Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Casiye Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
45-CASİYE:
1- Mübtedâ veya haber, veya yemin ve yahut
nidâ (seslenmek, ünlem)dır.
2- "Bu kitabın indirilmesi"
TENZİL: malum masdar indirmek veya mechul
masdar indirilmek, veya ism-i mef'ûl mânâsına gelen masdar olup indirilme kitab
mânâlarına gelebilir. Yani bu sesleri Allah'tan kitap indirme, indirilmedir.
Veya bu Kitap Allah'tan indirilmiş kitapdır. Veya bir kimseye kitabın
indirilmesi, elçiliğin verilmesi veya bu kitabın indirilişi O, Aziz, Hakîm
Allah'tandır. Kazançla yapılmaz, çalışmakla uydurulmaz. Çünkü Allah, Aziz,
emrinde gâlip ve tedbirinde hükm ve hikmet sahibidir. Bundan dolayı bu kitap da
aziz ve hakîmdir.
3- Şüphesiz ki göklerde ve yerde müminler için
nice âyetler (deliller) vardır. Yani delil ve bürhana inanmak, tasdik etmek
şanından olan kimseler için çok deliller, hüccetler, alâmetler vardır ki Allah
Teâlâ'nın varlığına, izzet ve kudretine, hikmetine delâlet ederler. Şu halde
imanı olanların gökleri ve yeryüzünü gözetleme ve inceleme ile onlardaki
âyetleri yavaş yavaş keşfederek delâlet ettikleri ilâhî hikmetleri anlayıp
meydana çıkararak ona göre güzel güzel hikmetli ameller yapmaya çalışmaları
gerekir. Onun için sonraki müslümanların bu âyetlerden, bu ilimlerden gafil
kalmaları mahvolmalarına sebep olmuş ve fenlerin tabiatçılar elinde imansızlığa
sapmasına meydan vermiştir. (Âl-i İmrân Sûresi'ndeki (3/190) âyetinin tefsirine
bkz.)
4- Sizin yaratılışınızda da ve üretip durduğu
hayvanlarda da yani Allah'ın bir hayvandan birçoklarını çeşitlendirerek ve
çoğaltarak üretip durduğu hayvanlarda da kesin bilgi edinecek kimseler için
âyetler vardır. Hayvanlarda organların oluşmasında, beslenmesinde, gelişmesinde,
doğurma ve üremesinde ve böyle ilkel bir hücreden başlayıp olgunlaşıp,
çeşitlere ayırarak üremesinde ve organların vazifelerinde ve özellikle insan
kısmında ortaya çıkan hayat hadiseleri, her çeşidin ve hatta her kişinin
değişmelerinde gösterdiği olgunlaşma safhaları itibarıyla yalnız fizik ve
kimyayı organik olmayan olaylarından çok daha olgunlaşmış olan ve dolayısıyla
yaratan Allah Teâlâ'nın kudret ve hikmetine delâlet etmede daha kuvvetli ve
daha açık olduğu ve bir de iç ve dış dünyayı birleştirici bulunduğu için bunlar
kesin bilgi âyetleri olarak gösterilmiştir. Demek ki hayvanların güzel bir
sınıflandırması ve insan yaratılışının incelenmesi ile kapsadıkları âyetleri,
hikmetleri ortaya çıkarmaya çalışmak da inandırmak isteyenlerin
vazifelerindendir.
5- Gece ve gündüzün değişmesinde veya birbiri
arkasından gelmesinde, ki zamanın gidişini, ömürlerin geçişini gösterir. Ve
Allah'ın gökten indirdiği rızıkta yani rızka sebep olmak itibariyle hem kudret
ve hem rahmet yönünden âyet (delil) olan yağmur ve karda indirip de onunla
yeryüzüne hayat vermesinde, hayatın ilk alâmeti olan bir haz duyma neşesiyle
toprağı deprendirip türlü türlü bitkiler, ekinler, meyveler yetiştirmesinde hem
de o yeryüzünün ölümünden sonra, hayattan bir iz kalmayıp gelişme kuvveti tükendikten,
otlar kuruyup ağaçlar meyvelerini döktükten sonra ve rüzgarları çevirmesinde
akıl edecek bir toplum için ibretler vardır. Zamanın akışını ve ömrün geçişini,
o zaman ve yer üzerinde Allah Teâlâ'nın doğrudan doğruya tasarruflarını
gösteren bu değişimler, her değişimde bir âhirete doğru gidildiğini ve temsil
tarzında yapılan karşılaştırma yoluyla ölümden sonra tekrar dirilmeyi ifâde
ettiğinden dolayı bu âyetlerde bilhassa aklın, aklı güzel kullanmanın önemi
açıkça ifâde edilmiştir ki bunda iki sayfa sonra bahsedilecek olan dehrîlerin
(olayları tabiata isnad eden imansızlar, tabiatçılar) akıllarındaki noksanlığa
da bir işaret vardır.
6- İşte bunlar, dikkat çekilen yaratmakla
ilgili bu âyetler ve onları anlatan bu indirilmiş âyetler, bu sûre Allah'ın
âyetleridir. Allah'ın kudret ve irâdesini, hikmet ve hükümlerini anlatmak için
ortaya koyduğu ve indirdiği delillerdir. Allah ve âyetlerinden sonra artık
hangi söze inanacaklar? yani Allah'a ve âyetlerine inanmadıktan sonra o
imansızlar hangi söze inanırlar, hiç? (Yani hiçbir şeye inanmazlar.)
7-11- "Her günahkâr kişinin vay haline!
O, Allah'ın âyetlerini işitir de..." Ebu Cehil ve Nadr b. Hâris gibiler
hakkında inmiştir. "Sonra büyüklük taslayarak ısrar eder..." ısrarın
aslı, eşeğin kulaklarını dikip kıçın kıçın dayatmasıdır.
Meâl-i Şerifi
12- Allah O (yüce) zâttır ki, emriyle içinde
gemilerin seyretmesi, sizin de O'nun lütfundan rızık aramanız ve şükretmeniz
için denizi emrinize vermiştir.
13- O, göklerde ve yerde bulunan herşeyi
kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen
topluluklar için ibret ve deliller vardır.
14- Ey Muhammed! İman edenlere söyle: Allah'ın
cezalandıracağı günlerin geleceğini ummayanları şimdilik bağışlasınlar. Çünkü
Allah her kavmi kazandıklarıyla cezalandıracaktır.
15- Her kim iyi bir iş yaparsa onun faydası
kendisinedir. Kim de kötülük yaparsa zararı yine kendinedir. Sonra hep
Rabbinize döndürüleceksiniz.
16- Andolsun ki biz, vaktiyle
İsrailoğulları'na kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Onları temiz
rızıklarla rızıklandırmıştık. Ve onları âlemlerden üstün kılmıştık.
17- Din hususunda onlara apaçık deliller
verdik. Fakat onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik
ve düşmanlık yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa
düştükleri şeylerde, kıyâmet günü aralarında hükmedecektir.
18- Sonra (Ey Muhammed) seni din hususunda
apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine
uyma.
19- Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi
senden uzaklaştıramazlar. Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdır. Allah
ise müttakilerin dostudur.
20- Bu (Kur'an) insanların kalb gözünü açan
bir nur, kesin bilgi edinmek isteyen bir toplum için de hidâyet ve rahmettir.
21- Yoksa, kötülük işleyenler, hayatlarında ve
ölümlerinde kendilerini, iman edip iyi ameller işleyen kimselerle bir
tutacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar!
12- Allah; ilâhlık, yalnız kendisinin hakkı
olan azamet ve kemâl sahibi o nimet veren, herşeye gücü yeten bir zatdır ki
size veya sizin için denizi emrinize amâde kılmıştır.
TESHİR: Bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat
ettirmek ve boyun eğdirmektir. Ve de lâm, bağlaç veya sebep gösterme lâmı
olabilir. Bağlaç olduğuna göre sizin emrinize verdi, demek olur. Sebep gösterme
lâmı oduğuna göre de sizin için, yani sizin menfaatiniz amacı ve hikmeti için
emriyle sizin hizmetinize vermiştir, demek olur. "Emri ile" kaydı
buna bir işaret gibidir. Emriyle onda gemiler hareket etsin diye. Yani sizin menfaatiniz
için ise de sizin emrinizle değil, O'nun emri ile hareket etmesi için emrinize
verdi. Emri, izin ve irâdesi ve ona delâlet eden işlerle ilgili hükmü demektir
ki hem geminin hacmi ile aynı hacimdeki su arasındaki hafiflik ve ağırlık
oranını ve hem onunla harekete getiren güç arasındaki şiddet ve karşı koymak
oranını, hem de çevredeki durum ve şartların onlarla uygun bir şekilde sevk ve
idare etmesi hükümlerini kapsar. Yoksa insanlar her istedikleri gibi denizde
tasarruf edemezler. Allah'ın emrini tatbik etmeden sırf kendi emirleriyle gemi
yürütemezler. Allah'ın emriyle gemi yürüsün ve Allah'ın lütfundan isteyip
arayasınız diye, ticaret, dalgıçlık, avcılık ve diğer araştırma ve kazanma
şekilleriyle kara ve denizde tasarruf edip kazanasınız. Hem de umulur ki
şükredesiniz. Bu nimetlerin yalnız O'nun olduğunu bilip mabud olarak yalnız
O'nu tanıyasınız ve O'nun emirlerini, yasaklarını tanıyarak O'na ibadet ve
kulluk edesiniz, Allah'a ortak koşmaktan ve nankörlükten kaçınasınız. Şükür
yalnız nimeti ve nimetin zevk ve neşesini sezmek değil, nimeti vereni tanımak
ve O'nun nimeti karşılığında O'nu yüceltmektir. Hem O'nun nimeti bu kadarla
kalmıyor.
13- Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsini
kendisinden emrinize amâde kıldı. Başka birinin aracılığıyla değil, yalnız
kendisinin yaratma ve itaat ettirmesiyle hepsini sizin menfaatlerinize ve
yararlarınıza hizmet ettirmektedir. Yahut size, sizin hizmetinize vermiştir.
Yüce Allah katından bir lütuf olmak üzere hepsini bir şekilde
çalıştırabilirsiniz. Şüphe yok ki bunda, bu boyun eğdirmede düşünecek bir
toplum için çok ibretler vardır ki Allah Teâlâ'nın insan üzerindeki nimetinin
çokluğuna ve insana olan lütuf ve yardımda bulunmasının önemine ve insanın
Allah'dan başkasına kulluğu caiz olamayacağına delâlet eder. Bu âyet, çok
dikkat çeken bir âyettir. İlk önce tefsir bilginleri, buradaki "hepsini
kendinden" kaydının irabında bir kaç değişik görüş göstermişlerdir.
Zemahşeri sözünde mânâsı nedir ve i'rab açısından yeri ne oluyor? sorusuna
karşı der ki: Hal yerindedir. Yani mânâsı şudur: "O, bütün bu eşyaları
kendinden olarak kendi katından meydana gelmiş olarak size boyun eğdirdi."
Yani O, kudret ve hikmeti ile onları oluşturan ve yaratan, sonra da yarattığı
halkın hizmetine verendir. Hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olması da caizdir.
"Onların hepsini kendinden" demek olur. Bir de yukarıda geçen tekit
almak üzere diye başlanması da caizdir. 'nın mübtedâ, 'nün haber olması da
caizdir.
Taberî, İbnü Abbas'tan "yani herşey Allah
Teâlâ'dandır" diye nakleder ki bütün tefsir bilginleri ve hadis bilginleri
bunu Zemahşerî'nin dediği gibi Allah Teâlâ tarafından yaratılmış ve yoktan
varedilmiştir diye anlarlar. Rivâyet edilir ki; Hârun-ı Reşid'in huzurunda
hristiyan rahiplerinden birisi Hz. İsâ hakkındaki inancına Kur'an'dan "Meryeme
ulaştırdığı "kün: ol" kelimesi (nin eseri)dir. Ondan bir
ruhtur." (Nisâ Sûresi, 4/171) sözü ile delil getirmek istemiş "bir
kısmı" mânâsını ifâde eder demişti. Ona karşı Hüseyin b. Ali b. Vâkıd da
bu âyeti okumuş ne ise da odur. Her şey Allah'ın bir parçası demek olmayıp
Allah tarafından yaratılmış demek olduğu gibi İsâ da Allah tarafından
yaratılmış bir ruh demek olduğunu anlatmıştır.
Vahdet-i vücudçu sofilerin ise burada başka
bir neşesi vardır. Alûsî'nin açıkladığına göre sofilerden şeyh İbrâhim Gûrânî
demiştir ki: Yaratılmışlar, vücud-ı müfâzın meydana çıkmasıdır. Vücûd-ı müfâz
kendisine amâ denilen Rahmânî nefesin şeklidir. Şöyle ki; amâ işin hakikatında
yokluk işlerinden ibaret olan seçkin gerçekler üzere yayılmıştır, yayılma
sonradan olan bir şeydir. Ve amâ asıl ile beraber olmasından dolayı, Allah
Teâlâ'nın zatından ayrı bir şeydir. Çünkü Yüce Allah'ın zatı, eşyanın aslına
bağlı bulunmayan tek varlıktır. Dolayısıyla varlıklar, amâ'de sonradan meydana
gelen ve bununla ayakta duran şekillerdir. Allah Teâlâ da onların idarecisidir.
Çünkü yüce Allah, o şekillere devamlılıkla imdad eden gizli kuvvetin ilkidir.
Bundan olayların, Hakk'ın zatı ile meydana gelmesi gerekmez. Ve Hak Teâlâ'nın
onda olması da gerekmez. Çünkü yüce Allah'ın varlığı, esaslardan soyuttur,
onlarla beraber bulunmaz. Onlara göre belli olan ancak amâ'dır ki onun varlığı
müfâzdır (taşıp yayılmıştır.) Bu ifâde, Halk-ı işrâk teorisine bir tatbik
oluyor. Yaratma ve icad deyimi yerine, varlığı bol bol bereketlendirmek
deyimini koymak daha güzel bir ifâde değildir. Bunun için yukarıda açıklandığı
gibi tefsir ve hadis bilginlerinin ifâdeleri daha açık ve daha fazla tercihe
layıktır. Bizim zevkimize kalırsa mânâsı ile 'den mefûl-i mutlak olması minnet
yerinde kullanmaya daha uygundur. Yani bu itâat ettirmek ne insanlardan ne de
eşyadan bir sebep ve gerekçe ile değil yalnız Allah'ın insanlara bir lütuf ve
yardımından meydana gelmiştir. Ve onun için yalnız O'na kulluk etmek ile
şükretmelidir. Bu anlaşıldıktan sonra gelelim diğer bir probleme; burada gerek
"sizin emrinize verdi" demek olsun, gerekse "sizin için boyun
eğdirdi" demek olsun ikisinde de insanların bütün eşyadan daha önemli
olduğunu ifade eder. Çünkü bütün gökler ve yerdeki eşyanın insana boyun eğmesi,
insanın hepsine hâkimiyetini ve üstünlüğünü ifâde edeceği gibi insan için boyun
eğdirilmiş olması da insanın yaratılışın hedefi olmasını ifâde eder. Her iki
durumda ise insan diğer eşyadan daha gelişmiş bir şekilde yaratılmış demek
olacağından "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmakdan daha
da büyüktür.." (Gâfir Sûresi, 40/57) âyeti ile bu âyet arasında bir
çelişki olmaz mı? diye bir soru akla gelir. Tefsir bilginlerinden buna aykırı
bir görüş ileri sürene rastlamadığımdan âyetin gerektirdiği tefekkür ile bunu
şöyle anlayabileceğimizi arzederim: İnsanın iki yönü vardır. Birisi fizikî,
birisi de rûhî yönüdür. Fizikî yönüyle açıkça biliniyor ki insanın yaratılışı
gökler ve yerin yanında bir zerre denemeyecek kadar küçüktür. Fakat ruhî yönüne
gelince
"Ve içine ruhumdan üflediğim vakit.."
izâfeti ile şereflendirilmiş ve "De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir.."
(İsrâ, 17/85) açıklamasıyla yüceltilmiş olan insan ruhu, âlemlerin diğer canlı
ve cansız cisimlerin sahip olmadığı yüksek bir kapsamlılığa sahiptir. İşte bu
âyette açıkça ifâde edilen "itaat ettirme" de bu yönüyledir. İnsanın
bir bakışla yer ve gökten ne kadar geniş bir sahayı görebildiği gözönünde
bulundurulursa bu "itaat ettirmenin" bir anı düşünülmüş olur. Bu
âyetin, bilhassa tefekkür âyeti olmak üzere seçilmiş olması da gösterir ki
buradaki genel itaat ettirmeden maksat, ruhî yönden itaat ettirmedir. Fiilen
itaat ettirme ise onun bir neticesi olarak meydana gelir. Bu şekliyle bu âyet
daha çok tefekkürlerle ilerlemeye elverişli ise de bu kadarını işaret etmek
yeter. Yalnız şunu bir daha hatırlatalım ki bu tefekkürün ilk neticesi insana
bu teshiri (itaat ettirmeyi) lütuf buyurmuş olan en üstün ve en yüce zatın
birliğini bilerek nimetlerine şükretmek önermesi olacağını unutmayalım.
14-15- İmân edenlere söyle: Allah'ın
(kâfirleri cezalandırıp müminlere zafer vereceği) günlerinin geleceğini
ummayanları bağışlasınlar. Araplar, savaş gibi büyük tarihi olaylara
"eyyâm" derler. Meselâ Araplar'ın büyük tarihi olaylarına
"eyyâm-ı Arab" denilirdi ki meşhur bir mecâzdır. Bu şekliyle
"eyyâmullâh" da Allah'ın düşmanlarının başına getirdiği belâlar,
yahut Allah'ın müminlere yardımı, sevap ve mükâfâtı ve vaadi; kâfirlere kahır
ve azâbı ve tehdidi için belirlediği vakitler demek olur ki şununla
açıklanmıştır da denebilir. Bir kavmi kazandıkları ile cezalandırmak için olan
günler yahut cezalandıracağı için bağışlasınlar. Bu cümle, emrin yahut cevabı
olan "Bağışlasınlar." ifadesinin esas sebebidir. Yahut da
"eyyâmullâhın (Allah günlerinin) açıklaması yerinde kaydı olup dolayısıyla
emrin hikmetini de ifade eder. Kavim de müminler veya kâfirler, yahut her ikisi
olabilir. Ceza da ona göre cezalandırmayı ve mükâfatlandırmayı kapsar. Birisi
Hz. Ömer'e sövmüş, o da onu yakalamak istemiş, affetmesi için bu âyet inmiştir
deniliyor. Âyette kastedilen, gerektiğinde savaşmayı yasaklamak değil, kişisel
olarak bayağı kavgaları yasaklamaktır. Bundan dolayı savaşı emreden ayetlerle
bu âyetin nesh edilmesi (hükümsüz kılınması) gerekmez. Hattâ
"eyyâmullâh" ile ona işaret vardır
16- "Andolsun ki, biz İsrailoğulları'na vermiştik.."
"Her kim de kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir." hükmünün yalnız
kişide değil, toplumda da meydana geldiğine misaldir. Nitekim İsrâ Sûresi'nde
"Eğer güzel işler görürseniz, kendiniz içindir. Yok eğer kötülük
yaparsanız o da kendinizedir." (İsrâ, 17/7) buyurulmuştu. (O âyetin
tefsirine bkz.) Kitab, Tevrat veya Zebur ve İncil'i de kapsayacak şekilde,
kitap cinsi; hüküm, hükümet ve peygamberlik. Çünkü İsrailoğulları'nda çok
peygamber gelmiştir.
17- Ve onlara bu emirden apaçık deliller
verdik. Bu din hususunda açık deliller veya mucizeler verdik. İbnü Abbas
hazretleri demiştir ki; bu emirden maksat Peygamber (s.a.v.) ile ilgili
hususlardır. Yani peygamberlerin en sonuncusunun geleceğini ve Tihâme'den
Medine'ye hicret edeceğini açıklamıştı. (Bakara Sûresi'ne bkz.) Kıyamet günü,
Allah günlerinden bir gündür ki o günkü hüküm, hakkı ile sorumlu tutmak ve
yapılan işin karşılığını vermektir.
18- Sonra biz seni din hususunda apaçık bir
şeriat sahibi kıldık. Bahir de der ki: Arapça'da şeriat, insanların ırmaklardan
ve benzeri şeylerden su almaya vardıkları yerdir. Din şeriatı da bu mânâdandır.
Çünkü insanlar ondan Allah'ın emirlerine ve rahmetine ve yakınına ererler.
Râğıb da demiştir ki; şerı' aslında masdardır. Sonra açık ve geniş yola isim
yapılmış şeri, şir'a ve şeriat denilmiştir. Bu da dinde Allah'ın yolu anlamına
istiâre yoluyla kullanılmıştır. Bazıları şeriata, şeriat denilmesi, su içmek
için kullanılan yola şu yönüyle benzetildiğini söylemişlerdir: Çünkü hakikat ve
doğruluk üzere onda yürüyen hem kanar, hem temizlenir. Kanmaktan maksat, bazı
bilginlerin dediği şu sözdür: İçerdim kanmazdım, Allah'ı tanıdığımda içmeden
kandım. Temizlenmekten maksat da; "Ey ehl-i beyt! Allah ancak sizden şan
ve şerefi kirletebilecek günahları uzaklaştırmak ve sizi tertemiz yapmak
istiyor." (Ahzâb, 33/33) âyetinin mânâsıdır. Burada de tenvin yüceltme
içindir. Emir, din işi veya Allah'ın emri demektir. Yani bu Kur'anda
açıklandığı üzere Allah'ın sana vahyettiği emir ve yasaktan bir büyük ve geniş
yol, koskoca bir şeriat üzere seni görevlendirdik.Onun için o şeriata uy,
kendini ona uydur da bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma. Allah'ın
hükümlerine ilmi olmayan veya ilmin gereğine uymayan kimseler yalnız kendi zevk
ve heveslerinin arkasında koşarlar. Hevâ ve hevesler ise kişiye göre değişir.
İsrailoğulları gibi ihtilâfa düşürür, Allah'ın gazabına götürür. Şeriat ise
toplar, tevhid (Allah'ın birliğine inanmakla) rızasına götürür. Şeriata uy da
cahillerin nefsani arzularına uyma.
19- Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi
senden uzaklaştıramazlar. Onlara uyduğun takdirde Allah'tan gelecek olan azab
ve cezadan seni hiçbir şekilde kurtaramazlar. Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin
dostlarıdırlar. Onun için onlara, yalnız zâlim olanlar uyar, dost olur. Allah
ise müttakilerin dostudur. Zulümden, haksızlıktan korunanları sever, onlara
yardım eder. Onun için sen o bilgisizlere, zâlimlere uyma da, takvâya
(Allah'tan korkmaya) devam et, korun.
20- Bu Kur'an, veya özellikle bu öğüt veya
şeriata uymakla Allah'tan korkma hususu insanlar için kalb gözlerini aşan bir
nurdur. Arzulara, şehvetlere uymak, insanların kalblerini körlettiği, hakkı
anlamalarına engel olduğu gibi Allah'ın sözünü ve emirlerini tutarak şeriatına
uymak da insanların hakka doğru kalb gözlerini açan basiret (öngörü)
nurlarıdır. Ve kesin olarak inanan kimseler için hak ve mükâfatı gösteren bir
hidâyet ve mutluluğa erdirecek bir rahmettir.
21- Yoksa kötülükleri işleyip duranlar,
günahları işlemekle bulaşık ve yaralı olan kimseler sandılar mı ki kendilerini
o imân edip de iyi ameller yapan kimseler gibi yapacağız, hayatlarını ve
ölümlerini eşit kılacağız? Öyle mi sandılar? Yani dünya hayatında kendileri
hakkında "Allah'ın ceza günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar
ki, Allah her bir kavmi kazandığı ile cezalandırsın." (Casiye, 45/14)
şeklinde af ve müsamaha ile emrettik diye ahirette de öyle olacaklar, müminler
gibi mağfirete erecekler mi zannettiler. Ne kötü hüküm veriyorlar! Halbuki:
Meâl-i Şerifi
22- Halbuki Allah, gökleri ve yeri hak ile
yarattı. Hem de herkese yaptığının karşılığı verilmek üzere, onlara asla
haksızlık edilmez.
23- (Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine
ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip
gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim
hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?
24- Hem müşrikler dediler ki: "Hayat,
ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak geçen
zaman yokluğa sürükler. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur.
Onlar, sadece böyle zannederler.
25- Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunduğu
zaman; "Eğer sözünüzde doğru iseniz atalarımızı diriltip getirin."
demekten başka söylenecek hiçbir delil yoktur.
26- (Ey Muhammed!) De ki: "Allah sizi
diriltir. Sonra sizi o öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyamet
gününde (diriltip) bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.
22- Halbuki Allah gökleri ve yeri hak ile
yarattı. Zulum ile değil, hak ve hakkaniyet (adâlet) üzere her birinin
özelliğinde gerek birbirine ve gerek yaratıcılarına göre vacib olan adalet ve
hikmeti gözeterek yarattı.
Bu âyet önceki hükme bir delil mahiyetindedir.
Çünkü hak ile yaratış zalimden mazlumun (zulme uğrayan kimsenin) hakkını hemen
almak ve iyi ile kötüyü eşit tutmayıp iyiye, iyiliğinin, kötüye de kötülüğünün
cezasını vermek demek olan adâleti gerektirir. Şu halde bu husus, bugün şu
dünyada olmuyorsa yarın âhirette olması lazım gelir. Onun için bu mânâ açıkça
ifade edilerek buyuruluyor ki; Hem herkes hakları yenmeksizin kazandığı ile
cezalandırılmak, yani iyiye iyi, kötüye kötü karşılığı verilmesi için
yaratılmıştır. Bundan dolayı kötülük yapanların geleceği iyilik yapanların
geleceği ile eşit olamaz. Birisi ceza görürken diğer mükafat görecektir.
23-Böyle olunca hevâ ve hevesini kendine ilâh
edinen kimseyi gördün mü? Hakkı düşünmeyip keyfi ne isterse onu ilah edinmiş
kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Allah da bir ilim üzerine onu şaşırtmış
"Fakat kendilerine ancak ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik
yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi." (Câsiye, 45/17) ifadesindeki gibi olmuş,
ve kulağını ve kalbini üstünden mühürlemiş ve gözüne bir perde çekmiştir. Çünkü
hevâ ve şehvet gözü kör, kulağı sağır, kalbi duygusuz eder. O kimse bilgin de
olsa ilmine rağmen hakkı duymaz olur. Nitekim filozofların ve dünya hayatına
düşkün din bilginlerinin bir çoğu böyle olmuştur. Artık onu Allah'tan başka kim
hidâyete erdirilebilir? Yani Allah şaşırttıktan sonra kimin haddine ki onu hidâyet
etsin. Halâ düşünmeyecek misiniz? Bu uyarılar karşısında hevâ ve hevesleri
bırakarak ilmin gereğine göre bir düşünüp hak ve sonucu anlamayacak mısınız?
24-26-Bunların sapıklıklarını ve kulak ve
kalblerinin mühürlenme hükümlerini açıklamakla buyuruluyor ki: Ve dediler, yani
ilme karşı hevâ ve heveslerini ilâh edinenler sapkınlıklarından dediler ki:
Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Hayat denilen şey ondan ibârettir.
Ölürüz ve yaşarız, öleceğimizi bilmekle beraber dünya hayatını yaşarız, ondan
ötesi yoktur. Bizi başka bir şey değil dehir helâk eder.
DEHİR: Aslında âlemin kalma (devam etme)
müddeti demektir. "Yani onu yendi." fiilinden masdar da olur. Râğıb
der ki; dehir, kainatın var oluşunun başlangıcından sonuna kadar olan müddetin
ismidir.(1) "Gerçekten insan üzerine dehirden bir müddet geldi ki:"
(Dehr (insan), 76/1). Sonra çok bir müddete de denilir. Zaman, az bir müddete,
denilmesi itibarıyla bundan farklıdır. Falancanın dehri, onun hayat müddeti
demek olur. Bir de dahir masdar olur. denilir. "Falana bir felâket bir
sarış sardı." demektir. Şu halde dehir ya masdar veya isim olur. Masdar
olduğuna göre kahretmek, yenmek ve istilâ etmek mânâsına gelir. İsim olduğu
vakit de esas mânâsı bütün zaman yani bütün kâinatın baştan sonuna kadar akıp geçmesi
süresidir ki bu özellikle ile 'dir. Bundan başka bir de uzun bir zaman, çok
fazla bir müddet mânâsına gelir ki lâmsız (belirsiz) olarak denildiği zaman bu
mânâ birden bire akla gelir. İmâm-ı Azam Ebû Hanife hazretleri nekire
(belirsiz) olan bu dehrin mânâsında, yani ne kadar bir zamana denildiği
hususunda görüş belirtmemiştir. Zaman kelimesi ise dehrin az veya çok bütün
parçalarında da kullanıldığından dolayı daha umumî ve genel olmuş oluyor. Zaman
geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek kısımlarına ayrılır ise kâinatın baştan sona
kadar bir uzamasının ifâdesi demek olduğundan zaman, dehrin makamlarından
olarak düşünülür. Burada üç mânâdan her birine göre yorumlanabilir ise de en
fazla zamanın geçmesi ve uzun zaman diye tefsir edilmiştir. Çünkü sözkonusu
olan yok etme, kâinatın sonu olan herşeyin yok edilmesi değil, bazı şeylerin
yok edilmesidir.
Meâl-i Şerifi
27- Göklerin ve yerin mülkü sadece
Allah'ındır. Kıyâmetin kapacağı gün varya, işte o gün batıla sapanlar hep
hüsrana düşecekler.
28- O gün her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her
ümmet, kendi kitabına çağırılır, onlara: "Bugün yaptığınız amellerin
cezası verilecektir.
29- İşte kitabınız, yüzünüze karşı hakkı
söylüyor, çünkü biz sizin yaptıklarnızı hep kaydediyorduk." (denir).
30- İman edip iyi işler yapanlara gelince;
Rableri onları rahmeti içine koyacaktır. İşte apaçık kurtuluş budur.
31- Ama kâfirlere gelince; onlara da denilir
ki; "Size âyetlerim okunmadı mı? Siz büyüklük tasladınız ve günah işleyen
bir kavim oldunuz değil mi?
32- Allah'ın vaadi gerçektir. "O
kıyâmetin geleceğinde şüphe yoktur." denildiğinde "Kıyamet nedir
bilmiyoruz." Yalnız bir zandan ibârettir sanıyoruz. Fakat bu hususta kesin
bir bilgimiz yok." derdiniz.
33- Derken yaptıkları amellerin kötülüğü
gözlerinin önüne serildi, alay edip durdukları şey onları kuşatıverdi.
34- O gün kâfirlere şöyle denilir; "Siz,
dünyada bugüne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, biz de bugün sizi öylece
unutacağız. Yeriniz ateştir ve sizin için yardımcılardan bir kimse de
yoktur."
35- Bunun sebebi şudur; Siz Allah'ın
âyetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün onlar, ateşten
çıkarılmayacaklar ve kendilerinden özür dilemeleri de kabul edilmeyecektir.
36- Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve
âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
37- Göklerde ve yerde büyüklük ve hâkimiyet
O'nundur. O, Aziz'dir (herşeye galiptir); Hakîm'dir (hüküm ve hikmet
sahibidir).
27-37- "Kıyametin kopacağı gün..."
Saat, aslında Râgıb'ın açıkladığına göre zamanın parçalarından bir parçadır.
Buna benzetilerek kıyâmete de saat denilir. "Kıyamet yaklaştı.."
(Kamer, 54/1), "Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi ona aittir."
(Zuhruf, 43/85), "Ey muhammed! Sana kıyametin ne zaman kopacağını
sorarlar." (Nâziât, 79/42) gibi. Bunun iki ayrı yorumu vardır. Birisi:
"Ve o hesaba çekenlerin en süratli olanıdır." (En'âm, 6/62)
buyurulduğu üzere sürâtle hesap görmektir. Birisi de şöyle açıklanan mânâdır.
"Onlar kıyameti gördükleri gün, dünyada ancak bir akşam ve bir kuşluk
vakti kadar kaldıklarını sanırlar." (Nâziât Sûresi, 79/46), "Dünyada
sanki gündüzün bir anı kadar kalmış olduklarını sanacaklar." (Yunus,
10/45), "Ve kıyâmet koptuğu gün." (Câsiye, 45/27) Birincisi kıyâmet,
ikincisi zamanın az bir parçasıdır. Bir de denilmiştir ki kıyâmet mânâsına saat
üç tanedir:
1- Büyük saat ki insanların hesaplaşma için
diriltilmesidir. Nitekim "Fuhuş ve ahlaksızlık açıkça yapılıncaya ve
dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyâmet
kopmaz." hadisinde peygamber (s.a.v.) buna işaret etmiştir.
2- Orta saat (kıyâmet), bir asır halkının
ölümüdür. Nitekim rivâyet olunduğu üzere Peygamber (s.a.v.) Abdullah b. Üneys'i
görmüş, "Bu çocuğun ömrü uzarsa kıyamet kopuncaya kadar ölmez buyurmuştu
ki sözkonusu zat, sahabenin en son vefat edenidir deniliyor.
3- Küçük saat (kıyamet); insanın ölümüdür ki
her insanın kıyameti kendi ölümüdür. "Allah'ın huzuruna çıkmayı
yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyâmet günü (ölümleri) ansızın
gelince onlar günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak... (Enâm Sûresi, 6/31)
gibi bazı âyetlerde de saat bu mânâyadır. "Kim ölürse, onun kıyameti
kopmuştur." Bununla birlikte bizim anladığımıza göre hangi mânâya olursa
olsun kıyâmete saat denilmesi, Allah katında belirlenmiş bir sürenin bir vaktin
saatinin gelmesi itibarıyladır. Nitekim dilimizde de "vakti ve saati
gelmiş" deyimi herkesçe bilinmektedir. Burada da saat kıyâmet mânâsınadır.
Ve her ümmeti (Câsiye) diz çökmüş olarak
görürsün. Câsiye, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi diz çökmüş mânâsınadır
ki gereği kasdedilmiştir. Çünkü diz çökmek derli toplu, en itinalı ve hürmetli
vaziyettir (pozisyondur). Birisi de toplanmış cemaat mânâsınadır ki den
alınmıştır. Bir araya gelmiş taş yığınına denir. Maksat, Yâsin Sûresi'nde
"Onların hepsi mutlaka huzurumuzda toplanıp hesap için hazır
bulundurulacaklardır." (Yâsin, 36/32) buyurulduğu üzere Allah'ın huzurunda
hesap için toplanmaktır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Casiye Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.