Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Ala Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
87-A'LA:
Sûresi'ni çok severdi." Ebu Ubeyd'in, Ebu
Temim tarafından rivayet edildiğini tesbit ettiği bir hadiste de, Resulullah
(s.a.v.) buna "Allah'ı tesbihi anlatan sûrelerin en faziletlisi."
adını vermişti.
Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, Hakim ve
Beyhakî Hz. Aişe'nin şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir: "Hz.
Peygamber (s.a.v.) vitir namazının birinci rekatında , ikincide , üçüncüde
İhlas ve Muavizeteyn sûrelerini okurdu." Tirmizî'nin dışında yine bunların
Übeyy b. Ka'b'tan rivayetlerinde Muavvizeteyn yoktur.
İbnü Ebi Şeybe, İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud,
Tirmizî, Nesâî ve İbnü Mâce Nu'man b. Beşir'in şöyle rivayet ettiğini tesbit
etmişlerdir: "Resululah (s.a.v.) bayram namazlarında ve cuma günü ve
sûrelerini okurdu. Eğer cumaya rastgelirse ikisini de okurdu."
Taberanî, Abdullah b. Hâris'in şöyle rivayet
ettiğini yazar: "Resulullah (s.a.v.)'ın kıldığı son namaz akşamdır.
Birinci rekatta yı, ikincide u okudu." demiştir.
Târık Sûresi'nin sonu, kâfirlerin tuzaklarına
karşı ilâhî emir ile Resulullah (s.a.v.)'ın ilerde galip geleceği vaadini
kapsıyordu. Bu sûrede "Seni en kolaya muvaffak kılacağız." ile onu
açıklığa kavuşturmak ve gerçekleşeceğini vurgulamak üzere öncelikle Rabbinin
"Â'lâ" (en yüce) ismiyle garanti vererek şükür vazifesinin yerine
getirilmesinin akışı içersinde onu tesbih etmeye davet için "Rabbinin yüce
adını tesbih et." diye başlayacak ve bunun bayram yapılmaya değer bir
müjde olduğuna işaretle beraber, ahiretin daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunu
ve dolayısıyla gerçek bayramın asıl o vakit olacağını anlatacaktır.
Âyetleri : İhtilafsız ondokuzdur.
Fâsılası : Yalnız harfidir.
Meâl-i Şerifi
1- Rabbinin yüce adını tesbih et.
2- Yaratıp düzene koyan O'dur.
3- Takdir edip hidayeti gösteren O'dur.
4- Otlağı çıkaran,
5- Sonra da onu karamsı bir sel köpüğü haline
getiren O'dur.
6- Bundan böyle sana Kur'ân'ı okutacağız da
unutmayacaksın.
7- Yalnız Allah'ın dilediği başkadır. Çünkü o
açığı da bilir, gizliyi de.
8- Seni en kolay yola muvaffak kılacağız.
9- Onun için öğüt ver, eğer öğüt fayda
verirse.
10- Saygısı olan öğüt alacaktır.
11- Pek bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.
12- O ki, en büyük ateşe girecektir.
13- Sonra ne ölecek onda, ne de hayat
bulacaktır.
14- Doğrusu felaha ermiştir, temizlenen,
15- Rabbinin adını anıp namaz kılan.
16- Fakat siz dünya hayatını tercih
ediyorsunuz.
17- Oysa ahiret daha hayırlı ve daha
kalıcıdır.
18- Kuşkusuz bu ilk sahifelerde vardır,
19- İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde.
Rabbinin yüce ismini tesbih ederek onu noksan
sıfatlardan uzak tut. Yani seni yetiştiren ve kâfirlerin tuzaklarını başlarına
geçirecek olan Rabb'ın zatında her şeyden üstün, hepsinden yüksek ve yüce
olduğu gibi, onun sıfat ve isimleri de bütün sıfatların, kendilerine isim
oldukları varlıkları tanıtan isimlerin en yükseği, en ulusudur.
Allah'ın güzel isimlerinden birisi de el-A'lâ
ismidir. Onun için sen O'nun bütün isimlerini O'na layık olmayacak
eksikliklerden tezih edip uzak tutarak O'nu tesbih et. Dolayısıyla O'nun zat ve
sıfat olarak kendisine özgü olan Allah, Rahman, Hallâk, Rezzâk, Âlimu'l-gayb,
Ekber ve Â'lâ gibi isimleri başkasına vermek caiz olmayacağı gibi, onun fiil ve
sıfatlarını anlatmak için söylenen isimleri de sade lugatte konuldukları ve
diğer eşya için de verilmesi uygun olan mânâlarla değil, onun yüce şanına layık
olmayacak noksan izlerden soyutlayıp uzak tutarak, "Hiçbir şeye
benzemeyen." (Şûrâ, 42/11) yüce zatına yaraşan şer'î bir mânâ ile düşünmek
ve değersizliği ve küçümsemeyi hissettirecek hal ve durumlardan koruyup saygı
ve hürmetle anmak gerekir. Bundan dolayı hile, tuzak, intikam gibi ilâhî
fiiller için söylenen isimler dahi Allah hakkında eksiklik lekelerinden uzak
tutularak yüksek bir mânâda düşünülmelidir.
Kuşku yok ki önceki sûrenin sonunda
"Onlar hile kuruyorlar. Ben de hilelerine karşılık vereceğim. Onun için
sen kâfirlere mühlet ver. Onlara az bir zaman tanı."(Târık, 86/15-17)
buyrulması, bunun hemen peşinden burada "Rabb" isminin yüce olduğunun
hatırlatılması, onun tuzaklarına karşılık kâfirlere mühlet vermesinde yücelik
ve üstünlüğüyle peygambere olan vaadin gerçekleşip neticeleneceğine dair bir
garanti vermedir.
Böyle Rabbinin en yüce ismini tesbih etmekle
emir O'na karşı şükran vazifesine davettir. Şunu da unutmamak gerekir ki bir
ismi noksanlıklardan uzak tutmak, o ismin sahibini noksanlıklardan daha çok
uzak tutmak demektir. Çünkü bir ismin sahibinin yücelik ve kutsiliği, ismin
yüceliği ve nezihliği ile ifade olunur. Bundan dolayı burada bazıları besmelede
geçtiği üzere "Seneye... Sonra Selam ismi sizin üzerinize olsun."
mısrasında olduğu gibi "isim" lafzı mukham (kaynaştırma için fazladan
zikredilmiş. Yani beyitte geçen "selam ismi"nden maksat
"selam"dır demiş, bazıları da isimden maksat ismin sahibidir
demiştir. Bir kısım âlimler de, "isim ile ismin sahibi aynıdır" demiş
iseler de hepsinin maksadı, ismin tenzih edilmesinden ismin sahibinin tenzih
edilmesi lazım geleceğini ve asıl maksat, sade lafzı değil, sıfat ve
isimleriyle asıl onların sahibinin zatını tenzihe yönelik olduğunu anlatmaktır
diye anlaşılması gerekir. Nitekim Zemahşeri de Keşşaf'ta "Yüce Allah'ın
ismini tesbih etmek demek, Allah hakkında sahih olmayan cebr ve Allah'ı bir
şeye benzetme gibi, onun isimlerini inkar etmeye götüren mânâlardan onu uzak
tutmak; o ismi hafife almaktan ve huşu ve saygı dışında bir maksatla anmaktan
korunmaktır." demekle bunu demek istemiştir.
Ahmed, Ebu Davud, İbn Mâce ve daha başkaları
Ukbe b. Âmiri Cühenî'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "O halde
Rabb'ını yüce ismi ile tesbih et." (Vâkıa, 56/74, 96) âyeti indiğinde
Resulullah (s. a.v.) bize buyurdu ki: "bunu rükularınızda yapın".
Sonra âyeti inince de "onu secdelerinizde yapın" buyurdu. Bilindiği
gibi rükûda secdede denir.
Yine İmam Ahmed, Ebu Davud, Taberanî ve
Sünen'de Beyhakî İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir:
Resulullah (s.a.v.) yı okuduğu zaman,
"Yüce Rabbimi noksanlıklardan tenzih ederim." derdi. Görülüyor ki
bunlar sadece ismi noksanlıklardan tenzih değil, ismin sahibini tenzihtir.
Bununla beraber ismin sahibini diyerek büyük, yüksek gibi noksanlıktan uzak
isimlerle tenzihtir. Buna göre, "Rabbini yüce ismiyle tenzih
et."(Vâkıa, 56/74-96) denildiği gibi burada da "Rabbini yüce ismiyle
tesbih et." denilmek daha açık olurdu. Buradaki "isim" kelimesi
kaynaştırma maksadıyla fazladan zikredilmiştir diyenlerin maksadı budur. Lakin
söylediğimiz gibi, Rabbin kendisini tenzih etmenin kastedilmiş olduğu gibi isminin
de tenzihi kastedilmiş olduğuna dikkat çekmek için buyrulmuştur. Burada
"en yüce" tabiri Rabbin de ismin de sıfatı olabilir. "En
yüce" sıfatı, sanki başka Rab ve isimler varmış da onları konu dışı
bırakmak için zikredilmiş bir sıfat değil; açıklayıcı mahiyette söylenmiş bir
sıfattır. Zira başka Rab yoktur. Gerçi Allah'ın isimleri çoktur ve aralarında
mertebeler vardır. Mesela yüce yaratıcının zatının ismi olan Allah ismi
hepsinden üstün ve hepsinin niteliklerini kendinde toplayıcıdır. "İsm-i
A'zam" tabiri de vardır. Bu itibarla Azim (ulu), A'zam (en ulu), Aliyy
(yüce), A'la (en yüce) gibi isimler hiç kuşkusuz vardır. Fakat ilâhî isimlerin
hepsi esma-i hüsna (güzel isimler) olduğu için diğer isimlere göre hepsi en
yücedir, noksanlıklardan uzak tutulması gerekir. Özellikle "A'la"
ismi veya sıfatı da bu mânâyı ifade etmesi itibarıyla açıklayıcı mahiyette bir
sıfattır. Bu nedenle "el-A'lâ", Rabb'a nazaran sıfat, isme nazaran
onun atf-ı beyanı demek olur. Her iki durumda da yükseklikten maksat mekanda
yükseklik değil, kudret ve eserlerde, kuvvet ve hükümlerde en mükemmel olma
mânâsında üstünlüktür.
TESBİH, söz ve fiille olur. Daha önce de
geçtiği üzere namaz ve özellikle nafile namaz mânâlarında da meşhur olmuştur.
Sözlü tesbih, dil ile yapılan tenzih ve takdistir ki demek, bunu ifade eden
özel bir isim olmuştur. Kullar tarafından fiilî tesbih, kalp ile Allah'ın bir
ve noksan sıfatlardan uzak olduğuna inanmak; fiilen de tesbihi ifade eden
fiilleri yapmak suretiyle ibadettir ki namaz, mal ve bedenle cihad, fiil ile
iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak bu cümledendir. "O halde akşama
girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin."(Rum, 30/17) âyetinde
"namaz kılın" mânâsına olduğu geçmiştir. İsme izafetle namaz mânâsına
olduğu zaman "Rabbinin yüce ismiyle"(Vâkıa, 56/74, 96) gibi
"bâ" edatı ile fiile bağlanması gerekir. Çünkü "Rabb'ının ismine
namaz kıl." olmaz; "Rabbinin ismiyle namaz kıl." denilir. Burada
da "el-Bahru'l-Muhit"te İbn Abbas'tan "Rabbinin yüce ismiyle
namaz kıl!" mânâsına tefsir edilmiş olduğu ve "bâ" harf-i
cerinin zikredilmemiş olduğu da nakledilmiştir. Lakin böyle olmadığı açıktır.
Alûsî'nin nakline göre İsâmuddin demiştir ki:
İsimden maksadın "eser" olması da uzak değildir. "Yüce Rabbinin
eserlerini noksandan tenzih et." demek olur. Çünkü yüce Allah'ın eseri de
ona delalet etmesi itibarıyla ismi gibidir. Bu durumda, yaratıkları yüce
Allah'ın yaratığı olmaları nedeniyle ve "O Rahman'ın yarattığında hiçbir
düzensizlik göremezsin."(Mülk, 67/3) âyetine zıt olacak şekilde,
ayıplamaktan men olmuş olur.
Alûsî'nin dediği gibi daha sonra gelen
sıfatlarda bunu andıracak bir yön bulunmakla beraber, ismin bilinen mânâsını
vermeye engel bir ipucu olmadığı halde hiçbir gerek yok iken yapılmış bir tevil
gibi görünür. Bundan her şeyi asıl itibarıyla tenzih etmek gibi bir şirk mânâsı
olduğu kuruntusuna düşmemelidir. Çünkü maksat yaratıkların kendilerine nazaran
bizzat kendilerini noksanlıklardan uzak tutmak değil, açıklandığı üzere yüce
Allah'ın yaratığı olmaları ve ona delalet etmeleri nedeniyle ayıptan, eksiklikten
uzak tutmak olduğu ifade edilmiştir ki, bu da neticede yüce Allah'ın sıfatı
olan yaratma fiilini ve delalet ettiği sıfatı noksanlıktan uzak tutmaya ve
"Hiçbir şey yoktur ki onu hamdi ile tesbih etmesin..."(İsrâ, 17/44)
mânâsına döner.
Âlemden onu yapıp yaratana, fiili
sıfatlarından zati ve manevi sıfatlarına varırken zihnimizde meydana gelen
"yaratıcı", "rab, "kudretli", "her şeyi
bilen" ve benzeri mânâlarla zihnimizde oluşan şekiller de onun eseri
olması itibarıyla buna dahil olur ki "ilâhî isimler" dediğimiz de
akıl ve nakilden edindiğimiz bu mânâlar ve kelimelerdir. Bunlar hem eşyanın
yaratıcısını gösterme yönü yani "Kendisine bakılarak yaratıcısının varlığı
anlaşılan." âlemin delalet yönü olan ilmi suretler, hem de yüce yaratıcının
bize azamet ve ikram ifade eden eseri ve âyetleri demek olan yönüdür ki, biz
Allah'ı bunlarla hepsinin ötesinde tanırız. "Aklına ne gelirse Allah ondan
başkadır." Buna göre isim, sadece ilk konulmuş olduğu mânâya delalet eden
bir lafızdan ibaret değil, ismin sahibine de aklen bir delalet yönü bulunan
mânâ ve nisbetlere uygun olarak "Yaratıcının varlığının bilindiği
şey" mânâsını da içine alacak şekilde kullanılmış oluyor. Bundan dolayı
Şeyh Muhammed Abduh İsam'ın bu fikrini şu şekilde ifade ederek biricik bir mânâ
gibi göstermiş ve demiştir ki:
"Bu gibi âyetlerde Allah'ın ismi
"onu tanımaya sebep olan"dır. Allah ise bize sıfatlarıyla tanınır.
Bizim zihinlerimiz onu ancak "herşeyi bilen", "herşeye gücü
yeten", "hikmet sahibi" diye yaratmasında bakışımızın bizi
kendisine delalet ve vicdanımızın hidayet ettiği şekilde tanır. Rahmân
Sûresi'nde "Rabb'ının celal ve ikram sahibi olan adı çok
yücedir."(Rahmân, 55/78) diye nitelenen isim de budur. Bu "İsmin
sahibinin tanınmasına sebep olan şey" mânâsına isim "Celal ve ikram
sahibi olan Rabb'ının yüzü bakidir."(Rahmân, 55/27) âyetindeki
"yüz"dür. Çünkü yüz, "sahibinin kendisiyle tanındığı
şey"dir. Hatta yüz sahibi, ancak yüzüyle tanınır. "Âdem'e bütün
isimleri öğretti." (Bakara, 2/31) âyetinde anılan isimler de bu mânâdaki
isimdendir ki eşyanın kendisiyle tanındığı resimleri demektir.
Bu yoruma göre Allah'ın ismi de,
zihinlerimizin Allah'a yönelmesi ne ile mümkün oluyorsa odur. Allah bize bu
ismi tesbih etmemizi emrediyor. Yani O'nu yaratılanlara benzemek, yahut
onlardan birinde aynen ortaya çıkmak, yahut ortak veya çocuk edinmek veya
bunlara benzer bir kusuru bulunmaktan uzak tutmamızı emrediyor. Biz ona
akıllarımızı ancak şöyle yöneltebiliriz: O herşeyin yaratıcısıdır. İlmi,
varlıkların bütün inceliklerini kuşatmıştır... Nitekim "O, yaratan ve
düzene koyandır." (A'lâ, 87/2) buyrulur. Bizim onu böyle bütün varlıkları
yaratmış, mevcut kılmış ve düzene koymuş, takdir ve hidayet etmiş olmak gibi
niteliklerle tanımamız gerekir.
Görülüyor ki ismi bu tarif ve izahı İsam'ın
"eser" mânâsıyla açıklayarak, "Çünkü Allah'ın eseri, isim gibi
onun varlığına delalet etmektedir." dediği mânâ üzerinde bir intikal adımı
mânâsını taşıyan bir tariftir ki, bunun özeti, isimde muteber olan asıl mânâyı
akli ve tabii delalet ile genelleştirmektir. Dolayısıyla bu bir mecazi mânâ
olur. Bizzat âlemi noksanlıklardan uzak tutmak gibi bir mânânın bulunduğu
vehmine kapılmamak ve tenzihte gözetilen itibari kayıt iyi düşünülmek şartıyla
bu aslında doğru bir mânâdır. Bunu caiz kılan bir karine (ipucu) vardır. Ancak
ilâhî isimlerin vahye dayalı olması esası ve zahiri mânâyı göz önüne almamak
için hakiki mânânın verilmesine engel bir karinenin varlığı açık olmaması
dikkate alınırsa mecazî mânâyı vermek uzak olur. Şu kadar var ki bunda, ismin
sahibine delaleti bir mânâ vasıtasıyla olan fiil ve sıfat isimlerinin, bu
delalet yönlerini izah etme faydası vardır. Sofiyye anlayışında da sıfatlar
zatın, isimler sıfatların, eserler isimlerin netice ve gereği olan hükümleri
olduğuna göre, eserler isimlerin kendisi değil, hükümleridir. İsam'ın buna
"isim gibi delalet eder" demesi de, gerçekte isim olmadığını
göstermektedir. Mesela, yaratılmış olan, eser; yaratan, isim; yaratmak, sıfat;
bu isim ve sıfatla nitelenmiş olan Hakk'ın zâtı da, nitelenen ve isimlendirilen
yüce zattır. Bu isim ve sıfatların tenzih edilmesi ile asıl tenzihi istenen
odur, eserlerin kendisi değildir. Tenzih'in mânâsı da, dediğimiz gibi, bu
isimleri ve sıfatları eserlerin ve yaratılmışların imkan dahilinde olan
durumlarından soyutlayarak hepsinden üstün tutmak ve şirke sapan veya Allah'ı
yarattıklarına benzeterek tarif eden inkârcıların yaptığı gibi onlara Allah'a
layık olmayan bir mânâ karıştırmamaktır. Şu halde asıl maksat zatın kendisini
noksanlıklardan uzak tutmak olduğu halde doğrudan doğruya bu emredilmeyip de
ismin noksanlıklardan uzak tutulmasının emredilmesi, sözlü tesbih bakımından,
zatın noksanlıklardan uzak tutulması ancak ismin uzak tutulmasıyla ifade
olunabileceğinden; fiilî tesbih bakımından da gerçek zatın bizim dünyada akıl
ve zihinlerimizin doğrudan doğruya yönelip idrak etmesinden çok yüksek ve bizim
ona yönelip kendisini tanımamızın ancak sıfatlarını gösteren isimler veya
eserler ile olabileceğinden dolayı demek olur. Gerçi Allah'ın görülebileceği
görüşünde olan Ehl-i Sünnet'e göre zatın tecelli etmesi dahi caiz demek ise de,
o ahirette olacaktır. Sûrenin sonunda "Doğrusu temizlenen ve Rabbinin
ismini anıp da namaz kılan felah buldu." buyrulması tesbihin sözlü ve
fiilîden daha genel olduğunu anlatır. Sonra "Oysa ahiret daha hayırlı ve
daha devamlıdır." buyrulması da ahirette olacak tecellilerin en mükemmel
tecelliler olduğunu gösterir.
Biz bu konuyu şöyle özetlemek istiyoruz:
İsim "Sahibinin kendisiyle tanındığı
şey" mânâsıyla, lafzî, aklî, tabiî delaletlerin hepsinden daha kapsamlı
olarak zihinlerimizin müessir (etkin) zata yönelmesine sebep olan ve bizde ona
dair bir tanıma yönü ifade etmek üzere birtakım zihinsel şekiller ve mânâlar
meydana getiren bütün sıfat ve eserleri dahi kapsayabilirse de mantık ve
psikolojide bilindiği üzere bizim idrak ve tasavvurlarımızı ifade eden
kavramların en açık ve en sağlam olanları lafzî ve kelâmî suretlerle ifade
edilip ulaştırılabilen kavramlar olması nedeniyle isim denildiği zaman bundan
tam anlamıyla akla ilk gelen hakikat, bize bu isimlerin sahiplerini lisanî
suretler giydirerek gerek özel isim, gerekse sıfatlar halinde ifade eden
isimler ve sıfatlardır. Gerçekte "Kâinat satırlarını inceleyip bir düşün.
Çünkü onlar yüce âlemden sana gönderilmiş kitapçıklardır." meşhur sözü
gereğince kâinat satırlarının hangisi incelenip üzerinde düşünülse, bize yüce
âlemden gönderilmiş birer mektup oldukları anlaşılır. Fakat bunların birer
kitapçık ve mektup olabilmeleri sade bilincimize ilişmeleriyle değil,
bilincimizde giyinmiş oldukları kelâmî suretler iledir ki bu kavramlar onların
söylenilmiş ve delil olarak gösterilmiş şekilleridir. Onun için burada
"Rabbinin ismi"nden maksat, gerek zat ismi gerekse sıfat ismi olarak
yüce Allah'ın zat ve sıfatlarını göstermek için söylenilecek, düşünülecek olan
lisanî isimler olmak gayet açıktır ve ilk akla gelen de budur. Bunların en
güzelleri de kitap ve sünnette gelen "esma-i hüsna"dır. Bu nedenle
bunlar nakle bağlı olan lisanî ve şer'î özellikler taşıdığı gibi mânâ ve
kavramları itibarıyla aklî özellikler taşımaktadır.
Bu sebeple burada tesbih etme ve
noksanlıklardan uzak tutma emrinin yönüne işaret olmak üzere "senin en
yüce Rabbin" ismi hatırlatılmış; sonra da bu rablık ve yüceliğin
açıklanması ve isbatı için şu sıfatlarla nitelenmiştir:
2. Yaratan rabbin. O, her şeyin yaratıcısıdır.
O her şeyden önce yaratma fiili, yaratıcı olma sıfatı, yaratıcı isim ve
sıfatıyla bilinir. Kuşku yok ki yaratan Hâlık, yaratılan mahluktan yüksek ve
üstündür. Allah, yaratılanlarda bulunan imkan, sonradan olma ve bir illete
ihtiyaç duyma gibi noksan sıfatlardan uzaktır. Dolayısıyla yaratıcı ile
yaratılmışı isim ve sıfatlarda karıştırmamalı, yaratıcının ismini her şeyden
üstün tanıyarak onu tesbih etmeli, eksikliklerden uzak tutmalıdır.
"En yüce" kelimesi Rabb'in sıfatı
olduğuna göre, bu ile başlayan mevsul (bağ cümle)leri de Rabbin sıfatıdır.
Fakat "el-â'lâ", ismin sıfatı veya açıklaması olduğuna göre ki, daha
açık olan budur, bunun da isme sıfat olması gerekir. Yoksa Rabb ile sıfatı
arası ayrılmış olur. Bu ise nahiv bakımından caiz değildir. Oysa
"yaratma", ismin fiili değil, ismi taşıyanın fiili olduğu için isme
sıfat olması akla uygun olmaz. Bu durumda 'nin sıfat olmayıp takdirinde,
mukadder bir soruya cevap olan bir başlangıç cümlesi olması daha uygun olur. Bununla
beraber yaratma doğrudan doğruya zatın gereği olmayıp "Tekvin"
sıfatının gereği olması nedeniyle yaratıcı isminin hükmü olmasına dayanarak
yaratmanın isim üzerine icra edilmiş olması da güzel bir nüktedir. Nitekim
Ehl-i Sünnet "âlimün biilmihi" (ilmiyle bilen), "kadirun bi
kudretihi" (kudretiyle güçlü,) "müridun biirâdetihi" (iradesiyle
irade eden), "mütekellimün bikelamihi" (kelâmıyla konuşan),
"hâlikun bir sıfatihi ve fi'lihi" (sıfatı ve fiili ile yaratıcı)
demekle; Sofiyye de "eserler ve hükümler, isimlerin gereğidir"
demekle bu nükteye işaret etmişlerdir.
Evet, o yaratıcı yarattı da düzeltti,
yarattığını çeşitli şekiller içinde düzene koyup düzgünleştirdi. Sâdece basit
bir yaratma ile bırakmadı, birçok yaratışlar yaptı. Onları bir düzen ile doğrultup
düzeltti. Bu da Rabb isminin gereği olan Rabliğin hükmüdür. Bundan dolayı onun
bir ismi de "Rabb-i âdil" (Âdil Rabb)dir. Kuşku yok ki Rab, kuldan
üstün ve yücedir.
3. Şu da Rablık durumunun bir ayrıntısıdır:
Takdir edip hidayet buyuran odur, yarattığı her şeye "Allah her şeye bir
kader verdi." sözüne uygun olarak ilim ve iradesiyle bir kader tayin etti.
Cinslerinde, türlerinde, bireylerinde, sıfatlarında, fiillerinde, ecellerinde
birtakım özelliklerle birer sınır ve miktar tahsis etti. Mümkün olma tabiatında
hep bir ve eşit olan eşyadan herbirini var olma hususunda diğerinden bir miktar
ile ayırarak farklı mahiyetler, değişik kimlikler ile türlere ayıran, kayıt ve
sınır altına alan birer biçim takdir etti de ona göre herbirini, kendilerinden
tabii olarak veya kendi seçimleriyle ortaya çıkacak özelliklerle kendileri
dışında ortaya çıkacak özellikler arasında ulaşacakları yaratılış gayesine
doğru yöneltti. Ona göre tesirler, meyiller ve ilhamlar yaratarak, deliller
ortaya koyarak, âyetler indirerek, niçin yaratılmışlarsa o miktara müyesser
kılmak üzere yoluna koydu. Rablık hükmüyle terbiye sayesinde başlangıçtan sona,
dünyadan ahirete doğru her birini yetiştireceği netice ve akibete ulaştırmak
veya buna giden yolu göstermektedir. Bu arada insana da akıl ve din
hidayetleriyle kendini ve yolunu göstermekte ve özel muhatap olan Hz. Muhammed
(s.a.v.)'in zatına nebilik ve resullüğü takdir edip hidayet ve başarı ihsan
etmiştir.
Gök cisimlerinin birbirleri etrafında
yörüngelerindeki seyir ve hareketleri ve yalın şeylerden bileşik şeylere doğru
cisimlerin, madenlerin, bitkilerin ve hayvanların durumları tetkik edilip
incelenirse her birinde akıllara hayret veren ve nakil ve ifade edilemiyecek
kadar derin, ne kadar ince ne kadar büyük ilim ve kudret ile irade ve hidayet
tecellileri görünür. Bilhassa insana özgü olan içte ve dışta bulunan hidayet
türleri, özellikle akıl ve din hidayeti ise onların kat kat derecelerle
üstündedir. Bununla beraber hiçbiri takdirsiz olmadığı gibi, hiçbiri de
miktarsız, sınırsız değildir. Hepsi nicelik kanunlarının hükmü altında özel
miktarlarla sınırlıdır. Hiçbirinde sonsuz külli bir kudret yoktur. O ancak
onları takdir edip yollarına koyan takdir edici, yol gösterici, her şeyi bilen
güçlü varlığın sanatı ve onun Rab'lık şanıdır. Hiç kuşku yok ki bu takdir ve
hidayeti yapan ilâhî kudret ve ilim, hidayete muhtaç olan ve özel miktarlarla
kayıtlı bulunan takdir edilmiş varlıkların hepsinden yüce ve üstündür. Bazıları
burada "hidayet"i, akıl ve din hidayeti gibi insana mahsus olan hidayet
ve irşat ile, bazıları da bütün canlılara ait olmak üzere yaşadıkları süre
içinde kendilerine göre ihtiyaç duyacakları yiyecekler ve yaşamanın gereği olan
diğer şeylerin takdiriyle onlardan faydalanma yollarını tanıtmak ve
kaçılacaklardan kaçılıp koşulacaklara koşulmak ve ona göre organsal
vazifelerini yerine getirtmek mânâsıyla canlılarla ilgili ilhamlar ve içgüdü
ile tefsir etmişlerse de doğrusu insanlara ait olan ve özellikle Resulullah
(s.a.v.)'a ait bulunan hidayet ve yol gösterme, bunun en yüksek misali ve asıl
söylenme gayesi olmakla beraber hidayet etti sözünün herhangi bir kayıtla
kayıtlanmadan mutlak bırakılmasından açıkça anlaşılan, "Her şeye hilkatini
verdi ve sonra da doğruya giden yolu gösterdi."(Tâhâ, 20/50) âyetinde
olduğu gibi her şeyi gerek tabii ve gerek isteğe bağlı surette yaratılış
gayesine yöneltmek mânâsıyla her şeyi kapsamı içine almaktır. Öyle ki, bir
kürenin diğerine doğru eksen veya yörüngesinde dönmesi, bir parçanın diğer bir
parçaya doğru çekilmesi, bir gazın genleşmesi ve büzülmesi, bir taşın yere
düşmesi, bir madenin billurlaşması, bir tuzun suda erimesi, bir kömürün oksijen
ile yanması, bir zerrenin organ olmaya sevki, bir hücrenin bir hücreyi
döllemesi gibi olayların meydana gelmesi de hep bu "hidayet" sözünün
ifade ettiği mânâya dahildir. "Takdir etti" sözü, bütün
yaratılmışları zatlarında ve sıfatlarında her birinin özelliklerine göre takdir
etti mânâsını kapsar. Gökler ve yer, yıldızlar ve unsurlar, madenler, bitkiler,
hayvanlar ve insanlardan her birine cüsse ve irilikte birer özel miktar, yine
her birine kalma hususunda özel bir müddet ve sıfat ve renklerden, tat ve
kokulardan, vaziyet ve durumlardan, güzellik ve çirkinlikten, mutluluk ve
bedbahtlıktan, hidayet ve sapıklıktan belli bir miktar takdir edip
"Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Fakat biz onu
sadece bilinen bir miktar ile indiririz."(Hıcr, 15/21) buyurduğu gibi
belli ve özel bir kader ile sınırlayıp özelleştirmiştir ki, bu mânâda yücelerin
yücesinden aşağıların aşağısına kadar bütün eşya ve âlemler dahildir. Onun için
bunu tefsir etmek ve ayrıntılarına girmek için ciltlerce yazı yazılsa yetmez,
her birini gözlem sahasında incelemek gerekir. Bununla beraber Allah katında
belli olan o kaderin sırrı bizim için ortaya çıkmadan önce tamamen belli de olmaz.
Sonra "hidayet etti" şunu gösterir ki: Mümkün olma tabiatına nazaran
herşey, var olma veya olmama hususunda her özelliğe elverişli olmakla beraber,
yaratıcının takdir etmesi ve özellik vermesiyle, var olma hususunda her tabiat
özel bir kuvvete sahip olmaya hazır ve müsait kılınmıştır. Her kuvvet ancak
belli fiillere elverişli olmuştur. Tabiatta "ritim ve hareketsizlik"
kanunu diye ifade olunan mümkün olma tabiatına göre bir cisim sonsuz sayıda
hareket yapmaya elverişli varsayılırken cisimlerin sonlu ve sınırlı hareketler
içinde varlıklarının tükenip tabiatlerinin sona erdiğini görürüz ki bu, işte
yaratıcının o tabiate ayırdığı belli bir kader, belli bir kabiliyettir. Her
biri belli bir fiile kaynak olan bu özel kavvetlerin o cüzler, uzuvlar ve
cisimlerde yaratılmasıyla göreceği işin tamamlanması için özel gayelerine
yönetilmesi de o takdir dairesinde özel bir hidayettir. Bütün bunların üzerinde
takdir edici ve hidayet edici olarak hükmünü sürdüren ilâhî kudretin hepsinden
yüksek olduğu açık bulunmakla onun yüce ismi bunlardaki sınırlılık ve eksiklik
lekelerinden uzak tutulmalı ve dolayısıyla onun emri ve tedbirinin kâfirlerin
tuzaklarına üstün geleceğinde şüphe edilmemelidir.
4. O yaratma ve düzene koyma, takdir ve
hidayet etme şahitleri ile beraber şu nitelik de buna özellikle şahittir:
Otlağı çıkaran odur. Nâziât Sûresi'nde, "Ondan (yerden) yerin suyunu ve
otlağını çıkardı. Dağlarını oturttu. Sizin ve hayvanlarınızın geçimi
için"(Nâziat, 79/31-33) buyurulduğu üzere insanların ve hayvanlarının faydalanıp
yararlanması için güdek ve yaylım yeri olan o merayı; o otlakla, o yaylalar,
çiftlikler, bahçeler, ormanlardaki türlü bitkiler, ağaçlar ve meyveleri ilâhî
kudreti ile taptaze yetiştirip çıkardı.
5. Sonra da onu kapkara bir sel köpüğüne
çevirdi, gübre ve kömür haline getirdi ki bunların en belirgin kabiliyetleri
yanıp tutuşarak ateşe hizmet etmektir. İşte hakka karşı tuzak kurma peşinde
koşan kâfirlerin ve insanlğın bedensel zevklerinden öte kıymet ve değerini
tanımayan bedbahtların sonu da bundan daha kötü olarak, aşağıda geleceği gibi
sonsuz büyük ateşe odun ve çıra olmaktan ibarettir.
Kusma ve kay etme mânâlarıyla ilgili olan
GUSÂ, lügat ve tefsirlerde açıklandığına göre, sel suyunun otlaklardaki otları,
çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı
ot, çöp, yaprak ve köpük gibi karışımlara denir ki, bunu "sel kusuğu"
ifadesiyle terceme etmeyi uygun buldum. Alûsî'nin "Mecma"dan nakline
göre aslı, perakende cinslerden karışık şeylerdir. Araplar, perakende
kabilelerden toplanmış olan kavme "ahlât" ve "ğusâ" derler.
EHVÂ; karamsı, esmer, koyu yeşil, isli, duru
renklere denir. Burada siyah veya esmer veya yeşil mânâlarıyla tefsir
edilmiştir. Birinci ve ikincide "ğusâ" nın sıfatı, üçüncü de ise
mer'ânın yerini tutan "onu yaptı" cümlesindeki "o"
zamirinden hâl olması düşünülmüştür ki, kapkara veya esmer bir sel kusuğuna
çevirdi, yahut yemyeşil iken bir sel kusuğuna çevirdi demek olur.
Burada biri kısa ve toplu, diğeri ayrıntılı
iki göz atma ve düşünce vardır:
BİRİNCİSİ, otlaklardaki yeşil bitkilerin
kuruyup dökülerek veya hayvanlar tarafından yenilip çıkarılarak sel sularının
süpürüp sürükleyeceği gübre ve tortular haline getirilmesidir ki, o zaman kömür
gibi siyah veya esmer, yanabilir nitelikte bir madde olur kalır.
İKİNCİSİ, yerküre katmanları ve maden
ilimlerinde bahsedildiği üzere karbon (kömür) teşekküllerine ait
"turp" denilen yanabilir madde ile taşkömürlerinin oluşum şekillerine
işaret olmasıdır ki, her iki şekilde insanlığı sırf maddi ve hayvani, bedenden
ibaret kabul eden ve bütün zevklerini "Kâfirler ise zevklerine bakarlar ve
hayvanlar gibi yiyip içerler."(Muhammed, 47/12) buyrulduğu üzere hayvan
gibi yiyip içip bedenî arzularını elde etmede arayanların sonlarına dikkat
nazarlarını çekmek vardır.
"Keşfu'l-Esrari'n-Nuraniyyeti'l-Kur'âniyye"de
bu âyetin tefsiri ile ilgili olmak üzere yerküre katmanlarıyla uğraşan
âlimlerin taşkömürü hakkındaki inceleme ve keşiflerinden bahsederek der ki:
Günlük gazlı arazi yüzeyi üzerindeki
boşluklarda ve az meyilli vadilerde ve bataklık olan engin yerlerde bitkilerden
birtakım tortular oluşur ki bunlar çözüldükçe onlardan yanabilir bir cisim
meydana gelir. Bu çöküntü ve tortular ancak özel durumlarda oluşur. Akarsularda
ve derin havzalarda ve suyu bazı zamanlar kuruyan yerlerde oluşmaz. Bu cisme
turp ismi verilir. Bunun oluşumu özellikle suda devamlı gömülü duran nebatat-ı
haleviyyenin (tohumsuz ve yapraksız küçük bitkilerin) üst üste birikmesinden
kaynaklanır. Bunlar diğer çeşitli su bitkileri gibi hızla çoğalırlar. Bu
tortuların asıl hamuru, yani su bitkilerinin hepsini kuşatan madde onlardan
oluşur. Bazan da nehir sularının çektiği bir çok bitki de onlara katılıp
çözülmelerine yardım eder ve çok kere bunların farklı derinliklerinde,
özellikle aşağı kısımlarına doğru gömülmüş büyük ağaçlar bulunur. Tortunun
oluştuğu kum ve kuru balçık üzerinde yığılmış olurlar. Bazan da bu ağaçlar
dikey vaziyette olurlar. Çoğu zaman da yerlerinde turpun oluştuğu o yerin
engininde sabitleştirilmiş köklerinin yakınında kırılmış bulunurlar. Bazan bu
ağaçlar turpun oluşumundan önce sabit oldukları yerde gömülmüş tam ormanlardan
çıkıyor gibi bir düzeye bırakılmış bir durumda çok sayıda olur. Bunlar
asrımızın bitkilerine nisbet olunur zamklı sakızlı (reçine) ve meşe ağacı
türleridir. Bazan da kuşdili türünden olurlar. Reçine türü ağaçlar aşağı yukarı
tabiî hallerinde kalırlar. Çünkü bunlar sertliklerini korurlar. Fakat kurumuş
ve tuz haline gelmiş olmakla kararmışlardır. Turpun oluştuğu sahalarda sığır
boynuzları, deve kemikleri gibi memeli hayvanların kalıntıları da bulunur.
Turpun oluştuğu sahalar farklı arazi türleri üzerinde birikip yığılırlar. Bazan
da billurlaşmış arazi üzerinde toplanırlar ve her halde kum veya balçık
tortuları ile başlamamış olması nadirdir. Turpu oluşturan maddelerden
bazılarında öyle bitki kalıntıları bulunur ki, birbiri üzerine yığılmış
muhtelif kalınlıkta bir tek kütle olmuş, altta kalan parçasına doğru daha çok
kararmış ve giriftleşmişti. Bazısında da bibirinden ayrılmış tabakalar
şeklindedir. Bunlar kendilerini örten sıra sıra tortulardan oluşmuş, farklı
kalınlıklarda tortularla ayrılmışlardır. Bu tortular da kumdan ve alçı yahut
kuru balçık, yumuşak taştan oluşmuştur. Birçok tatlı su kavkılarını ve ırmak
sularının çektiği kara kavkılarını içerir.
Çok kere turpun yüzeyi sularla örtülüdür.
Bazan da rutubet ve neme uygun farklı bitkiler biten bir arz ile örtülü olur.
Yukarıda turpun, ancak derinliği az suların altında oluştuğunu söylemiştik.
Fakat çok kalın turp tortularıda vardır. Bunlar özel durumlarda oluşmuşlardır.
Bu tortuların bulunduğu yerlerde, büyük bir ihtimalle, oluşumları sırasında
ardarda düşme ve inmeler olmuştur. Buna delil turp içindeki toprak bitkilerinin
tabakaları ve turpu oluşturan maddelerin sahasında yerlerine yıkılmış ormanlar
gibi atılmış ağaçlardır. Bunlar öyle hallerdir ki o toprağa bir zaman kuruluk
arız olmuş, sonra diğer bir zaman sularla örtülmüş ve bu minval üzere devam
etmiş demektir. Turp maddelerinin toprak yüzeyi üzerinde yayılmaları çoktur.
Onun için bütün yüksekliklerde arzın değişik boşluklarını işgal ederek farklı
genişlikte havzalara ayrılmış olur. Bir kısmı Alp Dağları'nda olduğu gibi dağ
başlarında ve Fransa'nın merkezinde ve benzeri yerlerde olduğu gibi yüksek dağ
yüzeylerinde bulunur. Engin ovalarda da çok miktarda bulunur. Hatta Prusya'da
ve Hollanda'da olduğu gibi büyük genişlikleri kaplar.
Turpun çoğu nehir bitkilerinden oluştuğu gibi
bazısı da denizlere bitişik bataklıklarda oluşur. Buralarda Turp tortuları su
yosunu türlerinden ve deniz bitkilerinden oluşur. Nitekim okyanusun kumluk
sahillerinde böyledir. Bazan da dağlar üzerinde bitki yapraklarından ve nemli
vadilerin diplerinde birikip yığılan değişik kalıntılardan geçici tortular
hasıl olur. Bundan iyi olmayan bir turp çıkar. Yakmak için kullanılması mümkün
olmaz.
TAŞKÖMÜRÜ: Yerkürenin içinde bulunan kömür
tortularının, turp gibi birbiri üzerine yığılmış bitkilerden teşekkül ettiğinde
şüphe edilmiyor. Bunun delili o kömürde ve turpta büyük büyüteçlerle
görülebilen kalıntılar ve aynı şekilde bitişiğindeki çamur maddelerde bulunan
saplar ve çok sayıda yapraklardır. Jeologların bu meselede görüşleri birdir.
Ancak bu yığılma ve birikimin nasıl olduğu hakkında fikir birliğine
varamamışlardır. Bazıları şöyle der:
Kömür tortuları nehir sularının yahut daha
önce bazı yerlerde mevcut olan denizlerin dalgalarının getirdiği büyük kütlede
bitkilerin gömülmesinden oluşmuştur.
Bazıları da şöyle der:
Bu tortuların çoğu, açık olan arzın havuzu
andırır çukurlarında oluyor. Su ağızları da ona komşu bitki kalıntılarını sevk
etmiş olur.
Birinci görüş reddedilmiştir. Çünkü bu durumda
bazı ülkelerde bulunan tabakalar gibi cidden kalın kömür tabakalarının oluşması
için suların getirdiği büyük kütleli bitkilerin büyük bir yüksekliği bulunması
gerekir. Yani kalınlğı bir buçuk yahut üç yahut kırk zira' olan kömür
tabakaları kırk veya yetmişbeş veya yüzyirmi zira' kalınlığında ağaç tabakası
gerektirir. Bunu ise akıl kabul edemez. Çünkü bu tabakalar ne nehirlerin yüzeyi
üzerinde ne de denizlerin birçoğunun yüzeyi üzerinde yüzmez.
İkinci görüşte ise bir zorluk yoktur. Bu ancak
taşkömürünün oluştuğu organik maddelerin birikip yığılması için lazım gelen bir
zamanın geçmesini gerektirir.
Görünüşte bu zaman cidden uzun olmuştur.
Çağımıza kadar kalmış eski ormanlarda bir yılda oluşan karbon miktarı hakkında
bazıları şöyle demiştir: Bundan her asırda kalınlığı yüzde bir buçuk bir kömür
tabakası oluşur. Fakat hayvanların oluşmasından evvel eski zamanda hava boşluğu
birtakım buharlarla dolu idi. Bundan cidden kuvvetli bir bitki olmuştu. Arzın
içinden de yukarı birçok karbonik asit çıkıyordu. Bu nedenle bitkilerin içinde
karbon hızla yerleşebiliyordu. Hem oluşması uzun zaman gerektiren sadece
taşkömürü tortuları değildir. Tortuların hepsi böyledir. Cidden büyük kalınlık
kazanmış olan kavkılı ve alçılı taş tortularının oluşması birçok asrın
geçmesini gerektirir. Kömür tortularını turpa benzetenlerin görüşü şununla da
desteklenmiştir: Gerek taşkömüründe ve gerek turpta büyük büyüteçlerle birçok
çiçeği saklı nebatat-ı haleviyye kalıntısı keşfediliyor. Aynı şekilde yerkürede
kökleriyle, dikili ağaçlarla ve onların şist-i fahmîde saklı yapraklarıyla
desteklenmiş, aynı şekilde değişik genişlikteki havzalarda birbirlerinden ayrı
olarak bulunmalarıyla da desteklenmiştir. Bütün bu durumlar açık, yerkürenin
çukurlarında oluşmuş birtakım bataklıkların olduğunu gösterir.
Sırası gelmişken bu konudaki fikir ve
düşünceleri biraz daha açalım:
Kur'ân'dan da anlaşıldığı üzere Arz,
başlangıçta düz bir şekilde idi, dağlar yoktu, sularla gömülü olup sabit değil,
çalkantılı idi. Sonra burada bitkilerden bazı türler bulundu. O zamana ait
bitkilerin şekilleri zamanımızdaki bitkilerin şekillerine benzemiyordu. Yosun
familyasından ve kükürtlü bitki familyasından idi ki bunlar çiçekleri gizli,
terkipleri basit bitkilerdir. Fakat ilk yaratılışlarında kütleleri büyük ve
sayıları çoktu. Bu bitkilerden kömür Arz'ı oluşmuştur. Yanabilen bu cevher
hayvanların oluşmasından evvel eski zamanlarda bulunan bitkilerden hasıl
olmuştur. Sonra dağların oluşması nedeniyle Arz'ın büyük derinliklerinde gömülü
kalınca tabii durumu ve şekli türlere ayrıldıktan sonra zamanımıza kadar kalmış
ve bazı unsurlarını kaybedince zift ve katranlı maddeler içirilmiş bir kömür
haline gelmiştir ki bu maddeler bitkisel maddelerde meydana gelen ağır
çözülmelerden hasıl olmuştur. Bu şekilde anlaşılıyor ki mutfaklarda,
fırınlarda, sobalarda, buhar makineleri ve diğer yerlerde kullanılan ve
havagazı üretilen taşkömürü ormanların oluştuğu bitki maddesinden ibarettir. Bu
madde eski zamanlarda bataklıklarda bitmiştir. Kömür devri bitkilerinin başlıca
niteliği, vaktiyle yerküreyi tamamıyla örtmekte bulunan bitkiler gibi büyük
olmasıdır. Zira hava boşluğu o vakit çok hararetli ve çok nemli idi. Onun için
kömür devri bitkilerinin nisbet olunduğu cinsler şimdi ancak sıcak ülkelerde
yaşıyabiliyor. Bu kazı bitkilerinin büyük gelişmesi gösteriyor ki hava boşluğu
o vakit nem ile dolu idi ve bu sıcaklık derecesi arzların hepsinde bir idi. Yok
olmuş olan bitki türlerinin gelişme derecesi bir ve bunların Ekvator dairesinde
de Kutup dairesinde de bulunduğu gözlemle bilinmiş olduğu için bundan şu netice
çıkarılır ki, Arz'ın üçüncü devri olan o zamanda her tarafta ısı derecesi eşit
idi. Bütün kürede ancak bir çap vardı. O zaman ki bitkilerin enteresan vasfı,
harikulade olan gelişmeleridir. Eğrelti otu türleri ki zamanımızda ondan ancak
soğuk ülkelerde otsu türde kalmış bitkiler biter. O vakit ondan şimdiki katran
ağaçlarından daha yüksek büyük ağaçlar oluşuyordu. Bitkisel kükürt de böyledir.
Zamanımızda yüksekliği bir zira iken, eskiden yüksekliği otuzüç, kırk zira'a
kadar varıyor, çapı da birbuçuk zira oluyordu. İşte kömür devrindeki geniş
ormanlar bu yüksek ağaçlardan oluşuyor ve bunlar yeryüzünü kutuptan kutba
tamamen örtüyordu.
Kömür zamanını açıklamak için bu zamanı ikiye
ayırmak gerekir:
Birincisi, alçılı kömür taşı müddetidir ki
bunda önemli deniz tortuları ortaya çıkmıştır. İkincisi de kömür müddetidir.
İşte alçılı kömürün oluşması bu iki müddette ve özellikle ikinci müddette
meydana gelmiştir.
Önce, alçılı kömür taşı müddeti: Adaları
örtmekte bulunan ğrelti otu türünde bitkiler, yahut at kuyruğu, yahut bitkisel
kükürt yahut konik türü bitkiler familyasına benzer iki çenekli bitkiler
türünden imiş. Halka yapraklı türleri ve geride kırıntı bırakan bitki türleri
iki çenekli bitki türleri olarak bitmiş ve nesli kesilmiş familyalara nisbet
olunuyorlar. İran kamışı türünden büyük yükseklikte bitkiler bu müddette çokmuş
ve bu ağaçlardan her birinin uzunluğu onüç ziradan onbeş zira'a kadar olurmuş.
İkinci olarak kömür müddeti: Bu müddetin
özelliği arzı örten enteresan bitkilerin çok oluşudur. O zaman bitkiler gelişmede
birbirlerine benziyordu. Kömür devri bitkileri zamanımızdaki bitkilerden
tamamen farklıdır. Kömür devrine ait hayati ve geçici durumlardan o asli
bitkilerin diğerlerinden ayrıldığı nitelikler bilinir. Devamlı yağmurlar,
şiddetli ısı, devamlı sisle kapalı hafif ışık, işte bunlardan özel bitki ortaya
çıkıyormuş ki zamanımızda ona benzer bitkinin oluşması mümkün olmuyor. Bununla
beraber o zamanın bitkisini hayalde canlandırmak isteyince senenin üçyüz günü
yağmur düşen ve güneşi devamlı bir sis ile kaplı bulunan bazı adaları ve
sahilleri düşünmek gerektir ki, öyle adanın bitkisinden, kömür çağında
yerküreyi örten bitkiler aşağı yukarı göz önünde canlandırılabilir. O adada
sivri uçlu ağaç türünden ormanlar oluşuyor ki gölgesinde sivri uçlu ot türleri,
bataklıklı arz üstünde bir zira'a kadar gelişip yükseliyorlar. Onların altında
da birçok gizli küçük bitkiler bitiyor. İşte bu bitkilerin şekli, o kömür
çağındaki bitkiler gibidir. Bu bitkilerin, dediğimiz gibi, cinsleri azdır.
Fakat o az familyalar birçok türleri içeriyordu. Avrupa'da kömürlü araziden
kazılan sivri uçlu ağaç türleri ikiyüzellidir. Oysa şu anda Avrupa'da biten bu
tür ağaçların adedi ancak elli neviye ulaşıyor. Çıplak tohumlu ikiçenekli
bitkilerin sayısı da tür olarak yüzyirmiden fazladır. Oysa şu anda yaşayan
yirmibeş türdür.
TAŞKÖMÜRÜ NASIL OLUŞUR?
Taş kömürünün, uzun süre arzda kalan
bitkilerdeki cüz'î çözülmenin neticesinden ibaret olduğunu ve jeoloji
âlimlerinin bu görüşte birleştiklerini söylemiştik. Gerçekte taşkömürü
madenlerinde bu bitkilerin kalıntısı çok kere gözleniyor ve kömürlü arazi onların
kökleri ve yaprakları ile kendini gösteriyor. Çok kez taşkömürü tabakalarında
büyük ağaçların köklerini de bulmuşlardır.
İhtimal ki taşkömürünün Arz'ın içinde varlığı,
uzaktan gelmiş bitkilerin püskürmesinden çıkmış; bunları nehirler yahut
denizler sürüklemiş, büyük kasırgalar gibi yüzeyleri üzerinde yüzdürmüş
getirmiş, sonra çeşitli yerlerde durmuş, sonra da birtakım arazi ile
neftlenmiştir. Yine ihtimal ki, onun oluştuğu bitkiler, yerlerinde yaratılmış
ve gelişmiş de sular vasıtasıyla başka bir yere nakledilmemiştir. Bu durumda
kaynak yaratılmış sonra bulduğumuz yerlerinde ölmüş bitkiler kütlesinin
çözülmesidir.
Yukarıda geçtiği gibi, önceki ihtimal uzak,
ikinci ihtimal akla yakındır. Zira bunda taşkömürünün oluştuğu organik
maddelerin birikip yığılması için gerekli olan zamandan başka bir şey lazım
gelmez. Kömürlü arazi tabakalarının paralelliği ve onda ince parça kalıplarının
korunması gösteriyor ki tabakalar tam bir sükunetle oluşmuştur. Bundan şu
netice çıkar ki: Taşkömürü, bitkilerin yerlerinde, yani geliştikleri bataklık
yerlerde ölüp çözümlenmesinden çıkmıştır.
Şu da düşünülsün ki, Taşkömürü devrinde yer
kabuğundan ancak aşağı kısmında akıcı bir kütle üzerine yerleşen esnek ince bir
kılıf oluşmuştu. Şimdiki denizlerimiz gibi ay ve güneşin çekimlerine uyarak
içindeki akıcı kütle de ard arda meydana gelen yükselip alçalma hareketleriyle
sallanıyordu. Bu iki hareketten değişik boyutta müddetler içinde büyük bir
aşağı iniş oluyordu. Arzın dışı aşağı indikçe sular o ormanları, kömür devri
bitkilerinden olan büyük kütleleri bürüyor. Sonra bunların üstünde diğer
ormanlar bitiyor. Sonra yine arz aşağı çökünce onları da sular bürüyordu. Bu
ikili görünüm, yani bitkilerin su altında kalması ve yine aynı yerde yeni
ormanların gelişmesi halleri ard arda gelince taş kömürünün oluştuğu büyük
bitki kütleleri yığılmış ve bunun olabilmesi için birçok asır geçmiştir.
O halde o eski zaman bitkilerinde meydana
gelen değişimler nedir ki, onlar zift ile dolu bir kömür kütlesine dönüşmüş? O
suların bürüdüğü bitkilerin kütleleri hafif, süngerimsi idi. Şimdi
bataklıklarda oluşan turpa benziyordu. Suda kalınca onlarda az bir kokma ve
ekşime hasıl olmuştur ki bunu şundan fazla izah mümkün olmuyor: O eski zaman
bitkilerinde meydana gelen ayrışım, akıcı birtakım madeni gazların oluşumu ile
birlikte idi ki taşı onları içiyordu. Onun içtiği katranlı yağların kaynağı da
yanıcı zift türleridir. Turp tabakaları üzerlerini örten arazinin altına
gömüldükten sonra o gazların yayılması devam etmiş ve taşkömürü o büyük katılım
halinde o arazinin ağırlık ve baskısıyla o büyük belirgin yoğunluğunu
kazanmıştır. O arazinin ortasından çıkan ısının da onda büyük etkisi olmuştur.
Kömür tabakalarındaki farklılıklar bu iki sebebe nisbet olunmalıdır: Baskı ve
merkezî ısının etkisiyle meydana gelen kızma. Bu nedenle alt tabakalar üst
tabakalardan daha kuru ve daha sıkıdır. Çünkü aşağıda ısının etkisi daha yüksek
ve yukarıdan üzerine gelen baskı ve sıkıştırma daha kuvvetlidir. Defalarca
tekrarlanan tecrübelerden taşkömürünün nasıl oluştuğu anlaşılmış, ağaç ve diğer
bitkisel maddeler üzerine baskı ve ısı etkisiyle cidden sıkı bir taşkömürünün
oluşmasına muvaffak olunmuştur. Bu tecrübede kullanılan aygıt ile bitkisel
maddeleri su ile, ıslak çamur ile kuşatılmış olarak baskı altına almak ve uzun
süre etkisi devam etmek üzere yüksek derecede ısıya maruz bırakmak mümkün
oluyordu. Bu aygıt kapalı değildi, lakin gazların ve buharların çıkmasına engel
oluyor, o suretle bitkisel maddelerin ayrışması, oluştukları unsurların
ayrılmasına engel olacak bir baskı etkisiyle rutubetle dolu bir ortamda
(milyoda) meydana geliyordu. Bu aygıta farklı nitelikte tahta biçmeleri
konulunca ondan bazan parlak, bazan donuk taşkömürüne benzer ürünler
oluşmuştur. Bu farklılıklar da tecrübeye sunulan tahta sınıflarının
farklılığından kaynaklanmıştır ki kömür türlerinin farklılığına da sebep olarak
bu gösterilir. En iyisini Allah bilir.
İşte detayına girmeden şöyle kısa bir bakışla
bakıldığı zaman otlaklarda taptaze çıkan bitkilerin bir müddet sonra kuruyup
çürüyerek gübre ve kömür gibi kara bir çerçöpe çevrildiği görüldükten başka,
derinlemesine bir bakışla bakıldığı zaman da bütün maden kömürlerinin dahi
mahiyetinin, bitkilerin sular içinde ölüp çözümlenerek çevrildiği kara bir
bitki artığından ibaret olduğu ve dolayısıyla "Karamsı bir sel
kütüğü" tabirinin buna da işaret etmekte bulunduğu anlaşılır. Yüce Allah
bu yerküre üzerinde ne otlaklar, ne bitkiler, ne ormanlar çıkarmış, sonra da
onları ziftli, katranlı kapkara bitki artığı, bir çöp yığınına çevirmiştir.
Bütün bunlar onun yaratması, düzene koyması, takdir edip bir halden başka bir
hale çevirmesi ile Rab'lığının eseridir.
İşte insanlığı sırf bitkisel ve hayvansal
biçimde sade bedenî gayelerle anlamak isteyen bedbahtların sonları da böyle
kara bir yığıntıdan ibaret olan maden kömürleri gibi yanabilir olmaktan başka
bir şey değildir. Bunları bu şekilde haber verip hatırlatarak anlatmasının da o
yüce Rabb'in kendisini insanlığa tanıtmak için ayrıca bir hidayet ve yol
göstermesi olduğunda şüphe yoktur.
6. Bundan dolayı bütün yaratılmışlara yapılan
genel hidayeti topluca beyan ettikten sonra insanlara olan hidayetin en büyük
misal ve şahidi olmak üzere bilhassa Hz. Peygamber (s.a.v.)'e olan özel
hidayetini beyan edip anlatmak için buyuruyor ki: Bundan böyle seni okutacağız.
Yani "Sana böyle işte emrimizden bir ruh vahyettik. Oysa sen Kitap nedir
bilmezdin."(Şûrâ, 42/52) değerli hitabıyla hatırlatıldığı üzere sen kitap
nedir, okumak nedir, bilmezken bundan böyle Ruhu'l-emin, Ruhu'l-kudüs olan
Cebrail vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitap olan Kur'ân'ı vahyederek indirip
belleteceğiz. İneni ve indirileceği okumaya muvaffak edeceğiz. Yahut, vahy ile
seni Kur'ân ve kırâet sahibi yapacağız. Bu şekilde bu, olağanüstü ilâhî risalet
ve hidayeti gösteren bir âyet, bir mucize olarak artık unutmayacaksın. Bu
unutmamak, bu derece kuvvetli bir hafızaya sahip olmak da diğer bir âyet ve
mucize olacak. Nitekim bunun gelecek için vaad edilip haber verilmesi ve öylece
vuku bulması da ayrıca bir mucize olacaktır. Bu gösteriyor ki, okutmaktan
maksat ezbere okutmaktır. Yoksa yüzüne yazı okutmak değildir. Bazıları da,
"unutmamaktan asıl maksat, gereği ne ise ona göre amel etmektir"
demişlerdir.
7. Ancak Allah dilerse başka.
Çünkü o unutturmak isterse unutturur. Yani
böyle unutmamayı kesin olarak vaad edip haber vermek, Allah'ın artık onu
unutturmaya gücü yetmeyecek mânâsına gelmez. Onu hiçbir şey aciz bırakamaz.
Böyle kuvvetli bir hafıza gücü verdikten sonra o dilerse bu gücü çeker alır.
Unutturacağını tamamen unutturabilir ki bu bir nesh olur. O zaman da "Biz
herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya
mislini getiririz."(Bakara, 2/106) hükmü cereyan eder. Fakat Allah'ın
yardımıyla sen bundan böyle unutmayacaksın. Senin böyle bir mucizen de olacak.
Bazıları şöyle der: Bu âyetteki istisna, azlık
ifade etmek içindir. Nitekim Buhari'de şöyle bir rivayet vardır: Hz. Peygamber
(s.a.v.) namazda okurken bir âyet atlamıştı. Sabah namazı idi. Übeyy bu
okunmayan âyetin nesh edildiğini sanmış, sormuştu. Rasulullah (s.a.v.)
"unuttum" buyurmuştu. Rasulullah (s.a.v.)'da böyle nadir de olsa
unutma vaki olursa yüce Allah onu bırakmaz hatırlatır, veya hatırlatacak bir
sebep nasip ederdi. Nitekim "Bahru'l-Muhit"de yazıldığı gibi, Abbad
b. Beşir'in okumasını işittiğinde, "Bu bana filan ve filan sûrede şu ve şu
âyeti hatırlattı." buyurmuştu. İşte böyle az bir unutmayı istisna
olmalıdır denilmiş ise de cüz'î, bir an için meydana gelen böyle bir kaç
unutma, tilaveti neshetmek mânâsında olan devamlı unutturma mahiyetinde olmayıp
okurken ve namaz kılarken ümmetin kurtulamayacağı bu gibi unutmalar hakkında
"hükümleri öğretme" kabilinden demektir. Yahut bu unutma olayı
"Artık unutmayacaksın." vaadinden önce olmuştur. Bunun için bazıları
da demişlerdir ki: Bu istisna, azlık mânâsına olarak hiç olmamaktan mecazdır.
Nitekim bazan, "onu söyleyen pek az bulunur" derler de "bu
söylenmez" demek mânâsını kastederler.
"Onlarda hiç kusur yoktur. Şundan başka
ki ordularla çarpışmaktan kılıçlarında bazı gedikler vardır." beytinde
olduğu gibi, istisnanın olumsuzluğu vurgulamak için kullanıldığı da meşhurdur.
Zira ordularla çarpışmanın neticesi yalnız kılıçlarında bazı gediklerden ibaret
olması kahramanlar için bir ayıp değil, yüksek bir övgüdür. Kusursuzluğu yüksek
bir övgü ile vurgulamak için bu istisna ile "Yermeyi hissettiren şeyle
övmek" denilen bir bedi' sanat yapılmıştır ki, burada da bu kabildendir.
Alûsî'nin yazdığı üzere "Kazi
Haşiyesi"nde İsam şöyle demiştir: Bu açıklamaya göre istisna, olumsuzluğun
genelliğini vurgulamak içindir, genelliği bozmak için değildir. Buna,
"umumu vakitlerden istisna etmek" de denilir.
Yani hiçbir vakit unutmayacaksın, ancak Allah
unutmanı dilediği vakit hariç. Fakat Allah da onu dilemeyecek. Dolayısıyla hiç
unutmayacaksın demek olur. Bu mânâ cennet ehli hakkında "Rabb'in başka bir
müddet dilemezse, gökler ve yer durdukça ebedi olarak orada
kalacaklardır."(Hud, 11/108) âyetindeki istisnanın mânâsı gibidir. Ferra
bu kanaate varmış ve demiştir ki: Bu istisna ile yüce Allah peygamberine hiçbir
şeyi unutturmayı dilememiş, yalnız şunu anlatmıştır ki, "Andolsun ki, eğer
dilersek sana vahyettiğimizi tamamen gideriveririz."(İsrâ, 17/86)
buyurduğu gibi, dilese unutturur, buna gücü yeter. Fakat dilememiştir. Nitekim
peygamber (s.a.v.)'e, "Andolsun, eğer şirk koşarsan bütün amelin boşa
gider."(Zümer, 39/65) buyrulmakla ondan elbette bir şirk vuku bulacağını
değil, vuku bulması var sayıldığı takdirde bile fasit ve mahzurlu olacağına
işaretle vuku bulmayacağı vurgulanmış olduğu gibi, burada da bundan sonra
unutmanın, az da olsa, vukuuna değil, asla vaki olmayacağına ve şu da var ki
onun unutmaması kendi kuvvetinden değil, sırf Allah'ın lütuf ve ihsanından
olduğuna dikkat çekmek içindir.
İşte bu istisnanın faydası, unutmama vaadinin
böyle sırf Allah'ın dilemesinden ileri gelen bir ilâhî lütuf olduğunu beyan
suretiyle vurgudur. Ebu Hayyan, Ferra'nın bu yorum ve izahına ilişmek istemiş
ise de onun edebi zevkini kavrayamamış olduğu anlaşılıyor. Alûsî gibi Abduh da
Ferra'nın bu yorumunu takdirde isabet eylemiştir. Ancak bu durumda
"unutma"dan maksat, devam edip giden unutmadır. Dolayısıyla yerleşmiş
olmamak üzere haberde geldiği gibi bir-iki an için bir hikmetten dolayı vaki
olan cüz'i unutma buna zıt olmaz. Şu halde gerek "azlık" mânâsına
gidilsin, gerek "vurgu" mânâsına gidilsin iki takdirde de maksat bir
olmuş olur. Yani unutmasının sürekli olmaması, bu vaad gereğince Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in mucizelerinden birisidir. Birkaç defa bir hikmetten dolayı cüz'i
unutmanın vuku bulması da bununla çelişki teşkil etmez. Bu vaad ve dilemenin,
diğer bütün esma-i hüsnanın ifade ettiği mânâları kendisinde toplayan Allah
ismine isnat edilerek anlatılması da ululuk terbiyesi ve bu vaad ve dilemenin
diğer isim ve sıfatlarda değil hepsini kendinde toplayan "ilâhlık"
ünvanı üzerinde dolaştığına dikkat çekmek ve "yüce Rab"tan maksadın
ne olduğunu da açıklamaktır. Sonra bu vaad ve hikmet şununla da vurgulanarak
açıklanmıştır.
Kuşkusuz ki o (Allah), açığı da bilir gizliyi
de, herşeyden ve hallerinizden açık ve alenî olanı da bilir, gizleneni de.
Dolayısıyla bu "okutma" ve "unutturmama" vaadini de ona
göre her şeyi kuşatmış olan ilmiyle yapıyor. Buna tamamiyle güvenmek ve itimat
etmek ve onu noksan sıfatlardan uzak tutmak gerekir. Başka bir mânâ ile, o
açıkça yüksek sesle okunanı da bilir, gizli okunanı da. Sırasına göre açıktan
veya gizliden vahy ile açık veya gizli oku ve unutmayıp gereğine göre amel et.
Bu cümle, ara cümlesidir. Şu da başındaki "ve" âtıfası (bağlacı)yla
"seni okutacağız" cümlesine bağlıdır.
8. Ve seni kolay olana muvaffak kılacağız. Her
hususta en kolay yola veya gayeye erdireceğiz. Bu başarılı olmayı sana
kolaylıkla yapabileceğin bir haslet ve sende yerleşmiş bir meleke edeceğiz.
Dolayısıyla dinin her sahasında; ilimde, öğretmede, amelde, doğruyu gösterme ve
bulmada en kolay yola muvaffak olacaksın. En zor gayelere kolaylıkla ermek
senin ve dininin bir özelliği olacak. Bunun içinde açık ve gizli olarak vahiy
alma ve ondaki hoşgörülü ve sıkıntısız şeriat ve hükümlerin gerek nefsi
olgunlaştırmak ve gerekse başkalarını olgunlaştırmakla ilgili ilâhî kanunların
kavranmasını kolaylaştırmak dahi bulunur. Bir Allah inancı, ihlas, hakkı
bilmek, usülüne göre gayret sarfedip amel etmek her kolaylığın başı olmakla
beraber, kolaylığın başı da yüce Allah'ın başarı lutfetmesidir. İşte böyle açık
ve gizliden okutup unutturmamakla en kolay yolu nasip etmek ve buna başarılı
kılmak da vaad edilmiştir.
9. Onun için (oku, unutma da) hatırlat. Onun
içerdiği hükümleri ve bilgileri insanlara ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat
et, öğüt ver, düşündür. Eğer vaaz ve hatırlatma fayda verirse, ki herkes için
olmasa bile, muhakkak az çok faydası olur. Nitekim "Öğüt ver, çünkü öğüt
müminlere fayda verir."(Zâriyât, 51/55) buyurulmuştur.
Tefsirciler demişlerdir ki: Resulullah
(s.a.v.) mutlak olarak öğüt vermekle memur olduğundan bu şart, esas itibarıyla
bir kayıt için değil, vurgu ve bir dereceye kadar hafifletmek içindir. Vurgu
ifade etmesi şundandır: Aslında fasih ve düzgün olan bir öğüt, muhataplar
hakkında mutlaka bir fayda ifade eder. Muhatapların ondan faydalanmak isteyip
istememeleri ise başka bir şeydir. O halde, "öğüt bir fayda verirse"
demek, olması kesin olan bir şarta bağlamak mânâsında olur. Bu ise, "öğüt
ver, çünkü öğüdün bir faydası olduğu muhakkaktır" demek gibi bir vurgu
ifade eder. Aynı zamanda bunu bu şekilde ifadede bir hafifletme vardır ki, o da
şudur: Resulullah (s.a.v.) bir Allah inancına, hak dine davet hususunda
"Rabbinin hükmüne sabret."(Tûr, 52/48) emrine uygun olarak her türlü
tehlikeye göğüs gerip kâfirlerden gördüğü eziyet ve sıkıntılara sabır ve
tahammül göstererek. "Gayet izzetli bir elçi. Zorlanmanız ona ağır
geliyor. Üstünüze titriyor. O, müminlere gayet merhametli ve
şefkatlidir."(Tevbe, 9/128) diye anlatılıp nitelendiği üzere insanlara
acıyor, kavminin imana gelerek mutluluğa ermelerini şiddetle arzuluyor ve bu
suretle "İman etmezler diye belki arkalarından esef edip kendini
üzeceksin."(Şuarâ, 26/3) kriterince kendisini üzecek derecede tebliğ ve
irşadın her türlüsünü yaptığı halde kâfirler inkâr ve taşkınlıkta ileri
gitmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bir düzelme elde etme ümidiyle yapılan
öğüt ve hatırlatmanın böyle düzelme yerine taşkınlığın artmasına neden olması
ise bir yarar değil, bir zarar mânâsında oluyordu. Bundan dolayı muhataplar
hakkında fayda olmayıp da zarar olacağı düşünülen hususlarda vaaz ve öğüt vacip
kılınmayıp, yapılmamasına izin bulunduğuna ve belki "Bizim zikrimizden yüz
çevirenden sen de yüz çevir."(Necm, 53/29) mânâsınca bundan yüz çevirmenin
daha iyi olacağına işaret ile bir hafifletme ve kolaylaştırma olmak üzere,
burada "öğüt ver" emri "eğer öğüt fayda verirse" diye kayda
ve şarta bağlanarak ifade buyurulmuştur. Şu halde bunun özeti şu olmuş olur:
Muhataplara fayda yerine zarar getireceği tecrübe ile ortaya çıkmış olduğu
takdirde vaaz ve öğüt vermek vacip değil ise de, asıl olduğu üzere az çok bir
faydası olacağı düşünülürse, dinleyip yararlanacak olanları nazar-ı itibara
alarak vaaz etmek, bu işi yapabilecek olanlara vacip olur.
10. Çünkü saygısı olan zikredecek, dinleyecek,
öğüt alacak, düşünecektir.
11. En bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.
12. O bedbaht ki en büyük ateşe, yani ahirette
ebedi olan Cehennem ateşine yaslanacaktır.
13. Sonra da orada ne ölecek, ne de hayat
bulacaktır. Ölmez ki, dünya azabından kurtulduğu gibi kurtulsun, hayat yani
zevk veren ve faydası olan bir hayat da bulmaz ki, çektiği azabı ona vesile
sayarak sabır edip dayansın. Bundan büyük bedbahtlık düşünülemez. Kuşku yok ki
bu, otlakların kara bir bitki artığı yığını olan kömüre çevrilmesinden çok
büyük bir bedbahtlıktır. İşte vaaz ve nasihat dinlemekten kaçınanların sonu da
budur. Bunun için onlara bakmamalı da, az da olsa, dinleyip faydalanacak olan
saygılıları gözeterek vaaz ve nasihat etmelidir. Demişlerdir ki: Cehennemde
ölmemek kâfirlere mahsustur.
Ama isyan eden müminlerden cehenneme girenler
orada öleceklerdir. Müslim'in Ebu Said'den rivayet ettiği şu hadisi delil
göstererek bu sonuca varmışlardır: "Cehenneme giren ateş ehli orada
ölmezler de dirilmezler de. Ama günahları sebebiyle ateş isabet etmiş olan bir
kısım insanlara gelince, yüce Allah onları öldürecek, nihayet kömür
olduklarında şefaate izin verilecek, sonra takım takım getirilecek, cennet
ırmaklarına serilecekler. "Ey cennet ehli! Bunların üzerine su
dökün." denilecek de sel milinde tane biter gibi bitecekler."
Bununla beraber şunu da bilmek gerekir ki,
kâfirlerin cehennemde ölmemesi de "Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa
öldürdün, iki defa dirilttin."(Mümin, 40/11) âyetinden anlaşılan iki ölümü
de tadıp iki hayat ile azap için yeniden diriltildikten sonra demektir ki,
bundan sonra ne ölecek ne de dirileceklerdir. Bazıları da demişlerdir ki:
"Ne ölecekler ne de dirilecekler." demek azabın şiddeti ile ebedî
sürünmekten kinayedir.
14. Muhakkak felah buldu, kendini
fenalıklardan kurtarıp murada erdi temizlenen, vaaz ve öğüdü dinleyip
temizlenen, feyiz alan, kalbini şirkten ve kötü ahlâktan, bedenini maddî ve
manevî pisliklerden temizleyip iman ve ihlas, gusül ve abdest ile arınan ve zekâtını
verip Allah'ın huzuruna temizce çıkmak için çalışan
15. ve Rabbinin ismini anıp onun huzuruna
varacağını düşünerek "Allahü Ekber" diye tekbir alıp da namaz kılan,
beş vakit namazı ve özellikle gelen rivayete göre, bayram namazını kılan
kimseler. Bu âyetin zahiri mânâsı, kalp ve beden temizliğiyle nefis
terbiyesine, Allah'ı birleme, tekbir gibi dil ile zikretmeye, "Namaz kılan
ve zekât veren"(Bakara, 2/177) âyetlerinin mânâsı üzere bedenî ve malî
ibadetlerin temeli sayılan farz olan zekât ve namaza dikkat çekmiş olmasıdır.
İbnü Münzir gibi bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetleri de böyledir. Bazıları,
farzlarla beraber mümkün olduğu kadar nafileleri de kapsadığını söylemişlerdir.
Çünkü bir kayıt konulmadan mutlak olarak söylenmiştir. Onun için mutlaklığı
üzere devam etmesi asıldır. İbnü Mesud'dan: "Sadaka verip namaz kılan
kimseye Allah rahmet buyurdu." diye gelmiştir. Bu şekilde bir kısım
tefsirciler de, "bayram namazına gitmezden evvel başının zekatı olan fıtır
sadakasını veren, sonra da tekbir ile bayram namazını kılan" demişlerdir
ki, bundan, farz namazları arasında bayram namazının da vacip olduğu ve
zekattan, fıtır sadakasının da vacip olduğu anlaşılmış olur. Râzî'nin yazdığına
göre bu tefsir ikrime'nin, Ebu'l-Âliye'nin, İbnü Sirin'in ve İbnü Ömer'in
görüşleridir. Resulullah (s.a.v.)'a kadar varan merfu hadis olarak da rivayet
edilmiştir. Keşşaf'ta zikredildiği üzere Hz. Ali (r.a.)den de şöyle rivayet
edilmiştir; âyetteki "tezekki" den maksat, fıtır sadakası vermektir.
Hz. Ali daha sonra şöyle demiştir: Allah'ın kitabında başkasını bulamasam da şu
yetişir: "Muhakkak temizlenen kurtuldu." yani fıtır sadakasını verip
mescide yönelen ve Rabbinin ismini zikredip iftitah tekbiriyle bayram namazını
kılan".
Dahhâk'ten de, "mescide giderken
Rabb'ının ismini zikredip, yani tekbir alarak gidip de bayram namazı
kılan" diye rivayet edilmiştir.
"Sa'lebî Tefsiri"nde bu rivayetlere
şöyle itiraz edilmiştir: Bu sûre ittifakla Mekke'de inmiştir. Oysa Mekke'de ne
malî zekât ne de bayram namazı vardı. Buna cevap olarak da demişlerdir ki: Bu,
Mekke'de hazırlık mahiyetinde inmiş olup hükmü gecikmiş olabilir. Bir de
sûrenin Mekke'de inmiş olması en sahih görüş ise de bu hususta icma yoktur.
Yukarda geçtiği üzere, Medine'de indiği görüşünde olanlar da olmuştur.
Bu ayrıntılardan şu neticeyi almak gerekir ki,
buradaki namaz, iniş sebebi bile olsa sadece bayram namazıdır demek lazım
gelmeyeceği gibi, "tezekki"yi de yalnız mali zekata ve bu arada
özellikle fıtır sadakasına tahsis etmek gerekmez. Tezekki, iç ve dış temizliği
ve feyizlenme mânâsıyla amellerin temizlenmesi ve malın temizlenmesinden daha
genel olduğu gibi, namaz da beş vakit namazdan daha genel olarak Bayram namazı
ve vitir gibi vacip olan namazları da kapsamış olmak gerekir. Onun için hükmü,
Mekke'de mümkün olduğu kadar uygulanmış bulunduğu gibi, Medine'de de mali
zekat, fitre ve bayram namazı dahi bu hükme dahil olarak uygulanmış,
dolayısıyla hükmünün mutlak olarak değil, bazı içine aldığı şeyler itibarıyla
kısmen sonraya bırakılmış olduğu anlaşılır. Şu halde fıtır sadakası ve bayram
namazını söyleyenlerin maksadı da, sadece bunlar olduğu değil, bunların dahi bu
âyetin hükmüne dahil bulunduğunu ve o suretle uygulandığını söylemek demektir.
Hatta söylendiği gibi, mümkün olduğu kadar nafilelerin bu medih ve övgüye dahil
olması âyetin mutlak mânâsının zahirine uygun olduğu gibi, "tezekki",
"zikir" ve "salat"ın zikredilmesi de kalbî ve lisanî, malî
ve bedenî bütün ibadetlerin aslı olmak itibarıyla hepsine işaret olması dahi
sahihtir ve böyle rivayet edilmiştir.
16. Fakat siz, ey gafil insanlar! O kurtuluşu
her şeye tercih ederek o temizlenmeye çalışacak yerde öyle yapmıyorsunuz da
dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Onun süsünü, eğlencesini, yemesini,
içmesini, kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor, bunlara öncelik tanıyor,
bunlarla meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp tüketmekten hoşlanıyorsunuz da
ahiret esenlik ve mutluluğunu hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya
atıyorsunuz. Bayram yapmak istediğiniz vakit de temizlik, sadaka verme, zikir,
namaz, hayır ve iyilikler gibi sonu kurtuluş olan işlerden çok, gelip geçici
dünya lezzetlerinden zevk alıyorsunuz. Ki bu da iki kısımdır:
BİRİSİ, ahireti hiç hesaba katmayarak yalnız
dünya lezzetlerine bağlanmaktır ki bu, "Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya
hayatına razı olup onunla tatmin olanlar ve bizim âyetlerimizden gafil olanlar.
İşte bunların, kazandıkları sebebiyle varacakları yer cehennemdir."
(Yunus, 10/7-8) ölçütüne göre Allah'a kavuşmayı arzu etmeyip sade dünya
hayatına razı ve onunla tatmin olan ve ibadet etseler bile yalnız "Ey
Rabbimiz! Bize dünyada ver."(Bakara, 2/200) diyenlerin halidir ki bunlar,
"Onun ahirette hiçbir nasibi yoktur."(Bakara, 2/200) âyeti gereğince
ahiret hayatından nasipleri olmayan ve "O kimse ki en büyük ateşe
girecektir. Sonra ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır." hükmünce o
büyük ateşe yaslanacak olan bedbahtlar, kâfirlerdir.
BİRİSİ de, "Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada
hem de ahirette iyilik ver."(Bakara, 2/201) demekle beraber ikisi
karşılaştığında dünyayı ahirete tercih edenler, dünya zevki için ahireti feda
eyleyen gafil veya asi müminlerdir.
Bunların da "İşte onlar için kazandıklarından
bir nasip vardır."(Bakara, 2/203) âyeti gereğince kazançlarına göre
ahiretten bir nasipleri vardır.
17. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha
devamlıdır. Dolayısıyla geçici olan dünya hayatı ne kadar zevkli olursa olsun,
akıllı ve zeki olan insanların ahireti tercih ederek temizlenmeye ve kurtulmaya
çalışmaları ve böyle olanlar için daima sonu önden hayırlı olacağını bilmeleri
gerekir. Yoksa dünya hayatını tercih edenler için gün günden fena olmak ve sonu
kötümserlikle beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı içersinde karar
kılmak zorunlu bir kural olur. Ahireti tercih ederek daima ilerisi için
temizliğe ve iyiliğe bakışlarını diken ve o iman ile başının vergisini verip
Rabbinin ismini anarak ona gitmek üzere namazını kılan, ibadetini yapan
kimseler dünyada ne kadar sıkıntı ve ızdırap çekseler, sonuçta kötümser olmaz,
ümitsizliğe düşmez, günden güne kurtuluş ve esenliğe doğru gitmeye ve mutlu
sona ulaşmaya muvaffak olurlar. Onlar için gaye dünya hayatında kalmak değil,
onun elemlerinden kurtulup Allah'ın rızasına kavuşmaktır.
18. Haberiniz olsun ki, bu öğüt, yani ahiretin
dünyadan hayırlı ve devamlı olduğunun hatırlatılması, yahut buyurularak
temizlenenin kurtulduğunun haber verilmesi veya bu sûrenin içerdiği mânâlar,
yani Kur'ân'ın indirilip okutulması ve ezberlenmesi ile en kolay olanı elde
etmeyi içeren Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlik görevinin başarılı olacağı
müjdesi ilk sahifelerde vardır. Önceki peygamberlere verilmiş olan sahifelerde,
kitaplarda zikredilmiş ve vaad edilmiştir.
19. Özellikle İbrahim ve Musa'nın
sahifelerinde vardır. Bunun "es-Suhufu'l-ûlâ"dan bedel-i küll olma
ihtimali varsa da açık olan bedel-i ba'z olmasıdır.
SUHUF, aslında kitap mânâsına gelen
"sahife"nin çoğulu olup Tevrat, Zebur, İncil, Kur'ân ismi verilen dört
büyük kitabın dışında, peygamberlere indirilmiş olan kitapçıklar hakkında
kullanılması şöhret bulmuştur. Bu mânâya göre Musa (a.s)'nın suhufu, Tevrat'tan
önce indirilmiş olan on suhuf; İbrahim (a.s)'in ki de on suhuf idi diye
nakledilmiştir. Yani, İslâm dininin burada açıklanmış olan bu hakikati, yüce
Rabb'i birlemek ve noksanlıklardan uzak tutmak, okumak, öğüt verip hatırlatmak,
saygı, temizlenme ve zikir ve namaz ile kurtulma, ahiretin dünyadan hayırlı ve
devamlı olması esasları, her dinin esası olan ve önceki peygamberlere
indirilmiş ilk sahifelerde ve özellikle İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'nın
sahifelerinde zikredilen Hakk'ın emridir. Din adı altında buna zıt olan Allah'a
ortak koşma, Allah'ın üç unsurdan oluştuğuna inanma, Allah'ı başka bir varlığa
benzetme ve dünyayı ahirete tercih etme gibi kötümser fikirler, inançlar doğru
değildir. Dolayısıyla bütün güçlüklere rağmen Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
peygamberliğinin ve bu hak dinin en kolaya muvaffak olması, bütün bunların bir
neticesi olmak üzere kesinlikle gerçekleşecek bir iştir. "Seni en kolaya
muvaffak kılacağız." ile de işaret buyrulduğu üzere "O, Resulünü
hidayet ve Hak din ile bütün dinlere üstün kılmak için
gönderendir."(Tevbe, 9/33) hükmünün ortaya çıkacağında şüphe edilmemelidir.
İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'ya inananların buna da inanmaları gerekir.
Abd b. Humeyd, İbnü Merduye ve İbnü Asakir Ebu
Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! Yüce
Allah kaç kitap indirdi? Buyurdu ki: Yüz dört kitap indirdi. Elli sahife Şît'e,
otuz sahife İdris'e, on sahife İbrahim'e, on sahife de Tevrat'tan evvel Musa'ya
indirdi. Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve Furkan'ı da indirdi. Dedim ki: Ey
Allah'ın Resulü! İbrahim'in sahifeleri ne idi? Şöyle buyurdular: Hepsi kıssa ve
öğüt idi: Ey o kötülüklere düşkün, sırnaşık ve mağrur Melik! Ben seni dünya
malını üst üste yığasın diye göndermedim. Fakat benim yerime mazlumun duasını
yerine getiresin diye gönderdim. Çünkü ben mazlumun duasını, kâfir de yapsa
kabul ederim. Aklına karşı mağlup olmadıkça akıllıya gerektir ki, üç saati ola.
Bir saatinde Rabbine yalvara, bir saatinde nefsini hesaba çekip ne yaptığını
düşüne ve bir saatinde de helalinden ihtiyac için tenha kala. Çünkü bu saatte
öbür saatler için bir yardım ve zihnini toplama ve diğer işlerden kurtuluş
vardır. Akıllı olanın zamanını görmesi, kendi işine ve durumuna yönelmesi,
dilini koruması gerekir. Çünkü kelâmını amelinden sayan kimse az söyler. Ancak
kendisini ilgilendiren konularda olursa başka. Akıllının üç şeye talip olması
gerekir: Geçimini düzeltmek, varacağı yer için hazırlık ve haramda olmayarak
lezzet alma. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! Musa'nın sahifeleri ne idi? Buyurdu
ki: Hepsi ibret idi: Şaşarım, öleceğini yakinen bildiği halde sevinene, ateşin
olduğunu kesin olarak bilip de gülene, dünyayı ve onun üzerinde bulunan
kimselere karşı durmadan değiştiğini görüp de dünyaya gönül bağlayana, kadere
yakinen inanıp da öfkelenene, hesaba inanıp da amel etmeyene. Dedim ki, ey
Allah'ın Resulü! İbrahim ve Musa'nın sahifelerindekilerden sana bir şey
indirildi mi? Buyurdu ki: Evet, ey Ebu Zerr! buyurdu demiştir. Bununla beraber,
Alûsî'nin dediği gibi hadisin sahih olup olmadığını Allah bilir.
Bunun üzerine, "O ki en büyük ateşe
yaslanacaktır sonra da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır." kaidesine
göre, ahirette ateşe yaslanacak bedbahtlarla, kurtuluşa erecek mutlu kişilerin
hallerini genişçe anlatarak öğüt vermeye devam edilmek üzere Ğaşiye Sûresi
gelecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Ala Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.