Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Fetih Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
48-FETİH:
1- Sûresinin indirildiğini haber verdi. Ahmed,
Buhâri, Tirmizî, Nesai, İbnü Mâce ve İbnü Merdûye de Ömer b. Hattâb (r.a.)'da
şöyle rivayet etmişlerdir: Demiştir ki; Resulullah (s.a.v.) ile seferde idik,
ona bir şeyden üç kere sual ettim, cevab vermedi ben de devemi sürdüm, sonra
topluluğun önüne geçtim ve hakkımda Kur'an indirilmesinden korkmuştum, çok
durmamıştım bir bağıran işittim, bana bağırıyordu korktu, zannediyordum ki
hakkımda bir şey indirildi, vardım Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Bu
gece üzerime bir sûre indirildi, bana dünya ve onun içindekilerden daha
sevgili: "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah,
senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar." (Fetih, 48/1-2). Yine Ahmed,
Ebû Dâvud ve başkalarının Müc'mi b. Câriyete'l-Ensârî'den rivayet ettikleri bir
sahih hadiste Peygamber (s.a.v.)'in Hudeybiye'den hareketinden sonra
indirilmesini ve bunun "Küraülğamim" yanında olduğunu Peygamber
(s.a.v.)'in onu bineği üzerinde insanlara okuduğunu ifade eder. İbnü Sa'd'ın ondan
rivâyetinde de bunun Decnân'da olduğuna delâlet vardır. Ve bu Bikai'den rivayet
olunmuştur. Dacnan, Kamus'ta bildirildiği üzere Mekke yakınında bir dağdır.
Bunlar gösteriyor ki indirilmesi Mekke ile Medine arasında olmuştur. Böyle
olanlara da Medenî denildiği bilinmektedir. Zirâ Medenî hicretten sonra
indirilendir ki gerek Medine'de olsun gerek Mekke'de, gerek seferde; Mekkî de
hicretten önce indirilendir.
Âyetleri : Yirmi dokuzdur.
Kelimeleri : Beşyüz altmıştır.
Harfleri : İkibin dörtyüz otuzdur.
Fâsılası : Hep ( ) harfidir.
İki sûre arasındaki ilgi de baştan sona
apaçıktır: Biri önce sunulan, diğeri sonra gelendir. Zira yardım ve zafer
mânâsına fetih, gönlü iyileştirme ile savaşa gereken hazırlıktır. Orada tevbe
ve istiğfar ile emredilmiş, burada mağfiretin olacağı haber verilmiş, ona
değiştirme ihtarıyla son verilmiş, buna zaferler müjdesiyle başlanılmıştır.
İbnü Sâ'd'ın rivâyet ettiği Mücmi' b. Câriye
hadisinde geçmiştir ki, Cebrail Aleyhisselâm, bu sûre ile indiği zaman,
"Tebrik ederiz seni ey Allah'ın Resulü!" demiş; Cibril tebrik edince
müslümanlar da tebrik etmişlerdir. Bu sûrede İslâm'ın bütün dinlere galip
geleceği de vaad edilmiştir.
Meâl-i Şerifi
1- Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân
ettik.
2- Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek
günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.
3- Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım
eder.
4- İmanlarına iman katsınlar diye müminlerin
kalplerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah
bilendir, herşeyi hikmetle yapandır.
5- Mümin erkeklerle mümin kadınları, içinde
ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyması, onların
günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.
6- Ve o Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık
erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah'a ortak koşan erkeklere ve ortak koşan
kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük onların başlarına gelmiştir. Allah
onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne
kötü bir yerdir!
7- Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır.
Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
8- Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve
uyarıcı olarak gönderdik.
9- Ki, Allah'a ve Resulüne iman edesiniz, ve
bunu takviye edip, O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edesiniz.
10- Herhalde sana bey'at edenler ancak Allah'a
bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi
bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa
gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.
Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.
Geleceği açan; ileride meydana gelecek bir çok fetihlerin başlangıcı olan bir
fetih. Bazı müfessirler bunu, Mekke'nin fethini vaad diye almışlarsa da çoğu
müfessirler bunun Hudeybiye antlaşmasını haber verdiğini söylemişler. İbnü
Abbas, Enes, Şa'bi ve Zühri'den de böyle haber vermişlerdir. İbnü Atıyye buna
"Bu doğrudur." demiştir. Bilinmektedir ki, fetih aslında açmak yani
kapalılığı gidermektir. Bir memleketi fetih de, Keşşâf'ın açıkladığı üzere
harpli veya harpsiz, zorla veya barışla zafer kazanmaktır ki zafere erişmedikçe
kapalıdır. "Sakın gevşemeyin, üstün olduğunuz halde barışa davet
etmeyin." (Muhammed, 47/35) âyetine ters gibi görünen Hudeybiye
antlaşmasının bir fetih olması sahâbeden bazılarına bile gizli kalmıştı.
Cenâb-ı Allah, bunun açık bir fetih olduğunu açıklamıştır. Önce bir fetih
olması gerçi peygamber bunda bir savaş için değil, bir umre niyetiyle hareket
etmiş ve kurbanlıklar göndermişti fakat müşrikler çarpışmayı kurmuşlardı,
şiddetli bir savaş olmamış, fakat iki taraftan ok ve mancınık atışılmış "O
sizi, onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinde, onların
ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendir." (Fetih, 48/24)
buyurulduğu üzere müslümanlar müşrikleri mağlûb edip diyarlarına sokulmuşlardı
ve barış yapmaya müşrikler istekli olmuşlardı. İkinci olarak bunun apaçık bir
fetih olmasına gelince bu barış ile ilk önce müslümanlığın dünyada bir devlet
olarak varlığı düşmanları tarafından dahi tasdik edilerek bir anlaşmaya
bağlanmış bulunuyordu. Böylece bu, daha sonra meydana çıkacak devam edecek
fetihler zincirinin başı ve açıcısı olmuş ve bundan sonraki İslâm fetihlerinden
herbiri bunun altında bir şubesi sayılacak bir şekilde vaad edilmiş oluyordu ki
sûrenin başı bunu ilâhî bir dil ile açıklamaktadır. Aslında yine sûrenin içinde
Feth-i karîb, (yakın fetih) diye işaret edildiğinden bunu pek yakından Hayber
fethi takip etmiş, sonra da Mekke fetholunmuş, sonra da İslâm'ın bütün dinlere
galip gelmesi vaad buyurulmuştur. Zührî demiştir ki: Hudeybiye fethinden büyük
bir fetih olmamıştır. Bu sayede müşrikler müslümanlarla bira araya gelmeye ve
sözlerini işitmeye başlamış ve bu onların kalplerinde yer etmiş ve bunun
üzerine üç sene içerisinde bir çok kimse müslüman olarak İslâm'ın çoğalmasına
sebep olmuştur... Bütün bunlar Muhammed Sûresi'nin başında geçen âyetlerin
hükmünün feyzidir.
2-MÜBİN, açık, parlak, yahut ilerisini açan
gösteren demektir. Cenâb-ı Allah bu fethin "mübin" olmasının
hikmetini şu dört yönü birleştirerek açıklıyor:
1) Mağfiret, 2) Nimetin tamamlanması, 3) Bir
doğru yola ulaştırma, 4) Benzersiz bir yardım, yani bunların herbirini ayrıca
değil hepsini birden bir hikmet olmak üzere bir "lâm-ı akıbet" ile
şöyle buyuruyor: ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Kâdı
Beydâvî der ki: "Fetih kâfirlere karşı cihad ile şirkin def edilmesine ve
dinin yükseltilmesine ve noksan şahısların yavaş yavaş kendi arzu ve
istekleriyle olgunlaşabilmeleri için şiddetle yönlendirilmesine ve zavallı
kimseleri zâlimlerin elinden kurtarmaya çalışmanın bir neticesi olduğu için
mağfiret fethe sebep kılınmıştır ki maksat illet-i gâiyye, yani hikmettir.
Demek olur ki buradaki fetih ve mağfiret Muhammed Sûresi'ndeki "Hem
kendinin, hem mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlanmasını
dile!" (Muhammed, 47/19) emrine uymanın cevabı ve neticesi olmuştur. Âlûsî
der ki: "Fetih "Doğrusu biz fetih ihsan ettik." diye azamet nûnu
ile isnâd olunduktan sonra mağfiretin "Allah senin (günahlarını)
bağışlar." diye ism-i celâl ile isnad olunması şu inceliğe işaret olabilir
ki, fethi yüce Allah birçok vasıtalar ile mümkün kılarsa da
"mağfireti" yüce zâtı doğrudan doğruya kendisi yapar. Bazıları şunu
izah etmişlerdir ki, büyüklerin kendilerinden biz diye mütekellim maalgayr
sigası ile ifade âdetleri, kendilerinden meydana gelen fiillerin çoğunlukla
hizmetkâr çalıştırmak şeklinde olmasındandır. Buna yardımın "Allah sana
yardım eder." diye ism-i celâle isnad olunmasıyla itiraz da edilmez.
"Zâten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir." (Âl-i İmrân,
3/135) ve "Yardım ancak Allah katındadır." (Enfâl, 8/10) gerçeklerine
işaret olunmuş demek daha açık olacaktır. Günahın, geçmişi ve geleceği hepsini
kapsamasından kinâyedir. Bu şekilde peygambere bütün günahlardan mağfiretle
temizlenme ve aklanma tebliğ edilmiştir. Ancak geçmiş tabiri farz olduğunu
hatırlatır. Bunun için burada peygamberden işlenmiş olması mümkün olan günahın
ne olabileceği hakkında görüş bildirilmiştir. Muhyiddîn-i Arabî gibi bazıları,
maksadın ümmetin günahları olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim "Sen bir
şüphedeysen" (Yunus, 10/94), "Eğer Allah'a ortak koşarsan, amelin
boşa gider." (Zümer, 39/65) âyetlerinde kastedilen, Peygamber'e değil,
dolayısıyla ümmete hitap olunduğunda görüş birliği vardır. Ancak bu tevil,
"Hem kendinin hem mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının
bağışlanmasını dile." âyetine yaraşmaz. Bazıları da demişlerdir ki,
günahın işlenmesi kastedilmeyerek terkibin bütünü muahaze olunmamaktan
kinâyedir Çoğu müfessirlerin görüşüne göre ise vahiy inmeyen konulardaki
ictihadında makamına göre daha uygun olanın tersi şeklinde olan seçmeleridir ki
"Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin?" (Tevbe, 9/43) gibi
ilâhî hitap ile ihtar edilmiştir. Buna günah denilmesi peygamberlik makamına
göredir. Çünkü "İyilerin iyiliği, Allah'a yakın olanların kötülüğü
(gibi)dir." Buradan, bundan böyle peygamberlik vazifesinin yerine
getirilmesinde önceki meşakkat ve zorlukların ağırlığının kalmayacağına da
delil getirilebilir. Nitekim İnşirah Sûresi'nde "Ağırlığından dolayı
belini büken yükünü senden alıp atmadık mı?" (İnşirah, 94/2-3)
buyurulmuştur. Sonuçları ve meyveleri toplanmaya başlayan görevlerin zorlukları
başarı neşeleriyle örtülmüş olur. Ve üzerindeki nimeti tamamlar.
Peygamberlikteki başarısına bir de mülk eklenilmek gibi dinî ve dünyevî
nimetler ihsan eder. Ve seni bir doğru yola eriştirir Gerek peygamberliğin
yerine getirilmesinde ve gerek devlet başkanlığının resmî işlerini yerine
getirmede doğrudan doğruya Allah'ın rızasına ulaştıran bir doğru yola çıkarır
ki bu yol "İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahit olmanız, Resulün de
sizin üzerinizde şahit olması için sizi orta (dengeli) bir millet kıldık."
(Bakara, 2/143) âyetine göre bütün insanlığın örnek nümunesi olmak üzere İslâmî
işlerin düşman etkilerinden uzak olarak yalnız hakkın uygulaması ve kanunu
içerisinde hür irâdeyle idaresi yoludur. Gerçi istikâmet yani doğruluğun aslı
fetihten önce de var ve gidilen yol o yol ise de, fetihten sonra egemenliğin
resmen dışarda ve içerde tanınmasıyla hidayet ve ilâhî muvaffakiyet başkaca bir
açıklık ve renklilik kazanmıştır ve bundan böyle "Biz onlara âyetlerimizi
ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz." (Fussılet, 41/53) âyetine göre
büyüyüp gelişmek dönemine girmiştir.
3-Onun için de buyuruluyor ki: Ve Allah seni
şanlı bir zaferle yani benzeri bulunmaz bir yardım ve zafer ile muzaffer ve
güçlü kılar. Bu da "Bütün dinlerden üstün kılmak için" (Tevbe, 9/33,
Fetih, 48/28) ifadesiyle açıklanacaktır. İşte bu fetih böyle apaçık bir
fetihtir.
4- O Allah o yüce zattır ki müminlerin
kalplerine o sekineti indirdi.
SEKİNET, sükûn ve güven, rahat ve ağırbaşlılık
mânâsına masdardır ki, nefisteki telaş ve heyecanın kesilmesiyle meydana gelen
ve kalp oturması, yürek ısınması, gönül rahatı denilen huzur ve sükûn hâline
veya onun kaynağına isim dahi olur. Sekinetin inmesi yaratılması ve meydana
gelmesi demektir. Şanının yüksekliğine işaret için inzal denilmiştir. Rağıb der
ki: "Allah Teâlâ'nın kuluna nimetini indirmesi ihsanı demektir ki ya o
şeyin kendisini indirmekle olur, Kur'ân'ın indirilmesi gibi yahut da
sebeplerini indirip ona yol göstermekle olur. Demiri vesâireyi indirmek gibi...
Bununla beraber burada kondurmak, kalplerini sekînete konak ve karargah yapmak
mânâsına da olur. Hz. Ali'den rivâyette de denilmiştir ki "Sekînet müminin
kalbine sakin olup onu güvenli kılan melektir." Sekine hakkında Fütühât-ı
Mekki'yenin şu düşüncesi hoştur: Sekinetin başlangıcı, emri bir yönüyle kapsama
yoluyla düşünmektir. Böyle olmayınca sekinet tam olmaz. İbrahim (a.s.) "Ey
Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, (demişti). Rabbi ona "Yoksa
inanmadın mı?" deyince, "Hayır! inandım, Lâkin kalbimin mutmain
olması için görmek istedim, dedi." (Bakara, 2/260) itminânı yanı kat'i
güvenmeyi sekine'ye başlangıç yaptı, çünkü ona diriltmenin yönleri çeşitli
gelmişti, kendisini her taraftan çekiştiriyordu. Allah Teâlâ ona nasıl olduğunu
gösterince o çeşitli yönlerden gelen çekiştirmelerle duyduğu acı ve sıkıntıdan
sekinete eriverdi. İşte bu şekilde istenilenin meydana gelmesi veya elde edilmesinden
duyulan kaygı o istenilen şey hakkında sekinetin başı olduğu gibi korkulan
şeylerde de tam mânâsı ile böyle olur. İnsan böyle imanın şartlarını tamamlayıp
yerine oturtunca haktan o müminin kalbine bir doğuş meydana gelir ki, o doğuşa
zevk denilir. O sekineti o vasıftaki müminin kalbinde o meydana getirmiştir ki,
o sekinet onun için iman edilecek gâib emrin meydana gelmesine bir kapı ve bir
merdiven olsun da onun beraberinde önceki emrin mânâsına dönerek sükûn yüz
gösterip sebeplere alışmış olan kimselerin sebeplere sükûn ve güveni gibi
alışılmış bir sükûn halini alsın. Bu ise asla gayb'den olmaz; belki zevkten
yani müşahededen olur. Meselâ insanın yanında bir günlük yiyeceği bulunursa o
günün vereceği sıkıntı ve acıya karşı nefis, bir güven bulur. Çünkü yiyeceğinin
kendi mülkünde mevcut olduğunu bizzat müşahede ile görmektedir. İşte iman bu
derecede kendinde mevcut olmuş ise, o sekinet sahibidir. Ve eğer insan, imanın
hükmü altında iken kesin belirlilik kendisi ile çekişiyorsa onda sekinet
meydana gelmemiştir. Şu da bilinmeli ki, kalplerin nitelendiği mânâlar; bazen
Allah Teâlâ onların, kullarından dilediği kimselerin nefislerinde oluşmasına
dışardan bir işaret yapar o işarete de nefiste oluşan mânânın ismi verilir. Ki
o, onun kalbinde meydana geldiğine işaret olduğu bilinsin. Nitekim
İsrailoğulları'nın tâbutunda böyle bir sekine konulmuştu ki, o bir şekil, o bir
sûret idi, ihtilâflı olan açıklamasına gerek yok, o suretin bir halinden veya
hareketinden yardım mânâsı anlayarak kalpleri onu görünce sükûnet bulurdu,
âlâmet olan o surete de sekine denilmişti. Fakat bilinen sekine'nin yeri ancak
kalptir. Allah Teâlâ, bu ümmet için sekinetin oluşmasına kendilerinin dışında
bir alâmet yapmamıştır. Onlar için, onun kalplerinde oluşmasından başka bir
alâmet yoktur. Bu ümmetin sekineti İsrailoğulları'nda olduğu gibi dışardan bir
delile muhtaç olmaksızın bizzat kendi nefsinde kendine delildir. Sekinetin
kaynağı anlaşıldıktan sonra kendisine gelelim: Sekinet şu iştir ki, nefis
onunla kendisine yapılan vaade veya kendisinde oluşan bir isteğe gönül hoşluğu
ile razı olur ve o konuda sükûnet bulur. Buna sekine veya sekinet denilmesi
şunun içindir ki, bu meydana gelince nefsin diğer bir yöne olan esintilerini
keser atar, nitekim bıçağa sikkin denilmesi onunla sahibinin kesecek şeyleri
kesmesinden dolayıdır. Ve bu kelime sükûn'dan alınmadır. Sükûn ise hareketin
zıddı olan sabitliktir. Çünkü hareket bir nakil'dir. Sekinet ise nefsin doyum
duyduğu şey üzerine sübut verir ki, isterse hareket olsun farketmez. İşte
sekinetin hakikati budur. Ve bu ancak bir yoklama veya bizzat görmekle
olabilir. Bu sebeple müminlerin üzerine iner ve inmesiyle onları bulundukları
iman mertebesinden müşahede makamına nakleder. Ve böyle müşahede ile imanlarını
katlar. Ki imanlarına iman katsınlar diye, basit olan imanın aslında fazla veya
noksan olmasa bile yaptırımları arttıkça aslı tevhid olan iman, bir ağaç gibi
kol ve dallarını artıra artıra büyüyüp serpilerek sonunda istenilen meyvelerini
verir. İmanın aslına göre ise fazlalık ve eksiklik kuvvetlilik ve zayıflık ile
açıklanır çünkü asıl tasdik kemiyet gibi değildir. Ve göklerin ve yerin
orduları hep Allah'ındır. Sekinetin kaynağı olan geniş görgü ile bütün eşyayı
Allah Teâlâ'ya teslime işârettir. Yani gökleri ve yeri tutan yukarda ve aşağıda
var olan bütün kuvvetler O'nundur. Dilediğine dilediği gibi yardım eder ve işte
müminlerin kalbine indirdiği sekinet de O'nun ordularından biridir. O'nunla
cahiliyyenin verdiği öfkeler defedilerek imanlar artırılır, o sayede haller,
iyilikler muvvaffakiyetlerle öyle büyük fetihler kazanılır. Ve Allah bilendir
herşeyi hikmetle yapandır. Her şeyi ve bütün işleri yüksek ilmi ile bilir ve
hikmet ile takdir edip yönetir.
5- Bundan dolayı gökteki ve yerdeki bütün
orduları da ilim ve hikmetiyle dilediği gibi kâh birbirine düşürerek, kâh
aralarında barış yaptırarak sevk ve idare eder, şunun için ki
"Müminleri... (cennete) koyar." Buradaki 'ın gibi fetha yahut 'ye
veya 'ye bağlı olması ihtimalleri de söylenmiş ise de Zemahşerî gibi
araştırmacıların görüşüne göre 'den anlaşılan ilim ve hikmetin, makama
uygulanmasına ve detaylandırılmasına bağlıdır ki şöyle demek olur: O orduları
yöneten ilim ve hikmetin kollarından birisi de müminlerin kalplerine sekineti
indirip Hudeybiye Andlaşması'na ısındırarak büyük fetihlere hazırlamasıdır.
Bunu böyle yapması da şu hikmet içindir ki, müminlere ondaki nimetleri
tanıtsın, şükrünü yerine getirsinler, sevaba hak kazansınlar da onları
cennetlerine koysun, büyük bir saadet olan en büyük murada erdirsin.
6-Bundan hoşlanmayan münafıkları ve müşrikleri
de "Münafık erkeklere ve münafık kadınlara azab eder." buyurduğu
üzere azablandırsın. Münâfıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok
olduğu için önce onların azaplandırılması söylenmiştir. Allah'a kötü zanda
bulunanlar ki Allah, peygamberine ve müminlere yardım etmez sanırlar,
peygambere ve müminlere kötülük gözetirler, geleceği üzere "Peygamber ve
müminler, ailelerine bir daha dönmeyecekler." (Fetih, 48/12) derler, hatta
kendi haklarında da iman edip güzel himmet besleyip de Allah'tan hayır ve
rahmet istemezler. Netice olarak Allah'a karşı doğru zanda bulunmazlar. Kötülük
dairesi, yani fesat girdabı veya kasırgası başlarına dönesiceler!
7- Evet göklerin ve yerin orduları
Allah'ındır. Bunu iki defa hatırlatmanın hikmeti hakkında demişlerdir ki, Allah
Teâlâ'nın hem rahmet orduları hem de azap orduları bulunduğuna dair bir
uyarıdır. Bu ikincisinden maksat azap ordularıdır. Nitekim izzet sıfatını
hatırlatma ile "azizen hakimen" buyurulmuştur. Evvelkisi müjde,
ikincisi korkutma olarak zikredilmiştir.
8-Onun için her iki tarafı toplamakla
buyuruluyor ki: Şüphesiz biz seni bir şahid olarak gönderdik. Fahruddin Râzî
der ki: Burada müfessirler "Resulün de sizin üzerinize şahit olması
için" (Bakara, 2/143) âyetine göre ümmetin fiil ve hareketlerine şahit
demişlerdir. Lâkin uygun olan "Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim
adamları şahitlik etmiştir ki..." (Âl-i İmrân, 3/18) buyurulduğu üzere
"Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur."' (Muhammed, 47/19) emri
gereğince Allah'ın birliğine şahid demek olmasıdır. Hem de bir müjdeleyici, hem
bir uyarıcı; o şehadeti kabul edip gereğince amel edenlere müjdeci, etmeyenlere
de uyarıcı.
9-Bu şekilde peygamber gönderilmenin faydasını
açıklamak için de Peygamber'e ve ümmetine hitaben buyuruluyor ki "Allah'a
ve Resulü'ne iman edesiniz ve bunu takviye edip O'na saygı gösteresiniz ve
sabah akşam O'nu tesbih edesiniz." burada bir kaç yönden mânâ vardır: Bu
dört emrin her biri elçilik, şahitlik, müjdeleyicilik ve uyarıcılıktan her
birine terettüp etmesidir. Şöyle ki; peygamber olarak gönderilme, Allah'a
Resulüne imanı gerektirir, şehadet ta'zizi yani dinine yardım ile
güçlendirmeyi; müjdeleme, güzel karşılamayı ve saygıyı; uyarma da azabdan
korunmak için tenzih ve tesbihi gerektirir veya herbiri bu dördünü gerektirir.
Bunların dördünün toplamı birden öncekilerin herbirine terettüp eder ki bu da
ikinci mânâdır. Bu iki takdirde zamirler hep Allah'a yöneliktir. Diğer bir
ihtimâle göre de zamirleri Peygamber'e zamiri Allah'a yöneliktir ki bu şekilde
üzerinde vakıf vardır yani okurken burada durulur. Mushaflarımızda da buraya
mutlak vakıf işareti olan konulması da bu mânâya göredir.
10- Muhakkak ki o sana bey'at edenler yalnız
Allah'a bey'at ederler. Çünkü Resule resul olması yönüyle boyun eğmek,
gönderene itaat edip boyun eğmektir. "Kim peygambere itâat ederse, Allah'a
itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80) yine Tevbe Sûresi'nde "Allah müminlerden
mallarını ve canlarını... satın almıştır." (Tevbe, 9/111) âyetlerinin
tefsirine bkz.) Bunun indirilmesi biraz sonra geleceği üzere Hudeybiye'de
ağacın altında yapılan rıdvân bey'atı hakkındadır. Kaçmamaya veya ölüme söz
vererek bey'atleşmiş idiler. Fakat mânânın genel olması gerekir. Allah'ın eli
onların elleri üzerindedir, yani bey'atleşme bir alım satım gibi elele vererek
karşılıklı bir antlaşma ve şartlaşma halinde ise de hakikatta bundan
faydalanacak olanlar onlardır. Çünkü Allah'ın eli onların ellerinin
üzerindedir. İbnü Cerir tefsirinde der ki; bunda iki vecih vardır, birisi:
Bey'at yaparlarken Allah eli onların ellerinin üzerinde demektir. Çünkü onlar
Allah'ın peygamberine bey'at etmekle Allah'a bey'at etmiş oluyorlardı. Birisi
de: Allah'ın kuvveti onların kuvvetinin üzerindedir, demektir. Birincisine göre
cümle, bey'atı tasvir halinde bir te'kid olarak peygamber, Allah Teâlâ'nın bir
elçisi, hükümlerini uygulamaya memur bir aleti olmak itibariyle Allah'ın bir
eli tasvir edilmiş, bir hayal ettirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinden bir
cüz olmak mânâsına uzuvlardan berîdir. İkinci mânâya göre ise istinaf
(başlangıç) cümlesi olarak "yed" kuvvet ve kudret veya nimet mânâsına
tevil olunmuştur ki ikisinin de sonucu bu bey'attan oluşan asıl faydanın bey'at
edenlere ait olacağını açıklamaktır. O'nun için buna ilişkin olarak buyuruluyor
ki: Bunun üzerine her kim cayarsa yalnız kendi aleyhine caymış olur, her kim de
Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse O, ileride ona büyük bir mükâfaat
verecektir ki Cennet ve rızasıdır. Orada gözlerin görmediği kulakların
işitmediği ve insan kalbine henüz düşmemiş şeyler vardır.
Meâl-i Şerifi
11- yakında a'râbilerden geri kalmış olanlar
sana diyecekler ki, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah'tan
bizim bağışlanmamızı dile." Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle
söylerler. De ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde
etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Hayır! Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.
12- Aslında siz Peygamber ve müminlerin,
ailelerine geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel
göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâki hak etmiş bir topluluk oldunuz.
13- Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse
şüphesiz biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.
14- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O,
dilediğini bağışlar dilediğini azaplandırır. Allah çok bağışlayan çok merhamet
edendir.
15- Siz ganimetleri almak için gittiğinizde
geri kalanlar: "Bırakın biz de arkanıza düşelim." diyeceklerdir.
Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: Siz bizimle
gelemeyeceksiniz. Allah daha önce böyle buyurmuştur. Onlar size: "Bizi
kıskanıyorsunuz." diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan
kimselerdir.
16- A'rabilerin geri bırakılmış olanlarına de
ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız.
Onlarla savaşırsınız veya müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size
güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız
sizi acıklı bir azaba uğratır.
17- Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur,
hastaya da vebal yoktur. Bununla beraber kim Allah'a ve peygamberine itâat
ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri
kalırsa, onu acı bir azaba uğratır.
11-14- "Yakında a'rabilerden geri kalmış,
olanlar sana diyecekler." A'rab: Bedevi'ler. Tevbe Sûresi'ndeki
"A'rabiler küfür ve nifak bakımından daha şiddetlidir." (Tevbe, 9/97
âyetinin tefsirine bkz.) Rasulullah (s.a.v) Hudeybiye senesi Umre için Mekke'ye
gitmek istediği sırada Kureyş'in bir hücumu veya mani olması ihtimaline karşı
Cüheyne, Müzeyne, Gıfâr, Eşca, Düil, Eslem kabilelerinin dahi seferber olarak
beraber hareket etmesini istemiş ve maksadı harp olmadığını anlatmak için
yanında kurbanlık hayvanlar da götürmüştü. Bu adı geçen bedevi kabileler
karşısında Kureyş, Sakif ve Kinâne ve Mekke'ye komşu Ehâbîş denilen kabileler
gibi büyük bir düşman görerek gitmekten çekindiler, henüz iman kalplerinde
yerleşmemiş olduğu için Resulullah ile beraber gitmeyip kaldılar, Muhammed ve
Ashabı bu seferden geri dönmez dediler. İşte burada Cenâb-ı Allah bunların bu
sözlerini ve edecekleri itirâzı Resulüne, henüz kendilerine ulaşmasından önce
bildirmiş ve öyle de olmuştur.
15- O geri kalanlar yani yine o adı geçen
bedevîler siz ganimetleri almak için gittiğinizde, diyecekler. Rivayet edilir
ki Allah Teâlâ peygamberine Hayber Gazâsı'nı emredip fethini vaad etmiş ve
oraya giderken o A'râbîlerin şöyle diyeceklerini de haber vermiş ve öyle de
olmuştur. Önce gitmediklerine pişman olarak a'râbiler o vakit diyecekler
bırakın bizi size ittibâ edelim ardınızca gidelim, böyle demekle Allah'ın
kelâmını değiştirmek isteyecekler. Çünkü Allah Teâlâ o ganimetleri bilhassa
Hudeybiye'de bulunanlara vaad etmiş iken onlara katılmaya kalkışarak Allah'ın vaadini
değiştirmek isteyecekler. De ki siz bize asla ittibâ etmeyeceksiniz, yani biz o
ganimetlere giderken asla arkamızdan gelmeyin bundan önce yani siz ittibâ'ya
hazırlanmadan önce Hudeybiye dönüşünde Allah hakkınızda böyle söyledi buna
karşı da diyecekler ki hayır bize haset ediyorsunuz, size ganimette ortaklık
edeceğiz, diye kıskanıyorsunuz. Hayır iyice anlamıyorlar, ancak pek az bir
anlayışları var, meselenin fıkhını, ilâhî yönünü anlayacak bir halde değiller,
ancak dünyaya ait az bir anlayışları var, ganimet denilince gelmek isterler de
ganimete ne ile, ne hak ile erişilir, peygambere karşı nasıl bir lisan
kullanılır, bilmezler; cehâletle haset ediyorsunuz derler. Tekid-i nefi
şeklinde ile tabi olmayı yasaklayan "Bize tabi olmayacaksınız." yasaklamasının
ebedi olmadığına ve ganimete ermek hakkının ancak Allah yolunda çarpışmakla
elde edileceğine tenbih ve gelecekteki olayları haber vermek için buyuruluyor
ki:
16- De ki o geri kalan A'râbilere: Siz ileride
şiddetli güç sahipleri yani kuvvetli harp ehli çetin bir kavme karşı davet
olunacaksınız, onlarla harp için çağrılacaksınız. Bazıları bu kavmin,
Müseyleme'nin kavmi olan Beni Hanife olduğunu rivâyet etmişlerdir ki bu davet,
Hz. Ebû Bekir zamanında oldu. Bazıları da Fürs diye rivayet etmişlerdir ki; Hz.
Ömer Medine, Cüheyne, Müzeyne A'rabını Faris harbine davet etmişti, diğer
bazıları da Rum demişlerdir ki bu davet de Mute ve Tebük gazvelerinde Hz.
Peygamber tarafından başlamıştır. Ebû Hayyân der ki, bu görüşler hasr için
değil, misal yoluyla söylenmiştir.
17-Önce ve sonra uygunsuzluk konusunda
mazereti olanlar için de buyuruluyor ki âmâya, yani köre vebal yoktur yani
gitmek için sıkıştırma yoktur kör, topal, hasta geri kalabilir, bunlar
özürlüdürler. Bununla beraber yasaklanmış da değillerdir. Kendi arzularıyla
gidebildikleri takdirde kendilerine mâni de olunmaz. Başkalarına yük olacak
derecede olmamak şartıyla karşı koymak yönünden sevaba bile erişirler. Nitekim
İbnü Ümmi Mektûm (r.a.) hazretleri a'mâ olmakla beraber Kadisiyye savaşlarının
bazısında bulunmuş, bayrak tutmuştu. Ebû Hayyân Bahir'de der ki: Eğer
müslümanların etrafı çevrilirse cihâdın farziyyetinde güç ve yeteri kadarıyla
onlar da görevlidir.
Geri kalanları ve özürlüleri andıktan sonra
samimi müminlerin halini açıklamakla buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
18- Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de)
sana bey'at ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı
bilmiş onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile
mükâfatlandırmıştır.
19- Allah onları elde edecekleri birçok
ganimetlerle de mükâfatlandırdı. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
20- Allah size, elde edeceğiniz birçok
ganimetler vaad etmiştir. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden
çekmiştir ki bu, müminlere bir işaret olsun ve Allah sizi doğru yola iletsin.
21- Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz,
ama Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah herşeye kâdirdir.
22- Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı
arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı.
23- Allah'ın öteden beri gelen kanunu budur.
Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.
24- O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan
sonra Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizide onlardan
çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.
25- Onlar inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram'ı
ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir.
Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle, mümin kadınları
bilmeyerek ezmek suretiyle bir vebalin altında kalmanız ihtimali olmasaydı,
Allah savaşı önlemezdi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır.
Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri
elemli bir azaba çarptırırdık.
26- O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu,
câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi.
Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve
güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Zaten onlar buna pek
layık ve ehil kimselerdi. Allah herşeyi bilendir.
18- "Andolsun ki o ağacın altında sana bey'at
ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur." İşte yukarıda adı geçen bu
bey'at, Hudeybiye de yapılan ve bu âyet sebebiyle Allah Teâlâ'nın rızasıyla
müjdelenmiş olduğundan dolayı Bey'atü'r-Rıdvân ismi verilmiş olan bey'attır.
Kıssayı tefsirciler şöyle özetlemişlerdir. Resül-i Ekrem (s.a.v.), Hudeybiye'ye
indiğinde Huzâîler'den Hıraş b. Ümeyye'yi Sa'leb adındaki devesine bindirip
Mekke'lilere gönderdi. Harp niyetinde olmayıp yalnız Kâbe'yi ziyaret ve Umre
için geldiğini bildiriyordu, bunu varıp onlara söyleyince deveyi vurdular,
kendisini de öldürmek için hücum ettiler fakat Ehâbiş araya girip kurtardılar.
O da gelip durumu Resulullah'a haber verdi, Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v)
Hz. Ömer'i göndermek için çağırdı: Hz. Ömer (r.a.) ya Rasulullah! dedi; onlar
benim kendilerine olan hiddet ve düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem,
şayet bir ezaya uğrarsam Mekke içinde beni savunacak hısımlarım Adiy
oğullarından kimse yoktur. Bundan dolayı Osman b. Affân'ı gönderseniz, orada
onun akraba ve taallukatı çoktur, hem onu severler, irâdenizi o bildirebilir.
Bunun üzerine Resulullah Hz. Osman'ı çağırdı, Kureyş'e gönderdi "Biz
onlarla muharebeye gelmedik, yalnız ziyaret ve Umre için geldik, bunu haber ver
ve kendilerini İslâm'a davet eyle!" dedi ve Mekke'de imana gelmiş bir
kısım erkeklere ve kadınlara varıp fethi müjdelemesini ve Allah Teâlâ'nın
dininin yakında Mekke'de ortaya çıkacağını haber vermesini de emretti. Bu
suretle Hz. Osman, Kureyş'e gitti, kendisini Ebân b. Said b. Âs karşıladı,
hayvanından indi, onu bindirdi ve kayırdı (himayesine söz verdi) böylelikle
Kureyş'e vardı, emrolunduğu haberi bildirdi, dediler ki: "İstersen sen
beyti tavâf et fakat hepinizin üzerimize gelip girmeniz olmaz ona yol
yok!" Hz. Osman (r.a.) "Resul-i Ekrem (s.a.v.) tavaf etmedikçe ben
tavaf edemem." dedi. Bunun üzerine onu alıkoydular, göz hapsinde tuttular,
beriden ise Resulullah'a ve müslümanlara "Osman katlolunmuş." diye
duyuldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), "O kavimle çarpışmadan
gitmeyiz." dedi ve Peygamber (s.a.v.)'in nidâcısı şöyle çağırdı: Haberiniz
olsun ki Resulullah'a Rûhu'l-Kudüs indi de ona bey'ati emretti, hemen çıkın
Allah Teâlâ adına Peygamber'e bey'at edin. Derhal müslümanlar fırladılar ve
Resulullâh'a bey'at ettiler. Bu bey'at bir ağacın altında olmuş idi ki bir
"semûre" ağacı idi. Denilmiştir ki, Resulullâh ağacın dibine
oturmuştu dallarından bir dal sırtının üzerine geliyordu, Abdullah b. Mugaffel
(r.a) demiştir ki: Ben baş ucunda dikiliyordum ve elimde ağaçtan bir dal vardı,
koruyordum dalı sırtından kaldırdım. Önünde ölmek ve kaçmamak üzere kendisine
bey'at ettiler, Resulullah onlara "Siz bugün dünya ehlinin en
hayırlısısınız." buyurdu. Müslim ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere
Cabir b. Abdullah (r.a.) "Biz Resulullah'a bey'ati kaçmamak üzere yaptık,
ölüme bey'at etmedik." demiştir. Buhari'de Seleme b. Ekvâ (r.a)'tan da
şöyle rivayet edilmiştir: Ben Resulullah'a ağacın altında bey'at ettim, demiş
ne üzerine bey'at ettiniz denildiğinde de, kaçmamak üzere demiştir. Müslim,
Ma'kıl b. Yesâr'dan da: Bey'at ederlerken Resulullah'ın yüzünden ağacın
dallarını tuttuğunu rivayet etmiştir. İlk bey'at eden Ebu Sinan-ı Esedî
olmuştur ki Ukaşe b. Muhsin'in kardeşi Vehb b. Muhsin'dir. Beyhakî'nin
Delâil'inde, Şa'bi'den rivayetine göre, bu zat Hz. Peygamber'e "Elini uzat
sana bey'at edeyim" dedi. Hz. Peygamber "Ne üzerine bey'at
edeceksin." buyurdu. "Nefsindeki ne ise onun üzerine." dedi.
Müslim'in rivayet ettiği Cabir hadisinde: Hz. Câbir: "Biz Peygamber
(s.a.v)'e bey'at ettiğimizde mübarek ellerini Ömer (r.a.) tutuyordu"
demiştir. Fakat bu, bey'atın sonlarına doğru olduğu anlaşılıyor. Zira Sahih-i
Buhari'de Nafi'den: Ömer (r.a.) Hudeybiye günü oğlu Abdullahı, Ensar'dan bir
kimsenin yanında bulunan atını, üzerinde savaş yapmak üzere getirmeye
göndermişti, Resulullah (s.a.v.) ağacın yanında bey'at alıyor, Ömer bilmiyordu,
Abdullah bey'ati yaptı, sonra gitti, atı getirdi, Ömer (r.a.) savaş için zırh
giyiyordu. Kendisine Resulullah'ın ağaç altında bey'atleştiğini haber verdi,
hemen beraber gitti Resulullah'a bey'at etti." diye de rivayet edilmiştir.
Demek ki ondan sonra Hz. Ömer, Resulullah'ın yorulmaması için mübarek elini
tutmuştu. Bir de Resul-i Ekrem (s.a.v.) sağ elini öbür eline vurup bu da
Osman'ın bey'ati demişti, müşrikler bu bey'ati işitip korktular ve Hz. Osman
ile müslümanlardan bir topluluğu da salıverdiler, bu Bey'at-i rıdvan'ı yapan
müminlerin adedi en sahihi rivayete göre bin dört yüzdür. Binbeşyüz kadar ve
daha fazla rivayetleri de vardır. Denilmiştir ki birinde küçükler ve tabiler
sayılmamış, diğerinde hepsi sayılmıştır, orada olanlardan hiç bey'at etmeyen
kalmamış yalnız Cedd b. Kays adında bir münafık devesinin karnı altına
gizlenmiş kalmış idi. Nâfi'den rivayet edildiğine göre altında bey'at yapılan
semüre ağacına daha sora insanlar gidip yanında namaz kılar olmuşlardı. Hz.
Ömer işitti, o ağacın kesilmesini emrediverdi, henüz cahiliyye âdetini
unutmayanların fitneye tutulup Allah'tan başkasına ibadet etmesinden
sakınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den hadiste geçmiştir ki; "Rıdvan
bey'atinde bulunan kimse ateşe girmez." Bu âyette de yemin ile "Allah
razı oldu." buyurmuştur. Ebu Hayyân der ki: Burada rıza üzerlerine
nimetlerin açıklanması manasına ilâhî sıfattır. Zati sıfat değildir. Çünkü
"Sana bey'at ettikleri zaman..." diye zaman ile kayıtlanmıştır. Netice
olarak; ism-i celiline yemin olsun ki Allah, o müminlerden hoşnut oldu o ağacın
altında sana bey'at ederlerken çünkü kalplerindekini bildi, doğruluk ve
samimiyetlerini ve müşriklerin hareketlerine karşı üzüntü ve heyecanlarını
bildi de üzerlerine o sekineti indirdi, sulha yatıştırdı. Ve onları yakın bir
fetihle mükâfatlandırmıştır. Mekke'den dönüşte Hayber'in fethini kendilerine
bir mükâfat olarak vaad etti. Bir de harpsiz olarak Hecr arazisi fetholunmuştu
ki, bir çok zaman hâsılâtından faydalandıkları güzel bir fetihtir. Hasan-ı
Basrî; "yakın fetih"ten maksadın, bu olduğunu söylemiştir. Diğerleri
ise Hayber demişlerdir.
19- Elde edecekleri bir çok ganimetler de
mükâfat verildi. Bu çok ganimetler, Hayber ganimetleridir ki atlıya iki hisse
yayalara bir hisse, olarak paylaştırılmıştır.
20- Daha Allah sizlere bir çok ganimetler vaad
buyurdu ki onları alacaksınız. Bunlar da kıyamete kadar müslümanların fetihleri
ve alacakları ganimetlerdir. Şimdilik bunu size peşin verdi. Vaad edilen birçok
ganimetlerden önce Hayber ganimetlerini acilen verdi. Ve sizden insanların
ellerini çekti. Hayberliler'in müttefikleri olan Eset ve Gatafan kabileleri
onlara yardım etmek istediler de korkup kaçtılar. Hudeybiye andlaşması ile
Kureyş'in de eli çekildi, Hendek vakasında olduğu gibi müslümanlara saldırmak
isteyen düşmanların güçleri kırılıp bundan sonra İslâm devletinin güvenlik
bölgesine girdi. Hem de müminlere bir işaret, gelecekte vaad edilen fetihler ve
savaş ganimetlerinin gerçekleşmesine bir görüntü ve işaret olsun ve sizi doğru
bir yola iletsin, muvaffak kılsın ki o yol tek başına ve bağımsız olarak
Allah'a ve Allah'ın nimetine güvenme yoludur.
21- Bu peşin'den başka diğer bir ganimeti daha
isabet ettirdi ki ona henüz gücünüz yetmedi, yani daha elinize geçmedi Fakat
Allah onu muhakkak surette kuşattı, yani zaferinizi takdir etti ve kesin olarak
vaad etti, müminler için korumaktadır ki bu da Havazin veya Faris
ganimetleridir. Daha da Allah herşeye kadirdir. Onu verdikten sonra daha neler
neler verebilir.
22- Ve eğer o küfredenler sizinle
savaşsalardı, yani Mekkeliler andlaşma yapmayıp sizinle savaşsalardı. Muhakkak
arkalarına dönüp kaçacaklardı, çünkü Allah, sizin bey'atinizden hoşnut olmuş ve
topluluğunuzu takdir etmiş idi, onun için kaçacaklardı. Sonra da ne koruyacak
bir dost ne de öc alacak bir yardımcı bulamayacaklardı.
23- Allah'ın öteden beri süregelen kanunu,
adeti böyle yani O'nun peygamberi'nin galip gelmesi eski ümmetlerden beri
cereyan edegelen bir adetidir. Sen de Allah'ın kanununda asla bir değişiklik
bulamazsın, fakat sulh sayesinde onlardan da bir çoğuna iman nasip olarak
kurtulacaklardır.
24- Mekke'nin göbeğinde size onların üzerine
bir zafer verdikten sonra ellerinizi çekti. Bu zafer nasıldı? Önce:
Müslümanların Hudeybiye'ye kadar varıp da orada ordu kurmaları bile bir
zaferdi. Çünkü Halid b. Velid iki yüz kadar Kureyş atlısının kumandanı olarak
Kürâi Gamim'e kadar gelmişti, ashaba yaklaşmak istedi, Resulullah, Abbâd b.
Bişr'i görevlendirdi o da atlıları ile ileri vardı, karşılarında saf tuttu,
öğle vakti olmuştu, Resulullah korku namazı kıldı, Halid çekildi, gitti,
Resulullah da yolu sağ tarafta yokuşa durup Hudeybiye'ye kadar vardı, diye
haber verilmiştir. İkinci olarak; Tirmizî ve daha başkaları Hz. Enes'ten
rivayet etmişlerdir ki; seksen kişi sabah namazı vakti, peygamberi öldürme
niyetiyle Ten'im dağı tarafından peygamber ve ashabının üzerine inmişlerdi,
yakalandılar sonra da Peygamber onları serbest bıraktı. Bir de bu âyetin Mekke
fethi hakkında olduğuna dair İmam-ı Âzam Ebu Hanife hazretlerine dayandırılan
bir söz vardır.
25-Öyle zafer elvermişken el çektirmenin
hikmeti açıklanmak üzere buyuruluyor ki: Onlar o kimselerdir ki küfredip
sizleri Mescid-i Haram'dan ve bekletilen o kurbanlık hediyeleri, yerine yani
kurban edilmesi helal olan yerine, Minâ mevkiine varmaktan men ettiler. Bundan
dolayı azab ve kötü akıbete layık idiler, bu hediyeler yetmiş adet kadar vardı.
El çektiren sebebe gelince Eğer onların arasında bir kısım imân etmiş erkekler
ve imân etmiş kadınlar bulunmasa idi ki siz onları bilmiyordunuz, şahıslarıyla
tanımıyordunuz. Eğer onları bilmeyerek çiğnemeniz çiğneyip, de o yüzden size
bir vebal gelecek olmasa idi; müminin hata ile öldürülmesinden dolayı keffâret
ve diyet gibi bir sorumluluk veya dindaşı öldürmek gibi düşman nazarında
ününüze leke getirecek veya vicdan azabı verecek bir gürültü patırdı veya günah
olmasa idi...
MEARRE: Uyuz hastalığı gibi rahatsız eden
maddi veya mânevî dert ve zorluk veya borç ödeme ve günah demektir. Burada
bazıları diyet, bazıları keffâret, bazıları günah, bazıları da kâfirlerin
serzenişi veya vicdanda acı ve sıkıntı ile tefsir etmişlerdir. İbnü Atıyye der
ki; günah ve diyet sözleri zayıftır, çünkü dar-ı harp'de imanı gizli olan bir
müminin öldürülmesinde günah ve diyet yoktur... Keffâret hakkında da imamların
ihtilâfı vardır. Âlûsî şunları kaydetmiştir: Fusûl-i İmâdiye'de Fıkıh'a dair
Te'sisü'n-Nazar'dan naklen şöyle zikreder: Bizim ashâbımız yani Hanefiler
demişlerdir ki, dâr-ı harb, şüpheler ile düşenlerin vücubunu men eder, zira
bizim hükümlerimiz onların yurdunda geçmez, onların yurtlarının hükmü de bizde
geçmez. Şâfiîlere göre ise dâr-ı harb "Şüphe ile düşen şeylerin"
varlığına mani olmaz. Bunun açıklaması: Bir harbî dâr-ı harb'de Müslüman olsa
da eman ile kendi yurtlarına girmiş olan bir müslümanı öldürse bize göre kısas
da, diyet de yoktur. Şâfiîlere göre ise kısas vardır. Bunun gibi iki müslüman
eman sahibi olarak dâr-ı harb'e girseler de birisi diğerini öldürse yine hüküm
böyledir: bizce kısas yok, Şâfiîlerce vardır. Sonra Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve
Muhammed arasında ihtilaflı bir mesele de zikretmiş de demiştir ki, iki esirin
birisi arkadaşını dâr-ı harb'te öldürse Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'a göre ona
keffâretden başka bir şey gerekmez. Çünkü esir onların elindedir, ehl-i
harb'ten birisi gibi olmuştur. Fakat İmâm-ı Muhammed'e göre diyet vacip olur.
Zira esire kendi nefsinin hükmü vardır. Yalnızca kendi nefsindeki hükme itibar
olunur... Kâfi'den de şu meseleyi nakleder: Bir kimse dâr-ı harp'te müslüman
olmuş da bize hicret etmemiş bir müslüman da onu bilerek veya hata ile öldürmüş
ve onun orada müslüman varisleri de bulunmuş olsa eğer kasten öldürmüş ise bir
şey ödemeye mecbur olmaz, hata ile öldürmüş ise keffâreti ödemesi gerekir,
diyeti değil.Zemahşerî şöyle der: Onları bilmeyerek öldürdüklerinde isabet
edecek vebal ve zarar nedir? dersen derim ki: Diyet ve keffâretin vücubu ve
dindaşlarını bilip ayırmayarak bize yaptıklarını yaptılar, diye kâfirlerin kötü
sözleri, bir de biraz kusur var ise günah var, demektir. Ancak diyetin vacip
olması dâr-ı İslâm'da veyahut "Eğer kendileriyle aranızda andlaşma bulunan
bir toplumdan ise..." (Nisâ, 4/92) kaydıyla kayıtlı olduğu unutulmaması
gerekir.
Tefsirciler derler ki, burada icaz hazif
vardır. 'nın cevabı kelâmın delâletiyle hazfedilmiştir ki demektir. Yani o iman
edenler olmasa idi "onlardan ellerinizi çekmezdi." Bununla beraber
Zemahşerî der ki: ile bir mânâya yönelik olmak itibarıyla bir tekrar gibi olup
'nın cevab, olması da caiz olur... Keşşaf'ın haşiyecisi İbnü Münir Ahmed de
bunu teyid ederek şöyle der gerçi bir vücuddan dolayı çekinmeye delâlet etmek
itibarıyla aralarında zıtlaşma varsa da burada ya dahil olmuş, çekilme de
olmamaya dönük olduğundan mânâ yönünden birleşmiş olurlar. Dedem merhum bu
ikinci vechi uygun bulur ve buna "tatrie yani tazelemek" derdi ve
çoğunlukla söz uzayıp öncesi uzaklaşarak sonunun başlangıca reddine ihtiyaç
meydana geldiği zaman yapılır. Bazan aynı lafız ile bazan da onun mânâsını
yerine getirecek diğer bir lafızla tazelenir. Bunun bir çok misâli geçmiştir...
Bu vecih, haziften kurtulduğu için bizim de hoşumuza gider gibi ise de çokları
öncekini tercih ediyorlar. Aslında şu cümlenin cevab ile bağlantısı da tercihin
sebeplerinden sayılır. Allah dilediğini rahmetine eriştirmek için, bu cümle
sözün gelişinden anlaşılan ve âyetin konusu olan mânâya bağlıdır ki mantık
tabirine göre kaziyye-i şartıyyesi'nin istisnai mukaddimesine illettir. Bu
istisnâya mahzuf olan cevabın zıddını istisnâ eden hükmü kaldırıcı bir
mukaddimedir. Mânâ şöyle demek olur: Yani "O iman eden erkek ve kadınlar...
bulunmasa idi ellerinizi ondan çekmezdi fakat ellerinizi onlardan çekti, çünkü
Allah dilediğini rahmetine koyacaktır." Bu mânâya göre cevabın burada
takdir edilmiş olması gerekir. Bizim bir düşüncemize göre ise burada sözün asıl
konusu olan istisna edilmiş olan tali derecedeki mukaddimenin değil de
mukaddemin zıddını istisna ederek mânâda hüküm koyucu mukaddimeye yönelik bir
hükmü kaldırıcı mukaddime olmak üzere takdir etmek 'nın konulmasına daha uygun
olacaktır. Çünkü geçtiği üzere 'nın konulması dahil olduğu şeyin varlığından
dolayı cevabının çekinmesini ifade etmektir. Buna göre mânâ şu olur: Eğer o
iman edenler... mevcut olmasa idi.. fakat mevcut oldular, çünkü Allah
dilediğine rahmetine koyacağı için onların imanlarını dilemiş idi. Dolayısıyla
o yüzden size bir vebal gelmesin diye ellerinizi onlardan çekti. Kadı
Beydâvî'nin burada "Yani bunlar, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine
sokması için oldu." diye tefsir etmesi bu mânâyı andırır. Bu mânâya göre
cevap, sonraya bırakılmış olacaktır. Şu da bir tekrarlama değil, daha çok bir
açıklamadır: "Çekilebilselerdi" cemi' müzekker zamirleri, erkek ve
kadının birarada olması halinde ikisini de kapsadığından burada da mümin erkek
ve mümin kadınların hepsi kastedilmiştir. Bununla beraber, müminler ve kâfirlerin
hepsine hitap olması ihtimali de söylenmiştir. Tezeyyül, fark ve temyiz yani
ayrılıp seçilmek demektir. Yani o mümin erkeklerle mümin kadınlar, kâfirlerin
içinden ayrılıp da çekilebilseler, çiğnenmeksizin oradan ayrılıp sizden tarafa
geçebilselerdi, yahut kâfirlerle müminler fark edilebilselerdi onlardan yani
Mekke halkı içinden küfredenleri elbette acı bir azab ile azablandırırdık; ya
öldürülürlerdi ya da esir edilirlerdi.
26- O vakit ki o küfredenler kalplerinde o
taassubu kaynatmıştı. Burada in yukarıdaki ya veya mukadder kelimesine taalluku
dahi uygun bulunmuş ise de görünen ve yakın olan ya müteallik olmasıdır.
HAMİYYET, namus gayretiyle kızmak, bir şeyden
arlanarak vazgeçmek, demektir. Ragıb der ki: Öfke kuvveti kabarıp çoğaldığı
zaman hamiyyet denilir. "Filana karşı hamiyyete geldim." kızdım
demek, ona öfkelendim demektir... O cahiliyye hamiyyeti, cahiliyye milletinin
hamiyyeti veya cahiliyyet hamiyyeti yani cahillik hamiyyeti veya cahilane
hamiyyet ki, yerinde olmayan mânâsız hamiyyet yahut hakkı kabule mani olan
hamiyyet. Nitekim yazılmasını istememişler. "Allah'ım senin adınla."
yazılsın demişlerdir. "Resulullah denilmesini kabul etmemişler, Kâbe'nin
ziyaretini bu sene için durdurup gelecek seneye bırakmak istemişlerdi de ona
karşı Allah, gerek Resulünün üzerine ve gerekse müminlerin üzerine sekînetini
indirdi. Sûrenin başında açıklandığı üzere hak inancı ile kalplerdeki heyecanı
sükûnete erdirip hilim ve vakar verdi. Rivayet olunur ki, Kureyş, Süheyl b. Amr
el-Kureyşi'yi ve Huveytıb b. Abdiluzza'yı ve Mükriz b. Hafsı Ahyef'i, gelecek
yıl Mekke Kureyş tarafından üç gün boşaltılmak üzere bu senelik geri dönmesini
Resulullah'a bildirmek için göndermişlerdi. Resulullah da kabul etti,
aralarında bir andlaşma metni yazdılar. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hazret-i Ali
(r.a.)'ye yaz, buyurdu Süheyle ve arkadaşları biz onu tanımıyoruz yaz dediler.
Sonra yaz: "Bu, Resulullah'ın Mekke'lilere yaptığı andlaşma
şartlarıdır." buyurdu buna da: Biz senin Allah'ın elçisi olduğunu bilsek
seni Beytullah'tan men etmez, harbe kalkışmazdık fakat "Bu, Muhammed b.
Abdullah'ın yaptığı andlaşmadır." yaz dediler, Peygamber Efendimiz: Ben
şehadet ederim ki, ben Allah'ın elçisiyim ve ben Muhammed b. Abdulah'ım, yaz
arzularını buyurdu. Müslümanlar bundan üzüntü duydular, onların tekliflerini
kabul etmek istemediler, herifleri tutuvermeyi kurdular, derken yüce Allah
üzerlerine sekînetine indirdi de hilm ve vakar ile yumuşadılar, yatıştılar...
İbnü Cerîr'in zikrettiğine göre; Resulullah tavaf etmek için Kâbe'nin
boşaltılması şartını teklif etmişti, Süheyl, sıkışmışlar diye Arab'a söz
ettirmeyiz, bu sene olmaz fakat gelecek sene dedi, yazıldı; sonra Süheyl şu
şartı teklif etti: Bizden sana bir adam gelirse senin dininde dahi olsa bize
geri gönderirsin, dedi. Müslümanlar: Sübhanallah, müslüman olarak gelen bir
adam müşriklere nasıl geri gönderilir? dediler. Bunun görüşülmesi sırasında
Süheyl'in oğlu Ebû Cendel kendisine vurulmuş olan ayak zincirleriyle sekerek
Mekke'nin altından çıkmış, kendisini müslümanların arasına atmıştı, babası Süheyl,
Ya Muhammed! ilk önce ben bunun bize geri verilmesini isterim, dedi.
Resulullah, gel bunu benim için kurtar, buyurdu. Senin için kurtarmam, dedi.
Etme yap! buyurdu. Yapmam dedi, arkadaşı Mükriz yanında idi, biz senin için
müsaade ederiz dediler, Ebû Cendel de öteden, ey müslümanlar! Ben size müslüman
olarak gelmişken müşriklere geri mi iade edileceğim? Görmüyor musunuz ne
haldeyim? dedi, Allah yolunda çok azab çektirilmişti, bu noktada Hz. Ömer
dayanamamış, Hz. Peygamber'e gelmiş, demişti ki: Biz hak üzere değil miyiz?
Resulullah, evet buyurdu, o halde niçin dinimizde bu zillete söz veriyoruz?
dedi. Ben Allah'ın Resulüyüm, O'na asî olmam, O benim yardımcımdır buyurdu. Ya
sen bize Beytullah'a varacağız, onu tavaf edeceğiz demiyor muydun? dedi. Evet
ama, bu sene varacağız dedim mi sana? buyurdu. Hayır dedi. Öyleyse yine
varacaksın, tavaf edeceksin, buyurdu.
Sonra Ebû Bekir'e varıp: Bu gerçekten Allah'ın
Peygamberi değil mi? dedi,
Ebû Bekir evet dedi. Biz hak üzere değil
miyiz? dedi, Hakk üzereyiz dedi, o halde dinimizde bu zillete niçin söz
veriyoruz? dedi. Ebu Bekir demişti ki: Be hey adam, o Allah'ın Resulüdür,
Rabbine isyan etmez, sen ölünceye kadar onun eteğine iyi yapış, vallahi o
şüphesiz hak üzerindedir. Ya bize Beytullah'a varacağımızı ve tavaf edeceğimizi
söylemiyor muydu? dedi. Evet ama sana bu sene varacaksın dedi mi? Hayır dedi. O
halde varacaksın ve tavaf edeceksindir, dedi. Hz. Ömer bunu kendisi nakletmiş
ve Peygamber'e karşı müslüman oluşundan beri bir kere olmak üzere yaptığı bu
kusurdan dolayı da daha sonra keffaret olmak üzere bir çok ameller yapmıştır
ki, onları Hadis ve Siyer kitapları anlatırlar. Muhammed Sûresi'nin 35.
âyetinde "Gevşeklik etmeyin ve daha üstün olduğunuz halde barışa
çağırmayın." buyurulmuş olduğundan dolayı, müslümanların ve Hz. Ömer'in bu
heyecanları, zâhire göre bir vazife demektir. Rıdvan Bey'ati de böyle bir
heyecanla yapılmıştır. Fakat Allah Teâlâ bu barışı yaptırmakla bir çok erkek ve
kadın müminleri kurtaracak ve bunu apaçık bir fethin başlangıcı yapacaktır. Bunun
için o kâfirlerin hamiyyeti, cahiliyye dürtüsü ile İslâm'a karşı gösterdikleri
inada karşı Yüce Allah, hem Resulünün hem müminlerin üerine sekînetini
indirerek bu heyecanları yatıştırdı, görülüyor ki burada hamiyyet, halkın fiili
gösterilmiş; sekînet, Allah'a ait kılınmıştır. Bununla o cahilane hamiyyetin,
yapılmış kötü bir fiil, buna karşı sekînetin ise ilâhî ve kutsî bir ihsan
olduğu anlatılmıştır. Bir de "Peygamberinin üzerine ve müminlerin üzerine
kendi sekinetini." (Fetih, 48/26) buyurulmuş "Resulünün ve müminlerin
üzerine" denilmekle yetinilmemiştir. Bunda da sekinetin her birine layık
bir şekilde indirilmiş olduğuna bir işaret vardır. Bu şekilde Allah Teâlâ
sekinetini hem Resülünün üzerine hem de müminlerin üzerine indirdi ve onları
takva sözü üzerinde durdurdu, benimsetti.
TAKVÂ, Allah'ın korumasına girmek, emrini
tutup azabından korunmaktır. "Kelime-i takvâ" tamlaması, ihtisas veya
ednâ mülâbese veya beyâniyye olabilir: Birincisi, sebebin müsebbebine izâfeti
şeklinden olarak: Takva için şart olan, gerekli olan kelime, korunmak için
zarurî olan kelime; İkincisi, takva ehlinin kelimesi, konunanların alameti olan
kelime. Üçüncüsü, takva kelimesi, takvanın aslı demek olur. Bir çokları takva
sözünden maksat, kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet olduğunu söylemişlerdir.
Zira bütün takvanın baş ve esas şartı odur. O'nun için Muhammed Sûresi'ndeki
"Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur! (Ey muhammed!) Hem kendinin, hem de
mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlamasını dile!"
(Muhammed, 47/119) buyurulmuş idi. Tirmizî ve Abdullah b. Ahmed ve Dârekutni ve
diğerleri Übeyy b. Kaab'dan merfu olarak rivayet etmişlerdir ki, takva kelimesi
'dır. İbnü Merdüye dahi Ebû Hüreyre'den ve Seleme b. Ekvâ'dan öyle rivayet
etmiştir. Ebû Hüreyre'den bir rivayette beraberdir. Ahmed ve İbnü Hıbbân ve
Hâkim de Humrân'dan rivayet etmişlerdir ki: Osman b. Affan (r.a.); Resulullah
(s.a.v.)'den işittim, buyuruyordu: "Ben bir kelime bilirim ki onu
kalbinden inanarak söyleyen kul, ateşe haram olur." dedi. Bunun üzerine
Ömer b. Hattab (r.a.) da dedi ki: Ben size söyleyeyim nedir o? O ihlas
kelimesidir ki Allah Teâlâ onu Muhammed'e ve ashâbına gerekli kıldı ve o takva
kelimesidir ki Peygamber (s.a.v.) amcası Ebû Talib'e vefatı esnasında telkin
etmişti: Ebû Hayyan'ın nakline göre Hz. Ali'den ve İbnü Ömer ve İbnü Abbas'tan
rivayet olunmuştur. Hz. Ali'den ve İbnü Ömer'den diye, Misvet b. Mahreme'den
diye, Atâ b. Ebî Rebâh'tan ve Mücâhid'den diye rivayet de olunmuştur. Hasan-ı
Basrî'den nakledildiğine göre bazıları da sebat ve ahde vefa demişlerdir yani
barış andlaşmasında sebat ile andlaşma hükümlerini yerine getirmeyi
kabullenmişlerdir. Buna göre takva kelimesi barış akdi, diğer bir tabirle barış
andlaşması demek olur. Çünkü bununla erkek ve kadın müminler korunacak, ilerisi
için hazırlanacaktı. Bunu da önceki mânâda bulmak mümkün ise de bu mânâ, âyetin
ifade şekline daha yakındır. Nitekim şöyle buyuruluyor: Ve onlar buna pek lâyık
ve ehil kimselerdi. O müminler ilm-i ilâhîde o kelimeye daha lâyıktılar ve hem
de ehildiler, öyle bir kelimeyle korunmak, diğerlerinden daha çok onların
hakları idi, hem de onu korumaya ve ona uymaya ehil olan, müşrikler değil,
onlar idi, çünkü Allah onlardan razı olmuştu, o cahiliyyet taassubu sahibi
müşrikler, korunmaya lâyık olmadıkları gibi, onu koruma ve devam ettirme
ehliyetine de sahip değildiler. Nitekim öyle oldu; müminler korundu ve güzel
âkıbet onların oldu. Burada zamirlerini yukarıda sözü edilen Mekke'ye
gönderenler de olmuştur. Yani müminler o Mekke'ye müşriklerden daha layık ve
ehil oldukları halde, Allah o hikmete uygun olarak böyle, takvaya sarılmayı
emir buyurup harb ettirmedi. Ve Allah herşeyi bilendir. Gerçekte bu barış
müslümanlar için apaçık bir fethin başlangıcı olmuş ve çok geçmeden müslümanlar
öyle çoğalmıştır ki bu sefer Hudeybiye'ye yalnız bin beş yüz kişi ile gelebilen
müslümanlar, iki sene sonra onbin kişilik desteklenmiş bir ordu ile Mekke'nin
fethine gitmişlerdir.
Meâl-i Şerifi
27- Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını
doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve
saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah
sizin bilmediğinzi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.
28- Bütün dinlerden üstün kılmak üzere,
Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.
29- Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında
bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları
rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler.
Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki
vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış,
gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine
benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp
kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara
mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.
27- Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını
gerçek çıkardı. Hak olarak yahut imanında sabit olanlarla olmayanları
ayırdetmek gibi hak bir sebep ve hikmet ile doğru gösterdi, yahut doğru
çıkardı, yalan çıkarmadı. Resulullah, Hudeybiye'ye çıkmazdan önce görmüştü ki:
Kendisi ve ashabı güvenlik içinde başlarını kazıtmış ve kırkdırmış olarak
Mekke'ye girmişlerdi. Bunu ashabına söylemiş onlar da peygamberin rüyasının hak
olduğunu bildiklerinden sevinmişler, müjdelenmişler ve bu sene gireceklerini
zannetmişlerdi; nitekim Hz. Ömer'in söyledikleri yukarıda geçmişti. Halbuki o
daha sonra olacaktı, onun için geri kalarak Medine'ye dönülünce münâfıklardan
Abdullah b. Übeyy, Abdullah b. Nüfeyl ve Rifâa b. Haris: Vallahi ne kazıttık,
ne kırkdırdık, ne de Mescid-i Haram'ı gördük, diye dokunmak istemişler onun
üzerine bu âyet nazil olmuştur. Demek ki bu âyet Medine'ye döndükten sonra
indirilmiştir. Bu sebeble peygamberin o rüyası yemin ve te'kidlerle
kuvvetlendirilmiş sözle ve fiille tasdik ve teyid edilerek açık bir vahiy ile
beyan ve kesin bir vaadle ilân edilmek üzere buyuruluyor ki: Bu hem rüyayı
açıklama, hem de açık bir vahiy ile yeni baştan müjde ve ilândır. kasem yani
yemin, tekid'dir. Âyetin mânâsı demektir. Yani siz müminler vallahi, o Mescid-i
Haram'a kati olarak gireceksiniz inşaallah. "İnşâallah" kaydında da
bir kaç incelik vardır:
Birincisi; bu gibi vaad yerlerinde talim
içindir.
İkincisi; o giriş kendi güçleriyle değil,
Allah'ın dilemesiyle olduğuna dikkat çekmek içindir.
Üçüncüsü; muhataplar içinde o zamana kadar
vefat edecekler bulunabileceğine işaret olmak üzere cemaatin mevcut fertlerine
göre bir ihtimale işaret içindir. İnşaallah öyle gireceksiniz ki güvenlikler
içinde, rahat rahat başlarınızı kazıtmış ve kırkdırmış olarak yani kiminiz
kazıtmış kiminiz kırkdırmış bir halde, İhram'dan çıkarken tıraş olmak hacc veya
umre'nin menâsikindendir. Buradan anlaşılır ki kazıtmak vacip değildir. Taksir,
yani kırkmak, kısaltmak da caizdir. Şu kadar var ki, önce ifade edildiğinden
dolayı kazıtmak daha iyidir. Haber'de geçende öyledir. Buhârî, Müslim ve
diğerlerinde rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) "Allah'ım başını
kazıtanları mağfiret et" buyurdu. "Ya Resulullah! ya
kısaltanlar?" dediler. Hz. Peygamber: " Allah'ım, başını kazıtanları
mağfiret et!" buyurdu. Üç kere yine "Ey Allah'ın Resulü! ya
kısaltanlar?" dediler. "kısaltanları da" buyurdu. Kadınlara
gelince Ebû Dâvud ve Beyhakî, sünnette "kadınlara kazıtmak yoktur"
demişlerdir. Korkunuz olmayarak yani girerken emin emin girdikten sonra da
korkmayacaksınız, güvenli tam bir fethe erişeceksiniz, bu muhakkaktır. Allah
bunu gerçek olarak dosdoğru gösterdi. Fakat sizin bilmediğiniz bir şey, bir hikmet
bildi de ondan önce, o girişten önce yakın bir fetih yaptı. Hudeybiye barışını
elde ederek Hayber fethini yaptı ve bunu o rüyanın doğruluğuna bir delil ve
alâmet kıldı. Hem bu açık fetih, Mekke'nin fethi ile kalacak da değil.
28- O Allah'tır ki, Resulünü hidayetle ve hak
din ile gönderdi. Resulü şimdi geleceği üzere Muhammed (s.a.v.)'dir. Hüdâ,
doğru yol gösteren delil, "Müttakiler için yol gösterici." (Bakara,
2/2), "İnsanlar için yol gösterici ." (Al-i İmran, 3/4) olan Kur'an.
HAK, Allah'ın güzel isimlerinden, DİNİ'L-HAK,
hakkın dini, bütün insanlığın hukukunu yüklenen, Hak Teâlâ'dan başkasına
ibadeti kabul etmeyen İslâm dini ki onu dinin hepsinin üzerine hakim ve galip
kılmak için, din denilen herşeyin üzerine çıkarmak hepsine galip ve üstün
kılmak için ki bu üstünlük iki yönlüdür: Birisi ilim yönünden delil ve vesikada
üstünlüktür ki "hidayetle" buna işarettir. Birisi de, amel yönünden
fiiliyatta üstünlük ve hakimiyettir ki, dini'l-hak, tabirinde de bunun
gerçekleşmesine işaret vardır. İslâm ile çarpışmak isteyen dinlerin, hepsi
muhakkak mağlub olacaktı. Bunlardan birincisinin tamamen ortaya çıktığında
şüphe yoktur. İslâm dini, ilim yönünden her dine galiptir; ikincisi ise tarihte
bir dereceye kadar gerçekleşmiş ve bir zamanlar müslümanlar her kavme galip olmuş
ise de bunun tamamı daha çok geleceğin gelişmelerinin bağrındadır. Bazıları
bunun İsâ'nın inmesinde olacağını söylemişlerdir. Daha iyisini Allah bilir..
(Tevbe Sûresi'nde bu âyetin benzeri olan 33. âyetin tefsirine bkz.) Şahid
olarak da Allah yeter.
29-O indirdiği âyetler ve fiilen ortaya
koyduğu mucizeler ile şehadet eder, ki Muhammed Allah'ın resulüdür. Bundan
dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da O'dur.
Allah'ın bu şehadetine karşı Muhammed Allah'ın Resulüdür demek istemeyen
kâfirler gerçekte kendileri zarar etmiş olurlar. Onunla beraber olanlar da
kâfirlere karşı çok çetin, çok şiddetlidirler, onların küfürlerine karşı
zayıflık, yılgınlık göstermez, sert ve güçlü davranırlar. Onun için barış
görüşmeleri sırasında kâfirlerin sözlerine karşı galeyana gelmişlerdi. Fakat
kendi aralarında merhametlidirler. Birbirlerine karşı çok yumuşak çok nazik,
merhametli hareket ederler. Onun için aralarında hak sözü üzerinde toplanmaları
da kolay olur. Onları hep rükû ve secde halinde görürsün, o kadar namaz
kılarlar, öyle itaatkâr ve ibadetlerine düşkündürler. Allah'tan lütuf ve rıza
isterler, daha fazla sevab ve hoşnutluğunu isterler, öyle çalışırlar ve daima
Allah'ın rızasına doğru ilerlemeyi düşünürler. Yüzlerinde secdelerin izinden
nişanları vardır. Allah için ihlas ile secde edip durdukları yüzlerinin temiz
ve parlayan nûrânîliğinden bellidir. Bir Hadis-i Şerif'te "Gece namazı çok
olanın, gündüz yüzü güzel olur." Ebû's-Suûd tefsirinde der ki: "Çok
secde etmekten meydana gelen izdir." Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet
olunan "Yani suratlarınızı sertleştirmeyiniz, sertlikle
damgalamayınız." hadisi ile geçen yasaklama, alınlarını yere sürterek o
simaları meydana getirmeye çalışanlar hakkındadır ki o sırf gösteriş ve
fitnedir. Buradaki söz ise yalnız Allah için secde eden tam samimi secde
edenlerin yüzlerinde meydana gelen izdir. Mücâhid'den rivayet edildiğine göre:
İbnü Abbas demiştir ki: âyetindeki iz, göreceğiniz iz değil fakat İslâm
çehresi, karakteri, tavrı, vakar ve tevazuudur. Bazı müfessirler de bunu
dünyadaki secdelerinden, namazlarından kıyamet günü yüzlerinde meydana çıkacak
nur diye rivayet etmişlerdir. "Yüzlerinde refahın parıltısını
tanırsın." (Mutaffifîn, 83/24), "Birtakım yüzlerin ağardığı
gün.." (Al-i İmran, 3/106) o zikredilen özellik onların Tevrat'taki
vasıflarıdır. Tevrat'ta misal olarak zikredilen hayret edilecek sıfatlarıdır.
İncil'deki sıfataları da şudur: Bir ekin gibi ki filizini çıkarmış, yani çimi
sürgünü yarmış, çatallanmış derken onu kuvvetlendirmiş, başak çıkarmaya
başlamış derken kalınlaşmış derken safları üzere bir düzeye dizilmiş
gövdelerinde zayıflık yok, yatık değil, dik ve düzgün, öyle güzel bir terbiye
ile muntazam bir şekilde yetişmiş, öyle düzgün, öyle dolgun, öyle bereketli
öyle ki ekincilerin hoşuna gider, toprak sahipleri ve eğitim öğretim üstadları
onları gördükçe imrenir. İşte Resulullah ve ashabı böyle hoş, mükemmel,
intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Resulullah'ın
ahlâkının bereketi, eğitim ve öğretimiyle ümmetine ruh ve cisim yönlerinden
verilen hayati düzen ve neşenin bir ifadesi ve Mekke fatihlerinin bir geçit
resmi vardır. Katâde ve Dahhâk'tan rivayet olunan tefsire göre bu tasvir
Muhammed ümmetinin İncil'de zikrolunan sıfatlarıdır. İncil'de bir kavim çıkacak
ki ekin yetişir gibi yetişecekler, onların içinden de bir kavim çıkacak
iyilikleri emredecek ve kötülüklerden nehyedecekler, diye yazılmış olduğu da
nakledilmiştir. Fakat diğer bir kısım müfessirlere göre üzerine atfedilerek
yukarının kaydıdır yani "O Tevrat'taki ve İncil'deki sıfatlarıdır."
demektir. Allah tarafından yeni bir temsildir. Keşşaf sahibi, şöyle der: Bu bir
misaldir ki yüce Allah bunu İslâm milletinin başlayışı ile gelişme şekli
hakkında getirmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) yalnız olarak kıyam etti,
sonra Allah Teâlâ onu ekinin ilk çivi ondan doğarak etrafını saran filizlerle
katlanıp kuvvetlendiği gibi yanındakilerle takviye etti. Zira bunun görünen
şekliyle zeri'i Peygamber, şat'i ise ashabıdır. Şu halde bu yalnız ashâbın
değil, Peygamberle beraber ashabının bir temsili olmuş olur. Bunların ne için
böyle yetiştirildiğine gelince onlarla kâfirleri öfkelendirmek için,
yetiştirilmişlerdir.
Veya önce geçen cümleye bağlı olarak, onlarla
kâfirleri öfkelendirmek için Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret
ve büyük mükâfat vaad etmiştir. Buradaki zamirini müfessirlerden çoğu öbür
zamirler gibi 'ya göndermişler 'in beyaniyye olduğunu söylemişlerdir ki
hepsinin "iman edip salih amel işleyenler" sıfatıyla sıfatlanmış
olduğunu ifade etmiş olur. Bu şekilde teb'ıziyye olamaz. Fakat İbnü Cerîr işbu
zamirinin mânâsına dönük olduğunu açıklamıştır. Yani o ekinin çıkardığı
filizlerden iman edip Allah ve Resûlünü tasdik eyleyip de Allah'ın emrettiği
güzel işleri işleyen kimselere bağışlanma ve büyük sevap vaad etti demek olur
ki bunlar İslâm'a girenlerdir. Yukarıda diye özellikleri açıklanan topluluktan
sonra kıyamete kadar Hz. Muhammed'in dinine girecek olanların hepsi
kastedildiği için burada filiz zamiri çoğul olarak getirilmiştir... Bizce bu mânâ
diğerinden daha güzeldir. Bununla beraber, bu şekilde zamirinin kâfirlere
gönderilmesi öfke illetine daha uygun olacağı görüşündeyiz. Yani Allah Teâlâ,
Resulünün yanındaki ashâbı ile kâfirlere hiddet vermek için onlardan; o
kâfirler içinden imana gelip de iyi ameller yapan kimseler bağışlanma ve büyük
sevap vaad buyurdu, şüphe yok ki bu şekilde imana davet, cahiliyye
taassublarına dokunur, onları kızdırır. Nitekim oğlu Ebû Cendel'in imana
gelmesi babası Süheyl'i ne kadar kızdırmıştı. bu sebepten burada hem ashaba
hiddet gösterenlerin kâfirler olduğu anlatılmış, hem Ebû Cendel ve Ebu Nasîr
vak'aları gibi kâfirleri kızdıran olaylara işaret edilmiş olduğu gibi geleceğin
fetihleriyle İslâm'a girip güzel hizmet edeceklerin bağışlanması, mükafat ve
sevapları da ayrıca anlatılmış oluyor. İşte Allah Teâlâ, Peygamberine başı ve
sonu mağfiret ve nimet olan bu sûre ile böyle apaçık, böyle parlak ve etraflı
bir fethi temin etmiştir. Bu şekilde "Fetih Sûresi"nin sonu özellikle
terbiye ve intizâmın önemine işaret ettiği için bunun üzerine iç terbiye ve
islahatın tamamlanması hususunda "Hucurat Sûresi" başlayacaktır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Fetih Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.