Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Hadid Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
57-HADİD:
1. Allah'ı yahut Allah için tesbih etmektedir.
Tesbih, Allah Teâlâ'yı, kutsal yüceliğine layık olmayan kusurlardan gerek
itikad gerek söz ve gerek kalb ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır. Takdis
kavramının anlamı da böyledir. Bunlar esasen uzak gitmek ve uzaklaştırmak
mânâsını ifade etmektedirler. Nitekim sözü, "Suda uzağa gitti." sözü
de "Arzda uzağa gitti." mânâsına gelmektedir. (Bu konuda bilgi için
Bakara, 2/32 ve İsrâ Sûresi'nin baş tarafına bkz.) deki "lâm" ya
"Ona teşekkür ve nasihat ettim." cümlesinde olduğu gibi te'kid
(kuvvetlendirmek) için ziyade kılınmış sıladır veya "Allah için"
anlamında sebeb ifade etmektedir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi . esas
itibariyle akıl sahiplerinin dışındakilere mahsus ise de tâbiri göklerde ve
yerde bulunan, ister görünmeyecek derecede ehemmiyetsiz olsun, ister görünen
varlıklar olsun hepsine şâmildir. Binaenaleyh, gerek melâike ve müminler gibi
sözle, gerek diğer varlıklar gibi ilham yoluyla konuşanların hepsi dahil olmak
üzere mecazî bir anlam da kasdedilmiş olabilir. Çünkü yaratılan her varlık,
imkân (olabilirlik) ve hudûsu (sonradan olmayı) ve arzettiği sanat nizamı ile
Allah Teâlâ'nın noksanlıklardan münezzeh (berî) ve yüceliğin son derecesindeki
sıfatlarla vasıflanmış olan varlığına delalet etmektedir. (Bu hususta bilgi
için (İsrâ, 17/44) âyetine bkz.) "O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet
sahibidir." Bu cümle, tesbihin şekline işaret etmektedir.
2. "Göklerin ve yerin mülkü
O'nundur." Yani âlemdeki bütün küllî tasarruf; var etme, yok etme ve diğer
bilinen ve bilinmeyen tasarrufların hepsi O'nun içindir. "O yaşatır ve
öldürür." Bu cümle mülke dair hükümlerden bir kısmını beyan etmektedir.
"O her şeye kadirdir." Bu da, hepsini bütün şartlarıyla
özetlemektedir.
3. O'dur Evvel, her şeyden önce, başlangıcı
yoktur ve her şeyin ilkidir. Çünkü varlıkların hepsinin başlangıcı ve hepsini
ortaya çıkarandır. Ve son, hepsinin yok olmasından sonra O, bâkidir "O'nun
zâtından başka her şey helak olacaktır..." (Kasas, 28/88), "Yer
yüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin
zâtı bâki kalacak ." (Rahmân, 55/26,27) âyetlerinin ifade ettikleri mânâya
göre varlıkların hepsi helak ve fenâya gider ve gidebilir, ancak O, kalır.
Bütün yaratıkların, varlık sebepleri ortadan kalkınca esasen helak edilirler ve
yok olurlar. Sonra bütün işler ona döndürülür. Binaenaleyh O, hepsinden evvel
olduğu gibi, hepsinin gayesi ve varlığın sonudur. Hem de Zâhir ve Bâtın. Zâhir,
varlığı her şeyde açıkça görülen demektir. Çünkü her şey O'nun varlığına
delildir. Hiçbir şey yoktur ki varlıkta ortaya çıkarken daha evvel O'nun
varlığını isbat etmiş olmasın. Mamafih her görüneni de O zannetmemelidir. Çünkü
O, âşikâr olmakla beraber gizlidir de. Duygularla hissedilemeyip hayal ile
algılanamayacağı gibi, varlığının hakikatı da, akılların idrak ve kavrayışına
sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh O'nun için ne yalnız Zâhir ne de yalnız
Bâtın diye hükmetmemeli, hükmü, âtıftan sonraya bırakarak "Zâhir ve
Bâtın" demelidir. Evvel ve Âhir sıfatları da böyledir. Ebu's-Suud'un da
ifade ettiği gibi deki"vâv", bu iki vasfın tamamını önceki ilk vasfa
bağlamaktadır. Buna göre hüküm, atıf yapmadan (vav ile bağlamadan) önce
olabilirse de "ve'l-Âhir" ile "ve'l-Bâtın" sıfatlarında
hüküm, atıf yapıldıktan sonradır. Ancak hepsinde de hükmü atıftan sonraya
bırakmak daha doğrudur. Çünkü "hüve" zamiri "Allah" ismine
aittir. Allah ismi ise, bütün isim ve sıfatların derecelerinin toplamıdır.
Halbuki birçokları bu konuda gaflete düşerek vahdet-i vücûd (varlığın birliği)
adına hatalara düşmektedirler. Ve O herşeyi bilicidir. Şu halde kendini de
bilir. Bâtın ismine bakarak Allah'ın, kendine de gizli olduğu
zannedilmemelidir. Zira bu ifade yani "O, her şeyi bilicidir." sözü,
söz konusu şüpheyi ortadan kaldırmaktadır.
4. "O'dur yaratan..." Bu da mülk
hükümlerinden bir kısmını beyan etmektir. "altı günde." (Bu hususla
ilgili olarak A'raf, 7/54. ve Fussilet, 41/10-12. âyetlerin tefsirine bkz.)
Sonra arş üzerine istivâ etti. Yani yaratıp öylece bırakıvermedi, işi idare
edip düzenlemektedir. (İstivâ hakkında A'râf Sûresi'ndeki, 7/54. âyette
tafsilat geçti. Oraya bkz.) (Allah) yere gireni de bilir, tohumlar gibi ondan
çıkanı da, ekinler gibi. Gökten ineni de, yağmurlar gibi ona çıkanı da,
buharlar gibi. Ve her nerede olursanız o sizinle beraberdir. Onun ilmi ve
kudreti yanınızdan ayrılmaz. Ve Allah her ne yaparsanız görücüdür. Görür ve ona
göre karşılığını verir.
5. "Göklerin ve yerin mülkü
O'nundur." Bu cümle, sûrenin başında zikredildiği gibi burada da te'kit
için tekrar edilmiştir. Yani hem ibtidada (yaratmada) hem iâdede (diriltmede)
zikredilmiştir. Çünkü her ikisinin de mukaddimesi gibidir. Bir de istihlâftan
(vekil bırakmadan) bahsedileceği için bu hatırlatmanın te'kid edilmesinde başka
bir önemli fayda vardır. Ve bütün işler, Allah'a döndürülür. Çünkü ilk ve son
O'dur. Binaenaleyh gerek mal ve mülkünüzde ve gerek diğer hususlardaki
tasarruflarınızın bile evveli ve sonrası ona döndürülecektir. Bu yüzden bütün
her şeyin kulluk adına O'nun için icrâ edilmesi gerekmektedir.
6. "Geceyi gündüze sokar, gündüzü geceye
sokar." Yani zamanın acı tatlı bütün değişiklikleri O'nun hükmü
altındadır. Gamları, sevince, sevinçleri gama, kedere tebdil eden ve zulmet
içinde nur, nur içinde zulmet yaratan O'dur. Hem O, bütün göğüslerin künhünü
(hakikatini) bilir. En gizli fikirleri, niyetleri, acı ve kederleri ve her
türlü duyguyu O bilir.
Onun için:
Meâl-i Şerifi
7. Allah'a ve Resulüne iman edin. Sizi hâkim
kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Sizden, inanan ve harcayanlar
için büyük mükafat vardır.
8. Size ne oldu ki, Resul sizi Rabbinize
inanmanız için davet ettiği halde Allah'a inanmıyorsunuz? Oysa O, sizden kesin
söz almıştı. Eğer inanacaksanız.
9- Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için
kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli,
çok merhametlidir.
10- Neden siz Allah yolunda harcamayasınız ki?
Göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır. Elbette içinizden, fetihten önce
harcayan ve savaşan bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve
savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel sonucu
vaad etmiştir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
7. Sıfatı, yukarıda zikredildiği şekilde
Allah'a iman etmekle beraber Resulüne de iman edin. Çünkü Allah'ın tebliğini,
emirlerini nehiylerini O, getirecek o, beyan edecektir. İman edin de sizin
yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Yani hakikatte mülk onun olduğu gibi
milk de onundur. Siz O'nun olduğunuz gibi sizin milk diye sahip olduğunuz
şeyler de O'nundur. Ancak selâhiyyet verip onlarda tasarruf etmek için sizi
halife kılmıştır. Bundan dolayı size vekil gibi izin verdiği hususlarda
tasarruf edebilirsiniz. O halde iman ederek sizi vekil tayin ettiği bütün
varlıkta kendinizi asîl değil, O'nun vekili bilerek Hakk'ın yolunda ve beyan
ettiği hususlarda harcamada bulununuz. Nitekim bir beyitte de şöyle
denilmiştir:
"Mal ve çoluk çocuk birer emanetten başka
bir şey değildir. Bir gün olup da emanetlerin geri verilmesi ise
gereklidir."
Bazı âlimler, "Bu infaktan (harcamadan)
maksat, zekattır." demişlerse de doğrusu, vacib ve nafile harcamayı içine
almış olmasıdır. Dahhâk'tan yapılan rivâyete göre bu âyetler, Tebük vak'asında
nazil olmuştur. Binaenaleyh söz konusu âyetler, bu sûrenin Medenî olan
âyetlerindendir.
8-9-10. Halbuki Allah sizden kesin söz
almıştı. fiilinin zamiri, hem Allah'a hem de Resulü'ne ait olabilir. Allah'a
ait olduğu düşünülürse o zaman buradaki misâktan maksat, yaratılış sözü olan
"Evet Rabbimizsin dediler". mîsakıdır ki, delil getirme ve düşünceye
yerleştirme şeklinde de yorumlanmıştır. Resulullah (s.a.v)'a ait olduğu kabul
edilirse bu duruma göre de ona yapılan biât anlamına alınabilir. Zira Ubâde b.
Sâmit (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Sahabiler Hz. Peygamber'e, canlılık ve
gevşeklik halinde işitip itaat etme, zorluk ve kolaylık durumunda nafaka verme,
iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve kınayanın kınamasından korkmayarak
Allah Teâlâ ile ilgili söz söyleme konusunda biât etmişlerdi. "Fetihten
önce" Burada fetihten kasıt, Mekke'nin fethi, yahut hakkında Fetih
Sûresi'nin indiği Hudeybiye'dir Bu ibareden de, onuncu âyetin Medine'de nazil
olduğu anlaşılır. Müfessir el-Vâhidî'nin rivâyetine göre bu âyet, Ebû Bekr
(r.a.) hakkında indirilmiştir. Bununla beraber "Sebebin hususî olması,
hükmün genel olmasına engel teşkil etmez." kaidesinden hareketle Mekke'nin
fethedilmesinden veya Hudeybiye'den evvel infakda bulunan ve savaşan Muhacir ve
Ensarı da içerisine almaktadır. Bu yüzdendir ki çoğul sıgasıyla "Onlar,
(derece itibarıyla) daha büyüktür." buyurulmuştur. Ahmed b. Hanbel'in Enes
(r.a.)den yaptığı bir rivâyete göre Hâlid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf
arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Hâlid, Abdurrahmân'a: "Siz, bizden
önce yaşamış olduğunuz günlerle önümüze geçmek istiyorsunuz." demişti. Bu
söz Hz. Peygamber (s.a.v)'e ulaştığında buyurdu ki: "Ashabımı benim için
bırakın, nefsim kudret elinde bulunan O yüce zât'a yemin ederim ki, siz dağlar
kadar altın infak etseniz, yine de onların amellerine yetişemezsiniz."
Görüldüğü gibi bu hadis, ile işaret olunanların Hudeybiye'den önce infak
edenler olduğunu kuvvetlendirmektedir. Çünkü, Hâlid b. Velid'in müslüman olması
hadisesi, Hudeybiye'den sonra, Mekke'nin fethinden önce idi. Şu halde fetihten
maksat, Hudeybiye demektir. Ancak Zemahşerî gibi bir çok âlim, onu Mekke'nin
fethi olarak kabul etmişlerdir.
Hüsnâ, birçok kere geçtiği gibi, en güzel
mükafat, yani cennet anlamını ifade etmektedir.
Meâl-i Şerifi
11. Kimdir o, Allah'a güzel bir borç verecek
olan ki, Allah da onun verdiğini kat kat artırsın ve onun için şerefli bir
mükafat da versin.
12. O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları
görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor. (Kendilerine): "Bugün
müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız
cennetlerdir." (denilir) İşte büyük kurtuluş budur!
13. O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar
o iman edenlere şöyle diyeceklerdir: "Bize bakın da sizin nurunuzdan
alalım?" Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir.
Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet, dışında da azap
vardır.
14. (Münafıklar) onlara: "Biz sizinle
beraber değil miydik?" diye seslenirler. (Müminler) de derler ki:
"Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, gözlediniz, şüpheye
düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah
hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı.
15. Bugün artık ne sizden ne de inkar
edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!
16. İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki,
kalbleri Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine
verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalbleri katılaşmış, çoğu da
yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?
17. Biliniz ki Allah yer yüzünü ölümünden
sonra diriltir. Belki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.
18. Şüphesiz sadaka veren erkeklere ve sadaka
veren kadınlara ve Allah'a güzel bir ödünç verenlere, verdikleri kat kat
artırılır ve onlara şerefli bir mükafat vardır.
19. Allah'a ve peygamberine iman edenler var
ya, işte onlar, Rableri yanında sözü özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine
erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır. İnkar edip de âyetlerimizi
yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.
11. "Hani kim o Allah'a güzel bir ödünç
verecek kimse?" Bu âyetin bir benzeri de Bakara, 2/245. âyetidir. Bilgi
için oraya bakınız. Karz, başlangıcı ödünç verme, sonucu bey-i sarf (para
cinslerinin bir biriyle satışı) olan bir muameledir.Karz-ı hasen, güzel ödünç
anlamını ifade etmekle beraber burada malın en iyisini seçip Allah rızası için
halis niyetle faydalı olan hususlara sarf etmek demektir.
Karz-ı hasenin on vasfı taşıdığı ifade
edilmiştir. 1. Sarf edilecek malın, helal maldan olması lazımdır. Çünkü Allah
Teâlâ temizdir, temiz olmayanı sevmez. 2. Kişinin sahip olduğu malın en
iyisinden olmalıdır. 3. Karz-ı hasen sahibi sıhhatli, yaşama ümidi besleyen,
fakirlik korkusu içinde tutumlu hareket eden birisi olmalıdır. 4. Malı, en
muhtaç ve en uygun olana vermelidir. 5. Verdiği malı, gizlemeli, açığa
vurmamalıdır. 6. Arkasından başa kakmamalı, eziyet etmemelidir. 7. Maksadı,
sırf Allah rızası olmalıdır. 8. Verdiği çok olsa da az ve ehemmiyetsiz
görmelidir. 9. En sevdiği malından vermelidir. 10. Malı, fakire evine götürerek
vermek suretiyle onu en fazla memnun edecek yöntemi seçmelidir. Burada Allah'a
karşı karz-ı hasen tâbirinin kullanılması, mecazî anlamdadır. Malın en iyisini
ve verilecek en faydalı ciheti seçerek Allah yolunda ihlâs ile harcama
yapılması ve Allah'ın buna kat kat sevab ve karşılığı taahhüd buyurması
hususunun bir karz-ı hasene benzetilerek fiilde bir istiâre-i tebeiyye veya
görünüşte bir istiâre-i temsiliyye yapılmıştır.
12-13. Göreceğin günü zarfına veya yaya da
hazfedilen fiiline bağlıdır. Yani kıyamet günü "Onların önlerinde ve
sağlarında nurları koşar." İbnü Ebî Şeybe, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü
Ebî Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye'nin İbnü Mes'ud (r.a.)'dan naklettikleri bir
rivâyette o şöyle demiştir: "Müminlere amellerine göre nur verilir. Bu
nurla onlar sıratı geçerler. Kiminin nuru dağ gibi, kiminin nuru ağaç gibidir.
En aşağıda olanın nuru baş parmağındadır ki bir yanar bir söner." Ebû Hayyan
da der ki: "Anlaşıldığına göre bu nur iki kısımdır. Birisi önlerindedir,
gidecekleri yeri aydınlatır. Birisi de sağ taraflarındadır." Cumhura göre
de nurun aslı, onların sağlarında olan nurdur.
Önlerinde bulunan nur, bu asıl nur olan
yayılan ışıktır. Bir de denilmiştir ki. "Buradaki , mânâsına olup,
"sağ taraflarından" demektir ki bu da, "her taraflarından"
mânâsınadır. "Eymân" şeklinde çoğul olarak ifade edilmesi ise, onun
şerefinden dolayıdır.
Zemahşerî de şöyle der: "
"Önlerinden ve sağlarından" denilmesi, o bahtiyar müminlerin amel
defterlerinin bu iki yönden verilmesinden dolayıdır." Nitekim
cehennemliklerin de sollarından ve arkalarından verilecektir." İbnü Ebî
Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye Abdurrahmân b. Cübeyr b. Nâdir'den, onun şöyle
dediğini nakletmişlerdir: "Ebu Zer ve Ebu'd-Derdâ (r.a.) derlerdi ki,
"Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ben kıyamet günü kendisine secde
izni verileceklerin birincisiyim, izin verilip başını kaldıracakların da birincisiyim.
Başımı kaldırıp önüme, arkama, sağıma ve soluma bakarım, bakınca bütün
ümmetlerin arasında ümmetimi tanırım. Ya Resululluh Nuh (a.s.)'dan ümmetine
kadar bütün ümmetleri nasıl tanırsın? diye sorulduğunda da buyurdu ki:
"Abdest izinden alınları, elleri ve ayakları parıldar." Bu durum
başka ümmetlerde yoktur. Ve kitapları sağ taraflarından verilir onunla tanırım,
yüzlerinde secde izlerinden işaretleri vardır, onunla tanırım. Önlerinden sağ
ve sol taraflarından koşan nurlarıyla tanırım." İbnü Ebî Hâtim, Ebû Ümâme
(r.a.)'den şöyle bir rivayet nakletmiştir. "Kıyamet günü bir zulmet
salınır, ne mümin ne de kâfir hiç kimse avucunu dahi göremez. Tâ ki Allah
Teâlâ, müminlere amelleri kadar nur gönderinceye kadar ..." İbnü Cesir ve
Beyhaki "Ba's"de İbnü Abbas'ın şöyle dediğini naklederler:
"İnsanlar karanlıklar içinde iken Allah Teâlâ bir nur gönderir. Müminler o
nuru görünce o tarafa doğru yönelirler. İşte bu nur, onların cennete girmeleri
için Allah tarafından gönderilen bir delil olur." Bundan sonraki âyetin
mânâsından bizim anladığımıza göre, söz konusu nurun müminlerin önlerinde ve
sağlarında koşması, solda ve arkada bulunan münafık ve kâfirlerin ondan
istifade etmemesi içindir. Binaenaleyh 'ü "her taraf" mânâsına
yorumlamak doğru değildir. , dan bedeldir. İbnü Atiye demiştir ki, sözüne de
zarf olabilir. Yani münafıkların şöyle şöyle dedikleri gün, müminler o büyük
kurtuluşa erecekler demektir. Münafıklar, Medine'de olduğuna göre bu âyetlerin
de medenî olmaları gerekir. Bize bakınız sizin nurunuzdan alalım, yani müminler
nurları önlerinde ve sağlarında koşarak o büyük murada ererlerken münafıklar
yetişemeyip karanlıkta kalacaklardır. Müminlere arkalarından diyecekler ki,
"Bizden tarafa bir bakın da, nurunuzdan biz de ışık alalım, istifade
edelim." Zira müminler onlardan tarafa baktıkları zaman önlerinde bulunan
nur o tarafa geleceğinden ondan istifade edeceklerdir. Yahut "Bizi
gözetin, bekleyin de biz de size katılalım ve bu sûretle nurunuzdan ışık
alalım." mânâsınadır. Mü'minler veya melekler tarafından denilecek ki
dönün arkanıza da bir nur almağa çalışın. Yani bir nur bulma vasıtası arayın.
Âyette yer alan "dönün" emri, defolun gibi bir azarlama, bir
kovmadır. Denilmiş olmaktadır ki, siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeğe
vasıta arardınız. Haydi şimdi mümkünse ve dönmekte fayda varsa dönün arkanıza
da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak kimse yoktur. Arkadan maksat da,
nurun taksim edildiği yer yahut, nurun sebebi olan imanın kazanıldığı dünya
hayatıdır. Derken aralarına bir sûr çekilmiştir. Sûr, bir şehrin etrafına çepe
çevre çekilen hisâra denilir. Burada mutlak ayırıcı mânâsı verilmiştir. İbnü
Zeyd ve Mücahid bu sûra A'râf demişlerdir. Diğerleri ise A'râfın dışında bir
şey olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de men etme ve yolu kapama mânâsı
vermişlerdir. Yani münafıklar, müminleri taleb etmekten engelleneceklerdir
demektir. Ayrıca bu sûrun, cennet ile cehennem arasına çekilmiş bir sed olduğu
görüşü de ileri sürülmüştür. Öyle bir sur ki onun bir kapısı vardır. Çok değil
sadece bir kapısı, Allah bilir ya bu, iman kapısı olmalıdır. Çünkü ondan ancak
mümin olanlar girebileceklerdir. Batnı yani o kapının yahut sûrun içi ki rahmet
ondadır. Hakikatini tarif ve tasvir etmenin mümkün olmadığı bütün sevab ve
nimet onun içindedir. Dışı ise, o yüzden yani o kapı ve sûr tarafından azabtır.
Dışındakilere azab o yönden gelir.
14. Münafıklar, müminlere: "Biz sizinle
beraber değilmiydik?" diye bağrışırlar. Dünyada sadece dilleriyle deyip
mümin göründüklerini söylemek isterler. Buna karşı müminler diyecekler evet..
velakin sizler kendilerinizi fitneye soktunuz. Yani münafıklık yaparak
kendinizi meşakkate düşürdünüz, ateşe doğru gittiniz ve helak ettiniz. Ve
gözettiniz müminlere belâ ve musibet gelmesini beklediniz. Bunun da sebebi ve
şüphe ettiniz, işkillendiniz. Yani inanamadınız, böylece de hakikaten
müminlerle beraber olmadınız. ve bunun sebebi de kuruntularınız sizi aldattı.
Boş temenni ve hülyalarla kuruntularınıza aldandınız ve münâfıklıkla o boş
isteklerinize ereceğinizi, böylece de İslâm'ın başarılı olamayacağını
zannettiniz. Tâ Allah'ın emri, yani ölüm gelinceye kadar gururlandınız ve bunun
da sebebi, o aldatıcı, gururlu, yani şeytan sizi Allah'a güvendirdi, adam sen
de! Günahın zararı yoktur, Allah Gafûr ve Rahîm'dir affeder diye sizi
keyflerinizin arkasından koşturdu.
15. "Bu gün." "Fâ"
sebebiyyedir, yani o sebebten dolayı bugün sizden hiçbir fidye kabul edilmez,
kendinizi kurtarmak için her ne kadar kurtuluş fidyesi verecek olsanız kabul
edilmez. Ne de küfredenlerden, sadece sizin gibi gizlice değil, açıkca ve
bâtınen küfredenlerden de fidye kabul edilmez. Me'vânız, sığınacağınız yer,
ateş yani cehennemdir. İşinizi görecek koruyucunuz, yahut layıkınız, en uygun
olan cezanız odur. O da ne fenâ masîrdir, yani ne fenâ gidilecek yerdir. Yahut
ona gidiş de ne fenâdır.
16. "Ya o iman edenlere çağrı gelmedi
mi?" Bu âyetin de içeriği onun Medine'de indiğini gösterir. Ancak Mekkî
olduğuna dair de iki ayrı rivayet vardır. Bunlardan biri, İbnü Mes'ud'dan
nakledilmektedir. O şöyle der: "Müslüman olmamızın üzerinden henüz dört
sene geçmişti ki bu âyet ile uyarıldık. "Diğeri ise İbnü Abbas'ındır. O da
şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, müminlerin kalplerinde bir ağırlık (yavaş
hareket) görerek, Kur'ân'ın inişinin on üçüncü senesine girerken bizi azarladı."
Şu halde bu iki rivayet birbirine zıt olduğu için birini tercih edecek durumda
değiliz. Bir de, müminler Mekke'de sıkıntı içinde idiler. Medine'ye hicret
ettiklerinde rızık ve nimete ulaşınca eski hallerine nazaran içlerinde
uyuşukluk gösterenler oldu. Bunun üzerine söz konusu âyet indirildi
denilmiştir. Lakin bu da, âyetin içeriğine pek uygun düşmemektedir. Gerçi
âyetin son tarafında "Üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri
katılaşmış..." denilmekle bu mânâya temas ediliyor gibi ise de, esasen söz
geliminde bir aşağılanma olmayıp, henüz vakti gelmedi mi? diye hitab edilerek
bir olgunlaşmanın meydana gelmesine teşvik ve sevk edilme bulunmaktadır.
Aslında âyette bir azarlama vardır. Fakat bu azarlama, âyetin inişine sebeb
olan sahabiler için dinî neş'ede bir aşağılanma azarlaması değil, imanda kemâl
izlerini göstermek suretiyle İslâm'ın faaliyete geçmesi için aşk ve heyecan
yükselişini uyandırmak istikbalde de o neş'enin sönmemesi için şart olan ruhî
bir kanuna işaret etmekle heyecan ifade eden bir teşvik azarlamasıdır. Onun
için buyuruluyor ki, o iman edenlere vakti ve zamanı gelmedi mi? Ki kalpleri
Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duysun saygı ile boyun eğip itaat eylesin.
Allah'ın zikrinden maksat, Allah'ın adının anılması, yahut Kur'ân'dır. İnen hak
da, meydana gelen olaylara göre Kur'ân ile Allah tarafından indirilen
hükümlerdir. İmân, önce bilgi ve sevgi gibi iki ruh hâlini ihtivâ eder. Sonra
da Hak Teâlâ tarafından gelen emir ve nehiylere göre hayırlı işlere teşebbüs
etmeyi ve güzel ahlâk ile ahlâklanmayı gerektirir. Yeni imana gelen kalplerde
ilk duyguların vicdanlara çarpışı kuvvetli ve bu yüzden muhabbet neşesi
şiddetli olsa da, gerek bilgi ve gerek imanın gerektirdiği şeyin tatbikatı
itibariyle olgunluğa ulaşmış bir kalp gibi yüksek faziletlere eremez, yaptığı
işlerde ve gösterdiği tepkilerde usulüne uygun ve normal bir hareket tarzına
sahip olamaz Nitekim uzun zaman geçmesiyle duygular kocayarak neş'esini
kaybeder. Arzulara gevşeklik ve kalbe katılık gelir ve bu kanun ruhundan dolayı
ferdler gibi cemiyetler de dinî neşelerinde bir başlangıç çocukluk, gençlik,
rüşd, kemâl ve olgunluk sonra da kocamak ve ihtiyarlık gibi tavırdan tavıra
çeşitli devirler yaşar. Bu suretle kocayan cemiyetler ancak neşenin yenilenmesi
yoluyla, öldükten sonra dirilme gibi yeniden hayat kazanarak varlığını devam
ettirebilir ve yine o suretle gelişmesini sağlayabilirler. Hakkın birliği ile
İslâm, âleme bir Likâullah (Allah'a kavuşma) neş'esi getirmişti ki, onun sona
ermesi düşünülemez ve hiçbir neş'e ile değiştirilmesi söz konusu edilemez.
İstikbalin imkan zemininde gizlenen hiçbir devlet, hiçbir nimet neşesi onun
kavrayışı dışına çıkamaz. En büyük hoşnutluk, bütün neş'elerin ve mutlulukların
gayesidir. Öncekiler, o neşenin aşkıyla iman ve İslâm'a sarılıyorlardı.
Müşriklerin kızgın taşlarla işkenceleri altında hiç gevşeklik göstermeyerek
"ehad, "ehad" (birdir) diye Allah'ı zikretmek suretiyle imanın
sevincini ilan eden Bilâl-i Habeşî (r.a.) gibi Ashab-ı Kiram, hep o neş'enin
şevkiyle zevk içinde yaşıyorlardı. Sonra da bu neşe, feyz ve yükselmeye
kabiliyetli olarak "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi
tamamladım..." (Mâide, 5/3) gününe doğru bir olgunlaşma takip ediyordu.
Şüphesiz ki Ashab-ı Kiram imanlarının ilk anından itibaren kalpleri Allah'a
karşı saygı ile çarpan mahlukatın en üstünü idiler. Bununla beraber ferdlerin
tekamül mertebelerindeki hareket ve kabiliyetleri ve her mertebedeki saygı
dereceleri farklı olduğu gibi ilk zamanlarda cemiyyet olarak ortaya
çıkışlarında henüz o, görünen neş'esini bulamamış kuvvet ve gençlik çağına
gelememişti. İşte bu âyet, bu ruh kanunlarıyla İslâm toplumunun iman konusunda
ve amelî fazîletlerde Allah'ı zikir ve Hakk'ın hükümlerine tam bir saygı ve
teslimiyyet melekesi kazanarak faaliyyet çağına geçmeleri zamanının geldiğini
hatırlatmaktadır. Çünkü âyetinde buyurulduğu üzere "Asıl müminler o
kimselerdir ki, Allah Teâlâ'nın ism-i celili zikredildiği zaman kalbleri çarpar
ve âyetleri okundukça imanları artar." (Enfâl, 8/2). Şu halde iman edenler
işte böyle olsunlar. Ve şunlar gibi olmasınlar ki önceden kendilerine kitap
yani Tevrat ve İncil verildi. Sonra üzerlerinden uzun zaman geçti, zaman uzadı,
peygamberleriyle aralarında zaman geçti, yahut gaye uzadı, vaad edilen maksad
ve istek geçti, veya ecel uzadı, ömürleri uzayıp ölümü unutarak ardı arkası
kesilmeyen arzular peşine düştüler. Ve kalpleri katılaştı. Allah adına zikr ve
nasihat tesir etmez, hakka boyun eğmez ve hak neşesi duymaz oldular. Böylece
"İşte onlar (yani kalbler) şimdi katılıkta taş gibi, yahut daha da
ileri.." (Bakara, 2/74) âyetinde ifade edilen duruma geldiler. Hem
içlerinden çokları fâsıktırlar. Dinlerinin sınırlarını aşmış, kitaplarındakini
terketmişlerdir. Yani "Ama onlar kendilerine zikredilen şeyden pay almayı
unuttular.." (Mâide, 5/14) âyetinde ifade edilen niteliği kazanmış
oldular. Onun için siz onlar gibi olmayın, katı kalpli de olmayın, fâsık da
olmayın da, Allah Teâlâ'nın zikrine, Kur'ân'daki vaaz ve uyarısına, indirdiği
gerçek hükümlere itaat ve teslimiyeti alışkanlık edinecek şekilde yumuşak ve
ince kalpli olun. deki "fâ" sebebiyyet mânâsınadır. Demek ki tûl-i
emed, yani zamanın uzaması, kalp katılığına bir sebeb gösterilmiştir. Zira
zamanın geçmesiyle duyguların şiddeti söner, kalpler katılık peyda eder. O
halde hatırlara burada şöyle bir soru gelebilir: Zaman aşımı kalbin
katılaşmasına sebeb olunca uzun zaman yaşayan kimselerin bundan sakınması nasıl
mümkün olabilir? Ve bu surette onlar gibi olmasınlar demenin genel anlamda ne
faydası olur? Bunun cevabı şudur: Bilindiği üzere usulde zaman aşımı gibi
kulların iradesine tâbi olmayan hususlarda sorumluluk, onun ilgili olduğu
ihtiyarı elde etme sebeblerine bağlıdır. Bunda da zaman aşımının hükmünü,
ortadan kaldırabilecek sebeplerin araştırılması ile ictihada sevketme söz
konusudur. Bir de âyette asıl kasdedilen huşûdur (saygıdır). Huşû ise irade ve
ihtiyâr ile ilgili olan bir fiildir.
17.Sonra tabii sebepler karşısında da
ümitsizliğe düşülmemek için şöyle buyuruluyor: Biliniz ki Allah Teâlâ yeri
ölümünden sonra diriltir. Şüphe yok ki onu dirilten Allah, zamanın uzamasıyla
katılaşmış olan kalpleri de yeni bir intibâh ve bir hayat neşesi ile diriltir.
İşte size âyetleri açıkladık belki düşünür anlarsınız da onlara saygı ile
sarılır, zamanın uzamasıyla dahi kasvete düşmemek için olgun bir iman ile
çalışır, Kur'ân'ın feyziyle âleme yeni yeni hayatlar yayarsınız. Bunu
yapabilmek için de Allah yolunda infak ve tasadduk etmek en birinci sebeplerden
birini teşkil eder. Bu hususa işaret için şöyle buyurulmuştur.
18. "Şüphesiz sadaka veren erkekler ve
kadınlar..."
19. Hem Allah'a ve Resulüne iman edenler ki
imanlarının niteliği Bakara Sûresi'nin sonunda ifade edilmişti. Onlar, hep
sıddikler ve şehidlerdir. Sıddikler; Allah ve Resulünü tasdik edip,
tasdiklerine sadık kalmada en ileri gidenlerdir. Şehidler; Allah yolunda can veren
mücahidlerdir ki, cennetlik olduklarına şehadet edilmiştir. Yahut hakikatte
ölmüş olmayıp, hayatta bulunduklarına şehadet edilmiş olmakla beraber henüz
hazır demek olan şahidlerdir. Rablerinin indinde, yani Allah'ın yanında
demektir ki hakiki müminler, Allah'ın hüküm ve ilminde sıddikler ve şehidler
hükmünde ve tıpkı onlar gibidirler. Çünkü Allah'a ve Resulüne hakikaten iman
etmiş olanlar, onlar gibi Allah'ın ve peygamberlerinin bütün haberlerini tasdik
etmekle beraber, imanlarına sadık kalırlar ve Allah için onların fiillerine
sıdk ile şehâdet ve yardım ederler. Onun için onlara öyle sıdk ve şehadet ile
iman edenlere onların, yani sıddiklerin ve şehidlerin mükafat ve nurları
vardır. O hakiki müminler de, onlara vaad edilen mükafat ve nura kavuşurlar. Müfessirlerin
beyanına göre şu farkla ki, müminlerinki sıddiklerin ve şehidlerinki gibi
katlanamaz. Bu suretle seçilirler. Aralarında mahiyet (esas) farkı bulunmaz,
Fakat nitelik ve derece farkı bulunur. Bazı müfessirler de bu âyeti başka türlü
rabtetmişler ve demişlerdir ki nin haberi da tamam olmuştur, okurken burada
durulmalıdır a bağlı olmayıp mübtedâdır. Haberi ise, dür. Böylece bu üç zamirin
üçü de şühedâya aiddir. Buna göre mânâ, şöyledir: "Allah'a ve Resulüne
iman edenler, onlar hep sıddiklerdir. Rablerinin yanındaki şehidler ise,
onların kendilerine mahsus mükafatları ve nurları vardır." Burada
Şühedâ'dan murad "Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit
getirdiğimiz zaman nice olur." (Nisâ, 4/41) âyetinde olduğu gibi
peygamberlerin olması da düşünülebilir. Âyetlerimize yalan deyip küfredeler
ise, onlar hep cehennem ashabıdır. Cehennemde ebedi kalıcıdırlar. Kâdî Beydâvî
der ki: "Bu âyetten, cehennemde ebedî kalışın kâfirlere mahsus olduğu
anlaşılır. Zira cümle, ihtisasa delalet ettiği gibi sohbet de örf bakımından
beraberliğe, devamlılığa delalet etmektedir."
Mümin ve kâfirin ahiretteki hallerini böylece
beyan ettikten sonra dünyanın, yani ahiret saadetini kazanmak için sarf
edilmeyen fâni hayatın değersizliğini tasvir ederek ahiret hayatına teşvik için
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
20. Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir
eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından
ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna
gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin
bir azab; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten
başka bir şey değildir.
21. Rabbinizden bir mağfirete; Allah'a ve
peygamberine inananlar için hazırlanmış olup, genişliği gökle yerin genişliği
kadar olan cennete koşuşun. İşte bu Allah'ın lütfudur. Onu dilediğine verir.
Allah büyük lütuf sahibidir.
22. Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza
gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta
yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır.
23. Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve
Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip
böbürlenen kimseleri sevmez.
24. Onlar cimrilik edip insanlara da cimriliği
emrederler. Kim yüz çevirirse Allah, zengindir, övgüye layıktır.
25. Andolsun biz peygamberlerimizi açık
delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için
beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük
bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın dinine ve
peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah
kuvvetlidir, daima üstündür.
20. Dünya hayatı, yani ahiret kazancı için
sarfedilmeyen, sonsuzluk âleminin nimetlerini elde etmeye vasıta kılınmayan o
dünya hayatı sırf çocukları aldatan ve yorgunluktan başka bir meyvası olmayan
şu hallerden ibarettir: Bir oyundur, heves edilir. Uğraşılır, boğuşulur. Yense
de yenilse de netice itibariyle hiçe doğru sürüklenip gider ve eğlencedir.
İnsanı faydalı olan işinden, gücünden, vazifesinden alıkoyan ve vaktini
öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlencelerdir. Ve süstür, herhangi bir
şeref bahşetmeyen, kadın ve çocuklar gibi gafilleri aldatan giyimler, kuşamlar,
ciciler biciler kabilinden sadece bir gösteriştir. Ve aranızda bir övünmedir,
ben senden üstünüm, ben falanın oğluyum gibi bir övünüştür. Tefâhür, övünme
yarışı demektir. Fahr ve iftihar ise, kişinin kendisinden başka şeylere güveniş
övünmesidir. Mal ve evlatta bir çokluk yarışı, bir gururdur. İşte sırf dünya
için yaşayanlara hayat, bunlardan ibarettir. Bir yağmur misali gibi ki otu
kâfirleri imrendirmiştir. Burada küffâr, şer'an bilinen anlamı ile kâfirler
demek olabilirse de, İbnü Mes'ud (r.a.)'dan rivayet edildiği üzere çiftçiler,
rençberler mânâsına olması daha tercihe şayandır. Çünkü küfür, asıl lûgat
mânâsında "örtmek" demektir. Çiftçiler de tohumu toprağa atıp
örttükleri için onlara da bu vasıf verilmiştir. Otların bitmesi de hayvanat
dolayısıyla önce çiftçilerin hoşuna gider. Ancak bu tabirin seçilmesi, bilinen
tevriyeden de uzak değildir. Ahirete inanmayan kâfirlerin hoşlandıkları hayatın
hayvanî bir hayat olduğuna işaret için de kullanılmış olabilir. Sonra heyecana
gelir, coşar, gürleşir yahut kurumaya yüz tutar, körelir. Bir de bakar onu
sapsarı görürsün. Sonra bir tutam çöp olur. İşte dünya hayatının misali budur.
Ahirette ise şiddetli bir azab vardır. Yani dünya hayatına düşkünlüğün
neticesi, çetin bir acıdır. Onun için burada ilk önce azab haber verilmiştir.
Bir de Allah'tan bir mağfiret, bütün günahları örten, zahmetleri unutturan ve
mahiyetini tasvir imkanı olmayan bir mağfiret bir bağışlama vardır. Ve bir
rıdvan vardır, ki her şeyden büyük, her zevkten üstün olan Allah'ın rızasına
ulaşmak, "Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut
olmuşlar.." (Beyyine, 98/8) âyeti gereğince hem kendisinden razı olunmuş
hem de kendisi razı olmuş olmak ve o ebedi hoşnutluk, bütün mutlulukların en
büyüğü, bütün safâların (şenliklerin) en yücesidir. Bu ise, dünya hayatını gaye
edinmeyip ahiret için çalışan müminlere vaad edilmiştir. Görülüyor ki şiddetli
bir azaba karşılık iki şey zikredilmiştir. 1. Mağfiret, 2. Hoşnutluk. Bu da Allah'ın
rahmet sıfatının gadab sıfatına üstün geldiğini göstermektedir. Kısacası, dünya
hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir, bir zevkten ibarettir. Fakat
bir aldanma zevkidir. Hoş gibi görünür, lakin neş'esi sersemlikle, zevki acı ve
ayrılıkla, azabı cehennem ile neticelenir. Ancak Saîd b. Cübeyr (r.a.)den
rivayet edildiği üzere dünya hayatının aldatıcı bir zevk olması, ahiret
hayatını istemekten alıkoyması sebebiyledir. Ancak Allah Teâlâ'nın hoşnutluğuna
ve ahiretin kazanılmasına vesile edinilmesi durumunda ise ne güzel zevk, ne
güzel bir vesiledir! O halde insan olanlar dünya hayatının geçici zevklerine
kendilerini kaptırmayıp, sonundaki o ayrılık ile bir taraftan o şiddetli azabı,
bir taraftan da o mağfiret ve hoşnutluğu düşünmeli de, yalnız azab korkusu ile
değil, o mağfiret ve hoşnutluğa layık bir neş'e, bir aşk ve muhabbet ile ahiret
için çalışmalı, o büyük murada ermelidir.
21. Onun için buyuruluyor ki:
"Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği yer ile göğün genişliği gibi bir
cennete doğru yarışın." (Bu âyetin manasıyla ilgili olarak Al-i İmrân,
3/133. âyetine bkz.) Müsâreât ve müsabaka, sürat yarışı, geçme yarışı demektir.
Bu iki kelime mânâ itibarıyla farklı olmakla beraber birbirlerinin yerine
kullanılırlar. Müsabaka edin, yani sizden önceki ümmetlerin önde gidenlerini
geçmek ve onlardan daha ileri giderek Rabbinizin mağfiretine, vasfedilen cennet
ve Allah'ın rızasına ermek için gerekli olan sebepleri hazırlamak hususunda
koşu meydanlarında yarışan yarışçılar gibi müsabaka edin, güzel ve hayırlı
ameller için gayret gösterin. Ki o cennet Allah'a ve Resulüne iman edenler için
hazırlanmıştır. O halde müsabakanın aslını imanda yarışma teşkil eder. İmanda
müsabaka ise, Allah ve Resulü'nün tebliğ ettikleri hususları tasdik ve
uygulamada mümkün olan mesâinin en yükseğini sarf etmek, yani yukarıda geçtiği
üzere Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı ile itaatta yarış etmek suretiyle
olacaktır. Vaad edilen o geniş cenneti hazırlama Allah'ın fazlıdır, yani
üzerine vacib olduğu için değil, sırf fazl ve keremiyle ihsan ettiği bir
hediyesi bir bahşişidir. O fazlını dilediği kimselere verir. Onun için Cennet'i
öyle iman edenlere tahsis etmiştir. Ve Allah çok büyük lütuf sahibidir. Onun
için ona öyle büyük ve geniş bir lütuf çok görülmez. Sizler hemen iman edip ona
ermek için yarışarak çalışın da başarıyı yine O'nun lütfundan ümid edin.
22. Fakat dünya hayatının peşin olan
eğlencelerini bırakıp da böyle ahirette vaad edilen bir mağfiret ve cennet için
yarışa kalkışmakta gerek memleket ve gerek nüfus itibariyle bir takım dünyevî
zararlar, sıkıntılar ve musibetlerin başa gelme ihtimali varken öyle bir
müsabakaya nasıl girişilebilir? denirse işte bunun için buyuruluyor ki ne
yeryüzünde ne de nefislerinizde hiçbir musibet vuku bulmaz ki bir kitapta
yazılmış olmasın. Musibet, hedefine isabet eden mermi gibi insana şiddetle
dokunan hâdise ve felakettir. Arzda vuku bulan musibet, yerde herhangi bir
zarar ve harabeye sebeb olan âfet ve ziyanlardır. Bu, kuraklık, kıtlık, ürünler
veya hayvanlara ârız olan âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve
zelzele gibi diğer bütün zararları içine almaktadır. Nefislerdeki musibet ise,
ölüm, hastalık, yara bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük
gibi insanlarla ilgili olan acılardır. Tatlı başarılar Allah'ın lütfu olduğu
gibi bütün musibetler de Allah'ın ezeli ilminde veya Levh-i mahfuz'da yazılmış
bir takdiridir. Öyle ki O yeri veya nefisleri yahut da o musibeti
yaratmamızdan, vücuda getirmemizden önce yazmışızdır. O nasıl mümkün olur
denilmesin. Çünkü o, Allah'a göre kolaydır, Allah Teâlâ madde ve zamandan
müstağni (berî)dir. O halde takdir edilen musibetten kaçınmakla kurtulma mümkün
olmaz. O yazılmış ise yalnız müsabakaya girişenlere değil, kaçanlara veya
oturup zevk ve rahatına bakanlara dahi gelir çatar. Bu hususta, böyle bir
inanca sahip olmalı ve o yolda hareket edilmelidir. Musibetlere karşı kadere
bağlanmanın kalbe kuvvet ve sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerek tatlı
hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası da vardır.
23. Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur: O yazı
(kader) şu hikmet içindir ki kaybettiğiniz dünya nimetlerinden ötürü gam
yemeyip üzülmeyesiniz. Allah'ın takdiri böyle imiş diye teselli bulup gücünüzü
koruyasınız. Ve size verdiği ile de güvenmeyesiniz, Kibirlenmeyip "Bu, dedi
şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin
(gösterdiği) lütfundandır." (Neml, 27/40) diye sonunu düşünesiniz. Zira
hepsinin takdir edilmiş olduğuna imanı olan, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen
hakka saygı duygusu besleyen kimseler Allah Teâlâ'nın hadiseler ile ortaya
çıkan acı, tatlı kaza ve kader görüntüleri karşısında insan olarak üzüntü duysa
veya duygulansa da kendini şaşırmaz, ne gamın ızdırabına ne de sevincin gurur
ve heyecanına kaptırmaz. Hepsinin haktan indiğini ve nice gizli hikmetleri
bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü, Allah'ın mağfiret ve hoşnutluk
neş'esine bağlayıp alçak gönüllülük ve rıza, hisleriyle vazifesine bakar. Hem
Allah çok övünen kibirlilerin, kendini beğenmişlerin hiçbirini sevmez. Bu ilave
övünmenin sakıncasını ve kötü görülen çeşidini beyan etmektedir. Demek ki, hoş
karşılanmayan güven, kibir ve gurur getiren fazla güvendir. Zira mübalağa
sigasıdır. Çok iftihar edici demektir. da "ihtiyâl"den ism-i fâil
olup kendinde görünen bir fazilet hayal ederek kibirlenen mânâsını ifade
etmektedir ki kendini beğenmiş diye tabir edilir. Aslında bu kelime, dan
türemiştir. den bedel yahut mânâsına mahzuf mübtedânın haberidir.
24. Yani "şöylelerini ki," yahut
"onlar öyle kimselerdir ki" cimrilik ederler; sadaka vermekten,
yardım etmekten Allah yolunda harcamaktan mallarını kıskanır, esirger ve
cimrilik ederler. İnsanlara da cimriliği emrederler, bu durum iki şekilde olur.
Ya nasihat ediyormuş gibi doğrudan doğruya ağızlarıyla söyler ve iktisattan,
idareden bahsederek sıkılığa, cimriliğe teşvik ederler. Yahut davranışlarıyla
herkese cimrilik örneği olurlar her kim de ardına dönerse, Allah yolunda
harcamaktan yüz çevirirse haberi olsun ki, Ganî ve Hamîd ancak Allah'tır. Hiç
ihtiyacı olmayan zâtında hamdedilmeğe ve övülmeye layık olan ancak O'dur.
Onların yüz çevirmeleriyle Allah'ın hiçbir şeyi eksilmez, zarar onların
kendilerine aittir. İhtiyaç da kendilerinindir. Burada Nâfi, İbnü Âmir, Ebu
Cafer kırâetlerinde 'siz şeklinde okunur ve mânâda herhangi bir değişiklik
olmaz. Bunun üzerine hamd'i gerektiren ilâhî lütuflardan bazılarını hatırlatma
ve yüz çevirenleri uyarma pozisyonunda buyuruluyor ki
25. Muhakkak beyyinelerle, yani açık ve kesin
delil ve mucizelerle Resullerimizi gönderdik. Ve beraberlerinde kitap ve mizanı
indirdik. Âyette geçen kitaptan maksat, kitap cinsidir. Yazının ifade edilmesi
de, bunun mânâsı içerisindedir. Mizan da bilinen terazi demektir ki, âlemde
mevcut olan denge kanununun bir delili ve ölçüsü olarak eşyanın dengesini tayin
için kullanılır. Bunun indirilmesi ise, Allah tarafından beşerin bilgisine
sunulması, ilham ile bildirilmesi çalıştırma ve kullanımının öğretilip
emrolunmasıdır. Bu da, dengeyi kavrayan bir aklî ve fikrî ölçü ile ilgilidir.
İşte böyle kitab ve mizan (terazi) da indirildi ki insanlar insaf ve adaletle
doğrulsun. Adî terazi tartabildiği şeylerde bir adalet, bir denkleştirme ölçüsü
olmakla beraber, hukuki dengelerin hepsini ölçmek için yeterli değildir. Fakat
adalet mânâsının en hususi bir örnek ve vasıtasını gösterdiği için mizan
kelimesi mutlak adalet remzi olarak da kullanılır. Burada da mizanın hukûkî,
sosyal ve siyasî dengeyi tayin eden adalet ölçüsü mânâsına alınması uygundur.
Dengeyi bozan ve adaleti saptıranlara gelince Bir de demiri indirdik, yani
bolca yaratıp varlığını bildirdik, kullanılmasını öğrettik. Onda şiddetli bir
be's vardır. Yani kuvvetli bir darbe, çetin bir azab vardır. Çelik silahlar ve
harp âletleri ondan yapılır. Ve insanlar için çok faydaları vardır. İğneden
ipliğe hiçbir sanat yoktur ki onda demirin hizmet ve menfaati olmasın. Demir
bütün sanayiin, hem belkemiği hem eli ve tırnağı gibidir. Mezarlar onunla
kazılır, şehirler onunla yapılır. Yiyecek de onunla, giyecek de onunladır.
Fahreddin-i Razî'nin dediği gibi demirin insanlığa hizmeti, altından çok
fazladır. Denilebilir ki, altın bulunmasaydı dünya için büyük bir eksiklik
olmazdı. Lakin demir bulunmasaydı hemen hemen bütün dünya işleri bozulurdu.
Zamanımızda makinecilikle demir sanayiinin ulaştığı derece ise, hemen hemen her
şeyi kuşatmıştır. Böylece hem gücü artırmış, hem faydaları çoğaltmıştır. Öyle
ki devletler küçük bir kağıt parçasını altının yerine koymak suretiyle, altının
kıymetini değilse de tedavülünü (elden ele dolaşımını) hayli durdurmuş ve hatta
altın ölçeğinin kaldırılmasını bile lakırdı sahasına atmış oldukları halde,
demirin bir iğnesini eksiltmek şöyle dursun, demir ihtiyacının günden güne
şiddetini artırdığını görmekten başka bir şey yapamamışlardır. Şüphe yok ki
insanlığın böyle her taraftan demir çemberleriyle kuşatılması, derelerin,
tepelerin demir makinelerden savrulan dinamit ateşleriyle parça parça edilmesi,
nice kalblere katılık vermekte, kitab ve mizanı düşünmeyip, yumuşak döşeklerde
rahata alışmış olan veya engin cehalet ve tembellik derelerinde çalıp oynamak
isteyen nice milletleri "Bir de onlar için demir kamçılar vardır."
(Hac, 22/21) âyetince demir kıskaçlar içinde cehennemî bir tazyik ile
ezmektedir. Bu da, demirde mevcut olan şiddetli gücün ortaya çıkmış
bulunmasındandır. Fakat bu şiddetli gücü, bu kuvvetli tazyiki kırarak yüksek
bir hürriyet havası teneffüs etmek için gök boşluğuna doğru uçan uçaklar da,
demirdeki sayısız faydaları gözler önüne seren birer delildirler. Kısacası,
demirin insanlar için çok faydalı ve insanların demire olan ihtiyaçlarının
altına olan ihtiyaçlarından daha fazla olmasından dolayı, Allah Teâlâ, demiri
altından çok ve kolay bulunur bir surette yaratmış ve keşfini altından önce
nasip etmiştir. Buna karşılık altını ihtiyacın azlığı sebebiyle az ve nâdir
yaratmış, ayrıca zor bulunacak ve kirlenmez bir kıymet ölçüsü yapılacak şekilde
ağırlık ve değeri ile yerin derinliklerine atmıştır. Allah Teâlâ'nın cömertlik,
hikmet, kullarına olan rahmet ve yardım izlerinden biri de, çok ihtiyaç duyulan
şeyleri tabiatta daha fazla ve kolay bulunabilecek bir tarzda yaratmış
olmasıdır. Nitekim bilginler derler ki, insanın hayatta en çok ihtiyacı
havayadır. Çünkü akciğerlere hava bir an ulaşmasa insan derhal ölür. İşte bu
sebepledir ki Allah Teâlâ onu en fazla ve en kolay bulunabilecek ve kolaylıkla
teneffüs edilebilecek bir surette yaratmıştır. Öyle ki insan hiç bir zorluk
çekmeksizin onu tabii olarak teneffüs eder. Suya ihtiyaç, havadan az olduğu
için onu bulmak havaya göre biraz daha zor, yiyeceğe ihtiyaç, sudan da az
olduğu için, onu bulmak da suyu bulmaktan daha güçtür. Aynı şekilde
yiyeceklerin çeşitleri de ihtiyacın mertebesine göre farklılık arzetmektedir.
Bulunması en zor olana ihtiyaç daha az olur. Mücevherlere ihtiyaç daha az
olduğu için onlar da cidden az ve çok zorlukla bulunurlar. Onun içindir ki kıymetlidirler.
Bütün bunlardan şunu anlarız ki, tâbii olarak bir şeye ihtiyaç ne kadar çoksa o
da o nisbette çok yaratılmıştır. O halde Allah'ın rahmetine ihtiyacımız
hepsinden daha çok olduğu için Allah Teâlâ'nın bize rahmetini her şeyden kolay
bulunan bir fazlı kılacağını da ümid ve niyaz ederiz.
"Üstünlüğü kendi yüceliğine tahsis eden
Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir. İnsanlar da O'nun lütfu sayesinde
zenginleşmişlerdir. Havanın nefeslerini bolca yaratmıştır, her can sahibi ise
onun nefeslerine muhtaçtır."
Bu âyetin benzeri, "Allah, kitabı ve
mizanı hak olarak indirendir..." (Şurâ, 42/17) ve "Göğü Allah
yükseltti ve mizanı O koydu." (Rahmân, 55/7) âyetleridir. Burada kitab ve
mizan ile demirin münasebetine dair Fahreddin Razî'nin tefsirindeki şu güzel
bilgileri okumadan geçmeyelim.
"1- Sorumluluğun alanı, ikidir. Birisi,
layık olanı yapmak, diğeri ise layık olmayanı terketmektir. Birincisi, bizzat
kastedilendir. Zira maksud bizzat terkedilseydi o zaman hiç kimsenin
yaratılmaması gerekirdi. Çünkü terk ezelde mevcuttur. Layık olan fiil de ya,
nefisle ilgili olur ki o, ilim ve bilgidir. Yahut bedene ait olur ki o da,
âletler ve organlarla yapılan işlerdir. İşte nefsi fiilerden layık olanı yapmak
konusunda kendisine baş vurulacak şey kitabdır. Çünkü hak bâtıldan, delil
şüpheden onunla seçilir. Bedenî fiillerden layık olanı yapma hususunda
kendisine baş vurulacak şey de mizandır. Çünkü ameller içinde sorumluluğu en
ağır olanlar, yaratıklarla olan muamelelerdir. Mizan da, adaletin zulümden,
fazlanın noksandan kendisiyle seçildiği şeydir. Demirdeki kuvvet ve şiddet de
yaratıkları layık olmayan fiillerden zorla menetme vasıtasıdır. Kısacası kitab,
nazarî kuvvetlere; mizan, amelî kuvvetlere, demir de layık olmayan şeyin
ortadan kaldırılmasına işarettir. Bu üç husustan en şereflisi, manevî işlere
önem vermek sonra maddi işlere riâyet etmek, sonra da layık olmayan şeylerden
sakınmaktır ki âyette de bu tertib gözetilmiştir.
2- Muamele ya yaratıcı iledir ki bunun yolu
kitaptır. Yahut insanlarladır ki bu da, ya dostlarla ya da düşmanlarla olur.
Dostlarla muâmele eşitlik esasına dayanır. Bu da, mizân ile mümkün olur.
Düşmanlarla muamele de kılıç ve demir iledir.
3- İnsanlar üç kısımdır. Birincisi sâbikûn (en
ileride olanlar)dur. Onlar halka, kitabın gerektirdiği şekilde muamele ederler.
İnsaflı davranırlar. Kendi haklarını alma konusunda ise cömert hareket eder,
haklarının tamamını almaya kalkışmazlar. Ayrıca şüpheli hususlardan da
sakınırlar. İkincisi muktesidler (orta yolda olanlar)dir. Bunlar, hem başkasının
hakkı konusunda insaf ederler, hem de kendi haklarını ister, intisaflı
davranırlar. Bu grupta olanlar için de mizan lazımdır. Üçüncüsü haksızlar,
zalimlerdir. Bunlar kendi haklarında insaf isterler, fakat başkalarının hakları
konusunda insaflı, davranmazlar. Kendi canlarının yanmasını istemez,
başkalarının ise canını yakarlar. Bunlara karşı da kuvvet ve demir lazımdır.
4- İnsan ya hakikat makamındadır ki bu, nefs-i
mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırdeden kuvvet) ve mukarrebin (Allah'a yakın
olanların) makamıdır. Bu makamda insan, ancak Allah'ta sükun bulur ve ancak
Allah'ın kitabı ile amel eder. Nitekim "Bilesiniz ki, kalbler ancak
Allah'ı anmakla sükunet bulur." (Ra'd, 13/28) buyurulmuştur. Yahut tarîkat
makamındadır ki bu da, nefs-i levvâme (kötülükten sonra huzursuzluk veren
nefis) ve ashab-ı yemin (sağcıların) makamıdır. Bu makamda aşırılık ve
ihmalkârlıktan sakınıp doğru yolda gidebilmek için ahlâkı tanımakta da bir
mizan gereklidir. Yahut şeriat makamındadır ki bu da, nefs-i emmâre (kötülüğe
sürükleyen nefis) makamıdır. Bunda ise nefsi terbiye için ağır bir riyazet
(nefse karşı koyma) ve mücahede demiri lazımdır.
5- İnsan ya, Allah'ın sırlarının kendisine
göründüğü hakikat ehlidir. Böylelerinin dostu, ancak kitab ve Allah'ı zikirdir.
Yahut taleb ve istidlâl (delil ile anlama) sahibidir. Onlar için de, bir delil
ve hüccet mizanı lazımdır. Yahut da inad ve kibir sahibidir. Bunların da
demirle yeryüzünden kovulması gerekir.
6- Din ya usûl, ya da fürûdur Başka bir ifade
ile ya bilgi veya amel ve ahlaktır. Usûl kitabtan alınır. Fûrua gelince bundan
maksat, insanların âdil davranmaları ve düzgün iş yapmalarıdır. Bu ise, mizan
ile olur. Zirâ mizan adaletin göstergesidir. Bu iki yolu terkedenlerin de
terbiye edilmeleri için demir lâzımdır.
7- Ayette yer alan kitab, Allah Teâlâ'nın
Kur'ân'da zikrettiği adalet ve insâfı gerektiren hükümlere işarettir. Mizân da,
insanları o adalet ve insafı yerleştiren hükümlere doğru götürmenin alâmetidir
ki bu, hükümetlerin işidir. Demir de, inad edenleri kuvvet ve kılıçla yola
getirmenin lüzumuna delildir. Bundan anlaşılır ki kitaba sahip olan âlimlerin
dereceleri, kılıca sahip olan âmirlerin derecelerinden yüksektir. Bunlardan
başka münasebet yönleri bulunabilirse de, hatırlatma için bu zikredilenler
yeterli sayılabilir."
İşte Allah Teâlâ, böyle kitab, mizan ve bir de
insanlara hem güç veren hem de bir çok faydası olan demiri indirdi ki,
insanoğlu okumayı ve adalet ölçülerini bellesin, adalet ve hakkaniyyete
(doğruluğa) tutunsun, belini doğrultsun, muamele ve hareketlerinde demirin
gücünden sakınsın ve onun kullanılmasını da öğrenip gerek siyaset gerek sanayi
ve ticaret açısından demirden istifade etsin. Hem de şunun için ki Allah
kendisine ve gönderdiği peygamberlerine gıyaben, yani bilfiil hakkın huzuruna varmadan
önce, yahut gösteriş için değil samimiyetle yardım eden mücahidleri, ezeli
bilgisinde olduğu gibi fiilen de ortaya çıkarıp belli etsin de mükafatlarını
versin. Allah'a yardımın mânâsı, O'nun dinine yardım etmek ve cüz'i iradesini
onun için sarfetmektir. (Bu konuda bilgi için Muhammed, 47/7 âyetine bkz.)
Şüphe yok ki Allah kavidir, azizdir. Kuvveti pek çoktur, izzetine, nihayet
yoktur. O, her şeye galib ve her dilediğini yapmaya kadirdir. Mağlub edilmesine
imkan olmayan ve harikalar yaratan izzet sahibi bir varlıktır. Bu cümlenin
faydası, hem hakkı araştırmak, hem de yardım teklifinden hatırlara gelmesi
düşünülen bir eksiklik zannını ortadan kaldırmakla meydana gelen yardım ve
cihad tekliflerinin sağladığı faydaların, insanların kendilerine ait olduğunu
hatırlatmak ve aynı zamanda ona muhalefet etmekten sakındırmaktır.
Şimdi o peygamberleri bir nevi izah etmek,
nübüvvet ve kitaptan sonra bir de kuvvet kullanmanın sebebini beyan ile sûrenin
sonuna bir mukaddime olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
26- Andolsun, Nuh'u ve İbrahim'i elçi
gönderdik, peygamberliği ve kitabı bunların zürriyetleri arasına koyduk.
Onlardan yola gelen de vardı, ama onlardan çoğu yoldan çıkmışlardı.
27- Sonra bunların izinden ard arda
peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona
İncil'i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.
Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah
rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de
onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan
çıkmışlardır.
28- Ey inananlar! Allah'tan korkun, O'nun
Resulü'ne inanın ki size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında
yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok
merhamet edendir
29- Böylece Kitab ehli, Allah'ın lütfundan
hiçbir şey elde edemiyeceklerini bilsinler. Lütuf bütünüyle Allah'ın elindedir,
onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.
26. "Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i
gönderdik." âyeti "Andolsun ki biz apaçık delillerle Resullerimizi
gönderdik." (Hadîd, 57/25) âyetinin bir nevi açıklamasıdır. Burada bulunan
"vâv" istinâfiyye (başlangıç), "Lâm" lâm-ı muvattıa
(cümlede şart mânâsından önce bir kasem geçtiğini bildiren lâm),
"kad" tahkik içindir. Yani "Celâlim hakkı için muhakkak biz
gönderdik." demek gibidir. Bu kuvvetli te'kidler "vâv"ın delalet
ettiği, takdir edilen bir sualin cevabı ve Resulullah (s.a.v)'ın kitabın
dışında bir de kuvvet ve kılıç ile cihada emredilmiş olarak gönderilme
sebeplerinin izahı olan bu beyanı takviye etmek ve önemini bildirmek içindir.
Takdir edilen bu sual, sözün gelişinden anlaşıldığına göre şöyledir: Açık
mucizelerle Peygamberler gönderilip, beraberlerinde kitab ve mizan
indirildikten sonra, insanların adaletle doğrulmaları için bunlar yeterli
olmalı değil miydi? O halde bir demirin şiddetli gücü ile faydalarının elde
edilmesi için gayret gösterme emri ve onunla uyarıcı yeni bir Resul'ün
gönderilmesinin hikmeti nedir? İşte hem bunun gibi hatıra gelen suallere cevap,
hem de sûrenin sonunu baş tarafına uygun sonuç cümleleri ile bağlamaya hazırlık
olmak üzere buyuruluyor ki: Celâl ismine yemin ederim ki, hakikaten biz Nuh'u
ve İbrahim'i gönderdik zürriyetlerine de peygamberlik ve kitap verdik. Yani
kendilerine peygamberlik verdiğimiz gibi zürriyetleri içinden de peygamberler
çıkardık ve onlara kitaplar vahyettik. İbnü Abbas'tan burada zikredilen
kitabın, kalem ile yazı yazmak mânâsını ifade ettiğine dair bir rivayet vardır.
Buna göre mânâ şöyledir: Daha önce vahyedilen kitablar yalnız ezberlenip
hafızalarda tutulmaktan ibaret iken, yazının icadıyla yazılmağa da
başlanmıştır. Nitekim Tevrat, yazının icadından sonra indirilen kitaplardandır.
Böyle iken içlerinden hidayeti kabul eden, doğru yolu tutanlar vardır. Bununla
beraber çokları fasıktırlar, yani doğru yola gelmemiş, yahut doğru yoldan
çıkmış; fıskı, âdet haline getirmişlerdir. Demek ki yalnız kitap, insanların
insaf ve doğruluğa tutunmaları için yeterli değildir.
27. Bunun böyle olduğunu isbat için de
buyuruluyor ki sonra onların peşlerini resûllerimizle takip ettik. Takfiye,
esasen ense mânâsını ifade eden kafa kelimesinden alınmış olup, bir kimseyi
diğerinin ensesinden, ardı sıra yollamak ve ona kafadar etmek demektir. Yani
bir zaman aralığından sonra o önceden gönderilen resullerin, peygamberlerin
peşlerinden kafadarları olmak üzere ardı ardına bir çok peygamber gönderdik ki,
Musa (a.s.)dan sonraki Beni İsrail (İsrailoğulları) peygamberleri de bunlara
dahildir. Bir de Meryem oğlu İsa ile takib ettik. Yani o ardı ardına gönderme
nihayet İsa (a.s.)'ya kadar geldi, bir de onunla te'kid edildi ve ona İncil'i
verdik. Alûsî der ki: "İsa'ya verilen İncil, bugün hıristiyanların elinde
bulunan ve onun doğum kıssası ile uydurulan çarmıha gerilme kıssasını içine
alan İnciller değildir."
Bugün hıristiyanların elinde resmî olarak
Matta, Merkuş, Lûka ve Yuhanna adıyla dört İncil vardır ki isimlerinden ve
içindekilerden de anlaşılacağı üzere hepsi sonradan yazılmıştır. Bunlar, Hz.
İsa'nın biyoğrafisini anlatan kitaplardır. Tarihlerin beyanına göre bu dört
İncil, Konstantin zamanında ilk oluşturulan Sinod'da birçok İncil içinden
seçilmiştir. Nitekim Arapça'ya terceme edilmiş olan "Barnaba İncil'i"
adındaki resmî olmayan İncil ile diğerleri arasında çok büyük farklar vardır.
Sözkonusu bu dört İncil'de Hz. İsa'nın öğütleri çerçevesinde yazılmış olan
va'zlar içinde hakiki İncil âyetlerinin mânâlarını ihtiva eden güzel sözler
bulunmakta ise de, bunların hepsinin değişime uğradığı birbiriyle
mukayesesinden anlaşılacak kadar açıktır. En anlaşılır olanı da tevhid ruhunun
değiştirilmiş, teslise (üçlemeye) çevrilmiş bulunan noktalarıdır. Mamafih imana
teşvik ile ahlâki ve edebî incelikleri içine alan noktaları da vardır. Ve ona
yani İsa'ya uyanların kalblerinde bir şefkat ve merhamet yarattık. Aralarında
sevişecek ve birbirlerine acıyıp yardımlaşacak bir kalb inceliğine muvaffak
kıldık. Fetih Sûresi'nde Resulullah'ın ashabı hakkında "Kendi aralarında
merhametlidirler." (Fetih, 49/29) buyurulduğu gibi onlar da şefkatli idiler.
"Onların İncil'deki vasıfları da böyledir." (Fetih, 49/29) Bundan
başka bir de rehbâniyyeti (yarattık). Rehbâniyyet, büyük bir korku hissiyle
çekilip dünya lezzetlerini terkederek zühd ve nefsin isteklerine karşı çıkmak
suretiyle ibadette aşırı gitmektir ki esasen rehbâna mahsus fiil ve davranış
demektir. Rehbân da çok korkmak mânâsına rehbetten râhibin mübalağası olup çok
korkan demektir. Ayrıca râhibin çoğulu rânın ötresiyle "ruhbân"
şeklinde geldiği için çoğula nisbet edilerek "ruhbâniyyet" dahi denildiğini
Ebu's-Suud kaydetmektedir. Ruhbanlık, rahiblerin vasfı demektir. Ki onu onlar
icad ettiler, bid'at olarak ilkin kendileri ortaya çıkardılar ve kendileri için
lüzumlu saymak istediler. Yani biz onu üzerlerine yazmamıştık. Müstakil olarak
farz kılmamış, onunla sorumlu tutmamıştık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için
kendileri için lüzumlu gördüler. Çünkü Ashab-ı Kehf kıssasında da geçtiği üzere
Hz. İsa'nın göğe yükseltilmesinden sonra müminler zorbalar tarafından tazyike
uğramış, kaç defa katliama maruz kalarak kırılmışlar, pek az kalmışlardı. Onun
için fitneye düşmekten korkarak dinlerini korumak ve kendilerini samimiyetle
ibadete vermek üzere rehbâniyeti seçip dağ başlarına, gizli yerlere çekildiler.
Taberî'nin Abdullah b. Mes'ud (r.a.)dan naklettiğine göre Resullullah (s.a.v)
buyurmuştur ki: "Bizden öncekiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar,
içlerinden üçü kurtuldu. Diğerleri helak oldu. Üç fırkadan birisi, meliklerle
karşılaştı, Allah'ın dini ve Meryem oğlu İsa'nın dini üzerine onlarla çarpıştılar,
melikler onları öldürdüler. Fırkalardan birinin de meliklerle çarpışmaya
güçleri yoktu. Bu yüzden onların kavimleri arasında ikamet edip Allah'ın dinine
ve Meryem oğlu İsa'nın dinine davet ediyorlardı, melikler bunları da
katlettiler ve bıçkılarla biçtiler. Diğer bir fırkanın ise ne meliklerle
çarpışmaya ne de onların kavimleri arasında ikamete güçleri yoktu, bunlar da
çöllere ve dağlara çekilerek oralarda rahip oldular." Hz. Yahya ile Hz.
İsa'nın toplumdan uzak yaşayışlarında buna az çok bir örnek görülebilirse de
bu, kendilerine farz kılınmış değildi. Ancak meşru olmayan bir durumun
karışmaması şartıyla, Allah rızası için adakta bulunulup yapılması gerekli
görüldüğü takdirde, yerine getirilmesi vacib olan ihtiyâri bir ibadet idi.
Onlar Allah'ın rızasını aramak için onu tercih ettiler ve kendilerine gerekli
gördüler. Sonra da ona hakkıyla riâyet etmediler, riâyet edenler oldu ise de
hepsi etmediler. Çokları "Hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların
mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan
engellerler." (Tevbe, 9/34) âyetinin anlamına uygun hareket ettiler. O
rahmet ve acıma duygusu ile tevhidi bırakıp rahiplik bahanesiyle hazine
toplamaya, teslise (üçlü ilâh inancına) sapmaya ve ahlâksızlık yapmağa
kalkıştılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükafatlarını verdik çokları ise
fâsıktırlar. Hakkıyla riâyet şöyle dursun iman sınırından çıkıp, fıska dalarak
insanların adalet ve insaf ölçüleri içinde hareket etmelerine engel
olmaktadırlar. İşte hal bu merkezde iken, Allah Teâlâ Hz. İbrahim'in
zürriyetinden Resulü Hz. Muhammed'i yeni bir kitab ve şeriatla, kılıç ve
kuvvetle cihada memur ederek gönderdi.
28. Ey iman edenler! Yani geçen peygamberlere
iman edip de verdikleri sözleri tutan ve böylece de mükafata hak kazanan
müminler şimdi Allah'tan korkun, o fâsıkların durumuna düşmekten sakının da
Resulüne iman edin, yani son gönderdiği Resulü Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya iman
edin ki size rahmetinden iki pay versin. Birisi, önceki peygamberlere imanın
mükafatı, birisi de, Hz. Muhammed'e imanın mükafatı olan iki pay versin. İbnü
Cerir'in Ebu Musa el-Eşari (r.a.)den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah
(s.a.v) buyurmuştur ki: "Üç kişi iki kere mükafata nail olurlar: Önceki ve
sonraki kitaba iman eden adam, ve bir cariyesi olup da onu güzel bir terbiye
ile terbiye ettikten sonra hürriyetine kavuşturup nikahına alan adam, bir de
Rabbine güzel ibadet eden ve efendisinin iyiliğini isteyen köle." Ve size
bir nûr bahşeylesin ki onunla ileri doğru yürüyesiniz. Burada sözü edilen nur
"Mümin erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından nurları
koşarken gördüğün günde.." (Hadid, 57/12) âyetinde açıklanan nurdur. Ve
sizi affetsin, geçmişte yapmış olduğunuz günahlarınızı rahmetiyle örtsün. Ve
Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir yani fâsık olanlar dahi iman ettikleri takdirde
onları da affeder. Mağfiret ve rahmetiyle mükafatlandırır. Onun içindir ki
âlemlere rahmet olan Resulünü fazliyle göndermiştir.
29. Kitab ehli bilmeyeceği için mi? Vâhidî
demiştir ki: "Bu âyet müşkildir ve kendisinden önceki âyetle nasıl bir
münasebetinin olduğu hakkında müfessirlerin açık bir sözleri yoktur."
Tefsircilerin çoğu buradaki nın de (Kıyâme, 75/1) olduğu gibi ziyade olup,
mânânın şeklinde müsbet olduğunu söylemişler ve kendisinden önceki âyetle olan
irtibatı hususunda bir kaç ihtimal üzerinde durmuşlardır. Fahrü'r-Razî bunu
meşhur bir görüş olarak şöyle özetler: "Kitab ehli vahiy ve risaletin,
kitab ve şeriatın kendilerine mahsus olduğu iddiasında bulundukları cihetle,
Allah Teâlâ onların Hz.Muhammed'e iman etmelerini emredip, buna büyük
mükafatlar vaad ettikten sonra ardından da, bu âyeti zikretmiştir ki, maksad;
nübüvvet faziletinin kendilerine mahsus olduğu inancını kalplerinden
gidermektir. Buna göre mânâ şöyledir: "Bu hitab ve beyan, bu tehdid ve
müjde, kitap ehlinin şunu bilmeleri içindir ki..." Ebu Müslim İsfahânî
gibi bazı müfessirler de yı nefiy mânâsına almakla beraber zamirini Peygamber
ve ashabına göndererek kelâmın mânâsına yine müsbet mânâ çıkarmak istemişler ve
bu mânâyı şöyle takdir etmişlerdir: "Bu ihtarı, bu tehdit ve müjdeyi şunun
için yaptık ki kitap ehli, Peygamber ve ashabı Allah'ın fazlından bir şeye
kadir olamazlar, yani o iki mükafat ve nura, o mağfirete sebep olamazlar diye
bir inanca kapılmasınlar, bilakis buna kadir olacaklarını bilsinler. Zira kadir
olamazlar diye bilmezlerse, kadir olurlar diye bilmeleri gerekir." Razî bu
mânâyı tercih etmiştir. Fakat biz, burada nın zâid olmasını münasip
görmediğimiz gibi kitap ehline aid olması açıkça anlaşılan zamirinin Peygamber
ve ashabına gönderilmesini de, uygun bulmuyoruz. Bizim kanaatimize göre bu
âyet, "Allah'tan korkun ve Resulü'ne iman edin." (Hadid, 57/28)
emrine muhalefet ettikleri takdirde kitap ehline bir tehdit mahiyetinde olup
kelâm, istifham-ı inkârî mânâsında ve mukadder ye bağlı olarak takdirindedir.
Buna göre âyetin mânâsı şöyledir : "Kitab ehli şunu bilmeyecekleri için mi
iman etmeyecekler? Hayır bilmeleri gerekir." Ki onlar, Allah'ın fadlından
bir şeye karşı güç yetiremezler. Allah'ın, bir fazlı olan peygamberliği zorla
alamazlar. Allah'ın fazlıyla peygamberlik verdiği Resulü'ne güç yetiremezler ve
ona iman etmedikçe vaad edilen mükafatlara ulaşamazlar. Ve, yine bilmeleri
gerekir ki fazl Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Onun içindir ki
Resulüne peygamberlik vermiş ve ona iman edenleri fazla mükafat ve nur ile
üstün kılmıştır, ve Allah çok büyük fazilet sahibidir, kitab ehli bu gerçekleri
bilmezler mi? Bilmeyecekleri için mi Resulüne iman etmeyeceklerdir. Hayır,
onlar iman etmezlerse bunları bilmediklerinden değil, sırf hased, taassub, inat
ve fısklarından dolayı iman etmezler. Bu yüzden iman edenleri ondan sakındırmak
için "Allah'tan korkun ve peygamberine iman edin." diye hitab
edilmiştir. İbnü Cerir'in Katade'den yaptığı rivayete göre âyeti indiğinde
kitap ehli, müslümanlara hased ettiler, bunun üzerine de Allah Teâlâ âyetini
inzal etti. Bir başka rivayetinde de demiştir ki: "Bize, Peygamber'in
şöyle dediği zikredildi: "Bizim durumumuzla bizden önceki iki kitab
ehlinin durumu tıpkı şu temsil gibidir: Bir adam geceye kadar bir kırata (miskalın
yirmi dörtte birine) çalışmak üzere birkaç işçi tutmuş, derken işçiler öğle
vakti olunca çalışmaktan usanıp vazgeçmişler. Adam da onların hesaplarını
görüp, yarım kırat ücretlerini vermiş. Sonra yine geceye kadar çalışmak üzere
bir kırata bazı işçiler daha tutmuş onlar da ikindiye kadar çalışmışlar, ve
usanıp işi bırakmışlar. Adam da ücretlerini vermiş. Sonra da geri kalan işi
bitirmek için geceye kadar çalışmak üzere iki kırata başka işçiler tutmuş.
Adama: "Bunların işleri az olduğu halde ücretleri niçin çoktur?"
denildiğinde, o da, "mal benim, istediğime veririm" demiş. İşte
umarım ki biz de bu iki kırat sahiplerinden oluruz."
Burada Hadîd Sûresi sona erdi. 23
Cemâziyelâhir, 1355. Bunu Mücadele Sûresi takip edecektir. "Rabbim
zorlaştırma, kolaylaştır, Rabbim hayırlısıyla tamamlamamı nasib et."
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Hadid Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.