Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Fecr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
89-FECR:
1."Andolsun fecre". Bu sûrenin
başında yemin edilerek bazı şeylere dikkat çekilmiştir. Bunlar âlemdeki
değişimleri gösteren ve insanı karanlıktan aydınlığa, kederden sevince götüren
ve böylece kendilerinden önce onları var eden yüce yaratıcının Rabliğini
duyurup hissettiren zaman olaylarıdır. Bunların belirli ve belirsiz olmalarına,
başlarında bulunan "lâm" lardaki ahid veya cins veya istiğrak
ihtimalleri itibarıyla kapsam derecelerine ve bunların ne olduğunu belirleme ve
yorumlarına dair tefsircilerin birçok söz ve rivayeti vardır.
Fecr, bilindiği gibi gece karanlığının
çatladığı sabahın ilk beyazıdır ki, dilimizde "şafak atması, tan
sökmesi" şeklinde ifade edilir. Bunun dikey olarak önceden görünen şekline
"yalancı fecir", yatay olarak görünene de "gerçek fecir"
denir. Yalancı fecirle dinen namaz ve oruç hükümlerinin bir ilgisi yoktur. Bu
hususlarda gerçek fecre itibar edilir. Buna göre fecir, cihanın karanlıktan
aydınlığa geçmek üzere gülümsediği en neşeli, mutlu bir anıdır. Bu itibarla
başındaki "lâm"ı cins olarak alıp "Aydınlanmaya başladığı zaman
sabaha andolsun." (Tekvir, 81/17) âyetinde olduğu gibi fecir cinsine
yemin, kuşkusuz ki mânâlıdır. Birçoklarının görüşü de budur. Bununla beraber
bazı sabahların daha çok özellikleri bulunduğunda da kuşku yoktur. Bu itibar
ile de başındaki lâmı ahd mânâsına alarak cuma ve bayram gibi mübarek günlerden
birinin fecri olarak düşünülebilir. Bu durumda ilk akla gelen Mücahid'den
rivayet edildiği üzere, kurban bayramı gününün fecri olmasıdır ki, bu da
Zilhicce'nin onuncu günüdür. Birincisi bunu dahi kapsasa da bunda daha çok bir
özellik ve kapsamlık ile neşe ve sevince işaret vardır. Şu da buna bir karine
(ipucu) gibidir:
2. Ve on geceye yemin olsun. Çünkü her hangi
bir kayıt koymadan "on" denilince Zilhicce'nin on günü, yani birinden
bayram günü olan onuncu gününe kadar on gün akla geldiğinden "on
gece" bu on gece demek olur. Bununla beraber Ramazan'ın son on günü ve
Muharrem'in Aşure (onuncu) gününe kadar on'u da sayılı on'lardandır. Bunlar
hakkında da rivayet vardır. Gerçi burada ahdi gösteren "lâm"
getirilmeyip belirsiz olarak denilmesi, belirli bir "on"
kastedilmeyip bunların herbirine ve belki de her ayın koyu mehtabından önce
gelen ilk on gecesine ihtimalini hissettirebilirse de "Mutlak bir söz
şüpheye düşürücü bir mânâ ifade ettiği zaman, ifade ettiği mânâlardan en
mükemmeli ne ise ona yorumlanır." kuralına göre, bunun "lâm"sız
kullanılarak ençok bilinen "Zilhicce'nin on günü" şeklinde yorumlanması
ilk akla gelen mânâ olduğu gibi, sonundaki tenvinin de sadece belirsizlik için
değil bir ululama mânâsı ifade ederek bu gecelerin özel şerefine daha ziyade
dikkat çekme mânâsı taşıdığı da açıklanmıştır. Bir de denilebilir ki bu
kelimenin belirsiz olarak kullanılması, belli bir senenin Zilhicce'sinin on
günü kastedilmeyerek belli olmayan bir on'a işaret olmak içindir. Başka bir
"on" olma ihtimali akla gelse dahi her halde maksat, sonunda fecir
gibi neşe ve sevinç bulunan bir on gece olmalıdır. Onuncu sabahı Kurban bayramı
olan Zilhicce'nin on gecesi olması da buna daha uygun, ayrıca Kadir gecesini
kapsamış olması ihtimali ve sonunda Ramazan bayramı gelmesi itibarıyla
Ramazan'ın son on gecesi olması da uygundur. Bu şekilde "on gece"
dünya ömrü derecesinde olarak sûrenin sonuna bir "beraat-i istihlâl"
mânâsında da olmuş olur.
Bu "on gece"nin Kurban bayramından
önceki on gece olduğuna Hakim "sahih" diyerek ve daha başka bir
topluluk İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. İbnü Zübeyr, Mesruk, Mücahid,
ikrime ve daha başkalarından da rivayet olunmuştur. İmam Ahmed, Nesai ve Hakim
sahih diyerek ve Bezzar, İbnü Cerir, İbnü Merduye ve "Şuab"ta Beyhakî
Hz. Cabir'den de Resulullah (s.a.v.)
"On gece, Kurban bayramının on
gecesidir." buyurdu, diye merfu olarak rivayet etmişlerdir. Bundan dolayı
İbnü Cerir şöyle demiştir: "Doğru olan görüş, bunların Kurban bayramından
önceki on gece olmasıdır. Zira yorumculardan gelen delil bunun üzerine icma
etmiştir. Denilmiştir ki, Hz. Musa'nın mikatında "Ve ona on gece daha
ilave ettik. Böylece Rabb'inin tayin ettiği vakit kırk geceye
tamamlandı."(A'râf, 7/142) buyurulan on da Zilhicce'nin on
gecesidir."
Bu on gecenin fazileti hakkında hadisler de
vardır. Bunlar arasında Ahmed ve Buhârî'nin İbnü Abbas'tan merfu olarak rivayet
ettikleri şu hadisi sayabiliriz: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan bir iş "on gün"de
yapılan işten daha faziletli ve yüce Allah'a daha sevgili olsun. Ashab: 'Ey
Allah'ın Resulü! Allah yolunda cihad da mı değil?' dediler. 'Allah yolunda
cihad da değil, buyurdu. Ancak malıyla ve canıyla Allah yolunda cihad edip de
onlardan bir şey ile dönmeyen hariç." Bununla beraber İbnü Münzir ile İbnü
Ebi Hatim İbnü Abbas'tan Ramazan'ın son on gecesi olduğunu da rivayet
etmişlerdir. Dahhak'tan da böyle rivayet olunmuştur. Hatta bazıları bunun
müttefikun aleyh olduğu görüşünü benimsemiş ve Hz. Aişe'den gelen ve sıhhati
üzerinde ittifak edilen bir hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır. Hz.
Aişe demiştir ki: On, yani Ramazan'ın son on'u gelince Resulullah kuşağını
sıkar, gecesini ihya eder, ailesini de uyarırdı." Fakat bu hadis burada
rivayet edilen "on"u açıklamak için değil, özellikle kadir gecesinin
faziletini araştırmadan söz edilirken söylenmiş olması, ayrıca peygamberin
sözünü değil de fiilini hikaye etmiş olması nedeniyle tefsir açısından Cabir
hadisinin tercihi gerekir. Bununla beraber görülüyor ki âyette de rivayetlerde
de ihtimal eksik değildir. "On gece"nin Kurban bayramından önceki on
gece olması daha kuvvetli olmakla beraber, ikisini de, hatta Muharrem'in on
gecesini de ifade etmesi mümkün ve doğru olabilir. Hangisi olursa olsun,
yeminden anlaşılan asıl mânâ, dünya değişimlerinin hükmünü anlatmak üzere,
neticesinde bir başarı ve neşe ile rahatlama ve dolayısıyla bir bayrama erme
durumu ortaya çıkan geçici, sıkıntılı ibadet ve gayret saatlerinin kıymetine ve
bunları gaflet ve isyan ile geçirenlerin sonsuz olarak uğrayacakları zarara
dikkatleri çekmektir. Nitekim sûrenin içinde anlatılan konular da bu mânâyı
açıklayacaktır.
3. Çifte ve teke yemin olsun. Râzi der ki:
"Şef ve vetr, Araplar'ın "tek ve çift" ve genel olarak herkesin
"çift ve tek" dediğidir. Yunus şöyle der: Aliye halkı, sayı ifade
ederken vetr; öç ve intikam alma mânâsında ise vitr derler. Temim ise her iki
mânâda da vitr der." Bunun izahı şudur: Şef' ve vetr kelimeleri mastar ve
isim olarak kullanılır. Mastar olduğu zaman eşşef, bir şeyi diğerine katmak
demek olup çiftlemek ve şefaat etmek mânâlarına gelir. Vetr de, iyfar gibi
teklemek ve öç almak mânâlarına gelir. Öce ve kine "tire" denilir.
İsim olduğu zaman da şef', çift; vitir, tek demek olur. Nitekim iki rekat
namaza şef' denildiği gibi, tek namaza da vitir denilir. Demek ki şef ve vetir;
şefaat ve intikam, çiftleme ve tekleme, çift ve tek mânâlarına gelebilen bir
cem ve fark ifade eder.
Burada da el-vetr; Hamze, Kisâi, Halefi aşir
kırâetlerinde "vav"ın kesresiyle, Aşere'nin geri kalanlarında feth
ile okunmuştur. Yunus'un yukarıda geçen görüşüne göre vitir, iki mânâya da
gelebilirse de vetr ancak sayıda kullanılır, yani tek veya tekleme mânâsınadır.
Buna Kureyş lügati demişlerdir. Alûsî, der ki: Kesre ile "vitr" de
okunmuştur. Bu, Temim lügatidir. Çoğunluğun kırâeti feth üzeredir ve bu Kureyş
lügatidir. Sahib-i matla'ın açıklamasına göre ise, şef kelimesinin karşılığı
olan vetr de, habr ve hibr gibi fetha ve kesre ile okunur. Ama tire, yani kin
ve öfke mânâsına gelen "vitr"de nakledilen yalnız kesredir. Bununla
beraber Asmaî, bunda da iki lügat nakletmiştir.
İşte çoğunluğun kırâetinin feth ile olduğu,
bunun da ancak sayı mânâsına Kureyş lügati bulunduğu için tefsirciler burada
kesir kırâetlerini de bu mânâya yorumlayarak intikam mânâsını hiç itibara
almamışlar; sayı ile ilgili olan çift-tek mânâları üzerinde yürümüşlerdir ki,
şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı olarak kullanılmasından açık olan mânâ da
budur. Gerçi kesir kırâetinin iki mânâya da ihtimali olması ve "Rabbinin
nasıl yaptığını görmedin mi?" ile anlatılan azgın fesatçılar üzerine, "Bu
nedenle Rabbin onların üzerine azab kamçısı yağdırdı." âyeti, ilâhî öfke
ve intikamı açıklayıcı olması nedeniyle vetrin bu mânâya yorumlanmasına bir
karine (ipucu) olabilirse de fetih kırâeti buna uygun görülmediği gibi, şef ve
vetr kelimelerinin karşılıklı kullanılması da şefaat ve intikam mânâsında
meşhur olmadığından bu mânâ gizli bir imadan ibaret kalmış olur.
O halde çift ve tek tabirinden ne anlamak
gerekir?
Başlarındaki "lâm"lar, cins ifade
eden lâm mânâsına alınması halinde, kuşkusuz bu tabir bütün eşyayı kapsar.
Çünkü eşya kesinlikle ya çift, ya da tektir. Bu durumda eşyanın hepsine, her
şeye yemin edilmiş olur. Bundaki fayda ise, zaman değişimlerinin her şeye
yayıldığına dikkatlerini çekerek her şeyin sona ereceğini bir hatırlatmadan
ibaret olur. Bu takdirde, "Onun zatından başka her şey yok
olacaktır."(Kasas, 28/88) hükmünce, şef ve vetrden maksadın, Allah'ın zatı
dışındaki şeyler olması gerekir.
Bu iki kelimenin başındaki "lâm"
ların "ahid" mânâsına alınması halinde ise, çift veya tek olmakla
bilinen birçok şeye ihtimali olur. Bundan dolayı tefsirciler burada otuzdan
fazla yorum tarzı zikretmişlerdir.
Bunlardan rivayet bakımından en kuvvetli
olanlardan birkaçını aşağıya alıyoruz:
1_ Buhârî'de de Mücahid'den rivayet olduğu
üzere şef yaratılan herşey; vetr, yüce Allah'tır. Bu surette "Hem her
şeyden iki çift yarattık ki öğüt alasınız. O halde hemen Allah'a sığının.
Kuşkusuz ben onun tarafından size apaçık bir uyarıcıyım."(Zâriyât,
51/49-50) âyetlerinin mânâsı olur. "Bütün çiftleri yaratan Allah bütün
noksanlıklardan uzaktır."(Yâsîn, 36/36) Esma-i Hüsna hadisinde de
"Allah tektir; teki sever." veya zıddı vardır ki bunlar bir şef
teşkil ederler: Küfür-iman, saadet-bedbahtlık, hidayet-sapıklık, gecegündüz,
Gök-yer, deniz-kara, cin-insan, ruh-cisim hep çifttir. Yüce Allah ise
ortaksızdır, "Hiçbir benzeri yoktur."(Şûrâ, 41/11), tektir, birdir, o
hiçbir şeye muhtaç değil, herşey ona muhtaçtır.
2_ İmam Ahmed ve Tirmizî İmran b. Husayn
(r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Resulullah (s.a.v.)'a âyetinin mânâsı
sorulunca: "Namazdır, çünkü onun bir kısmı çift, bir kısmı tektir."
buyurdu. Tirmizî bunun Katade'den garib hadis olduğunu söylemiştir. Bunu
İmran'dan Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Merduye ve İbnü Ebi
Hatim de rivayet etmişlerdir. İbnü Ebi Hatim "Sahih" demiştir.
3_ İbnü Abbas'tan: Zürare b. Ebi Evfa ve
İkrime ve ondan Katade ve Dahhak demişlerdir ki: Şef, Kurban bayramının ilk
günü; vetr, arefe günüdür. "Leyal-i aşr" (on gece) hakkında varit
olan Cabir hadisine en uygun olan da budur. Yüce Allah ilâhî ilminde bu on
gecenin diğer günlere üstünlüğünü ve bu iki günün de bu on geceden geri
kalanlarına üstünlüğünü ve daha hayırlı olduğunu bildirmek üzere bu on geceye
ve iki güne yemin etmiştir. Kurban bayramının ilk günü Zilhicce'nin onuncu günü
olmakla çift, dokuzuncu arefe günü tektir. Bunlar asıl haccın rükünlerinin eda
olunabildiği birinci ve ikinci günlerdir. Arafat'a yetişen hacca yetişmiş olur.
Kurban bayramının birinci gününde de tamamlıyabilir. Bir de Kurban bayramı günü
tek kalmayarak benzerleri de ona katılır. Sonra iki gün hem Kurban, hem teşrik,
dördüncü bir de yalnız teşrik olur. Bu nedenlerle arefeye vitr; Kurban bayramı
gününe şef adı verilmiştir. Bu durumda bu âyetler, tek bir düzen içinde hep
Kurban bayramı ile ilgili olmuş olacağından hem açıkça bir uygunluk vardır, hem
de çok mânâlıdır.
"Keşşâf Haşiyesi"nde Taybî şöyle
der: İmran b. Husayn hadisiyle rivayet olunan, "şef ve vetr"den
maksadın "namaz" olduğuna dair tefsir Resulullah (s.a.v.)'a kadar
vardığı için olan, yani "tercih edilmesi gereken" tefsirdir. Lakin
"Bahr"de Ebu Hayyân da der ki: Cabir hadisi isnat bakımından İmran b.
Husayn hadisinden daha sahihtir. Bilinen çift ve teklerin birçok olması
nedeniyle bu kelimelerin başındaki "lâm"ı cins mânâsına alan diğer
bir takım tefsirciler de bu yorumları, "sadece bunlardır" şeklinde
yapılmış bir tefsir olarak değil, birkaç yönde yapılmış tefsir kabilinden
sayarak Allah'ın birliğini gösterme veya dince fayda, yahut öncesi ve
sonrasıyla münasebet açısından açık gördükleri daha birçok şey saymışlar ise de
hepsinin esası zikrettiğimiz dört yorumda toplanmaktadır. İbnü Cerir demiştir
ki: En doğrusu yüce Allah çifte ve teke yemin etmiş; ne çiftten ne de tekten
bir nev'i, ne haber ne de akıl ile tahsis etmemiştir. Her çift ve her tek bu
yeminde dahildir. Hasan-ı Basri Hazretleri de çift ve tek her sayıya yemin
olduğunu söylemiştir. Bununla beraber Cabir ve İbnü Abbas rivayetleri üzere,
"Aşr"i Zilhicce geceleri ve Arefe ve Kurban bayramı günleriyle
tefsir, hem âyetlerin tertip ve düzenine, hem sûrenin mânâsına göre daha uygun
ve ibretlidir. Bunda çift ve tek'in taşıyabileceği mânâların hepsine ima ve
işaret bulunmakla beraber âlemde hayattan uhrevi bir bayram ve sevince ermek
için "on gece" gibi sınırlı olan beş on günlük ömürde cemaat ve fert
olarak ibadet ve nefis mücadelesi gereğine en açık bir misal ile dikkat
çekilmiş de oluyor. "Geceler" denilmekle buna işaret olunduğu gibi
özellikle şununla da bu mânâ anlatılmış demektir:
4. Ve giderken, (yani geçtiği sırada) geceye
yemin olsun. Nitekim Müddessir Sûresi'nde "Döndüğü an o geceye yemin
olsun." (Müddessir, 74/33) buyrulmuştu.
YESR: aslı "yesrî" dir. Fâsıla için
"yâ" düşürülerek "râ"nın kesresiyle yetinilmiştir,
cezmedilmiş değildir. Onun için Nâfi, Ebu Amr ve Ebu Cafer kırâetlerinde
vasledilir (geçilir)ken, İbnü Kesir ve Yakub kırâetlerinde vakf halinde
(durulduğunda) ve geçilirken "yâ" ile okunur. İsra gibi gece gitmek
mânâsına süra ve sirayet kökünden geniş zamandır. Gecenin gece gitmesi, gece
içinde geceyi düşündürür gibi katmerli bir ifadedir. Bu gibi makamda tecrid
(soyutlama) âdet olduğundan mücerred (soyut) yürümek mânâsına alınması uygun
ise de bunda diğer iki nükte vardır. Birisi, geceden maksat karanlık olduğuna
ve karanlığın yok olmaya yüz tuttuğu ana işaret olması, birisi de gecenin bir
de gam ve elemle ilgili olduğuna ve o gam ve elemin geçmek üzere bulunduğu ana
işaret olmasıdır. Ki bu anlar, sabaha yakın olan mübarek seher vakitleridir. Bu
itibarla fecr ve gecenin cins için olması daha kapsamlı olur ise de Bayram
sabahı ve sabahı bayram olan gecenin seheri olması daha toplayıcı ve daha
güzeldir. Bir takım tefsirciler de bunun Leyle-i cemi' (akşam ve yatsı
namazlarının birleştirilerek yatsı vaktinde kılındığı gece) denilen Müzdelife
gecesi olduğunu söylemişlerdir.
5. Bunda, bu yeminlerde (veya bu zikredilen
şeylerde) aklı kendisini kötülükten alıkoyacak bir akıl sahibi için büyük bir
yemin (veya yemin edilir, and verilir bir şey) var değil mi? Elbette var, çünkü
bunlar öyle olaylar, öyle şeylerdir ki bir akıl sahibinin bunlara önem vermemesi,
bunların feyiz ve bereketlerinden, irşat edici özelliklerinden yararlanmaması,
kuvvet almak istememesi ihtimali yoktur. Ancak tam bir akıl sahibi bizzat bu
olayların kendilerinde değil, bu olaylardan onların yaratıcısı olan ve bu
değişiklikleri yapıp idare eden bir Rabb'in var olduğu neticesini çıkararak en
büyük yemini bunların Rabb'ine yeminde bulur. Zira "Bilinmelidir ki,
kalpler ancak Allah'ı zikirle huzur bulur."(Ra'd, 13/28). Bütün bu olaylar
ve değişiklikler içinde değişen kalpler Allah'ı anmadan huzur bulamaz.
Bu yeminlerden bunu anlamak için de iki
delalet yönü vardır. Birisi, Mücahid'den rivayet olunduğu üzere
"el-Vitr"den doğrudan doğruya Allah'ı anlamaktır. Bu takdirde bunlar
içinde en büyük yemin bir bunda bulunmuş olup, soru doğrudan doğruya takrirî
olur. İkincisi de, bunların her birini ilâhî âyetlerden biri gibi anlayarak
onlara yeminden asıl maksat, delalet etmiş oldukları bir ve tek Rabb'e yemin
olduğunu, yani mânânın özeti, "Fecrin Rabb'ine... yemin olsun"
mânâsına döndüğünü anlamaktır. Bu takdirde soru, bizzat bunların kendilerinde
değil, varlığına delil oldukları bir Rabb'e yeminde akıllı kimse için bir yemin
vardır, cevabını telkin etmek üzere, bir yönden inkâri, bir yönden de takrirî
olmuş olur. Fahreddin er-Razî bu yönü şöyle ifade etmiştir: "bunda bir
yemin var mı?" bir sorudur. Bundan maksat da te'kid (vurgu)dir. Bu, bir
kimsenin çok kuvvetli bir delil zikredip de, "nasıl, bu zikrettiğimde bir
delil var mı?" demesi gibidir. Mânâ, akıl sahibi olan bir kimse bilir ki
yüce Allah'ın yemin ettiği bu şeylerde Allah'ın birliğini ve Rabliğini gösteren
deliller ve enteresan durumlar vardır; bunlar yaratıcılarını göstermeleri
itibarıyla yemin olunmaya layıktırlar demek olur. Kâdî demiştir ki: Bu âyet,
söylediğimiz gibi, yeminin bu işlerin Rabb'ine yapıldığını gösterir. Zira bu
âyet göstermektedir ki, bunda mübalağalı bir yemin vardır. Bilindiği gibi
yeminde mübalağa ancak Allah'a yemin iledir. Çünkü akıllı bir kimsenin bu
işlere yemin etmekten nehyedildiği muhakkaktır. Yapılan bu açıklamalar, benzeri
yeminler hakkında da unutulmamalıdır.
HICR, men etmek ve alıkoymak mânâsından
alınarak akıl mânâsınadır. Zira, sahibini kötülükten men etmesi itibariyle akla
"nuha" denildiği gibi münasebetsizlikten alıkoyması itibarıyla de
"hıcr" ismi verilir. Dolayısıyla "zi hıcr", tam akıl sahibi
demek olur.
Bu yeminin cevabına gelince, bunda da iki
yorum vardır: Birisi, cevap, "Kuşkusuz Rabbin her an
gözetlemektedir." âyetidir. Aradaki âyetler ara cümlesidir. İkincisi,
Zemahşeri'nin dediği gibi asıl cevap zikredilmemiş olup cevabın ne olduğunu gösteren
ile başlayan ve ile biten âyetleri onun yerine geçirilmiştir. Dolayısıyla asıl
mânâ şu olur: Bunlara yemin olsun ki Rabbin kâfirlere azap edecektir. Görmedin
mi?
Bu görmekten maksat kalp ile görmek, yani
ilimdir. Eserlerden ve haberlerden görmüş gibi bilmektir. Âd, Semûd ve Firavun
haberleri dillerde destan olarak yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün
olmayacak sayıda kişi tarafından nakledilegelmiştir. Âd ve Semûd helak ve yok
olmuş bulunan en eski Araplar'dan olup Arabistan'da yaşıyorlardı. Eserleri ve
kalıntıları görülüyordu. Mısır ülkesi de Arabistan'a yakın olmakla beraber
Firavun kıssalarını Araplar ehl-i kitaptan da işitiyorlardı. Aslına şahit
olunup görülen tevatür dahi görülmüş gibi şüpheden uzak zorunlu ilim ifade
ettiğinden ve bu kıssalar Kur'ân'da da Allah tarafından defalarca haber
verildiğinden dolayı onlar hakkındaki bu bilgi, "görmedin mi?" diye
görme ile ifade edilmiştir. Hitap, görünüşte Peygamber (s.a.v)'e ise de bunu
duyup bilenlerin hepsine de aittir. Bunları anlatmanın faydası da kâfirleri korkutma,
müminleri irşat etme ve önceki sûrede zikredildiği üzere yerkürenin hallerine
bakmaktan edinilecek ibret misallerinden bazılarını ayrıntısıyla göstermektir.
Çünkü yeryüzünün nasıl olduğu incelenirken böyle yok olmuş kavimlerin eser ve
kalıntıları da görülerek âlemin uğradığı değişikliklerden başlangıç ve son için
ibret alınmış, faydalı amellerle boşuna yapılan amellerin farkına varılmış
olur.
6. Yani görmez misin, Rabbin nasıl yaptı Ad'e?
Nasıl azap ile yok etti.
İbnü Haldun'un da anlattığı gibi, tarihçiler
Araplar'ı, Arab-ı baide, Arab-ı aribe, Arab-ı müsta'ribe ve Arab-ı müsta'cime
diye dört sınıfa ayrılmış olarak düşünmüşlerdir.
Arab-ı baide, helak ve yok olmuş en eski
Araplar'dır ki Âd, Semûd, Tasm ve Cedis bunlardandır.
Arab-ı aribe, saf Araplar demektir ki,
Kahtaniler'dir. Arab-ı müsta'ribe, Araplaşmış Araplar demektir. İsmail (a.s)'in
soyundan olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in nesebini teşkil eden Adnaniler
bundandır. Peygamberimiz (s.a.v.)'in atası olan İbrahim (a.s.) Arap olmadığı
için oğlu İsmail (a.s)'dan çocuklarına Arab-ı müsta'ribe denilmiştir. Arap dili
bunlarla yükselmiştir.
Arab-ı müsta'cime, acemleşmiş Arap demektir
ki, İslam fetihleriyle dünyaya yayılıp çeşitli milletlerle karışarak dilleri,
Kur'ân'ın indiği fasihliği kaybederek yabancılık karışmıştır. Soykütüğü ile
meşgul olan bilginler demişlerdir ki: Âd, Nuh (a.s)'un oğullarından Sam'ın oğlu
İrem'in oğlu Avs'ın oğlu Ad'ın çocuklarından bir kavimdir ki Beni Haşim'e
Haşim, Beni Temim'e Temim denildiği gibi Âd ismi sonra bu kabiliye ad olmuş ve
bunların ilk yaşıyan kısımlarına Âd-ı Ûla (ilk Âd), sonra gelenlerine de Âd-ı
Ûhra (veya ahire) denilmiştir.
Az önce zikredilen nesep gerek sahih olsun
gerek olmasın bu kavim Âd namıyla tanınmış ve bu Âd ile Araplar arasında meşhur
olmuştur. Bunlardan daha büyük dedeleri olan İrem namıyla da lakap almışlardır.
Ancak Âd-ı İrem, Âd-ı Ûla'nın ismi midir? Âd-ı Ahire'nin ismi midir? bunda
ihtilaf edilmiştir. Necm Sûresi'nde "O, önceki Âd kavmini yok
etti."(Necm, 53/50) buyrulduğuna göre de burada da Âd-ı İrem'in Âd-ı Ûla
olduğu görüşüne varan tefsirciler daha çok görünüyor.
Oğuzlular'a Oğuz, Selçuklular'a Selçuk
denilmesi kabilinden böyle bazı şahıs isimlerinin sonradan mensup bulundukları
kavim ve kabilelerine isim olarak da verilmesi yaygın olduğuna göre eski
kitaplarda pek uzun ömürlerle anılan bazı isimlerin böyle olması hatıra gelir.
7. Sütunlar sahibi İrem'e.
İrem, marifelik ve müenneslik sebebiyle gayr-i
munsarif olduğu için fetha ile mecrur olmuştur. Bu İrem hakkında üç görüş
söylenmiştir:
BİRİSİ, kabile ismi olmasıdır ki bu durumda
daha önce geçen "Âd"ı açıklamak için atf-ı beyan olur. Mücahid ve
Katade demişlerdir ki: Bizzat kendisi bir kabile ismidir. Yine Mücahid'den
rivayet olunduğuna göre, İrem, eski demektir. İbnü İshak da; "İrem, Âd'ın
hepsinin atasıdır." demiştir. Şu halde dedelerinin ismine nisbetle ilk Âd,
yahut ilki ve sonrasıyla bütün Âd demek olur. Zira İrem Âd'ın dedesi olduğuna
göre, İrem kabilesi Âd kabilesinden daha genel olmalıdır. Bu duruma göre
İrem'in sıfatı olan da "sütunlu", direkli demek olarak üç şekilde
tefsir edilmiştir:
1. İmad, direk ve sütun mânâsına
"amed" gibi tekil veya çoğul olarak, "refiu'l-imad" yani
direkleri yüksek tabirinde olduğu gibi "uzun boylu" veya
"boyları uzun" olmaktan kinayedir. Çünkü "Sizi Nuh kavminden
sonra halifeler kıldığını ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldığını
hatırlayın."(A'râf, 7/69) buyrulduğu üzere Ad kavmi uzun, iri cüsseli
olduklarından boyları direğe benzetilmiş demektir. Nitekim "racülün
amedün" ve "umüddanün" denilir ki "uzun" demektir. Bu
İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir.
2. İkrime ve Mukatil demişlerdir ki: Göçüp
kondukları evlerinin direkleri demek olup çadır halkı olduklarına işaret olur.
Nitekim "Âd'ın kardeşini (Hud'u) hatırla. Hani bir zamanlar Ahkaf'taki (Yemen'de
denize doğru kumluk bir arazideki) kavmini uyarmıştı."(Ahkaf, 46/21)
buyrulduğu gibi Ahkaf taraflarında idiler.
3. İbnü Zeyd'den rivayet olunduğuna göre,
binalarının direkleri demektir. Çünkü "Siz her tepeye bir alamet bina edip
eğlenir misiniz?"(Şuara, 26/128) buyrulduğu üzere yüksek yerde veya geçit
başında bir alâmet bina ediyorlardı.
İKİNCİSİ, Râzi'nin naklettiğine göre, Ebu
Rukayş: "Ürüm, Ad'ın kabirleridir" demiş ve "Orada deve
sürüsünün önünde gelip ilk görünen develere benzer kabirler vardır."
mısrasını okumuştur. Gerçekte "Kâmus"ta da zikredildiği üzere İrem'in
çoğulu olan aram gibi ürüm de nişan ve alamet olarak dikilen mesafe gösterici
işaretlere ve yol feneri gibi şeylere denilir. Âd kavminin kabirlerine de
denilir. denir ki "içinde hiç alâmet ve nişan bulunmayan çöl"
demektir. Bazılarının görüşüne göre aram, özellikle Âd'a nisbet edilen eski
alâmetlere denir ki tekili iremdir. Bu itibarla "İreme zati'l-imad"
direkli sütunlu irem, yani kabirler veya eserler ve alâmetler demek olur ki
önceki mânâda bu, "imad"ın bir mânâsı olarak düşünülmüştü. Bunda ise
İrem'in kendisi olmuş oluyor. Bu şekilde Ad'ı beyan etmek için İrem'in,
"ehl-i İrem" yani İrem halkı takdirinde olması lazım gelir.
ÜÇÜNCÜSÜ, Ebu Hayyân'ın açıkça bildirdiğine
göre çoğunluğun kanaatince burada irem, Ad'a ait bir medine, yani büyük bir
şehir ismidir ki vaktiyle Yemen'de olduğunu ve Zatu'l-İmad denildiğini
söylemişlerdir. Bunun, cennetin niteliklerini işitmiş olan Şeddad b. Ad
tarafından onun bir eşi olmak üzere yeryüzünde normalde bulunması imkansız veya
uzak bir surette yıllarca çalışılarak yaptırılmış ve fakat içine girmesi nasip
olmadan kendisinin ve halkının yok edilmiş olduğunu hikaye etmişlerdir. Bu
suretle İrem Cenneti, İrem Bağı adı dilden dile dolaşır olmuştur. Bu hikâyenin
ifade ettiği niteliklere göre İrem Cenneti, bu dünyada gerçekleşme ihtimali
olmayan hayal ürünü bir gaye olmak üzere anlatılmış ve kuvvet ve şiddet misali
olan Şeddad'ın, böyle bir gaye kurarak yıllarca onu gerçekleştirmek için
çalışmış olduğu halde içine girmeyi başaramadan yok olup gitmiş olduğu
anlatılmış demek olur. Müslümanlardan birisi ona girecek diye bir haber
bulunduğuna ve Abdullah b. Kılabe'nin, devesini ararken ona girdiğine dair bir
rivayet nakledilirse de sahih değildir. Hafız İbnü Hacer bunun uydurma olduğunu
söylemiştir. Şeddad'ın Cenneti olan İrem Bağı hayal ürünü bir efsanedir.
Ahireti inkâr edip de dünyada iken cennete girmek isteyenlerin, istediklerini
elde edemediklerini tasvir etmesi itibariyle dillerde destan olmuş bir
temsildir.
Kısacası, bu üçüncüsü görüşe göre İreme
zati'l-İmad; Ad kavminin büyük direkleri, sutunlar üzerinde bina etmiş
oldukları Zatu'l-İmad ve İrem adlarıyla anılan büyük bir şehrin ismidir.
Muhammed b. Ka'b buna "İskenderiyye" demiş; İbnü Müseyyeb ve Makbüri
"Dimeşk" demişler ki, maksatları bunların yerleri olduğu açıktır.
Fakat bunları tenkit etmişler, Âd'ın oturduğu yerlerin Umman'dan Hadramevt'e
doğru Ahkaf tarafları olduğunu söylemişlerdir. Fakat anlaşılan o ki bunlar Âd-ı
İrem'in, ilk Âd değil, sonraki Âd olduğuna inanmışlar, belki bir vakitler
İskenderiyye ve Şam taraflarını da idareleri atına almış olan Amalika'nın -ki
"Dediler ki, ey Musa! Orada zorba bir kavim var."(Mâide, 5/22)
âyetinde geçtiği üzere "zorba" adıyla da anılmış Âd gibi iri cüsseli
bir kavim idi- sonraki Âd olduğunu söylemek istemişlerdir. İrem'in şehir olduğunu
söyleyenler de sonraki Âd'ı kastetmiş olmalıdırlar. Nitekim Necm Sûresi'nde
"O önceki ad kavmini yok etti." (Necm, 53/50) âyetinin tefsirinde
Zemahşerî; "İlk Âd, Hud kavmi; sonraki Âd, İrem'dir." diye yazmıştır.
Çokları İrem şehrinin Yemen'de olduğu görüşündedirler ki, bunun Me'rib olması
da pek muhtemeldir. Şeddad'ın Aden taraflarında köşkleri altın ve gümüşten;
sütunları zeberced ve yakuttan, akılları hayrete düşüren türlü ağaç ve
nehirlerden yüzlerce sene yapmak için çalışıp da tam içine gireceği zaman
kendisinin ve halkının gökten gelen şiddetli bir sesle yok oldukları söylenen
İrem cenneti hikayesi ise, ölmeden dünyada cennete girmek isteyenlerin bu
arzularına kavuşamama durumlarını anlatan hayali bir tasvir olduğu açıktır.
İrem'in büyük bir şehir olduğunu söyleyen bu üçüncü görüşte de İrem, Âd'dan
atf-ı beyan olmak için "ehl-i İrem" takdirinde olmak veya bedel-i
iştimal yapılmak gerekir. Zati'l-İmad da İrem'in sıfatı veya ondan bedel olur.
Birinci yoruma göre çadırda yaşıyan ilk Âd'ın vasfı, üçüncü yorumda ise ikisine
de ihtimalli olmak üzere üç yorum ile ilk ve son bütün Ad'ın vasfı anlatılmış
demek olur.
8. Öyle Zati'l-İmad veya "Öyle
İmad", yahut "Öyle İrem ki ülkeler içinde benzeri yaratılmamıştı. Bu
niteleme, İrem'in benzersiz ve eşsiz bir belde olduğunu açıkça gösterir. O
kavmin kuvvet ve boyda eşi yaratılmamıştı mânâsında olma ihtimali varsa da, ilk
akla gelen şehir olmasıdır. Benzeri yaratılmamış olması da o zamana kadar demek
olmalıdır.
9. Ve Semud'a nasıl yaptı? Onlar ki vadide
kayayı kesip biçiyorlardı. Bu şekilde kendilerine evler yapıyorlardı ki bu,
Allah'ın onlara vermiş olduğu bir kuvvet ve sanat idi.
CEVB, bir şeyi yaka biçer gibi kesip
biçmektir. Mesafe kat'etmeğe de cevb denir. Nitekim denilir ki "O
memleketlerde dolaştım, hepsini baştan başa kat' ettim" demektir. İbnü
Abbas demiştir ki: "Beldeleri dolaşırlar ve "Ve dağlarda evler
yontuyorsunuz."(Şuara, 26/149) buyrulduğu üzere dağlardan kayalardan
evler, havuzlar ve istedikleri gibi binalar yaparlardı." Mukatil de:
"Vâdi, Vadi'l-kura'dır." demiştir. Denilmiştir ki: Dağları, kayaları,
mermerleri ilk yontan Semud idi. Binyediyüz kadar şehir yapmışlardı. Hepsi
taştan idi. Bir de denilmiş ki: Vadilerini kesmişler, sularını yonttukları bir
kayanın içine depo halinde çekmişlerdi.
Semud da Âd gibi yok olmuş olan en eski
Araplar'dan meşhur kabiledir. Denilmiştir ki, dedeleri Semud'un ismini
almışlardır. Semud, Cedis'in kardeşi ve bu ikisi Aber b. İrem b. Sam b. Nuh
oğullarıdır. Aber yerine "Kasir" de denilmiş ve bunun Tevrat'ta Casir
b. İrem b. Sam denilen oğlu İrem'in, Tevrat'ta Aram diye bilindiği
söylenmiştir. Nesep âlimlerinin söyledikleri bu nesep, sahih olsun olmasın,
Arabistan'da Semud ve Şam ile Hicaz arasında Hıcir'de yerleri bilinmektedir.
Nasıl yok edildikleri ise birçok sûrede geçmiştir.
10. Ve o kazıkların sahibi Firavun'a nasıl
yaptı? Bilmez misin?
Musa ve Firavun kıssaları da birçok sûrede
geçmiştir.
EVTÂD, bilindiği gibi "veted"in
çoğulu olup kazıklar demektir. Kur'ân'da "Dağları birer kazık
yaptık."(Nebe', 78/7) buyrularak dağlara da "evtad" denilmiş
olduğunu biliyoruz. Kazık, kuvvetli ve sabit olma vasıtalarından olduğu için
zü'l-evtad yani kazıklar sahibi vasfı da kuvvetli ve sabit olmayı ifade eder.
Bu tabir, bizim "dünyaya kazık kakmak
istiyor" tabirimizin de kaynağı gibidir. Tefsirciler bunun hakkında da
birkaç şekilde izahta bulunmuşlardır: Askerlerinin ve kondukları yerlerde
çaktıkları çadır kazıklarının çokluğu, işkencelerinin şiddeti ve şairin
"kazıkları iyice yerleşmiş bir kralın gölgesinde" dediği gibi
kuvvetli mülk ve adamlara sahip olması mânâlarından kinaye olduğu söylenmiştir.
Katade'nin Said b. Cübeyr'den rivayetinde de o evtad, birtakım oyun yerleri
idi, onun altında onun için oynarlardı, denilmiştir. Bununla beraber bundan
bizim en açık olarak anlayabileceğimiz mânâ, bu evtad'ın, Mısır'da meşhur dağ
gibi piramitlere işaret olmasıdır. "Mısır mülkü benim değil
mi?"(Zuhruf, 43/51) diyen Firavun bu piramitlere sahip bulunuyor ve
bunlarla dünyaya kazık kakmak istediklerini gösteren bir emel ve kuvvet
gösteriyordu. Piramitlerin hepsi bir Firavun'a ait olmasa da her Firavun onlara
sahip olduğu gibi Musa'nın Firavun'u da bütün Firavunluğun temsilcisi olarak
söz konusu ediliyor demektir. Piramitlerin mahiyeti halka faydalı bir şey
değil, Firavunların zulümleriyle keyifleri için oynamış eğlence ve oyun yerleri
demektir. Demek ki bunların altında onlar için birçok oyun oynanmıştır. Mısırlı
Şeyh Abduh der ki: Mısırlılar'ın bıraktıkları kalıcı eserler için
"evtad" tabirinin kullanılması ne güzeldir.
Çünkü bunlar piramitlerdir ve görenin gözünde
manzaraları yeryüzüne çakılmış birer kazık manzarasıdır. Hatta Mısırlılar'ın
büyük heykellerinin kısımlarındaki şekli de tersine çevrilmiş kazık gibidir.
Her kısım enli olarak başlar, başladığından daha ince bir uçla sona erer.
Firavun'a nisbeti sahih olan evtad bunlardır. Hem de muhatap tarafından
bilinmektedir.
İşte Ad o sütunları, Semud o kestikleri
kayaları ve Firavun bu kazıkları ile dünyaya kazık kakmak isteyen şiddetli,
kuvvetli, uzun emelli kimselerdir.
11. Onlar ki o beldelerde taşkınlık etmişlerdi.
Herbiri kuvvetlerine aldanmış, arzularına uymuş olarak bulundukları ülkelerde
hak ve adalet sınırını aşıp halkın ve yaratıcının haklarını çiğnemede ileri
gitmişlerdi
12. de oralarda içten ve dıştan fesadı
çoğaltmışlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat
çıkarmış; düzeni, ahlâkı ve fikirleri bozmuşlardı.
13. Rabbin da üzerlerine bir azap kamçısı
döküverdi.Yani her birinin üzerine azaptan bir kamçıyı döker, yağdırır gibi
şiddetle ve ard arda indirip sürekli vuruşlarla çarpıverdi ki, ayrıntısı birçok
sûrede geçmişti.
SEVT aslında karıştırmak mânâsında mastar olup
deriden örülmüş, katları birbirine karıştırılmış olan kamçıyı ifade eden bir
tabir olarak kullanılması yaygın olmuştur. Birbirine karışmış türlü azabın
darbeleri kamçıya benzetilerek peşpeşe indirilmesi de şiddetle döğmek ve
yağdırmak gibi "sabb" tabiri ile ifade olunmuştur. Azab kelimesi
belirsiz kullanılmakla da her birine olan azabın başkalığına işaret edilmiştir.
14. Kuşkusuz Rabbin (her hal ve durumda)
gözetlemededir.Bu cümle yeminin cevabını vurgulamakta veya azabın illetini
göstermektedir.
MİRSAD, gözetleyicilerin gözetledikleri,
etrafı kolaçan ettikleri yerdir. (Nebe' Sûresi'nde "Kuşkusuz cehennem
gözetleme yeri olmuştur." âyetinin tefsirine bkz). Bu sözde istiare-i
temsiliyye vardır. Yani, seni yetiştiren, her işini yöneten Rabb'in kulları
üzerinde gözetleme yerinden gözeten bir gözetleyici gibi her an ve her durumda
gözetip duran bir şahit ve görendir. Hiçbir şeyi kaçırmaz, her birine bakar,
yaptığı işe göre karşılığını verir. Onun için yeryüzünde kargaşayı çoğaltıp
duran taşkınlar Allah'tan, Allah'ın azabından kaçıp kurtulacaklarını
sanmasınlar.
15. Rabbinin şanı bu: Kullarının ahiret için
yaptıkları çalışmaları gözetir. İnsana gelince, onun da buna göre Rabbinin
rızası için çalışması gerekir. Fakat o insan, gafil insan öyle yapmaz da dünya
zevklerini gözetir. Onun için her ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, yükümlü
tutar, göstereceği duruma göre ahirette sorumlu tutmak, ona göre ceza ve
mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar, görev yükler de bu sebeple ona
ikram eder, hoşuna gidecek talih ve mevki ile yüze çıkarır ve onu nimete boğar,
bol bol nimet ve mal ile rızkını çoğaltır, refaha erdirirse...
Ebu's-Suud ve ona uyarak Alûsî "ona ikram
eder" cümlesinin başındaki "fâ"yı fâ-i tefsiriyye (açıklama
"fâ"sı) saymış ve "çünkü ikram etmek ile nimete boğmak, imtihan
etmekle muradın aynıdır" demişlerse de kanaatimizce bu doğru değildir. Bu
"fâ" sebebiyye (sebep bildiren fâ) olmalıdır. Zira maksat, mutlak
ikram ve nimetlendirme değil, imtihan etmek ve yükümlü tutmak hikmetiyle
kayıtlı ikram ve nimetlendirmedir. Bundan dolayıdır ki iki ikram arasında fark
vardır. İnsana dünyada olan ikram ve nimetin böyle imtihan hikmetiyle olduğu,
bunun ise hesap ve sorumluluğu ağır olduğu halde gafil insan onu düşünmez de
Rabbim bana ikram etti, der. Kayıtsız şartsız, mutlak surette kendisine ikramda
bulunulmuş gibi haz duyar, sevinir. Kendisini Allah'ın sonsuza kadar ikramına
mazhar kıldığı sevgili kullarından imiş gibi sayar. O yüzden büyük felaketlere
düşebileceğini ve asıl ikramın ahirette olduğunu düşünmez. Ondan dolayı
sorumluluğunu hesaba almadan zevk ve eğlenceye, taşkınlık ve fesada dalar, nankörlük
yapıp hüsrana uğrar.
16. Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan
eder, sabrına göre ahirette mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar da bu
sebeple ona rızkını daraltırsa, bunun da hesapta hafifliğini ve ahirette ecir
ve sevabının büyüklüğünü ve dolayısıyla bunun başkaca bir ikram ve koruma
olduğunu düşünmez de Rabb'im beni horladı, der. Rabbim bana hor baktı,
küçümsedi diye gücenir. Rızk, az da olsa yine şükrünün bilinmesi gerektiğini ve
azın kıymetini bilmeyenin çoğun kıymetini de bilmeyeceğini fark etmeyerek rızık
darlığını kendisine sırf bir horluk ve hakaret kabul eder de Rabb'inin diğer
nimetlerini hiç hesaba katmaz. Çünkü bakışları fazilete değil dünya zevkine
çevrilidir.
17. Hayır hayır, imtihan için olan rızık
genişliğini, dünya refah ve nimetini mutlak ikram saymak da doğru değil, rızık
darlığını mutlak hor görme ve hakaret saymak da doğru değildir. İkisi de birer
imtihandır. Hüküm, imtihandaki başarıya göre neticede belli olacaktır. Belki
ikram sanılan, kötülüğe götüren bir başarı ile neticede zelillik; horlama
sanılan da bir koruma ile neticede ikram çıkacaktır. "Mal ve oğullar,
dünya hayatının süsleridir. Baki kalacak olan iyi ameller ise Rabb'inin katında
sevapça daha hayırlıdır, emelce de daha hayırlıdır."(Kehf, 18/46).
Hayır hayır. Sözlü ayıplamadan fiilî
ayıplamaya, fertten topluma geçerek kınama ve ayıplamada yükselme ve güzel
ahlaka sevktir. Yani, ey Rabb'inden hep ikram bekleyen ve rızkının
daralıvermesini horluk ve hakaret gibi kabul eden insanlar! Doğrusu siz
vazifelerinizi yapmazken Rabbinizden ne yüzle ikram beklersiniz ki yetime ikram
etmiyorsunuz. Rabbinizin size imtihan için ikram etmiş olduğu nimetlerden
üzerinize düşen vazifeyi yapmıyor; yetime iyilik yapıp ihsanda bulunmak
suretiyle ikram etmeniz gerekirken bunu yapmıyorsunuz, nasıl olur da siz
Rabbinizin katında ikrama layık olursunuz?
18. Ve teşvik etmiyorsunuz. Bu fiil tefaul
babından olup aslı dir. Nafi', İbn Kesir ve İbn Amir kırâetlerinde
"hâ"nın zammıyla elifsiz okunur. Ebu Amr ve Yakub kırâetlerinde de bu
fiiller hep "yâ" ile üçüncü şahıs kipi olarak , , ve şeklinde okunur.
Ve düşkünü yedirmeye yani yoksul fakirlerin karnını doyurmaya, bakımlarını
sağlayacak yollara birbirinizi teşvik etmiyor, özendirmiyorsunuz. Bu hususta
birbirinizle yarışmanız gerekirken siz aksine ondan kaçınıyor, birbirinizi bunu
yapmaktan nefret ettiriyorsunuz. Hatta onlar üzerinden geçinmek isteyip
taşkınlık ediyorsunuz.
19. "Miras yiyorsunuz".
TÜRAS, aslı olup miras demektir. Vav zammeli
olduğu için "tâ"ya çevrilmiştir. Yani, ne yetime ikramdan, ne de
fakire yedirmekten hoşlanmadığınız halde başkasından miras kalan malı
yiyorsunuz. Öyle bir yiyiş yiyorsunuz ki oburcasına.
LEMM, iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak,
derleyip toplamak, bir de bir yere inip konmak mânâlarına gelir. Burada
"yeme"nin sıfatı olması nedeniyle haramına helalına bakmayıp yiyişte
toplamak, toptan yemek, yahut hazıra konarak nereden geldiğini düşünmeksizin
acımadan yemek mânâlarını ifade eder ki, ikisi de hak ve hukuku gözetmeyerek
şiddetli hırs ve iştah ile oburcasına yemek demek olur. Tefsircilerin
açıklamasına göre maksat, yetimlerin ve diğer varislerin haklarını gözetmeyerek
hırs ile mirasın hepsine konmak istemek, yahut alnı terlemeden eline geçen
mirası, bir hayra yaramasını sağlamayıp birçok mirasyedilerin yaptığı gibi
israf ve eğlenceyle zevk ve sefa yolunda yiyip bitirmek huylarının
yerilmesidir. Hem mirası öyle bir yiyiş yiyorsunuz
20. ve hem malı seviyorsunuz öyle bir seviş ki
çok, yığmacasına, bütün hırs ile. Düşünmüyorsunuz ki sahibinin elinde hayır için
sarfedilmeyip yığılan mal, mirasyedilerin ellerinde eğlence yollarında yenilip
yok olup gidiyor. Kazanıp yığana günah ve vebalinden başka bir şey kalmıyor.
Bütün bunlar ahireti düşünmemek, yüce Allah'ın gözetlemede bulunduğunu hesaba
katmamaktan kaynaklanır.
21. Hayır hayır, öyle yapmayın; mirasa, mala
öyle hırs ile sarılmayın da hayatta fırsat elinize geçmiş iken Allah için güzel
işler yapmaya çalışın, önden hayırlar gönderin. Yetime ikram ve fakire yedirmek
için birbirinizi teşvik ederek hayırda yarışın, ahireti gözetin. Çünkü Arz,
çarpılıp yıkıldığında. (Hâkka Sûresi'ndeki "Yer ve dağlar kaldırılıp
arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar mı."(Hakka, 69/14)
âyetinin tefsirine bkz.)
DEKK, duvar ve dağ gibi şeyleri çarpıp bir
hurda yığını, bir kırıntı haline getirmek ve düzlemek mânâlarına geldiği ve
"dekk" ile "dakk"ın benzerlikleri ve farkları geçmişti.
"Peşpeşe gelen çarpmalarla" bu tekrar, soyut bir vurgu için değil,
kapsam ve ardarda gelmeyi ifade içindir. Bölük bölük, alay alay geldiler demek
gibidir. Yani Arz, ard arda gelen sarsıntı ve çarpışmalarla vurula vurula,
çarpıla çarpıla yıkılıp düzlendiği, toz duman haline çevrildiği
22. ve Rabbin saf saf melekle geldiği vakit:
Yüce Allah'ın böyle gelmesinin bir yerden başka bir yere geçmek mânâsına olmayacağı
bellidir. Onun için bu gelişin mânâsında tefsirciler birkaç yönlü izahta
bulunmuşlardır. Münzir b. Said demiştir ki: Bu gelmenin mânâsı, bir yerden bir
yere geçme gelişi değildir, yüce Allah'ın yaratılmışlara görünmesidir. Nitekim
kıyamet anlamındaki Tamme (büyük baskın) ve Sahha (kulakları sağır eden
gürültü)'nın gelmesi de böyledir. Bir kısım tefsirciler de, mânâ, muzafın
söylenmemesi suretiyle "Rabb'inin emri (hükmü, kazası veya otoritesi)
geldiği vakit" demektir, demişler. Birçokları da yüce Allah'ın kudret ve
saltanatını gösteren delillerin ortaya çıkıp görünmesini temsil olduğu görüşüne
varmışlardır. Allah'ın şanı ve durumu, bir hükümdarın bizzat hazır olarak
idaresini yürüttüğü haliyle temsil olunmuştur. Zira onun bizzat hazır olmasıyla
ortaya çıkan heybet, sadece vezirlerinin, vekillerinin, bütün askerlerinin ve
özel adamlarının hazır olmasıyla görünen heybet ve saltanattan yüksek olur.
23. Ki o gün cehennem de getirilmiştir.
"Azgınlar için cehennem, gözlerinin önüne apaçık getirilmiştir." (Şuarâ,
26/9) buyrulduğu gibi azgınların gözleri önüne çıkarılmış, artık inkârlarına,
kaçınmalarına imkan kalmıyacak şekilde meydana çıkarılmıştır. O gün,
"iza"dan bedeldir. Cevabı şudur: O insan anlar, o gafil insan daha
önce dünyada anlamadığı hakikatı o gün onlar, tutmak istemediği öğüdü tutmak
ister. Ama ona o anlamadan ne fayda? Çünkü iş işten geçmiş, geri dönüp de bir
iş yapmak ihtimali kalmamış.
24. Bu anlamanın hükmü, azap ve zararın
şiddetini duymak; hasret ve pişmanlıkla şöyle inlemekten ibaret olur: Der:
Keşke hayatım için takdim etseydim. Takdimden maksat, ilerisi için önceden
hayırlı işler yapmaktır. 'deki lâm, sebep ve vakit göstermek içindir. Sebep
için olduğu takdirde, yani "hayatım için takdim etseydim" mânâsına
geldiği takdirde hayattan maksat ahiret hayatı; vakit için olduğu takdirde ise,
dünya hayatı olur. Yani der ki: Ah ne olurdu ben hayatım için, yahut hayatımda
önceden hayırlar yapmış, iyi ameller göndermiş olsaydım!...
25-26. Kısacası o gün "Onun ettiği azabı
kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz". Buradaki
"azabehu" ve "vesakahu" kelimelerinin sonlarındaki zamirde
iki vecih vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki,
Allah'ın o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse
vuramaz, demek olur. Bundan murat da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın
kuvvetini açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış
olmasıdır ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O
gün öyle diyecek olan insanın kendine ettiği azabı başka birisi etmez ve
kendine vurduğu bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap ve bağ ona
sırf kendi inkârının ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş
demektir ki "Sana gelen her fenalık da kendindendir."(Nisâ, 4/79)
âyetinin mânâsıdır.
Kisai ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri
"zâl" ve "sâ"nın fethiyle mechul okunur ki bunda zamirin o
insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse azap görmez ve onun
bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur.
Dünyaya gönül bağlayan ve huzuru ancak dünya
lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu bu olduğu anlatıldıktan sonra buna
karşılık Allah'a gönül bağlayan ve huzuru ancak onun zikir ve itaati ile
rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek
kişiyi Allah'a yaklaştıran nefs) nin sonu anlatılmak için de buyuruluyor ki;
27. Ey nefs-i mutmainne (huzura ermiş nefis)!
Sözün gelişi bu hitabın da o gün olacağını anlatıyor. "dön" emrinin
de derhal olmayıp ilerde olacağı açıktır. Onun için tefsirciler bunun,
"diyecek" fiili takdir edilerek hikaye şeklinde zikredilmiş olduğunu
söylemişlerdir. Bu ifade üslubu Kur'ân'ın i'cazı yönlerinden birisidir. Bunda
dinleyici derhal geleceğe hazırlayacak bir telkin vardır. Yani o gün kâfir
insan hakikatı anlayıp "keşke hayatım için takdim etseydim" diyecek;
öyle olmayıp hakkı önce anlamış, iman etmiş, kalp huzurunu iman ve ihlas ile
Rabb'ine hayır takdim etmede bulmuş olan her mutmain nefse de yüce Rabb'i
diyecek ki, ey o nefs-i mutmainne!
28. Dön Rabbine, hem razı olmuş, hem de
kendisinden razı olunmuş olarak. Öyle bir halde dön ki, Rabbinden hoşnut,
Rabbin de senden hoşnut. "Allah onlardan razı olmuş, onlar da
Allah'tan." (Mâide, 5/119)
29. dön de gir kullarımın içine, bana ihlas
ile kulluk eden, sadece bana kul olma özelliğiyle diğerlerinden ayrılan samimi
salih kullarımın zümresine katıl. "Kim Allah'a ve peygamberine itaat
ederse, bu gibi kimseler, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle,
sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Onlar ne güzel
arkadaştırlar."(Nisâ, 4/69);
30. Ve gir cennetime onlarla beraber.
Tefsircilerin açıkladığı diğer bir mânâ ile: Kendime yaklaştırdığım kullar
sırasına dizil ve onların nurlarıyla parla. Zira kutsal, temiz ruhlar yani
nüfus-ı zekiyye, karşı karşıya konmuş aynalar gibi karşılıklı olarak
birbirlerine yansıdıkça nurları artar. Diğer bir mânâ ile, bedenlere gir,
onlarla birlikte sevap yurduna dahil ol.
Daha önce de geçtiği gibi nefs, bir şeyin
kendisi denilen zat ve hakikatıdır. Nitekim "o, binefsihi kâim" denilir.
Bizatihi, yani kendi kendine duruyor demektir. İnsanın nefsi de "ben"
dediği zat ve hakikati, "kendisi"dir ki, kendisine muhtelif halleri
içinde vahdetle "bir" şuuru, duygusu vardır. Bu itibar ile biri şair,
yani duyan ve hisseden, biri de meş'ur, yani duyulan ve hissedilen olmak üzere
iki özelliği vardır. Nefsin hakikati bu iki özelliğin bir olma ve uyuşma
noktasındadır. Bununla beraber uyku, gaflet, baygınlık, ölüm hallerinde olduğu
gibi birbirlerinden ayrılan bu özelliklerden her biri itibariyle dahi düşünülür
de bazan yalnız hissetme, bazan soyut ayırma gücü ve idrak ile irade başlangıç
ve ilkesi olarak kendisiyle başkasını hissederek ayırt eden veya birleştiren
ruha dahi nefs denilir ki, hisseden nefis veya şehvani nefis, idrak eden nefis
veya düşünüp söyleme özelliği olan nefis denilmesi bundandır. Bu mânâda nefse
dilimizde "can" tabir edilir. Duyan insan ile duyulan insan arasına
perde girebildiği, yani insanın duygusu ile duymuş olduğu şeyin her zaman
uyuşmayıp ayrılabildiği de kesin ve muhakkaktır. Demek ki insanın nefsiyle uyum
sağlaması, bir olma ciheti kendisinde değil, kendisinin üstünde bulunan bir
hakikattedir ki o, insanın ve herşeyin Rabb'i olan yüce Allah'tır. "Bilin
ki Allah kişi ile kalbi arasına girer. Siz ancak onun huzurunda toplanacaksınız."(Enfâl,
8/24) buyurulduğu üzere yüce Allah kişi ile kalbinin arasına perde olur. Onun
için insanlar hep ona haşr olunur, ona toplanır. "De ki: Ruh, Rabb'imin
emrindendir."(İsrâ, 17/85) kriterince ruh, Rabb'in emri olduğu gibi,
"Allah o canları, öldükleri sırada, ölmeyenleri de uykularında
alır."(Zümer, 39/42) buyurulduğu üzere insanın ruhu, şuuru kendinden
ayrıldığı ölüm ve uyku sırasında nefisleri alan Allah'tır. Onun için insan
kendinden geçtiği zaman, kendini kendinde duymaz olmakla yok olup gitmiş değil,
ruhu ve bütün hakikatı ile geri gidip Allah'a dönmüştür. O vakit artık insan
kendisini kendinde değil, ancak Rabb'inin huzurundaki bütün hakikatiyle
duyacak, ona göre ya azap görmüş veya razı olmuş ve razı olunmuş olacaktır.
Artık ebedi ve sonsuz olan bu azap veya hoşnutluğa göre, hiç kuşkusuz, birkaç
günlük dünya azap ve lezzetleri hiçtir. Kısacası insanın nefsi, hisseden ve
hissedilen her iki özelliğiyle "ben" dediği zat, hakikatidir. Yalnız
idrak etmesi özelliğiyle ruha da denilir. Onun için burada çokları zat
mânâsına, bazıları da ruh mânâsına anlamışlardır. Şu halde nefs-i mutmainne,
huzura ermiş zat veya ruh demek olur. Razi der ki: İtmi'nan, yerleşip
sabitleşmedir. Bu yerleşip sabitleşmenin nasıl olduğuna dair birkaç vecih
vardır:
BİRİNCİSİ: Hiçbir kuşku bulunmayacak şekilde
hakka yakinen inanma zevkine ermektir. Nitekim, "Fakat kalbimin iyice
yatışması için"(Bakara, 2/260) âyetinden maksat budur.
İKİNCİSİ: "Bunlara bir korku yoktur,
bunlar mahzun da olmazlar."(Bakara, 2/112) mânâsınca korku ve hüzünden
sarsılmayacak şekilde güven elde etmektir. Bu güven duygusu ise ölüm sırasında,
öldükten sonra dirilme sırasında ve cennete girerken "Korkmayın, mahzun da
olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin."(Fussilet, 41/30) hitabı
işitilmekle olur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Kur'ân ve delil, bu kalp huzurunun
ancak Allah'ı zikirle elde edileceği hususunda mutabıktır. Kur'ân, "Bilin
ki, kalpler ancak Allah'ı zikir ile huzur bulur."(Ra'd, 13/28) diyor.
Bunun delili de iki vecih iledir. Birisi, akıl kuvveti sebep ve neticeler
silsilesinde ilerledikçe kendiliğinden mümkün olan herhangi bir sebebe ulaşsa
akıl buna başka bir sebep arar. Onunla durup kalmaz. Devamlı şekilde her şeyden
daha üstün olanına geçer. Bu ilerlemede ta bütün ihtiyaçların kesildiği ve
bütün zaruretlerin sona erdiği varlığı kendinden, kendiliğinden olması vacip
olan varlığına ulaşıncaya kadar gider. Onun önünde ihtiyaç durduğu için akıl da
durur ve onunla kalbi yatışır. Akıl kuvveti mümkün olan şeylerden herhangi bir
şeye dönmüş ve bakmış ise onda durup sabitleşmesi imkansızdır. Varlığı vacip
olan Allah'ın azametine bakıp hepsinin ondan olduğunu bildiği zaman da ondan,
başkasına geçmesi imkansızdır. Bir de, kulun ihtiyaçları sonsuzdur. Allah'ın
yardımı olmadıkça da, Allah'ın dışındaki her şeyin devamı ve kuvveti sonludur.
Sonsuz olan şeyler sonlu şey ile telafi edilip giderilemez. Onun için kulun
sonsuz olan ihtiyacı karşılığında Allah'ın sonsuz olan kemali gerekir ki, huzur
ve sükunet olabilsin. O halde sabit olur ki, her kim Allah'ı tanımayı Allah'tan
başka bir şey için seçerse onun içi huzur bulmuş değildir. Onun nefsi, nefs-i
mutmainne değildir. Ama her kim Allah'ı onun dışında bir şey için olmayarak
seçerse işte o nefs-i mutmainnedir. Böyle olan her kimsenin ise yalnızlığını
gidermesi Allah ile bir olmak suretiyle olur. Şevk ve arzusu Allah'a, beka ve
devamı Allah'ta, konuşması Allah iledir. Onun için bu kimse dünyadan ayrılacağı
sırada kuşkusuz "Rabb'ine razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön."
hitabına muhatap olur. Bu öyle bir sözdür ki bundan insan ancak ilâhî fikir
kuvvetinde, her şeyden el ayak çekip Allah'a yönelme ve sırf onunla meşgul olma
hususunda kemale ulaştığı zaman istifade eder. Demek ki nefs-i mutmainne esasen
istikrarı olmayan ve kendileri ihtiyaçtan kurtulmuş bulunmayan sebep ve netice
silsilelerinden geçip bizzat etkili olan en yüce ilk unsuru tanımaya yükselerek
onu tanımak gayesinde karar kılan ve varlığında ve diğer hallerinde onun dışındakilere
ihtiyaç hissetmeyerek ona ancak onun için tevhid ve ihlas ile itaat edip boyun
eğen nefis demektir ki bu tanıtmanın özeti "Hayır, her kim Allah'ı
görüyormuş gibi ona ibadet edici olduğu halde kendini Allah'a teslim ederse,
işte onun mükafatı Rabb'i katındadır. Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun
da olmayacaklardır."(Bakara, 2/112) mânâsı üzere Allah için İslâm ve ihsan
ile korku ve hüzünden kurtulmaya kesin inancı, "Öyle insanlar var ki,
Allah'ın rızasını elde etmek için canını bile verir."(Bakara, 2/207)
mânâsı üzere nefsini yalnız Allah'ın rızasını arayıp bulmaya bağlayarak hayvani
tabiattan, kötülüğü emreden nefsin sıkıştırmasından, ayıplanan nefsin
ayıplamasından, Allah'ın dışındakilere esir olma bağlarından kurtarıp ilâhî
ahlâk ile ahlâklanarak Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yapacak
gerçek hürriyeti kazanma kararıdır.
Nitekim bundan sonraki sûrede "O, bir
köleyi azat etmektir."(Beled, 90/13) âyeti ile bu mânâ açıklığa
kavuşturulmuştur. Hakk'a gönül huzuru ile inanmış, hiçbir şüphe ve kuruntu
çalkalamayacak şekilde kesin inanç serinliğine ermiş nefis, yahut hiçbir korku
ve üzüntünün sarsmıyacağı güvene kavuşmuş nefis diye tarif de onun birer
ifadesidir.
İbnü Cerir'in nakline göre, İbnü Abbas:
"Nefs-i mutmainne, tasdik edici nefistir"; Katade: Allah'ın vaadi ile
gönlü huzurlu, sözünü tasdik edici nefistir"; Mücahid: "Allah'ın,
kendisinin Rabbi olduğunu tasdik edip buna iyice inanmış ve her yaptığı işte
onun emrine teslim olmuş ve boyun eğmiş nefistir." demişlerdir. Diğer bir
ifade ile; "Allah'ın, Rabb'i olduğuna inanmış, gönlünü ancak ona vermiş,
kalbi onun emriyle çarpar, Allah'a dönmüş ve boyun eğmiş nefis." Başka bir
ifade ile, "Allah'a kavuşacağına yakinen inanmış, gönlü onunla
çarpar". diye rivayet olunan tefsirler de, "Gerçekten mümin olanlar o
kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. Onlara âyetleri
okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Bunlar yalnız Rab'lerine tevekkül
ederler."(Enfal, 8/2), "İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O halde yalnız
ona teslim olunuz. İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele.
Allah anıldığı zaman onların kalpleri titrer.
Başlarına gelenlere karşı da sabırlıdırlar. Onlar namazlarını kılarlar ve
kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar."(Hacc, 8/2) ve "Tevbe ile
Rabb'inize dönün."(Zümer, 39/54) gibi âyetlerin mânâlarına da işaret
ederek birbirlerini tamamlayan tariflerdir.
Tasavvufçuların da nefsin mertebeleri,
makamları ve halleri üzerinde uzun sözleri vardır. Hatta bütün tasavvuf,
"Nefsini tanıyan Rabb'ini de tanımış olur." düsturuyla onun üzerinde
dolaşır. Bu cümleden olarak nefsi şu mertebeler üzere sınıflandırırlar: Nefs-i
emmare (insanı kötülüğe sürükleyen nefis), nefs-i levvame (kötülükten sonra iç
huzursuzluk, rahatsızlık veren nefis), nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü
ayırdeden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefis), nefs-i radiye (razı
olmuş nefis), nefs-i merdiye (kendisinden razı olunmuş nefis), nefs-i mülheme
(ilham olunmuş nefis), nefs-i zekiyye (temizlenmiş nefis), "Ve amma her ne
zaman Rabb'i onu imtihan ettiği zaman." âyetleri çok cahil ve zalim olan
nefs-i emmarenin cahillik ve dünya sevgisi ile zulüm, kibir, eğlenceye, mal ve
makama meyil ve hırs gibi şehvani ve cismani tabiatını açıkladığı gibi sonunda
"İnsan o gün öğüt almaya çalışır, fakat öğütten ona ne fayda? Ah, ne
olurdu der, keşke hayatım için takdim etseydim." ile de kendini kınayan
nefs-i levvamenin tabiatı ve fakat bu kınamanın zamanı geçmiş olduğundan dolayı
faydası olmayıp hükmü ebedi azap ve bağda kalmak olduğu anlatılmakla nefs-i emmare
ve nefs-i levvame hükümleri gösterilmiş, sonra da vaktiyle hakkı anlayıp o
mertebelerden geçip yükselmiş olan nefs-i mutmainnenin hükmü anlatılmıştır.
Nefs-i mutmainneye bu hitap ne zaman
yapılacaktır? Bu hususta üç görüş vardır: Ölüm zamanında olması, öldükten sonra
dirilme zamanında olması, hesap tamamlandığında olmasıdır. Sözün akışına göre,
en açığı da bu denilmiştir. Çünkü sözün gelişi bunun da "Ne olaydı hayatım
için takdim etmiş olaydım." sözünün söylendiği günde ve ona karşılık olarak
söylendiğini göstermektedir. Bu şekilde "dön" sözünün mânâsı, hesap
görülen yerden yüce Allah'ın yardım ve ikramı ile emir buyurduğu yere dön
demektir. Yahut "Hesap neticesine önem veren ve amellerin kabul olunup
olunmayacağı endişesi ile meşgul olan kalbi boşaltarak yine evvelki gibi
Allah'tan başkasına dönüp bakmayarak tamamiyle Rabbine dön, onu düşünmekle
meşgul ol." demek de olabilir. Zira nefs-i mutmainnenin özelliklerinden
birisi de Rabbinin huzurunda hesap verileceğine gönül huzuru ile iman etmiş olduğundan
dolayı hesaba önem vermek, amellerinin kabul ve rıza görüp görmediğini
düşünmektir. Gerek hesapsız ve sualsiz geçecek olsun, gerekse kolay bir hesapla
geçecek olsun amellerinin hesabının tamamlandığı duyurulurken ona böyle
"haydi hesap ve sual endişesinden tamamiyle sıyrıl da Rabb'ine dön"
denilmesi büyük bir gönül rahatlığı verme ve müjde olduğu kuşkusuzdur. O halde
"radıyye", seni bu ebedî nimete erdiren Rabb'inden razı ve hoşnut;
"merdiyye" de, Rabb'in katında rıza ve kabul görmüş, yani temiz
kalbin, güzel çalışma ve gayretin nedeniyle Rabb'in da senden razı olarak, seni
en büyük kurtuluş olan rıza ve hoşnutluğuna eriştirmek üzere dön demektir. deki
"fâ", tefsiriyye (açıklama "fâ"sı) olarak
"dönüş"ü açıklamaktadır.
İkrime ve Dahhâk'ten rivayet olunduğuna göre
bu hitap ile "dön" emri, öldükten sonra dirilme sırasındadır. Yani
"ey ölüm ile sükuna ermiş olan nefs-i mutmainne! Rabbin ve tek döneceğin
yer olan yüce Allah'ın huzuruna razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön de sonsuz
hayata er" demek olur. Bu şekilde nefse ruh diyenler "kullarımın
içine gir" âyetindeki girmeyi, ruhların ayrılmış oldukları bedenlere
girmesi ile tefsir etmişler ve bunun İbnü Abbas ve İbnü Cübeyr'den rivayet
edilmiş olduğunu sölemişlerdi. "Cennetime gir" de, birlikte sevap
yurdu olan cennete girmedir.
İbnü Zeyd ve daha birçokları da bu hitabın
ölüm sırasında söyleneceği görüşünü benimsemişlerdir. Abd b. Humeyd, İbnü
Cerir, İbnü Ebi Hatim, İbnü Merduye ve "Hılye"de Ebu Nuaym İbnü
Cübeyr'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.)'in yanında "ey
nefs-i mutmainne!" âyeti okunmuştu. Hz. Ebubekir (r.a.), "bu
hakikaten güzel" dedi. Resulullah (s.a.v.) da: "Haberin olsun ki,
melek sana onu ölümün sırasında söyliyecektir" buyurdu. Hakim-i Tirmizî de
bunun gibi "Nevadiru'l-usûl"de Sabit b. Aclan yoluyla Selim b.
Amir'den, Hz. Ebubekir es-Sıddîk'ten rivayet etmiştir. Buna göre nefis ruh
mânâsına olup onun dönmesi, ruhun bedenden ayrılarak Rabb'ine doğru razı olmuş
ve razı olunmuş olarak gitmesidir. "Gir kullarımın içine..." Bu
âyetin başındaki "fâ", fâ-i takibiyye olarak hiç gecikmeden hemen
ruhlar âleminde Allah'a yakın ruhlar zincirine katılmak veya sonra yeniden
dirilmek suretiyle salihler zümresine girmek, "cennetime gir" onlarla
beraber cennete girmek demek olur.
İbnü Cerir, İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Ebu
Salih'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Bu âyette, "Rabb'ine dön" emri
ölüm anındadır. Nefsin Rabb'ına dönmesi dünyadan çıkmasıdır. Kıyamet günü
olunca da ona, "kullarımın içine gir, cennetime gir" denilecektir.
Bu mânâ açık gibi görünse de yukarıda
hatırlatıldığı üzere " o gün insan öğüt alır" âyetinin akışına göre
bu hitabın da o güne ait olması gerekeceğinden öldükten sonra dirilip hesabın
tamamlandığı sırada söylenmesi daha açık görülmektedir. Şu halde bu eser ve
nakillerin âyetlerin akışı ile uyum sağlayarak birleştirilmesi "Kim
ölmüşse kıyameti kopmuştur." hadisinin mânâsınca ölüm gününün kıyamet
gününe ilhak edilmiş olması nedeniyle o günün hükmü ölümden itibar edilmek,
yahut bu emirlerin sonuncusu olan "gir cennetime" emri o güne ait
olduğu için, her biri değil de toplamı itibariyle o akış içersinde söylenmiş
bulunduğunu kabul etmek suretiyle mümkün olur. Bir de denilmiştir ki: Bu hitap
üç yerde söylenecektir. Zira İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Zeyd b. Eslem'in
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Bu âyette nefs-i mutmainne; ölüm sırasında,
öldükten sonra dirilirken ve toplanma günü cennet ile müjdelenmiştir. Bu
rivayet zikredilen izah ve yorumların hepsine uygun düşer. Bütün bu ayrıntılı
bilgiler, söylendiği gibi âyet, daha önce zikredilenlerden elde edilen
karineyle "Allah buyurur ki: Ey nesf-i mutmainne!" meâlinde,
"Allah buyurur ki" sözü takdir edilerek haber verme mânâsında
olduğuna göredir ki çoğunluğun tercihi de budur. Buna göre bu hitabın ve
emirlerin kanun koyma türünden değil, yapma ve yaratma türünden olması gerekir.
Oysa daha önce geçen haber verişlerden sonra sûrenin sonu olmak üzere bu
hitabın Allah tarafından kanun koyma suretinde doğrudan doğruya istek ifade
eden bir hitap olması da pek muhtemeldir. Bu hitabın, üst tarafına bağlanmadan
ayrı olarak söylenmesi de yalnız önceki kısımdan ayrı ve farklı olmasından
dolayı değil, bunun mutmain nefisler tarafından bizzat ve özellikle dinlenmesi
istendiğine dikkat çekmek için olur. Bundan dolayı bir kısım tefsirciler de bunun
nefs-i mutmainneye dünyada da her zaman için hitap olduğu görüşüne
varmışlardır. Bu bize daha açık ve daha faydalı görülmektedir. Bu surette
"dön" emri, iradeye bağlı bir dönüş olarak her işte ve bütün
işlerinde hoşnut olmak kaydıyla yüce Allah'a ve onun emir ve takdirine dönmeyi
emirdir. Gerçi verilen ayrıntılı bilgilere göre "nefs-i mutmainne"
kavramında bu dönüş mânâsı da var ise de bolluk ve sıkıntı anlarında kaza ve
kadere rıza göstermek ve bu surette bu imtihan ve tecrübe âleminin müşküllerine
göğüs germek nefs-i emmare ve nefs-i levvamenin tabiatına uygun olmadığı gibi
bu, nefs-i mutmainnenin tabiatı için de kolay olmayıp bu mertebe nefs-i
mutmainnenin olgunluk mertebesi olan "razı olmuş nefis" özelliğini
taşıdığı için ve Allah katında kendisinden razı olunmuş olmak da buna bağlı
olduğu için "razı olmuş" ve "razı olunmuş" kayıtlarıyla
açık açık emredilmiştir. Bu durumda "fâ" sebep bildiren
"fâ" olarak dünyada Allah'ın rızasına uygun iyi amelleri çoğaltarak
üzerlerinde şeytanın otoritesi olmayan Allah'ın saf ve ihlaslı kulları
zümresine girmeye çalışarak dünyada ve ahirette o zümreye dahil olmak; de,
ahirette onlarla birlikte cennete girmek ile emir olmuş ve bu şekilde nefs-i
mutmainnenin yine yukarıda açıklanan yönler ile ahiretteki güzel sonu da bir netice
olmak üzere hissettirilmiş ve bildirilmiş olur.
İşte böyle bir nefs-i mutmeinne ile
geçirilecek olan dünya ömrü, Kurban bayramından önceki on gece; ihlaslı salih
kullar zümresi içinde cennete girme anı da o gecelerin bürüyüp geçtiği en büyük
bir mutluluk bayramının gerçek fecridir.
Ey Rabbim! Bu satırları acizlik ve kusur
içinde ömür sayfasına yazmaya çalışan bu zavallı kulu ve bunları güzel bir
bakışla okuyup onun hayrını isteyenleri öyle bir nefs-i mutmainne ile razı olan
ve razı olunan kullar olarak sana dönüp cennetinle cemaline eren samimi
kulların zümresine kat. "Allah'ım! Senden, sana kavuşacağına inanan, senin
kazana razı olan ve senin lutfettiğine kanaat eden bir nefs-i mutmainne
istiyorum".
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Fecr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.