Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Hakka Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
69-HAKKA:
O Hâkka. Bu, isim cümlesinin mübtedâsı, bundan
sonra gelen kısım haberdir. "Ahid lâmı" ile el-Hâkka, el-Vâkıa,
es-Sâa gibi kıyamet gününün isimlerinden olduğunda bir anlaşmazlık yoktur.
Fakat ve gibi kavramlarla ilgisine ve sıfatlıktan isimliğe geçirilmesine göre
bu kelimenin ne gibi bir anlam ifade ettiği hakkında on kadar izah şekli
nakledilmiştir.
1. Hakk kelimesi "sabit ve gerekli"
mânâlarında alındığı takdirde el-Hâkka; meydana gelmesi gerekli olan, geleceği
hiç kuşkusuz sabit olan saat demektir.
2. Hakk kelimesi, bir şeyi hakikati üzere
tanımak ve tanıtmak mânâsına mastar olarak düşünüldüğünde "el-Hâkka",
kendisinde durumların hakkıyle tanınacağı, yani eşyanın hakikatini açıp ortaya
çıkaracak saat demektir.
3. el-Hâkka, "işlerin hakikatlerini
kapsayan" demektir. Yani içinde, doğruluğu ve gerçekleşmesi gerekli
işlerin ve hallerin meydana geldiği şey demektir ki, Kıyamet'te meydana gelmesi
ve varlığı gerekli olan sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder.
4. Hâkka, hakka demektir. Hakka ise, hukûk
kelimesinin tekili olan hak tan daha özeldir. "Bu benim özel
hakkımdır." mânâsına denir.
5. Hâkka, şaşmaksızın inen ve yapacağını
yalansız yapan bela demektir ki "Onun oluşunu yalanlayan yok."(Vâkıa,
56/2) mânâsınadır.
6. Bir toplum üzerine meydana gelmesi hak olan
vakit demektir ki birinci mânâya yakındır.
7. Herbir doğruluk ve eğriliğe, iyilik ve kötülüğe
ceza ve mükâfatın hak olduğu, başka bir deyişle her çalışana çalışmasının
karşılığının verilmesinin hak olduğu vakit demektir ki, bu da kıyamettir.
8. Yükümlü ve sorumlu kişilerin yaptığı
işlerin bütün eserleri gerçekleşip artık bekleme sınırından çıkıldığı hak saat
demektir. Çünkü bütün sevap ve ceza o gün ortaya çıkar.
9. Ezheri'nin görüşüne göre, yenmeye ve üstün
gelmeye çalışmak mânâsına, onunla karşılaştım da onu hakladım, yani
"yenişmek üzere karşılaştım da ben yendim" denilmesinde olduğu gibi
"haklamak" yani hakkından gelmek mânâsınadır. Çünkü bu kıyamet günü,
dini hususunda Allah'la batıl yoldan yarışa kalkanları hep hakları, yenilgiye
uğratır.
10. Ebu Müslim'in görüşüne göre, el-Hâkka,
"Rabbının sözü hak oldu."(Yunus, 10/33; Ğâfir, 40/6) âyetinde geçen
fiilinden türetilmiş fâile (etken ortaç)tır.
11. Âkıbet, âfiyet kelimeleri gibi mastardır
ki, "sırf hakikat" demek olur.
12. Bu kelime, kıyametin ismi olması
itibarıyla, başka herhangi bir anlamı düşünülmeden, türememiş isim olur.
Bunların herbirinden bir mânâ anlaşılmakla
beraber, demek oluyor ki el-Hâkka, "O Hâkkanın ne olduğunu sana ne
bildirdi?" buyrulduğu üzere akıl ve düşünceyle bilinen bir şey değildir.
2. Ne o Hâkka? Bu soru, olayın büyüklüğünü ve
korkunçluğunu göstermek içindir. Yani, ne büyük, ne dehşetli bir trajedidir o
Hâkka? demektir.
3. Şu âyet de onun korkunçluk ve dehşetini
vurgular: O Hâkkanın ne olduğunu kavramanı sağlıyarak sana kim bildirdi?. Bu
âyetin başındaki da bir önceki âyette olduğu gibi soru için olup mübtedâdır.
Dirâyet kökünden türetilen "bildirdi" fiili haber; Peygambere hitap
eden ikinci şahıs zamiri "sana", bu fiilin birinci mef'ulü (tümleci),
nedir o Hakka?" cümlesi ise yine aynı fiilin ikinci mef'ûlü (tümleci)dir.
Yani o hâkka öyle büyük, öyle dehşetli bir trajedidir ki onun şiddet ve
dehşetinin büyüklüğü yaratıklardan birinin kavrayış ve zekasıyle, tahmin ve
takdiri ile bilinemez. Kimsenin tasarı ve kavramasına sığmaz. Onun ne olduğunu,
fiilen meydana gelmesi anlatır. Meydana gelmesi de önceden kavrama ile değil,
ancak Allah tarafından haber verilmek ve nakledilmek suretiyle bilinebilir.
Bundan dolayı sen de onu bilgi ve kavrayışınla değil, yüce Allah tarafından
Peygamber olarak gönderilmekle bilip haber vereceksin. Fakat onun hakikatı ve
büyüklüğü, meydana gelmeden önce tasarı ve düşüncelere sığmayacağı için haber
vermekle de kavranamaz. Ancak detayını araştırmaksızın verilen habere îman
edilmek suretiyle rivayet yoluyla bilinir. Bu nedenle habere inanmayanlar onu
sadece akıl ve zeka ile kavrıyamadıklarından dolayı "kuruntu, masal, boş
inanç, şiir, uydurma, aldatma" diye türlü sözlerle yalanlamaya
kalkışırlar. Böylelerine verilecek en güzel öğüt de, akılların tahmin ve
takdirine sığmaz dehşetli ve korkunç halleri ile meydana gelmesi öteden beri
kulaklara küpe, dillere destan olmuş, geçmiş olayların haber verilip
hatırlatılmasıyla geleceğin aday olduğu birtakım tehlikeleri bir dereceye kadar
olsun sezdirmektir.
4. Bu akıl ve zeka ile bilinemeyeceğinden ve
habere inanmadıklarından dolayı Semûd ve Âd kavimleri, "olmaz öyle
şey" diye yalanladı, o olacak Kâria'yı.
KÂRİ'A, lügatte, insanların başlarına çarpan
beyinlerinde patlayan olay demek olup el-Kâria sûresinde açıklanacağı gibi
insanların çırpınıp yayılan kelebekler; dağların atılmış renkli yünler gibi
olacağı zamana işaret etmek üzere kıyamet gününün bir ismi ve Hâkka'nın bazı
halleridir ki adı geçen kavimlerin yok olmalarında bundan birer küçük örnek
vardır. Onlar yalanladılar da ne oldu. Semud'a gelince, bunlar Tâgiye ile yok
oldular.
5. Tâgıye; taşan, haddini aşan olay demek olup
taşkınlık mânâsına da gelir. Onların başına gelen Tâgiye Hûd sûresinde "O
zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı."(Hud, 11/94) buyrulan sayha
yani korkunç gürültüdür. Hâmim secde ve Vezzâriyat sûrelerinde geçen da bununla
tefsir edilmiştir.(Fussilet, 41/13; Zâriyat, 51/44) A'raf sûresinde "Bunun
üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı." (A'raf, 7/78, 91, 155) buyurulan
"racfe", o korkunç gürültü ile gelen sarsıntıdır.
6-7-8. Rîh-i sarsar, şiddetli sesle gürleyen
veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri
çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak
mânâlarında mastar olduğu gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen
hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı
kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir.
Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini
kesmek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Kamer sûresinde,
"Uğursuzluğu devamlı bir günde" (Kamer, 54/19) şeklinde geçmişti.
Bundan başka Hâmim secde'de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16)
buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, "husûmen"in
uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da, "köklerini kesecek, hiç
hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları
da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef'ûl
(tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine
varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26'sından itibaren yedi gün
süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum
günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime,
Sarî'in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, burada "yok olmuş"
demektir.
9-10-11. Ve Firavun'dan öncekiler, ta Nûh
kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir
genelleştirme vardır. Zira önce Âd ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş,
sonra "Fir'avun'dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır.
"Firavun'dan öncekiler" sözü içine daha önce adları geçen bu iki
kavim de girer. Lût kavminin köyleri Burada maksat, o köylerin halkı olan Lût
kavmidir. Bu da genel bir zikirden sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu
şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve onun sebebi
olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgün ve fasihtir.
Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan
hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama
cinayetidir.
Gittikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının
artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani
Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken
sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın bellerinde sizi taşıyarak
koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağlar gibi dalga içinde onu
götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden
gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle
"el-Câriye", Hz. Nûh'un gemisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye
denir. Nitekim; "Bir gemi içinde doksan kız" demektir. Bununla
birlikte burada yalnız "el-Câriye" denilmesinde onunla beraber bu
söze muhatap olan kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda
korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o
akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek
için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi
sebebi de iman idi. Bunun gerçek yapıcısı ise biz idik.
12. Biz o işi, o gemiyi yaptırıp suyu tufan
haline getirip kâfirleri boğmaktan ve müminleri ona bindirerek korumaktan
ibaret olan o işi şu hikmet için yaptık: O olayı sizler için, yani o vakit
helâk edilmeyip o şekilde kurtarılmış olan insanlar ve nesilleri için bir
hatırlatma, unutulmayıp anılacak, önünde ve sonunda bizim gücümüzü,
hikmetimizin eserini, gücümüzün şiddetini ve merhametimizin enginliğini,
kendinizin gerçek esenliğine sebep olan şeyleri, imanın faydasını, Allah'a
karşı gelmenin zararlarını, ilerisi için korunmanın meyvelerini, azabın
şiddetini düşündürecek bir nasihat, bir öğüt, bir ibret ültimatomu kılalım da,
görenler görmeyenlere, duyanlar duymayanlara anlatsın, haber versin. Çünkü o
yalnız akılla bilinir şeylerden değildir. Ve belleyici kulaklar onu bellesin,
dinlesin, bellesin ve gereği ne ise onu yapsın, kaybetmeyip ilerisi için
yararlansın. Kendilerini vaktiyle biz o akıntıda nasıl taşımışsak, o da aynı
şekilde bunu taşısın da sonrakilerin yararlanması için yayılmasına sebep olsun.
Bellemeyerek yalanlayan kulaklar da cezalarını çeksin.
13. Çünkü "Sûr'a üfürülünce..." 'den
buraya kadar olan açıklamalar öyle hatırlatma kabilinden olan küçük kıyametler
demek olup bundan itibaren Büyük Kıyamet olan Hâkkâ'nın açıklanmasına
başlanıyor. Sûr'a üfürme hakkında Neml Sûresi'nde "O gün Sûr'a üfürülecek,
göklerde ve yerlerde olanlar korku içinde kalacaklar. Ancak Allah'ın
diledikleri hariç." (Neml, 27/87) âyeti ile Zümer Sûresi'ndeki "Artık
Sûr'a üfürülmüştür de Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde kim var,
yerde kim varsa hepsi ölmüştür. Sonra Sura tekrar üfürülmüştür. Bu defa
kalkmışlar, bakınıp duruyorlar." (Zümer, 39/68) ayetinin tefsirine bkz.
İlâhî kudretten bir tek üfürme. Bundan açıkça
anlaşılan ilk üfürmedir ki ikinci veya üçüncü üfürme daha sonraki aşamalarda
demek olur. Üfürmenin, Zümer sûresindeki âyete bakarak "nefha-i
sa'ık" yani ölüm üfürmesi ve "nefha-i kıyam" yani kalkış
üfürmesi diye iki olduğu görüşünde olanlardan bazıları İbnü Abbas'tan rivayet
olarak buna ilk üfürme yani yıkım üfürmesi demişler; bazıları da, birkaç âyet
sonra gelen "o gün arzolunursunuz" ipucu ile ikinci üfürme demişlerdir.
Fakat ilk üfürmeden sonra başlayan vaktin uzun bir vakit mânâsına birgün
sayılması itibariyle ikinci üfürmenin de yine bu uzun gün içinde arz için
yapılmasına engel değildir. Daha önce Neml sûresindeki âyeti de ayrıca göz
önünde bulunduranlar ilk üfürme korku, ikinci üfürme yıkım, üçüncü üfürme
kalkış ve arz üfürmesi olmak üzere üç üfürme saymışlar ve bunlardan da bazıları
bunun ikinci üfürme olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber bunun ilk üfürme
olup,
14. "Yer ve dağlar kaldırılıp da"
"Oysa o dağlar bulut geçer gibi geçer."(Neml, 27/88) âyetlerinde
olduğu gibi korku zamanını; "Birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış
çarpıldıklarında" âyetinde ölüm ve yıkım zamanı olan ikinci üfürmeyi; bu
sûrenin 18. âyeti olan "O gün arzolunursunuz" meâlindeki âyetinde
ayağa kalkış, yayılma, durma ve hesap zamanında olan üçüncü üfürmeyi ifade
etmiş olması ve ilk üfürmenin, hepsinin başlangıcı olması ve hepsi
"kün" (ol) emrine göre meydana gelmiş olması sebebiyle "bir
üfürme denilmiş olması akla daha yakındır Bir defa üfürülüp Ve yer ve dağlar
hamlolunup da... Haml; yüklenip kaldırmak ve taşımak, yüklemek ve yükletilmek
anlamlarına geldiği göz önüne alındığında yer ve dağların hamlolunması;
yüklenilmesi, aşağıdan yukarı yerlerinden oynatılıp kütle kütle ayrılarak
kaldırılmaları yahut yerin yükünün ağırlığı üfürme ile şişirilip doyum haline
getirilerek aşağıdan yukarı içinden püskürtülüp lavlar fışkırarak patlıyacak
bir duruma getirilmeleri demek olabilir ki, birincisinde patlama olmuş,
ikincisinde ise henüz olmamış fakat olmak üzere zelzeleler, korku ve heyecan
başlamış bulunur. Burada yer ve dağların karşılaştırılması gösteriyor ki, yer
ile, bütün yer küresi, üzerindeki yükseklikleri, baskıları, eğrilikleri ve
yerin direkleri konumunda olan dağların dışında kalarak çiğnenmekte olan alt
tabakaya işaret edilmek istenmiştir. Bunda meselenin asıl konusu, insanları
bekleyen son açıklanarak, hükmeden ve hükmedilen konumlarında olan insanlık
sınıflarının birbirlerine karşı durumlarına, dolaylı yoldan, işaret edilmiş olmasıdır.
Bu ikisi yani yer ile dağlar bir üfürme ile böyle yüklenip karşılaştırılıp
arkasından birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıkları vakit ki
bunda her iki kütleye verilmiş olan üfürmenin derecesine göre üç ihtimal
vardır:
BİRİSİ: Yer kütlesi, "Yer dehşetli bir
sarsılış sarsıldığında" (Vâkıa, 56/4) âyetinin mânâsı üzere sarsılmış da
sarsılmış, depreme tutulmuş titriyor da titriyor olmakla beraber, yer
kütlesinin çarpışmada daha kuvvetli gelmesi durumudur ki, bundan dağlar "Dağlar
bir serpilişle serpilip toz duman olunca"(Vâkıa, 56/5-6) âyetinin ifade
ettiği gibi havaya uçurulup serpilmiş toz duman halinde uçuşup döşenen
zerrelere dönmüş ve "O gün yer ve dağlar sarsılacak, bütün dağlar erimiş
bir kum yığını olacaktır." (Müzzemmil, 73/14) âyetine göre, yer titriyor,
çalkalanıyor da çalkalanıyor, dağlar ise potada eriyip akan kum yığını gibi
erimiş, akmış; "Böylece onları dümdüz boş bir halde bırakacak, onlarda ne
bir iniş ne de bir yokuş göremeyceksin." (Tâhâ, 20/106, 107) âyetinin açık
mânâsına göre neticede o dağların yeri dümdüz, engin ova haline gelmiş, yer var
fakat yeryüzünde ne iniş yokuş, ne tepe, ne eğrilik görünmez olmuş, etrafını
sade bir sis, bir duman sarmış bulunur. Birçok tefsirci bu âyetleri delil
göstererek bu şekilde mânâ vermişlerdir. Bunda yeryüzünde yine bir hayatın
varlığı düşünülebilir.
İKİNCİSİ: Yeryüzüne yapılan üfürme daha çok,
yeryüzünün alt ve üstten karşı karşıya kaldığı sıkıştırma daha şiddetli,
sarsıntı ve patlamanın onun içinden başlamış olması sebebiyle çarpışmada
yeryüzü daha evvel dağılmış, bu yönden dağların galip gelmiş olma ihtimalidir
ki bu surette de dağlar yerinden oynamış, oturup dayandığı yeryüzü kalmamış
olacağı için dağlar da o patlama ve çarpışma neticesinde eriyip akarak hepsi
un, hepsi dağılmış zerreler, bütün yeryüzünün bulunduğu yer dümdüz bomboş bir
alana dönüşmüş, ufukta uzay boşluğu yarılmaya hazır bir bulut, bir sis halinde
sarkmış bulunur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Yeryüzü ve dağların ikisine de
verilen kuvvet eşit gelerek çarpışmada ikisi birden erimiş ve yine aynı sonuç
meydana gelmiş bulunur ki, birçok tefsirci de bu şekilde mânâ vermişlerdir.
Yerçekimi ile ilgili olan yıldızlar sisteminin de bu sırada ahenkleri ve genel
uyumları bir değişikliğe ve karmaşıklığa düşmüş "O gün yeryüzü,
yeryüzünden başka bir şeye, gökler de başka şeylere çevrilecek, insanlar
herşeye hakim olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar."(İbrahim, 14/48) âyetinin
sırrı ortaya çıkmaya başlamış olur. Müzzemmil Sûresi'nin az önce geçen,
"Dağlar erimiş bir kum yığını olacak." (Müzzemmil, 73/14) meâlindeki
âyeti birinci mânâda; Fecr sûresindeki "Arz, çarpıla çarpıla toz duman
edilince." (Fecr, 89/21) âyeti de üçüncü mânâda açıktır.
Bir de dekk ve dekke yumuşak ve düz yere ve
kumluğa denilir. Aynı şekilde dekke, dükkana yani kapı önünde oturmak için üstü
bir yüzey halinde düzeltilmiş tümsek ve taraça ve teras gibi yapıya denir. Dekk
etmek mastarı da duvar gibi yüksek bir şeyi alçaltmak ve düzeltmek için vurup
yıkarak kırıp dökmek ve dekk etmek gibi döğüp ezmek ve bir şeyin girinti ve
çıkıntısını, pürüzünü düzeltmek için ezerek veya sürterek, eğeleyerek veya
çukurlarını doldurarak herhangi bir şekilde düzlemeye denilir ki bunlar
birbirlerinin gereği gibidir.
Bazıları da şöyle der: Dekk, dakk'tan daha
incedir.
Dekk'te, bir bütünü meydana getiren kısımlar
tamamen dağılıp düzlenir; dakk'ta ise, bütünü meydana getiren kısımlar
parçalanma halinde irili ufaklı olabilir. Bu fiillerden dekke-i vâhide, bir
kere oluş bildiren mastar olup bir vurup yıkış, bir eziş, bir düzeltiş
mânâlarını ifade eder. Bunun herbirinin de anlatılan üç mânâdan herbirine göre
bir uygunluk ve ilgisi vardır ki,
BİRİNCİSİ, bir vuruşla dağların yıkılıp
hepsinin bir düzeye indirilmesi, yeryüzünün deniz yüzeyi gibi dümdüz edilmesi.
İKİNCİSİ, birbirlerine çarptırılmak suretiyle
ikisinin de aynı düzeyde yıkılıp bir hurda yığını haline getirilmesi.
ÜÇÜNCÜSÜ, de yine bir vuruşla ikisinin birden
yok edilip yerlerinde hiçbir şey bırakılmayarak uzayın düpedüz açılması
mânâlarıdır.
Bunlardan en açık olanı birincisidir ve aynı
zamanda bunlar hep insanlarla ilgileri bakımından haber verilmekte olduğu için
yeryüzü ve dağların bu halinden, "zikr-i mahal irade-i hal" yani
"bir yeri söyleyip orada bulunanı kastetme kabilinden, üzerinde bulunan çeşitli
sınıflardaki insanların çarpıştırılması suretiyle yeryüzünün düzlenmesi
mânâsını da hissettirmiş olurlar ki Neml ve Zümer sûrelerinde geçen
"Allah'ın diledikleri hariç."(Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının
dış görünüşü de bunu gösterir. Bu mânâların bir özelliği göz önüne alınarak
düşünüldüğü takdirde de önceki milletlerin misallerinde geçtiği üzere,
kıyametin küçüğü, ortancası, büyüğü ve daha büyüğü olarak bütün mertebeleri
düşünülmüş olur. Bununla beraber âlimlerin çoğunluğu "Onun zatından başka
herşey yok olucudur." (Kasas, 28/88) âyetini ölçü alarak hepsini fenâyı
küllî yani tamamen yok oluş açısından düşünmüşlerdir.
15. İşte o gün o birtek vurup yıkışın olduğu
ikinci üfürme meydana geldiği vakit, Vâkı'a olmuş yani en büyük bela olan
Kıyamet kopmuş, "Onun meydana gelmesini yalanlayan yok. O alçaltıcı ve
yükselticidir." (Vâkıa, 56/2, 3) sırrı ortaya çıkmış, Allah'ın diledikleri
hariç olmak üzere aşağıda ve yukarıda bulunan kimselerin hepsi bir baygınlıkla
yıkılıp serilmiştir.
16. Gök de çatlamış yarılmıştır. O da bugün
pörsümüş sarkmıştır. Allah en iyisini bilir ya, "O gün gök bulutla yarılır
ve arkasından melekler arka arkaya indirilir." (Furkan, 25/25) sırrı
ortaya çıkmış, güneş ve ay tutulmuş, yıldızlar gözden kaybolmuş, gök henüz
dürülmemiş fakat gamlı, kederli, puslu bir yüz, hüzün veren bir bulut görüntüsü
ile yarılıp etekleri sarkmış
17. Melek de onun etrafı üzerinde göğün
yarılmasından korkarak yarılan kısımlardan etrafa, yarılmayan yönlere doğru
çekilmiş; yahut yarılan kısımdan açılan kenarlar üzerinde saf saf dizilmiş,
yahut yeryüzünün kenarlarına saf dizilmiştir.
Ercâ, asâ kalıbında kısa elifle yan ve kenar
mânâsına olan "recâ" nın çoğulu olup yanlar ve kenarlar demektir.
Ercâihâ, onun yan tarafları ve kenarları mânâsına gelir.
Melek, yani bu ad ile bilinen melek cinsi,
çünkü biraz sonra gelecek olan "Onların üzerinde" zamiri bunun mânâ
bakımından çoğul olduğunu gösteriyor. Bakara Sûresi'nde de geçtiği gibi Melek
ile Melâike'nin bir farkı olup olmadığı hususunda birkaç görüş vardır. Zemahşerî
ve daha bazı âlimler "melek, Melâikeden daha geneldir" derler. Ebu
Hayyan da: "Melek cins isimdir. Bununla Melâike kastedilir. Bunun
Melâikeden daha genel olduğu açık değildir." der. Zemahşerî'nin maksadı
Melek kavramı Melâike kavramından daha genel ve kapsamlı demek midir? Yoksa
"tekilin kapsamı daha geniştir" kuralınca ifade ettiği mânâda daha
kapsamlı demek midir? Tefsirinde işin bu yönü açık değildir. Fakat tefsirinde
gösterdiği delil ikincisini kastettiğine ve bundan dolayı burada denilip,
denilmediğine, dolaylı yoldan işaret ediyor. Ebu Hayyan da buna ilişmiş, fakat
nükteyi söylememiştir. Melek tekil ve cins ismi, Melâike çoğuldur. Bununla
beraber Melâike de tekil gibi cins isim yerinde kullanılmıyor değildir. Bu iki
kelimenin mânâ ve türeme bakımlarından farklarına gelince, birçok âlim şöyle
demiştir: Melek ismi, başındaki mim fazladan olarak "Me'lek" veya
onun harflerinin yer değiştirmesiyle söylenen "Mel'ek" kelimesinin
hafifletilmiş yani hemzesi atılarak okunmuş şeklidir. İkisinin de çoğulu
"Melâik" ve "Melâike" gelir. Melek aslında risalet ve
sefaret yani elçilik demek olup eleke (mastarı ülûk gelir) veya el'eke
fiilinden mastar ismi veya mimli mastar, fiilin işlendiği yeri ve zamanı
gösteren bir isim kalıbıdır. Yüce Allah'tan gelen elçi mânâsına isim yapılınca
hemze atılarak melek, yahut hemze ile "lâm"ın yeri değiştirilerek
"mel'ek" denilmiş, "melâik" şeklinde çoğul yapılmıştır.
Bununla beraber Kur'ân'da hiç "mel'ek" kelimesi yoktur. Çoğullar
kelimenin aslını göstermesi itibariyle "Melâike"nin tekili bu şekilde
takdir edilmiştir. Buna göre melek ve melâike tekil ve çoğul demek olup
hepsinde de yüce Allah tarafından verilmiş bir elçilik mânâsı vardır demek
olur.
Bazıları da "melek kelimesi, başında mim
asıl harflerinden olmak üzere mülk ve melekût maddelerinden "kuvvet"
mânâsınadır" demişlerdir. Çoğulu "emlâk" veya kural dışı olarak
"melâik" olabilir. Buna göre ikisi bir kavramda birleşebilirse de
"melek"te bu kuvvet mânâsı; "melâike"de önceki elçilik
mânâsı daha açık görünür. "Melek, melâikeden daha geniş kapsamlıdır."
denilmesinin sebebinin de bu olması düşünülebilir. Her melâike melektir,
kuvvettir. Fakat her meleğin melâike olması gerekmez. Elçilik görevi yapmayan
melekler de vardır. Fakat Ragıb Müfredât'ında şöyle der: "Nahivciler melek
lafzını melâike lafzından kılmışlar ve başındaki mimin fazladan olduğunu
söylemişlerdir. Araştırmacı bazı âlimler ise onun mülk kelimesi ile aynı kökten
olduğu kanaatına varmışlar ve şöyle demişlerdir: Melâikeden yönetim ve idare
ile ilgili bir şeyle görevlendirilene melek denir. İnsanlardan ise bu şekilde
bir görev alanlara melik denir. Her melek melâikedir, her melâike melek
değildir. Melek, "Yemin olsun işleri yönetenlere."(Nâziat, 79/5)
"İşleri bölenlere yemin olsun." (Zâriyat, 51/4), "Canları
boğarcasına şiddetle çekip alanlara yemin olsun." (Nâziat, 79/1) gibi
âyetlerle işaret olunandır. Ölüm meleği de bundandır. "Melek onun etrafı
üzerindedir.", "Babil'deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe."
(Bakara, 2/102), "Sizin canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği."
(Secde, 32/11) buyrulmuştur. Rağıb bu araştırmayı beğenmiş görünüyor. Bu
ifadeden şunları anlıyoruz. Nahivcilere göre Ebu Hayyan'ın dediği gibi Melek ve
Melâike'nin anlamda eşit olması gerekiyor. Meleğin melâikeden daha geniş
kapsamlı olduğuna işaret yoktur. Aksine araştırma sonucu gösteriyor ki melek
melâikeden daha özel, melâike melekten daha geneldir. Çünkü melek, melâikenin
idare ve yönetimle ilgili bir işi üzerine alan özel bir bölümüdür diyen var.
Bunu anlatırken "Her melek melâikedir, fakat her melâike melek
değildir." cümlesinde melâike kelimesi de melek gibi tekil makamında
kullanılmıştır. Neticede buna göre bu âyette denilmeyip "Melek onun etrafı
üzerindedir." buyrulması Zemahşerî'nin gösterdiği gibi Melek melâikeden
daha kapsamlı olduğu için bir genelleme için değil, "ölüm meleği" ve
"işleri yönetenler" gibi, bunların özel bir işle
görevlendirilenlerini göstermek için demek oluyor. Zira o sırada Melâike de
ölüme yakalanıp "Allah'ın diledikleri hâriç." (Neml, 27/87; Zümer, 39/68)
istisnasının kapsamına girenler kalacaktır. Ve üstlerinde o gün Rabb'ının
Arş'ını sekiz (melek) taşır. Bunlara (Hamele-i Arş" yani "Arş'ı
yüklenenler" denir. Burada "sekiz"i açıklayan kelime
söylenmemiş, sekizin neden ibaret olduğu açıkça belirtilmemiştir. İlk akla
gelen, o meleklerin üstünde sekiz melek, sekiz taşıyıcı mânâsında olmasıdır.
Dahhâk'ten "sekiz saf" diye, Hasen'den de "sekiz şahıs mı,
sekizbin mi, sekiz saf mı, sekizbin saf mı bilemiyorum." şeklinde rivayet
edilmiştir. "Onların üstünde" terkibinde geçen zamir, âyetinde geçen
Melek kelimesinin yerini tutar. Onun lafız itibarıyla tekil olsa dahi mânâ
açısından çoğul, yani bir tek melek değil, melek cinsi yahut bütün melekler
demek olduğunu gösterir. Bazıları bu zamirin Arş'ı taşıyanların yerini
tuttuğunu söyleyerek terkibine "Arş'ı taşıyanların üstün, de"
mânâsını vermişlerdir. Bazıları da, "bu, âlemlerin üstünde demektir"
demişlerdir. Abd b. Humeyd'in Seleme'den rivayet ettiğine göre İbnü İshak şöyle
demiştir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu bize ulaştı: Onlar, yani
Arş'ı taşıyanlar bugün dörttür. Kıyamet günü geldiğinde yüce Allah onları diğer
bir dört ile destekleyecek, sekiz olacaklar."
Arş'ı taşıyanların nitelik ve şekillerine dair
çeşitli rivayetler vardır. Tirmizi, Ebu Dâvud ve İbnü Mace'nin Hz. Abbas'tan rivayet
ettikleri, "uylukları gökler kadar uzun dağ keçileri suretinde sekiz
melek" haberi ve bazılarının naklettikleri "dört yüz" haberi bu
cümledendir. Ebu Hayyan bunların sahih olmadığı görüşünü benimseyerek şöyle
demiştir: Bu sekiz'in nitelikleri hakkında birbirine uymaz çelişkili şekiller
söylenmiştir. Biz onları anlatmaktan vazgeçtik."
Bütün dünya ve ahiret âlemini kuşatan Arş ve
Kürsi'ye dair Âyete'l-Kürsi'de ve A'râf ve Hûd surelerinde geçen "istiva
âyeti"nde ve daha bazı yerlerde söz edilmişti. Burada da bir tasavvuf
seyranı olmak üzere anlayışı iyi olanların şunu inceleyip üzerinde düşünmekle
ufuklarının açılacağını zannediyorum. Muhyiddin-i Arabi "Fütuhat-ı
Mekkiyye" adlı eserinin "Arş'ın taşıyıcıları"na dair olan
onüçüncü bâbında şu anlamda bir nazım ile söze başlayarak,
"Arş ve onu taşıyanlar, vallahi Rahman
ile yüklüdür
Ve bu görüş, akla uygundur.
Yoksa yaratıkların ne gücü ve kudreti olur,
O olmasa? Akıl da böyle diyor, Kitap da
Cisim, ruh, rızık ve mertebe
Burada senin sıralamandan başka bir açıklama
yok.
İşte Arş odur, şeklini inceleyip
araştırabilirsin
Ve Rahmân ismiyle istiva eden, ümit edilendir.
O taşıyıcılar sekizdir, onları Allah bilir.
Bugün ise dörttür, buna "niçin"
yoktur.
Muhammed, sonra Rıdvan ve Mâlik,
Ve Âdem ve Halil, sonra Cibrîl.
Mikâil'e İsrafil'i de ilave et tam
Sekiz alnı açık, yüzü pak, geceyi
aydınlatan".
Der ki: Allah sana destek versin ey samimi
dost! İyi belle. Arap dilinde Arş kelimesi söylenir de bununla mülk kastedilir.
Bir hükümdarın mülküne zarar gelince, "Hükümdarın mülkü sakatlandı."
denir. Bir de Arş denir, bununla taht kastedilir. Arş, mülk mânâsına alındığı
takdirde onun taşıyıcıları onu ayakta tutanlardır. Arş'tan maksat taht olduğu
takdirde de onun taşıyıcıları, üzerine tahtın oturmuş olduğu ayaklar yahut taht
sırtlarına yüklenenlerdir. Arş'ı taşıyanlar sayı ile ifade edilir. Allah Resulü
(s.a.v) onların cümlesini dünyada dört, Kıyamette sekiz saymıştır. Hz.
Peygamber (s.a.v) bu âyetini okumuş, sonra demiştir ki "Onlar bugün
dörttür. Yani dünyada dörttür. Ahirette ise onlar sekizdir." Bize tarikat
ehli kişilerin ilim, hal ve keşif bakımından en büyüklerinden olan İbnü
Meysere-i Cili'den şu şekilde rivayet olundu: Taşınan Arş mülktür ve o, cisim,
ruh, gıda ve mertebeye tahsis edilmiştir Adem ve İsrafil Sur için, Cibril ve
Muhammed ruhlar için, Mikail ve İbrahim rızıklar için, Malik ve Rıdvan vaad ve
tehdit içindir. Mülkte de ancak bunlar vardır. Erzak demek olan gıdalar hissî
ve manevîdir. Biz bu hususta sadece bir vecih yani bir izah tarzını anlatacağız
ki o da mülk mânâsına olandır. Çünkü bunda onunla ilgili birçok fayda vardır.
Arş'ın taşıyıcıları, onun idaresi ile görevli olanlardır. Onun maddi biçimi
veya nurlu görüşü ve maddi biçimini idare eden ruhu ve nuranî görünüşünü idare
eden ruhu, maddî şeklin rızkı olan gıdayı ve ruhlar için ilim ve bilgi
gıdasını, cennete girmekle mutluluğa ve cehenneme girmekle mutsuzluğa dair
hissi mertebeyi ve ilmi ve ruhî mertebeyi düzenler. Dolayısıyla bu konu dört
mesele üzerine kurulmuş olmaktadır. Birinci mesele suret ve biçim, ikinci
mesele ruh, üçüncü mesele gıda, dördüncü mesele mertebedir ki amaç budur.
Bunlardan her mesele de iki kısma ayrılarak sekiz olur. İşte bu sekiz, mülk
Arş'ının taşıyıcılarıdır. Yani bu sekiz ortaya çıkınca mülk de ortaya çıkar ve
bulunur. İbnü Meysere-i Cili, Melik onun üzerine istiva eyler dedikten sonra bu
meseleleri birer birer açıklayıp nihayet dördüncü meselede şöyle demiştir: Yüce
Allah her âlem için bir mutluluk ve mutsuzlukta bir mertebe ve derece kılmıştır
ki bunlar açıklamakla bitecek gibi değildir, mutluluğu da ona göredir.
İstenilen gayeye ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, kemâl derecesine
ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, insanın mizacına uygun olan mutluluk
vardır, şeriata uygun mutluluk vardır. Mutsuzluk da bu şekilde kısımlara
ayrılır; maksada uygun olmaz, kemâle uygun olmaz, mizaca uygun olmaz, ki gayr-i
mülayim denilen mutsuzluk budur, şeriata uygun olmaz. Bunların hepsi ya
hissedilir veya aklen bilinir. Hissedilenler, mutsuzluk yurdu ile ilgili dünya
ve ahiretteki elemler ve mutluluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki
lezzetlerdir. Bunların da saf olanı vardır, karışık olanı vardır. Saf olanı
ahiretle, karışık olanı dünya ile ilgilidir. Mutlu mutsuz şeklinde, mutsuz da mutlu
şeklinde görünür, sonra ahirette hangisinin mutlu hangisinin mutsuz olduğu
ortaya çıkar. Bazan dünyada bedbaht ve mutsuz kişi mutsuzluğu ile ortaya çıkar
ve ahirete de mutsuzlukla gider. Mutlu da öyle. Fakat bunlar bizce mechuldür,
bilinmezler. Ahirette kimin ne olduğu belli olur. Nitekim yüce Allah, "Ey
günahkârlar! Bugün müminlerden ayrılın"(Yasin, 36/59) buyurmuştur. İşte o
vakit mertebeler sahiplerini öyle bulur ki, artık ne kesinti olur, ne de
değişim. Bu açıklamalardan sonra Arş dediğimiz mülkün tamamı demek olan sekizin
anlamı anlaşılmış olur. Bu sekiz, yüce Allah'ın nitelendiği sekiz ölçü ile
ilgilidir ki bunlar hayat, ilim, kudret, irade, kelam, semi, basar ve tekvin
sıfatlarıdır. Mülk de bu sekiz ölçü ile sınırlanmıştır. Bunlardan dünyada görünenler
dörttür: Suret, gıda hissi, mutluluk hissi mertebesi, mutsuzluk hissi
mertebesi, şakavet hissi mertebesi kıyamet günü ise sekiz tamamıyla ortaya
çıkar âyetinin mânâsı budur. Hz. Peygamber (s.a.v) de: "Onlar bugün
dörttür.. " demiştir. Bunlar, Arş kelimesinin "mülk" ile tefsir
edilişine göredir. Taht mânâsında olan Arş'a gelince: Yüce Allah'ın birtakım
melekleri vardır ki onu sırtlarında taşırlar. Onlar da bugün dörttür, yarın
mahşer yerine götürmek için sekiz olacaklardır. Bu dört taşıyıcının şekil ve simaları
hakkında da İbnü Meysere'nin görüşüne yakın haber dahi gelmiştir. Söz konusu
haberde şöyle denilmektedir: "Birincisi insan şeklinde, ikincisi arslan
şeklinde, üçüncüsü kartal şeklinde, dördüncüsü öküz şeklindedir." Bu, işte
Sâmiri'nin görüp de Musa'nın ilâhı diye hayal ettirdiğidir ki, o kavmine bir
buzağı heykeli yapmış ve "bu, işte sizin ilâhınız ve Musa'nın ilâhı"
demişti. Kıssayı biliyorsunuz. "Allah hakkı söyler ve doğru yola o
ulaştırır."
Yine Şeyh şöyle der: "Arş'ın bir ayağı
haber, bir ayağı hükümdür." O bu sözüyle Ayete'l-Kürsi'de geçtiği üzere
Hasen'den rivayet olunan, "Kürsî, iki ayağın konulduğu yerdir."
sözünün bir yorumuna işaret eylemiştir. Mertebeleri açıklaması, sekiz
taşıyıcının yüce Allah'ın sekiz zatî sıfatı nisbetiyle ilgisine dair olan
ifadesi dikkat çekici olmakla beraber, sûrenin başında hatırlatıldığı gibi
akılla bilinemeyecek olan bu konuda en doğrusu yine kendisinin dediği gibi
"Allah bilir." deyip haber sınırını aşmamaktır. Mirac hadislerinde
makamı birinci gökte gösterilen Âdem'i Arş'ı taşıyanların arasında sayması
garib görünür. İbnü Ebi Hatim'in İbnü Zeyd kanalıyla Hz. Peygamber (s.a.v) 'den
rivayet ettiği hadiste Arş'ı taşıyanlar arasında İsrafil (a.s)'den başkasının
ismi söylenmemiş, ayrıca Mikail'in Arş'ı taşıyanlardan olmadığı nakledilmiştir.
Dolayısıyle İsrafil ile birlikte Mikail, Cebrail ve Azrail'in Arş'ı taşıyan
meleklerden olduklarını zan ve iddia edenlerin güvenilebilir bir haberle bunu
kanıtlamaları gerekir. "Bu konuda rivayet edilen haberlerin çoğu
güvenilebilir nitelikte de değildir." denildiğine göre, isimleri sayma
yönüne gitmeyip onları Allah bilir diyerek Allah'a havale etmek elbette sağlam
olur. Onun için bizim bu âyetlerden anlayabileceğimiz en açık mânâ şudur: Bu
âyet, o gün yüce Allah'ın ululuk sıfatıyle tecelli edeceğini açıklamaktadır.
Nitekim sûrenin sonu da azim yani ulu ismiyle son bulacaktır.
18. O gün arzolunursunuz. Tekrar dirilme ve
ayağa kalkış olmuştur. Mahşerde Allah'ın yüce huzurunda hesaba çekilirsiniz.
Burada "arz olunursunuz" sözü "hesaba çekilirsiniz"
sözünden mecaz olup durumlarını görmesi için bir hükümdara askerlerinin arz
olunmasına benzetilerek ifade edilmiştir. Bununla beraber dünyadaki arz ve
sunmalar gibi dış görünüşe bakılan bir geçitten ibaret olmadığı anlatılmak
üzere şöyle buyruluyor: Öyle arzolunursunuz ki gizli bir durumunuz kalmaz.
"Ve herşeye hâkim olan bir Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (İbrahim,
14/48) sırrı tam anlamıyla ortaya çıkar. İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, Tirmizî,
İbnü Mâce, İbnü Hâtim ve İbnü Merduye'nin Ebu Musa el-Eş'ari (r.a)'den rivayet
ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar
kıyamet günü üç kere arzolunur. Bu arzların ikisi karşılıklı kavga, mücadele ve
özür beyan etmelerdir. Ama üçüncüsü, işte o zaman, ellerde amel defterlerinin
uçuştuğu arzdır."
19. Şimdi bu şöyle açıklanıyor: Kitabı sağ
tarafından verilene gelince, o şöyle der.. Bu kitap İsrâ sûresindeki
"Herkesin amelini kendi boynuna taktık. Kıyamet günü onun için bir kitap
çıkaracağız ki, ona açılmış olarak kavuşacak." (İsra, 17/13) âyetinde
açıklanan kitaptır ki insanın ömründe yapılan her şeyin yazıldığı amel defteri,
dünyada yaptığı ve her gece ve gündüz meleklerin kaydettiği amellerin
sayfalarından meydana gelen "büyük defter" veya onun bilançosu gibi
bir sayfaya yazılmış cetvelli özeti veya hesabının görüldüğüne dair bir
belgesidir. Bunun asıl günlüğü insanın kendi hafızasında kendi boynuna
asılıdır.
Bu âyette geçen "yemin" kelimesi,
birkaç âyet sonra gelecek olan "şimâl" kelimesine karşılık olduğundan
"sağ el, sağ taraf" demektir ki sağlamlık, dürüstlük, uygunluk,
temizlik, uğur, hayır ve kazanç ifade eder. Kitabın insana sağıyla verilmesi
ifadesinde önemli nükteler vardır. Evvela, insanın, bir işini kendi eliyle yapması,
kendi gücü ve vasıtasıyla istediği gibi yapması, kazanması demektir. Sağ eliyle
yapması sağlam, dürüst, uygun, kendi lehinde iyi yapması; sol eliyle yapması da
tersine yapması; arkaya atması ise ihmal etmesi, başkasından umması anlamlarını
ifade eder. Onun için iyi amelleri yazan melekler sağda, kötü amelleri yazan
melekler solda denildiği gibi melek sağdan, şeytan soldan gelir denir.
"İyi amel yapanlara kitapları sağdan, kötü amel yapanlara da soldan
verilir." "Verilir" tabirinin kullanılması dahi hepsinin,
Allah'ın verdiği muvaffakiyet, onun takdiri ve hükmü yürütmesine bağlı olması
sebebiyledir. Çünkü "Herkesin amelini boynuna takdık." (İsrâ, 17/13)
âyeti de gösterdiği gibi insanın kendi yazgısı kendi boynuna geçirilmiş;
yaratma, emir ve hüküm Allah'a ait olmakla birlikte insanın sorumluluğu kendi
irade ve isteğiyle yapmış olduğu işlere bağlanması açısından insan, yaptığı
hayır ve şer, iyi veya kötü, sevap veya günah amelleri işlerken kendi isteğiyle
yaptığı için onu defterine kaydedecek olan meleklere, yazıcılara emreder gibi
kendisi söyleyip yazdırıyor demek olduğundan kendi yazmış demektir. Eğer o
yazdırdığı, hesabına geçirttiği işlemler ilerde Allah'ın huzurunda kendi yüzünü
kara çıkarmayacak şekilde iyi hesap edilmiş, alacağı borcu iyi karşılaştırılmış,
yine kendi tarafından hak gözüyle kontrolden geçirilmiş, kârlı, güzel, iyi
doğru, dürüst ameller ise o defterler kendi lehinde olmak üzere sağlam, hatırı
sayılır, kendi hesabına güzel yazı ile yazılmış bir defter olacağından o onu
sağ eliyle ve lehine hizmet eden sağlam vasıta ile yazmış ve hesap görülürken
hükmünü ve karar belgesini verecek olan hakim de onun lehinde olarak yazısını
onun kendisine yazdırmış ve dolayısıyle hesabını kolayca kendine gördürüp
hükmünü de istediği gibi kendine verdirerek karar belgesini sağ eliyle kendine
teslim etmiş olur. Böyle olmak için de herkesin "Oku kitabını bugün
üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter."(İsra, 17/14) emri gereği
hergün kendi boynuna geçirilmiş kitabı, günlük defteri demek olan hafızasında kendi
nefsini ve meleklere yazdırdığı amellerini hak gözüyle okuyup Allah'a karşı
kendi vicdanında kendi hesabını görmesi ve ona göre "Herkes yarın için
önceden ne göndermiş olduğuna baksın."(Haşr, 59/18) emrini uygulayarak
yarın için hazırlanması gerekir. Bu da başta ve sonda Allah'ın başarı ihsan
etmesi ile sonra o defteri meydana çıkaran ve hükmü verecek olan da nihayet
yüce Allah olduğu için "kitabını sağıyla yazan" buyrulmamış,
"kitabı kendine sağıyla verilen" buyrulmuştur. Vicdanında hergün
Hakk'a karşı kendini sorgu ve hesaba çekmeyen kimse işini arkaya atmış,
defterini kendi haberi olmaksızın ve zararını düşünmeksizin ağzına geleni
söyleyerek arkadan arkaya yazdırmış demek olacağı gibi, işini Allah'ın koyduğu
sınırlar içinde doğru yapmayan, eğriyi doğru, doğruyu eğri yapmaya kalkışarak
defterini kötü amellerle ve hep borç sahifeleri ile doldurtan kimse de
defterini ters tutmuş, solak yazmış, yazdırmış demektir. Oysa meleklerin
tuttuğu tutanak onun aleyhinde olarak yapılan muamele ve işlemi olduğu gibi göstermiş
ve ona imza ettirilmiş olduğu için sağlam, doğru ve esasen hatırı sayılır ve
geçerli bulunduğundan, o kimse de kendi yaptıklarını kendi yazmış, fakat
kendine düşman gibi aleyhinde olmak üzere siciline işletmiş ve imzalamış, ters
yola gitmiş olduğunu o gün anlamış bulunur.
Diğer bir nükte: Allah'a inanarak ve vereceği
hesabı düşünerek hakkı ve hayrı sevip batıl şeylerden ve kötülükten sakınmış
olan kimsenin Allah'ın huzurunda yüzü ak olarak, hesabı dost tarafından
görülmüş, hüküm ve karar belgesi dürüst dost eliyle sağdan lehine verilmiş
olur. Aksine Allah'ı inkâr eden, hakkı ve hayrı sevmeyip nankörlük ederek
aksine giden kimselerin hesabı da sevmediği düşmanı tarafından görülmüş, hükmü
ve karar belgesi de aleyhine olarak soluyla verilmiş olur. Onun için kitabı
kendine sağ tarafından verilmiş olan kimse o gün dost huzurunda hesap verirken
veya hesabının güzel olduğuna dair onun verdiği hükmü, belgeyi sağ eline alınca
hesabına olan ümidini veya hesap neticesinde kardeşlerine neşe ve sevincini
veya cennete giderken pasaportunu göstermek üzere der ki:
20. Ha işte size alın, gelin bakın Okuyun
kitabımı, çünkü ben, ben anlamıştım ki, ben herhalde birgün olup hesabıma
kavuşacağım yani böyle inanmış, bu düşünce ve zannı beslemiştim de ona göre
hesabımı ölçülü davranarak sağlam, defterimi dürüst tutmuştum. "Oku
kitabını, bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter." (İsra,
17/14) emrine uymuştum diyerek yüz aklığı ile kendini gösterir, sevinir.
Bu verdiğimiz mânâ, müminin hesaba kesin
olarak inanması ve iman etmesi gereğine göredir. Müfessirlerin çoğu âyette
geçen "Zan"nı, "önceden bilmek ve inanmak" mânâsına alarak
bu şekilde yorumlamışlardır. Bununla beraber bazılarının dediği gibi bu, şu
demek de olabilir: Ben hesaba inanmakla beraber birçok kusur ettiğimi ve
kendime göre kötü amellerimin kıymeti az olduğunu biliyor ve bundan dolayı
borcumun çok, alacağımın az çıkmasından korkuyor, hesap verirken bir zorlukla
karşılaşacağımı zannediyordum. Oysa benim farkına varmadığım, hesaba bile
almadığım en gizli, en küçük amellerim dahi hesaba katılmış, yüksek kıymetler,
değerler biçilmiş; bu ise benim değerimden, benim gücümden değil, pek esirgeyen
engin merhameti olan sevgili Rabb'imin sırf lütuf ve ihsanıyla olmuş bir iyilik
ve rahmettir, diye sevinir. Bu mânâ, hem daha açık hem ahlâka daha uygundur.
21. Bunun neticesi Artık o hoşnut ve memnun
bir yaşayış içindedir Memnunluk ve hoşnutluk yaşayışın değil de, O yaşayışın
sahibinin sıfatı iken "radıye" yani hoşnut olan ve
"merdıyye" yani kendisinden hoşnut olunan mertebelerinin hepsine
birden işaret olmak üzere "mecâz-ı aklî" denilen "isnât-ı
mecâzi" yoluyla aşırılık ifade etmesi için yaşayışın kendisine nisbet
edilerek "hoşnut bir yaşayış" denilmiştir ki, yalnız o kendisi razı ve
hoşnut olmakla kalmayacak, onun güzel huylarından, güzel işlerinden
feyizlenerek daha ziyade güzelleşmiş olan bizzat hayatın kendisi de ondan razı,
o kendisi merdi yani kendisinden razı olunmuş ve sevilmiş olacaktır demek olur.
22. Bu da şöyle açıklanıyor: Yüksek bir
cennette.
Dünya cenneti gibi bayağı işlerle, sıkıntı ve
elemlerle karışık değil, saf bir mutluluk ve nimet ve hayatın ta kendisi demek
olan yüksek ahiret cennetinde, ki
23. devşirimleri yani koparılıp toplanacak
yemişleri, meyveleri, nimetleri uzakta değil, yakında sarkıp duruyor.
24-25. Alın istediğiniz kadar yiyin için
afiyetle, içinize sine sine peşin olarak önceden gönderdiklerinize karşılık.
İSLÂF, karşılığı veresiye olarak önceden sunup
takdim etmektir. Onun için dinen de selef, başka bir deyişle selem ismi verilen
muameleye denir ki, "para peşin, mal veresiye" olmak üzere yapılan
bir alışveriş, daha doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir, müşteri de sağlam
olursa, bu durumda parayı peşin veren tüccar için bunda kazanç daha çok olur.
Burada "peşin verdikleriniz" buyrulmakla hem bu mânâya, hem "Ve
Allah'a güzel borç verenler"(Hadid, 57/18) mânâsına, hem de büyüğe birşey
takdim etme ve ona hizmet etmedeki büyük istifadeye işaret buyrulmuştur. Bunlar
ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda bulunan kimsenin veresiye veya
hediye verecek hali olamıyacağı gibi, bunu yapmaya zamanda yoktur. Onun için
buyruluyor ki geçmiş günlerde, yahut bugünkü derdin bulunmadığı, durumun uygun,
başların sağ ve esenlikte olduğu boş ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada
ölümden veya hastalık ve bela gelmeden önceki fırsat günleridir. Bunun da en
güzeli gençlik çağıdır- o gün yüce Allah'ın şöyle buyuracağı rivayet
olunmuştur: "Ey dostlarım! Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim
yolumda dudaklarınız susuzluktan kurumuş, gözleriniz içine çökmüş, karınlarınız
kasıklarınıza geçmiş. Bugün artık yiyin için, o geçmiş günlerde takdim edip
sunduklarınıza karşılık". İşte bunlar o Hâkka'dan, o dehşetli günden böyle
murada ererek kurtulacaklardır.
26. Fakat vay o günleri boşuna geçirenlere
veya sonu gelmez sonsuz heva ve heveslere harcayan veya sermayeyi batakçılara
kaptıranlara. Çünkü nice kimseler çalışır, hayır denebilecek şeyler yaparlar
amma, Hak için Allah için değil; halk için, gösteriş için, kulların isteklerine
hizmet için yaptıklarından dolayı mükâfatları nihayet onlardan alabildikleriyle
kalır. Onların yok olmasıyla da iflas eden kişi de batan mal gibi batar gider.
Hak yanında elem ve yoksunluktan başka kendilerine birşey kalmaz. Bütün o
kıyamet onların başında patlar, bunlar kitaplarını tersine ve solak
yazanlardır. Onun için buyruluyor ki, Kitabı solundan verilene gelince, o şöyle
der Ah ne olaydı o burada "o" zamiri ölüm olayına gönderilmiş, ilk
ölüm şeklinde tefsir edilmiştir. Gerçi "mevte" (ölüm) lâfzı daha önce
geçmemiştir. Fakat mânâ itibarıyla geçmiştir. Kıyametin başı bununla başlamış
ve bunu söyleyen hesabı görünce uyanmış demektir.
27-28. O vakit içinde bulunduğu durumun
tattığı ölüm acısından çok acı ve dehşet verici olduğunu fiilen görerek o
durumda o ölümü temenni edip der ki: Ah ne olaydı, o ilk ölüm işi bitirici
olaydı.
KÂZÂ, Bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin
hükmü verip uygulamaktır. Yani, keşke o ilk ölüm işi bitirip herşeyi kesip atan
olaydı da beni bu felâketten, bu dehşetli olaydan kurtaraydı. Bu yalnız,
"keşke ölmekle iş biteydi," diye geçmişle ilgili bir temenni değil,
ölümden kaçan o adamın, gördüğü bu felaket içinde bir daha ölmeye razı olup da
onu şimdi bir kurtuluş çaresi olmak üzere hasretle arzuladığını ve bu şekilde
Hâkka denilen o kıyametin ölümden çok şiddetli olacağını ifade eder. O artık ne
ölür, ne dirilir, sade şöyle hasret ve pişmanlık duyar. . burada olumsuzluk
veya inkâr ifade eden bir sorudur. Yani "Neye yaradı benden yana
malım?" Hiçbir şeye yaramadı. Yaradıysa başkalarına yaradı. Bana ancak
hasret ve azabı kaldı.
29. Yok olup gitti benden saltanatım
Kendisiyle iftihar ettiğim, böbürlendiğim, herkesin başına ekşidiğim,
güvendiğim mülküm, hakimiyetim, servet ve zenginliğim, yahut tutunduğum bütün
delil ve tutanaklarım. Felâketler içinde yoksul ve güçsüz, çaresiz kaldım.
Böyle bir sözle pişmanlık ve hasret belli ki dünya saltanatına güvenip de
hesabını yanlış tutan, başkalarına ceza verdiği halde kendisinin
cezalandırılacağını inkâr ederek haksızlık ve zulüm eden mal ve saltanat
sahiplerine aittir. Tefsirciler burada şu nükteli öyküyü kaydederler:
Adududdevle lâkabını almış olan Fena Husrev b.
Büveyh şu şiiri söylemiş:
"Dolu kadehlerden içmek her zaman değil,
ancak yağmurlu havada ve bir seher vakti cariyelerin şarkıları içinde, saz
telleri arasında insanın aklını başından alan narin ve cilveli kızların,
yumuşak bedenlerin o dolgun kadehi kaynağından çıkararak o insan üstü zata
sâkilik yaparak şarap sundukları bir sırada olur. O zat ki devletin pazısı ve
Rüknüddevle'nin oğlu Adududdevle, padişahlar padişahı ve kaderi yenen
"gallâbu'l-kader"dir.
Kendisine "gallâbu'l-kader" yani
"kaderi yenen" demişti. Fakat çok geçmeden delirmiş ve dili bu
âyetten başkasını söylemez olmuş "Malım hiçbir işime yaramadı, saltanatım
yok olup gitti." diye diye can verip gitmişti. Ölüm herşeyi bitirici oldu
mu? Artık orasını Allah bilir. Şimdi görülmüş bir şey varsa bu sözü defterine
sağ eliyle yazmamış ,"gallâb-ı kader" (kaderi yenen) dediği
"pâmal-ı kader" (kaderin ayağı altında ezilen) olup gitmiş ve cihan
böyle neler yutmuştur. Yüce Allah'tan hakkımızda selâmet ve esenlik dileriz.
âyetlerinin sonlarında bulunan sakin harfi fetha üzerine durmak için getirilmiş
"sekit hâ"sıdır. Her zaman sâkin okunur. Kelimenin aslı
"kitâbiye, hisâbiye, mâliye, sultaniye" demektir.
30. Tutun onu yani öyle deyip duran kimseyi.
Bu ve bundan sonraki emirler, yüce Allah'ın zebânilere verdiği emirlerdir. O
kimsenin ağzından o işe yaramayan mal ve saltanata söyleniyormuş gibi hikâye
tarzında gizli bir "dedi" sözüyle söylenmiştir. Hemen bağlayın onu,
31. sonra ancak Cehim'e yaslayın onu. Cehîm, şiddetle
köpüren büyük ateş, cehennemin en şiddetli tabakası. Burada Cehîm kelimesinin
"yaslayın onu" fiilinden önce söylenmesi, fiile "sadece" ve
"ancak" gibi mânâları kazandırmak içindir. Yani "başka yere
değil, ancak Cehim'e atın onu" demektir.
32. Sonra bir zincirde ki, bu zincir boyu
yetmiş arşın. Burada bu arşının nasıl bir arşın olduğu hakkında birçok söz
söylemişlerse de bu gereksizdir. Bazıları, "Âyette geçen 70 sayısı tahsis
için değil, "Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de.."(Tevbe,
9/80) âyetinde olduğu gibi çokluktan kinayedir." demişler; bazıları da,
"Açık olan sayıdır, hikmetini Allah bilir." demişlerdir. Bize öyle
geliyor ki bu zincirden maksat, en iyisini Allah bilir, dünyadaki ömürdür.
Cehenneme yuvarlanan onunla sallanır. Günler veya aylar zincirin birer halkası
ve her senesi de ömrün bir birimi olması itibarıyla bu zincirin uzunluğu,
uzunluk ölçüsü olan arşın ile ifade edilmiştir. Şu halde yetmiş arşın boyda
demek yetmiş yaşında demek olur. Yetmiş denilmesi, yetmişin dışındaki sayıları
sözün dışında bırakmak için değil, "Ümmetimin ömürlerinin çoğu altmış ile
yetmiş yaş arasıdır" buyrulmuş olması göz önünde bulundurularak yetmiş
yaşın, bu ümmette genellikle ömürlerin en uzunu olduğuna ve bir de yetmiş
yaşına kadar dünyayı, ahireti anlamamış, tevbe edip iman etmeye ve düzelmeye
yüz tutmamış olanların bundan sonra düzelmelerinin çok uzak olduğuna işaret
olsa gerektir. Bu emrin hikmeti de şu iki cümle ile açıklanıyor:
33. Birincisi, Çünkü o kimse yüce Allah'a iman
etmiyordu.
34. İkincisi, düşkünleri yedirmeye teşvik
etmiyordu. Halkın fakirlerini gözetmiyor, onların ne yediğine bakmıyor,
durumlarından anlamıyor, onlara bakma çarelerini araştırmıyor, yardımda
bulunmuyor, kendi bakmadığı gibi başkalarını da teşvik etmiyor, sonra da kendisi
bir fakir yemeğinde bulunacak kadar alçak gönüllü olamıyor, saltanat süreceğim
diye halkı eziyor, onları korumayı düşünmüyordu.
35. Bugün de ona yok burada ne bir hamîm.
HAMÎM, lugatte başlıca üç anlama gelir.
BİRİNCİSİ, "veliyy-i hamim" sözünde
olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Burada bununla tefsir
etmişlerdir. Yani o Allah'a imanı olmayan ve fakirleri gözetip korumayan
imansız zalimin o gün kendisini koruyacak bir acıyanı bulunmaz. Çünkü dünyada
kendisine yardaklık eden bütün yakınları, dostları o gün kendisinden
sakınırlar, kaçarlar. Bundan sonraki sûrede "Hiçbir dost, hiçbir dosta
halini sormaz."(Meâric, 70/10) buyrulması da bu mânâdandır ve buna bir
ipucu gibidir.
İKİNCİSİ, "Kaynar su"(Rahmân, 55/44)
âyetinde olduğu gibi son derece sıcak su mânâsına gelir ki, cehennemin suyuna
denilmesi bundandır. Burada bu mânâda olmadığı açıktır.
ÜÇÜNCÜSÜ, Kâmus'ta anlatıldığı üzere
"soğuk su" mânâsına da gelir. Bu, iki zıt mânâyı ifade eden
kelimelerdendir. Zira soğuk kaynak suyu sıcakta buğulanır. Burada bir önceki
âyette geçen ve biraz sonra geçecek olan "yemek" kelimesiyle olan
ilgiden dolayı bu mânâ daha uygun görünüyor.
36. Yani ne bir soğuk su ne de bir yemek, bir
yiyecek, yahut tadacak ki böyle denildiğinde içeceği de kapsar. Ancak bir
gıslinden başka bir şey yok. GISLÎN, gasl kökünden yıkantı ve yıkanma suyu
mânâsına gelen "gusâle" yi andırır bir kelimedir ki dilcilerden
bazıları yaradan akan irinin suyu demişlerdir. İbnü Abbas'tan gelen bir
rivayete göre gıslın, "cehennemdekilerden akan irin", bir rivayette
de "yemeğin en kötüsü, en pisi, en yutulmazı"dır. İbnü Zeyd'in,
"Gıslin ile zakkumun ne olduğunu kimse
bilmez." dediği rivayet edilmiştir. (Zakkum hakkında Sâffat, 37/62-66 ve
Vâkıa, 56/52, 53. âyetlerin tefsirine bkz.)
37. Bunun herhalde yiyecek cinsinden kötü bir
şey olduğunu şu âyet anlatıyor: Onu o hâtiûn'dan, yani öyle işi gücü hata ve
suç işlemek olan büyük günahkârlardan, canilerden başka kimse yemez. Günahın en
büyüğü de en büyük zulüm olan şirktir. Görülüyor ki diye sona eren bu âyet
yukarıda Firavun ve önündekilere ve Lût kavmine dair olan ve ile sona eren bu
sûrenin dokuzuncu âyetini hatırlatmaktadır. Çünkü hâtiûn, "hâtı"in
çoğuludur. Demek ki bunlar Firavun ve Lût kavmi gibilerdir ki onların en büyük
günahı yalanlama ve isyan idi.
Şimdi akılla bilinmesine imkan olmayan o
kıyametin başlangıcı, dehşeti, oluş tarzı ile neticesi, bu eşsiz açıklama ve
korkutma ile belleyecek kulaklara haber verilip hatırlatıldıktan sonra bundan
alınması gereken en büyük dersi, en önemli öğüdü, en mühim görevi hatırlatmak
üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
38- Andolsun gördüklerinize,
39- Ve görmediklerinize..
40- Kuşkusuz Kur'ân, şerefli bir peygamberin
(Allah'tan) getirdiği sözdür.
41- O bir şair sözü değildir, siz çok az
inanıyorsunuz.
42- Bir kâhin sözü de değildir, ne de az
düşünüyorsunuz!
43- O, âlemlerin Rabbi tarafından
indirilmedir.
44- O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya
kalkışsaydı,
45- Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle
yakalardık.
46- Sonra da onun şah damarını keser atardık.
47- O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de
olamazdınız.
48- O hiç kuşkusuz, takva sahipleri için
unutulmayacak bir öğüttür .
49- Bununla beraber biz biliyoruz ki sizden
inanmayanlar var.
50- Kuşkusuz bu Kur'ân kafirler için bir
pişmanlık vesilesidir.
51- Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.
52- O halde, haydi tesbih et Rabbinin yüce
ismiyle.
38-39. Demek ki iş öyle zannettiğiniz gibi
kolay değil ey o yalanlama suçunu işleyip duran günahkârlar. Andolsun
gördüklerinize ve görmediklerinize. Bunda bütün görülebilen ve görülmiyen,
gözlenebilen ve gözlenemeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün
işler dahildir. Atâ: "Görülen, kudret eserleri; görülmeyen de kudret
sırlarıdır." demiştir. Bu, güzel bir açıklamadır. Bunun günümüz dilinde
doğa ve doğa ötesi şeklinde ifade edebiliriz. Madde ve ruh, insan ve cinlerle
melekler, dünya ve ahiret, yaratılan ve yaratan, görünen nimetler ve görünmeyen
nimetler diye de ifade olunmuştur. Burada Peygamber'in gösterdiği ve
göstereceği mucizeleri ve verilen haberlerin geçmiş ve geleceğe ait olanlarını,
indirilen ve indirilecek olan, inanılan ve inanılmayan âyetleri de düşünmek
gerekir. Kelimelerin asıl ifade ettikleri mânâ şu oluyor: "Her ne ki
görüyorsunuz" ve "göreceksiniz, görür ve görebilirsiniz"
"ve her ne ki görmez ve göremezsiniz". Bunlara yemin ise şunu ifade
eder: Sizin şimdiye kadar gördüğünüz ve şu anda görmekte olduğunuz ve şimdi
görmeyip de ilerde göreceğiniz ve görebileceğiniz ve hiç görmeyeceğiniz ve
göremeyeceğiniz neler neler vardır. Neler olmuş ve daha neler olacak, neler
gelmiş ve gelecektir. Geçmişte, şu anda ve gelecekte sizin anlayabildiğiniz ve
anlayabileceğiniz ve daha anlamadığınız ve anlamayacağınız ne gerçekler, acı ve
tatlı ne olaylar, ne belalar, ne nimetler vardır, ey günahkârlar, gaflet içinde
bulunan inkârcılar! öyle inkâr ve yalanlamayı kolay sanmayınız. İşte onları
yaratan ve yaratacak olana ben şânı yüce Allah bütün onlara yemin eder de
görmek istemediğiniz şu gerçeği gözlerinize sokmak üzere size, şu ânı ve
geleceği ile bütün kâinatı ve acı tatlı her türlü güvenceyi göstererek derim ki,
40. "Şüphesiz Kur'ân, kerim bir
Peygamberi'n getirdiği sözdür." Şundan gâfil olmamak gerekir ki:
"Burada bu yeminde pozitivizmin en önemli bir hatasına dikkat
çekilmektedir. Zira yalanlama ve inkâr etmenin başlıca iki kaynağı vardır:
Birisi: Sofestaîlik, safsatacılıktır ki,
bunlar gördüklerini de yalanlarlar. Kendine de inanmaz, inatçıdırlar. Bakara
sûresinin başında da geçtiği üzere bunlara hitap edilemez. Bunlara bir şey
söylemenin hiçbir yararı olmaz, başlarını taşa çarpaçak bir iş gerektir bunlar
için. Bununla beraber böylelerine de "sakın, başına taş düşecek"
denilsin de, dinlemezlerse bırak bütün hasret başlarında kalsın.
Birisi de pozitivistlik, yani fazla
müsbetçilik bağnazlığıdır ki bunlar da gördüklerine inanır, görmediklerini
yalanlarlar. Gerçi hataya düşmemek için müsbet yürümek iyidir. Görünür görünmez
tehlikelerden korunmak için gerekli olan son yol da budur. Fakat hayattan
maksat gördüklerine saplanıp da durmak değil, yürümek, hatalardan tehlikelerden
korunarak hak murada, esenliğe ermektir. Bu gaye ise görünen tarafta değil,
görünmeyen taraftadır. Asıl tehlikeler görünen yönden değil, görünmeyen yönden
gelecek olanlardır. Onun için hep kanıtlanmış ve kanıtlanacak başka gerçek
yokmuş gibi hep görünene saplanıp da ondan ilersini büsbütün yok sayıp inkâr
etmek müsbetçilik değil, aynı sofestaiyenin yani safsatacıların yaptığı gibi
olumsuz bir körlük ve inatçılıktan ibaret büyük bir hatadır ki kendi
bildiklerinden başka ilim yok sayan, îman sınırına yaklaşmak istemeyen kuru
akılcı rasyonalistlerle mahdut tecrübeci pozitivist (olgucu)ler hep böyle inkâr
etmeyi, yok saymayı isbat zannederek haberlere, olağanüstü şeylere inanmamış,
akıl ve tecrübelerinin ötesindeki gerçeğin ateşine yanıp gitmişlerdir. Evet
Mülk Sûresi'nde de geçtiği üzere bakıp görmek ve denemek insan için, ilim için
en yakın yoldur. Fakat deney bize gösteriyor ki gerçek, bizim gördüklerimizden
ve kavrayabildiklerimizden ibaret değildir. Gördüklerimizi, denediklerimizi
ispat ederken, görmediklerimizi, kavrayamadıklarımızı, yetişemediklerimizi
kabul etmeyip inkâra kalkışmak deneycilik değil, ne aklın ne de tecrübenin
onayından geçmeyen bir olumsuzluktur. Hiçbir bakış, hiçbir gözlem, hiçbir
duygu, hiçbir akıl, hiçbir tecrübe, "görülen, tekrar tekrar denenen
sınırın ilerisi yoktur, burada dur, bekle" dememiştir. Aksine bütün
denemelerin olumlu olarak verdiği kesin hüküm şudur: Duyup gördüklerinizin
ilerisi var. Bu nedenle yürüyün. Fakat yolda giderken ilerisini hep
gördüklerinizden ibaretmiş gibi kabul ederek kişisel kıyaslarla yürümeyin,
görmediğiniz, bilmediğiniz gerçeklere, tehlikelere rastlıyacağınıza inanarak
yürüyün. Hem denemenin bütün dönencesi ihtibar, yani nefsin vuku bulan
olaylardan haber almasıdır. Hak, nefsin vuku bulan şeylere uyum
sağlayabilmesindedir. Haber'i yok sayarak kendiliğinden yürüyen nefis, kişisel
arzu ve hevesleriyle tehlikeye gider.
Olaylardan haberdar olmak ise basit ve
değersiz olan dokunma, tatma, koklama duyularından ibaret olmadığı gibi görme
duyusundan da ibaret değil, işitme ve iç duygu ile akılla da ilgisi vardır.
Hatta haberin en geniş sınırları işitmededir. O, insana akıl ve görme yoluyla
kavranamayacak haberler getirir. Haber almanın önemi büyüktür. Onun içindir ki
devletler elçiliklere pek büyük önem verirler. Özellikle tehlike gelmesi
ihtimali olan hususlarda en zayıf bir haberi dahi gözardı etmezler. O halde hiç
yalanı tutulmamış, ahlakı, akıl ve anlayışı eğrilikle lekelenmemiş, tecrübeler
neticesinde güvenilir ve doğru sözlü olarak tanınmış, ne söylediğini bilen bir
habercinin her türlü sıkıntıyı göze alarak kesin bir iddia ile, "Ben
güvenilir kaynaktan haber aldım, bu böyledir. Şimdi akıllarınızın eremiyeceği
şekilde şöyle olacaktır. İnanın, sonra anlayacaksınız." diye yeminler
ederek verdiği haberi "öyle şey olmaz" diye yalanlamaya kalkışmak,
gerek kuramsal akıl, gerekse pratik akıl bakımından pek büyük hata olmaz mı?
Mekke'de ortaya çıkıp da her şeyi göze alarak,
"Ey Mekkeliler! Sizler ve bütün insanlık pek büyük bir tehlike
içindesiniz. Eğer Allah'a inanır benim verdiğim haberleri dinler, bana uyar,
özveride bulunursanız gerçi birçok sıkıntı çekecek, mal ve can kaybı
vereceksiniz amma daha büyük tehlikeden, korkunç musibetten kurtulacak, Kayser
ve Kisra'yı tepeleyip yalnız Hakk'a kul olarak insanlığa hakkı tanıtacak
önderler olacak, Allah yanında hak murada ereceksiniz. Allah bana böyle dedi ve
bu Kur'ân'ı verdi. Bu dünyanın sonu nasıl olsa ölüm değil mi, gelin onunla
inleye inleye ateşe gitmektense güle güle can verip Hakk'ın cemaline
kavuşalım" diye çağrıda bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)'e, o zaman bir
taraftan gördüklerine saplanarak, bir taraftan gördüklerini bile tamamen yok
sayarak "deli" diyenlerin "bize şiir söylüyorsun" veya
"bazan üstüne rast getiren ve çoğu zaman yalancı çıkan kâhinler gibi
kehânet taslıyorsun" veya "bizi büyüleyip anlamadığımız bir yönden
aldatmak, böylece kendin yararlanmak, yaşamak istiyorsun, bize kendi çekip
durduğumuz zarar ve ziyanlar yetmiyormuş gibi bir de sen mi aldatmak
istiyorsun?" diyenlerin ilk bakışta akla uygun gibi görünen sözleriyle
sonundaki gerçek karşılaştırılacak olursa ve gerçekte yirmi küsur sene sonra o
müşriklerin, Kayserlerin, Kisraların tepelenip İslâm nurunun her tarafa
yayıldığı tecrübe sahasında, imtihan meydanlarında sözle değil, yapılmak
suretiyle gerçekleşerek kendini gösterdiği düşünülürse, akıllı kim, deli kim,
kim haklı ve aldanan kim olduğu tecrübe ile ortaya çıkmış, anlaşılmış olmaz mı?
O halde görülene tutunup da müsbet gitmek isteyenler için bulundukları noktada
durup kalacaklarına bu haberlerin henüz görünmeyen yönlerini de göz önüne
alarak yalanlama ve inkardan sakınmak ve bulundukları halde kalamıyacaklarını
bilerek ahiretin o yüce mutluluğuna ermek için aşk ve sevgi ile hakka doğru
yürümek daha olumlu ve daha kârlı olmaz mı? İşte yüce Allah; bütün
tecrübelerin, isbatların esası olan "görülen var, görünmeyen var,
gördüklerinize saplanıp kalmayın" temel kuralını aşılamak ve bu suretle
haberi inanılacak duruma getirmek için görülene ve görülmeyene yemin edip
hepsini şahit göstererek buyuruyor ki, haberiniz olsun o yani sadece akıl yoluyla
bilinemiyecek olan o haberleri size bu eşsiz ifadelerle bildirip öğüt vermek
üzere okunan Kur'ân gerçekten kerim; saygı ve hürmete layık, ikram ve cömertlik
sahibi yüce bir elçinin, büyük bir Hak elçisinin getirdiği sözdür. O,
yalanlanması değil, saygı ile, inanç ile dinlenmesi gereken bir sözdür. Çünkü
elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür. Âyette geçen 'den, yani "saygıya
değer elçi"den maksat Hz. Peygamber (s.a.v)'dir. Tekvir sûresinin 19.
âyetinde geçen "Rasûlin kerim" Cebrâil olduğu gibi, burada da öyle
olduğu görüşünde olanlar olmuşsa da oradaki ipuçları ile buradaki ipuçlarının
farkı vardır. Orada "Kuşkusuz o saygı değer bir elçinin sözüdür. O elçi
pek kuvvetlidir. Arş'ın sahibi olan Allah'ın yanında çok itibarlıdır. Orada
kendisine itaat olunur, kendisine itibar edilir. Arkadaşınız mecnun değildir.
Andolsun o, Cebrail'i açık ufukta gördü. O Peygamberin gayp konusunda hiçbir
zaafı yoktur. Ve Kur'ân, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir."(Tekvir,
81/19-25) vasıflarıyle ve "Sahibüküm" (sizin arkadaşınız) diye
tanıtılan Hz. Peygamber (s.a.v)'in açık ufukta gördüğü pek kuvvetli elçinin
kovulan şeytan olmadığı anlatılmış olduğundan o değerli elçinin Allah
tarafından Peygamber'e gelen Cebrail olduğu açıktır. Oysa o değerli elçinin
şair, kâhin olmadığını söyleyen şu âyetlerin burada Hz. Peygamber'in değerini
açıkladığı ortadadır. Kuşkusuz o Kur'ân, Kerim bir elçinin bildirisidir.
41-42. O bir şair sözü değildir. Onu bir şiir
gibi dinleyip geçmeyin. Siz pek az îman ediyorsunuz. Gerçi bunda sözün
kusursuzluğunu biraz takdir etmek ve güzelliğinden bir parıltı sezmek gibi
imana benzer bir parça duygu gösterilmiş olursa da bu, onun gerçek kıymetini
duymamak, elçinin değerini, peygamberliğin ne olduğunu, gönderenin ululuğunu,
kıyametin hak olduğunu bir hayal sanmak sizi esenliğe çıkaracak, çok yüce
gayelere erdirecek olan o Hak bildirilerini inkâr etmektir. Böyle benzerini
görmediğiniz şeyleri gördüklerinizin bazısına benzetmekle işin içinden
çıkacağınızı zannediyorsunuz. Şiir ne kadar güzel olursa olsun büyük bir elçinin
bildirdiği yürekler oynatan açıklamalarına şiir demek ne büyük hata, ne büyük
gaflettir. "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." (Yasin,
36/69) gerçeğini anlamaktan, gerçeği kabul ve takdir etmekten uzak olan o
duygu, o azıcık şuur parıltısı yeterli değil; Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna
varıldığı vakit sahibini esenliğe çıkaracak gerçek bir iman ile işe sarılmak
gerekir.
43. O, bütün âlemlerin Rabbi olan yüce
Allah'tan indirilmedir. O elçi, onu olduğu gibi bildirmekle görevli değerli bir
elçidir. İşte Kur'ân'ın hakikatı budur. Yukarıda "O değerli bir elçinin
sözüdür." denilmişti. Eksik düşünenler "elçi" ve
"değerli" sıfatlarının mânâlarını iyi düşünmeyerek Kur'ân'ın hiç
olmazsa lafızları o elçinin kendi tarafından Allah namına söylediği kendi sözü
imiş gibi yanlış bir zanna düşmesinler diye burada Kur'ân'ın hem mânâsı hem de
lafızları Allah tarafından parça parça indirilmiş olduğu belirtilerek,
"Bütün âlemlerin Rabb'ı olan yüce Allah'tan indirilmedir." diye
gerçeği açıklanmış ve bunu daha çok vurgulamak ve kanıtlamak için de
buyrulmuştur ki:
44. Eğer o elçi, bize karşı, yani biz ona
söylemeden, yap veya yapma demeden, sanki biz söylemişiz gibi, bizim adımıza
kendiliğinden bazı laflar uydurmaya kalkışsaydı
45. biz ondan dolayı yeminiyle elbette tutar
yakalardık. Burada "yemin", "onun yemini" mânâsına
peygamberin ettiği yemin veya yüce Allah'ın kuvvet ve kudreti demek olabilir.
Yani bu iki mânâya gelme ihtimali vardır. Zira yemin esasen kuvvet demektir.
Yani, o takdirde bu Kur'ân, bu sözler Allah tarafından indirildi diye ettiği
türlü türlü yeminler yalan yere yemin olacağından dolayı biz onu o yeminiyle
yakalar, yahut kuvvetle tutar, hıncını alır, yalanı başına çarpardık.
46. Sonra elbette ondan dolayı kalp damarını
(veya iliğini) keser atardık.
VETÎN: Kalp damarı, şah damarı, atar damar,
bazıları da bel kemiğinin iliği, omurilik demişlerdir ki, ikisi de kesilince
sahibi derhal ölür. Yani, o vakit ikram edip değer vermek şöyle dursun hem
yalanını tutarak rezil eder, hem de yok ve helak ederdik.
47. O vakit içinizden hiç biriniz engel
olamaz, onu savunamazdı. Fakat gerçek öyle değil, o bir saygın Peygamberdir.
Öyle yalandan, yalan yere yeminden uzak, cömertlik ve ikramı, mucizeleri,
doğruluk ve güvenilirliği ortada bir elçidir ve o Kur'ân gerçekten âlemlerin
Rabbi olan Allah'tan indirilmedir.
48. Kur'ân'ın indirilmesinin hikmetlerine
gelince, ve o korunacak takva sahipleri için bir tezkiredir. Yani bir öğüt,
yollarını gösterecek bir hatırlatıcıdır. Onlar için bir öğüttür. Çünkü
faydalanacak olanlar onlar, öyle korunmak hissini besleyen saygılılardır.
49. Bununla beraber biz biliyoruz ki, sizin
içinizden yalanlayan inkârcılar vardır. Yani biz onların cezalarını veririz.
50. Ve çünkü o Kur'ân, onun kıymetini bilmeyip
nankörlük eden kâfirlerin üzerine de gerçek bir hasrettir. Onlar kıyamet günü
takva sahiplerinin aldıkları sevabı görünce sonsuz bir özleyiş içinde kalacak,
iç çekeceklerdir.
51. Kuşkusuz o, gerçekliğinde hiç şüphe
olmayan bir kitaptır. Şiir, kehanet, zan ve tahmin türünden olmak şöyle dursun
ilme'l-yakîn (kesin olarak edinilmiş bilgi) ve ayne'l-yakîn (bir şeyi kendi
gözü ile görüp mahiyetini bilme)den de daha yüksek hakka'l-yakîn (gerçekliğinde
hiç şüphe olmayan)'dır. (Vâkıa sûresinin sonuna bkz.)
52. O halde ey değerli elçi! "Haydi
Rabbinin yüce ismiyle tesbih et".
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Hakka Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.