Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Haşr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
59-HAŞR:
1. Göklerde ve yerde bulunan her şey, Allah'ı
tesbih ile tenzih etti ve etmektedir. O'nun şânı, kendisinin her türlü lekeden
uzak olduğunu ve kirli şeylerin O'na yaklaşamayacağını isbat etmektedir. Bu
yüzden her şey O'nun hakkı uğrunda çarpışır, hepsi O'nun ordusudur. Bu sûrenin
böyle bir giriş ile başlaması, hem önceki sûrenin sonuna münasib olması, hem de
zikredilecek çıkarma ve sürgün etme olayında bir haksızlık kokusunun
zannedilmemesi bakımından önemlidir. Ayrıca onun bir temizlik işi olduğunu hatırlatmak
üzere güzel bir başlangıçtır. Ve O, Aziz'dir, Hakîm'dir. Aziz'dir, yani hiç bir
suretle mağlub edilme ihtimali olmayan tam mânâsıyla gâlib ancak O'dur ve bütün
izzet O'nundur. O, dilediğine izzet (üstünlük) verir, dilediğini zelil eder.
Çünkü O, "Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılan"dır. Onun için
âlemde her izzet kırılabilir, ancak O'nun izzetinin sahasına tecavüz edilemez.
O'na karşı gelmek isteyenler, sonunda mağlub ve zelil olurlar. Bununla beraber
O, Hakîm'dir, yaptığını hikmetle yapar. Bazen müminlere sıkıntı çektirip
kâfirlere bir zaman için meydan verirse, onda da bir hikmeti vardır. Ve nihayet
O'nun Hikmet ve İzzet'i tecelli eder (ortaya çıkar).
2. O, Aziz ve Hakîm olan Allah'tır ki, İzzet
ve Hikmet izlerinden bir örnek ve ibret olmak üzere kitab ehlinden o
küfredenleri, Allah'ın Resulü'nü inkâr ederek, Allah adına verdikleri söz ve
andlaşmayı küfür ve nankörlükle bozup "Bu, onların Allah'a ve
Peygamber'ine karşı gelmelerinden dolayıdır..." (Haşr, 59/4) âyeti ile
beyan edileceği üzere Allah ve Resulü'ne karşı uğraşmaya kalkışan kâfirleri ilk
haşirde, yahut ilk haşr için diyarlarından çıkardı. Bu küfredenler, yukarıda da
rivayet edildiği gibi yahudilerden olan Benî Nadir kabilesi idi ki, Hayber
yahudilerinden Benî Kureyza gibi bir büyük kabile kadardı. Söz konusu bu iki
kabileye "Kâhinân" denir ve Kâhin b. Harun neslinden oldukları
söylenirdi. Denildiğine göre bunlar, son Peygamber'in ortaya çıkışını beklemek
için İsrail Oğullarından bir cemaatla gelmiş, Medine'ye yakın bir yere
konmuşlardı. Kondukları yer bayındır olmayan bir kara parçası iken oraya
yerleşmiş ve sağlam binalar yapmışlardı. Ayette kendilerine izafetle
"diyarlarından", "kaleleri" şeklinde ifade edilmesinde de
buna bir işaret vardır. Bekledikleri Resul gelmiş olduğu halde inkar ve
nankörlükte ileri gittikleri için, Allah'ın İzzet ve Hikmet'i onları ilk haşr
olmak üzere yurtlarından çıkardı. Bu küçük bir kıyamet örneği oldu. Bundan
anlaşılıyor ki bir de sonraki haşir vardır. O da "Ahirette de onlar için
ateş azabı vardır." (Haşr, 59/3) âyetinde hatırlatılacağı üzere büyük
kıyametle ahirette olacaktır. Bu iki haşir arasında daha başka ne gibi haşirler
vardır? Onu da Allah bilir. 'deki tefsircilerin çoğuna göre, "Onu, geçen
on (gün) içinde yazdım." cümlesindeki gibi zaman ifade etmektedir. Mânâsı,
"ilk haşirde" demektir. Buna göre ilk haşre, ilk harb mânâsı vermek
daha uygun görünmektedir. Lakin bazılarının dediği gibi ihracın maksadını
göstermek üzere lâm-ı ecliyye (sebeb lâmı) olma ihtimali de vardır. Bu ihracın
sırf Allah tarafından olduğunu açıklamak üzere buyuruluyor ki siz çıkacaklarını
zannetmediniz, demek ki size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkamayacaklardı. O
halde onları siz çıkarmadınız. Onlar da zannettiler ki kendilerinin Allah'tan
koruyacak, sığındıkları kaleleri ve istihkâmlarıdır. Yani Allah tarafından
gelecek azabdan kendilerini korumak için yalnız o sığındıkları kaleler ve
kuvvetlerin kâfi geleceğini, sadece kale ve kuvvetli siperler yapmakla
müdafaanın mümkün olacağını zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. En
önce kalblerde imanın bulunması gerektiğini ve Allah Teâlâ'nın İzzeti'ne karşı
gelmenin kâbil olmadığını düşünmüyorlardı. Bu yüzden onların da düşüncelerine
kalsaydı çıkarılmaları tasavvur edilmezdi. Fakat Allah onlara hesab etmedikleri
bir yönden geldi, yani Allah'ın emri, onları hiç hatır ve hayallerine
getirmedikleri bir cihetten bastırdı, kalblerinden vurdu. Reisleri olan Ka'b b.
Eşref'i kendi konağında güveyi girdiği gece ansızın katlettirivermekle, zaten
zayıf olan manevî kuvvetlerini, ve kendilerine güvenlerini perişan etti. Ve
yüreklerinin içine müthiş bir korku düşürdü. Öyle ki evlerini kendi elleri ve
müminlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ebu Amr kırâetinde "tahrib"
masdarından râ'nın şeddesiyle şeklinde okunur. Yani içerden sokak başlarını
kapamak, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp giderlerken
alabildiklerini götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin dört duvarını
yıkıyor, kapı ve pencerelerini söküyor, kereste ve eşyalarını tarümar
ediyorlardı. Dışarıdan da müminler, onların kapatmak ve sağlamlaştırmak
istedikleri yerleri açmak için hücum ediyorlardı. Diğer bir mânâ ile de, bir
taraftan kendilerinin işledikleri küfür ve cinayetleri, bir taraftan da
müminlerin iman ve gayretli hücumları arasında telaşa düşerek evlerinin viran
olmasına sebebiyyet veriyorlardı. Ey görecek gözü, anlayacak basireti olanlar
bu olayı, iki tarafın bu hallerini düşünün ve kendi halinizle mukayese ederek
ibret alın. Küfrün, zulmün, kalb bozukluğunun ve Allah'a karşı gelip de yalnız
sebeplere güvenmenin âkibetindeki acıklı durumu ve iman ile mücadelenin
şerefini, Allah'ın İzzet ve Hikmet'ini göz önüne getirin, bundan da kendi
hallerinize geçerek ibret dersi alın da yalnız sebeb ve âletlerin kuvvetine
güvenmeyin. Vazifenizi samimi kalb ile Allah için yapıp, bütün tevekkül ve
güveninizi tam bir iman ile ancak ve ancak Allah'a bağlayın. Çünkü Aziz O'dur,
Hakîm O'dur. İ'tibâr, ibret almak, taaccüb ederek öğüt almak demektir. İbret,
"Besâir" ve "Müfredât"da zikredildiği üzere, müşâhede
edileni öğrenmekle henüz müşâhede edilmeyeni bilmeye vesile kılınan duruma
denir. Bunun aslı olan "abr" maddesi, bir halden bir hale geçmek
mânâsını ifade eder. Ubûr, gerek yüzerek gemi veya hayvan ve gerek köprü gibi
her ne suretle olursa olsun suyu ve dereyi geçmek demektir. Bu münasebetle göz
yaşına da ayın'ın fethasiyle "abre" denilir. Aynı kökten gelen ibâre,
söyleyenden dinleyene geçen söz, ta'bir, rüyanın zahirinden bâtınına geçmek
mânâsınadır. Diğer mânâlar da hep bu geçiş anlamıyla ilgilidir. Binaenaleyh
ibret almak diye kısaca ifade ettiğimiz itibâr, müşâhede edilen bir bilinene
dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeye intikâl etmek demektir. Bu da Fıkıh Usûlü
ilminde kıyas denilen istinbât (hüküm çıkarma) usûlünün ta kendisidir. Onun
için fakihler, âyetteki "ibret alın" emrinden hareketle kıyasın delil
olabileceği neticesini çıkarmışlardır. Bu konu usûl-i fıkıh kitablarında
genişce ele alınmaktadır. İmam Fahreddin-i Râzî der ki: "Biz
"Mahsûl" isimli kitabımızda bu âyet ile kıyasın delil olabileceğini
kabul etmişizdir. Onu burada genişce zikretmeden kısaca şunları anlatacağız:
İtibâr, bir şeyden bir şeye geçmek ve sınırı aşmak mânâsından alınmıştır. Onun
için göz yaşına da abre denilir. Çünkü gözden yanağa geçmektedir. Geçide
ma'ber, vasıtasına mi'bir denilir. Çünkü sınırı geçmek onunla mümkün olur.
Hislerle bilinen ilme, ta'bir denilir. Çünkü onun sahibi hayal edilen şeylerden
düşünülene intikal eder. Lafızlara ibâre denilir. Çünkü onlar, mânâları
söyleyenin lisanından dinleyenin aklına naklederler. "Mutlu insan,
başkasından ibret alandır." denilir. Çünkü Onun aklı başkasının halinden
kendi haline intikâl eder. Bundan dolayı müfessirler demişlerdir ki, itibâr,
eşyanın hakikatlerine ve ifade ettikleri mânâlara bakmaktır ki, bu bakışla
onların cinsinden başka şeyler hakkında bilgi elde edilir. Burada Allah
Teâlâ'nın itibâr ile emrettiği hususun beyanına gelince, bunda birkaç ihtimâlin
olduğu söylenebilir. Birincisi: Onlar kalelerine, kuvvet ve kudretlerine
güvenmişlerdi. Allah Teâlâ da onların güç ve kuvvetlerini yok etti. Sonra da buyurdu
ki, "ibret alın ey basiret sahipleri!" bunun anlamı, Allah'tan başka
bir şeye itimad etmeyin demektir. Onun için zâhid (kendisini ibâdete veren)
zühdüne güvenmemelidir. Çünkü onun zühdü Belam'ın zühdünden çok olamaz. Alim de
ilmine güvenmemelidir. Zira İbnü Râvendi'ye bakınız çok fazla gayret
göstermesine rağmen nasıl oldu? Doğrusu kimsenin hiç bir şeyde Allah'ın fazl ve
rahmetinden başkasına itimadı doğru değildir. İkincisi: bu ifadeden maksat,
insana zulmün, küfrün ve peygamberliğe saldırıda bulunmanın âkibetini
göstermektir. Çünkü o yahudiler zulüm ve küfürlerinin uğursuzluğuyla belaya
uğradılar ve yurtlarından çıkarıldılar. İşte müminler bundan ibret alır ve
günahlardan sakınırlar. Ancak buna karşı şöyle bir itirazda bulunulabilir. Bu
itibârın doğru olabilmesi için "onlar zulüm yaptılar ve küfrettiler de
azaba uğradılar ve bu azaba sebeb ancak onların zulüm ve küfürleri oldu"
dememiz gerekir. Halbuki böyle denilmesi genelleme ve akis kurallarına göre
yanlıştır, ve bir uygunluk söz konusu değildir. Çünkü bir çok şahıs zulüm
yapmış ve küfretmiştir de dünyada azaba uğramamıştır. Aksi de meydana gelmiş
değildir. Çünkü Hz. Peygamber ve Ashâbı dahi bir takım meşakketlere maruz
kalmışlardır. Halbuki bu sıkıntılar, onların din ve amellerinde bir kötülüğe delalet
etmemiştir. Böylece sözü edilen illet (sebeb) genelleme ve aksi itibâriyle
fâsid olunca o itibâr ve kıyas da fasid olmuş olmaz mı? Bir de asılda sabit
olan hüküm, onların evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab etmiş
olmalarıdır. Buna zulüm ve küfrü sebeb gösterecek olursak o zaman her zulüm ve
küfredenin, evini kendi eli ve müminlerin elleriyle harab etmesi gerekir. Bunun
böyle olmadığı anlaşılınca bu itibarın doğru olmadığı ortaya çıkmaz mı? Bu
soruya şöyle cevab verilebilir. Asılda sabit olan hükmün üç mertebesi vardır.
Birincisi, evlerinin kendi elleri ve
müminlerin elleriyle tahribi.
İkincisi, bundan daha genel olarak dünyada
azab verilmesi.
Üçüncüsü ise, ikinciden daha genel anlamda
mutlak azabtır.
Zulüm ve küfredenlere verilecek azabın da
mutlak azab olması daha münasiptir. Yani onun tahrip edilmesi, yahut dünyada
öldürülme şeklinde azab görme veya bu azabın ahirette vuku bulması, illete
tesir eden hususlar değildir. Şu halde kıyas konusunda şu söylenebilir: Zulüm
yapan, küfür ve tekzip edenler mutlak azab görürler. Bu azabın dünyada mı,
âhirette mi yoksa her ikisinde de mi meydana geleceğinin tayini istenmiş
değildir. Zulüm ve küfür mutlak azaba layık ve münasiptir. Bu suretle
denilebilir ki, zulüm ve küfür azaba sebebtir. Onlar meydana geldi mi, gerek
dünyada gerek ahirette azab da meydana gelir. İşte kıyâs ve itibâr bu suretle
izah edildiği takdirde itiraz ortadan kalkıp, kıyas sahih bir tarzda
tamamlanmış olur." Nitekim bu mânâ ve sebeb, şu âyetlerle ayrıca
hatırlatılarak buyurulmuştur ki,
3-4. Ve eğer Allah onların üzerine o celâyı
yazmamış olsaydı. Celâ, iclâ gibi hem müteaddi hem de lazımdır. Aslında apaçık
açmak, açılmak, açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak mânâsını ifade eden
celv'den meydana gelen celâ, bir kimsenin veya bir topluluğun yerinden
yurdundan herhangi bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya
uzaklaştırılması demektir ki, yurdu açık kalmış, kendisi açığa çıkarılmış
mânâsınadır. Biz bu anlamı göstermek için yerine göre nefiy, iclâ,
uzaklaştırma, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma, sıçrama, sıçratma
tabirlerini kullanırız. İşte Allah Teâlâ o kâfirlerin öyle yurtlarından
tezikmelerini takdir etmiş, üzerlerine yazmış olmasaydı herhalde kendilerine
dünyada azab ederdi. Katl ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki,
ona nisbetle bu sürgün felaketi bir azab değil, bir lütuf ve müsaade
sayılmaktadır. Nitekim bu olaydan ibret almayan Benî Kureyzâ'nın, eli silah
tutanları idam edilmişlerdir. Onlar aslında böyle bir azabı hak etmişlerdi,
fakat Allah Teâlâ onlara dünyada bu sürgünü takdir buyurmuş olduğu için
kendilerine bir azab vermedi. Mamafih onlar için ahirette ateş azabı vardır
yani cehennem azabı vardır. Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından
kurtulamazlar. İşte onlar öyle azaba müstahaktırlar.
5. Herhangi bir line kestinizse. Lîne,
birçoklarına göre hurma ağacı demektir. Aslı "Levin" den
"livne" şeklinde türemiş olup, "yâ"sı "dime" gibi
vavdan kalbedilmiştir. Çoğulu, "lun" ve "elvân"dır. İbnü
Abbas ve bazı âlimler, "acve" yani balçık hurma denilen kısmı
dışındaki hurma çeşitlerine "line" denildiğini söylemişlerdir. Ebu
Ubeyde "acve" ile "bernî" haricinde bulunan hurmalar
olduğunu ileri sürmüştür. Sevrî, "hurma ağacının en değerlisi" demiş,
Cafer-i Sâdık'dan "acve", Esma'hi'den de "Dekâl" diye
nakledilmiştir. Bazıları da yâî olup, yumuşaklık anlamına gelen
"lin"den türemiş olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü çoğulu
"liyen" ve "liyan" da gelmektedir. Yumuşaklık mânâsı
dolayısıyla ağaç dalları diye tefsir edenler dahi olmuştur. Buna nazaran "line"nin
mutlak yaş ağaç mânâsına olması da mümkündür. Çünkü lîne, hurma ağacı demek
olduğuna göre hükmün delaletinde umûmî anlam vardır. Kısacası, harp esnasında
herhangi yaş bir ağaç kestinizse yahut kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa
hepsi Allah'ın izniyledir. Bu izin de o fasıkları perişan etmek içindir.
6. Fesad için değildir. Allah'ın , Resulüne
onlardan verdiği ganimetlere gelince; İfâe, feyi kılmak, yani fey' (ganimet)
olmak üzere vermek, havale etmek demektir. Fey' de lugatte, rücû yani dönmek,
çevrilmek ve dönen gölge mânâlarına mastar ve isimdir. Rağıb der ki; "Fey'
ve fie, övülmüş hâle dönmektir." Nitekim "Allah'ın buyruğuna
dönünceye kadar." (Hucurât, 49/9) âyetinde de aynı anlam vardır.
"Gölge döndü." ifadesi de bundandır. Gölgeye de ancak döndüğü zaman
"fey" denilir. Elde edilmesinde zorluk olmayan ganimete de fey' adı
verilmiştir. Şer'an da fey', kâfirlerin mallarından müslümanlara dönen ganimet
ve haraç gibi gelirler demektir. Ebu Hafs Ömer en-Nesefî adlı eserinde fey' ile
ganimeti şöyle tarif etmiştir: Fey', kâfirlerin mallarından ganimet ve haraç
kabilinden müslümanların eline geçen şeylerdir. Ganimet ise, müslümanların
kâfirlerden aldıkları maldır." Bunun mânâsı, fey'in ganimetden daha genel
olmasıdır.
Âlûsî'nin zikrettiğine göre bazı Şâfiî
kitaplarında fey' ile ganimet şu şekilde ayrılmaktadır. "Fey', savaşmadan
at ve deve koşturmaksızın kâfirlerden elde edilen maldır. Ganimet ise, Cizye,
ticaret öşrü yani gümrük ve kıtal olmaksızın andlaşma yaptıkları veya iki ordu
karşılaşmaksızın korkudan bırakıp terkettikleri ve irtidât üzere ölen yahut
katledilen mürted (dinden dönen)in ve vârissiz ölen zimmî'nin andlaşma yapan
veya aman dileyenlerin bıraktığı mallar gibi savaştan veya karşılaştıktan sonra
alınan mallardır. Ganimet, harbî ve aslî olan kâfirlerden savaş yoluyla elde
edilen maldır. İki ordunun karşılaşması ve bizim tarafımızdan yapılan hareket
de savaş hükmündedir. Ashabımızdan yani hanefîlerden de bu farkı ortaya
koyanlar vardır. Denilmiştir ki ganimet, harb esnasında kâfirlerden üstünlük ve
galibiyyetle alınan şeylerdir. Hükmü, Enfâl Sûresi'nde geçen "Bilin ki,
ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a,
Resulüne..." (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşte birdir. Fey' ise harp
bittikten ve feth edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan
mallardır. Hükmü, beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun
olan yönlere sarf edilir." Sözkonusu bu fark, "Hidaye" ve
şerhlerinde de zikredilmektedir. Demek oluyor ki Fey' tabiri ganimetten daha
umumi bir anlama gelmekle beraber onun karşılığı olarak da kullanılmaktadır. Şu
halde "ifâe" fey' denilen bir dönüştürmeyi gerçekleştirmek demektir.
Ganimetin hükmü, Enfal Sûresi'nde "De ki, ganimetler Allah ve Peygambere
aittir. (Enfal, 8/1), "İyi bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz
şeylerin beşte biri Allah'a, Resulü'ne Resulün yakınlarına yetimlere yoksullara
ve yolculara aittir.." (Enfâl, 8/41) âyetleriyle dar ve geniş çerçeveden
beyan edildiği gibi, burada daha geniş olan fey' hükümleri ondan farklı olmak
üzere özel ve genel anlamda açıklanacaktır. Önce şunu belirtmek gerekir ki,
âyette geçen zamirinden maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Benî
Nadir'dir. Onlardan Resulullah (s.a.v)'a ganimet olarak verilenler de, bırakmış
oldukları taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah'ın eline
verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi demektir. Resulullah'ın önceden onların
sahibi olmadığı halde, bunun dönüşüm mânâsını içeren "ifâe" tabiriyle
zikredilmesi onların hakiki sahibinin Allah Teâlâ olması itibariyle o malların,
Allah'a karşı gelen kâfirlerin ellerinde bulunuşunu, onu gasb edenin elinde
bulunuşu gibi göstermiş ve böylece onları Allah tarafından teslim almaya en
selâhiyetli olan zâtın Allah'ın Resulü olduğunu ifade ederek bu malın ona
tesliminin ilk sahibine iâde anlamı taşıdığı nüktesine işâret etmiştir. İşte
harpcı kâfirlerin müminlere ganimet olarak geçen mallarında da hep böyle bir
iâde mânâsı vardır. Çünkü Allah Teâlâ, "Ben, cinleri ve insanları ancak
bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyât, 51/56) âyetinde ifade
edildiği üzere insanları, kendisine ibadet ve kulluk etmek için yaratmış,
malları da itaat ve kulluğa vesile kılmak için halketmiştir. Bu yüzden onlara
layık olanlar isyankârlar değil, itaatkâr olan kullardır. Bu nükteye binâen
elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimete, haraç ve cizye gibi
gelirlere şer'an fey' adı verilmiştir. Rağıb İsfahânî'nin nakline göre bu mala
fey' denilmesi, gölge mânâsına gelen fey'a benzetmek suretiyle, dünyanın en
şerefli (alâmeti) a'razı olan malın geçici bir gölge gibi olduğuna işaret etmek
içindir. Nitekim şâir de şöyle demiştir: "Malı öğleden sonra dönen
gölgeler (gibi) görüyorum." "Dünya geçici bir gölgeden
ibarettir." Nadir Oğulları'nın malları, elde edilmesinde fazla zorluk
çekilmeyen ganimet kabilinden bir fey' olarak kalmıştı. Sahâbîler bunun,
Bedir'de olduğu gibi Enfâl Sûresi'de bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe
bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa
Resulullah'a aid bir fey' olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki, Allah'ın
yurtlarından çıkarmakla perişan ettiği o kâfirlerden fey' olarak Resulü'ne iâde
buyurduğu mala gelince siz ona ne at oynattınız ne de deve. Îcâf, defretmek ve
yürek oynaması gibi hareket ettirip muzdarip kılmak, atı yahut deveyi vecif
denilen hızlı yürüyüşle yürütmek ve akın etmek mânâlarına geldiğinden
müfessirlerin bir kısmı bunu, hareket ettirip yormak, bir kısmı da, vecif diye
isimlendirilen seri yürüyüşle yürütmek şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu konuda
Kamus Mütercimi de şunları söylemektedir: "Vecif, at ve devenin bir çeşit
yürüyüşüne denir. Bununla maksat, at ve devenin silke silke yürümesidir ki,
buna linke kalkmak denir. Menzil beygiri gibi." Merkeb gibi binilir demek
olan rikâb da deve hakkında yaygındır. Hatta rakib tabiri bile daha çok deve
için kullanılmaktadır. Ata binen kimseye fâris denir. Nitekim biz de süvâri
dediğimiz zaman bununla ata bineni kasdederiz. Nadir Oğulları'nın köyleri
Medine'ye iki mil mesafede olduğu için oraya sadece piyade olarak gidilmiş, yalnız
Resullullah lif yularlı bir merkebe binmiş ve fazla bir öldürme olayı da
meydana gelmemişti. Ve lakin Allah resullerini dilediği kimselerin üzerine
musallat kılar gönüllerine korku düşürür ve hükmünü yürütür. Ve Allah her şeye
kadirdir. Dilediğini yapar. Bazen açık vasıta ve aletlerle yapar. Bazen de sırf
İzzetiyle hiç umulmayacak başarılar bahşederek yapar ki, Nadir Oğulları'nın
basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere anlaşmaları da böyle olmuştu.
Onun için bazıları, bu âyetin Fedek hakkında nazil olduğunu sanmışlar,
"çünkü Nadir Oğulları'nın etrafı kuşatıldı ve öldürüldüler, Fedek'te ise
bunlar olmadı" demişlerdir. Ancak bu görüş, sahih haberlere ters
düşmektedir. Ayrıca Nadir Oğulları'na karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir. Buharî,
Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer
demiştir ki, "Nadir Oğulları'nın malları, Allah Teâlâ'nın, Resulü'ne
ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve
sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah'a mahsustu. Hz.Peyamber bu maldan
ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah
yolunda hazırlanmak için sarfetti." Dahhâk da demiştir ki, "Bu mallar
Resullullah'a tahsis edilmişti. Ancak o ikramda bulundu da muhacirler arasında
taksim etti. Ensâra ondan bir şey vermedi. Yalnızca Ebu Dücâne Semmâk b. Hurşe,
Sehl b. Hüneyf ve Hâris b. Sımme adlı üç zata verdi. Çünkü onların buna
ihtiyaçları vardı." Sa'd. b. Muâz'a da İbnü Ebi'l-Hakîk'in bir kılıcını
vermişti ki, aralarında o kılıcın şöhreti vardı.
7. Özellikle Beni Nadir'den dönen ganimetin
hükmü böyledir ancak diğerlerinden elde edilen ganimetler nasıl olacaktır?
Denilirse bunun cevabı şu âyette görülebilir. Allah'ın Resulü'ne kent halkından
verdiği ganimetler. Bazıları bu ganimeti, harb esnasında alınan ve hükmü Enfâl
Sûresi'nde açıklanan ganimetin dışında telakki etmişlerse de, İmam Ebu Yûsuf'un
"Kitâbu'l-Harâc" adlı eserinde tafsilatlı olarak yapmış olduğu
rivayette, Hz. Ömer'in harb yoluyla fethedilen Irak toprakları ve halkıyla
ilgili ganimetlerin taksimini isteyen Zübeyr, Bilâl, Selmân-ı Fârisi ve
diğerlerine karşı sahâbiler şurasında bu âyetlerle delil getirerek, gelecek
müminlerde dahil olmak üzere bütün müslümanların menfaatı adına halkın hür ve
arazilerinin ellerinde "arâzi-i haraciyye" haraç arazileri olarak
kalması hususunda onları ikna etmiş olması bunun, gerek ganimet gerek haraç ve
cizye gibi kâfirlerden elde edilen bütün gelirleri içine aldığını
göstermektedir. Yani fethedilen kâfir kentlerinin halkından Resulullah
(s.a.v)'a verilen gerek ganimet, gerek harac ve vergi gibi bütün gelirler de
Allah için ve Peygamber için ve ona yakın olanlar, öksüzler, yoksullar ve yolda
kalmış kimseler içindir. Bu âyetin açık anlamı, ganimetin altıya taksim
edilmesini ifade etmektedir. Bu yüzden bazı âlimler demişlerdir ki, ganimet
altı hisse yapılır, Allah'ın hissesi Ka'be ve diğer mescidlerin tamirlerine
sarf edilir. Bazıları da, İbnü Abbas ve Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye'den
gelen rivayetlere dayanarak, âyette Allah'ın zikredilmesinin sırf hürmet ve
uğur için olduğunu, Allah ve Resulü için bir olmak üzere beş hisseye bölünmesi
gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Âlimlerden bir kısmı da, ganimetle olduğu gibi
Hz. Peygamber'e ayrılan beşte bir hisse de beşe taksim edilir. Çünkü Resulullah
beşte biri böyle taksim eder ve kalan beşte dördü de uygun gördüğü şekilde sarf
ederdi, demişlerdir. Bu Şâfii'nin kavl-i cedîdi (yeni görüşü)dir. Bunun
doğrudan doğruya "Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a
ve Resulü'ne ve akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara
aittir." (Enfal, 8/41) âyetine benzediği göze çarpar. Fakat Enfal, 8/41'de
beşte bir kaydı açıkça ifade edildiği halde burada zikredilmemiş, hüküm genelde
nisbet edilmiştir. Binaenaleyh ganimetin beşte biri alınıp beş hisse olarak
sarfedilirse de, her ganimetin de beşte birinin alınması gerekli değildir. Onun
için Hanefiler, ganimetin dışındaki gelirlerin beşe taksim edilmesinin gerekli
olduğunu kabul etmeyerek bu ve bundan sonraki âyetlerin gösterdiği şekilde, en
önemli olanı daha az önemli olana takdim etmek suretiyle bütün müslümanların
yararına olan işlere sarfedilmesine kail olmuşlardır ki burada zikredilenler en
önemlilerini teşkil etmektedir. Resulullah (s.a.v)'ın hissesi icmâen kendisine
âid olup, ondan kendisinin ve çoluk çocuğunun nafakasına sarfederdi. Ayrıca
bazı hanımlarının bir yıllık yiyecek ve içeceklerini karşılayacak miktarı
ayırır ve geri kalanı da müslümanların menfaatına olan işlere harcardı.
Hanefilere göre Hz. Peygamber'in vefatından sonra onun için ayrılan hisse
artık, ortadan kalkmıştır. Çünkü Râşid Halifeler bu suretle amel etmişlerdir ve
onlar Allah'ın dini konusunda güvenilir kimselerdir. Ve çünkü türemiş bir sıfat
olan resul vasfı üzerine hüküm, esas olan risaletin sebep oluşunu gerektirir.
Ondan sonra ise resul yoktur. İmam Şâfiî'nin bir görüşüne göre de Hz.
Peygamber'den sonra da imama verilir. Çünkü Resulullah'ın tebligatına karşılık
ücret almadığını göstermek için onun hak ettiği malı, peygamber olması
sebebiyle değil devlet başkanı olması yönüyle düşünmek gerekir. Şâfiîlerin
çoğuna göre Resulullah'ın vefatından sonra beşte birin beşte bir hissesi,
müslümanların yararına olan işlere sarfedilir ki, sınır bekçileri, ülke
kadıları, dinî ilimler ve onların vasıtalarıyla uğraşan ilim adamları,
öğrenciler, ayrıca imamlar, müezzinler ve müslümanların umûmi menfaatlarıyla
ilgili işlerle meşgul olup da herhangi bir kazanç elde edemeyen diğer kimseler
ve bunlara ek olarak kazanç temininden âciz olanlar bu cümledendir. Malın
fazlalığına ve azlığına göre dağıtım devlet başkanının kanaatine bırakılmıştır.
Bu dağıtım işinde en önemli olan, kendisinden daha az önem taşıyana takdim
edilir. Bunlar içinde en önemlisi sınır bekçiliğidir. Sahih bir hadisde
"Allah'ın size verdiği ganimetten bana ancak beşte bir vardır. O beşte bir
de yine size verilir, yani sizin yararınıza sarfedilir." buyurulmuş olması
da bunun müslümanların menfaatına olan işlere harcandığını göstermektedir. Bu
hadisin anlamı, Peygamber (s.a.v)'in hissesinin hayatında olduğu gibi, ayrıca
taksim edilerek sarfedilebileceğini ifade ettiği gibi, Hanefilerin dediği
şekilde diğer hisselere eklenerek onlarla beraber sarfedilmesi tarzında da
anlaşılabilir. Âyette ikinci sırada zikredilen, "zilkurbânın (akrabaların)
hissesidir. Zilkurbâ'dan maksat, Resulullah (s.a.v)'a yakınlığı bulunan Haşim
Oğulları ile Muttalib Oğulları'dır. Zira Resulullah bunlara hisse vermiş,
bunların ana-baba bir kardeşleri Abdi Şems Oğulları'na ve onların
zürriyetlerinden olan Osman'a ve baba bir kardeşleri Nevfel'e hisse
vermemiştir. Ebu Dâvûd ve daha başkaları senediyle Said b. Müseyyeb'den şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir: "Cübeyr b. Mut'im (r.a) bana haber verdi de
dedi ki: "Hayber günü olduğu vakit Resulullah (s.a.v) zevilkurbâ hissesini
Beni Haşim ve Beni Muttalib'e verdi, Beni Nevfel ile Beni Abdi Şems'i bıraktı.
Bunun üzerine ben ve Osman b. Affân (r.a) beraber gittik, Resulullah'ın yanına
vardık ve "Ya Resulullah, şunlar Beni Haşim, Allah Teâlâ'nın seni onların
arasına koyduğu yerden dolayı biz onların üstünlüklerini inkar etmeyiz. Fakat
kardeşlerimiz Muttalib Oğulları'nın üstünlüğü nedir ki, (ganimet hissesinden)
onlara verdin de bizi terkettin. Halbuki yakınlığımız aynıdır." dedik.
Cevaben Hz. Peygamber, "Ben ve Beni Muttalib cahiliyyede de, İslâmda da
ayrılmayız, biz ve onlar bir şeyiz." buyurdu ve parmaklarını birbiri
arasına geçirdi." Bu cevab ile Resulullah, bu konuda yakınlıktan maksadın
yalnız hısımlık yakınlığı olmayıp nusrat, yani yardıma dayalı bir yakınlık
olduğunu göstermiş ve cahiliyye döneminde Muttalib Oğulları'nın kendisiyle uyum
içinde olup yaptıkları dostluk ve yardıma işaret etmiştir. Çünkü o zaman savaş
yardımı söz konusu olamazdı. Binaenaleyh "Biz ve onlar bir şeyiz."
buyurulması, Siyer kitablarında da anlatıldığı gibi, Kureyş kabilesi, Beni
Hâşime ne alış-veriş ne de nikâh akdi yapmamak üzere boykotla ayrılık ilân
ettiği zaman onların, Peygamber'in kabilesine dahil olduklarına işaret
sayılmaktadır. Bu sebebledir ki, savaşmaya güçleri olmayan zürriyetleri dahi
ganimetten hak almaya dahildirler. İşte Resulullah'a yakınlıktan murad'ın,
kendilerinden geçmişte tahakkuk eden bir yardım sebebiyle meydana gelen
yakınlık olduğuna işaret edilerek, Hâşim oğullarıyla Muttalib Oğulları'nın bir
kalb ile hareket eden vücud gibi hem cahiliyyede ve hem de İslâm'da kendisiyle
beraber oldukları için böyle bir yakınlığa hak kazandıkları ifade edilmiştir.
Bu yüzdendir ki âyette çoğul sigasıyla zevilkurbâ denilmeyip, tekil olarak
zilkurbâ denilmiştir. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel demişlerdir ki: "Beni
Haşim ve Beni Muttalib'den olan yakınlara beşte birin beşte biri verilir.
Bunların fakir ve zenginleri müsâvidir. Söz konusu bu ganimet malı, "Erkek
için kadının iki misli (pay) vardır.." (Nisâ, 4/11) âyeti gereğince taksim
olunur. Müzeni ile Sevri de "Bu taksimde erkek ve kadın eşit oranda alır.
Uzağa da yakına da verilir." demişlerdir. Âyetin mutlak mânâda zahiri
itibariyle anlamı da budur. İmam Mâlik'e göre ise bu tamamen devlet başkanının
fikrine bırakılmıştır. Dilerse aralarında taksim eder, dilerse bazısına verir,
bazısına vermez ve yine dilerse daha önemli bulduğu takdirde başkalarına verip
onlara vermez. Bizim Hanefi mezhebi imamlarının tercihine gelince, bu hususta
şunları söyleyebiliriz. Hidâye ve şerhlerinde izah edildiği gibi zilkurbâ,
hadiste Beni Haşim ve Beni Muttalib'e tahsis edilmiştir Ancak onlara müstakil
bir hisse gerekmeyip sadece fakirlerine, öksüzlerine ve yolcularına verilir ve
bu sınıflardan olanların, diğerlerine karşı öncelik hakkı vardır. Çünkü
zikredildiği gibi Resulullah onlara geçmişteki yardımlarından dolayı vermiş ve
buyurmuştur ki, "Ey Haşim oğulları topluluğu! Allah Teâlâ sizler için
insanların yıkantılarını ve kirlerini yani zekat ve sadakalarını iğrenç gördü
ve onun yerine size beşte birin beşte birini verdi." Bu hadis, bir hisseye
delalet etmekle beraber, sadaka karinesiyle vermeye sebeb olan şeyin fakirlik
olduğuna da işaret etmektedir. Onun için Resulullah zamanında bu hisse
kendisine yapılan yardım sebebiyle verilmişse de vefatından sonra kaldırılıp,
fakir olanlara verilmeye başlanmıştır. Raşid Halifeler'in dördü de, onlara
ayrıca bir pay ayırmayıp beşte birin, birini yetimlere, birini miskinlere,
birini de yolculara olmak üzere üç hisseye taksim etmişlerdir. Hz. Ali, üç
halifeye bazı meselelerde muhalefet etmekle beraber hilafeti esnasında bu
konuda muhalefette bulunmamıştır. Onun için İmam Şâfiî'nin de dediği gibi
hisseye kail olurdu diye yapılan rivayet sahih olsa bile bunu, halifeliğinde
diğer üç halifenin görüşlerine döndü, şeklinde yorumlamak daha doğru olsa
gerektir. Beni Haşim ve Beni Muttalib'in ganimetten pay sahibi olmaları,
Peygambere yakınlıktan başka fakirlik sebebine dayandırılmış olmakla beraber
ayrıca âyette zikredilmelerinin faydası nedir? diye sorulursa, cevaben denilir
ki, bunun faydası, onların fakir olanlarına sadaka helal olmadığı cihetle
ganimetten bir hisse de alamayacakları şeklindeki bir zannı ortadan
kaldırmaktır. Mamafih hadisler araştırılınca bu konuda bir hayli ihtilâfın
olduğu göze çarpar. Bu cümleden olmak üzere halifelerin onlara fakir ve zengin
ayırımı yapmadan verdiklerini gösteren haberler de yok değildir. Ehl-i Beyt'in
tercihi de budur. İbnü Hümâm "Fethü'l-Kadir"de der ki: "Ebu
Davud, Said b. Müsseyeb'in şöyle söylediğini nakletmiştir: "Cübeyr b.
Mut'im (r.a) bize haber verdi ki, Peygamber (s.a.v) ne Beni Abdişşems'e ne de
Beni Nevfel'e beşte birden bir hisse taksim etmedi. Ancak Beni Haşim'e ve Beni
Muttalib'e pay veriyordu. Ebu Bekir de beşte biri Resulullah'ın taksim ettiği
şekilde paylaştırdı. Ancak o, Peygamber'in verdiği gibi Resulullah'ın akrabasına
vermiyor, Ömer ve ondan sonrakiler de veriyorlardı. Bu rivayette Ömer'in
verdiğinde zahiren fakirlik kaydı görülmüyor." Bir de Ebu Davud'un
Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan şöyle bir rivayeti vardır. Hz. Ali'yi işittim
diyordu ki: "Ben, Abbas, Fatıma ve Zeyd b. Hârise Hz. Peygamber (s.a.v)'in
huzurunda toplandık. Ben, "Ya Resulullah eğer uygun görürsen beni şu beşte
birden alacağımız hak konusunda görevlendirsen de senin hayatında onu taksim
etsem ki, sonra kimse bana itiraz etmesin. Eğer münasib görürsen bunu yap
dedim. O da yaptı (yani izin verdi.) Ben de onu Resulullah (s.a.v)'ın
hayatında, sonra da Ebu Bekr'in başkanlığında taksim ettim. Nihayet Ömer'in
halifeliğinin son zamanlarında ona birçok mal geldi. O da bizim hakkımızı
ayırdı, sonra da onu bana gönderdi. Ben de Hz. Ömer'e bu sene bizim malımız
var, müslümanlar ise ihtiyaç içindeler bunu onlara sarf et, dedim. Ömer de öyle
yaptı. Ömer'den sonra da kimse beni taksim için çağırmadı. Ömer'in yanından
çıktıktan sonra Abbas'a rastladım bana, "Ya Ali, bu sabah sen bizi bir
şeyden mahrum ettin. Artık bundan sonra o bize verilmez." dedi. Abbas dâhî
bir adamdı." Bu rivayette de verilen malın fakirlikle kayıtlanması, söz
konusu değildir. Nasıl olur ki Abbas'a da mal veriliyordu ve fakirlikle tavsif
edilmiş değildi. Hafız Münziri bu rivayetin zayıf olduğuna kanaat getirmiş ve
demiştir ki: "Cübeyr b. Mut'im hadisinde Ebu Bekir, Peygamber'in
yakınlarına taksimden pay vermemiştir. Ali'nin rivayet ettiği hadisde ise,
onların da hisse aldıkları görülmektedir. Bu yüzden Cübeyr hadisi sahih, Ali
hadisi sahih değildir." İbnü Hümâm bunları naklettikten sonra şöyle der:
"Râşid Halifeler'in Peygamber'in yakınlarına mal vermedikleri görüşünün
asıl dayanağı şudur. Âyette geçen ifadesi, harcama mahallini beyandan
ibarettir. Yoksa belirtildiği gibi kazanılmış bir hak değildir. Eğer o elde
edilen bir hak olsaydı, Resulullah (s.a.v)'dan sonra halifelerin onları bu
haktan men etmeleri caiz olmazdı. Çünkü onun yakınları, cahiliyye döneminde Hz.
Peygamber'e yaptıkları yardımlarla kayıtlanmışlarsa da onlar, Peygamber'den
sonra da yaşıyorlardı. Binaenaleyh bu durumda da onlara pay vermek vacib
olurdu. Madem ki bundan men edilmişlerdir demek ki, zilkurbâdan maksat, malın
harcama mahallini göstermektir. Yani âyette zikredilenlerden her biri, bir
harcama mahallidir, hatta bunlardan, mesela yalnız yolculara yahut yetimlere
verilmesi gibi bir tek sınıfa vermek de caizdir. Tuhfe'de, "Âyette geçen
üç sınıf, bize göre beşte birin harcama mahallidir. Bu da kazanılmış bir hak
değildir. Hatta sadakatta olduğu gibi bunlardan yalnız bir sınıfa sarfedilse de
caizdir." diye zikredilmiştir. Bu görüş, İmam Mâlik'in görüşüne yakındır.
Fakat İmam Ebu Yusuf, (r.a.) Kelbi, Ebu Salih ve İbnü Abbas (r.a)'tan rivayet
etmişdir ki, "Humus (beşte bir), Hz. Peygamber zamanında beş hisse üzerine
taksim olunurdu. Bu, Allah ve Resulü için bir hisse, zilkurbâ için bir hisse,
yetimler için bir hisse, miskinler için bir hisse ve yolcular için bir hisse
şeklinde idi.
Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) üç hisse olarak
taksim ettiler. Bunlardan biri yetimler, biri miskinler biri de yolcular
içindi." Aslında bu rivayeti nakledenlerden Kelbi, hadisciler nazarında
zayıf bir râvi olarak gösterilmişse de bu rivayetin sıhhatini gösteren iki ayrı
rivayet daha vardır. Tahâvi, Muhammed b. Huzeyme, Yusuf b. Adi, Abdullah b.
Mubarek ve Muhammed b. İshak'tan şu rivayeti nakletmiştir. Bu rivayette
Muhammed b. İshak demiştir ki, "Ebu Cafer'e, yani Muhammed b. Ali'ye,
"Ne dersin? Hz.Ali (r.a.) insanların başına geçip tasarruf yetkisini eline
aldığı zaman Peygamber'in yakınlarının hisseleri konusunda ne yaptı? diye
sordum. Dedi ki, "vallahi o da Ebu Bekr ve Ömer'in yolunda yürüdü."
"O halde siz nasıl oluyor da o söylediğiniz şeyi
söyleyebiliyorsunuz?" dediğimde bana, "Vallahi onun ehli ancak onun görüşüyle
hareket ediyorlardı." dedi. Ben de ona dedim ki, "Öyle ise Hz. Ali'yi
meneden ne oldu?" O da, "Vallahi Ebu Bekr ve Ömer'in görüşüne
muhalefet etmekle aleyhinde söylenecek sözleri hoş karşılamadı." şeklinde
cevap verdi." Demek ki Hz.Ali de dahil olmak üzere Hulefa-i Râşidin'in
Peygamber'in yakınlarına ayrıca bir hisse vermediklerinde ihtilâf edilmemiş,
ehl-i beyt dahi bunu itiraf etmiştir. Bu hususta sahâbilerden de her hangi
birinin muhalefeti rivayet edilmediği için, zevilkurbâya hisse ayrılmasının
vacib olmadığı konusunda icmâ meydana gelmiştir. Şüphe edilmemesi gerekir ki,
eğer Hz. Ali önceki görüşünün doğru olduğunda ısrarlı olsaydı, halifeliği
esnasında onun tersini yapması caiz olmazdı. Bu, en azından duruma göre o
hissenin kaldırılmasını kabul etmek ve diğer halifelerin görüşlerine dönmektir.
Bununla, İmam Şâfii'nin yukarıda zikredilen Ebu Cafer Muhammed b. Ali'den
rivayet ederek delil getirdiği şu habere de cevap verilmiş olmaktadır. Ebu
Cafer demiştir ki, "Hz.Ali'nin humus konusundaki görüşü, ehl-i beytinin
görüşü idi. Ancak O, Ebu Bekir ve Ömer'e muhalefet etmeyi hoş görmedi." Ve
yine demiştir ki, "Ehl-i beytin dışında icmâ da olmaz." Çünkü bunda
dört halife'nin hisse vermedikleri rivayeti hem ehl-i beytten Muhammed Bâkır, hem
de İmam Şâfii tarafından kabul ve tasdik edilmiştir. O halde bu noktada
münakaşaya yer yoktur. İkincisi, Hz. Ali'nin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e
muhalefeti hoş görmediği ve Onun için bu meselede kendi re'yini tatbik etmeyip
onların yolunda yürüdüğü kabul edilmiştir. Şu halde onlara muhalefeti hoş
görmemesi de, Hz. Ali'nin son görüşü demektir. Binaenaleyh onun görüşünden
ayrılmadıklarını söyleyen ehl-i beytinin dahi onun hoş görmediğini hoş
görmemeleri, önceki görüşünden dönmesini kabul etmeleri ayrıca Hz. Ali'yi,
kendi vicdan ve itikadınca haklı bildiği kimseleri haklarından men edip, korku
ile takiyye (gizlenme) perdesine bürünmüş bir zorlanan mevkiinde farz etmekten
çekinmeleri gerekir. Üçünçüsü, ehl-i beytin haricinde icmâ vaki olmayacağı
sözü, esasen doğru olmakla beraber yukarıda adı geçen Muhammed b. Ali, Tahâvi
rivayetinde zikredildiği şekilde ehl-i beytin ancak Hz.Ali'nin görüşü
doğrultusunda hareket ettiklerini söylemiştir. Hz. Ali de muhalefet etmeyi hoş
karşılamayıp Ebu Bekr ve Ömer'in, yolundan gittiğini beyan etmiş olduğundan,
asıl olan Hz. Ali'nin muhalefetten çekinmesiyle icmânın fiilen tamam olup, ona
tâbi olan fürûun ayrıca bir hükmünün olmamasıdır. Durum böyle olunca ehl-i
beytin dışında bir icmâdan söz etmemek gerekir ki, bütün bunlar ayrıca bir
hisse taksiminin vacib olmadığı konusundaki Hanefi imamlarının görüşlerini
kuvvetlendirmektir. Şunu da unutmamak gerekir ki, dört halifenin zevilkurbâya
ayrı bir pay vermediklerini söylemek, onların elde ettikleri hakları büsbütün
ortadan kaldırmak demek değildir. Ancak kazanılan bu hak için fakirlik ve
ihtiyaç durumu gözetilerek geçmişte Peygamber'e yardımı dokunan zevilkurbâ
(yakınlar)ya öncelik sırası verilmiştir. daki "lâm" istihkâk (hak
kazanma) mânâsını ifade eder. Yetimler, miskinler ve İbnü sebilin (yolcunun)
"lâm"sız olarak "Lizilkurbâ"ya bağlanması da, hepsinin
istihkâk sebebinin aynı olduğunu gösterir. Bu sebebin fakirlik olduğu da,
"Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey
olmasın." âyetinin ifade ettiği illetle ayrıca hatırlatılmış olmaktadır.
Şu halde bunların dördünü de bu sebeble bir istihkâka tâbi tutarak, yerine göre
dört, üç veya bir sınıf olmak üzere taksimin caiz olması, duruma yahut da malın
müsadesine göre sarf etme şeklinin devlet başkanının kanaatine bırakılması, nazmın
üslubuna en uygun mânâdır. Ancak dört halife de üç sınıfa taksim etmiş
olduklarından, hanefiler de bu görüşü tercih etmişlerdir. İbnü Hümâm'ın
naklettiğine göre "Tuhfe"-de tek bir sınıfa verileceği de caiz
gösterilmiştir. Yalnız "Tuhfe"nin "istihkâk yoluyla değil"
cümlesinden, istihkâkı ortadan kaldırma mânâsı anlaşılmamalıdır. Zira daki
"lâm" hepsinde de bir istihkâkın varlığına delalet etmektedir.
Yetâmâ'dan murad, yetim olan fakirlerdir.
Yetim, babası olmayan çocuktur. Müslüman ve fakir olması şarttır. Zira yetim
tabiri ihtiyaca işaret ettiği gibi "İçinizden yalnız zenginler arasında
dolaşan bir şey olmasın." ibaresi de bu şartları göstermektedir. Babası
olmamak, babanın vefatıyla olabileceği gibi, nesebin inkârı veya zina yoluyla
doğmakla da olabilir. Onun için nesebi ispat edilemeyen de, zina çocuğu da
yetim tâbirine dahildir. Lekît'in ise, babası olmadığı tahakkuk edemeyeceğinden
mesâkin tâbirine dahil olması gerekir.
Miskin, hiçbir şeye sahip olmayan çaresiz
yoksula denir. Yoksulluktan durgun bir hale gelmiş demektir. Bir görüşe göre
de, yeterli miktar malı olmayana denir. Kamus'da "Fakr" maddesinde
fakir ile miskinin farkına dair bir izah vardır ki, Okyanus'da mütercim şöyle
der: "Arablar, fakir ile miskinin arasını ayırırlar." Bazılarına göre
fakir, ölmeyecek derecede yiyebileceği kadar gıdası bulunan, miskin ise asla
bir şeyi bulunmayan kimse demektir. Bazılarına göre de, fakir muhtac olana, miskin
de zelil ve hakir (bayağı) olana denir. İmam Şâfiî (r.a) demiştir ki
"Fakir, kötürüm ve yatalak olup, asla bir meslek ve sanatı olmayana, yahut
da bir mesleği olup da zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kazanamayanlara
denir. Mesâkin de şu kimselerdir ki, sanatları varsa da ailelerinin
nafakalarını temin edemeyip başkalarından isterler yahut fakir yeterli miktar
geçimi olana, miskin ise asla hiçbir şeyi olmayana denir. Bazılarına göre de
miskin, durumu fakirin durumundan daha iyi olandır. Bir görüşe göre de ikisi de
aynı mânâdadır züğürt ve yoksul demektir. Ayrıca fakir, omurga kemikleri
kırılmış olana da denir. Şârihin beyanına göre asıl fakirlik bu
anlamdadır." Hanefilerce meşhur kabul edilen önceki mânâdır. Yani fakir,
nisâba mâlik olmayan, miskin ise hiçbir şeyi olmayıp, fakirden daha düşkün
olandır.
İbn-i Sebil, yolda kalmış yolcu demektir ki
memleketinde mal ve mülkü olsa bile, yolda herhangi bir sebeble ihtiyaçlı
duruma düşmüş ise buna da yolcu denir. Bu âcizin kanaatine göre lekit olan çocukları
da, bu mânâya dahil etmek gerekir. Bu sınıflara payları, ya doğrudan doğruya
kendilerine, yahut velilerine, yahut da mümkün olduğu ölçüde onunla bir gelir
kaynağı temin edilerek kazancından verilmeli ve böylece de haklarında en
faydalı olanın yapılması hususundaki harcama da, devlet başkanının re'yine
bırakılmalıdır.
Ganimetten bunlara, yani zülkurbâ, yetâma,
mesâkin ve İbn-i Sebil'e hisse verilmesinin sebeb ve hikmeti ise şöyle beyan
buyurulmuştur. Tâ ki o ganimet, yahut mal sizden yalnız zenginler arasında bir
devlet olmaya. Dâl'ın ötresiyle dûlet, yahut üstün ile devlet, servet, baht,
mevki ve galibiyyet gibi insanlar arasında bazan şuna, bazan buna devreden
sevindirici nimet ve duruma denir. Kîsâî ve Basra'nın ileri gelen âlimleri
demişlerdir ki: "Üstün ile devlet, ötre ile mülk, yahut ötre ile dûle
(devlet), esre ile milk anlamındadır. Veya ötre ile servet, üstün ile zafer,
galibiyyet ve mevki mânâsını ifade eder. Müberred gibi bazıları da, "Ötre
ile elden ele dolaşan şeyin ismi, üstün ile de elden ele dolaşmak mânâsına
mastar" olduğunu söylemişlerdir. Rağıb ve bazı âlimlere göre de ikisi de
aynı mânâya gelmektedir. On sahih kırâetin tamamında da "dâl"ın
ötresiyle okunmuştur. Ancak âlimlerin çoğu, "dâl"ın ötresiyle beraber
"tâ"yı üstün okuyup fiiline haber yapmışlar, Hişâm ile Ebu Câfer ise
"dâl"ı ötre, "tâ"yı merfu okuyarak isim yapmışlardır.
Öncekinde gösterildiği üzere nâkıs fiil, ikinciye göre ise tam fiil olup
"Sizden yalnız zenginler arasında (dolaşan) bir devlet olmaya."
meâlinde olur. Öncekinde 'nün altında müstetir (gizli) ismi 'ya bağlı olduğu
için, bu cümle doğrudan doğruya mâlî ve iktisâdi bir prensip olup, mâlî ve
iktisâdi usulü dolaylı yoldan göstermiş olur. Evvelkine göre âyetin mânâsı
şöyledir: Allah'ın, Resulü'ne kent ehlinden verdiği bu ganimet, yalnız
içinizdeki zenginler gibi iş başında bulunanlar arasında paylaşılıp da, malın
sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması ve İslâm Devleti'nin,
cahiliyye döneminde olduğu gibi yalnız zenginlere dayanan bir devlet olmayıp, fakirleri
de doğrudan ilgilendiren bir devlet olması için onlara da, söz konusu âyette
zikredildiği şekilde sınıflarına göre Allah için birer hisse veriniz.
İkinci duruma göre de mânâ şöyle olur: Sizden
yalnız zenginler arasında bir devlet olmaması ve malın yalnız zenginler
arasında dönen bir servet halinde kalmaması için ganimeti, tek başlarına alan
ve iş başında bulunanlar arasında paylaşmayın da, zikredildiği şekilde fakir ve
ihtiyaç sahibi sınıflara da Allah için birer hisse veriniz.
Lakin yalnız zenginler arasında bir devlet
olmasın derken herkesin canı istediği gibi her işe karışıp da ihtilâle
sebebiyet verilmemesi için buyuruluyor ki, bununla beraber Peygamber size her
ne verdiyse onu alın yani ganimetten her ne hisse verdiyse onu alın ve her ne
emir verdiyse onu tutun. Ve yasakladığından vazgeçin, almayın dediğini almayın,
yapmayın dediğini yapmayın. Ve Allah'tan korkun da Allah'ın ve Peygamber'in
emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete karşı
hâinlik yapmaktan sakının, ganimeti maddî ve manevî, dünyevi ve uhrevi mânâda
korunmak için takva ile sarfedip israftan ve Allah'ın azabına düşmekten
korunun. Çünkü Allah, azabı şiddetli olandır. Azab edince çok şiddetli azab
eder. Nitekim nankör Beni Nadir kâfirlerinin toplatılıp yurtlarından
çıkarılmalarında bunun için ibret alınacak bir örnek vardır.
Bu âyetteki emirler gösteriyor ki, ganimetin
hepsi Allah Teâlâ tarafından Resulü'ne havale edilmiştir. Zenginlere mahsus bir
devlet olmaması için, zikredildiği şekilde fakirlere de hisse verilerek onu
taksim etmek dahi âyeti gereğince Peygamber'e bırakılmıştır. Ülu'l-emre
(âmirlere) itaat da söz konusu âyetin getirdiği emirlerden olduğu için, buraya
dahil olması gerekir.
Zira bu emir, her ne kadar ganimet hakkında
nazil olmuş ise de, müfessirlerin beyan ettikleri gibi mânâsı, her emri içine
almaktadır. Şu rivayetler de bunu kuvvetlendirmektedirler. Buhârî, Müslim, Ebu
Davud, Tirmizî ve daha başkaları nakletmişlerdir: "İbnü Mes'ud (r.a.)
demiştir ki: "Allah şu kadınlara lanet etmiştir ki onlar veşm yapanlar ve
yaptıranlar. yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişlerle güzel görünmek için
dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar ve Allah'ın yarattığını
değiştirenlerdir." Bu söz, Benî Esed kabilesinden Kur'ân okuyup mânâsını
anlayan Ümmü Yakub adındaki bir kadının kulağına gidince, hemen İbnü Mes'ud
hazretlerinin yanına vardı ve "İşittim ki sen şöyle şöyle demişsin."
dedi. O da, "Ben Peygamber'in lanet ettiği kimselere niye lanet
etmeyeceğim? O Allah'ın kitabında var." diye cevab verdi. Kadın, "Ben
Mushaf'ın iki kapağı arasında ne varsa okudum, ama onu görmedim." dedi.
İbnü Mes'ud da dedi ki: "Eğer okuduysan Allah Teâlâ'nın "Peygamber
size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.."
buyurduğunu görmedin mi?" Kadın, "evet" dedi. İbnü Mes'ud da,
"İşte Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan nehyetti." cevabını verdi."
İmam Şâfiî'den rivayet edilmektedir ki o, bir gün, "Bana istediğinizi
sorun Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden size cevap vereyim."
demişti. Bunun üzerine Abdullah b. Muhammed b. Harun, "İhramlı bir adamın
eşek arısını öldürmesi hakkında ne dersin?" diye sordu. İmam Şâfiî de
cevabında, "Allah Teâlâ buyurdu ve bize Süfyân b. Uyeyne, Abdulmelik b.
Ömer'den, o Rib'ıyy b. Hiraş'tan, o Huzeyfe b. Yaman (r.a.)'dan nakletti ki,
Resulullah (s.a.v) "Benden sonrakilere Ebu Bekr'e ve Ömer'e tâbi
olun." buyurdu ve Yine Süfyan b. Uyeyene, Mis'ar b. Keddâm'dan o, Kays b.
Müslim'den o, Tarık b. Şihab'dan o da Ömer b. Hattâb (r.a.)'dan rivayet etti
ki, Hz. Ömer Zünbûr'u öldürmeyi emretti> dedi. Yani Hz.Ömer'in emrine uymayı
Peygamber emretti. Peygamber'in emrini yerine getirmeyi de Allah Teâlâ
Kitabında emretti. O halde Hz. Ömer'in emrini tutmak, Allah'ın emri gereğidir.
Bu delil ile varılan netice, "Âmirin emri, âmirin âmirinin âmirinin
emridir." şeklinde zincirleme bir garib mukaddime ile yapılmış eşitlik
kıyası değildir. Doğrudan doğruya en büyük olan delilinden neticelerin
birbirinden ayrılması suretiyle ortaya çıkan sonuçtur. Allah ve Resulü'nün
emirlerine muhalif olmayan ulü'l-emre itaat hükmü de. "Ey iman edenler!
Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere)
de itaat edin. Eğer bu hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Resulü'ne
götürün..." (Nisâ, 459) âyeti ile delillendirilmiştir. Bir hadisde de
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Dört şey tasarruf yetkisine sahip
olan kimselere aittir. Bunlar: Ganimetler, sadakalar, cezalar ve Cuma
namazlarıdır." Bu hadisi, Zemahşerî, "Keşşâf"da Cuma Sûresi'ni
tefsiri münasebetiyle nakletmiştir. Hanefi fıkıh kitablarından
"Hidâye" ve etrafında şöyle izah edilmiştir. Devlet başkanı bir
beldeyi anveten yani zorla fethettiği zaman muhayyerdir. Dilerse onu
Resulullah'ın Hayber'de yaptığı gibi müslümanlar arasında taksim eder ve taksim
edilen arazi için öşür koyar, çünkü ilk önce müslümanlar vazifelendirilir.
Dilerse Hz. Ömer'in Irak topraklarında yaptığı ve sahâbilerin de uygun bulduğu
tarzda, halkını hür olarak arazi ve mallarında bırakıp kendilerine cizye, yani
şahsî vergi ve arazilerine haraç koyar, ki cizye ve haraç da âyette zikredilen
ganimettir. Hanefilere göre bu, beşe taksim edilmeyerek hepsi başta memleketin
korunması olmak üzere mürtezikânın maaşı, yani devlet tarafından
görevlendirilen askerler, işçiler, hâkimler, ilmiyye sınıfı, imamlar ve müezzinlerin
iâşesi ve diğer faydalı ve hayırlı işler gibi müslümanların yararına harcanır.
Bunlardan anlaşılır ki, yalnız ganimetin dışında olan cizye ve haraç gibi fey
(mal)in değil. (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşe bölünmesi vacib olan
ganimetin beşte birinin dışında kalanının dahi taksimi hususunda prensibi esas
olmak üzere Resulullah'ın ve ona tâbi olarak müslümanların devlet başkanının
bir seçme hakkı vardır. Ancak devlet başkanının bu tercihi keyfî olmayıp,
müslümanların ihtiyaçlarını ve devletin geleceğini takdir etme yolunda ciddi
bir ictihad kaydı ile şartlı bulunduğunu fakihler beyan etmişlerdir.
8. Bu noktaları aydınlatma bakımından sarf
mahalleri biraz daha izah ile buyuruluyor ki, o fakir muhacirler için. Keşşâf
sahibi der ki: "Bu, yukarıdaki ve ona atfedilenlerden bedeldir. Mânâ
itibariyle Peygamber (s.a.v) hakkında da doğru olmakla beraber 'den bedel
yapmaya mani olan Allah Teâlâ'nın "Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne yardım
edenler.." (Haşr, 59/8) sözüyle Resulü'nü fakirler arasından çıkarmasıdır.
Onun için Hz. Peygamber, fakir tabiriyle yâd edilmekten üstün tutulmuştur.>
Zilkurbâda, fakirliği şart koşmayanlar ise bunu "yetâmâ",
"mesâkîn" ve "ibni sebil"den bedel veya beyan yapmışlardır.
İbnü Münzir yalnız "mesâkîn"den bedel yapmak istemiş, İbnü Atiyye de
demiştir ki "yetimler, miskinler, yolda kalmışlar." ifadesi
"muhacir fakirler" sözünü beyan etmektedir. "Cer lâmının tekrar
edilmesi, öncekilerin onunla mecrûr olmasından dolayı bunun, onlardan bedel
olduğunun anlaşılması içindir." Lakin lâmın tekrarı, Zemahşerî'nin
sözünden daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun için bir Şâfii âlimi olan
"Keşîf" sahibi, Zemahşerî'nin dediği gibi ve ona atfedilenlerden
bedel olmasını tercih etmiş, ancak bir kayıt değil, muhacirlerin hallerindeki
durumu beyan ve ihtisaslarını ziyadesiyle isbattır, diyerek şeklinde bir te'vîl
yapmıştır. İbnü Cerîr tefsirinde bunun "Allah'ın, peygamberi verdiği
ganimetler içinizden yal zenginler arasında dolaşan bir mal olmasın. Fakat
muhacir fakirler için olsun." meâlinde olduğunu söylemiştir. Ki sözünün
delalet ettiği şeye bağlı olduğunu ifade eder. Alûsî de Buharî ve diğerlerinde
rivayet edildiği üzere Hz. Ömer'in beyanatına ve bu âyetlerle delil getirmesine
nazaran bunun bedel olmayıp, geri kalan sarf yerlerini beyan eden bir başlangıç
cümlesi olmasını tercih etmiş ve "buna karşı çıkan kimse görmedim,
demiştir. Bize de bunun emrine bağlı olduğu daha münasip görünmektedir ki bu
durumda cümlenin takdiri şeklinde olur. Bu surette geçen ganimet âyetlerinin
ikisine nazaran da bunların sarf mahalli oldukları önemle gösterilmiş bulunur.
Nitekim önceki âyetin tefsirinde Resulullah'ın hissesi olan Beni Nadir
mallarından muhacirlere taksim ettiğine ve ensardan da yalnız üç kişiye
verdiğine dair rivayet de geçmişti. "Peygamber size neyi verdiyse onu alın,
sizi neden men ettiyse ondan da vazgeçin." Sözündeki verme ve nehyetmenin
her iki ganimetten daha umûmî olduğu da anlatılmıştır. Bu fakir muhâcirler şu
sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Onlar ki yurtlarından ve mallarından
çıkarılmışlardır. Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını,
mallarını ve mülklerini bırakıp çıkmışlar, önceden fakir değilken sonradan
fakirliğe maruz kalmışlardır. Durumları ve gayeleri şudur: Allah'tan bir fazl
ve rıdvân isterler. Fazl, dünyada rızk, ahirette cennet sevabı demektir.
Rıdvân, "Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür..." (Tevbe, 9/72)
âyetinde ifade edildiği üzere hepsinden büyük olan Allah'ın rızasına denir. Ve
Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle yardım ederler. İşte onlar, yani
böyle güzel vasıflarla donatılmış olanlar, sâdıklardır. Sözlerini fiileriyle
isbat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan özü sözü doğru, vefakâr
insanlardır. İmanlarını, Allah ve Resulü'ne karşı sadakatlerini fiilen
cihadlarıyla isbat etmişlerdir. İbnü Cerir Katâde'nin şöyle dediğini rivayet
eder: "Bu muhâcirler, yurtlarını ve mallarını, ailelerini ve aşiretlerini
terk edip Allah ve Resulü'nü sevdikleri için çıktılar, şiddetli sıkıntılar
içinde bulunmakla beraber İslâm'ı seçtiler. Hatta bize anlatıldığına göre
öyleleri vardı ki açlıktan belini tutmak için karnına taş bağlıyordu. Ve yine
öyleleri vardı ki, kış günü yatağı olmadığı için çukurda yatıyordu." İşte
bu insanlar, içinde bulundukları dünya lezzetlerini fedâ edip din aşkı ile,
Allah'ın fazl ve rıdvânına iman neşesiyle böyle şiddetlere ve sıkıntılara
tahümmül gösterip, Allah ve Resulü'ne yardım etme yolunda mal ve canlarıyla
cihad ederek imanlarındaki sadakati fiilen göstermiş zatlardır. Onun için azabı
şiddetli olan Allah'tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de ganimeti
zenginler arasında paylaştırmayıp, Peygamber'in emrini tutmalı ve bu sâdık
fakirlere hisse vermelidir.
9. Ve şunlar ki bunlardan maksad, ensârdır.
Bunun bağlandığı yer konusunda üç ayrı görüş vardır. Birincisi,
"muhacirîn" üzerine atfedilmesidir ki, en kuvvetli görüş budur. Buna
göre söz konusu bu kimselerin de muhacirler gibi ganimetten hakları vardır.
İkincisi, ye bağlanmış olmasıdır. Bu görüşte de, muhacirlere sadâkatte
iştirakleri açıkça ifade edilmiş, ganimete iştirak hakları ise, işaret yoluyla
anlatılmıştır. Üçüncüsü ise, her hangi bir yere bağlanmayıp, "vâv"ın,
başlangıç harfi (isti'nâfiyye) 'nin mübtedâ ve nin haber olmasıdır. Bu surette
de onların sıfatları ve övgü dolu ahlâkları ayrıca itina ile müstakil olarak anlatılmış,
ganimete haklarının olduğu açıklanmamakla beraber, bu sıfatlar dolayısıyla
işaret yoluyla yine de ifade edilmiştir. Çünkü bu üç takdirde de tercih ile
övgü, esas itibâriyle hak elde etme ve selâhiyetin sabit olduğu mânâsını ifade
eder. Yoksa bir hak ve selâhiyetin bulunmadığı yerde, kendi hakkından feragatle
başkasını tercih etmek anlamına gelen isârın bir mânâsı olmazdı.
Ensârın sıfatlarıyla ilgili buyuruluyor ki
onlardan evvel yurdu hazırlayıp imana sahip oldular. fiili gibi hazırlamak ve
hazırlanmak mânâlarına gelmekle beraber bir de bir mekâna bir konağa konmak,
evlenmek ve bir yeri meb'e edinmek mânâlarına gelir. Meb'e de konacak yer,
konak ve yurt demek olduğu gibi rahimdeki yavru yatağına da denir. Burada
istiare olarak zikredilmesi de belli bir anlam ifade etmektedir. Dâr, esasen
etrafına sınır çekilen ve her türlü oturmaya elverişli yerin gereksinimlerini
içeren büyük konak, yurt ve vatan demektir. Burada "ed-dâr"dan maksat
da, iman karinesiyle dâr-ı İslâm'dır. Bunların muhacirlerden evvel hazırladıkları
ilk dâr-ı İslâm, müslümanların ilk olarak barındığı ve İslâm medeniyyetinin ilk
yayılmaya başladığı Medine-i Münevvere olduğundan müfessirler
"ed-dâr"ı, Medine diye tefsir etmişlerdir. İlk önce Ensâr'ın Medine-i
Münevvere'yi İslâm ve imana hazırlamaları üzerinedir ki, Resulullah ve diğer
muhacirler oraya hicret edip birleştiler ve bu sebeble ona Dâru'l hicre,
Arzullah, Medine, Taybe ve Tayyibe isimleri verildi. Ahzâb Sûresi'nde geçtiği
gibi eskiden ona veya bulunduğu yere Yesrîb denilirdi. Medine kelimesinin de
medeniyet yeri, büyük şehir ve memleket mânâsına geldiği bilinmektedir.
"dâr"e bağlıdır. İbnü Âtiyye'nin de dediği gibi mef'ul-i ma'ah olması
da mümkündür. Bu durumda bazılarının belirttiği gibi kabilinden olmak üzere
gibi bir fiil takdirine ihtiyaç kalmaz. Muhacirlerin içerisinde ensârdan önce
iman etmiş olanların bulunduğunda şüphe yoksa da, iman ile Medine'yi hazırlamak
yönünden Ensâr'ın öncelik hakkının bulunmasından dolayı buyurulmuştur. Mamafih
buradaki onların hicretlerinden önce mânâsını ifade edebileceği gibi, iman ve
güvenden evvel anlamına da gelebilir. Bu suretle Ensâr, muhacirlerin
hicretinden önce Akabe bey'atıyla vatanları olan Medine'yi dâr-ı İslâm yapmak
üzere harekete geçip imana sahip oldular. Kendilerine hicret edenleri severler.
Başta peygamber olmak üzere hicret eden o sadıkları gerek zengin ve gerek fakir
olsun severler ve bu şekilde dostluklarını gösterirler. Ve onlara verilen
şeylerden göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Yani muhacirlere verilen gerek
ganimet ve gerek diğer şeylerden dolayı gönüllerinde, bu bize lazımdı, bizim
buna ihtiyacımız vardı şeklinde içlerine batacak bir kaygı ve bir üzüntü
duymazlar. Kendilerinde bir açıklık yani bir ihtiyaç olsa bile (onları)
kendilerine tercih ederler. Burada "îsâr"ın mef'ûlü hazfedilmiştir.
Binaenaleyh mef'ûl, muhacirler olabileceği gibi daha genel olma ihtimali de
vardır. Yani muhacirlerin yahut mutlak mânâda mümin kardeşlerinin ihtiyacını
kendilerininkinden daha önemli ve daha üstün tutarak onları kendilerine takdim
ve tercih ederler. Ki bu, ahlâkın, tok gözlülüğünün en yüksek mertebesidir.
Nitekim Resulullah Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim etmiş ve Ensâr'dan
ihtiyacı olan üç kişiden başkasına vermemiş ve buyurmuştur ki: "Dilerseniz
mallarınızdan ve evlerinizden muhacirlere pay verir, bu ganimette de onlara
ortak olursunuz. Dilerseniz evleriniz ve mallarınız sizin olur, bu ganimetten
pay alamazsınız". Bunun üzerine Ensar "Hem mallarımızdan ve
evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır paylaştırılmasında
kendilerine ortaklık da etmeyiz." dediler. müfessirlerin bir kısmı nüzul
sebebinin bu olduğunu söylemişlerdir. Bundan başka Buharî, Müslim, Tirmizî,
Nesaî ve daha başkaları Ebu Hureyre'den şu rivayeti nakletmişlerdir:
"Resulullah (s.a.v)'a bir adam geldi, "Ya Resulullah! "Bana
zaruret isabet etti" yani açlıktan dermansız kaldım." dedi.
Resulullah (s.a.v) yakınlarına haber gönderdi, ancak onların yanlarında hiçbir
şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Bu adamı bu gece misafir
edecek kimse yok mu? Ki Allah ona rahmet buyursun." dedi. Derhal Ensâr'dan
bir zât -ki Ebu Talhâ olduğu zikredilmiştir- ayağa kalktı "Ben Ya
Resulullah" diye cevap verdi. Ve adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da
hanımına "Resulullah'ın misafirine ikram et" diye tenbihde bulundu.
Hanımı, "Vallahi benim yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir
şey yoktur." dedi. Kocası da ona, "O halde kız çocuğu akşam yemeği
istediği zaman onu uyut, kandili de söndürüver, Resulullah'ın misafiri için biz
bu geceyi aç geçiştiriverelim." dedi. Ve gerçekten öyle yaptılar. Sonra o
misafir, Resulullah'ın yanına vardı ve ona, "Bu gece Allah falan ve
falandan son derece hoşnut oldu." dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında bu
âyeti indirdi. "Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine
tercih ederler." Hakim, İbnü Merdûye ve Şuab'da Beyhakî, İbn Ömer'den
(r.a) şöyle rivayet etmişlerdir: "Resulullah'ın sahabilerinden birine bir
koyun başı hediye edildi. O da, "Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha
fazla muhtaçtır." dedi ve hediyeyi ona gönderdi. O da bir başkasına derken
bu suretle tam yedi ev dolaştı ve nihayet yine öncekine dönüp geldi. Bunun
üzerine âyeti nazil oldu." Bunlar, yalnız âyetin iniş sebebiyle ilgili
rivayetlerdir. Yoksa Ensâr ve Ashâb'ın böyle nice tercih örnekleri vardır.
Hatta Ensârdan iki karısı bulunanlar, karısı olmayan muhacirlerin evlenebilmesi
için karılarından birini terk bile etmişlerdi. Yermuk savaşında şehidler
arasında son nefesine gelmiş yaralıların, kendilerine verilen bir yudum suyu
bile yanında inleyen arkadaşları arasında nasıl dolaştırdıklarını tarihi bir
olay olarak Akif Safahat'ında ne güzel tasvir etmektedir. Her kim de nefsinin
şuhhundan, yani hırsından, kıskançlığından ve cimriliğinden korunursa işte
onlar felah bulanlardır. Sonunda her türlü engelden kurtulup isteklerine
kavuşanlardır. Bu cümle hem ahlâkî bir saadet prensibi, hem de Ensâr'ın ve
onların ahlâklarına uyanların övülmeleriyle haklarında bir müjdedir.
Şuhh: Nefsin bahillik ve hasislik dediğimiz
kıskançlık huyudur ki, cimrilik bunun fiiliyatındaki görüntüsüdür. Yani nefisde
içgüdüsel bir hareketin bulunması haysiyyetiyle ortaya çıkan duruma şuhh, bunun
fiilen men edilmesine de buhl (cimrilik) denilir. Rağıb şuhhu, âdet hâline
gelmiş hırslı bir buhl diye tarif etmiştir.(1) İbnü Münzir'in hasen'den yaptığı
rivayette buhl, insanın kendi elindekini, şuhh da herkesin elindekini
kıskanması diye tarif edilmiştir. Abd b. Humeyd, İbn Cerir, İbnü Ebi Şeybe,
İbnü Ebi Hatim, Beyhaki, Hakim ve daha başkalarının rivayet ettiği gibi İbnü
Mes'ud (r.a.)'a bir adam gelmiş ve "Ben korkuyorum ki helâk oldum."
demiş. O da sebebini sorunca, "Çünkü ben Allah Teâlâ'nın "Her kim
nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanlardır." dediğini
işitim. Halbuki ben şahih bir adamım, benden hemen hemen hiçbir şey
çıkmaz." demiş. İbnü Mes'ud da ona, "O, şuhh değil cimriliktir.
Cimrilikde de hayır yoktur. Allah Teâlâ'nın âyette zikrettiği şuhh ise,
kardeşinin malını zulm yoluyla yemendir." diye cevab vermiştir. İbnü
Münzîr ve İbnü Merdûye'nin rivayetlerinde de İbnü Ömer (r.a.) demiştir ki,
"Şuhh, bir adamın malını men etmesi değil, kendisinin sahip olmadığına göz
dikmesidir". Âlûsî bunları naklettikten sonra der ki: "Lugatçıların
hiç birinin böyle bir tarif yaptığını görmedim. Bununla murad, cimriliğin son
derecesi olmalıdır ki, o sıfatı taşıyan kimse başkasının malına bile kıskançlık
gösterir. Başkasının cömertlik yapmasını arzu etmez, ondan sıkılır da yapmaması
için çalışır. Yahut o derece hırslı olur ki, mümin kardeşinin malını zulmen yer
veya kendisinin olmayan şeylere göz diker. Başkasında olmasını da hoş görmez,
kıskanır." Bu âyetten şuhhun ve ihtirasın son derece kötü görüldüğü
anlaşılır. Çünkü felah, yalnız bu sıfattan korunanlara hasredilmiş olmakla,
korunmayanların, felâhın dışında kaldıkları anlaşılmaktadır. Bunun kötü bir
sıfat olduğu hakkında birçok haber zikredilmiştir. Hakim, Tirmizî, Ebu Ya'le ve
İbnü Merduye Enes (r.a.)'den merfuan rivayet etmişlerdir: "İslâm'ı,
cimriliğin mahvetmesi gibi hiçbir şey mahvetmez". İbnü Ebi Şeybe, Nesaî,
Beyhakî ve Hakim Ebu Hureyre (r.a.)'den merfuan rivayet etmişlerdir:
"Allah yolundaki bir toz ile cehennem ateşinin dumanı bir kulun içinde
ebedî olarak bir arada bulunmaz. İman ile cimrilik ve kıskançlık bir kulun
kalbinde ebediyyen birleşmez." Ebu Davud ve Tirmizî garip diyerek
"Edeb"de de Buharî ve diğerleri Ebu Said Hudri (r.a.)'den merfuan şu
hadisi rivayet etmişlerdir. "İki özellik müslümanın içinde bulunmaz.
Bunlar, cimrilik ve kötü ahlâktır." İbnü Ebi'd-dünyâ, İbnü Adi, Hakim ve
Hatib Enes (r.a.)'den rivayet etmişlerdir: Enes demiştir ki, "Resulullah
(s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ Adn cennetini yarattı ve ağaçlarını
eliyle dikti ve sonra ona konuşmasını emretti. O da "Muhakkak müminler
felâha ulaştı." (Müminûn, 23/1) dedi. Allah Teâlâ da buyurdu ki,
"İzzet ve Celâlim hakkı için sende hiçbir cimri bana komşu olamaz."
Sonra da Peygamber (s.a.v) âyetini okudu." Ahmed b. Hanbel, Edeb'de
Buharî, Müslim Beyhakî Câbir b. Abdullah (r.a.)'den rivayet etmişlerdir:
"Peygamber (s.a.v) buyurmuştur: "Zulümden sakının çünkü zulüm,
kıyamet günü karanlıktan ibarettir. Şuhh dan da sakının çünkü şuhh, hırs ve
kıskançlık sizden evvelkileri helak etmiştir. Onlar birbirlerinin kanlarını
döktüler ve haramları helal saydılar." Daha bunlar gibi birçok haber
mevcuttur. Lakin şu da bilinmelidir ki, cimrilikten korunmak, bir kişinin her
şeyde cömert olmasına bağlı değildir. Abd b. Humeyd, Ebu Ya'la, Teberanî ve
Ziya' Mücmi' b. Yahya'dan merfuan rivayet etmişlerdir: "Zekatını veren,
misafire ziyafet çeken ve nâibede te'diye eden, yani bir felaket anında
yardımda bulunan cimrilikten beri olur." İbnü Münzir de Hz. Ali (r.a.)'nin
dediğini rivayet etmiştir: "Malının zekatını veren nefsinin cimriliğinden
korunmuş olur". İbnü Cerîr et-Taberî, Ebu Heyyac el-Esedi'den rivayet
etmiştir: "Ebu Heyyac demiştir ki: "Beyt'i tavaf ediyordum, bir adam
gördüm ki o, "Allah'ım beni nefsimin cimriliğinden koru." diyor, buna
başka bir şey ilave etmiyordu. Sebebini sorduğumda da bana, "Nefsimin
cimriliğinden korunursam hırsızlık etmem, zina işlemem ve hiçbir (kötü) şey
yapmam." diye cevap verdi. Bir de baktım ki, o zat, Abdurrahmân b.
Avf'dır." İbnü Zeyd de demiştir ki, "Bir kimse Allah'ın yasakladığı
şeyi yapmaz ve cimrilik onun, Allah'ın emrettiği şeylerden herhangi birini
terketmesine sebep olmazsa, Allah Teâlâ o kimseyi nefsinin cimriliğinden
korumuştur. Ve o, felâha erenlerdendir."
10. Ve şunlar ki onlardan sonra gelmişlerdir.
İmana gelmişler, yahut hicret etmişler veya varlık âlemine çıkmışlardır. Ebu
Hayyân der ki: "Doğrusu, bu cümlenin yukarıda geçen "Muhâcirin"
üzerine atfedilen cümlenin makabline bağlanmasıdır." Ferrâ da,
"Bunlar, ashabın üçüncü kısmı, yani Peygamber (s.a.v)'in son zamanlarında
iman ve hicret etmiş olanlardır." demiştir. Bu durumda daha evvel iman
eden Muhâcir ve Ensâr'dan sonra demek olur ki, bunlar sonradan iman etmiş,
yahut önceden...iman etmiş ise de, hicrette geç kalmış olanlardır. Âlimlerin
çoğunluğuna göre de bunlardan murad, tabiîn yani Muhâcirler ve Ensâr'dan sonra
gelen ve onlara güzellikle tâbi olan bütün müminlerdir. Bu durumda da
Muhâcirler ve Ensâr'ın vefatlarından sonra demektir. Âyetin başında yer alan
kendinden önce geçen mecrûra bağlanınca ganimetin hükmünde bunların da
yukarıdakilere ortak olacakları anlaşılmış olur." İbnü Cerir et-Taberî,
İkrime kanalıyla Mâlik b. Eves b. Hadsân'dan şöyle rivayet etmiştir:
"Mâlik demiştir ki; "Ömer b. Hattâb (r.a) "Sadakalar (zekâtlar)
Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere...." (Tevbe, 9/60)
âyetini sonuna kadar okudu ve "İşte bu âyet, bunlar içindir." dedi.
Sonra "Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Resulü'ne
ve (Peygamberle) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara
aittir..." (Enfâl, 8/41) âyetini okudu ve sonra da, "İşte bu âyet de
bunlar içindir." dedi. Daha sonra da âyetinden başlayarak âyetine kadar
okudu, sonra da "İşte bu âyet, bütün müslümanları içine almıştır. Hiçbir
kimse yoktur ki, onun ganimette hakkı olmasın." dedi ve arkasından şunu
ilave etti: "Eğer ben yaşarsam, herhalde çoban, hayvanlarını yürütürken
nasibi kendisine alnı terlemeden gelecektir."
Buharî, Zeyd b. Eslem'den o da babasından Hz.
Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Sonraki müslümanlar
olmasaydı fethedilen her beldeyi ve köyü Resulullah (s.a.v)'ın Hayber'i taksim
ettiği gibi, o fethedilen yerlerin halkı arasında taksim ederdim." İmam
Mâlik "Muvatta" adlı eserinde bunu daha tafsilatlı olarak şöyle
rivayet etmiştir: "Zeyd b. Eslem bize babasının şöyle dediğini
nakletmiştir: "Ömer'i dinledim diyordu ki, "Sonraki insanlar
birşeysiz bırakılmış olmasalardı, müslümanların her fethettikleri beldeleri,
Resulullah'ın Hayber'i hisse, hisse taksim ettiği gibi ben de hisse, hisse
taksim ederdim." İbnü Hümâm "Fethü'l-Kadir"de bu rivayeti
naklettikten sonra şöyle der: "Bu rivayetin dış anlamı, Resulullah
(s.a.v)'ın Hayber'in tamamını taksim ettiğini ortaya koyuyor." Fakat Ebu
Davud'da sahih bir senedle gelen şöyle bir rivayet vardır: "Resulullah
(s.a.v) Hayber'i iki kısma ayırdı. Bunun bir kısmı, ansızın meydana gelecek
müşkil hadiseler bir kısmı da müslümanlar içindi. Resulullah müslümanlar için
ayırdığını on sekiz hisseye taksim etti." Aynı şekilde Ebu Davud bunu,
Muhammed b. Fudayl yoluyla Yahya b. Sa'id'den, o Beşir b. Yesar'dan, o da
birçok sahabiden şu şekilde rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.v) Hayber'i
otuz altı hisse üzerine taksim etti. Her hisse, toplam olarak yüz eşit payı
içine alıyordu." Yani her yüz adama bir hisse vermişti. Beyhaki'nin
rivayetinde de böyle açık bir şekilde zikredilmiştir. Demek ki Resulullah'ın ve
Hayber'i fetheden müslümanların hisselerine taksim edilen bunun yarısı idi.
Diğer yarısı da, gelecek elçiler, yapılacak
işler, meydana gelmesi düşünülen müşkil hadiseler gibi müslümanların başlarına
gelebilecek musibetler için ayrılmıştı. Özetle, Hayber'in yarısı, müslümanlar
arasında ansızın ortaya çıkabilecek zor durumlar için ayrılmış demektir.
Beytü'l-mal malı denilmesinin mânâsı da budur. Diğer tarikle beyan edildiğine
göre bu yarım, Vatih, Ketibe, Selâlim ve Tevâbii idi. Bu sûretle Resulullah'ın
koymuş olduğu bu malları işletmeye kâfi işçi mevcut olmadığı için Resulullah bunları
muamele yani musâkât (meyvasının bir kısmını almak üzere bir bağı veya bahçeyi
verme) ve müzarea (toprağa çalışmaya veya kazanca ortak olmak üzere kurulan
ortaklık) usulüyle işletmek ve çıkan gelirlerin yarısını vermek üzere yerli
ahalisi olan yahudilere kiralamıştı. Ebu Bekir zamanında da böyle geçti.
Ömer'in halifeliği esnasında çalışacak ve işleyecek müslümanlar çoğaldığı için
yahudiler Şam'a sürülüp bu arazi müslümanlara taksim edildi. Harb yoluyla
fethedilen arazinin askerlere taksim edilmesinin her halde vacib olmadığına şu
da delildir ki, Mekke cebren fethedilmişti, halbuki Resulullah Mekke arazisini
taksim etmedi: Onun için İmam Mâlik sırf fetih yoluyla arzın müslümanlara
vakfedileceği görüşündedir. Bu zât haber ve hadislere pek vakıftı. Burada sulhen
fetholundu diyenlerin iddialarına değil, bilakis onların çürütülmelerine delil
vardır. İşte Hz. Ömer (r.a) âyetinden âyetine kadar olan bu dört âyetle delil
getirerek, gelecek müslümanların yararına beytü'l-mal için bir gelir kaynağı
olmak üzere "muvazzaf haraç" (toprak üzerine konulan maktu vergi)
koymak suretiyle Irak (Sevâd)'ın arazisini yerli halkın elinde bırakıp, ganimet
alanlara taksim etmemiş ve "Kitâbu'l-haraç"da zikredildiği üzere
ashâbı şûrasında Zübeyr, Bilal ve Selman gibi taksim fikrinde ısrar edenlere
karşı Allah'ın Kitabı'ndan delil getirerek demiştir ki: "Allah Teâlâ
buyurduki, "Allah'ın o kent halkından, Resulü'ne verdiği ganimetler,
Allah'a, Resul'e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya
aittir ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın."
Sonra onu yalnız onlara vermedi, hatta "Hicret eden fakirlere aittir ki
yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını
ararlar. Allah'a ve Resulü'ne yardım ederler. İşte doğru olanlar
onlardır." buyurdu, sonra onu yalnız onlara da vermedi. Daha sonra da
"onlardan sonra gelenler..." âyetini sonuna kadar okudu. İşte bu
âyet, gelecekler de dahil olmak üzere bütün müslümanları içine almaktadır.
Binaenaleyh bu ganimetlerden bundan sonra gelecek olan müslümanların hak ve
yararlarını da gözetmek lazımdır. Bu ise ganimeti taksim etmeyip konulacak
harac ve cizye ile mümkün olabilecektir, tarzında hayli uzun bir konuşma yaptı.
Sahabiler bunu uygun buldular. Ancak Bilal ve Selman fikirlerinde biraz ısrar
etmek istediyseler de, Mebsut'da beyan edildiği şekilde, sonra onlar da
görüşlerinden dönüp bunu kabul ettiler. Böylece Irak ahalisi, arazi vergisi
olan haraç ile nüfus vergisi demek olan cizye karşılığında bağışlanıp, hür ve
İslam Devletinin himayesinde olmak üzere arazilerinde bırakıldılar.
"Fethü'l-Kadir"in beyanına göre, arazilerine ister ekilsin ister
ekilmesin her dönüm başına bir dirhem ve bir kafiz haraç konuldu. Üzüm
bağlarının her dönümüne on, yoncaların her dönümüne ise, beş dirhem takdir
edildi. Zengin olanların şahıslarına senede kırk sekiz dirhem, onlardan daha
aşağıda olanlara yirmi dört dirhem, bir şeyi bulunmayanlara da on iki dirhem
vergi kondu. Bu suretle ilk sene seksen milyon dirhem, ikinci sene ise, yüz
yirmi milyon dirhem toplanmış oldu.
İmam Gazzalî, "İhyau Ulumi'd-din"
adlı eserinde der ki: "Kendisinde halka yararlı olma sıfatı bulunmayan
zengine beytü'l-malın malını sarf etmek caiz olmaz. Âlimler bu konuda ihtilaf
etmişlerse de, doğru olan budur. Gerçi Hz. Ömer'in sözünde her müslümanın İslâm
toplumuna katkıda bulunması itibariyle beytü'l-malda hakkı bulunduğunu gösteren
bir delil vardır. Lakin bununla beraber kendisi o malı müslümanların hepsine
taksim etmiyor sadece bir takım sıfatları kendisinde bulunduranlara paylaştırıyordu.
Bu sabit olunca o zaman denilebilir ki, her kim müslümanların menfaatıyla
ilgili bir işle görevlendirilmiş olup da, geçimini teminle uğraştığı takdirde o
iş boş kalacak olursa, o şahsın beytü'l-malda yeterli miktar bir hakkı vardır.
Buna, bütün âlimler dahildir. Yani fıkıh, tefsir, hadis, kırâet gibi dinî
ilimlerle ilgilenen ilim erbabı, öğretmenler, müezzinler hatta bu ilimleri
tahsil edenler de bu sınıfa dahildirler. Çünkü bunların ihtiyaçları
karşılanmazsa ilim talebinde bulunamazlar. Bütün yöneticiler de bundan istifade
ederler ki bunlar, dünyadaki dirlik ve düzenlikle ilgilenirler. Ve yine bunlar,
memleketi silah ile düşmandan, âsilerden ve İslâm'a karşı çıkanlardan koruyan
maaşlı askerlerdir. Aynı şekilde katipler, hesab memurları, vekiller ve harac
divanının tertibinde kendilerine ihtiyaç bulunanların hepsi, yani haram olanlar
üzerine değil, helal mallar üzerine memur olan maliye memurlarının hepsi de
buna dahildir. Çünkü mal, işler içindir. İş de, ya dinle ya da dünya ile
ilgilidir. Âlimlerle din korunur. Din ile mülk ikizdir. Biri diğerinden uzak
kalamaz. Tabibin bilgisiyle dinî bir hususun ilgisi olmasa bile, bedenin
sıhhatı yönünden aralarında bir irtibat vardır. Onun için gerek tabibe ve
gerekse, bedenler, yahut beldelerle ilgili işlerde kendilerine ihtiyaç
hissedilen ilimlerde tabib yerine konulan kimselere bu mallardan maaş vermek
caiz olur ki, ücretsiz olarak müslümanları tedavi etmek için vakit ve imkan
bulabilsinler. Bütün bu sayılanlar hakkında ihtiyaç şartı da yoktur. Onlara zengin
oldukları halde bile verilebilir. Çünkü Raşid Halifeler, Muhâcir ve Ensar'dan
ihtiyaç sahibi olmayanlara dahi verirlerdi. Aynı şekilde belirli bir miktar
verme şartı da yoktur. Bu, devlet başkanının ictihâdına bırakılmıştır. Halin
gereğine ve malın durumuna göre zengin edecek, yahut yeterli olacak miktar
vermek ona aittir.
Âyette, sonra gelenler mutlak bırakılmamış,
halleri şu şekilde beyan edilmiştir. Derler, şöyle dua ederler: Ya Rabbi
bizleri bağışla bizden önce iman ile geçmiş olan kardeşlerimize ve iman etmiş
olanlara kalblerimizde hiç kin tutturma. Rabbimiz hiç şüphe yok ki, sen
Rauf'sun, Rahim'sin, yani esirgemen çok, iman ile çalışanlar hakkında rahmetine
nihayet yok. Onun için duamızın kabulü ile günahlarımızın bağışlanmasını rahmet
ve esirgemenden ümit etmekteyiz.
Önceki âyette geçtiği gibi bu âyette de
bazıları, nin mübtedâ nin haber olup, "vâv"ın müfredleri değil,
cümleyi bağladığını söylemişlerdir. Bağlanmanın müfred kabilinden yapıldığı
önceki durumda ise, başlangıç cümlesi, yahut nun fâilinden haldır. Her iki
takdirde de, bunların bağlanmaları ve beyanları önemlidir. İbnü Merduye rivayet
etmiştir ki: "İbnü Ömer (r.a) bir adamı bazı Muhâcirler'e dil uzatırken
işitti de onu yanına çağırdı ve ona (Haşr, 59/8) âyetini okudu. Sonra da, "İşte
bunlar, o Muhâcirler'dir. Sen onlardan mısın?" diye sordu. O da,
"hayır" cevabını verdi. Ardından (Haşr, 59/9) âyetini okudu ve
"İşte onlar, Ensar'dır. Sen onlardan mısın?" dedi. O da,
"Hayır" dedi. Daha sonra da (Haşr, 59/10) âyetini okuyup ona,
"Sen bunlardan mısın?" dedi. O da cevaben, "Ümid ederim."
dedi. İbnü Ömer, "hayır vallahi onlara söven onlardan olamaz."
dedi." İmam Mâlik de bu âyeti delil getirerek demiştir ki: "Sahabeden
biri hakkında kötü söz söyleyen veya buğzeden kimsenin ganimetten nasibi yoktur."
Görülüyor ki burada "Muhakkak müminler
kardeştirler." (Hucurât, 49/10) âyetince müminlerin kardeşliği gereğine,
yani imanın sonucu olarak birbirlerini sevmeleri, büyüklerine hürmet
göstermeleri ve insanlık icabı meydana gelen kusurlarına bakmayıp, kendileri
gibi bağışlanmalarına dua etmeleri ve hiç bir mümine kin beslememeleri lüzumuna
tenbih edilmiştir. İşte Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'ten maksad, "Peygamber
(s.a.v) size ne verdiyse onu alın.." (Haşr, 59/7) âyetince bu ahlâka
uymayı, bir hareket tarzı kabul etmektir. Bu ise, iyiliği emredip, kötülükten
sakındırma vazifesini ihmal etmek değil. "İnanan erkekler ve kadınlar,
birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler.."
(Tevbe, 9/71) âyeti gereğince müminliğin alâmeti olan, o vazifenin yerine
getirilmesinden memnun olup, "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah
ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın ve Allah'tan korkun." (Mâide, 5/2)
âyetine göre yardımlaşmak "Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve
birbirlerine sabrı tavsiye edenler.." (Asr, 104/3) âyetindeki tavsiyeye
sarılmaktır.
Bu suretle tabaka tabaka müminlerin
güzelliklerine işaret buyurulduktan sonra münafıkların hallerine dikkat
nazarlarını çekmek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
11. Münafıkların, kitap ehlinden inkar eden
dostlarına "Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle
beraber çıkarız sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa
tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz." dediklerini görmedin mi? Allah,
onların yalancı olduklarına şahitlik eder.
12. Andolsun eğer onlar, çıkarılırsalar,
onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler;
yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım
edilmez.
13. Onların kalblerinde sizin korkunuz,
Allah'ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
14. Onlar toplu olarak sizinle savaşamazlar,
ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaşmak
isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu
sanırsın, oysa onların kalbleri dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını
kullanmayan bir topluluktur.
15. (Bu yahudilerin durumu) kendilerinden az
önce, işlerinin günahını tatmış olan, ahirette de kendileri için acı bir azab
bulunan kimselerin (Bedir'de cezalarını bulan putperestlerin) durumu gibidir.
16. (Yahudileri kandıran münafıkların durumu
da) tıpkı şeytanın durumuna benzer ki insana "İnkâr et." dedi,
(insan) inkar edince de: "Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb'i
Allah'tan korkarım!" dedi.
17. Nihayet ikisinin sonu, ebedi olarak ateşte
oldu. Zalimlerin cezası budur.
11. "Görmedin mi o münafıklık
yapanları?" Benî Avf'den Abdullah b. Übeyy b. Selûl, Vediatü'bnü Mâlik,
Süveyd ve Dâis gibi bazı münafıklar Beni Nadir'e haber göndermişlerdi. İşte söz
konusu âyetin bu sebeble nazil olduğunu İbnü İshak, İbnü Münzir ve Ebu Nuaym
İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Bu âyetlerin mânâlarına bakarak bunların
önce olayın meydana geldiği esnada nazil olup, münafıkların o sıradaki gizli
haberlerini Peygamber (s.a.v)'e ulaştırdıkları söylenebilir. Onun içindir ki,
mazi sigasıyla denilmeyip hal ve devamlılık ifade eden muzâri sigasıyla
zikredilmiştir. O münafıklar diyorlar ki: Kitab ehlinden o kâfir olan
kardeşlerine, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri veya sıkı fıkı konuştukları
dostları olan o kâfirlere diyorlar, yahut diyorlardı ki vallahi siz
çıkarılırsanız mutlak ve muhakkak biz de beraberinizde çıkarız yani biz de
yurtlarımızı ve mallarımızı bırakır sizinle beraber gideriz ve sizin hakkınızda
ebediyyen kimseyi dinlemeyiz. Yani sizi çıkartmamak için her türlü
itaatsizliği, isyanı göze alırız. Şayet sizin çıkmanıza mani olamazsak herhalde
biz de beraber çıkarız ve çıkmamıza mani olacak kimseleri asla dinlemeyiz. Ve
şayet sizinle mukatele yapılacak, harb edilecek olursa vallahi size mutlak ve
muhakkak yardım ederiz. Savaşta düşmanlarınıza karşı sizden taraf oluruz,
sizinle beraber biz de onlarla çarpışırız diye yemin ederek söz veriyorlardı.
Halbuki Allah şehadet ediyor ki onlar muhakkak yalancıdırlar, o münafıklar
kesinlikle yalan söylüyorlar. Söyledikleri bu sözler, verdikleri vaadler,
fikirlerine uygun olsa bile gerçeğe uygun olmayacaktır. Onlar yeminlerinde
durmayacaklar ve dediklerinin hiç birini yapmayacaklardır.
12. Yani yemin olsun ki o kardeşleri
çıkarılırlarsa beraberlerinde münafıklar çıkmayacaklardır. Evvela "Eğer
siz çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız." demeleri bile
yalandır. Sonra yine yemin olsun ki, onlarla savaşılsa onlara yardım da
etmeyeceklerdir. "Eğer sizinle savaşılırsa mutlaka size yardım
ederiz." demeleri de yalandır. Hakikaten de böyle oldu. Ne onlarla beraber
çıktılar, ne de savaştılar. Allah Teâlâ'nın şehadeti vechiyle yalancı oldukları
ortaya çıkmış oldu. Ve faraza yardım ederlerse, muhakkak arkalarına
döneceklerdir. Müminlerin karşısında dayanamayacaklardır. Sonra o dönen
münafıklara veya yardım etmek istedikleri yahudilere, hiçbir taraftan yardım
olunmayacaktır. Helaktan ve Allah'ın azabından kurtulmayacaklardır.
13. Herhalde onların sinelerinde, yani
yüreklerinde Allah'tan fazla sizin korkunuz vardır. Onlar, gizli ve açıkta
olanı bilen, her şeyi gören ve azabı şiddetli olan Allah Teâlâ'dan
sakınmıyorlar, azabından korkmuyorlar ve gizli gizli münafıklık ediyorlar.
Kimseye itaat etmeyiz deyip sizden çekiniyorlar ve size karşı müslümanlık
iddiasında bulunuyorlar. Bu, yani Allah'tan ziyade sizden korkmaları onların
anlamayan bir topluluk olmalarından, Allah'ın büyüklüğünü ilim ve kudretinin
genişliğini bilmemelerindendir.
14. Onlar toplu olarak, yani münafıklar ve o
kâfirler, hepsi birlikte toplanarak sizinle çarpışamazlar ancak sağlam
mevkilerde, kale ve siper gibi icabında sığınmak için sağlam yapılmış sığınaklı
köyler ve kentlerde yahut duvarlar arkasında: Surlar, hisarlar ve siperler
içinde saklanarak harp ederler. O halde harb olunca onlardan korkmamak, onları
oralardan çıkarmak veya içlerinde yakalamak için "Onlara karşı gücünüz
yettiği kadar kuvvet hazırlayın..." (Enfâl, 8/60) emri gereğince kuvvet,
alet ve vasıta hazırlamak, bununla beraber sûrenin başında zikredildiği gibi, o
alet ve vasıtalara güvenmeyip yalnız Allah'a kalbi bağlamak gerekir. Bir
na'tında Nazîm der ki:
Hükmün yürütür aşk vuhûş ile tuyûra
Yok emrine serkeşlik eder mâde vü nerde
Bî zûr-i sipeh aşk eder âlemi teshir
Ne zirh ü ne migferde ne tig u ne siperde.
"Aşk, vahşi hayvanlar ve kuşlara da
hükmünü yürütür.
Aşkın emrine ne erkek ne dişi karşı çıkamaz.
Asker gücü olmaksızın aşk, âlemi büyüler.
Ne zırh, ne miğfer, ne kılıç ne de
siper."
Beisleri aralarında şiddetlidir. Be's güç,
kuvvet, hızlı savaş, sıkıntı ve azab gibi bir kaç mânâya gelir. Burada
müfessirler üç mânâ üzerinde durmuşlardır.
1- Onların kuvvetleri, harp ve vuruşları kendi
aralarında şiddetlidir. Yani kuvvet ve yiğitlikleri birbirleriyle çarpıştıkları
zamandır. Yoksa Allah için cihad eden müminlerin karşısında harb meydanına
çıkacak olurlarsa, o kuvvet ve şiddetleri zayıflık ve yenilgiye dönüşür. Onun
için sizinle meydan harbinden kaçar, sığınak ve siperlere girerler.
2- Mücâhid'den yapılan rivayete göre de,
onların kuvvet ve şiddeti, kendi aralarında harb lakırdısı ettikleri esnadadır.
Yani bir araya toplandıkları zaman birbirlerine şöyle asarız, şöyle keseriz,
şöyle biçeriz gibi yiğitlik ve kuvvet taslayarak laf ederler, tehdit savururlar
fakat siperler, duvarlar arkasından meydana çıkamaz, sinerler. Onun için
şiddetleri kendi aralarındadır. Hakiki müminlere karşı değildir.
3- İbnü Abbas da şöyle nakletmiştir:
"Bunun mânâsı, birbiriyle sevişmezler, boğuşup dururlar, dahili durumları
perişandır." Buna göre şu izah onun tefsiri demektir. Sen onları toplu
sanırsın halbuki kalbleri dağınıktır. Her biri başka havada, başka arzu peşinde,
kendi zevk ve duygusuna göre ayrı fikir ve görüşte perişandır. Bir fikir
etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Fırsat buldukça
birbirlerine karşı hıyanet ederler. Böyle bir ordu ise dışardan ne kadar toplu
ve kuvvetli görünürse görünsün, hakikatte o bir ordu ve topluluk değil, cüzleri
arasında birleşme ve irtibat bulunmayan bir kül yığını gibi hafif rüzgarla
savrulacak kuru bir kalabalıktan ibaret demektir. "Şettâ", dağınık ve
perakende mânâsını ifade eden "Şetît"in çoğuludur. Merîz Merzâ gibi.
Bu dağınıklık onların akıllarını kullanamaz bir topluluk olmaları sebebiyledir.
Sırf dünya muhabbetiyle nefislerinin şehvet, arzu ve duyguları arkasından
gittiklerinden akılları kalmaz, makul hareket etmezler ve hakkı tanımazlar.
Böylece tefrika, kalblerin dağınıklığı, Allah'tan başkasından korkmak, sadakat
ve fedakârlık göstermemek gibi sıfatları taşırlar. Bunun, kendilerini zayıf
duruma düşüreceğini ve kuvvetlerini perişan edeceğini aklen bilseler bile, yine
de onun gerektirdiği tarzda hareket edemezler. Çünkü hakkı sevmezler, onun için
de cezasını çekerler.
15. Kendilerinden az önce geçenler gibi,
Bedir'dekiler veya Benî Kaynuka yahudileri gibi ki işlerinin, yaptıkları küfür
ve isyanın günahını tattılar. Ahirette de kendilerine elîm bir azab vardır.
Vebâl, otlağın otunun ağır olması demektir. Otu çok ağır ve tehlikeli olan
otlağa "keleün vebîl", "mer'an vebîl" denilir. "Keleün
vebîl", mutlak ağırlık (hazımda zorluk) ve tehlike, "mer'an
vebîl" ise, çekilmez kötü sonuç mânâsına mecaz olmuştur. Dilimizde her iki
mânâ da yaygındır. Vebâlin, ağır günah anlamında kullanılması da bundandır.
Beni Kaynuka vakasını İbnü Kesîr, "el-Kâmil" adlı eserinde şöyle
anlatmaktadır: "Resulullah (s.a.v) Medine'ye hicret ettiği zaman
yahudilerle bir antlaşma yapmıştı. Bedir'den galibiyetle döndüğü zaman
kıskançlık ettiler. İlk defa Beni Kaynuka yahudileri kıskançlık gösterip
andlaşmalarını bozdular. Resulullah (s.a.v) onların bu kıskançlıklarını
işittiği zaman kendilerini Beni Kaynuka çarşısına topladı ve dedi ki:
"Kureyş'in başına gelenlerden sakının, İslâm'a girin. Çünkü benim Allah
Teâlâ tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğumu anladınız." Bunun
üzerine, "Ya Muhammed! Harb etmesini bilmeyen bir kavimle karşılaştın da
onlardan bir fırsat yakaladın. Sakın buna aldanma!" dediler. Peygamber'le
aralarındaki andlaşmayı ilk defa bozan bu yahudiler oldular. Bir gün müslüman
bir kadın Beni Kaynuka çarşısına gitmiş, zinet eşyalarından bir şey için bir
kuyumcunun yanında oturmuştu. Bu sırada onlardan bir adam kadının yanına
gelerek (habersizce) fistanını arkasından sırtına kadar kesmişti. Kadın farkına
varmadan aniden kalkınca avret mahalli açılıvermiş bundan dolayı da üzerine
gülmüşlerdi. Bunun üzerine müslümanlardan birisi de o adamı vurup öldürmüştü.
Olayı öğrenen Beni Kaynuka yahudileri hemen Resulullah'a karşı ahidlerini
bozup, yahut bozduklarını ilân edip kalelerine girdiler ve siperlere çöktüler.
Resulullah (s.a.v) da hareket edip onları on beş gün muhasara altında tuttu.
Nihayet Peygamber'in hükmüne teslim olarak kaleden indiler. Kolları arkalarına
bağlandı, zira öldürüleceklerdi. Bunlar Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler.
Abdullah b. Übeyy b. Selül kalkıp onların hakkında Hz. Peygamber'le konuştu.
Resulullah hiç cevap vermedi. Abdullah elini Peygamber'in yakasına koydu.
Bundan dolayı Peygamber'in yüzünde kızgınlık alâmeti belirmişti. Abdullah'a
"Bırak!" dedi. O da, "Üç yüz silahlı, dört yüz silahsız dostumu
bana bağışlayıncaya kadar bırakmam. Bunlar, Benî Ahmer ve Esved'e karşı
müdafaada bulundular. Vallahi bir karışıklık olmasından korkarım." dedi.
Bunun üzerine Resulullah da, "Haydi senin olsunlar, Allah onlara lanet
etti, oradan çıkartın ve sürün." dedi. Abdullah da beraberce lanet etti.
Böylece yurtlarından çıkarıldılar, malları müslümanlara ganimet olarak kaldı.
Ancak arazileri yoktu, çünkü kuyumcu idiler. Ensâr'dan Übâde b. Samit onları
çıkarıp Zebbâ'ya kadar götürdü. Sonra oradan Şam tarafına, Ezriat'a kadar
gittiler. Orada da çok kalmadan tarih sahnesinden silindiler. "İşte Beni
Nadir'den az önce geçenler ve yaptıklarının vebâlini tadanlar, Bedir'den sonra
bu topluluktur. Bunlar hicretin yirminci ayında Şevvâl içerisinde
sürülmüşlerdi. Beni Nadir olayı da hicretin dördüncü senesi Rebiu'l-evvel
ayında olmuştu. Bu, yahudilerin hali idi. Münafıkların durumu da şöyle temsil
ediliyor.
16. Şeytanın meseli gibi darb-ı mesel olmuş,
hayret verici hali gibi hani bir vakit insana küfret demişti. Bir âmir
durumunda onu küfre teşvik etmişti o insan küfredince de, şeytan çekilivermiş
haberin olsun, "Ben senden beriyim." demişti. Yani senin bulaştığına
bulaşmam, sorumluluğuna iştirak etmem çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım. Küfür et diye emir verirken korkmamıştı da, aldatıp belâya soktuktan
sonra azabı hatırlayarak korkacağı tutmuş, "Ben karışmam ne halt edersen
et" diyerek savuşuvermişti ki bu da bir şeytanlıktı. Münafıklar da böyle
yapmışlardı ve böyle yapmaktadırlar. Ebu Hayyân der ki: "Şeytanın ben
Allah'tan korkarım demesi, bir riyâ idi ki, bu korku, onu insanları fenalığa
sevketmekden alıkoymuyordu." Müfessirlerin çoğu, buradaki şeytan ve
insandan maksadın şeytan ve insan cinsi olduğu görüşündedirler. Buna göre
uzaklaşma, kıyamet günü olacak demektir. "çünkü ben Allah'tan
korkarım." Sözünün dış anlamına en uygun olan mânânın da bu olduğu
söylenmiştir. Bazıları da demiştir ki, şeytan ile murad, iblis, insan ile murad
da Ebu Cehl'dir. Zira Enfâl Sûresi'nde geçtiği üzere "Şeytan onlara,
'Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, ben de sizin yanınızdayım'
demişti..." (Enfâl, 8/48) sonra da çarpışma başlayınca "Ben sizden
uzağım, ben sizin görmediğiniz (gerçeği) görüyorum, ben Allah'tan
korkarım.." (Enfâl, 8/48) deyip sıvışmıştı. Mamafih bu konuda darb-ı mesel
haline gelmiş bir kıssa da nakledilmektedir. Ahmed b. Hanbel, Zühüd'de, Buharî
Tarih'de, Beyhakî Şuab'da, Hakim ve daha başkaları Hz. Ali (r.a.)'den şöyle
nakletmişlerdir: "Ermişlerden biri kendi köşesinde ibadet ederdi. Günün
birinde bir kadına bir hal ârız olmuş, kardeşleri de onu, o ermiş kişinin
yanına götürüp bırakmışlardı. Kadın bu zâtın hoşuna gitmiş ve tutup onunla zina
etmişti. Bunun üzerine kadın hamile kalmış, derken şeytan bu zâtın yanına
gelerek, "Sen bu kadını öldür, şayet durumu öğrenirlerse rezil
olursun." dedi. Böylece adam kadını tutup öldürdü ve bir yere gömdü. Sonra
kadının kardeşleri gelip adamı yakaladılar, götürürlerken şeytan yine gelerek,
"Onu sana hoş gösteren bendim, şimdi bana secde edersen seni
kurtarırım." dedi. Bunun üzerine adam ona secde etti, sonra da şeytan
ondan uzaklaşıp, dediğini dedi. İşte âyeti buna işaret etmektedir."
17. Sonra her ikisinin de ebedi olarak ateşte
kalmaları kendilerinin akıbetleri oldu. Çünkü birisi âmir tavrıyla küfre teşvik
etmiş, diğeri de tutup yapmıştı. Demek ki âmirin Allah'a karşı isyan emri
yapıldıktan sonra kendisine emredileni de sorumluluktan kurtaramaz. Eğer bu
isyan küfür ise, cezası ebediyyen cehennemdir. Ve işte bu, yani cehennem
ateşinde ebedî kalmak yalnız o ikisine mahsus değil bütün zalimlerin cezasıdır.
Zulmü iyi veya mübah gören gerek âmir, gerek memur bütün haksızların cezası,
sonsuza kadar cehennemde kalmaktır. Çünkü zulmü helal saymak da küfürdür.
Bu suretlle münafıkların, kâfirlerin ve
zalimlerin halleri anlatıldıktan sonra, o kötü sonuçtan müminleri korumak için
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
18. Ey inananlar, Allah'tan korkun ve kişi,
yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allah'tan korkun; çünkü Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır.
19. Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini
unutturduğu kimseler gibi olmayın onlar, yoldan çıkan kimselerdir.
20. Cehennem ehli ile cennet ehli bir olmaz.
Cennet ehli kurtularak isteklerine erişenlerdir.
21. Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik,
Allah'ın korkusundan onu baş eğmiş, parça, parça olmuş görürdün. Bu misalleri
düşünsünler diye insanlara veriyoruz.
22. O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka tanrı
yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyen bağışlayandır.
23. O, öyle bir Allah'tır ki, kendisinden
başka hiçbir tanrı yoktur. O, mâlik ve sahiptir, münezzehtir, selâmet verendir,
emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla
yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah puta tapanların ortak koştukları
şeylerden münezzehtir.
24. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil
veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun
şânını yüceltmektedirler. O, gâlib olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.
18. Ey Allah'a, Resulüne ve ahiret gününe
inanıp iman şerefi ile müşerref olmuş bütün müminler! Hep Allah'tan korkun.
Nifaktan, münafıklardan, küfürden, kâfirlerden, zulümden, zalimlerden ve
şeytanın şeytanlığıyla o kötü akıbete düşmekten sakınıp Allah'ın korumasına
sığının da, her işinizde O'nun emir ve nehyini tutarak azabından korunun ve her
nefis yarın için, yani kıyamet günü için ne hazırlamış, Allah'a ne takdim etmiş
olduğuna baksın. Hesab sorulmadan önce nefsini muhasebeye çekip kendi hesabına
nazar etsin. Kıyamet gününe "yarın" denilmesinin iki anlamı olduğu
ifade edilmiştir. Birincisi, yarının dünden yakın olması itibariyle kıyamet
yarın olacakmış gibi telakki edilerek çalışmaya teşvik etmek demektir. İkincisi
de, Rahmân Sûresi'nde geçtiği üzere Allah katında zamanın, birisi teklif zamanı
olan dünya devri, diğeri de ceza ve mükafat zamanı olan ahiret devri olmak
üzere iki günden ibaret olduğuna işarettir ki, buna göre bugün dünya, yarın
ahiret demektir. Bununla beraber âyet, insanın her gün korunmak için yarına
faydalı olacak ne iş yaptığını düşünmesinin gerekli olduğunu da hatırlatmaktan
uzak değildir. "Allah"tan korkun!" Bu cümle dış anlamı
itibariyle öncekini te'kid etmek için tekrar edilmiş gibi görünmektedir. Fakat
önceki Allah sevgisiyle emirlerin, vazifelerin yerine getirilmesi, bu ise Allah
korkusuyla yasaklanan şeylerden, fenalıklardan sakınılması durumunu göstermesi
itibarıyla farklılık arzetmektedir. Yani Allah'tan korkun da kötülük yapmayın
ve korunmazlık etmeyin. Çünkü Allah, her ne yaparsanız haberdardır, yarın ona
göre ceza veya mükafat verecektir.
19. Ve öyle kimseler gibi olmayın ki Allah'ı
unutmuşlar, Allah'tan korkmaz, hukukunu tanımaz ve O'nun sonsuz korumasından
yardım dilemez olmuşlardır da Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Sarhoş
gibi ne yaptıklarını bilmezler. İnsan nefsinin, beşer hukukunun kıymetini
anlamaz, âdi şeylere tapar ve insanlığı zelil ederler. Ayrıca kendilerini
kurtaracak hayır ve hesanâtı düşünmez, azabdan koruyacak işler yapmaz ve yarın
için bir şey hazırlamaz olmuşlardır. Netice olarak denilebilir ki, onlar
kıyamet günü öyle dehşetli trajedilere maruz kalırlar ki, kendilerinden
geçerler. Hatta ruh yoktur deyip duranlar dahi, böyle kendilerini unutmuş,
insan varlığının en mühim ayırıcı unsurunu teşkil eden şuur nimetini
kavrayamamış kimselerdir. İnsanın kendisini hissetmesi fıtrî olduğu için
şuurdan, şuurun hukukundan ve onun Allah'a bakan yönünden gaflet edenlerin
fıtratı bozulmuş kimseler olduklarına tenbih için unutmak ile ifade edilmiştir.
İşte onlar, fasıklardır. İtaattan çıkıp isyana dalmış, insanlık kıymeti
kalmamış, fıskta tekâmül etmiş ve bozulmuş bir topluluktur. Müminler bunlara
benzememelidir.
20. Cehennem ashabı ile cennet ashabı müsavi
olmazlar. Yani Allah'ı bırakıp da günaha dalmış o fasıklar beyan edildiği gibi,
cehennem ateşinde kalmayı hak etmişlerdir. Allah'tan korkup korunanlar ise,
cennete müstehaktırlar. Cehennemliklerle cennetlikler ise, denk olmazlar.
Fazilet ve üstünlüğün hangi tarafta olduğuna gelince: Kurtulanlar ancak cennet
ashabıdır. Tehlikeden kurtulmuş büyük murada ermişlerdir. Müminler, böyle bir
tehlikeden kurtulup o büyük murada ermek, o fazileti kazanmak için günahlardan
korunarak ve azabdan sakınarak çalışmalıdırlar. Ayrıca her gün, yarına ne
hazırladıklarına bakıp hesab etmeli ve Allah'ı unutup da kendilerine yazık
ederek ateşte kalacak fasıklar ve zalimler gibi olmamalıdırlar. Onun için de bu
nasihatlere, Allah'ın emir ve nehiylerine iyi dikkat etmelidirler.
21. Biz bu Kur'ân'ı yani iman ile okunup amel
edilmesi için indirmiş olduğumuz bu büyük, şanlı Kur'ân'ı biz azimü'ş-şân (şânı
yüce olan) eğer bir dağın üzerine indirseydik herhalde sen onu, o dağı Allah
korkusundan çatlayarak başını eğmiş görürdün, o kaskatı dağ, o derece müteessir
olur ve Allah'ın emirlerine saygı ile çatlayıncaya kadar itaat edip secdelere
kapanırdı. Fakat Ahzâb Sûresi'nin sonunda bulunan "Biz emaneti, göklere,
yere ve dağlara teklif ettik.." (Ahzâb, 33/72) âyetinde geçtiği üzere,
gökler, yer ve dağlar ilk teklifte emanetin ağırlığından yılarak yüklenmekten
çekinmişti de onu, insan yüklenmişti. Bundan dolayı kitab indirilmesine
dağların ne kabiliyetleri vardır, ne de ihtiyaçları, ihtiyaç insanlarındır.
Onun için Kur'ân da, bir dağ üzerine indirilmedi, insanlar için Hz. Muhammed
(s.a.v)'in kalbine indirildi. Hem öyle beliğ ve tesirli bir suretle indirildi
ki, faraza büyük bir dağ üzerine indirilmiş ve dağa öyle bir şuur verilmiş
olsaydı, göğe doğru başkaldırmakta bulunan o ulu dağ, bütün katılığına rağmen
Allah korkusu altında her türlü itaatsızlığı bir kenara atarak çatlayıncaya
kadar İlâhî emirlere boyun eğer ve son derece etkilenirdi. Binaenaleyh akıl ve
şuur kabiliyyeti ile emaneti yüklenen bir taraftan cehennem ateşi, diğer
taraftan cennet nimetleriyle kuşatılmış, istikbale doğru gitmekte olan
insanların bundan daha fazla etkilenmesi ve uyanık olmaları gerekirken, o çok
zalim ve çok cahil insanlar bundan müteessir olmuyor ve Allah'a saygı duymuyorlar,
ayrıca Allah'ın hukukunu, nefislerinin vazife ve istikbalini unutmuş, iyilik ve
kurtuluş yollarını düşünmez olmuşlardır. Zemahşeri ve Ebu Hayyân'ın da içinde
bulunduğu birçok müfessire göre söz konusu bu âyet de, (Ahzâb, 33/72) âyeti
gibi temsil kabilindendir. Maksadı, insanların kalblerindeki katılık ve
etkisizliğe karşı onları uyarmaktır. Nitekim şöyle buyurulması da buna işaret
etmektedir. Ve işte bu meseller, yani gerek bu âyet ve bu sûredeki ve gerek
Kur'ân'ın diğer yerlerindeki bu çeşit temsiller, yahutta mübtedâ, haber
olduğuna göre, bunlar, birtakım temsillerdir. Veya ibret alınması için daima
hatırda tutulacak ve dilden düşürülmeyecek misallerdir ki, biz onları insanlar
için yapıyoruz. İnsanların düşünüp istifade etmeleri için meydana getiriyor ve
tasvir ediyoruz. Düşünsünler diye, yani hissî örneklerden, fikrî ve makul
mânâlara geçip geçmiş ve geleceklerini düşünsünler, Allah'ın büyüklüğünü ve
kudretini anlayarak yarın için ona göre hazırlanıp korunsunlar diye. Fikir,
görgü ve bilgileri bir tertibe koyup bildiğinden bilmediğini anlamak, sonu
önceye bağlamak demektir. Görülüyor ki, bu âyeti, sûrenin baş tarafında yer
alan âyetin mânâ yönünden tamamlamaktadır. Onun için bu hatırlatma ile güzel
bir va'z ve nasihat yapıldıktan sonra, Allah Teâlâ'nın birliğini, ilim ve
rahmetiyle şanını ve yüceliğini bazı isim ve sıfatlarıyla anlatarak, sûrenin
son kısmını baştarafına bağlamak üzere buyuruluyor ki:
22. O öyle bir Allah'tır ki, bütün kemal
sıfatlarını zâtında toplayan, varlığı gerekli ve uluhiyyet kendi hakkı olan en
yüce zâttır ki O'ndan başka ilâh, yani tapılacak tanrı yoktur. (Bütün ilâhî
isimlerin toplayıcısı, zât ismi olan Allah adı hakkında, Fâtiha Sûresi'nin
başında besmelenin tefsirinde geçen açıklamaya bkz.) O Allah, gaybı da bilir
şehadeti de. Gayb iki ayrı anlamda kullanılır. Birincisi, mutlak gayb, diğeri
izâfi gaybdır. Mutlak gayb: Hiçbir mahlukun ne duyumlarının ne de bilgisinin
ulaşamadığı gayba denir. İzâfî gayb ise, bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün
olmayan gaybdır ki bu, onlara göre gayb demektir. Burada ilk akla gelen ise
mutlak gaybdır. Çünkü âyetteki ahd için değil istiğrâk içindir. Övgü makamı
bunu gerektirdiği gibi, diğer âyetlerde ifade edilen ismi de, buna delildir. Şu
halde söz konusu gayb, ister vacib ister mümkün olsun, ister mevcut olmasın ve
isterse varlığı imkansız olsun Allah için müsavidir. Rağıb der ki: "Şuhûd
ve şehadet gerek göz ve gerek sezgi ile olsun, görmekle beraber bir mekânda
bulunmak mânâsını ifade eder." Bazen de yalnızca hazır bulunmaya denir. Ancak
sırf hazır olmaya şuhûd-i evlâ, müşâhede ile beraber hazır olmaya da, şehadet-i
evlâ denilmektedir. Buna göre âyetteki şehadetten maksad, yaratıkların göz veya
sezgi ile müşâhede edebileceği âlem demektir. Şüphe yok ki gaybı bilenin
şehadeti bileceği evleviyetle mümkündür. Bununla beraber "Bu kitab da ne
oluyor, ne küçük, ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp
döküyor!.." (Kehf, 18/49) kabilinden saymanın tamamiyle açıklığa kavuşması
için ikisi de zikredilmiştir.
O, hem Rahmân'dır hem Rahîm'dir. (Bu iki
sıfatla ilgili Fâtiha'nın başında besmelenin tefsirinde açıklama geçmişti.
Oraya bkz.) Burada da şöyle özetleyebiliriz: Bu iki sıfat, iki çeşit rahmete
delâlet eder. Birisi, Rahmet-i Rahmâniyye, diğeri de Rahmet-i Rahîmiyye'dir.
Rahmet-i Rahmâniyye, hiç bir amelin şart koşulmadığı ve geri bırakılmadan
başlangıçta bahşedilen ilâhi rahmettir ki, mümini de kâfiri de, çalışanı da,
çalışmayanı da kapsamaktadır. Mesela, başlangıçta var olma bu rahmetin
eseridir. Nitekim rahimlerdeki ceninler ve bütün hayvanat bu rahmet ile
beslenir. Yine bu rahmet ile Allah Teâlâ kâfirlere dahi dünyada rızık, akıl
vesâire gibi nimetler verir. Rahmet-i Rahîmiyye ise, elde edilmesi için
çalışmanın şart koşulduğu ve Rahmet-i Rahmâniyye'yi güzelce kullanarak çalışan
kimselere verilen rahmettir ki, en aşağısı, amelle kazanılmış bir haktan aşağı
değildir. Sırf fazilet olan yüksek derecesinin ise, sınırı ve sonu yoktur. İşte
dinin, takvanın, çalışma ve gayretin önemi bu sebebledir. Onun içindir ki yani
"Rahmân, dünya ile Rahîm ise ahiretle ilgilidir." denilmiştir. Buna
göre Rahîm sıfatı, imanlı ile imansızı, iyi ile kötüyü, korunanla
korunmayanları ayırd ederek iyileri sonuçta mükafat ile murada erdirmek
mânâsını ifade ettiği için, ona mukabil Rahmet-i Rahmâniyye'yi kötüye kullanmış
kişilerin de mahrumiyyet ve ceza göreceklerini ihtivâ eder ki bu anlam, sonraki
âyette sayılan vasıflarla izah edilmiş olacaktır. Dikkat edilmesi gereken bir
husus da şudur ki, Allah Teâlâ'nın büyüklüğünü ve kudretini beyan ile Allah
korkusunun gereğini ispât konumunda gelen bu âyetler, korkudan önce sevgi ve
ümid hislerini uyandıracak olan bu rahmet âyeti ile başlamıştır. Ancak ilim
rahmetten, vahdâniyyet (Allah'ın birliği) de ilimden önce zikredilmiştir. Çünkü
Rahmet-i Rahîmiyye'nin gizli ve aşikâr hiçbir mükafatı zayi etmeyecek tarzdaki
güzel cereyanı, ilim sıfatının mükemmelliğine dayalı olduğundan, sübûtî
sıfatlardan sayılan ilim sıfatının kemalini gösteren "gaybı ve görüneni
bilir." vasfı, fiilî sıfatlardan olan rahmet sıfatını gösteren er-Rahmân,
er-Rahîm vasıflarından önce zikredilmiştir. İlim sıfatının bunları temin edecek
şekilde kemali ise, her türlü hükmünde ortaklık ve aykırılıktan uzak olarak
zât, sıfat ve fiillerde tevhide dayalı olduğu için selbi sıfatlardan olan
vahdâniyyet sıfatı da ondan evvel getirilmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki,
selbi, sübûtı ve fiili sıfatların mercii olan zâtın varlığı da
"Allah" ismi ile hepsinden önce zikredilmiştir. Yukarıda da
zikredildiği gibi korku, mutlak ürküntüden ibaret olan bir korku olmayıp, sevgi
ve hürmet ile beraber olan saygılı bir korku olduğu için, evvela ilâhî
rahmetin, "Rahmetim gazabımı geçti." kudsi hadisi gereğince ilâhî
gadabı geçtiğini gösteren bu âyette önce korkunun birinci esası olan hürmet ve
saygı hissi uyandırılmak üzere şevk ve ümidle sevgi coşturulmuş, sonra da
korkunun ikinci esası olan ve Rahmet-i Rahîmiyye'nin mânâsı içinde bulunan
sorumluluk ve korku hisleri de yine aynı ümid ve şevk prensipleriyle beraberce
telkin edilmek üzere buyurulmuştur ki:
23. "O Allah'tır ki kendisinden başka
ilâh yoktur." Her şeyden önce bu cümle, Hakk'ın zâtına ve tevhid emrine
son derece önem vermek ve itina göstermek maksadıyla tekrar edilmiştir. Evet
korkudan dağların bile çatlayarak boyun eğeceği O Allah, öyle bir Allah'tır ki,
hakikatte O'ndan başka ibadet edilecek bir varlık yoktur. Mülkün sahibi, bütün
eşyanın mülk ve hükümdarlığı O'nun, bütün yaratıklar üzerinde emir ve nehiy,
idare ve tasarruf, işinden etme ve iş verme, aziz ve zelil kılma, mükafat ve
ceza ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegane
saltanat sahibi O'dur. "Mülk elinde bulunan Yüce Allah, kutludur."
(Mülk, 67/1). Öyle melik ki, Kuddüs, gayet mukaddes her türlü kusurdan münezzeh
(uzak), her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul
etmez, tertemiz demektir. Öyleki Selam, her selametin kaynağı, kendisi ayıbdan,
kusurdan, eksiklikten, yokluktan kısacası her tehlikeden sâlim olduğu gibi,
selamet umulan, selamet arayanları selamete erdirecek olan da O'dur. Mümin,
iman, emniyet ve güven verici, şüphe ve tereddütleri kaldıran, isteyenlere
iman, korku içinde olanlara emniyet veren ve verecek olan da O'dur. Müheymin
görüp gözeten, her şeye şahid olan koruyan ve bekçilik eden de O'dur. (Bu
"Müheymin" kelimesi hakkında Mâide Sûresi'nde geçen (Mâide, 5/48)
âyetinin tefsirine bkz.) Aziz yani gayet izzetli, onurlu ve şanlıdır. Hiçbir
şekilde mağlup edilmez, her işinde gâlibdir. Yahut eşi benzeri yoktur ve gayet
yüksektir. Yani . "Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (İhlâs, 112/4)
âyetinde ifade edildiği gibidir. Yahut dilediğini yapan yani (Hûd, 11/108).
Bununla beraber alçaklığı, ahlâksızlığı, küfür, zulüm, fesad, isyan ve küfran
gibi fenalıkları sevmez. Cebbâr, yukarıda da geçtiği üzere cebr'den mübalağalı
ism-i fâildir. Yani çok cebredici mânâsını ifade eden Cebbâr vasfında başlıca
iki mânâ vardır. Birincisi, cebr, esasen kırığı yerine getirip sıkıca sarmak,
eksiği ıslah edip tamamlamak demektir. Nitekim "Cebr-i mafat etti."
denilir ki, zâyi olanı yerine getirdi, telafi etti demektir. Bu mânâda Cebbâr
ismi halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, işlerini düzelten
ve bu konuda gereken şeyi gereği gibi yapmakta çok iktidarlı olan hakim
mânâsını ifade eder. Müfessirlerin çoğu, Allah Teâlâ'ya Cebbâr ismini vermenin
bu anlamda olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allah Teâlâ dertlere derman
veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup
düzelten en yüce zâttır. İkincisi, cebr, icbâr etmek, yani dilediğini zorla
yaptırmak mânâsına da gelir. Bu mânâda Cebbâr, zorlu demektir. Allah Teâlâ'ya
isnadı, Kahhâr ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez
zorla yaptırmaya kadir olan, hüküm ve nüfuzuna karşı çıkılma ihtimali
bulunmayan güç ve büyüklük sahibi demektir. Mamafih bundan, Cebriyye'nin dediği
gibi kullara hiç irâde vermez, her emrini cebirle yürütür, insanlarda ihtiyârî
fiiller yoktur mânâsını da anlamamak gerekir. Çünkü kanun yapma ile ilgili
emirlerin kulların cüz'i iradeleriyle şartlı kılınmış olduğu da "Eğer siz
Allah'a (O'nun dinine) yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder."
(Muhammed, 47/7) gibi birçok nass ile tesbit edilmiştir. Ancak bundan şu mânâ
anlaşılmalıdır ki, Allah Teâlâ birçok fiilde insana irade vermiş ve hür
yaratmış olmakla beraber bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur değildir.
Dilerse, dilediği anda iradelerini yok eder. Nitekim bir hadiste "Allah
Teâlâ kaza ve kaderini yerine getirmeyi istediği vakit, akıl sahiplerinin
akıllarını gideriverir ki, kaza ve kaderi onlarda yerine gelsin. Emri yerine
gelince de akıllarını onlara geri verir. Böylece de pişmanlık başlar."
buyurulmuştur. Dilerse onların akıl ve iradelerini yok etmemekle beraber
isteklerinin aksine kendi hüküm ve iradesini zorla üzerlerinde icra eder.
Nitekim Allah'tan korkmayan, emirlerine karşı gelmek isteyen âsiler, azaba ve
cezaya yanaşmak istemedikleri halde, vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur
olurlar. Hâsılı Allah Teâlâ'nın mutlak iradesi altında mağlub ve mecbur
olmayacak hiçbir şey tasavvur olunamaz. Bu husus, "Oysa göklerde ve yerde
olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp
götürüleceklerdir." (Al-i İmrân, 3/83) âyetinde ifade edilmiştir.
Cebbâr isminde bu iki mânâdan başka iki farklı
anlamın daha olduğu beyan edilmiştir. İbnü'l-Enbarî der ki: "Allah'ın
sıfatlarından olan Cebbâr, kendisine erişilmez, el uzatılmaz demektir. Nitekim
el yetişmeyen yüksek hurma ağacına da denilir. İbnü Abbas'dan yapılan bir
rivayette de "el Cebbâr, "Melik-i azîm" yani çok büyük, azametli
padişah mânâsına gelmektedir." Vahidi de der ki: "Bu zikredilen
mânâlar, Allah Teâlâ'nın Cebbâr sıfatı hakkındadır. Halkın sıfatı olarak
kullanılan Cebbâr'ın, daha başka anlamları da vardır. Bunlar şöyle
sıralanabilir.
1- Musallat (zorlayıcı - sataşan) demektir.
"Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin..." (Kâf, 50/45)
âyetindeki Cebbâr, bu anlamdadır.
2- İri cisimli mânâsınadır "Orada iri
cisimli (insanlardan oluşan) bir kavim vardır..." (Mâide, 5/22) âyetinde
de, bu anlamdadır.
3- Allah'a ibadet etmeyen, baş kaldıran
mânâsına gelmektedir. Bu anlam da, "Beni başkaldıran bir zorba
yapmadı." (Meryem, 19/23) âyetinde vardır.
4- Çok insan katleden yani "kattâl"
anlamını da ifade etmektedir. Nitekim "Yakaladığınız vakit, çok katleden
zorbalar gibi yakalıyorsunuz." (Şuarâ, 26/130) âyeti ile "Sen
yeryüzünde katil bir zorba olmak istiyorsun." (Kasas, 28/19) âyetinde de
bu mânâ söz konusudur." Mütekebbir. Çok büyük, her hususta büyüklüğünü
gösteren, büyüklük, ululuk, kibriyâ, ve azâmet kendisine mahsus, kendisinin
hakkı olan demektir. Kibirlenmek ve büyüklük taslamak yaratıkların hak
ettikleri bir sıfat değildir. Onun içindir ki mütekebbir sıfatının insan için
kullanımı, hoş karşılanmamıştır. Zira mütekebbir kibir gösteren, büyüklenen
demektir. Halbuki yaratıklarda esasen büyüklük, ululuk yoktur; aksine aşağılık,
horluk, yoksulluk ve ihtiyaç vardır. Hatta zaman olur ki bir sinek, bir mikrop
bir Nemrûd'un işini bitirmeye yeter. Böylesine acizlik ve ihtiyaçtan
kendilerini kurtaramayan ölümlülerin, büyüklük ve ululuk taslamaya
kalkışmaları, cahillikten ve yalancılıktan başka bir şey değildir. Onun için
yaratıklarda tekebbür. (büyüklenme) tefa'ul babının tekellüf binâsından olarak
hoş karşılanmayan bir noksanlıktır. Fakat Allah Teâlâ zât, sıfat ve fiillerinde
büyüklüğün, yüceliğin ve kudsiyyetin her nev'ini toplamıştır. O'nun bu yücelik
ve büyüklüğünü göstermesi, hem hiçbir ortaklık kabul etmeyen hakkı, hem de
kendisinin celâl ve cemâl sıfatlarını kullarına tanıtmak, onları bilgilendirmek
ve huşû ile saadete götürmek gibi, büyük bir lütuf ve yardım gösterdiği için son
derece güzel bir sıfattır. O'nun hakkında tekebbür, tefe'ul bâbının tekellüf
binâsından değil, bizâtihi kuvvet, kudret ve birliğini ifade eden daha fazla
mânâ içindir. Bundan dolayı Allah Teâlâ söz konusu sıfatlarla tavsif edildikten
sonra, O'nun mahluklardan hiçbirine benzemediğini ve müşriklerin hayal etmek
istedikleri şirk unsurlarından berî olduğunu bir daha açık bir şekilde anlatmak
için buyuruluyor ki, Allah, onların koştukları şirkten münezzehtir. Yani
yaratıklardan bazıları, kibirlenerek, zorbalık yapmak isteyerek yahut öyle
yapmak isteyenlere aşırı sevgi bağlayarak Allah'ın zikredilen sıfatlarına şirk
koşuyorlar.
Halbuki Allah, öyle şirklerden münezzehtir. O
şirk koşulan şeyler, Allah'tan çok uzaktır. O'nun yüceliği ve büyüklüğü
onlarınkine benzemez. Çünkü onlar, kendi nefislerinde mahluk ve esasen noksan
varlıklardır. Tekebbürleri de, noksanlıklarına bir yalancılık ilave etmekten
başka bir şey değildir. Allah Teâlâ ise, bütün büyüklüklerin, bütün kuvvetlerin
ve üstünlüklerin sahibidir. O'nun tekebbürü, büyüklük üstüne büyüklüktür. Bu
yüzdendir ki, Allah Teâlâ, büyüklüğüne hiçbir toz kondurmaz. Ezelî ve kendi
zâtına mahsus olan üstünlük ve kudsiyyetiyle onu her şirk unsurundan tenzih
eder. O, öyle bir sübhân öyle münezzeh ve mukaddes bir varlıktır.
24. Çünkü O, öyle Allah'tır ki, Hâlık'tır
diğerleri ise mahluktur. Daha evvel de geçtiği gibi, bizim yaratmak tabir
ettiğimiz "halk" fiili, iki mânâ ifade eder. Birisi, takdir etmek,
yani bütün açıklığı ile eşyanın miktar ve derecelerini tayin etmektir. Zira bir
şeyi bütünüyle takdir etmek, onun eşyâ arasındaki miktar ve derecesini
tamamiyle bilmeye bağlıdır. Bu takdir mânâsı itibâriyledir ki halk, ekseriya
miktar ve sayısı bulunan şeylerde kullanılır. Diğeri ise, yok olan şeye varlık
vermek, hiçbir asıl ve örneği yokken icad etmektir. Bazan bir şeyden başka bir
şeyi ortaya çıkarmak mânâsı da verilebilir. Ancak bu mânâya daha çok inşâ
(icad) tabir edilir. Yaratıklara nisbet edilen en yüksek sanatlar, Allah
Teâlâ'nın takdir buyurduğu keşf ve icad mahiyyetinden ileri geçemez. Çünkü
mahluk, fiilerinin tafsilatını takdir edemez ve bir atom bile yapamaz. Böyle
bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete bağlıdır. Mahluk ise bundan ancak sınırlı
kısmını elde edebilir. Herşeyi tam anlamıyla takdir ve icad ederek yaratan Ancak
Allah Teâlâ'dır. O, öyle bir yaratıcı ki Bâri'dir. Yani öyle temiz yaratıcı ki
yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve
tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır. Hemze ile
"berâ" veya berâetten bâri isminin türetilişi hakkında yukarılarda
açıklama geçmişti. Râzi der ki: "Bâri ismi, sani (yaratan) ve mucid (icad
eden) gibi olmakla beraber cisimlerin yaratılması mânâsını ifade eder. Onun
için halka "berriyye" denilir de, renk ve tad gibi başka bir cevherle
meydana gelen hususlara denilmez." "Allah'ın yarattığı şeylerin
şerrinden O'nun kelimelerinin hepsine sığınırım." gibi bazı dualarda
zikredilen "halaka", "zeree" ve "beree"
fiillerine nazaran "bâri" ismi yaratılışın tekâmül mertebelerindeki
icadları ifade eder. Musavvir'dir, yaratıkların suretlerini ve hallerini takdir
edip, dilediği şekilde icad ederek tasvir eden ancak O'dur. Nitekim bu husus şu
âyetlerde ifade edilmektedir. "Rahîmlerde sizi dilediği gibi şekillendiren
O'dur." (Al-i İmrân, 3/6), "O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen
verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkib etti."
(İnfitâr, 82/7,8) Rağıb der ki: "Suret, varlığın kendisiyle nakışlanıp
diğerlerinden farkedildiği şeydir. Bu da iki kısımdır. Birincisi, hissedilen
surettir ki, onu hem sıradan hem seçkin insanlar, hatta hayvanlardan birçoğu da
idrak eder. Mesela görülen bir hayvanın sureti gibi. Biri de makul olan
surettir ki, bunu bütün insanlar değil ancak seçkinler anlar. Mesela, insana
mahsus olan akıl, düşünce ve eşyanın birbirlerine nazaran hususiyetlerini ifade
eden mânâlar gibi ki, "Sizi yarattık, sonra size biçim verdik..."
(A'râf, 7/11) şeklindeki âyetlerde iki surete de işaret edilmiştir."
Allah Teâlâ'nın sıfat ve isimleri bunlardan
ibaret de değildir. Esmâ-i Hüsna (en güzel isimler) hep O'nundur. Yani Allah
Teâlâ'nın vasıflarını ifade eden isimleri, yalnız bu sayılanlar değildir. En
yüce mânâlara delalet eden en güzel isimler hep O'nundur. Nitekim "En
güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na onlarla dua edin.." (A'râf, 7/180)
ve "Allah ki, O'ndan başka tanrı yoktur. En güzel isimler O'nundur."
(Tâhâ, 20/8) gibi âyetler de bu mânâya işaret etmektedirler. En güzel isimler
anlamındaki "Esma-i Hüsna" tabiri, şeriat dilinde bilhassa Allah
Teâlâ'nın isimleri için kullanılır. Bu isimlerin bazıları, zât, bazıları da
sıfat ismidir. Allah ismi, bunların hepsini toplayan zât ismi, diğerleri sıfat
ismidir. Rahmân, sıfat ismi olmakla beraber, Allah'tan başkasına verilmeyen
özel bir isimdir. Sıfatlar, zâtiyye, fiiliyye ve maneviyye olarak üç kısma
ayrılır. Zâtî sıfatlar, Allah'ın zâtından ayrılmayan sıfatlardır ve iki
kısımdır. 1- Sıfat-ı Selbiyye 2- Sıfat-ı Sübutiyye'dir.
Selbî sıfatlar: Vücud, kıdem, bekâ,
muhalefetün li'l-havâdis, yani yaratıklara benzememek gibi teşbihi ortadan
kaldırarak kudsiyyet ve nezâhet ifade eden sıfatlardır ki, kuddüs, selam, ehad,
vahid, evvel ve ahir gibi isimler de böyledir.
Sübutî sıfatlar: Hayat, ilim, semi basar,
irâde, kudret, kelâm ve tekvin sıfatlarıdır. İsimleri de zâti sıfatlar
hasebiyledir. Fiili sıfatlar, zâti sıfatların eser ve hükümleri ile ortaya
çıkışını ifade eden tekvin sıfatının görüntüsünden ibarettir ki, gibi isimler
de böyledir. Her fiilin özelliğine göre, müstakil olarak ya da ona benzer bir
kayıtla zikretmek caiz değildir. Karşılıklı olarak ele almak, edeble güzellik
ve kemal yönünü gözetmek ve Allah'ın zikrettiği şekle uymak gerekmektedir.
Mesela, Beyhaki'nin de ifade ettiği gibi Dârr ismini tek olarak değil, Nafi'
ismiyle beraber söylemek lazımdır. "Zararı, faydasından daha yakın olana
yalvarır, ne kötü bir yardımcı ve ne kötü bir arkadaştır." (Hac, 22/13)
âyetinde de aynı durum söz konusudur. İsimleri de böyledir. Nitekim Kur'ân'da
şeklinde beraber zikredilmiştir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ, herşeyin
yaratıcısıdır. Bütün hayvanatı da O yaratmıştır. Fakat sadece "maymun ve
domuzların yaratıcısı" demek caiz değildir. Çünkü bu, edebe ters düşmektedir.
Bundan dolayı Mu'tezile mensupları, "Allah şerrin yaratıcısı
değildir." diyecek kadar ileri gitmişlerse de, bu da doğru değildir. Fakat
yalnız "hâliku'ş-şerr" "şerrin yaratıcısı" denmemeli, zıddı
ile beraber "hâlıku'l-hayr ve'ş-şerr", "hayrın ve şerrin
yaratıcısı", yahut "hayruhu ve şerruhu minallahi Teâlâ"
"hayır ve şerr Allah'tandır" şeklinde beraberce zikredilmeli ve
manevî sıfatlara da riayet edilmelidir. Manevî sıfatlara gelince, Allah
Teâlâ'nın ahlâkını, sıfat ve isimlerinin ahkâm ve kemâlini ifade eden azâmet ve
kibriyâ, celâl ve cemâl, izzet, adalet, hikmet, hilim, sabır, fadıl, şedidu'l-
ikâb ve seriu'l-hisâb gibi vasıf ve isimler bu kabildendir. Bunlara sıfat da
denir. Kısacası, Allah Teâlâ'nın zâtı bir, esmai hüsnâsı çoktur. Kur'ân'da
zikredilenler, buradakilerden ibaret değildir. Buharî, Müslim ve diğer hadis
kaynaklarında Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir sahih hadiste, "Allah
Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer."
diye haber verilmiş ve "O, tektir, teki sever" buyurulmuştur.
Beyhaki "Kitabu'l-Esma ve's-sıfat"
adlı eserinde birkaç tarikle Ebu Hureyre (r.a)'den şu tafsilatlı rivayeti
nakleder.
Câmiu's-sağir'in kaydettiğine göre bu hadisi,
Tirmizi, İbnü Hibbân ve Hakim de rivayet etmişlerdir. Mamafih Allah Teâlâ'nın
kitab ve sünnette açıkça, ya da işaret yoluyla sabit olan isimleri bunlardan
ibaret değildir. Nitekim başka bir nakilde sayılan doksan dokuz arasında şu
isimler de mevcuttur:
Kur'ân'da Rabbu'l-âlemin, Rabbu'l-
arşi'l-azim, maliki yevmi'd-din, alimu'l-ğaybi ve'ş-şehâde, allâmu'l-ğuyub,
gafiru'z-zenb, kâbilu't-tevb, refîu'd-derecât, zü'l-arş, fa'alun limâ yürid, Lâ
yüselü amma yef'al, gibi daha bazı isim ve sıfatların bulunduğunda da şüphe
yoktur. Bunlar evvelkiler içinde bulunsalar da, yine de Allah'tan başkasına
isim verilemeyeceği özelliğine sahiptirler. Aynı şekilde Hz. Peygamber
(s.a.v)'in Buharî ve Müslim'de rivayet edilen dualarında, bulunan
münzilu'l-kitab, mücri's-sehâb, hazimu'l-ahzâb gibi isimler de Allah'tan
başkası için caiz olmayan isimlerdendir.
İbnü Kesir tefsirinde demiştir ki:
"Esmâ-i hüsnâ'nın doksan dokuzla sınırlı olmadığına Ahmed b. Hanbel'in
"Müsned"inde senediyle Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği
hadis de delalet etmektedir. Beyhaki de bu hadisi "Kitâbu'l-Esma
ve's-sıfat"da Abdul b. Mes'ud'a ulaşan senedle şöyle rivayet etmiştir.
Abdullah b. Mes'ud dedi ki: "Resulullah buyurdu ki: "Herhangi bir
müslüman bir merak veya üzüntüye düşer de, 'Allah'ım ben senin kulunum, kulunun
ve câriyenin oğluyum. Perçemim senin elinde (kudretinde)dir. Bende hükmün
geçerlidir, hakkımdaki kaza'n, adalettir. Senin olan, senin kendine isim
verdiğin veya kitabında indirdiğin yahut yaratıklarından birine bildirdiğin
veya katında, gayb ilminde kendine tahsis ettiğin bir isimle senden dilerim ki
Kur'ân'ı kalbimin baharı, üzüntümün cilâsı, keder ve tasamın giderilmesi için
vesile kılasın' derse, herhalde Allah Teâlâ onun merakını giderir, üzüntüsünün
yerine ferahlık verir." Bunun üzerine (orada bulunanlar) dediler ki:
"Ya Resulullah! Bu kelimeleri öğrenelim mi? Resulullah da, "Evet
bunları işiten her kimsenin öğrenmesi gerekir." buyurdu."
Yine Beyhakî, muttasıl bir senedle Hz. Aişe
(r.a.)'den şöyle bir rivayet nakletmiştir. Hz. Aişe Peygamber'e, "Ya
Resulullah! Allah Teâlâ'nın kendisine dua edildiği zaman kabul buyurduğu ismini
bana öğret." demişti. Resulullah da, ona "Kalk abdest al, mescide
gir, iki rekât namaz kıl, sonra dua et ben dinleyeyim." buyurdu. O da öyle
yaptı, sonra dua için oturduğunda Hz. Peygamber "Allah'ım onu muvafık kıl."
dedi. Hz. Aişe de şöyle dua etti: "Ey Allah'ım bildiğimiz ve bilmediğimiz
güzel isimlerin hepsiyle ve bir kimsenin kendisiyle sana dua ettiği zaman
hoşlandığın ve yine kendisiyle istediği vakit verdiğin en yüce isimle senden
istiyorum." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) 'İsabet ettin, isabet
ettin.' buyurdu."
Bu hadislerdeki dualardan anlaşılıyor ki,
Allah Teâlâ'nın kitabında zikretmediği ve hiçbir kimseye bildirmediği, gayb
ilminde yalnız kendisinin bildiği isimleri de vardır. Şu halde evvelki hadisde
"Allah Teâlâ'nın doksan dokuz, yani biri müstesna olmak üzere yüz ismi
vardır, Onları sayan cennete girer." buyurulması, Allah'ın bilinen en
güzel isimlerinden doksan dokuzunu sayan, yani ezberleyip okuyan, yahut Allah
ile olan muamelesinde onların sınırlarını koruyup, güzelce riayet eden kimse
cennete girer demektir. Tam yüz sayılmayıp birinin istisnâ edilerek doksan
dokuz zikredilmesinin hikmeti de "Allah tektir, teki sever." sözünde
belirtilen tek sayıya riayetin müstehablığını göstermek içindir. Namazlardan
sonra tesbih dualarından otuz üç sübhanellah, otuz üç elhamdülillah ve otuz üç
defa da Allahu Ekber denilerek tamamının doksan dokuz olması da, bu hikmete
mebnidir. Şu da gözden uzak tutulmamalıdır ki, aynı hadiste buyurulmakla
Allah'ın isimlerinden birinin de olduğu bildirilerek yüz isim anlatılmış, ancak
saymada biri istisnâ edilerek doksan dokuzla sınırlandırılmıştır. Böylece
isimlerin doksan dokuzla kayıtlanmadığı da, aynı hadisle anlatılmış olmaktadır.
Hasılı doksan dokuz ismi belleyip saymanın Allah'ı bilme hususunda ve duanın
kabul edilmesinde büyük fazileti olduğu çeşitli rivayetlerle haber verilmiş
olması yanında, bu konuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Şurası da
muhakkak ki, Allah Teâlâ'nın bildirdiği isimlerinden başka bildirmediği daha
birçok ismi de vardır. O'nu göklerde ve yerde ne varsa hepsi tesbih eder.
Tenzih eder. Bu konuda bilgi için "O'nu tesbih etmeyen hiçbir şey
yoktur.." (İsrâ, 17/44) âyetinin tefsirine bakınız. Ve O, Aziz ve
Hakîm'dir. Bütün yüceliklerin hepsini kendisinde toplamaktadır. Zira sonsuz
çokluk ve bölümleriyle beraber bütün kemalât isimleriyle ifade edilen zâtî
sıfatlara döner. Kemal-i izzet ve kemal-i hikmet gibi. Kemal-i izzet hiçbir
kusur kabul etmeyen tam bir kudreti, kemal-i hikmet de, kusursuz bir ilim ile
yaratılış nizamını ifade eder. Gerek göklerde ve gerek yerde varlığın hangi
zerresinden bakılsa, mahiyetini anlama imkanı olmayan bu iki sıfatın yansıması
görünür ki, bunlar ancak Allah'ın zatında birleşir. Allah Teâlâ hiçbir tesir
altında kalmayan kemal-i izzeti ile bütün sebeplerin üstünde örneksiz ve
çeşitli harikalar yaratmaya kadir, hiçbir ortak kabul etmeyen mutlak galibdir.
Bununla beraber hiçbir noksanlık kabul etmeyen üstün ilim ve hikmetiyle
icadlarını ard arda sıralayarak muntazam yollarla çeşitlendiren, çoğaltan ve bu
sayede kullarını da hikmetten hikmete rahmetiyle ulaştıran bir hakîmdir. Bu
nükteye işaret etmek için isimleri fâsılasından önceki isimleriyle simetrik
olarak sûrenin sonunu, başına çevirmek üzere, başında ve sonunda tekrar
edilmiştir. Binaenaleyh Allah'ın izzetine dokunmaktan korkmalı, O'nu takdis,
tesbih ve tenzih ederek iman ve takva ile gelecek için çalışmalı ve rahmetiyle
müjdelediği kurtuluş ve murada ermelidir.
Haşr Sûresi'nin sonunda yer alan bu âyetlerin
faziletlerine dair çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bazıları şöyle
zikredilebilir. Ahmed b. Hanbel, Dârimi, Tirmizî, Taberanî. İbnü Darîs ve
"Şu'ab"da Beyhakî, Ma'kil b. Yesâr (r.a)'dan şu hadisi rivayet
etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: "Her kim sabahleyin
üç kere dedikten sonra Haşr Sûresi'nin sonundan üç âyet okursa, Allah Teâlâ
onun emrine yetmiş bin melek verir. Onlar akşama kadar o kimse için selavât
getirirler. Eğer o gün ölürse şehid olarak vefat etmiş olur. Onları akşamleyin
okuyan da aynı durumda sevab alır." Deylemî de Hz. Peygamber (s.a.v)'e
ulaşan bir senedle İbnü Abbas'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allah'ın en
yüce isimleri Haşr Sûresi'nin sonundaki altı âyettedir." Nisaburî Ebu Ali
Abdurrahmân b. Muhammed "Fevâid" adlı eserinde Muhammed b.
Hanefiyye'den şöyle bir rivayeti nakletmiştir: "Bera b.
Azîb (r.a.), Ali b. Ebu Talib Kerremellahu
Vecheh Hazretlerine demişti ki: "Senden Allah aşkına rica ediyorum. Rahmân
Teâlâ'nın gönderdiklerinden, bilhassa Cebrail'in Resulullah'a getirdiklerinden
ve Resulullah'ın özellikle sana öğrettiklerinden en faziletlisini bana özel bir
şekilde öğretmez misin?" Hz. Ali de ona "Ya Bera! Allah'a İsm-i
A'zam'ı (en yüce ismi) ile dua etmek istersen, Hadid Sûresi'nin baş tarafından
on âyeti ve Haşr Sûresi'nin sonunu oku, sonra de ki: 'Ey o, böyle olan ve
O'ndan başka böyle bir şey olmayan zât! Senden bana şöyle şöyle yapmanı
dilerim." Vallahi ya Bera, bununla benim aleyhime dua etsen yere geçerim.'
dedi." Deylemî, Hz. Ali ve İbnü Mes'ud'dan merfuan (Hz. Peygamber'e ulaşan
bir senedle) 'dan sûrenin sonuna kadar olan kısım, baş ağrısının
afsunudur." diye rivayet etmiştir. Hatib Bağdadî "Tarih"inde
naklederek demiştir ki: "Bize Hafız Ebu Ubeyd, Gulâm b. Şünbuz adıyla
bilinen mukri (Kur'ân öğreticisi) Ebu t-Tayyib Mahmud b. Ahmed b. Yusuf b.
Ca'fer'den, o da, İdris b. Abdi'l-l Kerim el-Haddad'dan naklen şöyle dedi:
"Ben Halef'den kırâet okudum. âyetine geldiğimde bana, "Elini başına
koy." dedi. Çünkü ben A'meş'ten kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana,
"Elini başına koy." dedi, Çünkü ben Yahya b. Vessab'dan kırâet
okudum, bu âyete geldiğimde bana, "Elini başına koy." dedi, çünkü ben
Alkame ve Esved'den kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana "Elini başına
koy." dediler, çünkü biz Abdullah (r.a.)'dan kırâet okuduk, bu âyete
geldiğimizde bize, "Elinizi başınıza koyunuz." dedi, çünkü ben Hz.
Peygamber'den kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana, "Elini başına
koy." dedi, çünkü Cibril bu âyeti bana indirdiğinde "Elini başına
koy." dedi. Çünkü bu, samdan başka her derde şifadır. Ancak sam, ölümdür."
Daha bunlardan başka hadislerde de mevcuttur. Fakat Hanefi Fıkıh kitablarından
olan "Mebsut"ta nakledildiği üzere Abdullah b. Mes'ud (r.a.)
Hazretleri'nin, "Kur'ân'ın indirilişinin asıl amacı, onu yalnız okumak
değil, gereğince amel etmektir." şeklindeki sözünü de unutmamak gerekir.
Onun için her derde şifa olan bu âyetlerden maksat, afsunculuk yapmak, yahut
saba ve segâhtan makam çatlatmak değil, elini başına koyarak düşünmek ve bilgi
ile bezenip Allah korkusu ile dolarak "Ey insanlar Allah'tan korkun ve
kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın..." (Haşr, 59/18) âyeti
gereğince yarın için hazırlanmaktır. Çünkü yarın insan O, Azîz ve Hakîm'in
huzurunda imtihana çekilecektir. Nitekim bu hikmete mebni olarak Haşr
Sûresi'ni, İmtihan Sûresi takip etmelidir. Ey o en güzel isimlerin, o yüce
varlığın erişilecek en son kemal noktasının sahibi olan Aziz, Hakîm, Rauf ve
Rahîm Allah'ım! Bizleri ve geçmişlerimizi mağfiretinle murada erdir,
gönüllerimizde mümin kardeşlerimize karşı hiçbir kin ve hile bırakma, iman ve
sevgimizi ziyade et, izzetinle aziz, hikmetinle mamur ve rahmetinle gönlümüzü
hoş eyle, sen öyle Rahmân, öyle Rahîm, öyle Aziz ve öyle Hakîm'sin ya Rab!
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Haşr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.