Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Cuma Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
62-CUMU'A:
1. Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah'ı (yahut
Allah için) tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, yaratıcısının kemaline ve
noksanlık alâmetlerinden berî olduğuna delil olmasın (Bu konuyla ilgili İsra
Sûresi'nde bulunan "O'nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsrâ,
17/44) âyetine bkz.) Bu tesbih, yaratılışta mevcuttur. Binaenaleyh insanlar da,
irade hürriyetlerini kullanmak suretiyle Allah'ı her türlü kusur ve eksiklikten
tenzih etmeli, O'na şirk ve noksan sıfatları isnad etmekten sakınmalıdırlar. Bu
yüzden bir önceki sûrenin sonunda beyan edildiği şekilde galib oldukları zaman
aldanıp da aşırılığa sapmamalı, o yardım ve galibiyetin Allah'tan geldiğini onu
veren Allah'ın almaya da kudretinin bulunduğunu, düşmez kalkmaz varlığın yalnız
O olduğunu bilmeli ve ona göre küfür ve nankörlük etmekten sakınarak Allah'ı
tesbih ve tenzihe devam etmelidirler. Buradaki fiili, gelecek zamandan
soyutlanmış olarak devamlılık ifade etmektedir. Yani her an tesbih ederler.
Bununla beraber önceki sûrede denildiği halde burada ve benzerlerinde
denilmesi, bunun geçmiş zamandan ziyade gelecek zamana baktığını da
hatırlatmaktan uzak değildir. Yani gelecekte size müjdelenen zafer ve
galibiyete ulaştığınız zaman bütün eşya gibi siz de tesbih ve tenzihte devamlılığı
elden bırakmayın da binaenaleyh yahudi ve hıristiyanların düştükleri hallere
düşmeyin demektir. Çünkü O Allah öyle bir Melik, bütün bu gökleri ve yerleriyle
kâinat mülkünü yaratıp düzenleyen ve kendi yönetimi ile idare eden öyle bir
hükümdar öyle bir padişahtır ki Kuddüs, hiç lekesi olmayan, tertemiz ve pampak
demektir. Bütün temizlik, bütün övgüye layık kemaller (olgunluklar) fazilet ve
güzellikler O'nundur. Hiçbir şey O'nun kutsal sahasına yetişemez. O, hiçbir
sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kabul etmez, mülküne kimseyi ortak
kılmaz, haksızlık yapmaz ve lekeli şeyler O'na yanaşamaz. Ne oğula ihtiyacı
vardır ne kıza, ne dosta muhtaçdır ne de yardımcıya. Binaenaleyh önceki sûrede
geçtiği şekilde "Allah yardımcıları olunuz." denildiği zaman, Allah'ın
dilediğini galib kılması için yardıma ihtiyacı varmış gibi bir zanna
kapılmamalı, yardıma insanların ihtiyacının olduğunu bilmeli, O'nu daima
kutsamalıdır. Beyhakî, "Esmâ ve Sıfat"da "Kuddûs" isminin
izahı münasebetiyle Halimî'den naklen der ki: "Kuddûs'ün mânâsı, fazilet
ve güzelliklerle övülmüş demektir."(1) Açık tesbih, takdisi; açık takdis
de tesbihi içine alır. Çünkü yerilmiş sıfatların ortadan kaldırılması övgüleri
ispat mânâsını ifade etmektedir. Nitekim, ortağı ve benzeri yok dememiz O'nun
bir olduğunu, kimseye zulmetmez dememiz, hükmünde âdil olduğunu ispattır. Aynı
şekilde övgüler ve ispat da, mezmumları ortadan kaldırır. Mesela, âlim demek
cehli, kâdir demek de acizliği yok eder. Şu kadar var ki o şöyledir dediğimizde
zahirî takdis, O şöyle değildir dediğimizde de zahirî tesbihtir. Sonra takdisin
içerisinde tesbih, tesbihin içinde de takdis bulunmuş olur ki, İhlas Sûresi'nde
ikisi de bir arada zikredilmiştir. Mesela "De ki: Allah birdir, Allah
Samed'dir." (İhlas, 112/1,2) âyetleri takdis, "Kendisi doğurmamıştır
ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (İhlas, 112/3,4)
âyetleri ise, tesbihtir. Demek ki, bunların ikisi de, tevhid ile şirk ve
teşbihi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şu halde önceki sûrenin ardından bu
sûrenin böyle tesbih ve takdis ile başlaması, hıristiyanların galibiyetten
sonra teslis (üçleme) davasıyla düştükleri aşırılıkların iptal edilmesine
işarettir.
Evet o öyle Kuddûs kiAziz; çok izzetli,
kudsiyeti sarsılmaz, kudretine yetişilmez, ezelden vasıflandığı kuvvet ve
yüceliği hiç bir suretle mağlub edilmez. Kutsal şânına saldırıda bulunanların;
mülküne leke sürmek, hakkına tecavüz etmek ve şirk koşmak isteyenlerin cezasını
verir, şiddetli intikamıyla mağlub ve perişan eder. Bununla beraber Hakîm'dir.
Yaptığını nizam ve hikmetle sağlam yapar. Kutsallık ve yüceliğine zıt olan şirk
ve küfür gibi durumlara bazen meydan verip zalimler, fasıklar, haksızlar ve
ahlâksızlara zaman tanıyor, yüze çıkarıyor gibi görünürse de onlarda da nice
hikmetleri vardır. Öyle olmasaydı Hakk'ın kutsallık ve yüceliği bilinmez, ilâhî
üstünlüğün boyutu anlaşılmazdı. Böylece de o zalimler büyük cezalara müstahak
olmaz ve müminleri daha yüksek faziletle sevab ve derecelere ulaştıracak olan
cihadın hikmeti kalmazdı. Çünkü eşyanın zıtlarıyla görünmesi bir hikmet
kanunudur.
2. O Hakîm, Aziz, Kuddüs ve Melik olan,
göklerde ve yerde herşeyin kendisini tesbih ettiği Allah'tır ki izzet ve
hikmetinin alâmetlerinden olarak ümmiler içinde kendilerinden bir Resul
gönderdi ki bu ümmilerden kasıt, Araplar'dır. Yukarıda da geçtiği gibi ümmi
kelimesinin üç mânâsı vardır. Birisi, ümme mensub demektir ki, anadan doğduğu
hal üzere bulunan, yani okuma yazması, tahsili olmayan demektir. "Biz ümmi
bir ümmetiz, yazı ve hesab bilmeyiz." hadisi de bu mânâya işaret etmektedir.
İkincisi, ümmete mensub demektir. Üçüncüsü, Ümmü'l kurâ'ya mensub, yani Mekkeli
mânâsınadır. Bunlar içinde meşhur olan ilk görüştür. Burada da sözün gelişinden
bu mânâda olduğu anlaşılmaktadır. Yani ilkel halde bulunan ve henüz cehalet
devrini yaşayan Arablar içerisinde, ölülerden hayat fışkırtır gibi ilim ve
hikmet kaynağı olan bir Resul gönderdi. üzerlerine Allah'ın âyetlerini okuyor.
Ve onları tezkiye ediyor, bâtıl inançlardan, fena huylardan temizleyip
feyizlendiriyor, fikirlerini açıyor ve onları bütün âlemler içinde parlatıyor.
Ve onlara kitap ve hikmet öğretiyor, okuyup yazmayı ve kitabların en üstünü
olan Kur'ân'ı belletiyor. Sünnet ve hadislerle hükümleri yerine getirmek için
naklî ve aklî ilimler yanında işler de öğretiyor. Halbuki bundan önce o ümmiler
açık bir dalalet içinde, ne yapacaklarını bilmez şaşkın bir halde idiler. Böyle
iken Allah içlerinden onlara öyle bir Resul gönderdi.
3. Ve daha onlardan başkalarına ki henüz
onlara katılmadılar. Buradaki "âherîn" kelimesi, "aher"in
çoğulu olup e veya yahut deki zamirine bağlanmış olarak Resulullah (s.a.v)'ın
risalet ve öğretiminin yalnız Araplar'a mahsus olmayıp onlardan başka diğer
bütün ümmetleri de kapsadığını beyan etmektedir. Zira ümmi oldukları belirtilen
Araplar'dan başka, "âherîn" (diğerleri) tâbiriyle de bütün kavimler
kasdedilmiştir. Yani o Resul, yalnız içlerinden çıkarıldığı ümmi topluluğa
değil, henüz onlara katılmış olmamakla beraber ileride katılacak olan Arap ve
Arap olmayan bütün insanlık âlemine kitab ve hikmet öğretiyor. O öyle bir Resul
ve o, Resul'ü gönderen Allah öyle Aziz öyle Hakîm'dir.
4. İşte o ba's, yani öyle bir Resul
gönderilmesi sırf Allah'ın fazlıdır, kesb ve çalışmakla kazanılır bir şey
değildir. Onu dilediğine bahşeder. O, tabiat kanunları altına alınamaz.
Yalnızca İlâhî üstünlüğün gereğidir. Ve Allah öyle çok büyük bir fazl sahibidir.
Binaenaleyh o Resulün davetini kabul etmeli, talimatını bellemeli, ona göre
ensârullah (Allah yardımcıları) olup Allah'ın vaad ettiği fazl ve fazilete
ermelidir.
5. Bu beyandan sonra ilmiyle amel etmeyenlerin
kınanması için buyuruluyor ki kendilerine Tevrat yükletilmiş, öğretilip
mânâsıyla amel etmeleri teklif edilmiş olup da sonra onu yüklenmemiş;
içindekini anlayıp gereğince istifade ve amel etmemiş bulunanların meseli yani
mesel haline gelmiş tuhaf halleri ki, bilginiz, kendimizi Allah'a adamışız ve
okur yazarız diye yüklerle kitab sırtlanmış oldukları halde, Tevrat'ın ve Beni
İsrail peygamberlerinin, o Allah'ın bir fazlı olan ümmi Nebi'si son peygamber
hakkındaki haberlerine itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dairesinde
amel etme cihetine gitmemişlerdir. Böyle kimselerin hali o eşeğin haline benzer
ki sifirler, yani koca koca kitablar taşır da içindekinden hiç haberi olmaz,
istifade etmez. Burada zikredilen "esfâr" tâbirinde Tevrat'ın
kısımlarına esfâr denildiğine işaret vardır. Bak Allah'ın âyetlerini yalanlayan
kavmin meseli ne çirkindir! Burada ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve
mesellerinin böyle çirkin olduğuna bir tenbih vardır. Allah da zalimler
topluluğunu hidayete erdirmez. Doğru yola çıkarmaz. Kendilerine hakkın delilleri
gösterildiği halde onlara inanmayıp da tasdik yerine tekzibi koyan haksızların,
o doğru yolu bulmaları, murada ermeleri mümkün olur mu?
6. De ki ey yahudi olanlar! Siz diğer
insanlardan başka olarak kendilerinizin Allah'ın velisi, O'nun velâyetine ermiş
sevgili dostları olarak zannediyorsanız ,doğru olmayan böyle bir zan
besliyorsanız. Mâide Sûresi'nde "Yahudiler ve hıristiyanlar: 'Biz Allah'ın
oğulları ve sevgilileriyiz' dediler." (Mâide, 5/18) âyetinde geçtiği üzere
hıristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve evlatlarıyız." dedikleri gibi
yahudiler de "Biz Allah'ın sevgilileriyiz." diye iddia etmektedirler.
Eğer öyle ise haydi ölmeyi temenni edin! Ölümü kendinize ümmiyye yani ideal
edinin de bir an evvel ölüp bu imtihan ve sıkıntı dünyasından ahirete göçerek Allah'a
kavuşmayı canınıza minnet bilin. Buradaki ölümü temenni emri, susturma ve
kınama içindir. Eğer o davanızda doğru iseniz böyle ölümden kaçmayıp onu
temenni etmeniz gerekir. Niçin ondan kaçıp da bütün varlığınızla dünya hayatına
sarılıp duruyorsunuz?
7. Fakat onu ebediyyen temenni etmezler. Çünkü
ellerinin takdim ettiği nice günahlar, cinayetler, küfürler ve zulümler vardır.
Ki onlar Allah'ın sevgilisi ve evliyası olamazlar. Ve Allah zalimleri bilir,
cezalarını verir. Onun için onlar, o davada sadık değil, yalancıdırlar, evliya
değil haksız ve zalimlerdir.
8. De ki: Haberiniz olsun, o sizin kaçıp
durduğunuz ölüm her halde size gelip çatacaktır. Kaçmakla ondan
kurtulamayacağınız gibi ölmekle de kurtulacak değilsiniz. Sonra görünmeyeni ve
görüneni bilene döndürüleceksiniz. İlkin sizi yaratmış bütün varlığınıza
sahipken, sizler firarî köleler gibi O'nun mülkünden, emir ve hükmünden kaçmak
isteyerek gizli ve açık isyanlar yaptığınız gerçek mevlanız olup, bütün
görünmeyen ve görünenleri bilen ve kendisine hiçbir şeyin gizli kalmasına imkan
bulunmayan Allah Teâlâ'nın huzuruna döndürüleceksiniz, o size bütün
yaptıklarınızı haber verecektir. Kitabından ve verdiği ilimlerden neleri tahrif
ettiğinizi, neler gizleyip neleri açıkladığınızı yüzünüze vuracak ve ona göre
cezanızı verecektir. Ölümle bedenin yok olmasından sonra şuur ve temyiz ruhu
olan nefs-i natıka (insanın özü, cevheri) Zümer Sûresi'nde bulunan "Allah,
öldükleri sırada canları alır.." (Zümer, 39/42) âyetinde ifade edildiği
üzere doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kudret elinde kalacaktır ki, ölümden
sonra ruhun ebedi kalacağını ileri sürenlerin maksadı da budur. Burada bilhassa
"Âlimu'l-ğaybi ve'ş-şehâde" ismiyle ilim sıfatına döndürme açıkça
belirtilmiş olmasına nazaran bir insanın özünün şehadet âleminden gayb âlemine
intikâli demek olan bu dönüşün "vücûd-ı ilmî" ile Hakk'ın huzurunda
gerçekleşeceğine işaret edilmiş demektir. Buna göre bilinmeyen âlemden bilinen
âleme gelmiş olan bir insan, ölümle yine bilinmeyen âleme döndüğü zaman bütün hakikatı,
dünyadaki ömrünün başından sonuna kadar içinde ve dışında meydana gelen iyi
veya kötü bütün fiil ve işleri, gayb ve şehadeti bilen Allah Teâlâ'nın ilminde
hiçbir noktası kaybolmaksızın hazır bulacak ve ona göre ceza veya mükafatını
görecektir. Gerçi bir insan öldüğü zaman onun ruh ve beden itibariyle
çevresinde bırakmış olduğu iz ve izlenimlerin bir kısmı onu tanıyan ve onunla
ilgilenen insanların hafızalarında, daha geniş bir kısmı da "Kirâmen
kâtibîn" (şerefli kâtibler) denilen meleklerin kaydetmiş oldukları amel
defterleri ile bilgi ve ezberlerinde kalır ise de, bunların ikisi de onun bütün
insanlık hakikatini ihata edici değil, az çok açığa çıkmış olanlara aittir. Kaf
Sûresi'nde yer alan "Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf,
50/16) âyetinde geçtiği şekilde insan nefsinin derinliklerinde cereyan eden
gizli vesveseler gibi nice sırları vardır ki onları yalnız "insana şah
damarından daha yakın" olan, gayb ve şehadeti bilen zatın ilmi kuşatır.
Onun içindir ki, insanın bütün hakikatiyle dönüşü yalnız Allah'adır. İşte bu
suretle insanlar Hak Teâlâ'nın huzuruna bütün hakikatleriyle toplanarak hesaba
çekilecekler ve ömürlerinin kazançları olan ruhanî ve cismanî bütün amellerin
tartısına göre ceza ve mükafat göreceklerdir.
Bunun için bu beyandan sonra müminlere hitaben
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
9- Ey inananlar! Cuma günü namaz için
çağrıldığı(nız) zaman, Allah'ı anmaya koşun, alışverişi bırakın. Eğer
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
10- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın
ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa
eresiniz.
11- Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman
hemen dağılıp ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın
yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin
en hayırlısıdır."
9. Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu
vakit yı tefsirdir mânâsına olduğu da söylenmiştir. Yani Cuma günü Cuma namazı
vakti ezan okunduğunda Keşşâf ve diğer bazı tefsirlerde zikredildiğine göre bir
kısım âlimler demişlerdir ki, buradaki çağrıdan maksat, imamın minbere oturduğu
sıradaki ezandır. Resulullah'ın bir müezzini bulunurdu. Minbere oturduğu zaman
mescidin kapısı üzerinde şöyle ezan okunurdu. "Allah büyüktür, Allah
büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür; ben şehadet ederim ki, O'ndan başka
tanrı yoktur, ben şehadet ederim ki, O'ndan başta tanrı yoktur; ben şehadet
ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür, ben şehadet ederim ki, Muhammed
Allah'ın Resulüdür; haydi namaza haydi namaza; haydi felaha haydi felaha; Allah
büyüktür, Allah büyüktür; O'ndan başka tanrı yoktur." Resulullah minberden
indiğinde de müezzin namaza ikâmet getirirdi. Bu, Ebu Bekr ve Ömer (r.a)
zamanında da böyle idi. Ta ki Hz. Osman devri gelince, insanlar çoğaldı, Medine
büyüyüp evlerin mesafeleri uzaklaştı. O vakit Hz. Osman müezzinlerin sayısını
ikiye çıkardı. Birinci ezanın Zevrâ denilen evi üzerinde okunmasını emretti.
İkinci ezan da minbere oturduğu zaman, ikinci müezzin tarafından okunur, sonra
minberden indiğinde namaz için ikâmet getirilirdi. Bu durum hiç kimse
tarafından kınanmadı. Böylece Cuma namazı için iki ezan bir ikâmet üzerine icma
meydana gelmiş oldu. O zamandan beri uygulama bu şekildedir. Buharî, Zühri
yoluyla Said b. Yezid'den şunları rivayet etmiştir:
1- Hz. Peygamber (s.a.v), Ebu Bekr ve Ömer
zamanında Cuma günü birinci çağrı imam minbere oturduğunda olurdu. Vakta ki
Osman (r.a) zamanı geldi ve insanlar çoğaldı, o vakit Hz. Osman Zevrâ üzerinde
üçüncü çağırıyı (ezanı) emretti.
2- Cuma günü üçüncü ezanı ziyade eden Hz.
Osman oldu ki bu, Medine halkının çoğaldığında idi. Hz. Peygamber (s.a.v)
zamanında ise bir müezzinden başka yoktu ve Cuma günü ezan, imam minbere
oturduğu sırada okunurdu.
3- Cuma günü üçüncü te'zini (ezanın
okunmasını) mescid halkı çoğaldığı vakit Hz. Osman emretti. Daha önce Cuma
ezanı, imam minbere oturduğu zaman okunurdu.
4- Resulullah (s.a.v), Ebu Bekr ve Ömer (r.a)
zamanında Cuma günü ilk ezan imam minbere oturduğu sırada idi. Vakta ki Hz.
Osman döneminde insanlar çoğaldı, o zaman Hz. Osman üçüncü ezanı emretti de o
da Zevrâ'da okundu. Binaenaleyh söz konusu emir bu şekilde sabit olmuştu."
Bu rivâyetlerin birinde ikinci te'zin, diğerlerinde üçüncü nidâ, üçüncü te'zin,
üçüncü ezan denilmesi hep aynı mânâyadır. Bundan maksat, Hz. Osman zamanında
emredilen ilk ezandır ki, biz buna dış ezan deriz. Bundan sonra hâtibin minbere
oturduğu zaman da bir ezan okunur ki, bu ikinci ezâna da iç ezan denir.
Üçüncüsü de namaza başlarken okunan kamettir. Ezan ile kamete nidaeyn ve
ezaneyn (iki çağrı) da denilmektedir. Bu itibarla tarih nokta-i nazarından,
sonra başlamış olan dış ezana üçüncü nidâ ya da üçüncü ezan denildiği gibi,
kamet ezan sayılmayarak, buna ikinci ezan da denilmiştir. Kısacası, Hz.
Peygamber devrinde Cuma için birinci çağrı, hâtib minbere oturduğu zaman
mescidin kapısı üstünde okunan ezan, ikincisi de hâtib minberden aşağı inerken
okunan ikametti. Hz. Osman döneminden beri tekrar etmiş olan icma ve uygulamaya
nazaran da birinci çağrı, Cuma vaktinin girmesiyle okunan dış ezan ikincisi,
hâtib minbere oturduğunda okunan iç ezan, üçüncüsü de, namaz için okunan
kamettir. Bu âyetteki nidasından muradın da, ilk okunan ezan olduğu açıktır.
Çünkü birinci ezan okununca nidâ, yani Allah'ı anmaya koşmanın şartı olan
çağrılma, vuku bulmuş olur. Fakat ilk ezan hangisi itibar edilmelidir? Yukarıda
naklettiğimiz gibi bazıları yalnız Peygamber zamanındaki birinci ezanı dikkate
alarak koşmanın vücubunun, hatibin minbere oturduğu vakit okunan ezan ile
başlayacağına kanaat getirmişlerdir. İlk bakışta bu görüş uygun gibi
görünmektedir. Ancak Kenz Şerhi "Bahr-i Raik" ve "Tenviru'l-Ebsâr"
ve diğer kaynaklarda beyan edildiği üzere Hanefilerce en doğru kabul edilen,
vücubun ilk okunan dış ezanla başlamasıdır. Çünkü Cuma'ya davet çağrısı, bu
ezanladır. Fetâva-yı Hindiyye'de de şöyle denilmektedir: "Koşmak ve alış
verişi terketmek ilk ezan ile vacib olur." Tahavi de demiştir ki:
"Minber ezanı sırasında koşmak vacib, alışveriş mekruh olur." Hasan
b. Ziyâd'a göre de muteber olan minaredeki ezandır. Doğrusu şudur ki: Zeval
vaktinden önce ezan muteber değildir. Muteber olan zevalden sonraki ezandır.
Bu, ister minber üzerinde, ister Zevrâ üzerinde okunan ezan olsun sonuç
aynıdır. el-Kâfi'de de bu şekilde beyan edilmiştir. Gerçekte âyette ifade
edilen çağrıdan murad, Cuma'ya davet için okunan ezandır. Genel davet için
okunan ezan da, zevalden sonra vaktin girmesiyle dışarda okunan ilk ezandır.
İçerde okunan ikinci ezan ise, dışardakilere duyurmak mahiyyetinde değil,
içerdekilere karşı hutbeye başlamayı ilân suretiyle Peygamber'in sünnetini
yaşatmak mânâsınadır. Resulullah zamanında minbere oturulduktan sonra mescidin
kapısı üzerinde okunan ezan da, hem dışarıya karşı davet, hem de hutbeye
başlamayı ilân maksatlarını ifade edebiliyordu. Fakat memleket büyüyüp cemaat
çoğaldıktan sonra arzu edilen bu iki mânâ ve maksadın yerine getirilmesi için
yalnız bir ezanın yetmediği görüldüğü zaman yukarıda anlatılan iki ezanda karar
kılınıp icma yoluyla uygulama bunun üzerine cereyan etmiş olmakla âyetteki
umumi davet mânâsının, dışarıda okunan birinci ezana uygun olacağı anlaşılmış
olmaktadır. İşte bu suretle fıkıh yönüyle bizce de sahih olan budur. O halde
Cuma günü güneşin zevaliyle öğle vaktinin girmesinden itibaren Cuma'ya çağıran
ilk ezan okunduğu vakit hemen Allah'ın zikrine koşun! Çağrıdan önce ne kadar
erken gidilirse o kadar efdal olmakla beraber koşmanın vücubu ezanın
okunmasından itibaren başlar. Denilmiştir ki, burada koşmaktan maksat, meşgul
olduğu işi hemen bırakıp vakit geçirmeksizin hutbeye yetişmeye çalışmaktır.
Telaş ile koşarak gitmek demek değildir. Hz. Ömer, İbnü Mes'ud, İbnü Abbas ve
diğerlerinden yani hemen gidiniz mânâsına olduğu da nakledilmiştir. Çünkü
âyette koşma anlamını ifade eden "sa'y" kelimesi, "İnsana
çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39), "Babasıyla
beraber yürüyüp gezecek çağa erişince..." (Saffât, 37/102) âyetlerinde
olduğu gibi çalışmak mânâsına da gelir. Onun için sa'y burada koşmak değil
kasd, yani doğru gitmek anlamındadır. Ve sa'y her işte tasarruf demektir.
Hasan'dan da "ayaklar üzerinde değil, niyyet ve kalbler üzerinde
"sa'y" mânâsına olduğu nakledilmiştir. Bununla beraber İmam Muhammed
b. Hasan "Muvatta"ında demiştir ki:" İbnü Ömer (r.a) Bâki
Kabristanı'nda iken kameti işitmiş ve süratle yürümüştü.
İmam Muhammed der ki: "Kendini yormadıkça
bunda da bir sakınca yoktur. Hindiyye'de de şöyle denilmiştir: "Mescide
koşarak gitmek bize göre de, fakihlerin çoğunluğuna göre de vacib değildir.
Ancak müstehab olması konusunda da ihtilaf edilmiştir. En doğru olan, sakin ve
ağır başlı olarak yürümektir." "el-Kunye" adlı eserde de böyle
ifade edilmiştir. Kütüb-i Sitte'de (altı sahih hadis kitabında) rivayet
edildiği üzere Ebu Hureyre demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)'ın şöyle
dediğini işittim: "Namaz için kamet getirildiği vakit ona koşarak
gelmeyin, yürüyerek gelin, sakinliği elden bırakmayın, yetiştiğinizi kılın,
yetişemediğinizi de sonradan tamamlayın." Âyetteki "zikrullah"
mefhumu esas itibariyle Allah'ı anmak veya Allah'ın müjde ve tehdidi demek
olduğundan Kur'ân, tesbih, hamd, vaaz, hutbe ve namaz gibi hususların hepsini
kapsamaktadır. Fakat Cuma'nın şart ve esaslarından olan zikirden maksadın,
hutbe ve namaz olması cihetiyle, burada koşulması vacib olan zikr, hutbe ve
namaz olarak tefsir edilmiştir. Hidaye şerhi "el-İnâye"de
"zikirden maksadın hutbe olduğu hususunda müfessirlerin ittifakının
bulunduğu" belirtilmiştir. Mamafih icma ve ittifak yalnız hutbe olmasında
değil, hutbenin de kasdedilmiş olmasındadır. Bu yüzden
"Fethu'l-Kadir"de denilmiştir ki: "Zikrullahın tefsirinden
maksat, hutbe ve namazdır". Hz. Peygamber (s.a.v) ömründe Cuma namazını
hutbesiz kılmamış olduğu için, hutbe Cuma'nın şartlarından birisidir. Bu âyet
gereğince hutbe "zikrullah" tabiriyle ifade edilmiş olduğundan İmam-ı
A'zam Ebu Hanife (r.a) Allah'ı zikretmeyi hutbenin rüknü (farzı) saymıştır.
Dolayısıyla gibi zikrullah denilebilen en kısa bir zikir ile de hutbenin farzı
yerine getirilmiş olur. Bu zikrin biraz uzunca yapılması vaaz, nasihat ve
dualarla doldurulması ise sünnettir. Şu halde sünnetlerine riayet etmeyerek
kısaca diye yetinmek mekruh olursa da, Cuma'nın şartı olan hutbenin farzı,
kerahetle beraber yerine getirilmiş olacağından, ondan sonra namaz sahih
olabilir. Lakin İmameyn'e (İmam Muhammed ve Ebu Yusuf'a) göre bunun farzı,
hutbe denilebilecek kadar uzunca bir zikrullah olmasıdır ki, en azı üç âyet
veya namazdaki teşehhüd miktarı, yani duasının tamamı kadar olmalıdır. İki
hutbe olması ve her hutbenin sûreleri gibi "tıvâl-ı mufassal" denilen
bir sûre kadar olması, nasihat, şehadet ve salavatı içermesi şeklindeki
vasıflar, hutbenin sünnetlerindendir. İmam Şafii de demiştir ki: "İki
hutbe okunmayınca Cuma namazı caiz olmaz. Birinci hutbe, Allah'a hamd,
Peygamber'e salat ve selam, Allah'a karşı takva sahibi olma tavsiyesi ve bir
âyetin kırâetini içine almalıdır. İkincisi de aynı hususları ihtiva etmekle
beraber okunacak bir âyet yerine mümin erkek ve kadınlara duayı içermelidir.
Çünkü Resulullah zamanından beri uygulama böyle iki hutbe üzerine cereyan
etmiştir. Kur'ân'da yalnızca "Allah'ın zikrine koşun." buyurularak
hutbede yer alacak zikrin azı ve çoğu ayırdedilmediği için, İmam-ı Azam
hutbenin farzını, az veya çok zikrullah denebilecek bir miktar zikirden ibaret
saymış, bunun dışındakilerin ise sünnet olduğunu belirtmiştir.
Bu vesile ile Hanefi mezhebine göre hutbenin
bazı hükümlerini özetlemenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Hindiyye ve diğer kaynaklarda ifade edildiği
üzere Cuma'nın edasının şartlarından biri de, namazdan önce hutbe okumaktır.
Hatta namaz, hutbesiz kılınsa veya hatib hutbeyi vaktinden önce okusa caiz
olmaz. Hutbenin farzı ve sünneti vardır. Farzı ikidir. Birisi, vakittir ki, bu
da zevalden sonra ve namazdan öncedir. Hatta hutbe, zevalden önce veya namazdan
sonra okunsa caiz olmaz. İkincisi de zikrullahtır. Bir hamdele (elhamdülillah
demek) yahut bir tehlil (lâilahe illallah demek) ya da bir tesbih (sübhânellah
demek) dahi farza kifayet edebilir. Ancak bunlar hutbe kastıyla olmalıdır.
Aksırmak gibi başka bir sebeble veya yahut denilse bunun hutbe yerine
geçmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir. Hatib hutbeyi tek başına yahut yalnızca
kadınların huzurunda okusa, bu da caiz olmaz. Ancak hutbe esnasında cemaat
uyusa yahut sağır olsalar o hutbe caiz olur.
Hutbenin sünnetlerine gelince bunun on beş
kadar olduğu söylenmiştir. Şöyle sayılabilir:
1- Taharet.
2- Dikilmek>. Oturularak veya yan gelinerek
okunursa (sünnete ters düşmekle ve kerahetle beraber) caiz olur.
3- Yüzünü cemaata dönmek.
4- Hutbeye başlamadan önce içinden çekmek.
5- Hutbeyi cemaata duyurmak, Ancak
işittirilemezse de caiz olur.
6- Allah'a hamd ile başlamak,
7- Allah'a övgüde bulunmak,
8- şeklinde iki şehadet getirmek,
9- Hz. Peygamber'e salavat getirmek,
10- Vaaz ve nasihat etmek,
11- Kur'ân okumak. Kim hutbede Kur'ân okumayı
terkederse hata yapmış olur. Hutbe esnasında okunacak Kur'ân'ın miktarı, üç
kısa ya da bir uzun âyettir.
12- İkinci hutbe ile Allah Teâlâ'ya hamd ve
övgüyü, Hz. Peygamber'e salavatı tekrar etmek,
13- Müslüman erkek ve kadınlara dua etmek,
14- İki hutbeyi tıval-ı mufassaldan bir sûre
kadar hafif okumak. Hutbeyi uzatmak mekruhtur,
15- İki hutbe arasında oturmak. Bu oturmanın
miktarı, zahiri rivâyette üç âyet okuyacak kadar geçen süredir.
İki hutbe arasındaki bu oturuşu terk ederse
hatib, günahkâr olur. Resulullah (s.a.v)'a uyarak hatibin minbere çıkması ve
hutbeden önce oturması da sünnettir. Hidaye şerhi "Fethu'l-Kadir"de
denilmiştir ki: "Nasihat etmek, şehadet ve salavat getirmek, iki hutbe
okumak, ve hutbenin tıval-ı mufassaldan bir sûre kadar olması gibi az önce
zikredilen sünnetleri kapsadıktan sonra hutbenin kısa fakat namazın uzun olması
da fıkıh ve sünnettendir. "Hatibin sesini yükseltmesi ancak ikinci hutbede
birinciye kıyasla âşikâre okuduğu kısımları biraz hafifletmesi ise hutbenin
müstehablarındandır. Dört halifenin ve peygamberimizin iki amcası Hamza ve
Abbas'ın da hutbede yâd edilmeleri müstahsendir (güzel sayılmıştır) ve öyle
yapılagelmiştir. (Tecnis ve Hindiyye.)
Hatibin Cuma'da imamlığa ehil olması da
hutbenin şartlarındandır. (Zâhidî.)
Hatibin hutbe halinde iyiliği emretme
konusunda da olsa lakırdı etmesi mekruhtur. (Fethu'l-Kadir.)
İmam hutbeye çıktığı zaman ne salat ne de
kelam caiz değildir. Mamafih İmameyn, hatib minbere çıktığı zaman hutbeye
başlamadan önce ve hutbeyi bitirdikten sonra namazla meşgul olmadan evvel
konuşmasında bir sakınca yoktur, demişlerdir hutbe esnasında cemaatın da ne
insanlarla konuşması, ne tesbihi, ne aksıran kimseye "Allah sana merhamet
etsin" demesi ve ne de selamı iade etmesi caiz değildir. Fıkha dair bir
kitabı mütalaa etmek veya yazmakda bir sakınca yoktur diyenler olmuşsa da,
mekruh diyenler çoğunluktadır. (Sakıncasız olanın da terki evladır.) Men edilen
bir şeyi yapan kimseyi görüp nehyetmek, yahut bir şeyin haber verilmesi
esnasında başıyla işaret etmek gibi, dil ile söylenmeyip el, baş ve göz
işaretleriyle yapılan işlerde de sahih olan herhangi bir sakıncanın
olmamasıdır. İmamdan uzak olan da, hutbeyi dinleme hususunda yakın olan kimse
gibidir. Yani onun da hakkı, susmaktır. Doğru olan budur. Cuma günü imam
hutbede iken susma konusunda Buhârî şu hadisleri rivayet etmiştir.
1- Selman-ı Farisi, Hz. Peygamber'in şöyle
dediğini nakleder: "İmam konuştuğu zaman susulur."
2- Ebu Hureyre'den nakledilmiştir:
"Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Cuma günü İmam hutbe okurken
arkadaşına sus desen faydasız bir iş yapmış olursun."(1) Namazda haram
olan, hutbede de haramdır.
Binaenaleyh, imam hutbede iken yemek ve içmek
de doğru olmaz. Kısacası, cemaatın hutbeyi başından sonuna kadar dinlemesi
vacibtir. Ve imama yakın olmak uzak olmaktan daha faziletlidir. Ancak imama
yaklaşmak için insanların omuzlarından atlayıp geçmek de mekruhtur, İmam
hutbeye başladığında hem sonra gelenlere yer bırakmak hem de yakınlık
faziletine ermek için ileriye geçmekte bir sakınca olmadığı da söylenmiştir.
Çünkü önceden ileri gitmeyip de ön taraflarda boş yer bırakanlar, o mekanı,
mazeretsiz olarak zayi etmişlerdir. Lakin imam hutbeye başlamış ise cemaatın
bulunduğu yerde kalması gerekir. Hutbe esnasında ileri geçmek, bir amel
sayılır. Hutbeyi dinlerken yüzü hutbeye karşı çevirmek ve namazda oturur gibi
oturmak müstehabdır. Ancak hutbeyi dinleyen dilerse dizlerini dikerek veya
bağdaş kurarak ya da kolayına geldiği gibi oturabilir bu, caizdir. Çünkü hutbe
dinlemek, amel yönüyle hakikaten namaz değildir. Harb yoluyla fethedilmiş her
beldede hatib kılıç takınır. Hatib hutbeyi bitirince müezzin kamet getirir.
İşte böyle hutbenin Kitap ve Sünnet ile bir
takım hükümleri bulunmakla beraber, Kur'ân'da sabit olan asıl mahiyyeti,
Allah'ı layıkıyla anmak yahut va'z ve nasihatle andırmak mânâsına zikrullah,
yani Allah'ı zikretmektir. Bu itibarla hutbe de namaz gibidir. Çünkü "Beni
anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 20/14) ve "Muhakkak ki namaz,
hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak en büyük
ibadettir."" (Ankebut, 29/45) buyurularak namaz da, zikrullahtan
ibaret gösterilmiştir. Onun için ey müminler Cuma günü diye namaza çağrı
ezanını işittiğiniz zaman, Allah'ın zikrine yetişmeye çalışıp dosdoğru gidin.
Ve bey'i terkedin, yani muameleleri (işleri) bırakın. Öyle ki geçim için en
önemli olan alım satım işlerini bile bırakın. Burada yer alan bey' "zikr-i
hâs irade-i amm" (hususi olanı zikredip bununla umumu kasdetmek) yoluyla
muamelattan mecazdır. Yahut bey', hakiki mânâsına olup, alışverişin dışındaki
muamelelerin terki, nassın delaletiyle sabittir. Belli ki, bey'i (alış verişi)
bırakın denilmesi çarşıyı pazarı kapayın demekten daha kapsamlıdır. Nitekim
Ata'dan yapılan rivâyete göre, kişinin karısıyla mübah olan muameleleri bile o
saatte haramdır. Ancak karakol ve inzibat işleri gibi toplumun genel emniyeti
için zarurî ve zorunlu olan hususların korunması da nassın (âyetin) gereği
demektir. Onun için fakihler, hürriyet, emniyet, hükümet ve izn-i âmm (genel
izin) gibi konuları Cuma'nın şartları arasında saymışlardır.
Buradaki emir, vücub için olduğundan ezan
okununca Cuma'ya koşmak farz, muamelat ise nehyedilmiştir. Nehyin zamanı,
imamın namazdan çıkmasına kadar devam eder. Fakat bununla beraber acaba bu süre
içerisinde alışveriş yapılmış olsa bu akid, batıl ve fasid olur mu? Hükmü
nedir? Bazıları, böyle bir alışverişin nehyedilmiş ve haram olduğunu ileri
sürerek akdi, fasid ve geçersiz saymışlarsa da, fıkıh usulü ilminde Hanefi
âlimlerince kabul edilen bir kaide vardır ki bu mesele onunla çözülebilir.
Şöyle ki: Bir şeyin zatından dolayı yasaklanması batıllığı, vasfından dolayı
yasaklanması fâsidliği, bir şeye yakınlığından dolayı yasaklanması da keraheti
gerektirir. Mesela sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde veya
gasbedilmiş bir yerde namaz kılmak mekruhtur. Çünkü namazın farz ve
vasıflarında bir bozukluk olmadığı halde sadece yerin sahibinin izin ve rızası
olmadığı için nehyedilmiştir. Bu gibi yasaklar, "Sana kadınların ay halini
sorarlar. De ki: 'O, bir ezâdır. Ay halinde olan kadınlardan uzak durun.
Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 2/222) âyetindeki
nehiy gibi tahrimen mekruh (harama yakın kerahet) mânâsını ifade eder. Çağrı
vaktindeki alışveriş de, satılan şey, fiat ve akiddeki bir bozukluktan dolayı
değil, "namaza çağrıda bulunulduğu zaman" kaydıyla sırf çağrı vaktine
yakınlığından dolayı nehyedilmiş olduğu için akid, diğer şartlar tam olarak
yerine getirilmiş olursa, zât ve vasfında herhangi bir eksiklik söz konusu
olmadığından dolayı batıl veya fasid olmayıp sahih fakat tahrimen mekruh olur.
Bu, yani çağrı vaktinde alışverişi terkedip
Allah'ı zikre koşmak sizin için daha hayırlıdır. Alışverişten daha faydalıdır.
Çünkü ahiret menfaatı, daha büyük ve sonsuzdur. Eğer bilirseniz, hakikaten
hayır ve şerri seçen ilim ehli iseniz bunun daha hayırlı olduğunu anlarsınız.
Cuma, cemaatın güçlenip galib olması ve "Allah'ın eli cemaatle
beraberdir." sözünün delaletiyle ilâhî yardımın gerçekleşme yeri olması
sebebiyle Allah katında o kadar büyük hayır ve sevabdır ki, onun yanında
alışveriş gibi küçücük menfaatların sözü bile edilmez. Dünya hayatının bütün
medeni muameleleri de sosyal kalkınma ile ilâhî yardımın görünmesinin eseridir.
Cuma:
Cuma, esasen cemiyet ve cemaat gibi toplanma
ve dernek mânâsıyla ilgili olan ve bizim de aynı isimle bildiğimiz belli günün
ismidir ki O, müslümanların haftalık bayramıdır. Keşşaf Tefsirinde Peygamber
(s.a.v)'den şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Bana Cibril geldi, avucunda
beyaz bir ayna vardı. Dedi ki: "Bu Cuma'dır. Rabbin bunu sana arz ediyor
ki senin ve senden sonra ümmetin için bir bayram olsun. O, bizim yanımızda
"yani meleklere göre" günlerin efendisidir. Biz ona ahirete kadar
"yevmü'l-mezîd" (bereketli gün) deriz." Yine Hz. Peygamber
(s.a.v) 'den şöyle dediği rivayet edilir: "Allah Teâlâ, her Cuma günü altı
yüz bin kişiyi ateşten uzaklaştırır." Ka'b da şunu nakleder: "Allah
Teâlâ beldelerden Mekke'yi, aylardan Ramazan'ı, günlerden de Cuma'yı faziletli
kılmıştır." Ve Resulullah buyurmuştur ki: "Cuma günü vefat eden
kimseye Allah Teâlâ şehid mükafatı yazar ve onu kabir fitnesinden korur."
İmam Ahmed b. Hanbel, İbnü Mâce ve daha bir âlimin Ebu Lübabe b.
Abdi'l-Münzir'den Hz. Peygamber (s.a.v)'e varan bir senedle rivayet ettikleri
bir hadisde: "Cuma günü, günlerin efendisidir ve Allah Teâlâ'nın yanında
Ramazan ve Kurban bayramlarından daha büyüktür." İbnü Hibban'ın rivayet
ettiği sahih bir hadiste de: "Cuma gününden efdal olan bir gün üzerine
güneş ne doğar ne de batar." diye zikredilmiştir. Cuma gecesinin fazileti
hakkında bazı hadis ve haberlerden de anlaşıldığına göre haftanın günleri,
âlemin ilk yaratılış devirlerinin bir misali gibi düşünülmüştür. Buyurulduğu
vechile birçok âyette göklerin ve yerin altı günde yaratılıp sonra Arş üzerinde
istivâ edildiği zikredilmişti: A'râf, 7/54; Hud, 11/7; Fussilet, 41/11,12 âyetlerinde
izah edildiği üzere henüz günlerin mevcut olmadığı zamanlara aid olan bu altı
günün bilinen günler olmayıp ahiret günleri gibi binlerce seneler olması
düşünülen vakit veya devirleri ifade ettiği de söylenmişti. Bunlardan
birincisi, maddenin başlangıçta buğu ve duman halinde yaratılması devri;
ikincisi, cisimlerin teşekkülü devri; üçüncüsü, yerin gökten ayrılması devri;
dördüncüsü, yer kabuğunun oluşum devri; beşincisi, dağlar ve nehirlerin meydana
gelmesi devri; altıncısı, hayatın başlangıcı ile nebat, hayvan ve insanların
yaratılışına kadar geçen tekamül devridir. Bu altı devir, birer gün gibi
düşünülünce, altıncı devir, yaratılışın en toplu, en cemiyyetli günü, yani
Cuma'sı demek olur. Çünkü âlem, bugünde hayatın sırrına kavuşmuş ve insanın
yaratılışı ile tekamül ederek son mertebesini bulmuştur. Bundan sonra da Arş
üzerinde istivâ görünümü meydana çıkıp düzenleme ve hükümleri icra etmek
suretiyle âlem, hikmet nizamı dairesinde faaliyet devrine girmiştir. (Bu konuda
bilgi için Hud, 11/7; Kaf, 49/16. âyetlerine bakınız) Haftanın günlerinin Ehad,
İsneyn, Selase, Erbea, Hamse, Cuma ve Sebt isimleriyle anılması da, her birinin
bu devirlerden birinin görüntüsü ve misali ile ilgili olduğunu göstermektedir.
Bundan dolayıdır ki, Cuma günü, hayatın başlangıç devri, zevalden sonra Cuma
vaktinin girmesi de insanlık hayatının ortaya çıkış zamanı gibi, haftanın en
feyizli ve en mübarek günü olma şerefini elde etmiş olarak müslümanları
Rahmân'ın Arş'ı altında ilâhî fazl ve rahmetten naim cennetinin mutluluğuna
erdirmek üzere toplantıya davet eden bir görüşme günü, bir bayram demektir.
Müslim'de, "Âdem (a.s) Cuma günü yaratıldı ve o gün cennete konuldu."
diye rivayet edilen bir hadisde de bu mânâya işaret vardır. Sa'd b. Mensûr ve
İbnü Merdûye Ebu Hureyre'den yaptıkları bir rivayette şöyle derler: "Ebu
Hureyre demiştir: "Ey Allah'ın Nebisi bu güne neden Cuma ismi verildi?
dedim. Buyurdu ki: "Çünkü babanız Âdem'in mayası, onda toplandı."
Buhârî ve diğer kaynaklarda nakledilen sahih bir hadiste de Resulullah Cuma
gününü zikredip, "Onda öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul, kalkar
namaz kılar ve Allah'tan bir şey dilerken o vakte rastgelirse, herhalde Allah o
kimseye dilediği şeyi verir." buyurmuş ve eliyle işaret ederek o saatin
azlığını da anlatmıştır." Bu saate, "saat-ı icâbet" (duaların
kabul edildiği saat) denir. Bu saatın hangi zamana denk geleceği hakkında da
çeşitli rivâyetler vardır.
1- Ebu Bürde (r.a)'den: İmamın namaza duracağı
andan bitireceği ana kadar.
2. Hasan'dan: Güneşin zevali sırasında.
3- Şa'bî'den: Alış verişin haram olduğu
zamanla helal olduğu zaman arası.
4- Hz. Aişe'den: Münâdinin (çağırıcının)
namaza çağırdığı zaman,
5- İbnü Ebi Şeybe'nin Kesir b. Abdullah
el-Müzeni'den merfu olarak naklettiği bir hadise göre de: (Namaz için okunan)
kâmetten namazdan çıkılıncaya kadar,
6- Ebu Ümame (r.a)'den: Ümid ederim ki,
Cuma'daki saat, şu zamanların birisindedir: Müezzinin ezan okuduğu, yahut
imamın minbere oturduğu, ya da namaz için kamet getirildiği vakit,
7- Tâvus ve Mücahid'den: İkindiden sonra. Daha
başka rivâyetler de vardır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ, onu
da, en yüce ismini ve Kadir gecesini gizlediği gibi gizlemiştir.
Buhârî'de Enes b. Malik (r.a)'ten rivayet
edildiği üzere, "Peygamber (s.a.v) zamanında bir sene kuraklık olmuştu.
Bir Cuma günü Hz. Peygamber hutbe okurken bir a'rabi kalktı: "Ya
Resulallah, mal helak oldu, çoluk çocuk aç kaldı. Allah'a bizim için dua
ediver." dedi. Bunun üzerine Resulullah iki elini kaldırdı, o esnada gökte
bir bulut parçası görünmüyordu. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, Peygamber elini indirinceye kadar dağlar gibi bulutlar fırlamaya başladı.
Sonra da minberden inmedi. İnerken baktım ki mübarek sakalından yağmur
damlıyordu. O gün yağdı, ertesi gün de yağdı, daha ertesi gün de yağdı, ta öbür
Cuma'ya kadar. Yine aynı a'rabi (veya başka birisi) kalktı. "Ya
Resulallah! Binalar yıkıldı, mal sular altında kaldı. Allah'a bizim için dua
ediver." dedi. Hz. Peygamber yine iki elini kaldırdı "Allah'ım
üzerimize değil, etrafımıza." dedi. Ve eliyle işaret buyurdu. Ne tarafa
işaret ettiyse bulut açılıverdi. Medine bir göl gibi olmuştu. Vadi bir ay ark
halinde aktı. Etraftan kim geldiyse kuvvetli yağmur yağdığını söylüyordu."
Yine Buhârî'de Cuma'nın faziletiyle ilgili
şöyle bir hadis vardır: "Her kim Cuma günü cünüblükten guslederek yıkanır
gelirse bir deve kurban etmiş gibi, ikinci saatte gelen bir sığır kurban etmiş
gibi, üçüncü saatte gelen boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi, dördüncü saatte
gelen bir tavuk kurban etmiş gibi, beşinci saatte gelen bir yumurta kurban
etmiş gibi olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri (hutbeyi)
dinlerler."
Diğer bir rivâyette de şöyle denilmektedir:
Cuma günü melekler Mescidin kapısı önünde durur, gelenleri sırasıyla yazarlar.
Erken gelenler kurbanlık bir deve hediye etmiş gibi, sonraki bir sığır hediye
etmiş gibi, sonraki bir koç, sonraki bir tavuk, sonraki de bir yumurta hediye
etmiş gibi (sevab alır.) İmam (hutbeye) çıkınca, melekler sahifelerini dürüp
zikri (hutbeyi) dinlerler."
Zemahşeri der ki: "Selef (sahabe ve
tâbiîn) zamanında yollar, seher vakti ve fecirden sonra erkenden Cuma'ya
gidenlerle dolardı. Ellerinde kandillerle giderlerdi. Ve denilmiştir ki
İslâm'da ilk bid'at Cumaya erken gitmeyi terk etmek olmuştur." İbnü Mes'ud
(r.a)'dan rivayet edilir ki: "Mescide erkenden giden üç kişinin kendisini
geçmiş olduklarını görünce nefsini kınar, "Ben seni dördün dördüncüsü
olarak görüyorum, dördün dördüncüsü ise ahirette mutluluğa ermiş
değildir." derdi.
Cuma gününe önceleri Araplar "yevm-i arube"
derlerdi. Ve Kamus'da zikredildiği üzere günleri şöyle sayarlardı. Bunlar şu
dörtlük de cem edilmiştir:
Yaşamayı arzuluyorum. Benim günüm, ya pazar,
ya pazartesi, ya salı ya da onu takib eden çarşambadır. Eğer o günleri
geçirirsem, onların ardından perşembe, cuma yahut cumartesi gelir.
İbnü'l-Esir "en-Nihaye"de der ki:
"Arube, Cuma gününün eski ismidir. Sanırım bu isim Arapça değildir.
"Yevm-i arube" veya "yevmi'l-arube" de denilir. Elif lâmsız
olanı, daha fasihtir. Alûsî de şunları nakleder: "Arube'nin Arapça
olmadığına dair İbnü'l- Esîr'in zannını, Cemalü'd-din Abdullah b. Ahmed eş-Şîşî,
kullanılan lafızlar hakkında kaleme alınan "Kitâbu't-tezyil ve't -
tekmil" adlı eserin muhtasarında ele alarak: "Arube, ister nekre
(elif lâmsız), ister ma'rife (eliflâmlı) olsun Cuma günü mânâsınadır. Bu
kelime, Arapçalaştırılmış Süryânice bir isimdir." demekte, sonra da Süheyli'nin:
"Bazı âlimlerden bize ulaştığına göre Arube'nin mânâsı rahmettir."
dediğini nakletmektedir." Buna göre günlerin bu eski isimlerinin
Araplar'a, Süryâniler'den geçtiği anlaşılır. Çünkü Süryâniler Sabii idiler.
Salıya çarşambaya denilmiş olması da, bu iki günün Sabiilerde ve cahiliyye çağı
Araplarında uğursuz sayılmalarındandı. Çünkü yıldızlara tapan sabiîler bu
günleri Mirrih ve Zühâl'e nisbet ederler, müneccimler de bunları uğursuz
sayarlardı. Hala bazılarında görülen salı ve çarşambayı uğursuz sayma inancı, o
cahiliyye itikadının bir kalıntısıdır. Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin
ne zaman değiştirildiği ve Arube yerine Cuma adını kimin verdiği hakkındaki
rivâyetler de çeşitlidir. Bazıları bu ismin Peygamber'in dedelerinden Ka'b b.
Lûeyy tarafından verildiğini söylemişler, bazıları da bu ismi koyanın
Medineliler olduğunu rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:
İlk Cuma:
Abdurrezzâk, Abd b. Humeyd ve İbnü Münzir,
İbnü Sirin'den şu rivâyeti nakletmişlerdir: "Hz. Peygamber Medine'ye
gelmeden ve Cuma âyeti nazil olmadan Medine'deki müslümanlar Cuma namazı
kılmışlardı. Ensâr, "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde bir onda
toplanıyorlar. Hıristiyanların da öyle bir toplantı günleri var, gelin biz de
bir toplantı günü yapıp Allah Teâlâ'yı zikredelim ve O'na şükürde
bulunalım." demişler ve bunun üzerine cumartesi günü yahudilerin, pazar
günü, hıristiyanların o halde biz de bunu arube günü yapalım diye teklif
etmişlerdi ki onlar, Cuma gününe arube diyorlardı. Böylece Es'ad b. Zürare'nin
yanına toplandılar. Es'ad onlarla iki rekat namaz kıldı ve va'z etti. İşte bu
toplantıya Cuma adını verdiler. Es'ad da onlara bir koyun kesti. Bunu, kuşluk
ve akşam vakti yediler. Bu, onların hepsi içindi. Sonra da Allah Teâlâ konuyla
ilgili olarak âyetini indirdi."
Aynı şekilde Ebu Davud, İbnü Mâce, İbnü Hibban
ve Beyhakî, Abdurrahman b. Ka'b'dan şöyle rivayet etmişlerdir:
"Abdurrahman'ın babası Ka'b b. Mâlik (r.a) Cuma günü çağrıyı işittiği
zaman Es'ad b. Zürare'ye rahmet okurdu. Bundan dolayı Abdurrahman demiş ki:
"Babacığım ezanı işittiğin zaman Es'ad b. Zürare için niye istiğfar
edersin, sebebi nedir?" diye sordum. Bana, "Çünkü Beni Beyaza
mevkiinde Nakıu'l-Hadamat (denilen yerde) bize ilk Cuma kıldıran odur."
dedi. "O gün kaç kişiydiniz?" dedim "Kırk erkek idik."
dedi." Fethu'l-Kadir'de İbnü Hümâm'ın dediği ve İbnü Sirin'in rivayetinden
de anlaşıldığı gibi bu namaz, âyet indirilmeden ve Cuma farz olmadan önce
kılınmış demektir. Fakat Alûsî'nin kaydettiğine göre İbnü Hacer,
"Tuhfetu'l-Muhtac"da demiştir ki: "Cuma namazı Mekke'de farz
kılındı. Fakat bu ibadet orada yerine getirilmedi. Çünkü henüz yeterli sayı
yoktu. Yahut bu namazın özelliği, ortaya çıkmak olduğu halde Resulullah orada
gizleniyordu. Medine'de onu ilk defa kılan da Medine'den bir mil uzakta bulunan
Es'ad b. Zürare'dir." Ancak Resulullah hakkında Cuma'nın şartları
tamamlanmadan farz kılınmış olması da garip görünmektedir. Gerçi abdest gibi
önceden farz kılınıp âyetin sonra nazil olması da düşünülürse de, ya sayının
yeterli olmamasından yahut da Peygamber'in gizlenmesinden dolayı şartlarının
tahakkuk etmediği bir zaman farz kılınması ictihaden uzak görünür. Bu yalnızca
Cuma'ya izin mahiyyetinde düşünülebilir. Nitekim Darekutni'nin İbnü Abbas'tan
yaptığı şu nakil de bunu göstermektedir. İbnü Abbas demiştir ki: "Resullullah
hicret etmeden önce Cuma'ya izin verilmişti. Fakat Mekke'de onun Cuma
kıldırmaya gücü yoktu. Bu yüzden Mus'ab b. Umeyr'e şunları yazdı: "İmdi
yahudilerin açıkça Zebur okudukları güne bakın, siz de kadınlarınızı ve
oğullarınızı toplayın da, Cuma günü zeval vakti gün yarıyı aştığında Allah'a
iki rekat namazla yaklaşın." Bu suretle Mus'ab. Hz. Peygamber Medine'ye
gelinceye kadar Cuma kıldıranların ilki olmuş, zevalin sonunda öğle vakti
Cuma'yı kıldırmış ve bunu ortaya çıkarmıştı. Görülüyor ki, İbnü Abbas'tan gelen
bu rivâyette farz kılındığı değil, Cuma'ya izin verildiği ifade edilmiştir.
Ancak yine bir rivâyette Cuma'yı ilk kıldıranın Es'ad b. Zürare değil,
Mus'ab'ın olduğu zikredilmiştir. Taberânî'nin Ebu Mes'ud el-Ensari'den yaptığı
rivayet de böyledir. Ebu Mes'ud demiştir ki: "Muhacirlerden Medine'ye ilk
gelen Mus'ab b. Umeyr'dir. Orada Cuma namazını ilk kıldıran da odur. Bu namazı
o, Resulullah (s.a.v) Medine'yi teşrif etmeden önce kıldırmıştı. Sayıları on
iki idi." Suyuti'nin belirttiğine göre Buhârî de bu rivâyeti nakletmiştir.
Ve o Cuma namazı Peygamber (s.a.v) 'in emriyle olmuştur." Es'ad b.
Zürâre'nin ilk olarak kıldırdığına dair olan haberler daha kuvvetli gibi
görünmekle beraber, bu rivâyetlerin ikisini de nazar-ı itibare alarak birleştirme
cihetine gidilmelidir. Öyle anlaşılıyor ki, Es'ad henüz Peygamber'den emir
gelmeksizin Mus'ab ise Peygamber'in görevlendirdiği bir kişi olarak kıldırmış
olduğundan her birini ayrı ayrı makamda ele almak gerekmektedir. Muhtemelen
Mus'ab Medine'nin içinde, Es'ad da Medine yakınında bir köyde kıldırmış olması
itibariyle ilktir. Diğer bir ihtimal de her ikisi de birlikte çalışmışlar,
Es'ad cemaatı toplayıp temin etmiş, Mus'ab da Peygamber'in emriyle haberi
getirip teşvik ederek imam olmuştur. Nitekim Hafız İbnü Hacer, "Es'ad
emîr, Mus'ab imam idi." diye bir ihtimali belirtmiştir. Mamafih birinde
cemaatın on iki, diğerinde kırk olduğunun ifade edilmesi, de namazı ilk
kıldıranın Mus'ab olduğuna işaret etmekten uzak değildir. Demek ki Mus'ab'ın
cemaatı on iki kişi iken, Es'ad'ın gayretiyle bu sayı, kırka ulaşabilmiştir.
Hangisi olursa olsun bu rivâyetlerin
hülasasından iki şey anlaşılmaktadır.
Birincisi, o vakit cemaatle kılanan namaz,
hutbe ve mevcut şartlarıyla bilinen Cuma namazı şeklinde olduğu takdirde dahi,
henüz farz olmayıp izin verilmiş olarak kılınmış ve farziyyeti Hz. Peygamber'in
hicretinden sonra vuku bulmuş demektir. Gerçekte İbnü Mâce'nin Cabir (r.a)'den
rivayet ettiği şu hadis de buna delalet etmektedir. Cabir şöyle demiştir:
"Resulullah (s.a.v) hutbede dedi ki: "Allah Teâlâ Cuma'yı size bu
senemde, bu ayımda, bu günümde ve bu makamımda kıyamete kadar farz kıldı.
Binaenaleyh her kim hayatımda veya benden sonra adil veya zalim bir imamı
olduğu halde Cuma'yı hafife alarak veya inkar ederek terk ederse Allah onun iki
yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki o
kimsenin namazı da, zekatı da, haccı da, orucu da, hayrı da yoktur, ta ki tevbe
edinceye kadar. Her kim de tevbe ederse, Allah da tevbesini kabul eder." Bu
hutbenin tarihi açıklanmamış ise de, hadisin lafızlarına bakarak, hicretten
hayli zaman sonra okunduğunu söylemek mümkündür. Çünkü haccın farz kılınması,
sahih görüşe göre hicretin altıncı senesindedir. Daha önce veya daha sonra
olabileceği de ifade edilmiştir. Gerçi bu hutbe, Cuma'nın kıyamete kadar farz
olduğunu ortaya koymuş ancak farziyyet daha önce vuku bulmuş denilebilirse de,
zahiri anlamı, bu farziyetin Medine'de, söz konusu olan sûre veya Cuma âyetinin
inişi sırasında olduğunu göstermektedir.
İkincisi şu da anlaşılıyor ki Medinelilerin
arube gününe Cuma ismini vermeleri kendiliklerinden olmayıp Mus'ab haberinin
delaletine göre, Mekke'de bulunan Resulullah tarafından bir duygu üzerine
olmuştur. Diğer bazı haberlerden de, Cuma isminin Araplarca öteden beri
bilindiği anlaşılmaktadır. Çünkü Cuma gününün Âdem ile Havva'nın bir araya
geldikleri gün olduğuna dair de bazı rivâyetler vardır. Her yerde olduğu gibi
bir toplulukta bir günün birden fazla ismi de bulunabilir. Bu suretle
denilebilir ki, arube ve Cuma isimleri, Ka'b b. Lüey'den önce de mevcuttu.
Ancak Cuma isminin İslâm'la yerleştiği konusunda şüphe yoktur.
Peygamber'in kıldırdığı ilk Cuma
Şurası bir gerçektir ki, Resulullah (s.a.v)
Medine'ye hicret ettiği zaman ilk defa Kuba'da Amr b. Avf oğullarına indi ve
orada Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri kalıp Kuba Mescidi'nin
temelini attı. Sonra Cuma günü Medine'ye doğru yola çıktı, Salim b. Avf
oğullarına ait bir vadiye geldiğinde Cuma namazı vakti girmişti; Resulullah
orada hutbe okuyup Cuma'yı kıldırdı ki işte Hz. Peygamber'in ilk kıldırdığı
Cuma budur.
Minberin Konulması.
Buharî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiği
üzere bir takım kimseler Hz. Peygamber'in minberinin ağacı hususunda ihtilafa
düştüler. Sehl b. Sa'd es-Saidi (r.a)'den bunu sordular. O da şöyle dedi.
"Vallahi ben onun hangi ağaçtan yapıldığını bilirim. Hem onu, ilk yerine
konulduğu ve Hz. Peygamber'in üzerine ilk oturduğu günü gördüm. Resulullah
(s.a.v) falanca kadına -ki Selh bu kadının ismini de söylemişti- haber gönderip,
"Marangoz kölene emret de benim için ağaçtan bir kaç basamaklı birşey
yapsın, insanlara hitab ettiğim zaman üzerine oturayım." dedi. Kadın da
kölesine emretti, o da ğabe tarfasından yapıp kadına verdi. Kadın da onu
Resulullah'a gönderdi. Resulullah da emretti, buraya konuldu. Sonra
Resulullah'ı onun üzerinde namaz kılarken gördüm. Üzerinde tekbir aldı, rükua
vardı, sonra gerisin geri inip minberin dibinde secde etti. Sonra yine döndü ve
tekrar etti. Bitirdiğinde insanlara karşı döndü ve "Ey insanlar ben bunu şunun
için yaptım ki, bana uyasınız ve benim namazımı belleyesiniz." dedi."
Yine Buharî'de Cabir b. Abdullah (r.a)'dan
gelen bir rivâyette söz konusu sahabi şöyle demiştir: "Bir ciz' yani bir
ağaç kütüğü vardı. Resulullah ona doğru dikilirdi. Minber (yapılıp) yerine
konulduğu zaman o kütüğün yeni yavrulu develerin inlediği gibi sesini işittik,
tâ ki Resulullah inip de üzerine elini koyuncaya kadar."
Resulullah ilk defa minbere çıktığı zaman
terkedilmiş olan o kütüğün böyle ses çıkarıp, Resulullah'ın mübarek elini
koymasıyla susması "Hanin-i Ciz" (ağaç kütüğünün iniltisi) mucizesi
adıyla bilinmektedir.
Medine'den sonra ilk Cuma
Resulullah (s.a.v)'ın mescidindeki Cuma'dan
sonra Medine dışında ilk Cuma namazı kılınan yer de, Bahreyn'de
"Cevasa"da bulunan Abd-i Kays Mescidi'dir. (Buhârî ve diğer
kaynaklara bkz.)
Cuma'nın Şartları.
Bu âyetten ve yapılan izahlardan anlaşıldığı
üzere Cuma namazı, şartlarını taşıyan kimselere farz-ı ayındır. Fakat bütün
namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ ve taharet şartlarından başka Cuma
namazının fıkıh kitablarında açıklanan iki çeşit şartları vardır ki "Ey
iman edenler!" hitâbının önce bu şartları taşıyanlara yönelik olmasından
dolayı, onları burada özetlemenin uygun olacağı kanaatindeyiz.
Cuma'nın şartları iki nevidir. Birincisi
vücubunun, yani farz olmasının şartları. İkincisi, edâsının (yerine
getirilmesinin) şartları.
Vücubunun şartları:
1- Hürriyet, köle olanlara vacib değildir.
2- Erkek olmak, kadınlara vacib değildir.
3- İkâmet, misafir olanlara vacib değildir.
4- Sıhhat, Cuma'ya gitmekle hastalığının
artmasından veya iyileşmesinin zorlaşmasından korkacak derecede hasta olanlara
da vacib olmaz. Pek zayıf olan ihtiyarlar da hasta hükmündedirler.
5. Yürümeğe kudret, binaenaleyh ayakları
olmayan yahut kötürüm olanlara Cuma'ya götürecek kimse bulunsa bile vacib
değildir.
6- Selamet, gözleri görmeyene vacib olmaz.
Eğer onu Cuma'ya götürecek bir yardımcı bulunursa, İmaneyn'e göre vacib olur.
Aynı şekilde zalimden, takip edilmekten, şiddetli yağmur, kar, çamur ve benzeri
şeylerden korkan kimseye de Cuma namazı vacib olmaz. ücretle işçi çalıştıran
kimse, çalıştırdığı işçiyi Cuma'dan men edebilir. Eğer kasabada ise men
etmemelidir. Ancak cami uzak ise gidip gelinceye kadar geçen sürenin ücreti
düşer, şayet mesafe yakın ise ücrette eksiltme yoluna gidilmemelidir.
Ancak şu da belirtilmelidir ki, bu şartlar
bulunmayıp da Cuma kendisine farz olmadığı halde kılan kimselerin üzerinden
vaktin farzı, yani öğle namazı düşer. Yani Cuma'nın şartlarını taşımayanlar
ondan men edilmezler ancak kılmama konusunda izinli sayılırlar. Zira bu
şartlar, Cuma'nın sıhhatinin değil, vacib olmasının şartlarıdır. Onun için
kılınabildiği takdirde namaz sahih olup, karşılığında sevab vardır. Bu şartları
taşımasalar da netice itibarıyla onlar da mümin oldukları için, âyette yer alan
"koşunuz" emri, onlar hakkında vücubiyyet değil, nedb (mendub) ifade
edebilir.
Cuma'nın edasının şartları. Birincisi, mısr-ı
cami, (idari kurumları olan belde)dir. İbnü Ebi Şeybe Hz. Ali (r.a)'den şöyle
bir rivayet nakleder: "Cemiyyetli bir belde veya büyük şehirden başkasında
ne Cuma, ne teşrik ne Ramazan bayramı ne de Kurban bayram namazı söz konusu
değildir." Abdurrezzak da, Abdurrahman es-Sulemi hadisiyle yine Hz.
Ali'den yaptığı rivâyetinde şöyle der: "Cemiyyetli beldeden başkasında ne
teşrik ne de Cuma yoktur."
Mısr-i Câmi', Cemiyyetli kasaba demektir. Bu
kavramın tarifinde başlıca iki görüş vardır. Birincisi, hükümleri uygulayacak
ve cezaları yerine getirecek bir hakim ve emîr, yani mazlumu zalimden
kurtaracak, asayiş ve inzibatı muhafaza edecek amiri bulunan kasaba demektir
ki, sahih olan görüş budur.
Bunun hulalası hukuk ve ceza, adliye işlerini
görüp ve icrâ eden bir hakim ile asayiş ve inzibatı idare eden bir vali veya
müdür bulunarak hükümetin tam bir kısmını teşkil etmiş olan bir kasaba demek
olur ki, hikmetinin emniyet ve asayişi temin meselesi olduğu aşikardır.
Böyle bir kasabanın gerek camiinde ve gerek
izin verilmek şartıyla namazgah ve meydanlarından birinde Cuma namazı
kılınabilir. İkincisi, kendilerine Cuma vacib olan halkının hepsi toplandığı
takdirde mevcut camiine sığmayacak kadar kalabalık olan cemiyyetli şehir veya
köy demektir. Sonraki âlimlerin fetvası ve memleketimizdeki uygulama da bu
şekildedir. Bu derece kalabalık bulunan bir köyde hakim ve emir bulunmasa bile,
emniyeti muhafaza edecek bir cemaatın tam bir cüz'ü mevcut demektir.
Hidaye şerhi "Kifâye"de
nakledildiğine göre İmam Ebu Yusuf'tan bir rivâyette de, on bin kişinin
oturduğu yer olarak tarif edilmiştir ki, ekseriya kaza merkezlerinin nüfusu bu
kadardır. Süfyan-ı Sevri de "Mısr-ı cami, insanların şehir kabul ettikleri
yerdir." demiştir. Bazı Hanefi alimleri de "Bir sanat sahibinin başka
bir sanata geçmeye ihtiyaç duymaksızın kendi sanatıyla geçinebileceği
yerdir." diye tarif etmişlerse de bunlar, nadir rivâyetlerdendir.
İmam Şafiî, mısr-i cami'yi Cuma'nın edasının
şartları arasında saymamış, hür erkeklerde kırk kişinin yaz ve kış göçmemek
üzere ikamet ettikleri her köyde Cuma namazı kılınır, demiştir. Bununla beraber
cemaatın kırk erkekten aşağı olmamasını da şart koşmuştur ki, bu sayıdan aşağı
olan cemaatle Cuma kılınamayacağı kanaatindedir. Kısaca ifade etmek gerekirse
denilebilir ki İmam Şafii'ye göre Cuma'nın eda edilebilmesi için oldukça
cemaatli ve güvenli bir yer şarttır.
Bir yerde sabit olmayan konar göçer
aşiretlerde, kır ve vadilerde cemaatle öğle namazı kılınır. Cuma namazı
kılındığı takdirde de öğle namazının düşmeyip kılınması gerekir. Ancak (Mina)
gibi bir mevsimde büyük toplantı mahalli olan bir yerde Emîr'in bulunması
halinde o mevsimde Cuma kılınabilir. Yalnız Arafat'ta Cuma namazı ittifakla
kılınmaz. Büyük şehirlerde Cuma namazının çeşitli yerlerde kılınması,
Hanefilerce en sahih görüş olarak kabul edilmiş ve fetva da buna göre
verilmiştir.
İkincisi, devlet başkanı olan imamın veya
tarafından izin verilen bir zatın kıldırmasıdır. Çünkü Cuma namazı büyük bir kalabalıkla
kılınacağından kimin kıldıracağı konusunda çekişme ve fitne ortaya çıkabilir.
Bu ise, Cuma'nın tatil edilmesine sebeptir. Fethu'l-kadir'de zikredilen
"Gerek zalim ve gerek adil bir imamı (devlet başkanı) bulunduğu halde kim
Cuma'yı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine
bereket vermesin. Haberiniz olsun ki, o kimsenin namazı da yoktur.."
hadisinde adil de olsa zalim de olsa bir imamı bulunduğu halde terkeden tehdit
edilirken, Cuma'nın lüzumu için adil veya zalim mutlak bir imamın şart olduğu
da ileri sürülmüş ve dört şeyin vülata yani bir beldede bulunan en yüksek
idarecilere ait olduğu söylenmiştir:
1- Fey, (savaşmadan elde edilen ganimet)
2- Sadakalar,
3- Cezalar,
4- Cumalar.
Bu konudaki rivayet şöyledir:
Onun için Hanefi Mezhebine göre, hükümet
reisinin emri veya izni olmadıkça Cuma'nın caiz olmadığı söylenmiştir. İşte
buna "izn-i sultan" (devlet başkanının izni) denilmektedir." Bu
husus şöyle ifade edilmiştir: "Sultanın ve onun yardımcısının emri olmadan
Cuma caiz değildir." Bir yerde imam varken bir adam Cuma günü onun izni
olmadan hatiblik etse bu da caiz olmaz. Vali, kadı veya zabıta müdürünün
kıldırması veya hatibe emir ya da izin vermesi de kafi değildir. Çünkü bunların
tayin fermanlarında Cuma'ya izin selahiyyetinin bilhassa yazılmış olması
gerekmektedir. Eğer imamdan izin almak mümkün olmaz ve insanlar kendi
seçtikleri bir zatın başına toplanırlar da o kıldırırsa bu caiz olur. Emirin
hutbeye izin vermesi Cuma için izin sayılır. Aynı şekilde Cuma'ya izni de hutbe
için izin demektir.
Üçüncüsü, vakittir. Gerçi namazların hepsinde
vakit şarttır, vaktinden önce kılınması caiz değildir. Ancak diğer namazlar
vakit geçtikten sonra da kaza edilebildiği halde Cuma namazının kazası yoktur.
Vakti geçerse öğle namazı kaza edilir. Cuma'nın vakti de öğle vaktidir.
Buharî'de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v) Cuma'yı güneşin meyli
sırasında kılardı. Bu yüzden Cuma, zevalden önce sahih olmaz. Ancak Ahmed b.
Hanbel bir rivâyetinde bunun sahih olduğunu söylemiştir. Fakat ikindinin vakti
girdikten sonra daha kılınmaz. "İmam Malik bu görüşe muhalefet
etmiştir." Namazda iken vakit çıkarsa yeni baştan öğle namazını kılar
üzerine bina etmez. İmam Şafii de bu görüşe muhalefet etmiştir.
Dördüncüsü, hutbedir ki biraz önce bu konuda
bilgi verildi.
Beşincisi, Cemaattır. En azı, imamdan başka üç
erkektir. Ebu Yusuf, imam ile beraber üç kişinin olmasını da caiz görmüştür.
Cuma için cemaatın şart olduğu konusunda icma vardır. Ancak en az sayının kaç
olduğu hususunda ittifak sağlanamamıştır. Bu ihtilaflar, on üç madde olarak
zikredilmiştir. Şöyle sıralanabilir:
1- Biri imam olmak üzere iki kişi. İbrahim
en-Nehai, Hasan b. Salih ve Davud bu görüştedir.
2- İmam ile beraber üç kişi. Bu görüş, Evzai,
Ebu Sevr, Ebu Yusuf, Muhammed ve Rafii'nin nakline göre İmam Şafii'nin yeni
görüşü olarak rivayet edilmiştir.
3- İmam ile beraber dört kişi. Bu da, İmam-ı
A'zam Ebu Hanife, Sevri ve Leys'in görüşüdür. Ayrıca İbnü Münzir, Evza'i ve Ebu
Sevr'den aynı görüşü nakletmiş ve kendisi de bunu tercih etmiştir. Şerh-i Münezzeb
müellifi, İmam Muhammed'den ve Telhis sahibi de Şafi'nin eski görüşünden
nakilde bulunmuştur.
4- Yedi kişi. İkrime'den nakledilmiştir.
5- Dokuz kişi, Rebia'dan nakledilmiştir.
6- On iki kişi. Bunu da Maverdi, İmam
Muhammed, Zühri ve Evza'i'den nakletmiştir.
7- İmam ile beraber on üç kişi. İshak b.
Raveyh'ten menkuldur.
8- Yirmi kişi, Malik'ten nakledilmiştir.
9- Otuz kişi. Malik'ten diğer bir rivâyettir.
10- İmam ile berabe kırk kişi. Ubeydullah b.
Abdillah b. Utbe'nin ve yeni görüşünde Şafii'nin rivâyetidir. Ahmed b.
Hanbel'den meşhur olarak nakledilen de budur. Bu ayrıca, Ömer b.
Abdu'l-aziz'den rivayet edilen iki görüşten biridir.
11- Elli kişi. Ömer b. Abdu'l-aziz'den
nakledilen diğer rivâyettir.
12- Seksen kişi. Mazeri'nin görüşüdür.
13- Belli bir sayı olmaksızın kalabalık bir
topluluk. Malik'ten nakledilmiştir.
Bu görüş, şu şekilde şöhret bulmuştur:
Muayen bir sayı şartı olmaksızın bir kentte
ikamet edip kendi aralarında alış veriş yapacak kadar kişiden oluşan bir cemaat
olmalıdır. Bu, üçten dörtten fazla demektir. Buhârî şerhinde Hafız İbnü Hacer,
"Bu görüş, en tercihe şayan olsa gerektir." demiş ise de, Şâfii
mezhebinin büyük imamlarından olan Müzeni bile ebu Hanife'nin kavlini tercih
etmiş, Suyuti de bu görüşte olduğunu söylemiştir. (Alûsî) Lugat itibarıyla de
cemaatın en azı üçtür. Ma-mafih bütün bu ihtilaflardan uzak kalmak için Cuma'yı
en kalabalık camide kılmak daha faziletlidir. Cemaatın oluşması için Cuma'ya
gelenlerin akıl baliğ ve erkek olmaları şarttır. Binaenaleyh kadınlar ve
çocuklarla cemaat meydana gelmez. Yani bunlar cematın oluşması için şart olan
sayıya dahil değildirler. Cemaata gelenlerin hür ve mukim olmaları şartı
yoktur. Köle ve misafirlerden, hasta ve mazereti olanlardan da cemaat meydana
gelebilir. Hatta bunların Cuma'da imametleri bile caizdir. Ancak İmam Züfer'e
göre, kendilerine Cuma vacib olmayanların imametleri de sahih değildir".
Altıncısı, İzn-i âmmdır. Yani camilerin
kapılarının açılıp bütün müslümanlara izin verilmiş olmasıdır. Hatta bir cemaat
camide toplanıp kapıları üzerlerine kilitlemek suretiyle namaz kılsalar bu caiz
olmaz. Aynı şekilde sultan, sarayında Cumayı beraberindekilerle kılmak isterse
kapısını açıp umuma izin verdiği takdirde başkaları gelse de gelmese de namazı
caiz olur. Ancak mekruhtur. Amma sultan kapısını umuma açmayıp üzerlerine
kapıcı koyarsa, kıldığı Cuma caiz olmaz. Söz konusu bu izn-i âmm şartı, Cuma
namazında selamet ve emniyeti temin için hükümetin luzüm ve önemini gösterir.
Ezan da, bu izni ilan ile davet etmek içindir.
Cuma günü yıkanmak.
Cuma günü gusül yapılması hakkında Buharî ve
diğer kaynaklarda bir hayli hadis vardır. Bu hadislerden bazılarını şöyle
sıralamak mümkündür.
Buhârî'de Abdullah b. Ömer (r.a)'den
1- Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Her
biriniz Cumaya geleceği zaman guslederek yıkansın."
2- Ömer İbnül- Hattab Cuma günü hutbede iken
içeriye Peygamber (s.a.v)'in ashabından, ilk muhacirlerden bir zat giriverdi.
Ömer ona "Bu hangi saat?" diye bağırdı. O da, "Meşguldum evime
dönemedim. Ezanı işitince abdest alıp gelmekten fazla bir şey yapmadım"
dedi. Bunun üzerine Ömer de dedi ki: "Abdest de olabilir fakat bilirsin
ki, Resulullah (s.a.v) gusül yapmayı emrederdi."
Ebu Said-i Hudri' (ra)'den:
1- Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Cuma
günü gusletmek, her baliğ olana vacibtir."
2- Amr b. Süleymi el-Ensâri dedi ki:
"Şehâdet ederim ki Ebu Said Şöyle dedi: "Şehâdet ederim ki Resulullah
şöyle buyurdu: "Cuma günü her büluğ çağındaki kimseye gusul vacibtir. Hem
de dişlerini misvaklamak ve bulabilirse hoş bir koku sürünmek. Amr der ki:
"Evet şehadet ederim ki, gusul vacibtir, fakat misvaklanmak ve koku
sürünmeye gelince bu vacib mi, değil mi Allah bilir. Lakin hadiste böyledir.
Yine Buhari'den:
Tavus demiştir ki, İbnü Abbas'a: "Hz.
Peygamber (s.a.v)'in Cuma günü cünüp olmasanız bile gusul yapınız ve
başlarınızı yıkayınız ve biraz hoş koku sürünüz." dediğini söylüyorlar
diye sordum. İbnü Abbas dedi ki: "Gusul, evet fakat güzel koku sürünmeye
gelince bilmiyorum".
İbnü Mâce'nin Sünen'inden
Enes b. Malik (r.a)'ten gelen bir rivâyette o
şöyle dedi: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü
abdest alırsa farz için kafidir. Her kim de gusul yaparsa, gusul
efdaldır."
Daha böyle birtakım hadislerden dolayı
âlimlerin çoğu, Cuma günü cünüplük söz konusu olmasa bile guslederek yıkanmanın
ayrıca vacib olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Fakat son hadisten de
anlaşıldığı üzere bunun mânâsı, cenabette olduğu gibi gusletmeyince namazın
caiz olmaması demek değildir. Bu sebebledir ki, Hanefi âlimleri, Cuma günü
guslederek yıkanmanın sünnet veya müstehab olduğu kanaatindedirler. Hindiyye'de
denilmiştir ki: "Guslun nevileri dokuzdur. Üçü farzdır. Bunlar,
cenabetten, hayızdan ve nifastan dolayı gusletmektir. Biri de vacibtir ki o da
ölüyü yıkamaktır. Kâfir olan bir kişinin cünüp iken müslüman olması halinde de
gusletmesi vacib olur. Dördü de sünnettir. Bunlar da, Cuma günü, iki bayram
günü, arefe günü, bir de ihrama girerken alınan gusuldür. Sahih olan Cuma günü
namaz için gusletmektir. Hatta bir insan fecirden sonra gusletse de sonra
abdest alıp Cuma'yı o abdest ile kılsa yahut Cuma namazından sonra gusul yapsa
sünneti yerine getirmiş olmaz. Sabah namazından önce gusletse de onunla Cuma'yı
kılsa Ebu Yusuf'a göre guslun faziletine erer, Ebu'l-Hasen'e göre eremez. Cuma
ve bayram aynı günde olsa ve bir kişi karısıyla cinsel ilişkide bulunduktan
sonra gusletse, hepsinin yerine geçer Guslün nevilerinden biri de müstehabdır
ki o da, cünüp olmayan bir kâfirin müslüman olduğu zaman gusletmesidir.
Mekke'ye girmek, Müzdelife'de vakfeye durmak ve Peygamber şehrine girmek için
gusletmek de mendub olan gusullerdendir. Halebi'de de denilmiştir ki:
"Cuma'ya erken gitmek gusulü ile beraber hoş koku sürünmek, misvak
kullanmak ve güzel elbiseler giymek müstehabdır.
İbnü Mâce Sünen'inde Hz. Aişe (r.a)'den şöyle
bir rivâyeti nakletmiştir. Hz. Aişe dedi ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma
günü hutbe okurken bazı kimselerin üzerinde yani kaplan postları gördü. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ne olur, her birinizin gücü
yettiğinde (yani gündelik bir kattan başka) Cuma için iki sevb (yani bir kat
elbise) edinmiş olsa." Abdullah b. Selam (r.a)'dan da bu anlamda bir hadis
nakledilmiştir. Ebu Zerr'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz.
Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü gusleder, güzelce
yıkanır, temizlenir, temizliğini güzel yapar, en güzel elbisesini giyinir ve
Allah Teâlâ'nın nasib ettiği güzel kokudan sürünür, sonra Cuma'ya gider, lakırdı
etmez ve iki kişi arasını ayırmazsa, Allah o Cuma ile diğer Cuma arasındaki
kusurlarını affeder." Buharî'de, İbnü Ömer (r.a)'den gelen şöyle bir
rivayet vardır: "Hz. Ömer mescidin kapısında satılık bir (yani ipekli
çitari nev'inden yollu bir elbise) gördü. "Ya Resulallah! bunu satın alsan
da Cuma günleri ve elçiler geldiği vakit giysen." dedi. Resulullah da,
"Bunu, ahirette nasibi olmayan giyer," buyurdu. Sonra Resulullah'a
onlardan bazı elbiseler geldi. Resulullah da birisini Hz. Ömer'e verdi. Ömer,
"Ya Resulullah! bunu bana veriyorsun halbuki daha evvel attar hullesi
hakkında bana söylediğini söylemiştin." dedi. Resulullah da "Ben sana
onu giyesin diye vermedim." buyurdu. Bunun üzerine Ömer de o elbiseyi
Mekke'de bulunan müşrik bir kardeşine giydirdi."
Bir de Buhari, Kitabu'l- Cuma'da âyeti ile
Cuma'nın farziyeti hakkında şu hadisi de rivayet eder. "Resulullah (s.a.v)
buyurdu ki: "Bizler (burada) sonuncu, kıyamette ise öncüleriz. Yani
(dünyaya) sonra geldik, kıyamet günü müsabakayı kazanıp ileri geçeceğiz. Şu
kadar var ki onlara kitap bizden evvel verildi. Sonra da, onlara farz kılınan
günler idi. Fakat onlar o günde ihtilâf ettiler. ( Nahl, 16/124 âyetine bkz.)
Allah bize hidayet buyurdu. Binaenaleyh insanlar bunda bize tabi olacaktır.
Yahudiler yarın, hıristiyanlar yarından sonra."
Kısacası zikredildiği gibi kendilerine Cuma
farz olan müminlerin Cuma günü zevalden sonra ezanı işittikleri vakit işlerini
bırakıp Cuma'ya koşmaları farz, daha önce gitmeleri müstehab ve efdaldır.
Koşmakta muteber olan da, bulunduğu yerden ayrılmaktır. Teşehhüdde yetişen de
Cuma olarak tamamlar. (Fethu'l-Kadir)
10. Sonra namaz kılınıp bittiğinde ki farz
olan Cuma namazı ihtilafsız iki rekattır. Hz. Ali ve Aişe'den zikredilen
haberlerde Cuma namazının hutbeden dolayı kısaltılmış olduğu ifade edilmiştir.
Bununla beraber öğlenin sünnetleri gibi
Cuma'nın da sünnetleri vardır. İbnü Mâce, İbnü Abbas'tan şu sözü nakleder:
"Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma'dan önce dört rekat kılar ve bunlardan
hiçbirini ayırmazdı." İbnü Mâce bu konuda Abdullah b. Ömer'den de bir
nakilde bulunmaktadır. "Abdullah b. Ömer, Cuma'yı kıldıktan sonra gider
evinde iki rekat daha kılardı ve derdi ki: "Resulullah böyle
yapardı". İbnü Mâce'de nakledilen rivâyetlerden biri de Salim'in
babasından gelmektedir: O şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma'dan
sonra iki rekat kılardı. " Bu konuda İbn Mâce'de yer alan diğer bir
rivayet de Ebu Hureyre'dendir: "Resulullah buyurdu ki: "Cuma'dan
sonra kıldığınızda dört rekat kılınız." Demek ki, evvela Cuma'nın dört
rekat ilk sünneti vardır ki, hatib hutbeye çıkmadan kılınır. Farzdan sonra da
iki veya dört rekat son sünneti vardır ki bu sünneti de evde kılmak efdaldır.
Âyetten anlaşılan farziyyettir. Bununla beraber sünnetler de farzın
tamamlayıcısı olmaları itibariyle ona katıldıklarından sünnet hükmüyle dahil
olurlar. Cuma namazı kılınıp bitti mi, O vakit yer yüzüne dağılınız, yani namaz
kılındıktan sonra izinlisiniz, gidebilirsiniz, artık arzu ettiğiniz yere
dağılınız ve Allah'ın fazlından talebte bulununuz ki bu gerçek çalışma ve
ticaret, gerek ilim, gerek ziyaret, gerek ibadet ve gerek istirahat olabilir.
İbnü Merduye'nin rivayetinde İbnü Abbas demiştir ki: "Dünya isteğine dair
bir şey ile emrolunmadılar, ancak hasta yoklamak, cenazeye gitmek ve Allah için
din kardeşini ziyaret etmek gibi şeyler hariç." İbnü Cerir bunu, Enes
(r.a) 'den merfuan rivayet etmiştir. Mekhul, Hasen ve Said b. Müseyyeb ise,
"Buradaki talepten maksat, ilim talebidir." demişlerdir. Bazıları da
bundan muradın, kazanç olduğunu söylemiştir. Âyetteki "isteyin,
dağılın" emirleri, en sahih görüşe göre mübahlık ifade eder. Binaenaleyh
namaz kılındıktan sonra hemen çıkmak vacib olmayıp mescidde kalmak da mübahtır.
Alûsî der ki: "Dahhâk ve Mücahid'den de bu şekilde rivayet edilmiş ve
Buharî şerhinde Kirmânî, bu konuda ittifak olduğunu söylemiş ise de üzerinde
düşünmek gerekmektedir. Çünkü Serahsi, bu emirlerin vücub veya nedb mânâsına
olduğu hususunda görüş nakletmiştir. Ebu Ubeyd, İbnü Münzir, Taberani ve İbnü
Merduye, Abdullah b. Bürri Harrani'den şöyle rivâyette bulunmuşlardır. Abdullah
dedi ki: "Peygamber (s.a.v) 'in sahabilerinden Abdullah b. Busri Mazini'yi
gördüm. Cuma namazını kılınca çıktı, çarşıda bir saat dolaştı sonra tekrar
mescide döndü ve Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. Ona bunu niçin yapıyorsun?
diye sorduklarında, "Peygamberlerin Efendisi (s.a.v)'ni böyle yaparken
gördüm" dedi ve âyetini okudu." İbnü Münzir de Said b. Cübeyr'in
şöyle dediğini nakletmiştir: "Cuma günü mescidin kapısından çıktığında bir
şeyin izini sür de istersen alma. Bunun da mendub olduğu rivayet
edilmiştir." Fakat Usûl ilminde beyan edildiği üzere "ihramdan
çıkınca avlanabilirsiniz.." (Mâide, 5/2) âyetinde olduğu gibi sırf
kulların lehine olarak gelen emirlerin aleyhe çevrilmesiyle mevzu
değişikliğinin gerekli olmaması için mübahlık asıl olduğuna göre, bu âyetteki
emirlerinin de böyle olması gerekmektedir. Bu yalnız sakındırmadan sonra olduğu
için değil, lehten aleyhe konuyu değiştirmenin gerekmemesi içindir. Yoksa emir,
sakındırmadan sonra da vücub ifade edebilir. Mamafih o ruhsat ve mübahlıkla
beraber şu emrin nedb ve teşvik için olması uygun olur.
Ve Allah'ı çok zikredin, yani dağılıp
çıktığınızda da Allah'ı unutuvermeyiniz de gerek dağılma ve talepte bulunma
esnasında, gerek bundan sonra ve önce Allah Teâlâ'yı güzel isimleriyle çok
anın. Emirlerinin yerine getirilmesine muvaffak kıldığından dolayı hamd ve
şükretmek, Kur'ân okumak, nafile namaz kılmak, diğer ibadetlerde bulunmak,
nimet ve lütuflarını düşünmek gibi vesilelerle ilâhî ismini gerek kalbiniz ve
gerek dilinizle yâd edin ki felah bulabilesiniz. Büyük murada eresiniz.
11. Emir böyle olmakla beraber bir ticaret
veya bir eğlence gördüklerinde ona gittiler ve seni kıyamda bıraktılar, yani
sen minberde hutbeye kalkmış Allah'ı zikrederken bırakıp ticarete koşuştular.
Rivâyet olunur ki Medine'de açlık ve pahalılık olmuştu. Resulullah (s.a.v) Cuma
günü hutbede iken bir kervan geliverdi. Onun def sesini işitince cemaatın bir
çoğu, Hz. Peygamber'i ayakta bırakarak dışarıya fırlamışlardı. Buharî, Müslim,
Tirmizi ve diğerleri Cabir b. Abdullah (r.a)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:
"Hz. Peygaber (s.a.v) ile namaz kılacağımız sırada yiyecek getiren bir
kervan geliverdi. Cemaat ona yöneldi, hatta Peygamber'in yanında on iki adamdan
başka kimse kalmadı. Bunun üzerine âyeti nazil oldu." Bir rivâyette de
Resulullah buyurmuştur ki, "Eğer hepsi çıksaydı mescid üzerlerine ateş
olurdu." Hz. Peygamber'in yanında kalan on iki kişiden onu, Aşer-i
Mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi) ikisi de Bilal ile Cabir yahut Ammar
ile İbnü Mes'ud, veya Bilal ile İbnü Mes'ud idi. Kervan Abdullah b. Avf (r.a)'a
aittir. Âyetteki "lehv", kafile gelirken çalınması adet haline gelen
kös veya def, dünbelektir. Bazıları da bunun davul zurna olduğunu
söylemişlerdir. Mamafih âyetteki zamiri müennes (dişi) olarak ticarete
gönderilmiş denilerek lehv ile beraber ticarete, denilerek de yalnız lehve
gönderilmemiştir. Bu da göstermektedir ki, mescidden çıkanların maksadı, lehv
değil ticaret idi. Bunun da sebebi, kıtlık ve pahalılığın şiddeti, bir de
hutbeyi bırakıp çıkmakta bir sakıncanın olmadığını zannetmeleri olmuştu. De ki
ey Allah'ı zikretmek için kalkan Resul! Allah'ın katındaki menfaatler lehivden
de ticaretten de hayırlıdır. Çünkü onlar, dünya hayatının geçici
menfaatleridir. Allah yanındaki lütuf ve sevab ise sonsuz ve ebedidir. Kaldı ki
eğlencenin menfaati de zihinde kurulan hayalden ibarettir. Ve Allah rızık
verenlerin en hayırlısıdır. Asıl rızık O'ndan istenmelidir. O nasib etmeyince
sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz. Ticaretlerin üstünde Allah'ın öyle
rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır. Onun
için ticaret sevdasıyla her şeyi unutan yahudileri Allah Teâlâ bu sûrede
kınadıktan sonra müminleri yükseltmek üzere bu emirlerle Cumaya hidayet ve
irşad buyurmuştur.
Bu emirlerden sonra Cuma'yı mazeretsiz terk
etmek ve Cuma'yı bırakıp da lehiv ve eğlenceye koşuşmanın nifaka varacağına
işaret olmak üzere bu sûrenin peşinden münafıkların hallerini anlatan sûre
gelecek ve o da, yine müminleri Allah'ı zikre teşvik eden bir hitab ile son
bulacaktır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Cuma Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.