Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Hucurat Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
49-HUCURAT:
Ey iman edenler! Hitabın böyle nida ile
başlaması karşıdakiler gelecek sözün önemini, dikkat ve özenle dinlenmesi
gereğini hatırlatır. İman özelliği ile sıfatlandırmak da sevinç ve neşe vermek
ve imanın, o söylenecek sözü korumaya yönelttiğini, ve bozukluğa engel
olduğunu, bütün o özelliğe sahip olanlara ilan etmektir. Yani Ey iman şerefi
ile mutlu olan kimseler! Haberiniz olsun, bütün sizlere o imanın, dikkat ve
özenle dinleyip tutmayı gerektirdiğine dair önemli bir tebliğ yapılıyor, şöyle
ki: Allah ve Resulünün önüne geçmeyin, geçirtmeyin. Takdim'den nehy-i hazırdır.
TAKDİM, aslı itibarıyla müteaddi bir fiildir.
Bir şeyi diğerinin üzerine geçirmek demektir ki çoğunlukla ikinci mef'ûlüne ile
müteaddi olur. Burada ise hiç mefûlü bih yok. Onun için burada iki vecih
vardır: Birisi; herhangi bir mefûle bağlılığı görüşünden uzaklaşarak lazım fiil
yerinde fiilin kendisini kasdetmektir ki, Allah'ın ve Resulünün önünde öne
geçmek denilen fiili yapmayın, şunu veya bunu takdim, öne geçirmek diye
düşünmek şöyle dursun, öne geçmek denilebilecek hiçbir fiili yapmayın,
demektir. İkincisi de mef'ûlün umumilik için hazfedilmiş olmasıdır ki hangi
mef'ul takdir edilse, tercih sebebi olmadan tercih yapılmış olacağından
hazfolunur. Hiçbir şeyi, hiçbir emri, ne kendinizi ne başkasını asla öne
geçirmeyiniz, demek olur. Birincisi, fiilin kendisini yasaklamak itibarıyla
makamın hakkına daha uygun, ikincisi ise kullanılması daha çok ve genelde daha
açık olması yönünden daha belirgin görülmüştür. Bu sözde iki mecaz olduğu
hatırlatılır: Birisi tabirinde mecâz-ı mürsel'dir. Zira bunun gerçek mânâsı iki
el arası demektir. Fakat örfte, bundan mücaveret (yakınlık) alâkasıyla sağ ve
sol taraftan iki yönün paralelliği sebebiyle düşünülerek ön mânâsına
kullanıldığı gibi burada Allah ve Resulünün önüne geçmek veya geçirilmek
istiâre-i temsiliyyedir ki Allah ve Resulünün emri ve hükmünü gözetmeden hiçbir
emri kestirip atmayın, demek olup Kitap ve Sünnet'in ahkâmını göz önüne
almaksızın acele veya baskı ile bir işe kalkışmaktan men etmektir. Bir de fiili
mânâsına lâzım (edilgen) fiil olur. Nitekim askerin öncüsüne, mukaddime denilir
ki, mütekaddime, öne geçen demektir. Burada bu mânâdan olarak Allah'ın ve
Resulünün önüne geçmeyin diye tefsir edilmiştir. Bunda mefûlü bih olan mef'ulü
bih çeşnisini almak yönüyle de müteaddi fiil neşesi verebiliyor. Ancak bunda
yalnız kendiniz geçmeyin demek olur. Diğerini geçirmemek için de bir emri
bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker görevi gerekli olabileceğini ifade etmez.
Meğer ki işaret ettiğimiz şekilde geçmeyin, geçirmeyin diye açıklanmış olsun.
Fakat bu da önceki geçişlilik mânâsından çıkabilecektir. Bazı tefsirciler de
demişlerdir ki, burada mânânın aslı Resulullah'ın önüne geçmeyin, demektir.
Allah'ın isminin zikredilmesi yalnız tazim ve Resulullah'ın, Allah yanında
yüksek şerefini ve yüce özelliğini bildirmek içindir. Nitekim bundan sonraki
âyetler yalnız peygamber hakkındadır. Buna göre mânâ şu olur: Allah'ın
resulünün önüne geçmeyin, çünkü onun Allah'a yakınlık duygusu vardır. O hep
Allah'ın huzurundadır, onun önüne geçmek Allah'ın huzurunda cüretkârlıkta
bulunmaktır.
Bu âyetin sebeb-i nüzûlünde birkaç rivâyet
vardır;
1- Buhari'nin Abdullah b. Zübeyr'den bir
rivayetine göre Beni Temim'den Resulullah'a bir heyet gelmişti. Hz. Ebu Bekir
(r.a.) Ka'ka b. Ma'bed'i onlara emir yap dedi, Hz. Ömer (r.a.)'de Akra b.
Habis'i emir yap dedi. Ebû Bekir: Sırf bana muhalefet etmek istedin, dedi. Ömer
de: Hayır sana muhalefet etmek istemedim dedi, münakaşa ettiler, sesleri
yükseldi bundan dolayı "Ey iman edenler! Allah ve Resulünün önüne
geçmeyin." âyeti nazil oldu.. Fakat yine Buharî'nn ve diğerlerinin
rivayetlerine göre bu münakaşa bundan sonraki âyetin nüzulüne sebep olmuştur.
2- Abd b. Humeyd'in ve İbnü Cerir'in ve İbnü
Münzir'in Hasen'den rivayetlerine göre bazı kimseler kurban bayramı günü
Resulullah'tan önce kurban kesmişlerdi, Peygaber (s.a.v.) onlara yeniden
kesilmesini emretti, bu âyet indirildi. Keşşâf'ın nakline göre Bayram
namazından önce kesmişlerdi bu âyet nazil oldu, Resulullah da onlara diğer bir
kurban keserek iade etmelerini emir buyurdu.
3- İbnü Cerir'in Katâde'den rivayetine göre
birtakım kimseler şunun hakkında şöyle nazil olsa idi, şöyle şöyle olurdu, diye
söyleniyorlardı bu âyet indi.
4- Alûsî'nin kaydettiğine göre Hasen'den şu da
rivayet edilmiştir ki Resulullah (s.a.v.) Medine'de oturmaya başladıktan sonra
kendisine uzak yerlerden sefaret heyetleri geliyor, pek çok meseleler
soruyorlar, çok söylüyorlardı. Resulullah başlamadan meseleye başlamaktan men
edildiler. Ebû Hayyan Bahir'de der ki: Resulullah'a bir kavim geldiği vakit
nasıl selam vereceklerini öğretmek üzere Ebû Bekir onlara bir adam gönderir ve
Resulullah'ın huzurunda sükûnet ve vakar üzere bulunmalarını isterdi. Bazıları
öne geçmeyi özel örneklerle tefsir etmişlerse de âyetten görünürde anlaşılan,
gerek söz ve gerek fiil hepsine umumi olmasıdır. Resulullah'ın meclisinde bir
mesele geçtiği zaman ondan önce cevaba kalkışmamaları için de olduğu gibi,
yolda giderken bir izin, işaret veya ihtiyaç olmaksızın önünde yürümemeleri ve
sofrada ondan önce yemeye başlamamaları da içinde olur ki buna usulde umumi
mecaz yahud beyanda kinaye tabir edilir. Hakikati iradeye engel olmaz. Namazda
hiçbir şekilde imamın önüne geçmenin caiz olmamasındaki mânâ da budur.
Resululah'ın huzurunda birisi imam edilip namaz kılınacak olsa onun izni
olmaksızın sahih olmaz. Bu şekilde bu âyetten herşeyde şeriata uymanın
gerekliliğine delil getirilir. İşte bu âyet Resulullah'ın protokolü ile ilgili
böyle bir ara prensiptir ki, bundan sonraki âyetin mânâsı da bunun anlamı
içindedir. Bazıları bununla kıyasın aleyhine de delil getirmek istemişlerse de
kıyas Allah ve Resulünün hükmünde öne geçmek değil, uymak için mânâ
araştırmasıdır. Evet hiçbir şekilde Allah ve Resulü'nün önüne geçmek mânâsı
bulunan hiçbir saygısızlık yapmayın. Ve Allah'tan korkun, gerek yapacağınız ve
gerek çekineceğiniz her hususta, her söz ve fiilde ve bunun üzerine ve
özellikle bu hususta ileri gitmekte Allah'ın gazabından korkup emrine uyup korunun.
Çünkü Allah işitendir, bilendir. Dolayısıyla bütün söylediklerinizi işitir,
yaptıklarınızı bilir, ona göre ceza verir.
2-"Ey iman edenler!" Nidâ yukarda
yeni geçmişken tekrar edilmesi, bunun da aynı şekilde dikkatle dinlenmesi
gerektiğine tenbihtir. Öncekinde nefsi söz ve fiilin aslında ileri gitmek
yasaklandığı gibi bunda da sözün niteliğinde, yani söyleyişte aşırı gitmek
yasaklanıyor. Şöyle ki: Seslerinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin
yani seslerinizi peygamberin sesinin vardığı hadden ileri geçirmeyin. Ve ona
söz söylerken birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle söylemeyin, akran gibi
de konuşmayın. Yani önceki, ileri gitmeyi yasaklıyor,bu cümle de aynı düzeyde
olmayı yasaklıyor. Rivayet edilir ki bu âyet inince Hz. Ebû Bekir (r.a.): "Ya
Resulullah vallahi ben bundan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar sana gizli veya
gizli gibi konuşurum demiş." Hz. Ömer (r.a.) de Peygamber'e öyle yavaş
konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi. Öyle yaparsanız, öyle farkına
varmadan amelleriniz boşa gider de haberiniz olmaz. Çünkü Peygamber'e
saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olabilen şeyler küfre varabilir; küfür ise
amelleri bozar "Kim imanı kabul etmezse, ameli boşa gider.." (Maide,
5/5) Burada "Haberiniz olmaz" kaydıyla şuurun yok olmasından şu
anlaşılır ki, bu yasaklanan sesi yükseltmek ve kaldırmaktan maksat yalnız
hafife almak ve saygısızlık kasdiyle olanlar değildir. Çünkü o müminlerden
çıkması mümkün olmayan açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber,
dolayısıyla ona varan küfür zannedilen haller de vardır. Bazı fiiller vardır ki
küfür kasdıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar.
Peygambere sıkıntı bu şekilde olur. Buhârî ve Müslim, Enes (r.a.)'ten rivayet
etmişlerdir ki, bu âyet inince Sâbit b. Kays (r.a.) evinde oturmuş "Ben
cehennemliklerdenim." diyerek kendini hapsetmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.)
Sa'd b. Muaz'a: Ey Ebâ Âmir, Sabit ne halde, rahatsız mı? diye sordu, Sa'd da;
o benim komşumdur; rahatsızlığını bilmiyorum dedi ve gitti sordu. Sabit, dedi
ki: "Bu âyet indirildi, halbuki bilirsiniz ben sizin en yüksek seslinizim,
demek ki ben cehennnemliklerdenim." dedi, Sa'd bunu peygamber'e söyledi,
Resulullah, hayır o, cennetliklerdendir, buyurdu. Diğer bir rivayette de de,
Resulullah haber gönderip getirtti, sordu. Ya resulullah, dedi; Allah Teâlâ
sana bu âyeti indirdi, benim ise sesim kuvvetli, korkarım amelim yok olur.
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Hayır sen hayır ile yaşayacak, hayır ile
öleceksin. Taberânî ve Hakim'in rivayetlerine göre Resulullah ona: Razı olmaz mısın,
Allah'a hamd ederek yaşayasın, şehit olarak öldürülesin ve Cennet'e giresin!
buyurdu, o da: Razıyım ve artık sesimi peygamberin sesinin üstüne
kaldırmam." dedi.
3- Sakındırmaktan sonra yapışmaya teşvik için
buyuruluyor ki: O kimseler ki Resulullah'ın yanında seslerini kısarlar,
yasaklamaya muhalefetten sakınarak ve terbiyeye uyarak seslerini indirir,
pesten alırlar. Şüphesiz onlar, o kimselerdir ki, Allah Teâlâ onların
kalplerini takva için imtihan etmiştir. Fetih Sûresi'nde geçtiği üzere onlara
takva kelimesini gerekli kılıp türlü sıkıntılarla tecrübe sahasında takvaya
alıştırmış takvalarını tecrübe ile ortaya çıkarmıştır. Onlara mağfiret ve büyük
bir ecir vardır.
4- Şüphesiz ki sana hücrelerin gerisinden
bağıranlar, arkasından veya önünden çağıranlar.
HÜCRE, etrafı çevrilerek içine girilmekten
menolunan toprak parçasıdır. Hucurât'tan maksat, Peygamber (s.a.v.)'in hâne-i
saadetinin odalarıdır ki, her biri hanımlarından birine ait olmak üzere dokuz
oda idi. Alûsî şöyle kaydeder: "İbnü Sa'd'ın, Atâ-i Horasânî'den rivayet
ettiğine göre, hurma dallarından ahşap idi ve kapılarının üzerinde siyah kıldan
çullar vardı." Buhârî, Edeb'de ve İbnü Ebi'd-dünya ve Beyhakî, Davud b.
Kays'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Hücreleri gördüm "hurma kerestesi"nden
olup dışından kıl çullarla kaplanmış idi, hücrenin kapısından evin kapısına
kadar uzunluğu altı veya yedi zira zannederim ve iç evi ise on zira' tahmin
ediyorum yüksekliği de yedi ile sekiz zira'' arası sanırım, demiştir. Hasan-ı
Basrî'den de rivayet etmişlerdir ki Hz. Osman'ın hilafetinde Peygamber'in
hanımlarının evlerine girerdim, tavanlarına elimle yetişirdim, Abdü'l-Agelik'in
oğlu Velid zamanında onun emriyle Resulullah'ın mescidine katıldı ve bundan
dolayı insanlar ağladı ve o gün Said b. Müseyyeb şöyle dedi: Vallahi arzu
ederim ki, bulundukları hal üzere bıraksalar da Medine halkından bir kısım
kimseler neşelenseler ve hariçten gelenler de Resulullah'ın ne ile yetindiğini
görseler de zühd dersi alsalardı...
Siyercilerin çoğu bu bağıranları Beni
Temim'den olmak üzere zikretmişlerdir. Şöyle ki: Beni Temim'den yetmiş veya
seksen kişi kadar bir heyet gelmişti. İçlerinde Zibrikân b. Bedir, Utârid b.
Hacib b. Zurâre ve kays b. Âsım ve kays b. Haris, Amr b. Ehtem ve Akra b. Habir
vardı. Ebu Hayyan'ın Bahir'de anlattığına göre bunlar gelmişler, öğle sıcağında
mescide girmişlerdi, Resulullah henüz uyuyordu, Ey Muhammed! Bizim yanımıza
çık! diye bağırdılar, bunun üzerine uyandı ve çıktı, Akrâ b. Habis: Ey
Muhammed! Benim övmem güzel, kötülemem, ayıplıdır, dedi. Resulullah; yazıklar
olsun sana, öyle olan Allah Teâlâ'dır, buyurdu; derken insanlar mescide
toplandı. Bunlar Beni Temim: Konuşmacımızla, şairimizle sana şiirlerle
konuşmalarla atışacağız, dediler. Peygamber (s.a.v.) "Ben şiirle
gönderilmedim, övünmekle de emrolunmadım fakat haydin bakalım." dedi.
Zibrikân içlerinden bir gence haydi kavminin faziletlerinden seç, söyle dedi.
Bir genç kalktı: "Bizi yaratılmışların en hayırı kılan ve bize mallar
veren Allah'a Hamd olsun." diye bir konuşma yaptı. Resulullah (s.a.v.) Sâbit
b. Kays b. Şemmâse ki kalk cevap ver, dedi. Sâbit de: "Hamd Allah'a
mahsustur. Ben O'na hamdediyor, O'ndan yardım diliyor ve O'na inanıyorum."
diye başlayan bir hutbe ile cevap verdi. Zibrikân, diğer bir gence kalk
kavminin yüceliğini anlatacak bir kaç beyt söyle dedi. O da:
"Biz cömert kimseleriz, hiçbir kabile
bize denk olamaz. Bizim içimizde reisler vardır ve ganimetin dörtte biri bizim
aramızda taksim edilir.
Eğer savaş korkusu hissedilmezse kıtlık
zamanında biz bütün nüfusa deve hörgücü yediririz.
Biz, bir şeyi yapmak istemeyip çekindiğimiz
zaman da kimse bize karşı duramaz. İşte biz iftihar anında böyle
yükseliriz."
dedi, Hz. peygamber (s.a.v.), Hassan b.
Sabit'i çağırdı, Hassan söylediğini bana tekrar et, dedi. Dinledi şöyle cevap
verdi.
"Fihr kabilesi ve kardeşlerinden ileri
gelen kimseler, insanlara uyulacak bir yol çizmişlerdir.
İçinde Allah korkusu olan herkes, bu yolu
tavsiye eder. Her türlü hayır da bu yoldan beklenir."
Daha hazı beyitlerden sonra Hassan şunları da
söyledi:
"Biz, Ma'd kabilesinden, hazırda
bulunanlara ve bulunmayanlara rağmen Allah'ın Resulü'ne ve dine büyük bir güçle
yardım ettik.
Bu yardımı, gebe devenin sidiğini dağıttığı
gibi düşmanı dağıtan kılıç darbeleriyle ve göğüslerde deve ağızları gibi yara
açan mızrak vuruşlarıyla yaptık.
Onların toplulukları geldiği gün, yuvasını ve
yavrularını koruyan aslanlar gibi vuruşumuzu Uhud'a bir sor!
Askerler arasında ölüme gitmek, suya
gidercesine hoş görününce savaş alanlarında ölüme dalan biz değil miydik?
Biz, iki kolla kafaları vururuz. Biz Gassan
kabilesinin parlak bir kolundan gelen şerefli bir soya mensubuz.
Eğer Allah'tan haya etmeseydik insanlar
üzerinde (canlarını korumak ve ikramda bulunmak gibi) iki hakkımız olduğunu bir
şeref vesilesi olarak söylerdik. Bu hususta bize karşı çıkan var mı?
Hayatta olanlarımız, çakıl taşlarına basıp
dolaşanların en hayırlılarındandır. Ölülerimiz de kabirlerde bulunanların en
hayırlılarındandır."
Bunun üzerine Akra' b. Habis kalkmış, vallahi
ben bir iş için geldim ve bir şiir söyledim onu dinleteceğim, demiş ve şunu
söylemiş:
"İyiliklerin anılması esnasında bize
muhalefet ederlerse, insanlar bizim üstünlüğümüzü bilsinnler diye sana geldik.
İster Necid'de İster Tihâme topraklarında
olsun, her hücumda biz insanların başıyız.
Her toplulukta bizim için (ganimetten) dörtte
bir hisse vardır. Hicaz topraklarında Beni Dârim gibisi de yoktur."
Hz. Peygamber (s.a.v.) Hassan'a: Kalk cevap
ver buyurdu. Hassan (r.a.) da dedi ki:
"Ey Benî Dârim! Övünmeyin. Çünkü
iyiliklerin anılması esnasında sizin övünmeniz bir vebal olur.
Siz, bize karşı övünmekle kaybettiniz. Çünkü
siz, kiminiz süt ana, kiminiz hizi olmak üzere bizim
hizmetkârlarımızsınız."
Bu noktadan Peygamber (s.a.v.) buyurdu ve
peygamberin bu sözü onlara Hassan'ın söylediklerinin hepsinden daha çok tesirli
geldi. Hassan şiirini şöyle bitirdi.
"Eğer kanlarınızı ve mallarımızı taksim
yerlerinde bölüşülmekten korumak için gelmiş iseniz,
Allah'a eş koşmayın, İslâm'a girin ve
peygamberin yanında Benî Dârim ile övünmeyin.
Yoksa Beytin Rabbine yemin ederim ki keskin
kılıçlarla mızraklar başınızın üzerine iner."
Bunun üzerine Akrâ b. Hâbis "vallahi
bilmem bu ne iştir? Hatibimiz söyledi, onların hatibi daha güzel söyledi,
şairimiz söyledi, onların şairi daha şair daha güzel söylüyor" dedi, sonra
Resulullah'ın huzuruna daha yakın vardı: dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de
"o halde bundan önce olan sana zarar vermez" buyurdu, sonra onlara
hediyeler ve ihsanlarla iltifatta bulundu. İbnü Hişam Siyer'inde, kıssayı biraz
daha farklı nakletmiş olduğunu da Âlûsî kaydeder. Bu âyetin Beni Anber hakkında
nazil olduğunu da söylemişlerdir. Fakat Beni Anber, Beni Temim'den bir bölüm
olduğuna göre öncekine ters düşmez. Nitekim Kâmus'ta Anber, Temim'den birinin
babasıdır, der. Onların çoğunun aklı ermez, henüz dini öğrenmemiş, edeb ve yol
bilmez, kaba nirâbi güruhudur.
5- Ve eğer sen onlara çıkıncaya kadar
sabretselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu. Çünkü güzel davranışla
Peygamber'e tazim etmiş olurlardı o da övgüye ve sevaba ve sorumlularının
isteklerinin yerine gelmesine daha elverişli olurdu. Zira denildiğine göre Beni
Anber esirlerine şefaatçi olmak üzere gelmişlerdi, yarısı hür bırakıldı, yarısı
için de fidye alındı. Bununla beraber Allah gafur ve rahimdir, tevbe ve
iyileşerek akıllanmaya yüz tuttukları takdirde affeder, sıkıştırmaz.
6- Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir
haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, birden bire kapılmayın da, açıklama
isteyin, araştırıp anlayın dinleyin, fısk'tan kaçınmayan yalandan da kaçınmaz.
Fâsıkın karşılığı adildir.
Fahreddin Razî der ki: Bu sûrede müminleri
ahlakın en güzeline bir yöneltme vardır. O ise ya Allah ile veya Peygamber ile
veya kendi cinsi ile olur. Bunlar da iki sınıftır, çünkü ya müminler yolunda
gider, tâat rütbesinin içinde veya dışarda olurlar. Dışarıda olan fasıktır.
Müminler gidişinde dahil olanlar da yanlarında hazır veya uzakta bulunurlar. Bu
suretle ahlak beş kısım olur:
1- Allah'a ait olanlar,
2- Peygambere ait olanlar,
3- Fâsıklara ait olanlar,
4- Hazır olan müminlere ait olanlar,
5- Gaib olan müminlere ait olanlar.
İşte bunlardan herbirine ait olmak üzere yüce
Allah bu sûrede beş kere "Ey iman edenler!" buyurmuştur. Allah ve
Resulüne ait olan açıklamadan sonra üçüncü olarak burada fâsıkların sözlerine
güvenilmemesi gerektiğini açıklıyor. Çünkü onlar araya fitne sokmak isterler ki
o fitne "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa..."
âyetinde açıklanacaktır... Bununla beraber fâsıkın sözünü de büsbütün hiçe
saymayıp araştırma ve açıklanması emrolunmuştur. Demek ki fâsık olmayıp da adil
olacak olsa yerine göre haber-i vâhid dinlemeye layık olacaktır. Bu âyetin
indirilmesine sebeb olmak üzere şöyle rivayet ediyorlar: Resulullah Velid b.
Ukbe'yi Beni Mustalik'a vali ve zekât memuru olarak göndermişti. Onunla onlar
arasında bir kin varmış; yaklaştığı zaman karşısına gelen atlıları kendisini
öldürecekler sanmış, korkmuş geri dönmüş. Resulullah'a varıp onlar dinden
döndüler, zekatı vermeyi reddettiler, demişti. Resulullah da öfkelenmiş ve
onlarla harp etmeyi kurmuştu, bu âyet bunun üzerine indi. Bir rivayette de
Halid b. Velid'i göndermiş, gözetlemiş, ezan okuduklarını ve gece namazı bile
kıldıklarını görmüş ve zekâtlarını da ona teslim etmişler o şekilde geri
dönmüştür. "Fâsık" ile "nebe" kelimelerinin nekre oluşu
umumilik içindir. Herhangi bir fâsık, herhangi bir nebe' (haber) demektir.
Çünkü Razî'nin hatırlattığı şekilde şartın bulunduğu yerde sübut yönünde
umumilik, nefi yönünde hususilik olur. Nitekim haberler de nefi tarafında
genel, sübut tarafında özeldir. denilmeyip de şüphe harfi olan ile ifade
edilmesi müminlerin fâsıklara aldanmayacak kadar uyanık olmaları gerektiğini
ihtar ve öyle uyanık müminlere herhangi bir fâsıkın cüretinin ender olacağına
işaret nüktesini taşımaktadır. Çünkü bir bilgisizlikle, hallerini bilmeyerek,
bir kavmi musibete uğratırsınız, vurursunuz, bir zarara uğratırsınız da sonra
yaptığınıza pişman olursunuz, çünkü haber yanlış olunca sonra temiz oldukları
ortaya çıkar da telafisi mümkün olmayan bir üzüntü çekilir. İman vicdanı, öyle
bir haksızlığa karşı devamlı olarak sızlar. Zemahşerî der ki: Nedamet, yani
pişmanlık, bir çeşit üzüntüdür ki, meydana gelen şeyin olmamasını dileyerek gam
yemektir. Böyle bir üzüntü ve gam ise devamlı ve etkili olur, çünkü olay akla
geldikçe pişmanlık yapışır.
7- Ve biliniz ki içinizde Allah'ın Resulü var.
Bundan dolayı Allah'tan korkun da yalan ve batıl söylemekten sakının, çünkü
Allah ona doğrusunu bildirir ve bir haber işittiğiniz vakit de açıklanması için
ona sorun, o size açıklar, kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şayet o
birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, haliniz
yaman olurdu, çok zahmetler, felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz.
Çünkü öyle kendisine uyulması gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir ihtilâl ve
işlerin tersine gitmesi demek olan bir ihtilaldir.
ANET: Meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günah
mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar
kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor ki, birtakım kimseler o haber üzerine o
kavmi vurmak fikrinde bulunmuşlardı. İşlerin birçoğunda deniliyor. Demek ki
bazı işlerde itaat sakıncalı değildir. Belki gönüllerini çekerek güzel bir
siyaset olur. Bir de in geçmişe ait olması gerekirken diye muzârî sigası
getirilmiştir ki takdirindedir. Bunda iki mânâ vardır: Birisi, "itaat eder
olsa idi" demek olur ki devamlı olmanın imkansızlığını ifade ederek,
itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı olduğunu anlatır. Buna göre
devamlı ve sürekli olmayıp da bazen birçok işlerde itaat dahi sıkıntıya sebep
değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer bazı tefsircilerin maksat itaatin
devamlılığının imkansızlığı değil, imkansızlığın devamı demek olduğunu
söylemişlerdir ki, buna göre mânâ "'birçok işte itaat edecek olsa
idi" demek olur. Yani birçok işlerde itaat hiç olmaması gerekir.
Ebu's-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir, isteyen oraya bakabilir. Sonra
Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. Bu
cümle yeni başlayan bir söz olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden olur ve
fakat 'deki gizli merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hal olarak makabline
bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Resulullah öyle bir halette
bulunuyor, yahut öyle bir halde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz üzerinize
vaciptir. O hal şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tabi imiş gibi olaylarda
sizin görüşünüze göre amel etsin halbuki öyle yapsa haliniz yaman olur, helake
giderdiniz.
Fakat Allah size imanı sevdirdi, sevgili
kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor ki, iman etmek için yalnız bilgi
yeterli değil, bir iradenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan
dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Kişi
dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın,
kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?" buyurulması bu mânâdadır. Yine
bundan dolayıdır ki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki
Allah da sizi sevsin." (Âli-i İmran, 3/31) buyurulmuştur. Ancak alimler
sevgiyi tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabiî sevgi,
yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır ve fayda idrakinden doğar
ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye nazaran tabiî, başlangıcına
nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur. Bundan dolayı başlangıcı elde
edilmiş olmak itibarıyla o da kazanılmış sayılır. Ve bu yönden bu şuurlu sevgi
iman ve terbiyenin kazanılması itibarıyla önemi haiz olur. Nitekim Hz. Ömer
"Ya Resulullah: Sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka herşeyden
sevgilisin." demişti, Resulullah "Ben sana nefsinden de daha sevgili
olmadıkça imanın tamam olmaz, buyurdu, bunun üzerine Hz. Ömer hemen
"Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin."
dedi, Resulullah da, "şimdi ya Ömer! İmanın tamam oldu." buyurdu.
İşte Hz. Ömer'in böyle bir an içinde sevgisini artırarak yemin ile ikrar
verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde de sevginin kendisi
bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın verdiği bir histir.
Allah'ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak Allah'ın sevdirdiği
şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile, tecrübe ile sevgi şuuruna
erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi ile ilgili olduğu, sevgi de
Allah'ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı
sevdirdi, yani o sayede Resulullah'a iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde
güzelleştirdi, gereğince amel edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı ve
isyanı size çirkin, iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.
KÜFÜR, imanın karşılığı inkâr ile Allah'ın
nimetlerini örtmektir.
FÜSÛK, esasen çıkmak demek olup bazan dinden
çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde dahil olduğu için burada ondan ayrı
bir mânânın kastedilmiş olması gerekir. Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve
itaatten çıkış, yani sözlü ve fiilî imanın gereklerine uymamak mânâsında
kullanılır. Burada küfür imana; füsûk ve isyan da imanın tezyinine,
güzelleştirilmesine karşılık demek olduğundan füsûk yalancılık ve sözle
doğruluk ve itaatten çıkmak; isyan da emri terk ile fiilen taatten çıkmak
mânâsında olması daha uygun görülmüştür. Füsûk'u büyük günahlara, isyanı küçük
günahlarda kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu halde âyetinde fâsık, sözü iman
yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günah işleyen bir günahkâr demek olur.
İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve kalplerinde iman
zinetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden ve küfrü, füsûku, isyanı
iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk ve itaatten ayrılmayan
kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden kimselerdir.
RÜŞD, hak yolunda sağlam ve sabırlı ve tam bir
isabetle dosdoğru gitmektir.
8- Allah'ın lütuf ve nimetinden, yani o rüşd,
yahut hep bu zikrolunan sevdirme ve kötüleme ve rüşd, Allah'ın lütuf ve
nimetinden olarak cereyan etmektedir. İşbu "İşte onlar" işaret
isminde hitap peygambere, işaret ve zamir 'deki muhataplaradır. Görünüşe göre
'deki muhataplar da bunlarda dahil görünüyor. Yani peygamberin açıklaması ve
hatırlatması üzerine görüşlerinde ısrar etmeyip hepsi iman ve itaatle doğruluk
ve uyum gösterdiler, füsûk ve isyandan sakındılar. Fakat Zemahşeri bunları
Peygambere karşı görüş ileri sürmekten sakınan ve takvada ciddiyetleri ile öyle
bir cüret ve cesaretten korunan ve yukarıda "Onlar, Allah'ın kalplerini
takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) diye anlatılan
kısım olmak üzere açıklamış da şöyle demiştir: "Eğer size uysaydı..."
ifadesi delalet eder ki, müminlerin bazısı Velid'in sözünü tasdik ile Beni
Mustalik'i vurmak fikrini Resulullah'a iyi göstermek istediler, bu ise hata ve
onların kusurlarından idi. Diğer bazıları ise sakınıyorlardı ve takvada
ciddiyetleri öyle bir cesarete engel oluyordu ki onlar "fakat Allah, size
imanı sevdirdi" âyeti ile istisna kılınanlardır. Bu
"bazılarınıza" demektir. Fakat sıfatlarının öbürlerinden farklı
olması kelimesinin zikredilmesini gereksiz kılmıştır. Bunlar Kur'ân'ın öyle
icazlarından ve ince parıltılarındandır ki, onları ancak yüksek kişiler
sezebilir. Tefsircilerin bazısından bunlar, "Onlar, Allah'ın kalplerini
takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat 49/3) buyurulanlardır diye
rivayet edilmiştir. "İşte Onlar doğru yolda olanlardır" âyetindekiler
de bu müstesnalardır. "Allah, Alim ve Hakîm'dir" herşeyi bilir. Lütuf
ve nimeti de hikmetiyle verir.
9- Fâsıkın sözüne kapılmanın ve Peygamber'i
dinlemenin neticelerinden biri olan anet, sıkıntı ve günah ve öne geçmeye bir
işaret olmak üzere buyuruluyor ki: Ve eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa,
rivayetlerin özetine göre: Resulullah (s.a.v.), Sa'd b. Ubâde'nin hastalığında
ziyaretine giderken, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'e de uğraması istenilmiş ve bir
merkebe binerek uğramıştı. Abdullah b. Selûl, "Merkebin kokusu bizi
rahatsız etti" demiş. Orada hazır bulunan Ensar'dan Abdullah b. Revaha
Hazretleri de "Vallahi Resulullah'ın merkebinin kokusu senden daha
hoştur." demiş. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy'in kavminden taraftarları
kızmış, Abdullah b. Revaha Hazretlerinin arkadaşları da kızmışlar, İbnü Revaha
Hazrec kabilesinden, İbnü Übeyy Evs kabilesinden olduklarından iki kabileden
birtakım kimseler, silahsız olarak elleriyle, papuçlarıyla, sopalarla döğüşmeye
başlamışlar, bunun üzerine bu âyet inmiş, Resulullah âyeti okumuş, bu şekilde
barışmışlar. Fakat İbnü Cerir'in ve İbnü Ebi Hatim'in, Süddi'den rivayetlerine
göre: Ensar'dan İmran namında bir zatın Ümmü Zeyd adında bir hanımı vardı,
kadın yakınlarını ziyaret etmek istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan
kimsenin gelmemesi için de evinin üst katında hapsetmişti. Kadın ailesine haber
göndermiş onun üzerine kavmi gelmiş oradan indirip götürmek istemişler, kocası
da çıkmış kendi kavminden yardım dilemiş, bunun üzerine amcasının oğulları
gelip kadın ile ailesinin aralarına girmeye çalışmışlar, onlar da müdafaa
etmekle döğüşmüşler, bu âyet inmiş, Resulullah adam göndermiş barıştırmış,
taraflar Allah'ın emrine dönmüşler. Önceki, birinci âyetin mânâsına daha
yakındır. Dikkat çekicidir ki, âyette önce "Eğer iki taife" diye
tesniye ile başlanıldığı halde fiilde "ikisi vuruşurlarsa" denilmeyip
çoğul sigası ile "onlar vuruşurlarsa" buyurulmuştur ki, bu fark
tercemede gösterilemiyor. Bunun nüktesi, azdan başlayan bir kıtâl'in
bastırılamadığı takdirde genişleyeceğini hatırlatmaktır. Onun için derhal ikisi
arasını islah edin, düzeltin, nasihat ile ve şayet orada bir şüphe varsa onu
gidermekle, olmadığı takdirde Allah'ın hükmüne çağırmakla sulh edin,
barıştırın. bunun üzerine şayet birisi diğerine karşı saldırırsa.
BAĞY, haksız yere yükselmek isteyerek
düşmanlık etmektir. Yani barış teşebbüsü yapıldığı ve şüphe varsa giderildiği
halde birisi barışa yanaşmayıp her ne olursa olsun haksızlıkla üste çıkmak
sevdasını beslerse: O vakit o saldıran grupla savaşın. Ta ki, o Allah'ın emrine
dönene kadar. Allah'ın emri "Allah'a itaat ediniz. Resulullah'a ve sizden
olan emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisâ, 4/59) âyetine göre hükmüdür.
Razî der ki: İşaret eder ki, bu savaş, saldırgana had cezası gibi, saldırmayı
terk halinde de uygulanacak bir ceza değildir. Dönünceye kadardır, saldırganı
önlemek gibidir. Onun için saldırganın vazgeçmesi hakkındaki emre dönünce,
savaşmak haram olur. Buyuruluyor ki: Eğer dönerse o vakit de adaletle aralarını
düzeltin, barıştırın, yani yalnızca andlaşma ile bırakmayın da Allah'ın
hükümlerine göre haklarını gözeterek hükmedip aralarını bulun. Öncekinde mutlak
olarak "aralarını sulh edin" buyurulduğu halde burada
"adaletle" kaydı ile kayıtlanmıştır. Çünkü savaştan sonra olduğu için
bunda haksızlık tehlikesi vardır. Onun için bir de tamamına göre şu şekilde
te'kid edilmiştir. Hem her hususta adalet ve hakkaniyeti gözetin, her hak sahibine
haktan hissesini verin, saldırmaktan, zulümden sakının. Çünkü Allah adalet
yapanları sever. Ebu Hayyan'ın Bahir'de açıkladığına göre bu âyetteki
"savaşınız" ve "sulh yapınız" hitapları "Emir yetkisi
kendilerinde" olan velayet sahiplerinedir. Bu mânâ İbnü Abbas'tan rivayet
edilmiştir. Yani aynen vücub, hükümet adamlarına yöneliktir. Çünkü bu savaşa
müdahale ile barış yapabilme kudreti yalnız ferdî bir kudret olarak
düşünülemez, fakat herhangi bir şekilde barış ve savaş yapmaya yetkili olanlar
hakkında farz-ı kifaye olmak üzere ümmetin tamamına hitap olması "Ey iman
edenler" çağırısının zahirine daha uygundur. Onun için saldırma
gerçekleşince ona karşı emir ve yetki sahiplerine yardım cihadda olduğu gibi
umuma gereken bir vecibe olur. Nitekim Hakim ve Beyhaki'nin rivayetlerine göre
Abdullah b. Ömer (r.a.) Hazretleri ben şu "Vazgeçen saldırgana savaş
açmadığımdan dolayı işbu âyetinden nefsimde bulduğumu hiçbir şeyden
bulmadım." demiştir. Yolkesici, saldırganlar hakkında Fıkıh kitaplarında
özel bölüm vardır.
10- "adalet yapınız" emri gibi şu da
bütün müminlere umum ifade eder: Bütün müminler ancak kardeştirler. Zira hepsi
ebedi hayata sebep olan iman esasında birleşir din kardeşidirler. Onun için iki
kardeşiniz arasını düzeltin, gerek iki fert, gerek iki mümin topluluk
bozuştuklarında hemen aralarını bulup barıştırın, dinde kardeşliğin gereği
budur. Ve Allah'tan korkun, yani bu düzeltme ve kardeşlik takvadandır.
Bozuşmaktan korunun, müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa,
kardeşlikleri kuvvetli olmazsa kâfirlere karşı mücadele edemezler, Allah'ın
azabından iyi korunamazlar. Onun için Allah'tan korkun, bozuşmayın,
bozuşursanız, barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın, her işinizde takva yolunu
tutun ki rahmete erdirilesiniz.
Meâl-i Şerifi
11- Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir
toplulukla alay etmesin. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar
da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi
kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sora
fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler
zalimlerdir.
12- Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan
kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın.
Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini
yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun.
Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.
13- Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle
bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve
kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan
en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır.
14- Bedevîler "inandık" dediler. De
ki: Siz iman etmediniz ama "İslâm olduk." deyin. Henüz iman
kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah
işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet
edendir.
15- Gerçek müminler ancak Allah'a ve Resulüne
iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.
16- De ki: Siz dininizi Allah'a mı
öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah
herşeyi hakkıyla bilendir.
17- Onlar İslâm'a girdikleri için sana minnet
ediyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana
erdirdiği için Allah sizin başınıza kakar. Eğer doğrulardan iseniz (Allah'a
minnettar olmanız gerekir.)
18- Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin
görülmeyen esrarını bilir. Allah yaptıklarınızı görür.
11- "Ey iman edenler! Bir kavim bir
kavimle alay etmesin." Müminler arasında iyilik ve takva emredildikten
sonra o kardeşlik ve iyilikleri bozabilecek cahilliklerden sakındırmak ve
müminler arasında iyilik ve takva duygusunu en yüksek bir içtenlikle uygulayarak
karşılıklı saygı telkin etmek ve bu şekilde İslâm'ın daha bir çok kavimlere
yayılıp gelişeceğine işaret ile o geniş kardeşliği süsleyecek temizliğe
yükseltmek üzere bu iki âyet ümmete edeb öğretmekle huzur ve gıyab'da ahlaki
bir yol göstermedir. Âyetin inişi hakkında bir kaç sebep nakledilmiştir.
Dahhak'tan rivayet olunduğuna göre: Beni Temim'den bir kavim, Bilâl-i Habeşî,
Habbab, Ammar, Süheyb, Ebû Zerr, Sâlim, Mevlâ Huzeyfe gibi kimselerle alay
etmişlerdi. Âişe (r.anha)'dan: Zeyneb binti Huzeymete'l-Hilâliyye'yi
kısalığından dolayı eğlenmişti. Bunun gibi Hz. Âişe ile Hz. Hafsa, Ümmü Seleme
Hazretlerini kısa diye konuşmuşlardı. İbnü Abbas'tan: Hz. Safiyye binti Huyey
Resulullah'a gelmiş, kadınlar bana; Ey yahudi kızı yahudi! diye söz atıyorlar,
demiş, Resulullah da: Babam Harun, amcam Musa, zevcim de Muhammed niye demedin?
buyurmuştu. Şu da rivayet olunmuştur ki; Sabit b. Kays'ın kulağında biraz
ağırlık vardı, Reslullah'ın meclisine geldiği vakit işitsin diye yer açarlardı.
Bir gün gelmiş açılın diye Resulullah'ın yanına kadar varmıştı, bir zata çekil
dedi, o aldırmadı bu kim? dedi, o zat da ben filanım dedi, o hayır sen filan
kadının oğlusun, diye cahiliyyede ayıplanan bir kadın söyledi, adamcağız mahcup
oldu, bu âyet inince Sâbit bundan sonra kimseye karşı haseb ile de iftihar
etmem, dedi. Bir de Ebu Cehil'in oğlu İkrime müslüman olmuştu, bazı kimseler
ona "bu, bu ümmetin firavunu'nun oğlu" demişlerdi, gücüne gitmiş,
Resulullah'a şikâyet etmişti, işte bu âyet bu sebeple indi. Kurtubi demiştir
ki; alay etmek; hakaret ve horlamak ve gülünecek şekilde ayıp ve kusura
dokunmaktır. Bazı fiilini veya sözünü hikâye ve işaret veya imâ ile yahut
lakırdısına veya işine veya herhangi bir kusuruna veya suratına gülmek ile de
olur... Diğer bir tarife göre bir şahsı huzurunda gülünecek şekilde sözle veya
hareketle tahkir etmektir. Kamûs'un ifadesine göre eğlenmektir. Râzî burada
kastedilen mânâya göre bunu şöyle tarif etmiştir: "Mümin kardeşine tazim
ve hürmet gözü ile bakmayıp, derecesinden düşürerek iltifat etmemektir ki,
kardeşlerinizi tahkir etmeyin, küçültmeyin, demektir. Kavim demek aslında
kâimin çoğulu veya masdarla isimlendirme gibi iş gören kendilerini savunmaya
kalkışabilecek yani dirişebilir erkek topluluğuna denir, "Nuh Kavmi,
Firavun Kavmi" ifadelerinde olduğu gibi kadınları da ifade etmesi,
dolayısıyla ve tabi olma yoluyladır. Burada erkek ve kadına ayrı ayrı
hatırlatılmak üzere kavim ve kadın diye açıkça ortaya konulmuştur.
"Kavim" ve "kadın" kelimelerinin nekre (belirsiz) oluşu,
yasaklamada genellik ve umum ifade etmesi içindir. Tekil'in genel mânâ ifade
etmesi daha genel olduğu halde "kavmün velânisâün" diye cemi ve
nekire getirilmesinde de incelikler vardır. Bu önce İslâm'ın yalnız fertlere
değil, bir çok kavimlere yayılacağını bir hatırlatmadır. İkinci olarak alaya
alma işinin zararının büyük olup ona tek başına bir erkek veya kadının devam
edemeyeceğine işarettir. Üçüncü olarak, alay eden veya maskaralık yapan kişinin
yanında çoğunlukla gülüp eğlenecek ve bu şekilde ona arkadaş olacak kimselerin
eksik olmayacağına ve bu yüzden tek kişinin topluluğa dönüşerek işin
büyüyebileceğine de işaret eder. Netice olarak hiçbir mümin topluluk, hiçbir
mümin kavim ile eğlenmesin alay etmesin. Belki onlar kendilerinden daha hayırlı
olurlar. Bu cümle yasaklamanın sebebidir. Bundan dolayı gibi bir edat ile
bağlanması gerekli gibi görünürken bir soru ve cevap tarzında zihinlere
yerleştirilmek için başlangıç cümleleri halinde getirilmiştir. Yani bu
yasaklamanın sebebi sorulmak istenilirse her mümin şöyle inanmalıdır: Olabilir
ki, eğlenilen. Allah yanında o eğlenenden daha hayırlı olsun, çünkü insanlar
yalnız görülebilen halleri bilebilirler, iç yüzünde gizli yönleri bilemezler.
Allah yanında tartı tutacak olan ise vicdanların ihlası, kalplerin takvasıdır.
İnsanın ilmi ise onun Allah yanındaki tartısını tartmağa, iki kalbin gizli
meyillerini ölçmeye yeterli değildir. Onun için kimse dış görünüşe bakıp da
gözünün kestiğini horlamaya, eğlenmeye cür'et etmesin, eğer Allah yanında
vakarlı, saygılı olan bir şahsa, hakaret etmiş olursa nefsine ne büyük
zulmetmiş olur. Bununla birlikte... "Kadınlar da kadınları alaya
almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler." Ve kendi kendinizi
ayıplamayın, ayıp sürmeyin.
LEMZ, dil ile yaralamak, ayıplamak, kötülemek
ve yermektir. Burada iki mânâ vardır ki ikisi de doğrudur: Birincisi,
müminlerin hepsi bir nefis gibi olduklarından bir mümini ayıplayan kendi
nefsini ayıplamış gibi olur. İkincisi de ayıplanacak şey yapan kimse, kendi
nefsini ayıplamış olur. Birinciye göre mânâ: Müminleri ayıplamayın, kötüleme ve
yerme yapmayın ki kendi nefsinizi ayıplamış olursunuz. İkinciye göre mânâ: Bir
mümini, eğlenmek gibi ayıplanacak, kendinize leke olacak şeyler yapmayın ki
kendinizi ayıplamış, lekelemiş olmayasınız demektir. birinci mânâ kardeşlik noktasından
daha samimi, ikinci mânâ izzet-i nefis, şeref açısından daha temiz ve güzeldir.
Lâkaplarla da atışmayın, yani birbirinizi
kötülemek için kötü lâkap takarak da çağırmayın.
LÂKAB, övmeye veya kötülemeye işaret eden isim
veya vasıftır. Kötülüğe işaret eden lâkaplar çirkin lâkaplardır.
NEBZ, örfte kötü lâkap takmak mânâsına olduğu
için burada yasaklanan lâkaplar, kötü lâkaplardır. Yoksa karşıdakinin haliyle
uygun olarak övgü ve saygıyı ifade eden güzel lâkaplarla anmak yasak değildir.
Keşşâf'ta der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiştir: "Müminin
mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en sevdiği ismiyle
çağırmasıdır." Onun için künye koymak sünnetten ve güzel hareketlerdendir.
Hz. Ömer (r.a.) "Künyeleri yayın, çünkü uyarıcıdır." demiştir.
Gerçekte Hz. Ebu Bekir, Atîk ve Sıddîk, Hz. Ömer Fâruk, Hz. Hamza Esedullah,
Halid b. Velid Seyfullah lâkaplarıyla lâkaplanmışlardır. Ve bilinen kimselerin
çoğu hep lâkaplarıyla hatırlanmışlar ve anılmışlardır. Hem böyle güzel lâkaplar
gerek Arab'ın ve gerekse diğer milletlerin hemen hemen hepsinde
süregelmiştir... Fakat mümini gücendirmesi ve ayıplaması düşünülegelen
lâkaplarla çağırmak çağrıştırmak müminler arasında yapılmamalıdır. İmandan
sonra fâsıklık! Ne fena isim! Yani imandan sonra bu yasaklanan şeyleri; alay
etmeyi veya ayıplamayı veya kötü lâkap takmayı işleyenler, fısk yapmış ve
böylece kendilerine fâsıklığı uygun görmüş olurlar. Halbuki imandan sonra
fâsıklık veya fısk ile anılmak ne fena bir anılma, ne çirkin bir addır. Bundan
dolayı bir mümin bunu ne kendine, ne de kardeşlerine uygun görmemelidir. Ve her
kim şu yasaklanan şeyleri yapar da tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir. İtaat
yerine isyanı koyarak zulmetmiş, hem imandan sonra fısk adını takınarak ve
kendini azaba layık kılıp nefsine yazık eylemiş kimselerdir. Nîsâburî
Garâibü'l-Kur'ân'da der ki: Zira yasaklanan şeyde ısrar küfürdür, yasaklanan
şeyi emredilmiş gibi saymaktır.
12- Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan
kaçının, uzak bulunun; beslemekten, yahut onunla amel etmekten sakının. Çünkü
zannın bazısı ağır günahtır.
İSM, sonunda üzerine ceza gerektiren günahtır.
Çünkü zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez,
etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve
iftirâ ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi
işler olduğu zaman hata daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da
böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit
zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir.
Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar. Gerçi
zannın hepsi günah ve vebal değildir. Allah'a ve müminlere güzel zan gibi vacip
olan zan da vardır. Nitekim Nur Sûresi'nde: "Erkek ve kadın müminlerin bu
iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi zanda bulunup da..."
(Nur, 12) buyurulmuş ve Kudsi Hadis'te "Ben kulumun bana zannı
yanındayımdır." diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur ki: "Her biriniz ancak Allah'a iyi zanda bulunarak
ölsün." ve: "İyi ve güzel zan imandandır." buyurulmuştur.
Uygulamada kati olmayan hususlarda zanni delil ile amelin vacip olduğu yerler
de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan zanlar da vardır.
Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan ilâhî hususlarda ve
peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allah'a ve iyi kimselere karşı
kötü zan da haramdır. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ
müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram
kılmıştır." İşte bu âyet de bu mânâda indirilmiştir. Ve hepsinin değil,
bazı zannın günah olduğu açıkça ortaya konulmuştur. Burada mârife olarak
denilmeyip de nekre olarak belirsiz şekilde buyurulmasının nüktesinde de Keşşâf
gibi belagat ehli olan tefsirciler diyorlar ki: Bunun nekire gelmesi
"bazılık" mânâsını ifade etmek ve zanların içinde meydana çıkarma ve
belirleme olmaksızın genellikle sakınılması vacip olanlar bulunduğunu işaret
etmek içindir ki, herkes hak ve batılı açık belirtileriyle seçmeden ve iyi
araştırmadan ve düşünmeden zanna cür'et etmesin. Allah'tan korksun. Eğer nekre
değil mârife getirilseydi zandan sakınma emri az bir zanna değil, çok olan
zanna ait imiş ve sakınılması gereken zann çoklukla sıfatlanmış olan zann olup
az olan zanna ruhsat varmış gibi kabul olunabilirdi. Sakınılması vacip olan
zannı diğerinden ayıracak olan ayırıcı özelliğe gelince: Açıkta bir sebebi ve
doğru bir işareti bulunmayan zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı
bilinmeyen bir adama iyi zan vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat
fısk ve fücur ile tanınan kimselere kötü zan haram olmaz. Bununla beraber:
Tecessüs de etmeyin, yani müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve
işaretler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye casus gibi inceden
inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun, Allah'ın örttüğünü örtün.
TECESSÜS, cess'ten tefe'uldür. Cess aslında
hastalığı sağlığı anlamak için nabız yoklamaktır ki el ile yoklamak ve haber
araştırmak mânâlarına gelir. Tecessüs de bundan tekellüftür ki dikkat ve
gayretle araştırmak demektir. Nitekim casus da bu maddedendir. Bir Hadis-i
Şerif'te şöyle rivayet edilmiştir: "Müslümanların eksiklerini ayıplarını
araştırmayın. Zirâ her kim müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah Teâlâ da
onun ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay
eder." Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine'de geceleyin karakol
gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan
aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var, ey Allah'ın
düşmanı dedi: Sen günah işleyeceksin de Allah seni muhakkak örtecek mi sandın?
Adam, sen de acele etme ey müminlerin emiri! dedi: Ben bir günah işledim ise
sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ "Eksikleri araştırmayın."
buyurdu, sen gizliliği araştırdın, Allah Teâlâ "Evlere ön kapılarından
giriniz." (Bakara, 2/189) buyurdu sen duvardan aştın, Allah Teâlâ
"Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam
vermedikçe girmeyin." (Nûr, 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime izinsiz
girdin. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır
var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin? dedi, o da evet, dedi, bu
şekilde bıraktı, çıktı.
Ve bazınız bazınızı gıybet de etmesin.
GIYBET, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı
bir şey söylemektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Bilir misiniz
gıybet nedir?" "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler.
"Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır." buyurdu. "Ya
söylediğim kardeşimde varsa?" denildi. "Eğer söylediğin onda varsa
gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun."
buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir.
Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı ayıplamak yasaklandığı gibi burada
da gıybet yasaklanmıştır. Birgivî Tarikat-ı Muhammediye'de bu hadisi
naklettikten sonra der ki; gıybet, din ve dünya ayıplarının anılmasını içine
alır. Fakat bizim alimlerimize göre karşıdakinin tanıması ve sövme yoluyla olması
da şarttır. Kadıhan Fetâvâ'sında "Bir adam, kardeşinin günah ve
kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse o gıybet olmaz. Gıybet ancak öfke
şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye zikredilmiştir. Bundan dolayı
kötülüğü gidermek için veya fetva almak için veya şerrinden korunmak için yahut
'topal" demek gibi tarif için olursa gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği
fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine
gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes
(r.a.)'den: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim haya örtüsünü
atarsa, artık onun gıybeti yoktur." İbnü Ebi'd-Dünya Behz b. Hakim'den, o,
babasından, o da dedesinden nakleder: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki:
"Fâcir kimseyi insanlar tanırken anmaktan korkacak mısınız? Onu onda olan
ile anın ki, insanlar sakınsınlar." Gazâlî sövmeyi, daha çok daraltmıştır.
Sonra gıybet üç çeşittir. Birincisi, gıybet edip de, ben gıybet etmiyorum, onda
olanı söylüyorum, demektir. Bu, fakih Ebulleys'in Tenbih'te dediği gibi kesin
olan haramı, helal saymak olduğu için küfürdür. İkincisi gıybet edip gıybeti,
gıybet edilen kimseye ulaşmaktır, bu günahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam
olmaz, çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbnü Ebiddünya ve Taberânî'nin
Câbir'den rivayet ettikleri şu hadisin mânâsı da budur: "Gıybet, zinadan
daha kötüdür." buyurulmuş; nasıl olur? denilmiş, Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder. Allah mağfiret buyurur, gıybet
eden ise gıybet edilen affetmedikçe, mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, gıybet edilene
ulaşmaz. Bu hem kendisine ve hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tevbe
etmekle affolunabilir. Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler,
bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar yeterlidir, demişlerdir...
Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini
yemesini sever mi? Gıybetin tabiî olarak, aklen ve şer'an kötülüğünü ve
çirkinliğini tasvirdir. Gıybet edilen, kimse orada bulunmayıp söylenen sözü
bilmemesi ve o anda savunacak durumda olmaması dolayısıyla bir ölü, hem de
kardeş olan bir ölü ve o vaziyette onun kötülüğünü söyleyerek gıybet ile
şerefine saldırmak bir ölünün etlerini parçalayıp yemek ve özellikle o
saldıranın zannınca da fena ve bundan dolayı kurtlu bir leş halinde bulunan bu
etleri hırs ve iştah ile seve seve yemek şeklinde bir canavarlık olmak üzere
tasvir buyuruluyor ki ifadedeki bir kaç kez yapılan mübalağalar da dikkatten
kaçmayacak kadar, açıktır. Bir taraftan takrire, bir taraftan da inkara
ihtimali olan soru, son derece iğrenç bir şeye sevgi ile alaka, fiili genelleme
ile bir'e dayama, hem yalnız insan eti ile değil, kardeş eti yemekle, hem de
sağ değil, ölü leş halinde yemekle temsil ediliyor. Ve insanın namus ve
haysiyetinin eti ve kanı gibi ve belki daha önemli olduğuna işaret ediliyor.
Demek ki gıybet, böyle sefil bir canavarlık, gıybet eden öyle alçak bir canavar
derecesindedir. İşte gıybetin tarifinde Hanefi ulemâsının gösterdikleri öfke ve
sövme yoluyla olması kaydı da, bu temsilin mânâsından açıkça anlaşılmaktadır.
Çünkü etini yemek duygusu düşmanlık ve öfke neticesidir. Keşşaf sahibi gibi
Ebu's-Suud ve bazıları soruyu takrirî gibi göstermiş bulunuyorlar. Buna göre
mânâ şu olur: Biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sevecek öyle mi? Fakat
biz Fahrü'r-Razî'nin dediği gibi inkârî olmasında ısrar etmek istiyoruz. O'nun
için şu mânâyı gösteriyoruz: Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi
sever mi? Elbette sevmez değil mi? Demek ki ondan, o eti yemekten tiksindiniz
çünkü insan fıtratı bundan tiksinmeyi gerektirir. Öyle ise yapmayın ve
Allah'tan korunun. Burada atıf vâvı, bir mâtûfu aleyhin hazfine delalet eder.
"Öyle yapmayın, Allah'tan korunun." demektir. Yani madem ki, onu
yemekten tiksindiniz o halde gıybet etmeyin de Allah'ın kaçınmayı emrettiğinden
sakınarak ve yaptıklarınızdan pişmanlıkla tevbe ederek korumasına girin
korunun. Çünkü Allah Rahîm ve Tevvâb'tır, tevbeyi kabulde ve rahmetini
bereketlendirmede çok belağat sahibidir.
TEVVÂB, ism-i şerifi, tevbesi pek çok mânâsına
mübalağalı ism-i fail olup delalet ettiği mübalağada üç özellik vardır.
1- Kendisine tevbe eden ve yönelen kulları çok
demektir.
2- Öyle çok tevbe kabul eder ki, tevbe ile her
günahı affedebilir. Hiç bir günahkârın tevbe ile affolunamayacak bir günahı
düşünülemez. Çünkü en büyük günah şirktir. Tevbe ve iman ile Allah onu da
affeder. "Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz." (Nisâ, 4/48)
ifadesi tevbe etmeyenler hakkındadır.
3- Tevbeyi kabulde çok fasih'tir. Öyle ki
tevbe eden bir günahkârı hiç günah yapmamış gibi edip, rahmetiyle mutlu kılar.
Böyle tevbeyi kabul, rahmetinin eseri olduğu gibi gıybetten, kötü zandan kötü
ahlaktan yasaklaması da rahmetinin eseridir. Rivayet olunur ki Selmân-i Fârisî
sahabeden iki kimseye hizmet eder, yemeklerini yapardı, bir gün işinden uyuya
kalmıştı, bunun üzerine bir katık istemek için onu Peygamber'e gönderdiler,
peygamberin yemeğine de Üsâme bakıyordu, yanımda bir şey yok dedi, Selman da gidip
haber verdi. O iki zat aralarında Selman hakkında "Biz onu taşkın bir
kuyuya göndersek suyu çekilir." demişlerdi. Sonra bu iki zat Resulullah'ın
huzuruna vardıklarında Resulullah "Niye ben sizin ağızlarınızda et
yeşilliği görüyorum?" buyurdu, et yemedik dediler, "Her halde siz
gıybet etmişsiniz." buyurdu ki bu âyet inmişti.
Bu şekilde müminlerin kardeşliği ve ahlakın en
güzeli ile temizlenmeleri yerleştirildikten sonra hitap bütün insanlara
duyurularak buyuruluyor ki:
13- Ey insanlar haberiniz olsun ki biz sizi
bir erkekle bir dişiden yarattık. Âdem ile Havva'dan veya her birinizi bir ana
ile bir babadan yarattık, yani bu yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı
övünmeye veya şu kavim, bu kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir
insanlık kardeşliği vardır ki o bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini
yercesine gıybete mani olmak gerekir. Ve sizi milletler ve kabileler yaptık ki
tanışasınız, yani soylarınız, atalarınızla iftihar için değil birbirinizi soyu
sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşmanız içindir.
ŞUÛB: Şa'bın çoğulu; KABÂİL: Kabilenin
çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan bedeninin yaratılışını esas alarak
yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın kafatasını meydana getiren kemiklerden
herbirine kabile ve hepsine kabâil denir ve bu baş kemiklerinin birbirine
kavuşup bitiştiği eke de şa'b denilir. Bir babanın sulbünden dallanan çok bir
topluluğa bundan alınmış olarak kabile denildiği gibi çeşitli kabileleri
toplayan ve hepsi bir asla mensup olan büyük cemiyete de re's veya şa'b denilir.
Bu şekilde bir asla mensup olan toplumların hepsinin başı ve büyüğü olan toplum
şa'b'dır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile amareleri içinde bulundurur
ki sadır, yani göğüs derecesindedir. Amâre batınları içinde bulundurur ki,
Türkçe'de göbek deyimine benzer. Batın fahızları içine alır, fahızlar de
fasileleri içine alır, toplamı altı tabaka eder. Bazıları fasileden sonra
yedinci olarak aşireti saymışlardır. Mesela: Huzeyme bir şa'b, Kinâne bir
kabile, Kureyş bir amâre, Arab batınlarına, şuûbun da Acem yani Arab'ın
dışındaki kavim batınlarına işaret olduğunu söylemişlerdir. Netice olarak bir
erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp
dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve
güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip
korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en
takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve
derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan
kavmin soyundan olmak değildir. "Sûra üfürülünce artık aralarında neseb
yoktur." (Müminûn, 23/101) Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak
isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.
ETKÂ, takvadan ism-i tafdil'dir. Yukarılarda
da geçtiği üzere takva lügatte vikâyedendir. Vikâye gayet iyi korunup
sıkınmaktır. Aslı, vakyadır harfi tüklân ve tücâh gibi harfine, harfi de bakvâ
gibi harfine kalbedilmiştir ki nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya koyup
korumak, diğer bir ifade ile sipere girip korunmak demektir. Lügatta hakikati
budur. Sonra bazan korkuya takva, takvaya korku tabir edilir. Şeriatte iki
mânâda kullanılır: Birisi geniş olan âmm mânâsınadır ki sonunda ahirette
zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun fazlayı ve eksiği kabul eden
geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı cehennemde ebedi kalmayı neticelendiren
şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını haktan alıkoyabilecek her husustan
temiz tutarak bütün varlığı ile hakka dönüştür. Bütün manasıyla Allah'ın
korumasına girmektir ki,
"Allah'tan hakkıyla korununuz."
(Âl-i İmrân "/102) âyetinde kastedilen hakiki takva budur. Bir de şeriatte
bilinen özel mânâsı vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine
bulunmadığı zaman maksat bu olur; nefsi günaha layık kılacak gerek fiil ve
gerek terk, herhangi bir günahtan korumaktar. "Ufak tefek kusur dışında
onlar, büyük günahlardan ve hayırsızlıktan kaçınırlar." (Necm, 53/32)
âyeti gereğince bunda büyük günahlardan kaçınmak ittifakla gereklidir. Küçük
günahlar hakkında söz edilmiştir. Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte: "Kul zarar olan şeyden sakınmak için kendisinde zarar
olmayan şeyi terk etmedikçe muttakilerden olmaz." buyurulmuş olması
sebebiyle haram şüphesi olan helallerden, yani tahrimen mekruh olanlardan da
kaçınmak gerekir. Ragıb der ki: Şeriatın tarifinde takva: nefsi günahtan
korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mübah olan şeyleri
terk ile tamamlanır. Çünkü rivayet olunan "Helal belli, haram da bellidir,
aralarında şüpheli şeyler vardır..." hadisi gereğince koru'nun kenarında
otlayan içine düşebilir. Buhârî, Müslüm ve diğerlerinde rivayet olunduğuna göre
Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Helâl, belli haram da bellidir, yane
şeran açıklanmıştır." Fakat bu ikisi arasında, her ikisine de benzeyebilen
şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez, bundan dolayı şüpheli
şeylerden korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüpheli şeylere
düşen ise harama düşer, nitekim koru kenarında (koyun) güden çobanın koruya
düşmesi pek mümkündür. Haberiniz olsun ki her padişahın bir korusu vardır.
Allah'ın korusu da yasak kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun ki cesette bir et
parçası vardır, o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O bozuk olursa cesedin
hepsi bozuk olur. Biliniz ki o kalptir. Birgivî bu hadisi naklettikten sonra
der ki: sözlük mânâsı, şeriata mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korunma
mânâsı ise küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı gerektirir.
Fakat bu zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak mümkün değildir. Onun için
harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç
yetirilebilen miktar ve ölçüdedir. O halde takvanın meydana gelmesinde herbir
haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği
ortaya çıkmış olur... Bu açıklamada takvanın yukarılarda zikredilmiş olan üç
derecesine de işaret edilmiş oldu, bunlar gösteriyor ki, takvalı olabilmek için
korunulması gereken günahları, tehlikeleri bilmek gerekecek; ilim olmadan takva
olamayacaktır. Bu ise "Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince)
korkar." (Fâtır, 35/28) âyetine işaret olur. Bundan dolayı takva gereği
olan korku ve korunma ile tefsir edilecek olursa, en takvalı demek, Allah'tan
en çok korkan mânâsını da ifade eder. Bu şekilde bu âyet, yani bu âyette işbu
"Allah nezdinde en şerefliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır."
düsturunun bu sûrenin, bir gayesi olarak düşünülmesi gerekecektir. Başta
"Allah'tan korkunuz" ve "İşte bu kimseler Allah'ın, kalplerini
takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) buyurulması da bunu
anlatır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki; "Her kimi insanların en
şereflisi olmak sevindirirse, Allah'a takvalı olsun." Diğer bir hadis-i
şerifte de Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Ey insanlar! İnsanlar iki
kişiden ibarettir: Biri mümin, muttakî, Allah yanında şerefli; biri de fâcir,
kötü, Allah yanında değersiz." İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet olunmuştur:
Dünyanın şerefi zenginlik, âhiretin şerefi takvadır. Şüphe yok ki Allah,
herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır, sizi ve her yaptığınızı bilir ve
hallerinizin iç yüzünden de haberdardır. "Hanginizin daha muttakî olduğunu
o bilir."
14- Şimdi müslüman olup da henüz imanın bu
yüksek zevkine erecek kadar terbiye almamış olanlara bu temizliği vermek ve
hakka özen ile talim ve terbiye esnasında ayıplama ve gıybet hükmü cari
olmayacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki: O a'rabiler inandık, dediler.
Medine civarında Beni Esed İbn-i Huzeyme kabilesi ganimet hevesiyle
müslümanlığa girmişlerdi, rivayet olunduğuna göre bir kıtlık senesi Medine'ye
gelmişler ve iki kelime-i şehadeti söylemişlerdi. Peygamber'e karşı: "Biz
filan oğulları ve filan oğulları gibi sana savaş açmadık, ağırlık ve
ailelerimizle geldik." diyorlar, sadaka gözetiyorlardı ve yaptıklarını
peygambere bağışlatmak istiyorlardı, bu indi. De ki: Siz iman etmediniz. Çünkü
iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten sevgi ile güven ve inançla
kesin bir şekilde tasdik olması gerekir. Bu ise anlatılacağı üzere henüz ortaya
çıkmadı, yoksa müslüman olduk diye peygamberi minnettar etmeye kalkışılmazdı.
Ve fakat henüz iman kalplerinize girmemiş olduğu halde İslâm'a geldik, deyin,
yani müslümanlığa karar verdik, sulha girdik deyin, böyle derseniz yalan
söylememiş olursunuz. Çünkü harbin zıddı olan sulha girmek ve bağlanmak
mânâsına İslâm, savaşı terkedip de görünüşte karar vermekle oluşabilir. Halbuki
kalpte sağlam tasdik olmadan iman ettik demek yalan olur. Burada sözün gelişi
"iman ettik", demeyin ve fakat "İslâm olduk" deyin, veya
"siz iman etmediniz ve fakat İslâm'a girdiniz" denilmektir. Fakat
birincisi imanı söylemekten açıkça yasaklama şeklinde olacağı, ikincisi de
Şer'an itibarının şartı olan iman, istenildiği halde İslâmlarına kesin karar
ifade edeceği için bunlardan sakınmak üzere nazmın üslubu bu nazik şekle
dökülmüştür. Fahreddin Razî burada "Mümin ile müslim ehl-i sünnete göre
birdir. Nasıl olup da burada bu fark anlaşılabiliyor?" diye sorarak buna
şöyle bir cevap verir: "Genel ile özel'in farkı vardır. İman ancak kalp
ile olur. Bazan onunla beraber lisan ile olur. İslâm ise daha geneldir, fakat
özel şeklinde genel ile özel birleşmiş olur." Ragıb da Müfredat'ında şöyle
der: "İslâm şeriatta iki kısımdır. Birisi imanın altındadır ki bu dil ile
ikrardır. Bununla kan korunmuş olunur. Beraberinde itikat gerek olsun gerek
olmasın " O A'râbiler inandık, dediler, de ki: Siz iman etdiniz fakat
İslâm'a geldik, deyin." âyetinde bu mânâ kastedilmiştir. Birisi de imanın
üstündedir ki bunda dil ile ifade ile beraber hem kalben iman, hem vefa hem de
Allah Teâlâ'ya bütün kaza ve kaderinde teslimiyet vardır. Nitekim İbrahim
(a.s.) hakkında "Rabbi ona: "İslâm ol" dediği anda,
"Âlemlerin Rabbına teslim oldum." dedi. (Bakara, 2/131) buyurulması
böyledir. Bunun gibi "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i
İmran, 3/19) âyeti ve "Beni müslüman olarak öldür." (Yusuf 12/101)
âyeti de bu mânâyadır. Beni rızana teslim olan kullarından eyle, demektir.
Şeytanın bağlamasından güvenli kıl mânâsına olması da caizdir. İmam-ı Azam'a
nisbet edilen Fıkh-ı Ekber'de de şöyle denilmiştir: İman, ikrar ve tasdiktir,
İslâm Allah Teâlâ'nın emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı
iman ile islâm arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer'î hükümde
İslâm'sız iman, imansız İslâm olmaz. Bu ikisi zahir ile batın, yüz ile astar gibidir.
Din de iman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan isimdir... Demek olur
ki yukarılarda "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran,
3/19) âyetinde ve daha bazı yerlerde geçtiği üzere İslâm kelimesi sözlükte asıl
maddesi olan barış ve güven hemzesinin duhul ve müteaddi hale koyma ve diğer
mânâlarına göre barış ve karşılıklı anlaşmaya girmek veya koymak, güvenliğe
çıkarmak, kurtulmak veya kurtarmak; ihlas ve teslimiyet ve bağlanmak gibi
birkaç mânâya gelebildiğinden İslâm ve iman kavramlarında sözlük bakımından
çeşitli farklar bulunduğundan şeriat daha çok bunların ikisinin birlikte
toplanmasına ve gerçekleşmesine itibar etmiş olmakla beraber sözlük anlamlarını
da az çok gözden uzaklaştırmamış bulunmasından dolayı şer'i kullanılışta, üç
mânâ meydana gelmiş olur.
Birincisi: Biri diğerinin şartı olmak, biri
açık, biri gizli olma bakımından asıl bulunmak gibi bir anlam farkıyla beraber
gerçek olarak meydana gelmesinde eşit, şeref ve haysiyette birbirine gerekli
olmalarıdır. Meselâ imanda islâmın hem bâtında ihlas kavramı, hem zahirde
teslim kavramı şart olduğu gibi islâmda da iman, hakkında delil getirilen bir
şey olmak üzere şarttır. Bundan dolayıdır ki Nisâ Sûresi'nde: "Size selam
veya sulh veren kimseye mümin değilsin, demeyin." (Nisâ, 4/94) buyurulmuş
ve bu sebeble mümin ve müslim gerçekte bir sayılmıştır. Buna bilinen mânâsıyla
İslâm demek uygun olur.
İkincisi: İslâm imandan daha genel ve onun bir
başlangıcı olmak üzere imanın altında bir ikrar ve iman, İslâm'ın bir gayesi
olmak üzere üstünde delil gösterilen bir şey ifade etmesidir ki bu âyet bu mânâ
üzere gelmiş ve Râzî yalnız bu farkı kaydetmiştir. Bunu gerçek samimi
müslümanlık karşılığında resmî müslümanlık diye de ifade edebiliriz. Bu henüz
müslümanlık değil, müslümanlığa bir giriştir. Burada ihtar olunuşu da özellikle
bu incelik içindir. Ve onun için "fakat siz islâm oldunuz." diye
tasdik buyurulmamış "İslâm olduk, deyiniz" diye sözlük açısından
ihtar yapılmıştır, bir de "Sâdikûne" karşılık olarak ifade
edilmiştir.
Üçüncüsü: İmandan daha özel ve onun bir
kemali, bir gayesi olmak üzere üstünde olan İslâm'dır ki "Bilakis,
iyilerden olarak kim yüzünü Allah'a döndürürse." (Bakara, 2/112)
buyurulduğu üzere ihsan mertebesini dahi kendisinde bulunduran ve "Allah
nezdinde din ancak İslâm'dır" (Âl-i İmran, 3/19) gerçeğinin ifade ettiği
ve "Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en
çok korkanınızdır." hitabıyla da burada işaret ve teşvik buyurulan
mânâdır. Bu mânâya götürmek üzere buyuruluyor ki: Ve Allah'a ve Resulüne itaat
ederseniz, yani açıktan şehadet ile ikrar edildiği gibi kalben de samimiyetle
imana yükselip olgun mümin, dosdoğru müslüman olmak üzere gereğince amel ederek
Allah ve Resulünün emirlerini seve seve yerine getirirseniz Allah size
amellerinizden hiçbirini eksik olarak ödemez, değerinden eksik ecir ile
karşılamaz. Çünkü Allah Gafur'dur, itaat edenlerin kusurunu bağışlar,
Rahim'dir, rahmetinden ihsanı ile ecir verir.
15-Mümin nasıl olur, denilirse: müminler ancak
o kimselerdir ki Allah ve Resulüne iman etmişlerdir, yani dilleriyle ikrar
verdikleri gibi kalpleriyle de sağlam inanmışlardır. Sonra da işkillenmemiş,
şüpheye düşmemişlerdir. Demek ki iman etmek için önce kalpten şüpheyi atmak
şart olduğu gibi ileride devamı için şüpheden uzak olmak da şarttır. Onlar
sonradan da şüpheye düşmemişlerdir. Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad
etmektedirler, yani Allah'a itaat yolunda her türlü zahmet ve sıkıntıya göğüs
germektedirler; mallar ve canlar ile cihad, mâli ve bedenî her türlü ibadeti
içine alır. Ve işte onlar Sadıklar'dır, iman davasında sadık, verdikleri ikrara
kalpleriyle ve fiilleriyle içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır. De
ki: Allah'a dininizi öğretiyor musunuz? Yani, Allah'a diyanetinizi,
dindarlığınızı haber verip bildirmek mi istiyorsunuz ki biz iman ettik
diyorsunuz.
16-Halbuki: Allah göklerde olanları da bilir,
yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Bu âyet o A'rabileri
kınamaktadır.
17- Müslüman olduklarını sana karşı başa
kakıyorlar, sana bir minnmet sayıyorlar, başına kakıyorlar, seni minnettar
etmek istiyorlar.
MİNNET, o nimettir ki onu veren verdiği
kimseden hiç bir sevap istemez, yalnız onun ihtiyacını kesmek ister ki bu ebedi
şükre değer bir nimet olur. Veren hiçbir karşılık beklemediği ve hiç bir şey yapmamış
gibi kesip attığı için alan kimse ebediyyen minnettar kalır. Öyle nimet cana
minnet kesilir. İşte fiilen böyle bir nimet ile minnettar etmeye başa kakma
denildiği gibi onu hesaba alıp söylemeye, yani başa kakmaya da mennetmek,
minnet saymak denilir. İkisi de kesmek mânâsına 'den alınmıştır. İn'âm fiili
ihtiyacı keser, söylemek de nimeti keser ve şükrün kesilmesini gerektirir.
Fakat, Ragıb, bu menn ve minnetin ağırlık ölçülerinden olan batman mânâsına
'den alınmış olduğuna inanmış olarak der ki: minnet ağır nimet demektir. Ve bu
iki şekilde söylenir, birisi fiil ile olur. Filan filana menn etti denir ki,
nimet ile ağırlaştırdı, yani çok nimet verdi demektir. "Allah müminlere
büyük lütuf vermiştir." (Âl-i İmran, 3/164) "Allah size lütfetti."
(Nisâ, 4/94), "Andolsun Musa'ya da nimetler verdik." (Saffat,
37/114), "Allah nimetini... dilediğine lütfeder." (İbrahim, 14/11),
"İstiyorduk ki... onlara lütufta bulunalım" (Kasas, 28/5) hep bu
mânâyadır. Hakikatte bu ancak Allah Teâlâ'dan olur. İkincisi de ancak söz ile
olur, o ağırlık laf ile verilir ki insanlar arasında bu çirkin sayılır. Ancak
nimeti inkâr mealinde de olursa başka ve bu çirkin olduğu için "Minnet
iyiliği yıkar." denilmiştir. Küfran halinde söylenmesi iyi düşeceğinden
dolayı da "Nimet nankörlükle karşılanınca minnet güzelleşir."
denilmiştir. "Onlar İslâm'a girdiklerini sana karşı başa kakıyorlar."
âyet-i kerimesinde onlardan olan minnet söz ile Allah'tan onlara olan minnet de
fiil iledir ki onlara hidayettir, onları doğru yola eriştirmedir. Ragıb'ın bu
son sözü dikkate değerdir. Burada Allah Teâlâ'nın onlara menni hidayet nimetine
karşı, küfran halinde güzel olan sözle ihtar mânâsında olmalıdır. Çünkü fiil
ile minnet ve hidayette sakındırma mânâsı yoktur. Halbuki bu ilâhî minnet
yasaklamadan sonra bir sakındıma mânâsındadır. De ki: İslâm'ınızı bana minnet
saymayın, benim başıma kakmayın belki Allah size minnet eder, yani başa kakmak
sizin hakkınız değil, aksine Allah'ın hakkıdır. Siz müslüman olduk diye başa
kakarsanız doğrusu Allah size minnetinin ağırlığını yükletir, nimetini başınıza
kakar. Çünkü sizi imana hidayet buyurmuştur eğer sadık iseniz, yani "biz
iman ettik" demekte doğru iseniz, dediğiniz gibi gerçekten mümin, doğru
müslüman iseniz, iman çok büyük bir nimet, buna hidayet Allah'tan bir minnet
olduğu için siz buna şükretmeyip de onu peygamberin başına kakarsanız Allah
Teâlâ bu hidayete karşı küfrünüzden dolayı sizin başınıza kakar, azarlayıcı
hitabının ağırlığı altında ezer, nimetini keser.
18- Haberiniz olsun ki Allah göklerin ve yerin
gaybını bilir, bundan dolayı sizin içinizi, dışınızı bilir. Müslümanlığınızda
doğru olup olmadığınızı kalplerinizde iman ve doğruluk bulunup bulunmadığını
niyetlerinizden neler geçirdiğinizi tamamen bildiği gibi alemde, göklerde ve
yerde neler olacağını ve sizlerin nelerle karşılaşacağınızı da bilir. Ve Allah
bütün amellerinzi görür, her ne yaparsanız görür, hiç birini kaçırmaz. Bundan
dolayı siz de içinizi dışınızı düzelterek ona göre korunup ona göre çalışınız.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Hucurat Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.