Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Beled Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
90-BELED:
"Yemin ederim" (Geniş bilgi için
Kıyâme Sûresi'ne bak.) "bu beldeye".
Bu beldeden maksat, Beled-i Haram, yani
Mekke-i Mükerreme olduğunda tefsirciler ittifak emiştir. Kamus'ta:
"el-Beled ve el-Belde Mekke-i Mükerreme'nin ismidir" denilmektedir.
Şerhinde ise şöle yazılıdır: Bu Süreyya yıldızına en-Necm denilmesi gibi
yüceltme içindir. "Besair"de açıklandığına göre: Beled ve belde;
muhite ve sınırlı, belli ve içinde bulunanların toplanma ve oturmalarıyla
etkilenen yere denir. Şehre belde denilmesi de bunun içindir. İmar edilmemiş,
bayındır olmayan çöle belde denilmesi, vahşi hayvanların mekanı; toprağa belde
denilmesi, haşere ve böceklerin mekanı; mezarlığa belde denilmesi de ölülerin
mekanı olmalarından dolayıdır. İki kaş arasındaki açıklığa belde denilmesi,
sınırlı olan o yere benzetme yoluyladır. Devenin göğsündeki döşüne belde
denilmesi de böyledir. İstiare yoluyla bazan insanın göğsüne de denilir.
Yukarda zikredilen etkilenme itibariyle eser ve nişan mânâsına, bir yerde
ikamet edip kalma mânâsı itibarıyla ayrılmama, oturma ve ayırmama mânâlarına ve
vatandan ayrılmamış bir kimsenin diğer bir yerde şaşkınlığa düşmesi nedeniyle
hayret ve zihin donukluğu mânâlarına dahi kullanılır.
Bu ayrıntılı bilgilerden anlaşılır ki Mekke-i
Mükerreme'ye başındaki ahid mânâsı ifade eden "lâm" ile el-Beled
denilmesi "Doğrusu insanlar için yapılan ilk ev elbetteki Mekke'de bulunan
o çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet rehberi olan evdir. Onda apaçık âyetler
var."(Âl-i İmran, 3/96-97) niteliği gereğince Beyt-i Atik olan mübarek
Kâbe-i Muazzama ile bazı apaçık âyetleri içeren bir "Harem-i âmin"
olmak itibarıyla âlemin insanı hayretler içinde bırakan bir fazilet sinesi
halinde hürmet ve saygıyla tanınması vacip, mübarek, bilinen bir şehir olduğuna
işarettir.
Yüce Allah insanın sıkıntılar içinde
yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla Rabbine doğru yükselmek için bu âlemde
sıkıntılara göğüs germesi gerekeceğini vurgulu bir şekilde açıklamak için
burada bu beldeye ve "vav" atıf harfi (bağlacı) ile buna bağlanan
baba ve oğula yemin etmiştir ki önceki sûrede bu gibi yeminlerin gerçekte
onların Rabb'ine yapılmış olduğu anlatılmıştı.
2. Önceki sûrede "Leyâl-i aşr" yani
on gece, Zilhicce'nin ilk on gecesi; "şef' ve vetr" yani çift ve tek
de, Hacc günleri olan Bayram ve Arefe olduğuna göre burada haccın ifa edildiği
Belde-i Haram'a yemin edilmesindeki münasebet açıktır. Fakat şu da çok dikkate
değer bir husustur ki bu yemin pek kayıtsız bırakılmamış, şu hal cümlesi veya
ara cümlesi ile kayıtlanmış veya hemen ardından şu cümle zikredilmiştir: Sen
hıll iken bu beldede, yani burada bulunurken, veya bu beldeye hıll iken, yani
buradan çıkıp da sonra fetih ile buraya gireceğin zaman, yahut sen ki hılsin bu
beldede, yani harem-i amin olan bu beldede senin hakkına hürmet edilmiyor,
burada bir ava bile saldırılmazken sana saldırı helal sayılıyor, dolayısıyla
sen ona, o sıkıntılara göğüs ger. Çünkü insan sıkıntı içinde yaratılmıştır. Bu
mânâca cümle cümle-i mu'tarıza (ara cümlesi)dır. Yahut sen bu beldede bir an
için hıll halinde olacaksın, yani dilediğini yapmak helal olacak, o haldeki bu
beldeye yemin ederim, ey Muhammed!
Birinci ve bu üçüncü mânâda hal cümlesindeki
hal mukarine (fiille aynı anda bulunan hal) veya mukaddere (fiil ile beraber
bulumayan hal)dir.
HILL kelimesi haram, harem, ihram karşılığı
olarak helal gibi mastar ve mastarla isimlendirme kabilinden sıfat ve isim
olur. Haram olmayıp helal olmak veya helal olan ve Mekke'de harem bölgesinden
dışarda kalan yer, o helal yerde bulunmak ve ihramdan çıkmak, veya ihramdan
çıkan ve yeminin sorumluluğundan çıkmak mânâlarına gelir ki asıl kavramı helal
gibi çözmek mânâsından olup bir serbestlik ifade eder. Bir şeyin üzerine inmek,
konmak mânâsına olabildiği de söylenmiştir.
Burada muhatap olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bir vasfı olduğu açıktır. Bu da işaret edildiği üzere başlıca üç mânâda
düşünülebilir. Kadı Beydâvî önce bir yere inmek, konmak mânâsını öne alarak
demiştir ki:
Yüce Allah Beled-i haram'a (haram Belde'ye) yemini
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ona girmesi ile kayıtlamıştır ki bunda peygamberin
faziletinin büyüklüğünü gösterme ve bir yerin şerefinin, o yerde bulunanların
şerefi ile olduğunu bildirme mânâsı vardır.
Hıll'in, bir yere inmek mânâsına gelen hulul
kökünden türetilmiş bir sıfat olmasını münakaşa edenler olmuş ve bu kökten
sıfat türetilirken hıll değil hal denildiği ileri sürülmüş ise de Alûsî, bu
münakaşanın araştırma azlığından kaynaklandığını söylemiştir. Bununla beraber
hulul'den maksat, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sade Mekke'de kalmasından ibaret
olmamalıdır. Zira öyle olsa idi, "hıll" lafzına gerek kalmadan
"sen bu beldede iken" denilmesi yeterli idi. O halde maksat, bununla
beraber bilhassa oradan hicret edip de daha sonra fetih ile oraya gireceği hale
de işaret olmasıdır. Bu suretle hem oradan çıkmağa sebep olacak sıkıntılara
katlanmak gereğine dikkat çekmek, hem de "Kuşkusuz sana o Kur'ân'ı farz
kılan, elbette seni dönülecek yere döndürecektir."(Kasas, 28/85)
buyurulduğu üzere güzel bir dönüş yerine kadar döndürülüp o beldeye serbest
olarak geleceği vaadi ile bir müjde ve teselli etmek mânâsını içerir. Onun için
İbnü Cerir ve daha başkalarının rivayet ettiği üzere İbnü Abbas bunu tefsirinde
demiştir ki: Ey Muhammed! Bu beldede savaş ancak sana bir an için helal olacak,
fakat senden başkasına olmayacak. Mücahid de demiştir ki: Yüce Allah Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e bir gündüzün bir saatinde bu beldeyi helal kıldı.
"Onda her ne yaparsan helal olacak, sorguya çekilmeyeceksin."
buyurdu. Ebu Salih, Katade, İbnü Atıyye, İbnü Zeyd, Hasen ve Dahhâk'ten de bu
mânâ rivayet edilmiştir. Bu mânâyı ifade eden lafızlar şöyledir: "Yüce
Allah buyuruyor ki: Sen bu Harem'de hıllsin. O vakit dilersen öldür, dilersen
bırak. Ve bu fetih günü idi." Hz. Peygamber (s.a.v) o gün Ebu Berze, Said
b. Harbi Eslemi'ye emredip dinden çıkmış olan Abdullah b. Hatal'ın boynunu
Ka'be örtüsüne yapışmış iken vurdurmuştu ki bu İbnü Hatal'a Kureyşliler
"iki kalpli" derlerdi. Müslüman olduğunu ortaya koymuş, sonra dinden
çıkıp İslâm aleyhinde bir takım adilikler yapmış idi. Daha önce Mekke'nin
fethinden bahsedilirken geçmiş idi ki Hz. Peygamber (s.a.v.) o saat üç-dört
kişinin daha öldürülmesini emretmiş ve o güne kadar ömrünü Resulullah
(s.a.v)'la savaş ve düşmanlıkla geçiren öldürülmeyi hak etmiş niceleri ise
affedilip hakla batılı ayıran o büyük fetihte bütün öldürülenler böyle birkaç
kişiden ibaret kalarak fethin sonucu genel bir rahmet olmuş idi. Yine o gün Hz.
Peygamber (s.a.v) buyurmuştu ki: "Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı gün
Mekke'yi haram kıldı, o, kıyamet kopana kadar da haramdır. Benden önce kimseye
helal olmadı, benden sonra da hiç kimseye helal olmayacaktır. Bana da bir
gündüzün bir saatinden başka helal olmadı. Bundan dolayı onun ağacı budanmaz,
otu biçilmez, avı ürkütülmez, sokağında bulunup alınan ve sahibi belli olmayan
şey, onu araştırıp sorandan başkasına helal olmaz." Bunun üzerine Hz.
Abbas: "Ey Allah'ın Resulü! İzhırdan (boya otundan) başka. Çünkü o bizim
koyunumuz, kabirlerimiz ve evlerimiz içindir." demişti. Rasulullah (s.a.v.)
da: "İzhırdan başka" buyurmuştu. Buna nazaran "sen"
müsnedün ileyhin öne alınması sadece ona helal olduğunu göstermek için, 'deki
tenvin de azlık için demek olur ki "bir saat" ile açıklanmıştır.
Bu cümlede tekrar olunup da zamir ile
yetinilmemesi, bu beldeye ayrıca bir hürmet ifade etmek veya Resulallah
(s.a.v.)'ın orada bulunması halinde yeni bir özellik kazanacağına işaret olmak
içindir.
3. "Babaya ve çocuklarına yemin
ederim." Birinci âyette geçen üzerine bağlanarak bunlara da yemin
edilmiştir.
Valid, ata; vemâ veled, doğmasına vesile
olduğu soyu, çocuğu, zürriyetidir. Bunda da tefsircilerden birkaç izah şekli
nakledilmiştir:
1. Vâlid, Âdem (a.s); mâ veled, onun soyudur.
Bu Mücahid'den rivayet edilmiştir. Bunlara yemin edilmiştir. Çünkü insanoğlu türü,
yeryüzünde Allah'ın yarattığı mahlukların en enteresanıdır. Açıklama, konuşma,
yönetme, ilim elde etme onlarda; Allah'a davet eden peygamberler ve dininin
yardımcıları onlardandır. "O Allah ki yerde ne varsa hepsini sizin için
yarattı. Sonra iradesini göklere yöneltti."(Bakara, 2/29) buyurulduğu
üzere yeryüzündeki şeylerin hepsi onlar için yaratılmış, sonra da gökten nasibi
verilmiş, Âdem (a.s)'e isimler öğretilmiş, meleklere ona secde etmeleri
emredilmiş, "Andolsun biz Âdem oğullarını üstün kıldık"(İsrâ, 17/70)
buyrulmuştur. Bu suretle insanoğlu türünün iyisi kötüsü ayrılmayarak hepsine
yemin edilmiş demektir. Zira ilk yaratılış bakımından hepsi birdir. Enteresan
durumların ortaya çıkma yeri olan bu bünye ve terkipte hepsi ortaktır. Bununla
beraber bir de denilmiştir ki yemin, Âdem ile onun oğullarından iyi olanlara
yapılmıştır. Çünkü iyi olmayanlar, sanki Âdem oğullarından değil, hayvan
hükmündedirler. Onlar hakkında "Onlar ancak hayvanlar gibidir. Hatta daha
da sapıktır."(Furkan, 25/44) ve "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler,
kördürler, hakka dönmezler."(Bakara, 2/18) buyrulmuştur.
2. Vâlid, İbrahim (a.s) ve mâ veled, İsmail ve
Muhammed (s.a.v.), yahut Vâlid, İbrahim ve İsmail (a.s.); mâ veled, Muhammed
(s.a.v.)'dir. Önce Mekke'ye yemin edilmiş olması ve "ente hıllün"
buyrulması bunu andırır. Çünkü o, İbrahim (a.s.)'in bina ettiği, oğlu İsmail
(a.s)'in gelişip büyüdüğü ve soyundan Muhammed (s.a.v.)'in doğduğu yerdir.
Bununla Bakara Sûresi'nde geçen "Şunu da hatırlayın ki bir zaman Rabbi İbrahim'i
birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince:
"Ben seni bütün insanlara önder yapacağım." buyurdu. İbrahim de:
Zürriyetimden de bir kısmını önder yap." dedi. Allah da, "zalimler
benim ahdime nail olamazlar" buyurdu. Hani biz Kâbe'yi vaktiyle insanlara
bir sevap mahalli ve her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak yapmıştık.
Siz de Makam-ı İbrahim'den namaz kılacak bir yer edinin. İbrahim ve İsmail'e
şöyle ahit verdik: Beytimi hem tavaf edenler, hem ibadete kapananlar, hem de
rüku ve secde edenler için tertemiz bulundurun. O vakit İbrahim: "Ey
Rabb'im! Burasını emin bir belde kıl ve halkını bütün meyvelerle rızıklandır.
Bunu hepsine değil de içlerinde Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş
olanlara..." dedi. Allah da: "Kâfir olanı dahi kısa bir müddet için
faydalandıracağım. Sonra da onu asla kurtulamayacağı cehennem azabına
uğratırım. Varacağı yer ne kötü bir yerdir." buyurdu. Hani bir vakit
İbrahim İsmail ile beraber Beyt'in temellerini yükseltiyor ve ikisi birden
şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz ! Bu işimizi sen kabul buyur. Kuşkusuz daima
işiten ve daima bilen sensin, ancak sen. Ey bizim Rabbimiz! Hem bizi yalnız
senin için boyun eğen müslüman kıl ve soyumuzdan yalnız sana boyun eğen
müslüman bir ümmet yetiştir. Bizlere ibadetimizin yollarını göster. Tevbe
ettikçe üzerimize rahmetinle bak. Zira tevbeleri en çok kabul eden ve müminleri
hakkıyla esirgeyen sensin, sen. Ey Rabbimiz! Hem de onlara içlerinden bir
peygamber gönder..."(Bakara, 2/124-129) âyetlerinin mânâsı özetlenmiş olur.
"Ve men velede" (doğmasına vesile
olduğu kimseler) denilmeyip de "ve mâ velede= "doğmasına vesile
olduğu şeyler" denilmesi, "Göğe ve onu bina eden şeye yemin
olsun."(Şems, 91/5) ve "Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi
bilir."(Âl-i İmran, 3/36) âyetlerindeki nükteler gibi bir hayret mânâsını
da ima etmesidir ki: Şanı enteresan bir oğul demek olur.
3. İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim, Ebu İmran'dan
şöyle rivayet etmişlerdir : Vâlid, İbrahim (a.s); "Mâ veled" de onun
bütün çocuklarıdır. Lakin "Zürriyetimden de bir kısmını önder yap."
dedi. Allah: "Zalimler benim ahdime nail olamazlar." buyurdu"
(Bakara, 2/124) âyeti zalimleri ilâhî ahitten dışarda bıraktığı için bunu da
müminlerine tahsis etmek gerekir. Nitekim "İbrahim'e ve İbrahim'in âline
salat ettiğin gibi..." duası da böyledir. Bir kısım tefsirciler bu tashihi
açıkça belirtmişlerdir. Bu şekilde bu izah ikinci izah şekline yakın olmakla
beraber ondan daha kapsamlı olur.
4. Mâverdi'den şöyle rivayet edilmiştir:
Vâlid, Hz. Peygamber (s.a.v); "Ve mâ veled", onun ümmeti olmak da
ihtimal dahilindedir.
5. İbnü Abbas'a nisbet olunarak denilmiştir
ki: Maksat, her baba ve çocuğudur. Buna, gerek akıl sahibi olanlardan ve gerek
akıl sahibi olmayanlardan her baba ve çocuğu dahil olabileceğine göre bu
mânânın kapsamı birinciden çok daha geniştir. "Ve Mâ veled"
tabirinden en açık olan da budur. İbnü Cerir: "doğru olan da budur"
demiştir. Razî de der ki: Bu uygundur. Çünkü bütün yaratılmışlara hürmet ve
saygı bu sözün içinde vardır. Belli ki bütün yaratılmışlardan maksadı, doğum
olayının cereyan ettiği bütün canlı mahluklar demektir.
6. İkrime yoluyla yine İbnü Abbas'tan bir de
şu rivayet edilmiştir: Valid, her bir doğuran; "ve mâ veled" de
doğurmayan demektir. Bu iki şekilde anlaşılabilir. Birisi; Âdem ve melek
karşılığı olmak üzere kendisi doğmuş; şahsı veya nev'i veya cinsi itibariyle
doğurmak da şanından olduğu halde doğurmamış demek olur ki, bu mânâ
"mâ"nın mevsul olmasıyla birlikte "vâlid"e karşılık olarak
zikredilmesinden çıkarılabilir. Yani "ve mevludin gayr-i valid"
(doğmuş, fakat doğurmamış) meâlinde olur. Çünkü her doğuran "vâlid"
lafzının mânâsına dahildir. Bu durumda beşinci izahtan pek farkı olmaz.
Diğer birisi de "mâ"nın olumsuzluk
mâ'sı olmasıdır ki nakledenler böyle kabul etmişlerdir. Bu surette "her
doğuran ve doğurmayan" olumluluk -olumsuzluk karşılaştırılması ile bütün
eşyayı kapsar. Önceki sûredeki "çift ve tek"in bir mânâsındaki
kapsama benzer. Lakin bunda ikisinin birbirine bağlanmasının sahih olması için
"doğuran ve doğurmayan" takdirinde hazfedilmiş, aslında olduğu halde
zikredilmemiş bir mevsul gözetmek gerekir. Böyle mevsulün hazfini ise Nahivde
Basralı âlimler caiz görmemiş olduklarından bu yön zayıf sayılmıştır. Atfa
nazaran (bağlaç kuralına göre) en açığı, bu beldeye uygunluğu bilinen baba ve
oğul olmaktır. Bunda da meşhur olan İbrahim ve İsmail (a.s.)'dir. Bu nedenle
ikinci yön ve izah tarzı daha açıktır. Mutlak olarak açık olan da, insan
yaratılışı ile ilgili olan ve "Baba nedir? Oğul nedir? takdir edilebilen
her baba ile çocukları olmaktır. Bu ise beşinci maddede açıklanmıştır. Buna
önceki yorumlar öncelikle dahil olur.
4. Bu yeminlerle vurgulanıp desteklenerek
bildirilen cevap şudur: Gerçekten biz insanı bir sıkıntı ve meşakkat içinde
yarattık. (İnsan Sûresi'nin baş tarafına bkz.)
İnsan hayata bir anda kolaylıkla gelivermiş
olmadığı gibi kolaylıkla geçip gidiverecek de değildir. O, ciğerlere işleyecek
şiddetli bir sıkıntı ile kuşatılmış olarak ve ilâhî yardım ile halden hale o
sıkıntılar içinden geçirtilerek yaratılmış, hayata çıkarılmış, o suretle insan
olmuştur. Demek ki sıkıntı ve meşakkat içinden insanlık gayesine ermek, insan
yaratılışının ayrılmayan bir vasfı ve yaratıcının bir kanunudur. İnsan aslında
aciz ve güçsüz iken yüce yaratıcının teşekküre layık büyük bir yardım ve
himayesine mazhar olmuştur. O halde insan, mükemmel bir insan olmak için bunu
bilerek sıkıntı ve meşakkate göğüs germeli ve o sıkıntı içinde onu koruyup
hayata çıkaran, kuvvet veren yaratıcıya şükrünü eda etmek üzere vazifeye
atılmalı ve öyle acıklı, merhamete layık kullara merhamet ederek kurtulma ve
hoşnut olma yoluna girmelidir. Çoğunluğun görüşüne göre bu âyetin mânâsı budur.
Kâfın ve bânın fethasıyla kebed, bânın kesresi
veya sükunuyla ciğer mânâsına gelen kebid maddesindendir. Tefsircilerin bununla
ilgili de birkaç yorumu vardır:
1. Zemahşeri der ki: Kebed aslında, bir
kimsenin ciğeri ağırdığı ve şiştiği zaman söylenen sözündendir. Böyle ciğeri
şişip ağrıyan adama yani "ekbed" denilir. Daha sonra kelimenin anlamı
genişletilerek her yorgunluk ve sıkıntıda kullanılmıştır. Sıkıntılara karşı
koymak mânâsına kullanılan "mükabede" bundan alınmıştır. Nitekim
"yok etti" mânâsına ta ile denilir. Aslı 'dur ki "ciğerine
sapladı" demektir.
Diğer bazıları da demişlerdir ki: Kebed
aslında şiddet mânâsınadır. sözü bundandır ki, "süt, yoğurt koyulaştı,
katılaştı" demektir. Bu iki görüş arasındaki fark şudur: Birincisinde
"kebed" ismi önce ciğere verilmiş, sonra bundan şiddet ve sıkıntı
mânâsı türetilmiş; ikincisinde ise lafız önce şiddet ve koyuluk için
kullanılmış, sonra ondan uzvun ismi türetilmiştir.
2. Kebed; düzgünlük ve doğruluk mânâsınadır
denilmiştir ki ciğerin düzgünlüğünden, yahut "kebed-i sema"
tabirinden düşünülüp alınmış demektir. Bunda insanın diğer canlılar gibi
sürünmeyip belinin doğruluğu, gidişindeki doğruluk ve manen yükselme kabiliyeti
ile "yarattı ve düzgünleştirdi." (Â'lâ, 87/2) mânâsı gözetilmiş
oluyorsa da feth ile "kebed"den bu mânâyı çıkarmak çok uzaktır.
3. Kebed, yaratılışın şiddet ve kuvvetidir
denilmiştir. Yaratıcının kudretiyle kuvvetlendirilip bedenine kuvvet verilmek
suretiyle demek olur ki, önceki mânâ bunu da ifade edebilir. Bu kuvvetlenme mânâsı
"Keşfu'l-Esrar"da fizyolojik bakımdan meninin pıhtılaşması ve donması
tarzıyla biraz aydınlatılmak istenilerek denilmiştir ki: Bu bize bazı zamanlar
meni pıhtılaşıp donduğunda meydana gelen durumu anlatabilir. Bunun bir benzeri
de şudur: Mesela, göğsün iç zarı gibi gışâ-i maslide bir iltihap meydana
geldiği zaman önce onda çok ve saf bir akıcı, tabii sıvı görülür. Sonra az
miktarda bir posa olur ve ağdalanır, hatta sıcağa tutulduğu zaman yumurta akı
gibi olur. Sonra da onda mayalı hamur boşlukları gibi boşluklar ve küçük küçük
kabarcıklar çıkar ki düzenlerine göre sıra sıra olabilirler. Sonra bunlardan
birbirlerine ağızlar açılır ve hareketli bir sıvı ile dolan bir takım damara
benzer kanallara dönüşürler. Sonra bu damarlar ile iltihaflı yere bitişik ince
damarlar arasında ağızlaşmalar olur. Bu şekilde yeni oluşan bu zara da genel
bir hayat yayılır. Bu gözlemden gerçi her canlı maddedeki akıcı şeylerin donmuş
şeylere dönüşmesinin zorunlu olduğu hükmünü bilemezsek de bunun faydalı
olduğunda da şüphe yoktur.
Zira biz bununla içteki vazifelerden bir
vazifenin farkına varıyor ve çoğu durumlarda bize gizli kalan sırlardan bir
sırrı anlamış oluyoruz.
Razî şöyle der: Bu üç izah şekli bilindikten
sonra deriz ki: Birinci veche göre maksadın yalnız dünya zorlukları olması da,
yalnız sorumluluğun getirdiği zorlukların olması da, yalnız ahiret zorlukları
olması da ihtimal dahilinde olduğu gibi, hepsinin olması ihtimali de vardır.
BİRİNCİSİ: "Andolsun biz insanı
sıkıntılar içinde yarattık." Yani onu bir takım merhalelerden geçirerek
yarattık ki, hepsi sıkıntı ve meşakkattir. Babanın belinden geçerken ve
anasının karnında, sonra emzik zamanında, sonra ergenlik çağında geçimliğini
elde etmede, sonra da ölümde.
İKİNCİSİ: Dinde sıkıntı ve zahmet. Hasan
demiştir ki: Bolluk ve refah halinde şükür ile uğraşır, sıkıntı halinde sabır
ile uğraşır ve ibadetleri eda ederken zorlukla uğraşır.
ÜÇÜNCÜSÜ: Ahiret sıkıntıları, ölüm, melek
sorusu, kabir karanlığı, sonra yeniden dirilme ve Allah'ın karşısına çıkarılış.
Bu, cennetteki veya cehennemdeki yerini buluncaya kadar devam eder.
DÖRDÜNCÜSÜ: Lafzın bütün bu mânâları taşımış
olmasıdır ki gerçek de budur. Razi bunlara şunu da ilave ederek der ki: Bence
bunda bir izah yönü daha vardır. Şöyle ki: Bu dünyada lezzet yoktur. O lezzet
zannedilen şeyler sıkıntı ve elemden kurtuluştur. Mesela, yemek yemekle
alındığı hayal edilen lezzet, açlık eleminden bir kurtuluştur. Giyimde hayal
edilen lezzet, sıcak ve soğuk gibi elemlerden kurtuluştur. Demek ki dünyada
insanın hali ya elem, veya bir elemden kurtularak diğerine geçmektir. 'in
mânâsı bu demektir. Bundan açıkça anlaşılır ki insan için öldükten sonra
dirilme ve kıyamet kaçınılmazdır. Zira insanın yaratılışını yöneten o hikmet
sahibi yaratıcının bundan maksadı onun elem çekmesi ise, bu, rahmete uygun
değildir. Yok eğer maksadı ne elem çekmesi ne de lezzet alması ise, onu
yoklukta bırakıp yaratmaması bu maksadın gerçekleşmesine yeterli gelirdi. Oysa
Allah insanı bu dünyada bir sıkıntı, meşakkat ve dert içinde yaratmıştır. O
halde bu dünya yurdundan başka bir ahiret yurdu olmalı ki orası mutluluk,
lezzet ve ikram yurdu olsun. "Kebed" in düzgün yapma mânâsına
geldiğine dair ikinci vecih İbnü Abbas'tan nakledilmiş olup, İbnü Abbas:
"Fi kebed, diğer canlılar baş aşağı yürürken insan yukarı doğru düzgün ve
dik olmak üzere yaratıldı mânâsınadır." demiştir ki bu, yaratılış nimetini
bir tür hatırlatma demek olur.
Bu kelimenin, yaratılışın şiddet ve kuvveti
mânâsına geldiğine dair üçüncü izah şekliyle ilgili olarak Kelbi şöyle
demiştir: Bu âyet Beni Cumah'tan Ebu'l-eşedd künyesini taşıyan bir adam
hakkında indi. Öyle kuvvetli idi ki ayaklarının altına Ukaz derisini koyar onu
ayaklarının altından çekerlerdi. Deri parçalanır da ayakları kımıldamazdı.
Şunu bilmek gerekir ki, âyete uygun olan iki
izah şeklidir. Âyetin iniş sebebi özel olabilirse de insandan maksat
bazılarının sandığı gibi belli bir insan değil, geneldir, herkes dahil olur.
Böyle daha birçok tefsirci gibi Alûsî de
demiştir ki: Kebed hakkında ilk söylenilen sıkıntı ve meşakkat mânâsından başka
diğer bütün söylenenler zayıftır, güvenilmez. Fakat o birinci mânâyı Hakim
sahih olarak ve daha bir topluluk İbnü Abbas'tan rivayet ettikleri gibi daha
başka ilk devir âlimlerinden de rivayet edilmiştir. "İnsan" sözüden
açıkça anlaşılan da mutlak olarak insan cinsidir. Bu şekilde önce bir büyük
önerme makamında, sıkıntı ve meşakkate dayanmanın insanlığın yaratılışında
bulunan bir özellik olduğu açıklanarak Resulullah (s.a.v.)'a bir teselli
verilip teşvik yapıldıktan ve daha önceden vaadi ile gelecekte muvaffak olacağı
müjdelendikten sonra, kuvvetine güvenip de Resulullah (s.a.v.)'a karşı
saygısızlık edenleri ayıplama ve o büyük önermenin daha bazı neticelerini
dallara ayırma akışı içerisinde buyuruluyor ki:
5. O insan, kendisine karşı kimse güç
yetiremez mi sanıyor?.
Belli ki burada "O sanıyor mu?"
derken fiilin altında gizli olan zamir adı geçen insan cinsinin yerini tutmakla
beraber, her insan demek değil, zihnen bilinme mahiyetinde olarak bu vasıf ile
nitelenen mağrur ve kibirli bazı insanlardır. Bunun iniş sebebi, daha önce adı
geçen kuvvetine mağrur Ebu'l-Eşedd Üseyd b. Keledete'l-Cümahi denilmiş, Amr b.
Abdivedd denilmiş, Velid b. Muğire denilmiş,
Ebu Cehil b. Hişam denilmiş, Haris b. Amir b. Nevfil b. Abdimenaf denilmiş.
Anlaşılıyor ki bunların hepsi iniş sebebi olmuştur. Soru kınama içindir. Hayret
ifade etmek için olduğu da söylenmiştir.
6. Ben yığın yığın mal yok etmişim, diyor.
Bunu inananlara karşı caka satmak üzere gurur ve iftihar ile söylüyor ve
gösteriş için harcadığı malları kast ediyor. Sarf etme ve harcama yerine, yok
etme ve telef etme tabirinin kullanılması, gerçek faydalar için sarf edilmeyip
boşuna tüketilerek kaybedilmiş olduğunu anlatmak içindir. Çünkü zevk ve eğlence
düşkünü olup parasını pulunu israf eden insanlar bir fakirin karnını
doyurmaktan hoşlanmaz da zevk, eğlence ve gösteriş için mal telef etmekle
iftihar eder, bunu büyüklük zanneder. Bu mânâ önceki sûredeki mirasyedilikle de
uygun düşmektedir. Resulullah (s.a.v.)'a düşmanlığının şiddetini göstermek için
ona düşmanlık yolunda sarfettiği malları kastettiği de söylenmiştir. İniş
sebebinin Haris b. Nevfel olduğunu gösteren rivayette sırf Resulullah
(s.a.v.)'a eziyet vermek için söylendiği zikredilmiştir: Mukatil'den rivayet
edildiğine göre, Haris b. Nevfel bir günah işlediği zaman Resulullah
(s.a.v.)'tan fetva isterdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de ona, keffaret vermesini
emrederdi. Haris: "Muhammed'e itaat ettiğimden beri keffaret ve ona uyma
yolunda çok mal telef ettim" demiş. Bu ise din yolunda sarfedilen malların
boşuna bir harcamadan ibaret olduğunu iddia ile hayıflanarak dine itiraz etmek
ve peygambere itaat etmemek için söylenmiş demektir. Bazıları da demişlerdir
ki: Maksat önceki mânâdır. Ancak sözü, şimdiki zaman değil, gelecek zaman
içindir. Yani bunu kıyamet günü söyleyecektir. Çünkü o yaptığı harcamaların
kendisine fayda vermediğini o gün cezasını çekerken anlayacaktır.
LÜBED, "sured= örülmüş zırhlar"
kalıbında çok mal mânâsınadır ki, sanki bir biri üstüne yığıla yığıla keçe gibi
birbirine girmiştir.
7. Onu hiçbir gören olmadı mı zannediyor?. Bu
soruda da iki izah yönü vardır:
BİRİNCİSİ, korkutmadır. O yok ettim, harcadım
diye mağrurlandığı malı sarf ederken o insanı kimse görmedi mi zannediyor da
öyle iftihar etmek istiyor? Kuşku yok ki harcayıp yok ettiyse onu tek olan yüce
Allah görmüştür. O malları öyle gösteriş için veya peygambere düşmanlık için
harcayıp yok etmiş olduğundan dolayı cezasını verecek, onun hakkından
gelecektir. O vakit o, bu malları öyle yok ettiğine pişman olacaktır, demek
olur.
İKİNCİSİ de Kelbi'den rivayet edildiği üzere
harcama iddiasını yalanlamaktır. Yani böyle diyen o kimse yalan söylüyor, bir
şey sarfetmediği halde birçok mal yok ettim diye yalan ile öğünüyor. Allah onun
ne yaptığını, sarf edip etmediğini görmedi mi zannediyor da öyle yalanı ile
öğünüyor? Hayır, hiç kimse görmediyse Allah onu görmüştür. Söylediğinin aksini
yaptığını bilir ve cezasını verebilir demek olur. Önceki izah şekli bu mânâyı
da içine alabileceği için daha mânâlıdır.
Şimdi yüce Allah genellikle sıkıntı içinde
yarattığı insana ve bu arada bilhassa kuvvet ve malı ile iftihar eden o mağrur
insana olan kapsamlı yardım ve lutuflarından bazılarını hatırlatmak ve
yaratılış gayesini göstermek suretiyle ona verdiği nimetleri sayarak onun
hallerini bildiğini ve hesaba çekip yaptıklarının karşılığını verebileceğini
anlatmak ve mutmain nefislerin uğurlu seçkin özellikleriyle kâfir nefislerin
uğursuz özellik ve akibetlerini bildirmek ve böylece "kebed"in
mânâsına açıklamak akışı içerisinde buyuruyor ki:
8. Ya yapmadık mı, yaratıp vermedik mi ona, o
meşakkat içinde yarattığımız bütün insanlar arasında bilhassa o sözü söyleyen
mağrur insana? İki göz. Baksın, görülecekleri görsün diye. O halde o
yaptıklarını görüyor da, onu ve o gözleri yaratan ve gözetip duran Allah görmez
mi? Bu iki gözden maksat görünen iki göz olabileceği gibi, biri gördüğümüz göz,
biri de kalp gözü olma ihtimali vardır.
9. Ve bir dil ki, birçok faydalara alet olduğu
gibi diğer canlıların dillerinden seçkin olarak bilhassa maksadını anlatabilmek
için de alet oluyor. Hatta gösteriş ve riya için söylediği o sözü ve yalanı
bile Allah'ın verdiği o dil ile söylüyor. Ve iki dudak ki, birbirine uygun
olarak ağzını lüzumuna göre açar, kapar, söylemesinde, yemesinde, içmesinde ve
diğer birçok özel sözlerinde onlardan yardım görür. O halde onları hayırlı
şeylere açmak, zararlı şeylere, yakışık almayan sözlere kapamak gerekmez mi?
Onları yaratan ve her an gözetip duran Allah onları, onlarla yapılan ve onlara
girip çıkan şeyleri bilmez olur mu? Bu soru takrirî olduğu için mânânın özeti,
"evet yaptık" şeklinde olur. Şu da bu özet mânâ üzerine bağlanmıştır.
10. Ve ona iki yolu gösterdik.
NECD: Nunun fethi ve cimin sükunuyla
"necd", tepe gibi, etraf ve civarından yüksek olan tümsek yere
denilir. Bu mânâ iledir ki, Arabistan'da engin Tihame karşılığı olan ve Necd-i
Hicaz, Necd-i Arız diye ikiye ayrılan yüksek kısma Necd denildiği gibi Yemen
ülkesinin sonunda Mehre ve mıntıkasından özet bir yere de Necid denilmiştir.
Yüksek ve açık yola, yüksek mertebelere çıkan, yüksek işler gören adama
"Tallâu's-senaya" denildiği gibi, işlerde sabit, galip mânâsına
"tallâu encud, tallâu encide, tallâu'n-nicad" denilmesi de bu
mânâdandır. Başkalarının yapamadığı zor işleri becerip içinden çıkan cesur,
kahraman kimseye ve gam ve tasaya dahi necid denilir.
Necid, rakibe üstün gelmek ve pek terlemek
mânâlarına mastar da olur. Necdet ve necadet de bahadırlık, kahramanlıktır. Bir
de necid, göğüste tümsekliği veya süt yolu olması nedeniyle sediy, yani meme
mânâsında çok kullanılmaktadır. Araplar arasında "İnan, ana ve memelerine
yemin olsun ki yapmadım" diye yemin etmek yaygındır ki, bu bizim Türkçe'de
"anamdan emdiğim süt harama olsun, bu böyledir" diye edilen yemine
benzer.
Burada Necid kelimesi bütün bu mânâlara ima
etmekle beraber yukarıdaki "kebed", aşağıdaki gelecek olan
"akabe" ile uygun düşmek üzere mücahit bir kahramana gösterilen iki
tepe gibi yüksek iki gaye, iki yol mânâsı telkin etmektedir. Bazıları ayneyn
"iki göz"; dil ve "şefeteyn" iki dudak ipuçları ile
yaratılışın başlangıcını düşünerek iki necdi, iki meme" mânâsına anlamak
istemişlerdir. Bunu İbnü Abbas'tan, Dahhâk'tan ve hatta Hz. Ali'den rivayet
edenler de olmuştur. Gerçekte doğum olacağına doğru ana memesinin sütle
hazırlanmağa başlaması ve yavrunun doğar doğmaz doğal bir ilham ile emmeyi
bilmesi ilâhî rahmet ve hidayeti gösteren engin delillerden ilâhî bir nimet
olmak itibariyle aslında bir nimet olarak sayılmaya layık ve bunun dil ve
dudaklarla yapılması da bu mânâya uygun olduğunda şüphe yok ise de bu nimet
daha genel olup insan dilinin ve dudağının temayüz ettiği nimetlerden olmadığı
gibi insanın da ilk haline ait güzel nimetlerdendir. Bu âyetten önce ve sonra
zikredilenler ise, bundan gelecekle ve insanın sorumluluğuyla ilgili daha geniş
ve daha yüksek bir mânâ kastedildiğini göstermektedir. Onun için tefsirciler bu
ihtimali "kıyle=denildi ki" sözüyle nakletmekle beraber burada
"necdeyn"in, tümsek tepe veya doğrudan doğruya yüksek yol mânâsından
mecaz olarak biri hayır biri şer iki yüksek gayeye giden, biri uğurlu biri
uğursuz iki yüksek yol mânâsına olduğunu daha sahih ve daha kuvvetli rivayet ve
akıl yoluyla destekliyerek beyan etmişler ve bunu İnsan Sûresi'ndeki "Biz
ona yolu gösterdik, ister şükredici olsun, ister nankör."(İnsan, 76/3)
âyetiyle aynı meâlde olduğunu söylemişlerdir.
Bu cümleden olarak Buharî, Mücahid'in bunu
hayır ve şer diye tefsir ettiğini rivayet etmiştir. İbnü Cerir ise şu
rivayetleri çıkarmıştır:
Rab; b. Haysem'den: Bunlar memeler değildir.
Abdullah b. Mesud'dan: Hidayet ve sapıklık,
hayır yol ve şer yol.
İkrime ve Mücahid'den: Hayır ve şer.
Dahhâk'tan: Hayır yolu ve şer yolu.
Hasen'den mürsel olarak: Resulullah (s.a.v)
demiştir ki: "Onlar iki yoldur: Hayır ve şer yolu. Demek ki şer yolu size
hayır yolundan daha sevgili kılınmamıştır."
Katade'den: Bize anlatıldığına göre Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: Ey insanlar! Onlar iki yoldur. Hayır ve şer yolu.
Demek ki şer yolu size hayır yolundan daha sevgili değildir. İbnü Zeyd'den:
İbnü Zeyd bu âyeti tefsir ederken "hayır ve şer yolu" dedi ve
"Biz ona yolu gösterdik."(İnsan, 76/3) âyetini okudu.
İbn Mesud'dan Hakim sahih diyerek rivayet
etmiş; Taberânî ve daha başkaları da rivayette bulunmuştur. Taberânî Ebu
Ümame'den merfu olarak rivayet etmiştir. "Dürrü Mensur"da, Faryabî ve
Abd b. Humeyd rivayetleriyle Hz. Ali (r.a.): "Bazı insanlar necdeyn iki
meme mânâsınadır diyorlar, hayır bunlar hayır ve şerdir." demiştir diye
yazılıdır. Alûsî bunun Şia tefsirlerinden "Mecmau'l-Beyan"da da
yazılı olduğunu söylemiştir. Burada Hasen ve Katade'den nakledilen hadis-i
şerifin mânâsı ayrıca dikkate değerdir. Bununla bazılarının zannettiği gibi
insan tabiatının hayırdan ziyade şerri sevdiği ve dolayısıyla insanda şerre
olan meylin asıl olduğu iddiası reddelimiş demektir. Doğrusu mutlak olarak
insan tabiatı ikisine da aynı derecede elverişlidir. Birisinin diğerine
üstünlüğü sonradan olan sebeplerledir. Nitekim ta Bakara Sûresi'nde geçtiği
üzere Âdem'in günahı şeytanın aldatmasına kanmasındandır. Şu halde nefs-i
emmarenin kötülüğü emretmesi, ya hayırlı ve faydalı olacağı zannıyla bir
cahilliğin veya kötü terbiye ve alışkanlık ile fıtrattan sapmamın neticesidir.
Demek ki insanın çok zalim ve çok cahil olması da, olgunlaşması ve ilerlemesi
de genel olarak mutlak surette yaratılışın bir gereği değil, sonradan oluşan
sebep ve illetler dolayısıyladır. Onun içindir ki insan, terbiyesine ve kişinin
iyiliğine ve kötülüğüne göre ahlâkını güzelleştirebilir veya bozabilir. Bundan
anlaşılır ki:.
"Zulüm, nefislerin huy ve
tabiatlarındandır. Sen her ne kadar
İffetli birisini bulsan da, o bir illetten
dolayı zulmetmiyordur."
diyen şairin nefislerde bulunan zulüm
duygusunu yaratılıştan ve doğal sayıp da yalnız iffeti sonradan olma bir
illetle illetlenmiş sayması doğru değildir. İnsan hayra da şerre de istidatlı
olarak ikisine de sonradan olan sebep ve illetle yürür ve hangisini hedef
edinirse ona gider. Nefis, emmare yani kötülüğü emredici de olur, mutmainne
yani iyilikle kötülüğü ayırt edip temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştırıcı da
olur. Ancak bu yoruma karşı şöyle bir soru akla gelir: Hayır gayesinin ve hayra
giden yolun yüksekliği bilinmekte ve herkesçe kabul edilmektedir. Ona necid,
yani yüksek yer ismi verilmesinin uygun olduğunda kuşku yoktur. Fakat şerre
giden yolda ne yükseklik düşünülebilir ki ona da necid denilsin? O, engin bir
uçurum değil mi? Evet, gerçekten öyledir. Fakat ona gidenler hayır gibi bir
yükseklik hayaliyle gittikleri ve hayır, şerre üstün olduğu için tağlib yoluyla
ikisine de necid denilmiş; sonra da bu yüksekliğin asıl hayırda olduğu bundan
sonra gelen "akabe" (sarp yokuş)nin tefsiriyle anlatılmıştır. Bununla
beraber şunu da göz önüne alıp düşünmek gerekir ki, insanın kendisine
başkasından gelen hayır ve şerre karşı durumu ile, kendisinin kendisine veya
başkalarına yapacağı hayır ve şerr karşısındaki durumu arasında önemli fark
vardır. Hiç kuşku yok ki, insanın, kendisine yapılan hayrı sevmesi, kötülüğü
sevmemesi tabiidir. Kendisinin başkasına veya mutlak olarak hayır ve şer yapmasına
gelince, gerçekte bunun da öyle olması, yani hayrın mutlaka hayır olduğu için
sevilmesi, kötülüğün de mutlaka kötülük olduğu için sevilmemesi gerekirse de
mücerred (soyut) hayır ve şer tabiatının hükmü olan bu hak ait olduğu kişiye
göre değişebildiğinden dolayı, insan tabiatı için bir olgunluk gayesi olmakla
beraber ilkel durumda ve fiile döküldüğünde farklı olur. Maddi tabiat,
hareketsizliği iş yapmaya tercih edeceğinden dolayı ruhu zayıf olan tembel
insan başkasından gelecek hayra ağzını açar da bir gayret harcaması gereken iş
ve amelden kaçınır, ne hayır yapmasını ister, ne de şer. Çünkü şer fiillerin
bir çoğu da hayır yapmak kadar zor, hatta bazı bakımlardan daha zordur. Firavun
olmak, Firavun ile uğraşmaktan kolay değildir. Bu bakımdan hayır ve şer yapma
işi, tembellik tabiatı karşısında dikilmiş iki tepe, iki tümsek gibidir ki
ikisi de yiğitlik ister. Zikredilen hadis gösteriyor ki insanın yaratılışında
bulunan hayra sevkedici şeyler, şerre sevkedenlerden az değildir. Zannedildiği
gibi insan mutlak şekilde şer yapmayı hayır yapmaktan daha çok sever değildir.
İnsan ruhu ikisini yapmaya da yeteneklidir. Kimisinde birisi, kimisinde öbürü
daha çok gelişir. Hangisi gelişirse insanın akıbeti o olur. İnsan henüz hayır
yapmaya gücü yetmediği ilk yaratılışından itibaren ta sonuna kadar yaşadığı
muhitte hayır ve şer, lezzet ve elem ile kuşatılmış bulunur. İşte kebed, yani
sıkıntı içinde yaratılmasının mânâsı da budur. O, ne kendine ne başkasına bir
hayır yapmağa, ne de kendisinden şerri savmaya bizzat gücü yetmediği halde yüce
Allah onu o sıkıntı dünyasında dilediği kadar korur, büyütür, hayır ve şer
yapabilecek kuvvet ve çağa eriştirir. Dil ve dudaklara kadar bu mânâ
anlatılmıştır. Bu çağa kadar tamamen acz içinde bulunan insan birçok elem ve
zahmetle karşı karşıya kalmakla beraber sırf ilâhî rahmete borçludur. Bundan
itibaren de gücü oranında onun şükrünü yerine getirmek için hayırlı ve kötü
olanı birbirinden ayırt ederek hayır yapmak, kendine ve Allah'ın kullarına
kötülük yapmaktan sakınmakla mükelleftir. İşte ile bu iki gaye gösterilmiştir:
Hayır gayesi, şer gayesi. Durgunluk ve hareketsizliğe nazaran bunun ikisi de iş
ve hareket, sabır ve tahammül ile sıkıntıya düşmeyi gerektiren, birinde
yükselme ve esenlik, öbüründe düşme ve felaket muhakkak olan iki tepe gibidir
ki insan bunları aşmak zorundadır. Hayır tepesine gitmek hidayet, şer tepesine
gitmek sapıklıktır. Şu halde "Biz ona iki yolu da gösterdik." âyeti
ile bunun ikisine birden hidayet demek, ikisinin de yollarını bildirerek
hayırlı yola girmeyi ve kötü yoldan sakınmayı emir, başka bir deyişle hayrı
emir, yani emr bi'l-ma'ruf; şerden nehy, yani nehy ani'l-münkerdir. Zira
hidayet bir hayır ve doğru yolu gösterme olduğundan hayır yolunu göstermek emir
ve teşviki; şer yolunu göstermek ise nehy ve sakındırmayı ifade eder. Bu
şekilde birbirinin karşısında bulunan bu iki yola hidayet, "şuna yürü,
şuna yürüme" gibi biri olumlu biri olumsuz karşı iki yol göstermek demek
olur. Hidayette hayırlı yol olumlu, hayırsız yol olumsuzdur.
Kötü yoldan sakınmak, iyi yola tırmanmak...
İşte bütün yiğitlik, kuvvet, kahramanlık, yükseklik, mutluluk bundadır. Bunu
açıklıyarak neticeyi anlatmak ve önemini göstermek için buyruluyor ki:
11. Fakat o, (kuvvetine, malına güvenen mağrur
insan) o sarp yokuşa atılamadı.
AKABE, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru
çıkan sarp yokuş demektir.
İKTİHÂM, hız ve baskı ile bir şeye atılmak,
saldırmak, kahramanlıkla hücum etmektir ki, düşünmeden bir işe kendini atmak
mânâsına gelen "kühûm"dan türetilmiştir. Bu "iktiham"
kelimesi dilimizde pek yaygın olmuş bir tabirdir. Zorlayıp atılmak mânâsıyla
müşkil şeyleri göğüslemek diye mef'ul alır.
Arapçadaki aslına göre ise müşkil şeylere
göğüs germe, karşı durma diye ismin "e" hali ile mef'ul(tümleç) almış
oluyor. Yani o yüksek gayeye ermek için çıkılması gereken o sarp ve çetin
yokuşa göğüs verip de onun zorluklarını yenmek üzere ona kendini atacak bir
kahramanlık, bir yiğitlik gösteremedi. Bundan anlaşılıyor ki iki yolda olumlu,
asıl yükseklik sarp yokuş birindedir ki, o hayır yoludur. Üzerine atılmak
değil, sakınılması gereken şer, gayesi veya yolu gerçekte iniş kabilinden
olmakla ona tepe, yüksek yer denilmesi tağlib yoluyladır. Buradaki akabe tabiri
de necid gibi yüksek zor amellerden istiare olarak mecazdır. Göğüs gerilmesi
gereken bu akabeden maksadın hayır yolu olduğu anlatılmak için şöyle tefsir
ediliyor:
12. Bildin mi o akabe, o göğüs gerilmesi büyük
bir kahramanlık olan zor yüksek iş, o sarp yokuş nedir?
13. Bir köleyi salıvermek. Bilindiği gibi
"rakabe" boyun demek olup "bir parçayı söyleyip bütününü
kastetmek" yoluyla mecaz olarak zat ve şahıs mânâsında kullanılır
olmuştur. Bilhassa hürriyetini kaybetmiş esir veya kölede kullanılması
yaygındır. Dolayısıyla "fekkü rakabe", esirlik bağıyla bağlanmış bir
boynu, bir kimseyi esaretten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktır ki bu önce
insanın kendi hürriyetine malik olarak kendini kurtarmış olmasına bağlıdır.
Bunun en basit misali köle azat etmek olup fazileti çoktur. Buharî, Müslim,
Tirmizi ve diğer hadis kitaplarında Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir:
Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki: Her kim bir mümin köleyi azat ederse, yüce Allah
onun her uzvuna karşılık azat edenin bir uzvunu cehennem ateşinden azat eder.
" Hatta üreme uzvuna karşıık üreme uzvunu ateşten azat eder."
İmam Ahmed, İbnü Hibban, İbnü Merduye ve
Beyhaki Bera (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Bir bedevi, ey Allah'ın
Rasulü! Bana bir amel öğret de beni cennete koysun, demişti. Rasulullah
(s.a.v.): "Bir neseme (bir can) kurtar veya bir köle salıver."
buyurdu. Onun ikisi de bir değil mi? dedi. Buyurdu ki: Hayır, bir can
kurtarmak, onu azat etmekte senin yalnız ve tek olmandır. Fekk-i rakabe, yani
bir köleyi salıvermek ise onun azat edilmesine yardım etmendir yani fekk-i
rakabe, tek başına veya ortak olarak köle azat etmekten daha geneldir.
Bir ferdi hürriyete kavuşturmak böyle büyük
bir fazilet ve kahramanlık olunca bir kavmin, bir toplumun hürriyetini
kurtarmak ne büyük kahramanlık olacağını anlamalı.
"Fekk-i rakabe"nin başka bir mânâsı
daha vardır ki, o da "Herkes kendi kazancına bağlıdır."(Tûr, 52/21)
mânâsı gereğince her nefsin kurtuluşu kazancına bağlı olduğu için insanın iyi
amelleri kazanarak kendisini cehennem azabından kurtarması demektir ki, bu
kurtarış, "En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir."
buyrulan nefs-i emmarenin azgın arzularıyla şeytanın aldatmalarına karşı cihat
etmekle olur. Nitekim o mağrur insanın bu sarp yokuşa göğüs verememesi de
bunlarla cihat etme kahramanlığını yapamamasından dolayıdır.
14. İşte o sarp yokuş böyle esir bir boynu
kurtarmak veya salgın, yani genel bir açlık gününde yemek yedirmektir.
MESĞABE, "Seğab" maddesinden mimli
mastar olup açlık, özelikle sıkıntı ve yorgunluk içinde açlık demektir. Ebu
Hayyan'ın açıkladığına göre genel olan açlıktır, susuzlukta da kullanılır.
Genel olması mânâsı "zî"den anlaşılmak gerekir. Zira "fi yevmi
mesğabe="açlık gününde" denilmemiş, açlıklı mânâsına "zi
mesğabe" denilmiştir ki genellikle açlık, özelliği olan gün demek olur.
Gerçekte böyle genel bir açlık zamanında yemek yedirebilmek can kurtarmak demek
olduğu için fekk-i rakabe gibi büyük bir kahramanlıktır. Hem de kimlere
yedirmek?
15. Yakınlığı olan bir yetime ki, bundan
açıkça anlaşılan nesep yakınlığıdır. Bununla beraber komşuluk yakınlığı da
olabilir. Nesep ve din yakınlığının tercih edilmiş olacağı kuşkusuzdur.
16. Yahut topraklı bir yoksula.
METRABE de toprak mânâsına gelen
"türab"tan mimli mastar olup topraklanmak demektir. Zâ metrabe,
Türkçe'de "toprak döşenip taş yaslanan" tabir edildiği gibi şiddetli
fakirlik ve ihtiyaçtan kinayedir. Öyle genel açlık zamanlarında böyle şiddetli
fakirlik ve ihtiyaç ile yoksulluk içinde kalmış birçok kimse bulunabileceği
için uzak yakın böyle çaresize yemek yedirebilmek kuşkusuz ki aşılması büyük
kalp kuvveti ile bir gayrete bağlı olan sarp bir yokuştur. İşte, kendisine
kimsenin gücü yetmezmiş gibi mağrurlanan ve "ben yığın yığın mal yok
ettim" diye iftihar etmek isteyen o insan, ne öyle ne de öyle, bu sarp
yokuşu aşamadı. Böyle bir kahramanlığa hiçbir şekilde girişemediği gibi
17. Sonra da olamadı. Bu "kâne",
"ıktehame" üzerine bağlandığından mânâsı olumsuzdur. "Ne yokuşa
göğüs verebildi, ne de oldu." demektir. Yani onların hiçbirine
girişemedikten, o malın şükrünü eda edecek kahramanlardan olamadıktan başka
iman edip de birbirlerine sabır tavsiye eden, merhamet tavsiye eyleyen sabırlı,
merhametli müminlerden de olamadı ki
18. onlar, o yüksek vasıflarla nitelenmiş olan
o kahramanlığı yapan, esir kurtarmak veya öyle zor bir günde bir yetime veya
çaresize yemek yedirmek suretiyle can kurtaran, bunlara gücü yoksa iman edip de
birbirine sabır ve merhamet tavsiye etmek suretiyle teselli ve kalp kuvveti
vermeye çalışan müminler mutluluk sahipleri, kitapları sağ taraflarından
verilecek kişiler, kendilerine ve başkalarına uğurlu kimselerdir.
19. Bizim âyetlerimize küfreden, inanmayarak
nankörlük eden kâfirler ise -ki o mağrur kişi de bunlardandır- onlar, uğursuz
kişilerdir, uğursuzluktan kurtulmayan, kitapları sol taraflarından verilecek
olan, kendilerine de başkalarına da uğursuz olan kimselerdir ki
20. üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları
kapanacaktır.
MÜ'SADE, İysâd kökünden ism-i mef'ul (edilgen
ortaç) olup "kapatılmış" demektir. "Kapıyı kapadım, sımsıkı
kilitledim" mânâsına denir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının
kapanması ateşin şiddetli olmasını gerektireceğinden bu onların cehennemdeki
azaplarının şiddet ve sonsuzluğundan kinayedir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Beled Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.