Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Cin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
72-CİN:
Biz bir tek kişiye de nefer deriz. Arapça'da
ise bu kelimenin şöhret bulan kullanılışı, üçten ona kadar kişiyi ifade etmek
içindir. Alûsî'nin açıklamasına göre fasih Arapça'da ondan yukarısı için
kullanılır. Erkeklere hatta insanlara da mahsus değildir. Çünkü burada cinler
için de kullanılmıştır. "Mücmel"de şöyle yazılıdır: (Reht) ve
"nefer" kelimeleri kırka kadar kullanılır. Aralarındaki fark; reht,
bir ataya ait olur, neferde ise öyle değil, nefer, kavim mânâsına da kullanılır
ki, "Nüfusça da daha kuvvetli." (Kehf, 18/34) âyetinde de bu
mânâdadır. İmam Kirmanî de, "nefer'in lugat örfünde diğer bir mânâsı
vardır, o da 'erkek'tir" demiş ve bir sahih hadisin bu mânâ ile tefsir
olunduğunu söylemiştir. Demek ki bizim dilimizdeki nefer bu mânâdan gelmiştir.
"Gerçekten dinledi" Bu bütün
kırâetlerde ittifakla üstün okunur. Çünkü cümle mechul (edilgen) fiilinin
nâib-i faili yerindedir. Buna bağlananlar da böyle üstün okunmak gerekir.
Terkibindeki zamir herhangi bir ismin yerini tutmamaktadır. Böyle zamirlere
"şân" zamiri denir.
"Dediler ki: Biz" Bu ile başlayan
cümle, "dediler" fiiliyle nakledilmek istenen sözün ne olduğunu
gösterir. Onun için bu tür cümlelerdeki bütün kırâetlerde esre okunur. Buna
bağlanan diğer cümlelerde de hemzenin esre okunması gerekir.
2. "Hidayete" Hak ve doğruya. Bu
sûrede bu ve bundan sonra gelenlerin birbirlerine bağlanması önemli meseledir.
Kırâetlerin bazısında üstün, bazısında esre okunmuştur. Bazılarında esre
bazılarında üstün okuyanlar da vardır. Esre okunan kırâetlerde "Biz
işittik" cümlesi üzerine bağlandığı açıktır. Yani, "biz işittik
dediler", "beyinsizimiz Allah hakkında saçma sözler söylüyordu,
dediler", şöyle söylediler, şöyle söylediler demektir. Üstün ile
okunmasında ki, bizim Hafs kırâetinde ve mushaflarımızda böyledir, bunda
incelikler vardır. Bazıları bunun, yani nun, "ona inandık" cümlesindeki
'nin mahalline veya yine bunun şeklinde takdir edilerek zamiri üzerine
bağlanmış olup, "dinledik de ona ve şu, şu hakikatlere iman ettik"
demek olur. Bu şekilde bunlar da cinlerin sözleri cümlesine dahil olur. Arada
ve sonunda bunlardan bazıları da 'deki üzerine bağlanır ki, onlar cinlerin
sözlerinden hikâye olmayıp doğrudan doğruya Allah tarafından vahyolunan
kelâmlar olarak düşünülmelidir. Nitekim, "Onlar dosdoğru gitselerdi"
ve "Mescitler Allah'ındır" âyetleri böyle doğrudan doğruya vahy oldukları
için kırâetlerin hepsinde üstün okunmuştur. Bunlar cinlerin sözleri olarak
hikâye edilmemiştir. Arada "Onlar zannettiler", "Biz
zannettik", sonra "O kalkınca" âyetlerinde iki türlü okunma
ihtimali vardır. Biz bunları meâlde, "doğrusu", "hakikat"
ve "gerçekte" gibi tabirlerle göstermeye çalıştık.
3. Bütün bunlarda rüşd'ün akla uygun ve doğru
olan yolun bir izahı vardır. "Rabbımızın şanı çok yücedir".
CEDD, Kâmus yazarının "Besâir"de
açıklamasına göre bu maddenin aslı, düz araziyi baştan başa geçmek mânâsınadır.
Çalışma ve gayret, elbiseyi kesip biçmenin neticesi olan yenilik, gece gündüz
mesafe alma zımmında yardımcı olan ilâhî feyz, baht, zenginlik, nasip, şan ve
ululuk mânâlarında kullanılır. Bu münasebetle "büyük baba" (dede)
mânâsında kullanılması da bundan kaynaklanır.
Bu açıklamaya göre cedd; iyi baht, kıymet ve
onur, nasip ve kısmet mânâlarına geldiğinden böyle bahtiyar ve mutlu kimseler
"ashabu'l-cedd", "zevu'l-cedd" veya "mecdud"
denildiği gibi ululuk ve yücelik mânâsıyla da, "Herkesin gözünde büyüdükçe
büyüdü." denilir. Cimin ötresiyle ulu demek olur. "Baba olmadı, oğul
da olmadı."(İhlas, 112/3) diye nitelenen yüce Allah'a nisbet edilince
cedd, yüce Allah'ın bütün varlıkları kapsamış olan başlangıcı olmayan şanı ve
ululuğu, kendine özgü zenginliği, bir de genel olarak bütün varlıklara özel
olarak dilediklerine olan yüksek feyiz ve yardımı mânâlarıyla açıklanır ki,
burada birincisinin kastedildiği açıktır.
4. "Bizim beyinsizimiz" İblis, veya
cin mânâsıyle cinlerin azgınları diye mânâ verilmiştir. ŞETAT, sınırı aşmış,
haktan ve doğruluktan uzak, saçma, ki o, beyinsiz kişinin Allah'ın eşi ve oğlu
olduğunu söylemesidir.
5. "Biz zannettik ki" diye başlayan
bu kısım, o beyinsizlerinin saçmalıklarına bu vakte kadar ne sebeple aldanmış
olduklarını açıklamaktadır. Bunun, üzerine bağlanması düşünülebilr.
6. Burada cinlerin öyle yalan ve saçmalıklara
cesaret edebilmelerinin nedeni ve insanlar üzerinde otorite kurabilmelerinin
sebebi anlatılmış oluyor ki şudur: İnsanlardan bazı kişiler cinlerden bazı
kişilere sığınıyorlardı. Böyle sığınma dualarına tılsım ve efsûn adı verilir.
Bazıları şöyle der: "Bir adam ıssız bir
vadide yatmak veya konup geçmek istediği ve başına bir tehlike gelmesinden
korktuğu zaman yüksek sesle, "Ey bu vadinin azizi! Ben senin itaatinde
bulunan beyinsizlerden sana sığınıyorum." der ve böylece o vadideki cinninin
kendisini koruyacağına inanırdı. Kuşkusuz bu inançtaki kişiler başı sıkıldıkça
veya herhangi bir amaca ermek istedikçe, işi, önce cinne sığınmak olur. Ebu
Hayyan'ın zikrettiği gibi Mukatil şöyle demiştir: Araplar'da cinne sığınmak
Yemen'de bir kavimden başladı, sonra Beni Hanife'ye geçti, sonra Araplar'da
yaygın hale geldi.
Burada cin hakkında "ricâl" yani
erkekler, adamlar kelimesinin kullanılması çok dikkat çekicidir. Bazıları şöyle
der: Cinler için erkekler, adamlar deyimi kullanılmaz. Bu âyette geçen
"ricâl" kelimelerinin ikisinden de maksat, insanlardan olan
erkeklerdir ki, buna göre mânânın şöyle olması gerekir: İnsanlardan bir takım
kişiler, cinlerin şerrinden, yine bazı insanlara sığınıyorlardı. Mesela,
"bu vadinin cinninden Huzeyfe'ye sığınıyorum." diyorlardı. Buna göre,
"cinlerden" sözü, "insanlardan" sözündeki gibi açıklayıcı
mahiyette "adamlar"ın sıfatı değil, bir başlangıç olarak
"sığınıyorlar" fiiline bağlı bir mef'ul (dolaylı tümleç)dür. Bu
sığınış ise, ölmüş veya diri bir adamın ismine ve ruhaniyetine veya kahinlere
başvurmak gibi, fiilen o adamın kendisine başvurmak suretiyle de olabilir. Bu
mânâ da güzel bir mânâdır. Bu yorumda, cinlerin erkekliğini ve dişiliğini
gösteren bir yön yoktur. Fakat âlimlerin çoğunluğu, bu lerin ikisinin de
"erkekler"i açıklayıcı mahiyette onun sıfatı olmasını daha açık
görerek, "bu âyetin zahiri, cinlerin erkekleri ve dişileri bulunduğunu ve
onların erkeklerine de "ricâl" denildiğini gösterir"
demişlerdir. Şu halde, hiçbir hayvanın erkeğine "racül" denilmediği
düşünülürse, burada insan karşılığı zikredilen cinlerin başka bir hayvan
olmayıp insanların içinde gizli yaratıklar olmaları gerekeceğini düşünmek lazım
gelir. Onun için biz, cinler hakkında kullanılan "ricâl" tabirini,
hakikatleri itibarıyla değil, görünüşleri itibariyle olmasına yorumlamak
istiyoruz. Özetle, insanlardan bir takım erkekler, cinlerden bir takım
erkeklere her ne şekilde olursa olsun sığınıyorlardı, da o sığınan insanlar
cinlerin kibir ve taşkınlıklarını artırıyorlardı.
REHAK, asıl mânâsında örtmek, sarıp bürümek
demek olduğu gibi, bir adamın arkasından yaklaşıp çakmak mânâsına ve sefâhet
yani, hafiflik ve ahmaklık mânâsına, kötülük ve kargaşa, zulüm ve haksızlık
yapmak, haram ve yasak işleri yapmaya koyulup onlarla uğraşmak mânâlarına geldiğinden
tefsirciler; günah, cüret ve taşkınlık, hafiflik, geçimsizlik, kibir ve
büyüklenme mânâlarına yorumlamışlardır. Yani o adamlar cinlere sığınmakla
cinleri şımartıyor, onların hafiflik ve taşkınlığa cesaretlerini artırıyor; bu
şekilde azgın cinler de Allah hakkında bile yalanlar uydurarak cinlere ve
insanlara zulüm ve sataşmalarını artırıyorlardı. İnsanlar onlara sığınarak
kurtulmak isterlerken, böyle yapmakla onlara yüz verip daha çok tuzaklarına
düşüyorlardı. Demek ki insanlara fenalığı cinlerden çok asıl kendileri yapmış
oluyor. Cinler insanlara yine insanlar vasıtasıyla zarar veriyorlar. Onları
alet ediniyorlar, onların sığınmasından kuvvet alarak sataşma ve otoritelerini
artırıyorlar. Şu halde insanlar yalnız Allah'a sığınsalar da cinlere hiç önem
vermeselerdi cinler onları saramazlardı.
7. Cinlerin ve insanların Allah'a karşı böyle
yalan ve taşkınlıklarına sebep olan beyinsizliklerinden birisi de,
"Onların zannetmeleridir." Bu cümlenin, başında bulunan
"ve" (atıf) bağlacı ile iki ayrı yere bağlanma ihtimali söz
konusudur. Cinlerin birbirlerine sözlerini anlatmaları durumuna göre
"Onlar" zamiri, insanlara; "zannettiğiniz gibi," hitabı da
cinleredir. Yani cinler birbirlerine, "İnsanlar sizin zannettiğiniz gibi
zannettiler" derler. âyetine bağlanarak doğrudan doğruya vahy edilen Allah
kelâmı olduğuna göre zamiri cinlere hitabı insanlaradır. Burada âyetlerin,
böyle bir aşağı, bir yukarı bağlanmasında iki tarafa çakan şimşek gibi bir
parıldayış ve bu şekilde bir taraftan anlatılan zan kavramındaki çalkanışa, bir
taraftan da onların üzerine saldırılan alevlerin parıldayışına tam bir uygunluk
eşsizliği vardır. Yani, "Ey o cinlere sığınan insanlar! O cinler de sizin
gibi zannetmişlerdi ki...", yahut, "Ey o Kur'ân'ı dinlemiş olan
cinler! O size aldanan insanlar da sizin gibi zannetmişlerdi ki Allah ebediyen
hiç kimseyi göndermiyecek, yani insanlara hakkı ve doğruyu anlatır, sizlere
haddinizi bildirir, yalanlarınıza, taşkınlıklarınıza karşı başlarınıza ateşler
yağdırır bir Peygamber, bir Resul göndermeyecek zannetmişlerdi. Burada ba'sin,
ahirette ölüleri diriltip herkesin cezasını vermek mânâsı da akla gelirse de
maksadın, dünyada vaki olan Peygamber (s.a.v)'in gönderilişi olduğunu gelen
âyetler anlatmaktadır. Zira cinler o zamanların batıl olduğunu ve Peygamberin
gönderilişine inanmanın sebep ve delilini şu tecrübeleriyle anlatıyorlar.
8. "Doğrusu biz göğü yokladık da onu
şiddetli muhafızlar ve alevlerle dolu bulduk". Esasen lems; dokunmak, elle
yoklamaktır. Göğü yoklamak, ne var ne yok diye araştırmak istemek, sınamak
anlamlarında mecaz olduğu açıklanıyor.
HARES, bekçi ve muhafız demek olan
"hâris" kelimesinin çoğuludur. "Hadem" kelimesinin,
hizmetçi mânâsına gelen "hâdim" kelimesinin çoğulu olduğu gibi.
ŞÜHÜB de "şihâb ın çoğuludur. Şihâb,
esasen ateş alevidir. Nitekim, "Parlak bir ateş koru." (Neml, 27/7)
âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır. Bundan, gökte yıldız kayar gibi kayan
parıltılara da isim olmuştur. Mânânın özeti şu oluyor: Biz iman ettik ki,
"Allah kimseyi peygamber göndermiyecek, göndermez." zannı yanlış
imiş, biz yüce bir şahsın peygamber gönderildiğini anladık. Çünkü biz göğü, o
yüksek âlemi yokladık da onu şiddetli bekçiler, kuvvetli muhafız melekler ve
atılmaya hazırlanmış ateş gibi alevler, korlarla doldurulmuş bulduk.
9. Bilindiği gibi biz, o gökleri dinlemek,
haber almak için bazı mevkilerde otururduk. Yani bazı yerlerde durup etrafı
gözetler, gizli gök haberleri alır, onlarla halkı şaşırtırdık. Fakat şimdi
"her kim dinlemek isterse onu göz altında bulundurup gözleyen, yakmaya hazır
bulunan bir ateş parçası, parlak bir alev bulunuyor. O Kur'ân'ın ve onu okuyan
zatın karşısında cin ve şeytan böyle eriyecek bir durumda kalıyor. İşte yüce
Allah böyle birisini göndermiş ve âlemi böyle değiştirmiştir. Burada çoğunlukla
"şihâb"ın zahiri mânâsında ısrar ediliyorsa da biz bu ısrarda mânâyı
maddeleştirmekten başka bir yarar görmüyoruz. Asıl maksat, peygamberlik nuru ve
Kur'ân âyetleri ile hakikat âleminde parlatılan ve batıl fikirlere karşı
fırlatılan ateşi andırır uyarıları anlatmak olması daha yüksek bir mânâ olduğu
kanaatındayız. Zira hava olaylarından olan o ateşlerin Peygamberimizin
gönderilmesinden önce de olageldiği rivayetlerde de inkâr olunmuyor.
Peygamberimizin gönderildiği sıralarda denildiği gibi fazla birçok ateş
yağmurları olmuş ve bunlardan yıldız falcıları, kahinler, şeytanlar korkup
türlü mânâlar çıkarmaya çalışmış olsunlar. Fakat bu şekilde onlardan gök
haberleri kesilmiş değil, aksine çoğaltılmış ve kulak hırsızlığına daha fazla
meydan verilmiş demek olmaz mı? Oysa İbnü Abbas Hazretlerinin söylediği ve bu
âyetinde anlattığı mânâ, bu alevlerin, onlardan gök haberlerini kesmiş ve göğün
kapılarını birer zabıta memuru olarak tutmuş doldurmuş olmalarıdır. Bu ise
onların morallerini yıkıp yalanlarını, hafifliklerini ve taşkınlıklarını yakan
hakikat alevlerini anlatıyor ki, onlar Muhammed (s.a.v)'in göğünden parıldayan
ateşi andırır âyetler ve mucizelerdir ki, bunun karşısında insan ve cin
şeytanlarının ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur.
10. Bu tecrübeleri yapmış olan cinler artık
eskisi gibi gayptan dem vurmaya, gelecekten haber vermeye kalkışmayıp yalan
söylemiş olmaktan sakınarak ilerisi hakkında imanlarını şöyle anlatıyorlar: Ve
inandık ki, doğrusu biz bilmeyiz, bizim aklımız yetmez, yeryüzündekilere bir
kötülük mü murat edilmiş; yoksa Rableri onlara bir hayır, bir başarı mı murat
etmiştir. Yani daha önce yaptığımız gibi gayptan dem vurmaya kalkışmayalım, biz
gaybı, Allah'ın ne takdir ettiğini bilmeyiz. O, Allah'a aittir. Dolayısıyle bu
defa da o göğün korunmuş olmasından, o alevlerin parlayışından yerdeki
kimseler, insanlar ve cinler korunup da hayır mı görecekler, yoksa korunmayıp
da ateşlere yanarak zarar mı görecekler, orasını Allah bilir. Bu konuda bize
düşen kendimizi düşünmektir.
11. Bizim bildiğimiz ve anladığımız şudur ki,
doğrusu bizler, biz cinler içinde iyiler de vardır. Onlar, iman edip hayra
ermeye uygun ve elverişlidirler. Yine içimizden öyle olmayan aşağılıklar da
vardır. Onların hayra ermesi pek düşünülmez. Biz bölük bölük, yol yol klik
klik, sırımlar gibi dilim dilim, parti parti olmuşuz yani hepimiz bir yolda
birleşmiş değiliz ki, hakkımızda mutlak olarak hayır veya şer diye bir hüküm
verilebilsin.
12. Biz zannettik burada zan, nefsin kesin
kararı ile ilim mânâsınadır. Yani o Kur'ân'ı dinleyen ve o tecrübeleri görüp bunları
söyleyen biz cinler şunu anladık. Ki yüce Allah'ı yeryüzünde asla aciz
bırakamayız. Yeryüzünün neresinde olursak olalım, ne kadar gizlenirsek
gizlenelim, gerek böyle ihtilaf içinde kalalım, gerekse birleşelim, her ne
yapsak Allah'a karşı koyup da ondan kurtulmamıza imkan ve ihtimal yok. Ve ondan
kaçmakla da kurtulamayacağız. Yeryüzünde kalmayıp da göğe kaçacak olsak yine
onu aciz bırakamıyacağız, kendimizi ondan kurtaramıyacağız. Ona iman ve itaat
etmedikçe, nerede bulunsak bizi yakacak. Biz bunu tecrübeyle anladık
13. ve bize bunu anlatan o yol göstericiyi, o
doğruya erdiren hidayet rehberi Kur'ân'ı veya Peygamberi dinlediğimiz vakit de
ona iman ettik. İman etmekte hiç tereddüt etmedik bundan böyle her kim Rabbine
iman ederse, yani onun birliğini ve büyüklüğünü tanır, indirdiklerini doğrular,
azabından korunur, ona sığınırsa, artık o, ne hakkının yenilmesinden korkar ne
de zillete düşmekten. Yani hakkı yenilmek, mükâfatından bir şey eksiltilmek
suretiyle zulme de uğramaz; gerek insan gerek cin başka birisi tarafından hüküm
altına alınıp zillete de düşmez. Bu korkuların hiçbiri kalmaz. Zira Allah'ın
ortağı yoktur. Onun güç ve kuvvetine karşı gelecek kimse bulunamaz. Kısacası,
insan ve cinne sığınanlar kendilerini kurtaramaz. Ancak Allah'a iman edip de ona
sığınanlar esenliğe erer. Onun için insanlar cinne sığınmamalı, cinler de kendi
beyinsizleri ve alçakları olan şeytanlara uyup da insanları aldatmaya
çalışmamalıdır.
14. Bununla beraber biz cinlerin içinde
müslüman olanlar, açıklandığı üzere Allah'ın birliğine iman ve itaatle esenlik
yolunu tutanlar da var. Kasıtlar, yani iman ve İslâm yolundan sapıp da zulme
gidenler de var. Fakat müslüman olanlar, işte onlar, hayrı ve doğruyu arayan ve
ona layık olanlardır. O halde o göğün korunmasıyla, o peygamber göndermeyle
onlar hakkında hayır murat edilmiş demektir.
15. Amma İslâm yolundan sapanlar: Kâfirler,
zalimler cehenneme odun olmuşlardır. Yanacaklardır, onlar hakkında da şer murat
edilmiş demektir.
16. "Eğer yolda doğru gitselerdi."
Bu âyetin başındaki 'in aslı, olup şeddesi kaldırılmıştır. Sonunda aslında olup
zikredilmeyen, hiçbir ismin yerini tutmayan ve zamir-i şan denilen bir zamir
vardır, demektir ve bu cinlerin sözlerinden değil, sözüne bağlı olarak doğrudan
doğruya vahyedilen Allah kelâmındandır. Yani o insanlar ve cinler, anlatıldığı
üzere hep o iman ve İslâm yolunda bir yön üzere dosdoğru gitselerdi, elbette
biz onların hepsine bol su sunardık, yani bol rızıklar içinde yaşatırdık
17. ki onları onun içinde imtihan edelim. Yani
öyle hepsi doğru yolu tuttukları halde de onları başıboş bırakıverecek
değildik. Bu dünya imtihan dünyası olduğu için bunun darlığı da genişliği de
bir imtihandır. Sıkıntı içinde bir gayeye yürüyüştür. Fakat hep rızık darlığı
içinde imtihan vermekle, bolluk içinde imtihan vermek arasında fark vardır.
Onun için onlar o istikametle gitselerdi onları darlıklar içinde değil, bol bol
rızıklar içinde imtihan eder, o yüzden yükseltirdik. Fakat onlar, o insan ve
cinler öyle yapmadılar, çokları o öğüdü dinlemediler, yüz çevirdiler her kim de
Rabbinin zikrinden, vahiy ve öğüdünden, ibadetinden yüz çevirirse, Rabbi onu
gittikçe yükselen bir azaba sokar.
18. "Muhakkak mescidler Allah'a
aittir." Bu âyetin başındaki de kırâetlerin hepsinde üstünlüdür. Diye
başlıyan âyet gibi yukarıya bağlıdır. "De ki, bana mescitlerin Allah'a ait
olduğu vahyedildi." demektir. Yani mescitler hep Allah'ındır. Onun için
Allah'ın yanında başka birine dua ve ibadet etmeyin, ancak Allah'a ibadet edin.
MESÂCİD, bilindiği üzere "mescid"in
çoğuludur. "Mesced"in çoğulu da olur. Mescid, secde ile namaz ve
ibadet için özel olarak ayrılmış olan yerlerdir. Ki lugatta, müslüman olsun
veya olmasın her milletin ibadet yerini kapsar. Örfte ise, sadece müslümanların
ibadet yeri için kullanılan bir kelimedir. Ayrıcalığına dikkat çekmek için
mekan bildiren isimlerin kural dışı kalıplarından olmak üzere esre okunarak
kıyastan ayırt edilmiştir. "Mesced" ise secde mânâsına "mimli
mastar" veya "secde etme yeri," "secde uzvu" mânâsına
kurala uygun mekan bildiren bir isim olur. "Yedi uzuv üzerine secde ile
emrolundum." hadisinde açıklandığı üzere bu yedi uzuv, alınla burun, iki
el, iki diz, iki ayaktır. Alın ile burun bir sayılmıştır. "Allah'ın
mescitleri içinde Allah'ın isminin anılmasını menedenden daha zalim kim
olabilir.." (Bakara, 2/114) gibi yukarılarda geçen bütün âyetlerde olduğu
üzere burada da açık olan, ilk mânâ ile tapınaklardır. Çoğunluğun görüşü de
budur. Yahudi ve hıristiyanlar havra ve kiliselerinde Allah'tan başkasına da
dua ettiklerinden dolayı müslümanlara ihlaslı olmaları emredilmiştir. Ancak bu
sûre indiği zaman, müslümanlara ait mescidler yapılmış olmadığı için bu âyette
geçen "mesacid" kelimesini daha genel anlamıyla yorumlamak üzere bir
kaç izah şekli daha zikredilmiştir ki, bunlar şunlardır: "Arz bana mescid
ve temizleyici (veya temiz) kılındı." hadis-i şerifini göz önünde
bulundurarak bu âyetin tefsirinde Hasan Basri şöyle demiştir: Burada mesacid,
arzın bütün parçalarına işarettir. Arzın hepsi Allah tarafından yaratıldığı
için, onların üzerinde, yaratıcısından başkasına secde etmeyin demektir. Yahut
"mesced"in çoğulu olarak mimli mastar olmak üzere, secdeler yani
namazlar Allah'a mahsustur. Başkasına secde etmeyin demektir. Said b. Cübeyr de
şöyle der: Secde azaları olan mescedler Allah'ındır, yani Allah'ın
yaratmasıdır. Dolayısıyla onlarla Allah'tan başkasına secde etmeyin. Akıllı
olan Allah'tan başkasına secde etmez demektir. Atâ, İbnü Abbas'tan,
"burada mesacidden maksat, Mescid-i Haram'dır" diye de bir rivayet
nakletmiştir. Bunun sebebi, Mescid-i Haram'ın birçok mescidi kapsamış
olmasıdır. Bu surette diğer mescitlerin hükmü bu âyetin metninden değil,
gösterdiği mânâdan anlaşılmış olur. Bunların her birinin bir dayanağı ve yorumu
bulunmakla beraber, en açık olan, âlimlerin çoğunluğunun dediği gibi, genel
olarak bütün tapınaklar demek olmasıdır.
19. "Allah'ın kulu kalkıp ona
yalvarınca" Burada lâfzı, Nâfi ve Asım'dan Ebubekir kırâetlerinde
şeklinde; Hafs'ta ve diğer kırâetlerin hepsinde şeklinde okunur. şeklinde
okunması, başındaki vav ile cinnin sözlerine bağlanmasından deniliyor. Bu
surette fiilindeki "onlar" mânâsına gelen zamir cinlerin yerini
tutmaz. Lakin buradan bir tek âyet arada cinlerin sözlerine bağlanınca yukarıki
hoşluk ve incelik görünmez. Onun için şeklinde okuyuşta baştaki vav atıf
(bağlaç) olmayıp Allah tarafından yeni bir cümle başlangıcı olması daha
uygundur, şeklinde okunması ise, "bana vahyedildi" diye başlıyan
cümlelere bağlanmasındandır. Bu şekillerde fiilindeki "onlar"
mânâsına gelen zamir "cinlerin" veya "cinlerin ve
insanların" yerini tutar.
"Abdullah," Allah'ın kulu. Bu, vahiy
kendisine indirilmiş olan Hz. Peygamberin kendisidir. Allah'a kulluğunu yerine
getirmede kendine özgü niteliği ile beraber alçak gönüllülüğünü de göstermek
için bu ünvan ile nitelenmiştir. Yani, bana şu da vahyedildi ki: "O
Allah'ın kulu, Muhammed, kalkmış ona dua ederken" ibadet ederken o kulun
üzerine keçeleneceklerdi, yani o dinleyen cinler aceleciliklerinden çoğalıp
kalabalıklaşarak etrafına öyle toplandılar ki, az daha keçe gibi birbirlerine
geçeceklerdi. Zira hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir dua
dinliyorlardı. Cinlerin sözlerinden olmasına göre ise mânâ şu olur:
"Cinler kavimlerine şunu da söylediler: O Allah'ın kulu kalkmış Allah'a dua
ederken müşrik insanlar ona düşmanlıkla aleyhine öyle toplanmışlardı ki, az
daha birbirlerine geçip keçeleneceklerdi."
Katâde'den rivayet edilen üçüncü bir mânâ daha
vardır. Şöyle ki: İnsanların ve cinlerin kâfirleri onun işini, üstlendiği görev
ve daveti boşa çıkarmak için aleyhine öyle toplanmışlardı ki, az daha
birbirlerine keçeleneceklerdi. Fakat Allah onu her halde korur, düşmanlarına
karşı ona zafer nasip eder. Bu mânâ, iki kırâete göre de uygun ve "Her kim
Rabbine iman ederse, artık ne hakkı yenmek, ne de zillete düşmek korkusu
kalır."(Cinn, 72/13) âyetinin mânâsına da uygundur. Her iki takdirde de,
Peygamber (s.a.v)'e gıyabında meydana gelen maddî ve manevî durumları ve
hisleri haber vermek mânâsını taşır.
Bundan sonraki emirler, âyetlerin akışıyla da
gayet uygun düşer. Zira buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
20- De ki: "Ben ancak Rabbime dua eder ve
O'na hiçbir şeyi ortak koşmam"
21- De ki, "Haberiniz olsun, ben size
kendiliğimden ne bir zarar verebilirim, ne de bir yol gösterebilirim."
22- De ki, "Allah'tan beni kimse
kurtaramaz ve ben O'ndan başka bir sığınacak bulamam."
23- "Benim yapabileceğim, sadece
Allah'tan size duyuru yapmak ve O'nun elçilik görevlerini yerine
getirmektir." Artık kim Allah'a ve onun elçisine baş kaldırırsa, ona
içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.
24- Kendilerine vaad edilen şeyi gördükleri
zaman, kimin yardımcısının en zayıf ve en az olduğunu bileceklerdir.
25- De ki: "Ben bilmem, o size vaad
edilen şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyar.."
26- O bütün gaybı bilir. Fakat gaybını hiç
kimseye açmaz.
27- Ancak seçtiği elçiye açar. Çünkü onun
önünden ve ardından gözetleyiciler salar.
28- Bilsin diye ki, onlar Rablerinin
elçiliklerini yerine getirmişlerdir. Allah onlarda bulunan her şeyi kuşatmış ve
her şeyi bir bir saymıştır.
20. De ki, ben ancak Rabbime dua ediyorum ve
ederim. Yani, niçin öyle üzerime veya aleyhime keçeleniyorsunuz? Sizin bana
şaşmanıza veya düşmanlık etmenize sebep yok. Çünkü ben, yaratan Rabbime
ibadetten başka bir şey yapmıyorum ve siz her ne yapsanız ben ancak ona dua
ederim ve Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam, başkasından ne bir şey beklerim, ne
de korkarım.
21. De ki, ben size kendiliğimden ne bir zarar
verebilirim, ne de yol gösterebilirim. Burada "zarar" karşılığında
"fayda" nın zikredilmesi gerekirken, "sapıklık" karşılığı
olan "rüşd" ün zikredilmesinde bir tür "ihtibak sanatı"
vardır. Yani "ne bir zarar verebilirim ne de bir yarar. Sapıklığa düşürmem
söz konusu olmaz ya olsa olsa yol göstermem söz konusu olur. Fakat ben
kendiliğimden onu da yapamam. Eğer siz benim bir zarar vermemden korkarak veya
bir fayda ve yol göstericilik bekleyerek üzerime toplanıyorsanız, haberiniz
olsun ki ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam, onu Rabbim yapar.
Ben ancak ona dua ederim. Onun için ondan korkun ve ne umacaksanız ondan umun,
ey insanlar ve cinler!" de. Bu emir, başkalarının durumu hakkında; şu emir
de kendi durumu hakkındadır:
22. De ki, beni Allah'tan kimse kurtaramaz,
yani Allah "Allah'tan başka hiç kimseye dua etme!" buyururken, ondan
başkasına dua ve ibadet edecek, emrine uymayacak olursam Allah azap eder ve
Allah'tan beni ne insan ne cin ne melek ne başka birisi, hiç kimse kurtaramaz.
Bu nedenle başkasına dua ve ibadet etmekte hiçbir fayda yok, büyük zarar
vardır. Fakat Allah isterse hiç birine zarar verdirtmez, hepsinin
düşmanlığından korur. Onun için sadece ona dua ederim. Ve ondan başka bir
sığınacak bulamam, gerek kendi azametinden ve gerek başkalarının düşmanlık ve
zararından sığınacak yer ve sığınılacak ancak O'dur. Her şey onun istediğini
yapmak zorundadır. Dua ve ibadet ancak ona olur. O halde ben böyle olduğum
gibi, siz de öylesiniz. Sizler de ne benden, ne başkasından korkmayın ve bir
fayda ve yol bulma ümidiyle bana sığınmayın, ancak Rabbimdan korkun ve ona
sığının.
Burada, biraz sonra gelecek olan istisna
hesaba katılmadan hüküm verilecek olursa, bu emirlerin dış görünüşü
Peygamber'den hiçbir ümit ve istekte bulunmanın caiz olmayacağını zannettirir.
Nitekim Vehhâbiler duada peygamberi vesile ve vasıta yapmayı, "şefâat ya
Resulallah!" demeyi Allah'a ortak koşma saymaya kadar gitmişlerdi. Oysa
istisna yapılıp cümle tamamlanmadan hüküm vermek doğru olmaz. Buna karşı önce
insan ve cinden şöyle bir sual gelir: "Pekiyi, senden bir zarar gelmesin,
fakat senden bir fayda ve yol bulma da ümit edilmeyecek ise, bu emir ve davet
ne oluyor? Sen Rabbine dua edeceksen et, başkalarını niye çağırıyor, niye
korkutuyorsun?" İşte böyle bir suale meydan bırakmamak için buyruluyor ki:
23. "Ben ancak Allah'tan duyuru ve O'nun
elçilik görevini yapabilirim." Buradaki istisna yukarıki "Ben size
kendiliğimden ne bir zarar verebilir, ne de yol gösterebilirim."
cümlesinden istisnadır. kelimesi de ya mecrur olarak yakını olan Allah lafzına,
yahut kesre ile mansup olarak kelimesine bağlıdır. Size ne zarar verebilirim,
ne de doğru yolda gitmenizi sağlayabilirim. Bunların hiçbirini yapamam. Ancak
Allah'tan duyuru ve elçilik görevi hariç. Yahut Allah'tan ve onun elçilik
görevlerinden bir duyuru yapma işi hariç. Bunu yapabilirim. Ben Allah'ın
elçisiyim. Onun emrini duyurmak görevimdir, onu yaparım. Gerek zararına, gerek
yararınıza ait olsun, Allah emredince onu size duyururum. Bu emirleri yürütme
işi ise ona aittir. "Peygamberin vazifesi ancak duyurudur". (Mâide,
5/99) İşte Peygamber'den beklenecek olan budur. Elbette Allah'tan kullarına
resul ve elçi olan kişi, "Bir de haklarında dua ediver. Zira senin duan
onların kalplerini yatıştırır."(Tevbe, 9/103) emri gereğince kulları
tarafından Allah'a elçi olmakla dua ve yalvarışa dahi vesile ve vasıta olur.
Hatta her mümin, mümin için dua eder ve etmekle yükümlüdür. Müminlerin
birbirlerinden dua istemeleri yasaklanmadığı gibi, peygamberlerden, elçi olması
nedeniyle dua istemeleri de yasak değildir. Onun yapacağı dua, müminlerin
kalplerinin huzur ve sükun bulmasına neden olur. Kuşkusuz bu istisna,
Peygamber'e çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.
O Allah'ın kulu böyle bir elçidir. O gerçi kendiliğinden
bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabbi her şeyi yapabilir. Elçisine
düşmanlık eden Rabbine düşmanlık etmiş; onu seven ve itaat eden de yine
Rabb'ını sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayı elçiye isyan etmek Allah'a
isyan etmek demek olduğu açıkça anlatılmak ve isyan edenlere uyarı ateşleri
fırlatılmak üzere şöyle duyuru yapılıyor ki "Kim Allah'a ve Resulü'ne
isyan ederse ona cehennem ateşi var. Onun içinde ebedi kalacaklardır."
Burada "ebedi olarak" kaydı, bu isyanın Allah'a ortak koşarak ve onu
inkâr ederek isyan demek olduğunu anlatır.
24. "Kendilerine vaad edilen şeyi (azab
ve kıyamet saati) duydukları zaman" hâlin gösterdiği fakat ibarede
zikredilmeyen bir fiille ilgilidir ki, mânâ şöyledir: "Seni ve yardımcını
zayıf ve adedini az sayan o isyankârlar o fikir ve isyanlarında vaad
edildikleri o azabı, o sonsuz cehennem ateşini görecekleri vakte kadar ısrar
edebilirler." Fakat onu gördükleri vakit kesinlikle bileceklerdir ki
yardımcısı en zayıf ve sayıca daha az olan kimmiş? Çünkü o zaman Allah'ın o
sonsuz azabından kendilerini hiç kimse kurtaramıyacak, kendilerini kuvvetli ve
çok zanneden bütün o insan ve cin asileri, ne kadar zayıf ve hiç olduklarını
anlayacaklardır.
25. "O ne zaman?" diye sorulursa.
Burada olumsuzluk edatıdır. demektir. Yani, de ki: "Rabbimden bir duyuru
olmayınca ben kendi aklımla bilemem. O size vaad edilen şey, yakın mı? Yoksa
Rabbim ona uzak bir gaye, uzun bir süre mi verir?. Kesinlikle olacağı
bildirildi, fakat yakınlığı uzaklığı bildirilmedi. İşin bu yönü bilinmemektedir,
bu yön gayptır.
26. O Rabbim bütün gaybı bilir. Gaybın
bağıntılı olanını da bilir, mutlak olanını da bilir.
GAYB, duygu ve ilimde veya varlık âleminde
hazır olmayan demektir. Birçok şey hadd-i zatında, varlık âleminde, görünen
âlemde hazır olduğu halde birbirlerine göre gaip olur. Mesela bir kimsenin
kalbindeki kendisine göre hazır olduğu halde başkasına göre gayp olur ve o kalp
onun, başkasına göre gaybıdır. Nitekim "Gayba inanırlar"(Bakara, 2/3)
bir mânâca "kalbe inanırlar" diye tefsir edilmiştir. Fakat onun
ğaybı, mutlak bir gayb değil, bağıntılı gaybtır. Yani mutlak mânâda gayb değil,
başkasına göre gaybtır. Aslında mevcut ve hazır olduğu için doğrudan doğruya
veya işaret ve izlerinden bilinmek şanıdır. Allah, henüz varlık âlemine
gelmeyen, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayp olan şeyleri
bildiği gibi, henüz vücuda gelmemiş olanları da bilir. Ona göre gayp yoktur.
Fakat o kendi gaybını, -yani bütün varlıklara göre mutlak gayp olan ve Bâtın
(yani gizlilikleri bilen) isminin ortaya çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye
açmaz. Açık ve kesin şekilde gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye
açmaz. Onun için ne insan, ne cin, ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı
yakînen bilmez. Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a dair bazı bilgiler
edinilebilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya gizli bazı
sebeplerle mutlak gayba dair bazı şeyler sezilebilmesine de aykırı değildir.
Bununla beraber bunların hiçbiri zan ve kuruntudan arınmış tam bir keşf ve
ortaya çıkarma mânâsına kesin bir ilim olamaz. Bundan dolayıdır ki olaylar
üzerinde cereyan eden bilimsel araştırma ve buluşların, delile dayanarak
mantıkî neticeler çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan öte geçemez.
Matematiksel bir kesinlik ifade etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek
başka; meydanda, açık olmak yine başkadır. Yüce Allah henüz vücuda çıkarmamış
olduğu gaybını kimseye açmaz, açığa çıkarmaz.
27. Ancak elçileri içinde seçip dilediği bir
elçi hariç. Dilerse ona gaybından bazı şeyleri açar. Henüz varlık âlemine
gelmeyen şeyleri açıkça bildirir. Bunlar onun ya elçiliğinin ilkeleri ve
delilleri olan mucizeleri veya yükümlülükleri, hükümleri ve yaptırımları gibi
elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili bilgiler olur. Bu durumda da yine o
elçi gaybı bilmiş olmaz. Kendisine haber verilmiş, bildirilmiş olanı bilir.
Onun için o kıyametin kesinlikle olacağı bildirilmemiş, "De ki, onun ilmi
ancak Allah katındadır."(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur. Fakat o elçi
kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller
olmayıp da Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir? Bunu açıklamak
için buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı gösterirken O elçinin önünden ve
arkasından, her tarafından gözetecek bir takım gözetleyici melekler dizer.
Onlar, o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona gizli bir şey
karıştırılmaması; cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar
tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetir, sokulmak isteyenleri
yukarda açıklandığı üzere ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar. Onun için Allah
kelâmı, gizli bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak
gelir. Bu nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o
gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı türünden
bir şey çalmak ve bununla kahinlik yapmak için sokulmaya çalışırlar. Lakin
yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir kıvılcım ve delip geçen
parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.v)'in
peygamberliğine mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir.
28. Yüce Allah'ın böyle gözetleyiciler
dizmesine ne gerek var, cinne şeytana sezdirmeden doğrudan doğruya Peygamber'e
açıklayıverse olmaz mı? denilmesin. Zira yüce Allah o gözetleyicileri şunun
için dizer ki, o elçi şunu bilsin bütün tanıklarıyla apaçık yakinen şunu bilsin
ki onu Allah'ın gaybından ona getiren elçiler, gerçekten Rableri olan yüce
Allah'ın kelâmını, gönderdiği emanetlerini olduğu gibi, hakkıyla
bildirmişlerdir. Ve o kelâmı açıklayıp gönderen yüce Allah, gerek o
gözetleyicilerin ve gerek o elçinin katında olan bitenin hepsini ilmiyle
kuşatmış, ve her şeyi sayısıyla, bütün ayrıntılarıyla zabıt altına alıp
saymıştır. İşte Allah, o elçi bütün bunları yakinen bilsin de ona göre görevini
yerine getirsin diye o gözetleyicileri kendisi dizer.
Hâkka Sûresi'nde yemin edilen
"Gördükleriniz ve görmedikleriniz"(Hâkka, 69/38-39) hakkında üç sûre
ile açıklama yapıldıktan ve Nûn Sûresi'nde "Elbette sen büyük bir ahlâk
üzerinesin." (Kalem, 68/4) diye nitelenen Peygamber'in kıymeti ve hakikati
ve vahyin cereyan ediş şekli anlatıldıktan sonra "gördükleriniz"e ait
olmak üzere görevine başlanması emrine geçilmek üzere bu sûreyi Müzzemmil
Sûresi takip edecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Cin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.