru korkutma hitabı olması
nedeniyle gururlanmaya engel olacak kahr ve celal yani üstün gelerek yıkıp ezme
ve ululuk sıfatlarından biri zikredilmesi daha açık görünürken
"kerim" vasfı ile özel olarak ilâhî ikramın hatırlatılmasında ince
bir nükte ile büyük bir ahlakî mânâya işaret vardır. Bu, her şeyden önce şunu
anlatıyor ki, ikram ve ihsanın gereği ona karşı gururlanarak saygısızlık etmek,
ahlâksızlık yapmak, günaha girmek değil, aksine o ikramın yüksekliği oranında
iman ve şükür ile itaatı, saygıyı, hürmet ve tazimi artırmak, nankörlük ve
isyandan sakınarak yüce ahlâka yükselmektir. Şeytanların dediği gibi,
"Adam sen de Allah kerimdir. İstediğini yap. Dünyada sana ettiği iyilik ve
ikramını ahirette de eder." diyerek umursamamak yalnız bir kıyas yaparak
aldanmaktır. O lütuf ve ikrama layık olmadığını, onu hak etmediğini
göstermektir. Çünkü gerçek ikram bir hikmet gözetilerek yapılan ikramdır. Gerçi
ikram eden, yaptığı lütuf ve ikrama, gösterdiği büyüklük ve iyiliğe karşı
kendisi için bir bedel ve karşılık gözetmeye tenezzül etmez. Fakat hikmetli
davranmayan, ikramını layık olduğu yerde kullanmayan da kerim değil, bir müsrif
demek olur. Onun için ikram sahibine karşı iman ve şükür ile itaat ve saygıyı
artıracak yerde onun keremine mağrur olup da saygısızlık etmek büyük bir
aldanış olduğu hatırlatılmıştır ki, bu mânâ tamamen "Sakın o aldatıcı
şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın."(Lokman, 31/33; Fâtır,
35/5) âyetinin mânâsıdır.
Bu soruyu bazıları, "beni senin keremin
mağrur etti ey Rabbim!" dedirtmek için kulun göstereceği delili onu telkin
etmek türünden bir kerem olarak anlamak istemişler ve bu bir hayli yayılmış ise
de, bu anlayış sûrenin ifade ettiği korkutma akış ve üslubuna uygun düşmez.
Ahlâk yüksekliği açısından düşünüldüğü zaman Allah'ın kerem sahibi olduğuna
imanı olduğu halde isyan etmiş bir müminin bu hitaptan duyacağı utanç ve üzüntü
kâfirlerin duyamayacağı bir üzüntü hissi olmak gerekir. Nitekim, "Suheyb
ne güzel kuldur. Allah'tan korkmasa bile, isyan etmezdi."( hadisinde bu
yüce ahlâka işaret buyrulmuştur.
Bazı âriflerin "Allah'tan korkmasaydım
yine isyan etmezdim." demesi de bu saygıdır. Fatır Sûresi'ndeki
"Allah'tan, kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."(Fatır,
35/28) âyetinin de bunu ifade ettiği daha önce geçmişti.
Tefsirciler bu gurura sebep olmak üzere üç şey
nakletmişlerdir:
Birisi, Katade'den rivayet olunduğu üzere
şeytanın kötü bir şeyi güzel göstererek aldatmasıdır. "O aldatıcı şeytan
sizi Allah'a karşı aldattı."(Hadid, 57/14).
Diğeri, Hasen'den rivayet edildiği üzere
cehalettir.
Diğeri de, Mukatil'den rivayet edildiği üzere,
işin başlangıcında hemen ceza verilmediğinden dolayı affa aldanmaktır.
Bir de Fuzayl b. Iyaz Hazretlerine kıyamet
günü, "İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" buyurduğu zaman
ne dersin denildiğinde, "indirilmiş perdelerin", yani "günahlara
örttüğün örtüler" derim demiş olduğu da söylenmiştir.
Gayet açıktır ki, bu son ikisi, yani hemen
cezalandırılmadığından dolayı afva ve günahların örtülmesine güvenmek bir
cahilliktir. Şeytanın kötü şeyleri güzel göstermesine aldanmak da öyle
demektir. Gerçekten Ebu Hayyan ve Alûsî'nin kaydettikleri gibi Hz. Peygamber
(s.a.v)'den rivayet olunduğuna göre, O bu âyeti okumuş ve "onun
cahilliği" demiştir. Keza Hz. Ömer (r.a) de bunu söyleyip "İnsan
cidden çok zalim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetini okumuştur. Bunun
"Allah'tan, kulları arasında ancak âlim olanlar hakkıyla
korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin ifade ettiği "ancak" mânâsına
uygun olduğu ortadadır. Demek ki korkmak, Allah'a dair bilginin derecesi ile
doğru orantılıdır.
7. Yüce Allah'ın Rabliği ve kerem sahibi
olduğu da en açık misali olmak üzere insanın yaratılışında herkesin kendisine
görünüp duran kudret eserleri ve kerem ile şöyle hatırlatılıyor:
O Rabbin ki seni yarattı. Burada yaratma;
bünye ve uzuvları düzgünleştirme, ölçülü yapma, şekil verme ve parçaları
birleştirip oluşturmadan daha önce olmak karinesiyle önce var kılmak demek olduğu
açıktır. Yine bilinmektedir ki her nimetin esası olan var olma, ilâhî lütuf ve
keremin birincisidir.
Sonra da senin bünye ve uzuvlarını
düzgünleştirdi . "Seni bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı. Sonra da
seni bir insan şekline getirdi."(Kehf, 18/37) buyrulduğu ve daha bir çok
âyette geçtiği gibi yaratılışını aşamadan aşamaya geçirerek ruh üflenecek
şekilde insanlık seviyesine getirdi; bünyeni, uzuvlarını, kuvvetlerini düzenine
koydu, düzgünleştirdi de sana bir uyum ve itidal verdi. Burada biri
"adl" kökünden birisi de "ta'dil" kökünden şeklinde olmak
üzere iki kırâet vardır. İkisi de bir mânâya olarak denkleştirmek, normal hale
getirmek demek olduğuna göre az önce geçen "tesviye"nin mükemmel hale
gelmiş olduğunu ifade etmek üzere birkaç şekilde tefsir edilmiştir.
BİRİNCİSİ, Mukatil'den rivayet edildiğine göre
göz, kulak, el, ayak gibi çift uzuvların denkliği ve ayrıntıları anatomide
bilindiği üzere vücudun her taraftan orantılı ve düzgünlüğü demek olup
"Evet, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye kadir olduğumuz
halde"(Kıyamet, 75/4) âyetinin ifade ettiği gibi olur. Fakat bunda
insanlık özelliğini ifade eden itibar ve değer açık değildir.
İKİNCİSİ, Ata'nın İbnü Abbas'tan rivayet
ettiği izah şeklinde ise: "Belini doğrultu, dik ve dengeli kıldı, eğri
belli hayvanlar gibi yapmadı." diye tefsir edilmiştir ki, bunun hem
insanın olgunlaştığını gösteren özelliği, hem de bünye ve uzuvları düzene
koyduktan ve insanı, insan denilecek şekle getirdikten sonra olması daha
açıktır. Zira çocuklarda görüldüğü gibi insanın belini doğrultup da ayakta dik
ve doğru olarak yürüyebilmesi de uzuvları düzene koymanın tekamülünde bir
aşamadır.
ÜÇÜNCÜSÜ, Ebu Ali Fârisî'nin yazdığına göre,
"sana itidal verdi" demek, bu mânâların hepsini ifade edici olarak
"Seni en güzel şekle koyup en güzel biçimde çıkardı ve bu denge ile seni
akıl, fikir ve kudreti kabul etmeye yetenekli kılıp bu şekilde diğer canlı ve
bitkilere hakim kıldı. Seni, bu âlemdeki diğer varlıkların ulaşamadığı bir
olgunluk derecesine çıkardı." diye tefsir edilmiştir ki "Onun
yaratılışını tamamladığım ve içine ruhumdan üflediğim vakit." (Hıcr,
15/29) ve "Onları, yarattıklarımızın bir çoğundan gerçekten üstün
kıldık." (İsra, 17/70) mânâlarına uygundur. Bunların hepsi Allah'ın bir
lütuf ve keremidir.
Bundan başka şeddesiz olarak döndürmek, eğip
çevirmek mânâsına da tefsir edilmiştir ki, bunun da iki ayrı mânâya gelme ihtimali
vardır.
BİRİNCİSİ, eksiklikten olgunluğa, uygun
olmayan şekilden uygun olan şekle çevire çevire en güzel suret ve biçime
getirdi demek olarak, yine arınma mertebelerini ifade etmiş olur ki bu da kerem
sayılan şeylerdendir.
İKİNCİSİ, düzgünleştirilerek en güzel biçime
getirildikten sonra
"Sonra da onu aşağıların aşağısına
çevirdik." (Tin, 95/5) buyrulduğu üzere olgunlaştıktan sonra eksiltmek ve
aşağılara doğru çevirmek mânâsını ifade etmiş olur ki, bu mânâ keremi değil de
o kereme aldananlara karşı kerem sahibinin tasarruf kudretini göstererek
korkutma ve ahiretin var olduğunu gösterme mahiyetinde olmuş olur.
8. "Seni dilediği her hangi bir şekilde
parçalardan oluşturdu". Bu âyetin de bir kaç izah şekli vardır:
BİRİNCİSİ, edatı fiili ile ilgili yani onun
mef'ûlü; kelimesi meâlinde sorudan çevrilmiş sıfat, onu desteklemek için ziyade
edilmiş; cümlesi kelimesinin sıfatı ve bunlarla cümlesi 'nin bir beyanı
olmaktadır ki meâli şöyle olur: "Allah seni çeşitli suretlerden dilediği
her hangi bir surette oluşturup şekil verdi". Bu mânâya göre
"terkib", "ahsen-i takvim"i, yani en güzel biçimde
yaratmayı beyan ile Allah'ın keremlerinden biri olur.
İKİNCİSİ, 'nin şart edatı olmasıdır.
Dolayısıyla gelecek zaman mânâsında olarak, "Seni hangi surette dilerse
öyle oluşturup şekil verir. Dilerse o güzel insan kılığından çıkarır da en
çirkin suretlere kor, aşağıların aşağısına yuvarlar." demek olur. Bu
mânâya göre, gururun cezasına işaretle bir korkutma olur.
ÜÇÜNCÜSÜ; , fiilinin mef'ûlü; e sıfat; cümlesi
de 'nın mevsûl veya sıfat veya şart olmasına göre ayrı bir cümle olmaktır. Bu
takdirde mânâ, "Seni her hangi bir surette denkleştirdi, yahut evirdi
çevirdi, dilediği gibi seni oluşturdu, yahut dilerse başka bir surette
oluşturur." demek olup önceki iki mânânın ikisini de kapsar. Âyetin, bu
mânâların hepsine gelme ihtimali vardır ve bu mânâları vermek sahihtir.
Bazısında suret, farklı güzellik mertebelerinden herhangi birisi; bazısında da
güzellik ve çirkinlikte farklı ve değişik şekillerden herhangi birisi demektir.
Dolayısıyla ana, baba ve diğer akrabaya benzeyip benzememek, renk, uzunluk,
kısalık, erkeklik dişilik, sağlamlık, çürüklük, iyi veya kötü kişi olmak,
zekilik ve ahmaklık gibi maddî ve manevî bütün suret ve vasıfları kapsar.
İbnü Cerir, Ebu Rebah Lahmi'den şöyle rivayet
etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v) Ebu Rebah'a, "neyin oldu?" diye
sormuş. Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:
- Ey Allah'ın Resulü! Ne çocuğum olabilir. Ya
oğlan, ya kız.
- Kime benziyor?
- Ey Allah'ın Resulü! Kime benzeyebilir? Ya
babasına, ya anasına.
- Öyle deme. Meni rahimde yerleşince yüce
Allah onunla Âdem arasındaki her nesebi hazır eder. Allah'ın kitabında şu âyeti
okumadın mı? "Seni dilediği herhangi bir şekilde terkib etti." Buradaki
demektir. Yani, seni dilediği şekle sokar, o surete koyar.
Görüldüğü gibi hadis üç şeye işaret ediyor:
BİRİNCİSİ, yahut 'da şart mânâsının bulunması,
İKİNCİSİ, atalara çekme (atavizm) denilen soya
çekme özelliğidir ki, bir meni Âdem'den beri atalarından intikal ede gelen
soyların, özelliklerin her birini kapsayabilir.
ÜÇÜNCÜSÜ de tabiî (doğal) ve irsî (kalıtsal)
demek olan bu soya çekim hususunda da etkili olanın, doğa değil, yüce Allah'ın
dilemesi olduğunun isbatıdır. Çünkü ana-baba gibi yakın akrabaların
özelliklerine ta Âdem'e kadar varan uzak atalardan birinin özelliğinin galip
getirilmesi, o farklı ve değişik tabiat ve suretler üzerinde yüce Allah'ın
irade ve dilemesinin hakim olduğunu gösterir. Demek ki iyi veya kötü olarak
tabiî (doğal) ve irsî(kalıtsal) değerler yok değildir. Onlar da düşünülmelidir.
Fakat hükmün onlarda değil, sadece yüce Allah'ın dilemesinde olduğu bilinmeli
ve ona yükselmeye çalışmalıdır. Bu ise yüce Allah'ın keremine aldanmakla değil,
onun keremiyle beraber kudret ve hikmetini de düşünerek ilerde ona layık olmak
hakkını kazanmak ve azabından korunmak için iman ve şükür ile itaate ve iyi
amellere sarılmakla olur.
9. Hayır hayır. Bu, Allah'ın keremine güvenip
aldanmaktan sakındırmaktır. Yani "öyle mağrur olmayın". Fakat siz, O
keremin kıymetini bilmiyorsunuz dini yalanlıyorsunuz, o kerim olan Rabb'ınızın
keremine karşı onun emir ve yasaklarına teslim olarak, yani tam bir ihlâs
(içtenlik) ve boyun eğişle itaat ederek o kereme layık yüksek ahlâk ile güzel
ameller yapmak görev ve sorumluluğuna ve ona göre hesap ve ceza olacağına
inanmıyorsunuz. Bir gün olup da Allah'ın iyilere iyiliklerine karşılık sevap ve
mükafat vereceğini, kötülere de kötülükleri sebebiyle ceza verceğini yalanlar
bir şekilde gururlanıyor, aldanıyorsunuz. Çünkü Allah'ın lütuf ve kereminden
ümidi kesmek, sevap ve mükâfatına inanmamak küfür olduğu gibi, azap ve
cezasından emin olmak, güç ve kudretini tanımamak da küfürdür. Bunu açıkça
yapmak açık küfür, dolaylı yapmak da dolaylı küfür olmuş olur.
Bundan hitabın kâfirlere olduğu anlaşılırsa da
kelimesi ile iki cümleyi birbirine bağlamak, kelâmda bir kesinti ve geçiş ifade
ettiği için daha önce ifade edilen şeylerin kâfir ve asiyi kapsamasına engel
olmaz. O gururun küfre kadar varabileceğini beyan ile sakındırmayı takviye edip
desteklemiş olur.
Fatiha Sûresinde "din gününün
sahibi"(Fatiha, 1/4) âyetinin tefsirinde geçtiği üzere burada da
"din", küllî ve cüz'î olarak iki mânâ ile de düşünülmüştür: İslâm ve
ceza. Çünkü din, lügatte ceza, yani yapılan bir işe iyi veya kötü bir karşılık
vermektir. Bunun hakkı da iyiye iyi ile, kötüye kötü ile cezadır. Bunun için
Yusuf Sûresi'nde "melik'in kanununa göre." (Yusuf, 12/76) âyetinde
geçtiği üzere görev ve sorumluluk hükümlerini belirleyen kural ve âdetlere dahi
din ve şeriat denir. "Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini şeriat
yaptı."(Şûrâ, 42/13) âyetinin tefsirine bkz.)
Bu nedenle örf ve şeriatte din, insanları
hamde, yani medih ve övgü ile mükafata layık, güzel tercihleriyle iyi olan
şeylere kendiliklerinden sevk eden ilâhî kanundur. Bunun hakikati de
"Doğrusu Allah katında din ancak İslâm'dır."(Âl-i İmran, 3/19)
buyrulduğu üzere İslâm'dır. Bunun esaslarından biri de ahirette tekrar dirilmek
ve cezadır. İşte burada Allah'ın keremine mağrur olup aldanmakla dini yalanlamak,
doğrudan doruya Allah'ın dini olan İslâm'ı yalanlamak demek olursa da, bu
yalanlama, özellikle onun hükümlerinden biri olan öldükten sonra dirilme ve
cezayı ve bunun gereği olarak görev ve yükümlülüğü yalanlamak mânâsına geldiği
için, "siz mağrurlanıp saygısızlık etmekle cezayı ve dolayısıyla dini
kökünden yalanlamış oluyorsunuz" meâlinde olur. Bundan dolayı böyle
yerlerde "din"i sadece "ceza" ile tefsir etmek daha
kestirme olacağından çoğunlukla bu mânâ tercih olunmuştur. Yani, siz demek ki
cezayı yalanlıyorsunuz ve onun için Allah'tan korkmuyor mağrurlanıyorsunuz.
10. Oysa üzerinizde muhakkak koruyucular var,
yani iyi ve kötü her yaptığınızı gözetip korumak ve zabıt (tutanak) tutmakla
görevli hafıza güçleri, "hafaza" ve "hâfizîn" denilen gözcü
melekler var.
11. Öyle ki değerli ve yazıcı ünvanını
almışlardır. Her biri Allah katında saygın, görevlerinde kusur etmez kâtipler,
dürüst hak yazıcılarıdır.
12. Her ne yapıyorsanız bilirler, iyi ve kötü
hiç birini kaybetmeden hepsini hak yazısıyla amel defterinize bile bile
yazarlar ve öyle şahitlik ederler.
Önceki sûrede anılan sahifeler öyle
dağıtılırlar.
Bu kâtiplerin bu niteliklerle nitelenmesinde
hesap ve ceza işinin önemini hatırlatma vardır. Öyle ki yüce Allah bu iş için
öyle değerli kâtipler memur etmiştir. Onun için o yazının, o ilim ve korumanın
neticesini beyan mânâsında buyruluyor ki:
13. Kuşkusuz iyiler, sözünde ve fiilinde
doğru, hayır ehli iyi kişiler (Geniş bilgi için Dehr Sûresinin tefsirine bkz.)
Muhakkak bir Naîm cennetinde
14. ve kuşkusuz ki suçlular, Rabb'ine karşı
terbiyesizlik edip aşırı isyan ve muhalefet yoluna sapanlar muhakkak bir Cahîm,
(yani şiddetli bir cehennem ateşi) içindedirler.
15. O din günü, yani yalanladıkları o ceza
günü ona yaslanacaklardır.
16. Ve onlar o cehennemden gaip
olmayacaklardır. Daima ve sonsuza kadar onun içinde kalacaklardır.
İşte o yaratılışın, o ilmin, o yazının, o
korumanın neticesi iyiler ile kötüleri böyle ayırt ederek iyileri cennete,
kötüleri cehenneme gönderecek olan sonsuz cezadır.
İbnü Kuteybe'nin
"Kitabu'lİmâme"sinde ayrıntıları anlatıldığı üzere şöyle nakledilir:
Süleyman b. Abdülmelik Mekke'ye giderken Medine'ye uğradığında ileri gelen
zatlardan biri olan Ebu Hazim'i getirtmiş ve onunla karşılıklı bir sohbette
bulunmuş idi. Ebu Hazim ona çok acı öğütler vermiş, neticede aralarında şu
sorulu cevaplı konuşma olmuştu.
Süleyman: Ey Ebu Hazim! Yarın Allah'a varmak
nasıl olacak?
Ebu Hazim: İhsan sahibine gelince o,
yolculuğundan evine ve çoluk çocuğuna dönen bir yolcu gibi; isyankâr ise
efendisine geri dönen kaçak köle gibi Allah'a varacak.
Bunun üzerine Süleyman ağladı da:
Keşke Allah yanında bize ne var bilseydim
dedi.
Ebu Hazim: Amelini Allah'ın kitabına arzet.
Süleyman: Allah'ın kitabının neresinde?
Ebu Hazim: "iyiler cennette, kötüler
cehennemde."
Bu hatırlatmadan sonra o ceza gününün zeka ile
ve akıl yürütmeyle tahmin edilemeyen azamet ve dehşeti haber verilmek üzere
buyruluyor ki:
17. Sana o din gününün ne olduğunu ne
bildirdi? Yani, onun ne büyük ceza günü olduğunu bildin mi? Ey muhatap! Hayır sen
onu akıl yoluyla bilemezsin. Çünkü o, dünyada bir benzeri olmuş, akıl
yürütmeyle bilinebilecek ceza günleriyle ölçülemez.
Bazıları buradaki hitabın, engel olma ve
korkutma yoluyla kâfire olduğu kanaatine varmış ise de çoğunluğun açıklamasına
göre Resulullah (s.a.v)'a hitaptır. Çünkü vahiy gelmezden evvel bunu
bilmiyordu. Bununla beraber önceki sûrede geçmiş olan "Her nefis ne
hazırlayıp getirdiğini bilecek." (Tekvir, 81/14) âyeti ile bu sûrenin
başında geçmiş bulunan âyeti gereği her nefis için o günün dehşet ve azametini
hakkıyla bilmek ancak bizzat bu olayın meydana gelme ve görülme zamanında
olabileceğinden dolayı hitabın her nefse yapılmış genel bir hitap olması bizce
daha uygundur.
18. "Evet, bildin mi nedir o ceza
günü?" Bu tekrarda iki nükte vardır:
Birisi, korkutmayı desteklemek için te'kit
(vurgu)tir. Biri de, cennetliklere ait olan ile cehennemliklere ait olana ayrı
ayrı işaret olmasıdır.
Bu sorudan sonra şöyle haber veriliyor:
19. O din günü, o ceza o gündür ki, hiçbir
nefis bir nefis için bir şeye mâlik olamaz. Hiç kimse ne mümin ne kâfir, ne iyi
ne kötü hiç kimsenin hesabına zerre kadar bir şey yapamaz. O gün emir yalnız
Allah'ındır. O ne emrederse ancak o olacaktır. Onun için, "Ölçü ve tartıda
hile yapanların vay haline..."(Mutaffifin, 83/1)
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
İnfitar Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.