Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Gaşiye Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
88-ĞAŞİYE:
"Sana geldi mi?". Bu soru önemle
dinlemeye teşvik ve olayın olduğunu haber vererek anlatmak içindir.
"Ğâşiye haberi"
ĞÂŞİYE, aslında gayş = örtmek, sarmak kökünden
ism-i fâil olarak bir şeyi her taraftan sarıp bürüyen salgın, sargın, kaplayan
şey demektir ki sonundaki "tâ", niteliği isme göre dişilik alâmeti
veya aşırılık ifade etmek veya bazı durumlarda sıfatlıktan isimliğe nakil
içindir. At eyerinin örtüsüne ve kalp zarına, insanı veya hayvanı içinden saran
derde ve kâbus gibi her taraftan saran salgın, kuşatıcı belaya da
"gâşiye" denir ki "Yoksa onlar Allah'ın azabından hepsini
sarıverecek bir felaket gelivermesinden emin mi oldular."(Yusuf, 12/107)
âyetinde bu mânâdandır.
Bu mânâdan "lâm" ile de kıyametin
isimlerindendir. Çünkü birden bire şiddetiyle halkı saracak ve ondaki dehşet
verici olaylar herkesi bürüyecektir. Bazıları demişlerdir ki: Ğâşiye,
"Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/50) buyrulduğu üzere
kâfirlerin, cehennemliklerin yüzlerini saracak olan ateştir. "Saran
ateş" mânâsınadır. Bazıları da, o cehennem ateşinin içine düşüp onu
saracak olan cehennemliklerdir demişler. Çoğunluk birincisini sûrenin akışına
uygun görmüşlerdir.
HADÎS, herkes tarafından birbirlerine
aktarılıp rivayet edilerek söylenmeğe, hikaye edilmeğe ve her söylenişinde taze
gibi dinlenmeye layık söz ve haber demektir ki bu Ğâşiye haberi de daima böyle
önemle dinlenilmesi gereken bir haberdir.
2. Birtakım yüzler, yani nice kimseler o gün,
yani o Ğâşiye sardığı gün eğilmiştir, daha önce hakkı saymazken o gün korku ve
saygıyla boynunu bükmüş, zillete düşmüştür.
3. İş yapıcıdır, yani vaktiyle gereği gibi
çalışmazlarken bugün hepsi ezici işlerde çalışmakta zahmet çekmektedirler,
yahut, vaktiyle çalışmamış, amel etmemiş değiller; çalışmışlar, amel etmişler
fakat boşuna zahmet çekmiş, sıkıntıya düşmüşlerdir. Yani bugün işe yarayacak
şekilde Allah için hak, doğru yolda iyi amellere çalışmamışlar; batıl din,
bozuk fikir ve inanç ile küfre saparak çalışmışlar, boşuna zahmet ve sıkıntı
çekmişler, şimdi de onun cezasını çekiyorlar.
"Amiletün, nasıbetün" ikinci ve
üçüncü haberdir. Yahut "nasıbetün" sıfattır. Bunların
"hâşia" gibi "yevmeizin" ile kayıtlı olup olmadığına göre
birkaç şekilde tefsiri rivayet edilmiştir.
BİRİNCİSİ, hepsinin de
"yevmeizin=bugün" ile kayıtlı olmasıdır ki, daha önce eğilmez, hak
yolunda çalışmazlarken bugün boynunu eğmiş, zilletler içinde dayanılmaz ezici
amellerle işçilik etmekte, yorgunluk ve bitkinlikle sıkıntılar çekmektedirler,
demek olur. Bugün bu amel ve sıkıntı, bundan sonra açıklanacağı gibi cehennem
ateşi içinde esirlik zincirlerini, tomruklarını sürükleyerek aşağı-yukarı bata
çıka boğuşup durmalarıdır. Bu mânâ İbnü Abbas'tan nakledilmiştir.
İKİNCİSİ, "âmiletün nâsıbetün",
"yevmeizin" ile kayıtlı olmayıp mutlak olarak geçmişe ait olmasıdır.
Bu şekilde, bunlar vaktiyle dünyada çalışmışlar, iş yapmışlar, ibadet etmişler,
fakat iyi yapıyoruz zannederek kâfir olup batıl yolda çalışmış bulunduklarından
bütün amelleri boşa çıkmış, gayretleri yok yere gitmiş, boşuna zahmet ve
sıkıntı çekmekle kalmışlar, bugün zillete düşmüşlerdir, demek olur ki, Kehf
Sûresi'nin sonundaki "De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size haber
verelim mi? Bunlar dünya hayatında, kendilerini gerçekten iyi iş yapıyor
zannettikleri halde çalışmaları boşa gidenlerdir. İşte onlar Rab'lerinin
âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr etmişler de bütün amelleri boşa gitmiştir.
Artık kıyamet günü onlar için hiçbir terazi tutmayız. İşte böyle, onların
cezaları cehennemdir. Çünkü inkar etmişler, benim âyetlerimi ve peygamberlerimi
alaya almışlardır."(Kehf, 18/103-106) ve Furkân Sûresi'ndeki
"Yaptıkları her işi ele alır, onu saçılmış zerre haline
getiririz."(Furkan, 25/23) âyetlerinin mânâsını özetlemektedir. Zeyd b.
Eslem'den rivayet edilen bu mânâ, İbnü Abbas'tan da diğer bir rivayettir.
Ahiret, amel yurdu olmayıp, amellerin karşılığının verileceği bir yer olmak
itibariyle, amelin dünyada olması daha açık olduğundan, birçokları bu mânâyı tercih
etmişler ve bununla kiliselerde, manastırlarda rahipler gibi şiddet ve
taşkınlığı kendileri için gerekli sayarak sapıklık üzere çalışan sapıkların
amellerinin batıl olduğuna işaret edildiğini söylemişlerdir. Nitekim Buhârî'de
İbnü Abbas'ın, "Çalışıp boşa yorulanlar hıristiyanlardır." dediği
rivayet edilmiştir. Bu durumda 'nin, kelimesine sıfat olması gerektir.
ÜÇÜNCÜSÜ, İkrime'den rivayet edilendir ki,
"âmile" dünyada, "nâsıbe" ahirette demektir. Bunun mânâsı,
zannedildiği gibi ayrı ayrı zarflar takdir etmek değil, "âmile" ism-i
fâilinin geçmiş zamanlı fiil mânâsına, "nâsıbe" ism-i fâilinin de hal
veya devam mânâsına geldiğini söylemektir ki, amel dünyaya, amelin karşılığı da
ahirete ait olmak düşüncesiyle bu mânâ da uzak değildir. Bu şekilde de
"nâsıbe" üçüncü haberdir. Bu şununla beyan edilmiştir:
4. "Kızgın ateşe girerler" Hâmiyeye,
yani ısı derecesi yüksek, şiddetli kızgın bir ateşe gerilip yaslanırlar.
5. Kaynar bir pınardan su içirilirler.
"Ayn" burada da "içirmek" karinesiyle çeşme, pınar, menba,
kaynak gibi su gözü mânâsına olduğu açıktır. Fakat bu göz, bir soğuk su gözü
değil, âniye "kızgın su" (Rahmân, 55/44) denilen son derece sıcak,
kaynar, gayet kızgın ateş gibi bir pınardır.
6. "Zehirli ve dikenli bir bitkiden başka
yiyecekleri yoktur". Ta yukarılarda zakkum, Hâkka Sûresi'nde de
"sadece" kaydı ile "Bir irinden başka yiyecek de
yok."(Hâkka, 69/36) diye geçmiş idi. Onun için burada da "Darî"
kelimesini "irin" veya "zakkum" ile aynı şey olmak üzere
"ateşten bir ağaç" diye tefsir edenler varsa da, sadece bu yiyeceğin
olduğu başka başka sınıflar için söylenmiş olması göz önüne alınarak herbirinin
başka bir mânâda olması da mümkündür. Bu konuyla ilgili birkaç mânâ
açıklamışlardır.
Râzî Tefsiri'nde Hasen'den gelen bir rivayette
şöyle denilmektedir: "Elim" kelimesi mü'lim, yani elem verici; semiun
kelimesi müsniun, yani işittirici; bediün kelimesi mübdiün, yani eşsiz yaratıcı
mânâsına olduğu gibi, dariun da, mudarriun, mânâsına olur ki, yenilmesindeki
sertliği, acılığı, yakıcılığı ile onları zillete ve alçalmaya mecbur eden bir
şeyden başka bir yiyecek yok demektir.
İkinci olarak, tefsircilerin çoğu demişlerdir
ki: Darî', "şibrık"ın kurusudur. Şibrık bir tür dikendir ki yaş iken
onu deve yer, kuruyunca kaçınır. Zehiri öldürücüdür. İbnü Cerir der ki: Araplar
arasında dari, şibrık denilen bir bitkidir ki kuruduğu zaman Hicazlılar buna
dari'derler. Diğer Araplar ise şibrık ismini verirler. Bir zehirdir. İkrime'den
rivayetinde: Yere yapışık dikenli bir ağaçtır ki baharın Kureyş ona şibrık
derler, kuruyup çöp olduğu zaman da dari' derler. Ebu Hayyân'ın nakillerine
göre, dari' şibrıktır ki kötü bir otlaktır. Üzerinde yayılan hayvan ne yağ
bağlar, ne et. İbnü Azzare-i Hüzeli'nin şu beyti ondandır:
"O develer dari' çukurlarında
hapsolunmuşlar da hepsi
Kambur, elleri kanamış, süt veremez
olmuştu."
Ebu Züeyb de şöyle demiştir:
"Seyrab, taze şibrıkı otladı, nihayet
solup da
Dari' olunca o semiz kısır develer ondan
uzaklaştı."
Bazı lugatçiler bunun, arfec kurusunun
kırıntısı olduğunu söylemiş; Zeccâc: Avsec gibi bir ot demiş; Halil de,
"yeşil ve gayet fena kokulu bir ottur ki, deniz atar" demiştir.
Kamus'ta bu mânâlardan başka hurma ağacının dikenine ve bulanık kokmuş sularda
ve kökleri arza ulaşmayıp su içinde olan bir ota da denildiğini yazmıştır. Ki
bu ot, "Â'lâ" Sûresi'nde "Sonra onu kapkara bir su köpüğü
yaptı."(A'lâ, 87/5) âyetinde açıklandığı üzere türbün ve maden
kömürlerinin kaynağı olan yosun türü bitkilerden demek olur.
Demek ki Arapça'da darî', insanın değil
hayvanın bile yemesi mümkün olmayan dikenli, sert veya yumuşak olsa da gayet
fena kokulu, zehir zenberek birkaç türlü dikene ve bitkiye denirmiş. Şu halde
burada bunlardan herhangi birinin özelliği değil, yenilip yutulma ihtimali
olmayan elem verici bir şey olma niteliği kastedilmiş olmalıdır.
7. Bu mânâ, denildiği gibi, bir alçalma ve
zillet ile sızlandırmak mânâsını ima eden "darî'" kelimesiyle ifade
edilmiş, "ne besler, ne de açlıktan kurtarır" niteliğiyle izah
edilmiş demektir. Yine bundan dolayı Said'den rivayet olunduğu üzere bazı
tefsirciler bunu "taş" diye tefsir etmiştir. İbnü Zeyd'den de şöyle
rivayet edilmiştir: Dünyada darî', Araplar'ın bu isimle andıkları yapraksız
kuru dikendir. Ahirette ise dari' ateşten bir dikendir. İbnü Abbas'tan gelen
bir rivayette, ateşten bir ağaçtır. "Kamus" da, bir görüşe göre:
Cehennemde acı sabırdan daha acı, leşten daha kötü kokulu ve ateşten daha
yakıcı bir şeydir demekle de bunu anlatmıştır. Maksat, böyle yenip yutulma ihtimali
olmayan bir şey yemek mecburiyetine düşmek, azabının elem ve acılığındaki
şiddetini hissettirip anlatmak olduğuna göre zakkum, irin, dikenli bitki hepsi
Müzzemmil Sûresi'ndeki "Ve boğaza duran, yutulmaz yemek."(Müzzemmil,
73/13)i bu şekilde açıklamak demek olur ki, bunlar mecbur kalınıp da yenseler
bile "beslemez ve açlığı gidermez" niteliktedir.Bunlar ne besler, ne
de açlığa faydaları olur. Sade inletir de inletir, sızlatır da sızlatır.
Bunlar ızdırap içindeki insanlığın dünyada
büyük açlık, felâket ve esaret zamanlarında gördükleri elem ve sıkıntıların
yardımıyla anlaşılabilecek birer mânâ ile ahiret azabının akıllara sığmaz
acılıklarını düşündürmektedir.
8. İşte o Ğâşiye, bir kısım yüzler için böyle
sargın bir büyük beladır. Bunlara karşılık birtakım yüzler de o gün hoş, nimet
içinde mutlu.
NÂİME, hoşluk ve yumuşaklık mânâsına
"nüûmet"ten türetilmiş olup hoş yani "Yüzlerinde nimetin
neşesini tanırsın." (Mutaffifin, 83/24) mânâsınca, nimet ve mutluluk eseri
olan neşe, hoşluk açık; yahut "nimet"ten türetilmiş olup nimete
konmuş, nimet içinde mânâlarında iki şekilde tefsir olunmuştur ki, birisi
netice, birisi sebep, ikisi de mutluluğu ifade eder.
9. Yaptıkları gayretlerden razı,
çalıştıklarından dolayı hoşnutturlar. Zira boşuna çalışmamışlar, amelleri
Allah'ın emir ve rızasına uygun yolda yapılmış, kabul görmüş, gayret ve
çabaları o dehşetli günde meyvesini vermiş, nimet ve mutluluğa ermişler ve bu
başarı onlarda tembellik duygusu değil, daha çok çalışma neşesi uyandırmıştır.
10. Yüksek bir cennettedirler. Hem yer olarak,
hem de sağlamlık bakımından yüksek.
11. Öyle ki orada boş şey (veya boş bir
kelime, yahut boş şeyler)le meşgul olan bir topluluk işitmezler yahut "sen
işitmezsin" ey muhatap!
LÂĞIYE, "boş söz" veya "boş
şeyle meşgul olan topuluk" yahut lüzumsuzluk mânâsına "akibet"
gibi mastar olmak üzere üç görüş vardır. "Lağiv" de, lâğıye mânâsına
olarak geçersiz kılınması ve düşürülmesi gerek olan, önem verilecek bir faydası
olmayan boş, mânâsız, saçma, boşa giden, faydasız şeylere denir ki, leğviyat ve
lağveyat tabir olunan sözler ve fiillerden daha geneldir. "Lâğiye
söz" diye özellikle hata ve sövme gibi fâhiş söze denir. Cennette bunlar
işitilmez. "Orada ne boş bir laf işitirler, ne de bir yalan."(Nebe',
78/35).
Cennetin yüksekliği izah edilirken ilk önce bu
vasıf ile nitelenmesi, her şeyden önce cennet nimetlerinin ve cennet ehlinin
temiz olduğunu göstermekle müminleri erdemli ahlâka teşviktir. Zira cennet,
nimet, hoşnutluk, mutluluk denilince bir takım zihinler dünyada refah ve servet
kısmet olmuş, şehvetine ve hevesine düşkün birçoklarının hallerinde görüldüğü
üzere vakit geçirmek için oyunlar, eğlenceler, hakiki bir fayda içermeyen
lüzumsuz şeylerle ilgili boş sözler, fiiller, neticesi hiçten ibaret olan
şeyler için dedikodular, entrikalar, edep kaydına bağlı kalmadan gevezelikler,
şımarıklıklar yüksek bir zevk ve maharetmiş ve bu gibi haller ile keyif çatmak
nimet ve mutluluğun tamamlayıcılarından olan gayelermiş gibi ve dolayısıyla
cennetteki mutluluk da böyle boş eğlencelerden ibaret olacakmış gibi bir
kuruntu ve hayale kapılabileceğinden böyle bir ihtimali savmak için önce
cennetin yüksekliği anlatılırken orada boş şeylere yer olmadığı ve cennet
ehlinin öyle boş ve faydasız şeylerle meşgul olması şöyle dursun onları
işitmekten bile uzak bulundukları anlatılmış ve bu suretle müminlere layık olan
da Müminun Sûresi'nde "Boş ve faydasız şeylerden yüz
çevirenler."(Mü'minûn, 23/3) diye açıklandığı üzere bu ahlâk ile
ahlâklanmak, hem yalnız darlık ve ihtiyaç zamanlarında değil, nimetleri artıp
durumlarında bir rahatlık meydana geldiği oranda da boş şeylerle meşgul
olmaktan uzaklaşmakta ileri gitmek ve hatta yalnız yükümlülük yurdu olan
dünyada değil, kendilerinden yükümlülüklerin kalktığı ve hiç öfke ve cezanın
bulunmadığı rahmet sahasına ulaştıkları zaman bile ondan uzak tutulmak ve
dolayısıyla nimetleri, nimetin kıymetini bilmeyen cahil ve beyinsizlerin
felaketlerine sebep olan nimetler türünden olmayıp sonsuz mutluluğa erişen
faziletli ve ciddi kişilerin nimetleri türünden olmasını istemektir. Yine şu da
dikkate değer bir şeydir ki, cennetin ve nimetin yüksek nitelikleri
anlatılırken önce daha çok yüce nefislerin ve irfan ve vicdanî olgunluklarda
büyük makam sahibi olanların şanlarına layık olan ruhanî ve manevî özellik öne
alınmış, yapılan çalışmalardan hoşnut olmak, sonra da boş şeylerden uzak durmak
anlatılmıştır. Herhangi bir hususta hoşnutluk mertebesine ermek büyük zevk ise
de yapılan çalışmadan hoşnut olmak, insanı hamd makamına erdiren lezzetlerin en
yükseğidir. Çünkü "İnsan için çalıştığından başkası yoktur."(Necm,
53/39) ve "Kazandığı hayır kendi faydasına, yaptığı kötülük de
zararınadır."(Bakara, 2/286) Hayat aslında çalışmak demek olduğu için,
gerçekte hayatın zevki, gayesine yönelik olarak çalışma zevkinden ibarettir. Çalışmanın
zevki de gayesine isabet etmesindedir. Onun için, yaptığı çalışmanın güzel
meyvesini gören ruhun duyacağı haz, her lezzetin üstünde ve bu suretle
çalışmadan duyulan hoşnutluk, her hoşnutluğun başında bir ruhi hazdır. Gayesini
bulamıyan çalışma ve amel, sonunda "çalışmıştır, fakat boşuna
yorulmuştur" hükmünce yorgunluk, bitkinlik ve hayal kırıklığıyla elem ve
beklenilenin elde edilememesinden duyulan açıdan ibaret kalacağı gibi, gayesiz
yapılan veya gayesi bir önem taşımayan çalışmalar da boş ve faydasız olmak itibariyle
ona katılmıştır. Onun için, Çalışmasından hoşnutluk ruhun en yüksek hazlarından
olduğu gibi boş şeylerden uzak durmak da onun tamamlanmasının şartlarından
bulunmak nedeniyle yüksek cennetin sıfatlarında önce bu iki mutluluk öne
alınmış, sonra da dünya hayatında tanınmakta olan maddi lezzetlere benzer
hazlar zikredilmiştir.
12. Şöyle ki: Onda, (o cennette) akan bir
pınar vardır, istenilen yere akan bir kaynak ki her tarafa hayat maya ve neşesi
dağıtır. Defalarca geçtiği üzere, cennetteki pınarlar birkaç tanedir. Burada
müfred (tekil) getirilmesi, cinsi dikkat nazarına alındığı için demek olur.
Yahut en genel olan birine işaret edilmiştir. Herhalde sonundaki tenvin müfred
(tek)lik için değil, onun ululuğunu göstermek içindir. Belirsiz getirilmesi de,
bilinen pınarlardan olmayıp "Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği, hiçbir insanın aklına gelmeyen şeyler." cümlesinden olduğuna
işarettir ki, bundan sonrakiler de böyledir.
13. O cennette, o akan pınar civarında
yükseltilmiş tahtlar vardır.
SERÎR, üzerinde sevinç ve neşe ile oturulan
taht, sandalye veya yatılan karyola ve köşk kabilinden şeylere denir.
Yükseltilmiş denilmesinin sebebi de zeminden yüksekliği veya şerefi
itibarıyladır.
14. Ve küpler vardır. Kulpu olmayan küp,
sürahi, bardak gibi içecek kapları yakınlarına konmuş istedikleri zaman
"Kuşkusuz iyiler öyle dolgun bir kadehten içerler ki katkısı kâfurdur. Bir
çeşme ki ondan Allah'ın kulları içerler."(İnsan, 76/5-6) âyetlerinin ifade
ettiği gibi içmelerine hazır, yine o cennette
15. sıra sıra dizilmiş yastıklar, nunun
zammesi ve kesresi ile dayanmak için konulan koltuk yastığı demektir.
16. Serilmiş (yahut yer yer yayılmış)
döşemeler vardır. "Zâ"nın zammesi veya kesresi ile zürbiye, nefis ve
kıymetli döşemeler demektir. "Kâmus"ta zikredildiği üzere zerabiyy,
sararmış ve kızarmış olmakla beraber yeşilliği de bulunan otlara da denilir ve
fiilinde, "bitki, içinde yeşillik bulunduğu halde sarardı ve kızardı"
denilir. Döşemelere zerabiyy denilmesi buna benzetme suretiyle olduğu da
söylenmiştir. Lakin Ragıb demiştir ki: "Zerabiyy, aslında bir yere mensup
benekli dokumalardır. Sonra istiare olarak döşemeler için kullanılmıştır."
Ferrâ'nın yazdığına göre ince tüylü halılardır. İnce püskülü ve kadifesi
bulunan halılar (tanâfis), koltuk yastıkları (nemarik) ve nefis döşemeler
(zerabi) birbirlerinin yerine de kullanıldığından Cevheri "Sıhah"ında
bunların arasını ayırmıştır. Nitekim Hind'in;
"Biz Târık'ın kızlarıyız.
Nefis döşemeler üzerinde yürürüz."
recezinde "nemârık", "zarâbi" mânâsında kullanılmıştır.
Çünkü âdet itibariyle yastık üzerinde yürünmez. Bununla beraber diğerleri
farklarını göstermiş oldukları gibi âyette de bu açıktır.
17. Bakmıyorlar mı develere? Yukarının bir
şubelendirilmesi olan bu cümlenin "fâ" ile bağlanmasındaki mânâ, kıyamet
haberini ve onun içerdiği hayret verici niteliklerle, öldükten sonra dirilme
meselesini inkar edenlere karşı yaratılışın en fazla göz önünde bulunan
şeylerinde bile görülüp duran enteresan durumlara dikkatleri çekmek suretiyle
yaratıcının gücünü hatırlatmak ve boşuna yorgunluk olan yolsuz çalışmalardan ve
boş şeylerden kurtulmak ve çalışmasından hoşnut olacağı işler yapmak için
yerden göğe, gökten yere, en yakınlarından en uzaklarına kadar eşyanın
yaratılış şekillerini araştırıp inceleyerek onun kanunlarını ve kudretinin
hayret verici neticelerini ve onun nasıl tasarrufta bulunduğunu ve ona göre
emir ve hükümlerini anlayıp ortaya çıkararak kıyamet gününün sıkıntılarından
korunacak ve mutluluğuna erdirecek güzel ve yararlı işlere sevk ve teşvik
etmektir ki önceki sûrede "ilk sahifeler"de olduğu anlatılan
temizlenme mânâsının, "son sahifeler"de tamamlayıcısı ve kemale
erdiricisi demek olan bir hatırlatma olmak hasebiyle sonunda "hatırlat,
öğüt ver" emriyle takip edilmiştir.
Bu hatırlatma için kıyamet haberinden sonra
yer ve göğün yaratılış nicelği ile yaratıcının kudretine dikkat çekilirken ilk
önce devenin ileri sürülmesi birdenbire insana acayip gelirse de bu acayiplikte
kastedilen mânâya isabet açısından "bera'at-i istihlal" gibi bir
bediî sanat vardır. Zira maksat, bakılmaya alışılmış ve pek olağan gibi görünen
şeylerin bile yaratılış niceliğinin enteresan şeylerle dolu bulunduğunu
duyurmak olduğu ve deve yaratılışının gerçekten enteresanlığı ile beraber
Araplar'ın en yakından gözlerine çarpması gerektiği düşünülürse, bunun
yaratılışının âlemi seyretmek için ilk bakılacak yer edinilmesi en uygun
hareket olduktan başka, serilmiş döşeklerden bir anda deveye atlatarak ondan
göğe, ondan dağlara, onlardan yer tarafına bir inceleme yolculuğu yaptıran
geçişte bir enteresanlık ve aynı zamanda âyet sonlarında kıvrık "hâ"
yani (tâ-i merbuta) den şiddetli uzun "tâ" ya geçen bir genişleme ile
ifadeye başkaca bir değişiklik verilmesinin yaratılıştaki enteresanlıkları
göstermek maksadına her bakımdan uyan bediî sanatları kapsadığı anlaşılır. Bu
sayılan şeylere bakmak da, bütün âleme bakma mânâsını taşır. "Fâ"
bağlacı, kendinden sonra gelen kısmı âyetin akışından anlaşılması gereken
mukadder bir mânâ üzerine bağlayan bir bağ olarak mânânın özeti şöyle olur: Kıyamet
olayı böyle haber verildiği, dünyanın sonu ya boşuna işlenmiş ameller yüzünden
yorgun ve bitkin olarak zillet ve sefillikle ateşe yaslanmak veya yolunda
yapılan güzel ve meyveli amellerle nimet ve mutluluğa ererek çalışmasından
sonsuza kadar hoşnut olmaktan ibaret olduğu anlatıldığı halde, bulunduğu âlemi
ve yaratanın hükmünü ve kudretini düşünmeyip de dünyayı ahirete tercih eden
gafiller hâlâ önünü sonunu görmek ve sonunda hoşnut olacağı faydalı ameller
yolunu aramak ve gereği gibi faydalanmak için bakmazlar mı o her gün gözleri
önünde kullanıp durdukları, etinden, sütünden, yününden, derisinden, işinden
gücünden, türlü yararlarından istifade etmek için birçok sıkıntıya soktukları
deveye? Nasıl yaratılmış? Ne ilgi çekici bir yaratılışı var? Birçok hayvanın
yaratılışına benzemeyen iri cüssesi, son derece kuvvetli olması, ilgi çekici
şekli, başka hayvanların yetinmediği çok az yem ve dikenli mikenli otlaklarla
yetinerek ağır yüklerle uzun uzun yolculuklara ve günlerce susuzluğa dayanan
sabır ve sağlamlığı ve oturup kalmaktaki durumu ve o kuvvet ve iriliğiyle
beraber en zayıf bir hayvandan, bir koyundan, bir eşekten daha ziyade ve hatta
bir çocukla bile yedilip güdülebilecek derecede itaat ve boyun eğme ile
insanların emrine verilerek hizmet ettirilmesi ve gittiği bir yolu birçok
insandan daha sağlam bir hafıza ile belleyip çıkarması ve kalınlığına rağmen
güzel sesle seslenildiğinde etkilenerek şevk ve neşe ile coşması gibi halleri
ne hayret verici şeylerdir. İnsan kendi zekasıyla bu şaşırtıcı yaratılış
arasındaki fark ve ilgiyi düşünür, o iri ilgi çekici hayvana karşı kendi maddi
kuvvetinin küçüklüğünü mukayese eder ve bununla beraber kendinin onu hizmetinde
kullanabilecek şekilde üstün olmasının sırlarını ve bundan daha güzel istifade
yollarını araştırırsa kuşku yok ki herşeyden önce yüce yaratıcının
yaratmasındaki hayret verici durumları, kudretinin enginliğini ve her şeye bir
özellik lütfeden iradesindeki bu özelliği ve hepsini özel ilgi ve
münasebetlerine göre bir düzen ile yöneten emir ve hükmünü ve dolayısıyla insanların
da ona göre acı veya tatlı bir sona doğru yürümekte olduklarını anlaması ve o
yolda iman ve irfan ile ilerisi için şevkle çalışması gerekir. Allah tarafından
her varlığa ayrı ayrı verilen bu özelliklerin önemini ve ilim ve irfan gibi
manevî kuvvetlerin maddî kuvvetlere üstünlük ve hakimiyetini açık bir misal ile
anlatmak için insanların emrine verilen devenin yaratılış niceliğini ilk bakış
yeri edinmek herkes için en açık ve en faydalı bir misal olduğunda şüphe
yoktur. Gerçi fil daha büyüktür ve onun yaratılışında da açık bir hayret verici
durum vardır. Fakat o, deve gibi temiz bir hayvan olmadıktan başka onun kadar
göz önünde de değil ve özellikle Arab'ın gözünden uzaktır. Deve ise Arab'ın
başlıca mallarındandır. Hele "dikenli ot"un zikredilmesinden sonra
deveye bir nazar (bakış) atmanın da başkaca bir münasebet ve hoşluğu vardır.
Sonra dolaşmak ve yolculuk etmek için deveye binen kimse boyundan çok yukarda
bir yüksekliğe çıkmış olur. Yukarı baktığı zaman üstünde göğü, sağa sola
baktığı zaman dağları, aşağıya baktığı zaman da yerkürenin yüzeyini görür. Bu
bakışlar ne kadar genişler, ne kadar derinleşirse insanın, bulunduğu âlemi
tanıması ve yüce Allah'ın yaratmasının, gücünün ve nimetlerinin enginliği,
geleceğin önemi ve yolunda ve doğru yapılan çalışma ve gayretin kıymeti
hakkındaki bilgisi de öyle genişler ve derinleşir.
Ebu'l-Abbas Müberred gibi bazıları da burada
deveye bakıştan göğe bakışa geçmeği uzak görerek birbirlerine bağlanan konular
arasında daha uygun bir ilgi düşünmek üzere "gök" karinesinden
yararlanarak "ibil"den maksadın bulut olduğu görüşüne varmıştır.
"Keşşaf" yazarı der ki: Bunun maksadı "ibil" kelimesinin
ğamâm, müzn, rebâb, ğaym, ğayn ve benzeri bulut isimlerinden olduğunu söylemek
değil, birçok Arap şiirinde bulutun deveye benzetilmiş olduğunu görerek burada
da teşbih (benzetme) ve mecaz yoluyla "ibil"den bulut kastedilmiş
olmasını câiz görmek olmalıdır. Fakat mecaza gerek yoktur. Deveye bakıştan göğe
bakışa geçirmek, özellikle vadilerinde, çöllerinde, uzak gezi ve yolculuklarında
özel olarak deveyi kullandıkları bilinen Araplar'ın irşat edilmesi bakımından
son derece doğal ve güzeldir. Deve en faydalı malı olup da ona bakmamak, hayret
verici yaratılışını düşünmemek nasıl büyük gaflet ise deveye binip deha göğe
bakmamak, yaratıcının kudret ve ululuğunu düşünmeye dalmamak daha büyük
gaflettir. Onun için buyruluyor ki:
18. Ve o göğe (gece gündüz görüp durdukları
hayret verici göğe) bakmazlar mı nasıl yükseltilmiş? Yukarı doğru yükselen hava
boşluğu üstünde derin bir şekilde uzayıp giden boyut içinde her biri bir
yörüngede direksiz dayanaksız yüzüp duran sayısız cisim ve yıldızlarıyla, o
süsü ve genişliğiyle bütün bakışları kaplayan o aşılmaz okyanusa nasıl bir
yükseklik verilmiş.
19. Ve o dağlara yerden o göğe doğru başlarını
kaldırarak dikilip bakışları sınırlayan ve türlü faydalarından yararlanılıp
durulan dağlara bakmazlar mı nasıl dikilmiş? Nasıl yerlere konulup
yerleştirilmiş?
20. Ve o yerküreye ve üzerinde yaşadıkları,
altlarında kendilerine boyun eğmiş ve zelil buldukları ve yarın içine
gömülecekleri toprağa bakmazlar mı nasıl düzlenmiş? O dağlar, vadilerle beraber
ovalar, denizler gibi düzlüklerden nasıl bir yüzey ile kaplanıp üzerinde
yaşanabilecek, gezi ve yolculuk yapılabilecek şekilde düzlenmiş, döşenmiş; bu
yüzey oluşuncaya kadar nasıl başkalaşım ve dönüşümler vukua getirilmiş? Neler
yıkılmış, neler yapılmış? Ne yaratışlar, ne düzgün bir biçime koyuşlar, ne
işler olmuş? Bugün ne duruma gelmiş? Yarın neler olma ihtimali var? Kısacası
nasıl ve ne gibi bir âlemde bulunuyorlar? Ne olmuş, ne olacaklar? Bütün
bunlara, düşünme ve ibret gözüyle bakıp da yaratanın gücünü, Kıyamet haberinin
ifade ettiği öldükten sonra dirilme ve toplanmanın, ceza ve mükâfatın hak
olduğunu, gösterdiği gayretten hoşnut olmak için hak yolunda çalışmanın
gerekliliğini düşünmezler mi?
Görülüyor ki bu bakış, âlemin yeri ve göğü ile
hepsine bakmak demektir. Bununla beraber yerin bir parçasından başlayıp gökten
ve dağlardan dolaşarak neticede yerküre yüzeyinin nasıl olduğunu tetkike
getirilmiştir. Zira "Size belli bir zamana kadar yeryüzünde yerleşme ve
oradan faydalanma vardır. Orada yaşayacak, orada ölecek ve tekrar oradan
çıkarılacaksınız, dedi."(A'râf, 7/24-25) buyrulduğu üzere yeryüzü insanlar
için bir zamana kadar hayattan nasip alınacak bir yurttur. Onda yaşanacak, onda
ölünecek, ondan çıkarılıp mahşerde toplanarak ahirete gidilecektir. Onun için
bulunduğu yurdu ileri geri sınırlarıyla ve niteliğiyle tanıyıp "Şimdi
yeryüzünde bir gezin de peygamberleri yalanlayanların sonu ne olmuş,
görün."(Nahl, 16/36) âyetinin mânâsınca sonucu anlamak ve ona göre
hayatını cahilce ve boş şeylerle geçirmeyip iman ve irfan ile güzel amellere
çalışmak gerektiğine dikkat çekilmiştir. Şu da çok dikkate değer bir husustur
ki burada bu nasıllıkların detayına girilmemiş, sadece yaratma, yükseltme,
dikme ve düzleme niteliklerine topluca bir tetkik bakışı atılmıştır. Demek ki
bunlar şu görünen âlemde bizzat var olan şeyler olduğu için ayrıntısı
insanların soyut araştırma ve inceleme bakışlarıyla bilinebilecek ilimler ve
akli bilgilerin konusuna giren şeylerdendir. Demek ki bunlara güzel bir bakış
atmak, yüce Allah tarafından istenen bir şeydir. Bu bakış ve tecrübe ile
edinebileceğimiz bilgilerin, Allah'ı bilebilmek için özel bir önemi vardır.
Kur'ân'ın birçok yerinde özellikle hatırlatılan bu gibi oluşumla ilgili maddi
deliller yaratılışta bizzat mevcut bulunduğu için böyle topluca yapılan ilâhî
işaretlere "hatırlatma" adı verilmiştir. Çünkü bunlar aklî ve
tecrübeye dayanan inceleme ve araştırmalarla bilinebilecek şeyler olduğu için
bilgi sebepleri aslında akıllarda yaratılıştan vardır. Bu suretle burada
zooloji, astronomi, coğrafya, jeoloji ve tabii tarih denilen aklî ve deneysel
ilimlerin faydalarına ve müslümanların bunlarla da meşgul olmaları gerektiğine
ve ancak bunları bilgi gayesi saymayıp yaratıcının nasıl tasarrufta bulunduğuna
bakarak onun âyet ve kanunlarının gücünü tanımak ve kâfirlerin batıl ve yanlış
inançlarını reddederek ahiret hayatı için dünya hayatından nasip almak üzere
vazife yollarını anlayıp ortaya çıkarmaya vasıta gibi kabul etmek hususlarına
bir işaret vardır. Gerçekte yerküreyi, yerkürenin hallerini ve onun üzerinde
yaşama kaidelerini en iyi bilenler ve bilgileri oranında iyi çalışan milletler
diğerlerine üstünlük sağlayagelmişler; içinde bulundukları dünya hayatını ve
dünyanın boş ve aldatıcı lezzetlerini en son gaye edinip de onunla kalmak
isteyen tembel, boş ve değersiz şeylerle uğraşan uluslar veya nereye gittiğini
bilmeyerek cahilce bir hırs ve çılgınlıkla etrafına saldıran hırçın kavimler
yenilmiş ve perişan olagelmişlerdir. Dünya hayatını tercih edenler de
etmeyenler de nasıl olsa bu hayattan çıkıp gitmişler ve ancak iman, irfan,
ihlas ve kesin inançla ahiret için çalışan ve güzel amellerle hakka kavuşanlar
sonsuz mutluluk ve bahtiyarlığı kazanmışlardır. Kuşku yok ki bu bakış toptan
da, ayrıntılı da olabilir. Toplu bakış bu âyetlerle anlatılmış, ayrıntısı da
bakışlarımızın gözlem yoluyla keşif ve tetkikine havale edilmiş, hala
bakmayanlar "hâlâ bakmazlar mı?" diye kınanmıştır.
21. Bunun üzerine buyruluyor ki: o halde
hatırlat, yani hâlâ bakmıyorlar, bunlara bakıp düşünmüyorlarsa sen onlara vaaz
ve öğüt vererek hatırlat, bakmalarının gereğini veya o bakışın neticelerini
duyur ve bildir. Hatırlatma ile yetin de daha fazla zorlama, zorla
düşündüreceğim diye uğraşma çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sadece durumu
onlara iletmeye ve hatırlatmaya memur bir nasihatçı, bir öğütçüsün.
22. Üzerlerine bela olmuş bir zorba değilsin,
zorla baktırıp düşündürecek, her istediğin şeyi yaptıracak, kalplerine hükmedip
dilediğin gibi iman etmelerini sağlayacak değilsin. "Doğrusu sen sevdiğine
hidayet veremezsin."(Kasas, 28/56).
23. Ancak her kim aksine gidip inkâr ederse,
yani öğüt ve hatırlatmayı dinlemez ve bu irşada karşı nankörlük ederek küfürde
israr ederse.
24. Bundan dolayı Allah onu en büyük azap ile
cezalandıracaktır ki, en büyük azap ahiret azabıdır. "Ahiret azabı,
elbette daha büyüktür." (Zümer, 39/26) Ona bazan dünya azabı dahi
katılırsa da o, ahiret azabına oranla küçük kalır.
25. Herhalde onların dönüşleri nihayet
bizedir, ne kadar yüz çevirseler, ne kadar kaçmaya çalışsalar neticede dönüp
bize geleceklerdir.
26. Sonra da hesaplarını görmek muhakkak bize
aittir. Yani hesaplarını başkası değil, Allah görecek, Allah'a hesap vereceklerdir.
Dolayısıyla o en büyük azaptan kurtulmalarına imkan ve ihtimal yoktur.
Şimdi bu sûrede zikredilen inceleme
bakışlarının ibret özetini biraz açmak suretiyle Allah'a dönüş akibetinin bir
izahı, akışı içinde zaman değişikliklerine dikkati çekerek başlayan
"Ve'l-Fecr" Sûresi gelecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Gaşiye Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.