Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Ahkaf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
46-AHKAF:
1-10- İlimden geriye kalmış bir eser, önceki
peygamberlerin ilimlerinden kalma rivayete dayanan bir ilim. Yahut toz üstüne
bir yazı, "De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim."
BİDİ', BİD'AT, âdette hiç örneği geçmemiş yeni
türemiş, türedi, yani ilk olarak peygamberlik iddia eden, yahut hiç bir
peygambere benzemeyerek, kendi kendine Allah'ın izni olmaksızın bir takım
örneği olmayan şeyler icad edecek bir icadcı değilim. İsrailoğulları'ndan bir
şahid de onun bir benzerine şehadet edip iman getirir. Buradaki zamirinde iki
ihtimal vardır. Biri Kur'ân'a, biri de peygambere raci olmasıdır. Kur'ân'ın
Tevrat gibi Allah kitabı olduğuna, yahut Hz. Peygamber'in Musa gibi bir
peygamber olduğuna şehadet ederek iman eder. Bakara Sûresi'nde açıklaması
geçtiği üzere Tevrat'ta Hz. Peygamber Hz. Musa'ya "Senin gibi bir
peygamber" diye Musa'nın benzeri bir peygamber olmak üzere anlatılmıştı.
İsrailoğulları'ndan böyle şehadet eden şahit de çoğunluğun görüşüne göre
Abdullah b. Selam (r.a.)'dır. İmam Şa'bi gibi bazıları şahidden maksadın Hz.
Musa olduğunu söylemişlerdir ki daha önce haber vermiştir. İbnü Cerir ve
diğerlerinin rivayetlerine göre Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a) demiştir ki: Resul-i
Ekrem (s.a.v.) "Yeryüzünde yürüyen bir kimse hakkında o cennetliktir
derken işitmedim. Abdullah b. Selam'dan başka ki "İsrailoğulları'ndan bir
şahit de onun bir benzerine şehadet edip iman getirir." âyeti de onun
hakkında nazil oldu. Sûrenin Mekkî, Abdullah b. Selam'ın iman edişinin ise
Medine'de olması itibarıyla bu durumda bu âyet gaib haberlerinden demek olur.
Fakat yukarıda işaret olunduğu üzere bazıları sûre Mekkî olmakla beraber bu
âyetin Medenî olduğunu söylemişlerdir. Hasen'den rivayet olunur ki şöyle
demiştir. "Bana şu haber ulaştı, Abdullah b. Selam İslâm'a girmek istediği
zaman: Ya Resulullah dedi, yahudiler bilir ki ben onların âlimlerindenim, babam
da onların âlimlerinden idi. Halbuki şimdi ben şehadet ediyorum ki, sen
Allah'ın hak peygamberisin ve onlar seni Tevrat'ta yazılı bulurlar, şimdi
filana, filana ve daha yahudilerden adlarını saydıklarına adam gönder ve beni
evinde gizle de onlara benden ve babamdan sor, çünkü benim kendilerinin en
âlimi olduğumu, babamın da en âlimlerinden bulunduğunu şüphesiz söyleyeceklerdir.
Ben de o zaman çıkarım, ve senin Allah'ın Resulü olduğunu ve onların seni
yanlarındaki Tevrat'ta yazılı olarak bulduklarını ve gerçekte senin hidayet ve
hak din ile gönderildiğine şehadet ederim. Resul-i Ekrem (s.a.v.) de öyle
yaptı, onu evinde gizledi, yahudileri çağırttı, yanına girdiler, derken
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sizin içinizde Abdullah b. Selam
nedir?" kendisi dediler bizim en âlimimiz, babası da. O halde müslüman
olduysa ne dersiniz?", "olmaz" dediler, üç kere tekrar ettiler,
bunun üzerine çağırdı, o da çıktı sonra: "Ben, şahitlik ederim ki sen
Allah'ın Resulü'sün, onlar seni yanlarındaki Tevrat'ta yazılı olarak buluyorlar
ve sen hidayet ve hak dini ile gönderildin." dedi. Deyince yahudiler biz
senden bunu beklemezdik ey Abdullah b. Selam dediler. Küfrederek çıktılar.
Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi. "De ki: Ne dersiniz bu Kur'ân Allah
tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz bununla birlikte
İsrailoğulları'ndan bir şahit de onun bir benzerini Tevratta görüp inanmış iken
siz hala büyüklük taslarsanız haksızlık etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz ki Allah
zalim bir topluluğu doğru yola iletmez." Buna dair diğer rivayetler de
vardır. Bununla beraber Mesruk'da demiştir ki bu Abdullah b. Selam hakkında
nazil olmadı, Mekke'de nazil oldu, Abdullah b. Selam ise Medine'de müslüman
oldu. Bu ancak Resulullah'ın kavmine karşı bir delilidir. Tevrat, Kur'ân gibi
Musa da Muhammed (s.a.v.) gibidir. Onlar Tevrat'a ve peygamberlerine iman
ettiler de siz küfrettiniz, demektir. İbnü Cerir der ki gerçi Mesruk'un dediği
âyetin zahirine daha uygundur. Çünkü "De ki: Ne dersiniz eğer o Kur'ân
Allah tarafından ve siz ona küfretmiş iseniz" âyeti Allah tarafından
Kureyş müşriklerine karşı bir kınama ve peygamberi için onlar aleyhine bir
delil gösterme makamındadır. Bu âyet de daha öncesindeki âyetlerin benzeridir.
Onlarda ne kitap ehlinin ne de yahudilerin zikri geçmediği gibi daha önce zikri
geçenlerden sözün çevrilmesine delalet eder bir karine de görülmüyor. Fakat
Resulullah'ın ashabından bir cemaatten maksat Abdulah b. Selam olduğuna dair
haber varid olmuştur. Ve tevil ehlinin çoğu da bunun üzerinde yürümüştür.
Bunlar ise Kur'ân'ın mânâlarını ve nüzul sebebini ve ne kastedilmiş olduğunu da
daha iyi bilirler. Buna göre şehit Abdullah b. Selam, kınanan muhataplar da
yahudi topluluğu olmuş oluyor, yalnız Taberî'nin daha önce zikri geçenlerden
sözün değiştirilmesine delalet eder bir karine görülmüyor, demesi üzerinde
düşünmek gerekir. Çünkü bir kere başta "İnkâr edenler uyarıldıkları şeyden
yüz çeviriyorlar." buyurulmakla sözün asıl sevkinin, mutlak kâfirler
hakkında olduğu gösterilmiş sonra da iki "De ki: Ne dersiniz?" hitabı
ile bunların iki kısmına işaret olunarak birincisi ile müşriklere, ikincisi ile
de diğerlerine yahut hepsine hitap yapıldığı anlatılmıştır. Demek ki hem asıl
sözün gelişi birliği muhafaza edilmiş hem de iki kere "Deki ne
dersiniz?" buyurulmakla bir hitap değişikliği karinesi de verilmiştir. Şu
halde "Şüphesiz ki Allah zalim topluluğu doğru yola iletmez", ifadesi
ilk bakışta yahudilere uygun olmakla beraber anlam itibarıyla hepsinden
geneldir. Bu cümle, şartın cevabı yerinde bulunmaktadır. Yani öyle olunca siz
zulmetmiş olursunuz, hidayete eremezsiniz. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
İnkâr edenler, iman ednler için: "Eğer
İslâm'da bir hayır olsaydı onlar, onu kabulde bizi geçemezlerdi." derler.
Bununla muvaffak olamayınca da: "Bu eski bir yalandır."
diyeceklerdir.
12- Kur'ân'dan önce de bir rehber ve rahmet
olarak Musa'nın kitabı Tevrat vardı. Bu Kur'ân ise zulmedenleri uyarmak, iyilik
yapanları müjdelemek için Arap lisanı ile indirilen ve kendinden öncekileri
tasdik eden bir kitaptır.
13- "Gerçekten Rabbimiz Allah'tır."
deyip, sonra da dosdoğru olanlara gelince onlar için hiçbir korku yoktur ve
onlar üzülmeyeceklerdir.
14- İşte onlar cennetlikdirler, yaptıklarına
karşılık orada ebedi olarak kalacaklardır.
15- Biz insana ana ve babasına iyilik yapmayı
tavsiye ettik. Anası onu zahmetle karnında taşıdı ve zahmetle doğurdu. Onun ana
karnında taşınması ile sütten kesilme süresi otuz aydır. Nihayet insan olgunluk
çağına ulaşıp, kırk yaşına geldiğinde der ki: "Ey Rabbim! Bana ve ana
babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salih amel
işlememi ilham et. Benim neslimden gelenleri de salih kimseler kıl. Doğrusu ben
tevbe edip sana yöneldim. Ve ben gerçekten müslümanlardanım."
16- İşte yaptıklarının en güzelini
kendilerinden kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler
cennetlikler arasındadırlar. Bu onlara vaad edilmiş olan dosdoğru bir sözdür.
17- Ana ve babasına: "Öf size! siz bana
öldükten sonra tekrar dirilip kabrimden çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz?
Oysa benden önce nice nesiller gelip geçmiştir." diyen kimseye ana ve
babası Allah'a sığınarak "Yazıklar olsun sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah'ın
vaadi gerçektir." dediklerinde o: "Bu Kur'ân öncekilerin
masallarından başka bir şey değildir" diyordu.
18- İşte onlar kendilerinden önce gelip geçmiş
olan cin ve insan toplulukları içerisinde haklarında azab vaadi hak olmuş
kimselerdir. Onlar gerçekten hüsrana uğramışlardır.
19- Herkesin yaptıklarına göre dereceleri
vardır. Allah onlara yaptıklarının karşılığını tam olarak verir. Onlara
haksızlık edilmez.
20- İnkâr edenler ateşe arzedilecekleri gün
onlara: "Siz dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların
zevkini sürdünüz, artık bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve
yoldan çıkmış olmanızdan dolayı aşağılayıcı bir azabla
cezalandırılacaksınız." (denir).
11- "İnkâr edenler, iman edenler hakkında
derler ki..." Bunun da hem müşrikler, hem yahudiler tarafından söylenmiş
olması muhtemeldir. Tefsircilerin çoğuna göre müşriklerdir. Müminlerin çoğunu
Ammar, Süheyb, Bilâl gibi fakir ve zayıflardan görerek aşağılamak ve güya bu
şekilde İslâm'ı küçük düşürmek istiyorlar. Sâlebi, yahudilerin Abdullah b.
Selam ve arkadaşları hakkındaki sözleridir demiştir. Bununla, yani böyle
demekle iman edenlere dil uzatmakla maksatlarına muvaffak olamayınca, İslâm'ı
ve Kur'ân'ı körletmek veya şehadeti iptal etmek maksadına ermeyince Daha
diyeceklerdir ki bu eski bir iftiradır, eski uydurulmuş bir yalandır. Yani
peygamber hakkında öncekilerden rivayet olunan müjdeler eski bir yalandır
diyecekler yahut İslâm'ı inkâr etmek için dini kökünden inkâr edecekler. Demek
ki istikbalin kâfirleri daha azgın olacaktır.
12-14- Halbuki onun önünden yani Kur'ân'dan
önce nazil olmuş Musa'nın kitabı vardır. Bununla hem eski bir iftira
demelerinin nereye kadar varmış olduğu gösterilmiş oluyor hem de cevabı
verilmiş oluyor. Çünkü o öyle var ki Bir imam ve rahmet olmuş bir halde, Allah'ın
dininde senelerce rehber, kendisine uyulmuş, arkasınca gidilmiş ve o sayede
Allah Teâlâ'nın rahmetine, nimetine erilmiş, eğer o bir iftira, bir yalan
olsaydı o feyiz ve rahmet olur muydu? Ve işte bu da yani Kur'ân da dili Arapça
olarak tasdik edici bir kitap, Musa'nın bir imam ve rahmet olan kitabını
tasdik, onun esasındaki hakikati ispat ve teyid eden Arapça dilli bir kitap ki
tasdikin hikmeti de zulmedenleri uyarmak için, her kim olursa olsun,
kendisinden herhangi bir şekilde zulüm, haksızlık meydana gelenlere Allah'ın
azabını haber vererek sonucun korkunçluğunu anlatmak için güzellik yapan
iyilere de müjde için, şöyle ki: "Gerçekten Rabbimiz Allah'dır."
deyip, sonra da dosdoğru olanlar, yani ilmin özü olan tevhit ile amelin sonu
olan doğruluğu kendilerinde toplayanlar. (Fussilet Sûresi'nde bu âyetin benzeri
olan 30. âyetin tefsirine bkz.) Orada melekler vasıtasıyla müjde yapılıyordu.
Burada ise doğrudan doğruya yapılıyor.
15- "Biz insana ana babasına iyilik
yapmayı tavsiye ettik. Tavsiye bir kimseye yapması gereken bir şeyi öğüt
tarzında önceden söylemektir. İman ve doğruluk en birinci özellikleri olan
iyilerin şanı beyan olunurken anaya babaya iyilik özellikle tavsiye edilmiştir.
Bu tavsiye birkaç yerde gelmiştir. Fakat herbirinde başka bir nükte ve bakış
açısıyla sevkedilmiş olduğu için tekrar değil ayrı ayrı fayda ifade etmektedir.
Nitekim burada da "Yaptıklarının karşılığı olarak" ifadesi
dolayısıyla iyilik ve doğruluğun önemli bir misali olmak üzere getirilmiştir.
Rivayet olunduğuna göre ifadesine kadar bu iki âyet Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)
hakkında nazil olmuş ve birçok hükümlerin de esaslarını içinde toplamıştır.
Önce ahlâkî açıdan araya üç mertebede dikkat çekilmiştir. Birincisi, babanın
galibiyeti altında olarak tağlib yoluyla valideyn içinde, ikincisi üçüncüsü ile
doğurma ve emzirme yönüyledir. Baba ise yalnız 'de bir kere zikredilmiştir. Bir
Hadis-i Şerif'te beyan olunan şu ifade ile mütenasiptir. Bir adam; ya Resulullah
"Ben kime çok iyilik edeyim?" demişti. Resulullah (s.a.v.) buyurdu
ki: "Anana", sonra kime dedi, yine "anana" buyurdu, sonra
kime? dedi, yine "anana" buyurdu. Sonra kime? dedi,
"babana!" buyurdu.
" Anası onu sıkıntı ile, zahmet ve
meşakkat ile yüklendi yine zahmet ve meşakkat ile karnındakini doğurdu.
Hamilelik süresi, ve sütten kesilmesi de otuz aydır. Bakara Sûresi'nde
"Emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için anneler çocuklarını iki tam yıl
emzirirler." (Bakara, 2/233), Lokman Sûresi'nde de "Onun sütten
kesilmesi iki yıldadır. (Lokman, 31/14) buyurulduğuna göre bu otuzun iki senesi
emzirme müddeti, altı ayı da hamilelik müddeti oluyor. Demek ki hamileliğin en
az müddeti emzirmenin de en çok müddeti gösterilmiştir. Çünkü bunlara kadının
namusu nesep ve nikâhın haramlığı yönleriyle pek çok önemli hükümler
dayanmaktadır. Rivayet olunur ki Hz. Ömer (r.a.)'e bir kadın duruşmaya
götürülmüştü ki altı ayda doğurmuştu. Had cezası uygulanmasını emretti. Hz. Ali
(r.a) bu âyeti hatırlatarak "had" cezası lazım gelmez hamilelik
süresinin en az müddeti altı aydır diye itiraz etti. Hz. Ömer de tasdik etti.
Fahreddin Râzî bunu naklettikten sonra der ki: Akıl ve tecrübede bunun böyle
olduğuna delâlet eder. Tecrübe sahipleri diyorlar ki ceninin teşekkülü için
takdir edilmiş bir zaman vardır, o zaman ikiye katlanınca cenin harekete
başlar, bu toplama iki misli daha ilave edilince cenin anasından ayrılır
dünyaya gelir. Mesela ceninin yaratılışını otuz günde tamam farz edelim. Bu
zaman ikiye katlanıp altmış gün oldu mu cenin hareket eder. Bu toplama iki
misli olan yüzyirmi gün daha ilave edilince yüz seksen eder ki altı aydır. O
vakit "cenin" anadan ayrılır. Yaratılış otuzbeş günde tamam olduğunu
farz edelim, o vakit yetmiş günde hareket eder iki misli yüz kırk daha ilave olununca
toplamı iki yüz on gün eder ki yedi aydır. Çocuk anadan ayrılabilir. Kırk gün
olduğunu farz etsek seksen günde hareket eder iki yüz kırk günde anadan ayrılır
ki sekiz aydır. Kırkbeş günde tamam olduğunu farz edelim o zaman da doksan
günde hareket eder ikiyüz yetmiş günde anadan ayrılır ki dokuz ay eder. İşte
tecrübe sahiplerinin anlattıkları kural budur. Calinûs demiştir ki ben
hamilelik zamanlarının miktarlarının miktarlarını çok merak ile araştırdım. Bir
kadın gördüm ki yüz seksen dört günde doğurdu. İbnü Sina da kendisinin bunu
müşahade etmiş olduğunu kaydetmiştir. Demek ki hamileliğin en az müddeti
Kur'ân'ın nassına göre de tıbbın tecrübelerine göre de bir olarak altı aydır.
Ama hamileliğin en çok müddeti hakkında Kur'ân'da bir delalet yoktur. Ebu Ali
b. Sina Şifa adındaki eserinde dokuzuncu makalesinin altıncı faslında demiştir
ki, tamamıyla itimad ettiğim güvenilir bir yerden bana ulaştı ki bir kadın
hamilelik senelerinin dördüncüsünden sonra bir çocuk doğurdu dişleri bitmişti,
hem de yaşadı. Eristatalis'ten de şöyle hikâye olunmuştur: Hayvanların doğum ve
hamilelik zamanları bellidir. İnsandan başka ki gebe bir kadın bazan yedi ayda
bazan sekiz ayda doğurur. Sekizinci ayda Mısır gibi muayyen beldelerden başka
yerlerde az yaşar. Ama genellikle çoğunluk dokuzuncu aydan sonra doğmaktadır.
Tecrübe sahipleri şunu da hatırlatırlar ki yukarıda geçtiği üzere ikiye
katlamak suretiyle beyan ettiğimiz kaide kesin değil, yaklaşık olarak böyledir.
Bazan günlerde fazlalık eksiklik olabilir, sonra Râzî ceninin tamamlandığı
müddeti de altı kısma ayırarak tecrübeye dayanan bilgilerine göre kaydetmiştir
ki zamanımızda buna "mebhas-ı rüşeym" yani cenin, embriyo bilimi
denilmekte ve özel bir tasnife tabi tutulmaktadır. Nihayet der ki, altıncısında
organlar birbirinden seçilir ve hissolunacak şekilde belli olur, bunun toplamı
kırk gündür, bazen kırk beş güne kadar uzanır en azı da otuzdur. Şu halde bu,
tıbbî tecrübelerle Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisinde haber verdiğine uygun
düşmektedir. "Her birinizin yaratılışı anası karnında kırk günde
toplanır." tecrübe sahipleri derler ki: "Kırktan sonraki düşük cenin
torbası yarılıp da soğuk suya konulduğu zaman organları belirgin küçük bir şey
ortaya çıkar, kısaca hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu gibi emzirme
müddetinin de en çoğu iki senedir. "Hamilelik süresi ve sütten kesilmesi
ve otuz ay" toplamının haberidir. Ancak İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri
bu âyette bir de şu mânâ ihtimalini nazar-ı dikkate almıştır. Hamilelik süresi
de sütten ayrılma süresi de otuz aydır. Bu durumda hamilelik müddetinin de otuz
ay, emzirme müddetinin de otuz ay olması ve ikisinin de en çok süresinin beyan
edilmiş bulunması gerekir. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif
hamileliğin en çok müddetinin iki seneden fazla olamıyacağını ispat etmiş
olmakla hamilelik hakkında zikredilen ihtimalin sakıt olması lazım gelirse de
sütten kesilme hakkında iki sene "Emzirme süresini tamamlamak isteyen baba
için tam iki yıl." (Bakara, 2/233) âyetiyle kayıtlı bulunduğu için nikâhın
haramlığını ifade eden emzirme müddeti bakımından en çok sürenin otuz ay olması
şüphesi devam etmektedir. Bu ihtimali ortadan kaldıracak bir delil yoktur.
Dolayısıyla haram kılanın mübah kılana tercih olması hakkındaki usul kaidesi
gereğince otuz ay içinde emişenler hakkında ihtiyaten süt kardeşliği
dolayısıyla nikahın haramlığının sabit olması gerekir. Fakat Lokman Sûresi'nde
"Onun sütten kesilmesi iki yıl içindedir." ifadesi mutlak olduğu için
İmameyn bu şüpheye iştirak etmemişlerdir. Fetvada da bu tercih edilmiştir. (Bu
konuda geniş bilgi için Fıkıh'dan Hidaye ve şerhlerine bkz.) İşte babanın
ananın böyle haklarından dolayı onlara iyilik ile muamele etmesini o insana
tavsiye ettik. Nihayet hayat en güçlü çağına erdi, kuvvet ve olgunluk çağına
erdi. Kuvveti ve aklı sağlamlaştı. Bunu bazıları bülûğ ile, bazıları da
olgunluk çağıyla tefsir etmişlerdir. Bu, şuna daha yakındır: Ve kırk yaşına
erişti. Denilir ki peygamberler de kırktan sonra peygamberlikle
görevlendirilmişlerdir. Bununla birlikte Hz. İsa ile Yahya'nın küçüklüklerinde
peygamberlikleri de söz konusudur. İşte tam aklını, kuvvetini toplayıp da
kırkına erdiği zaman o tavsiyeyi yerine getirerek dedi: Allah'tan üç dilek
diledi, birincisi şöyle nimetlerine şükür niyazı. Ey Rabbim! Bana öyle ilham
et, öyle arzu ver ki senin nimetine şükredeyim. Önce şükrü istemesi, şükrün
daima bir nimet neşesiyle ilgili olduğundan ilk önce kalbin neşesini bulmak
içindir. İşte her başarının sırrı da bu neşedir. O neşe iledir ki rızaya uygun
büyük salih ameller yapılabilir. Hem bana ihsan ettiğin nimetine hem de anama
babama ihsan ettiğin nimetine, anama babama, yani din nimeti ve varlık nimeti.
İkincisi, ve senin razı olacağın salih bir amel işleyeyim. Kelimesinde tenvin
tazim için, yani büyük bir iş olduğunu ifade etmek içindir. Yahut çokluk
ifadesi içindir. Birçok iş demektir. Yahut da bir çeşit tekliktir ki salih amel
cinsinden Allah Teâlâ'nın rızasını özellikle celbedecek bir çeşit amel, rızayı
gerektirecek itaat demektir. Üçüncüsü neslimde de benim için islah nasip et,
yani ıslahı, düzgünlüğü onlara da ulaştır. İçlerinde sabit kıl çünkü ben tevbe
ile sana yüz tuttum, senin razı olmayacağın fillerden veya senin zikrinden
alıkoyacak şeylerden tevbe edip sana yöneldim. Çünkü ben müslümanlardanım.
Kendilerini ihlas ve samimiyetle senin birliğine teslim edenlerdenim. Bu iki
cümle duanın sağlam olmasının, tevbe ve İslâm'a bağlı olduğuna işarettir. İbnü
Abbas (r.a) hazretleri demiştir ki: Allah Teâlâ, Ebu Bekir (r.a)'in duasını
kabul buyurdu da müminlerden dokuz kişiyi azat etti ki Bilali Habeşi ve Âmir b.
Füheyre bunlardandır. Ve her ne hayır istediyse Allah Teâlâ ona yardım etti.
Zürriyyeti hakkında da duasını kabul buyurdu. Çocuklarının hepsi iman ettiler.
Ona hem anasının babasının, hem de çocuklarının hepsinin İslâm'a girmesi nasip
oldu. Babası Ebu Kuhafe Osman b. Amr ve annesi Ümmül Hayr bintü Sahr b. Ömer,
oğlu Abdurrahman b. Ebi Bekir ve onun oğlu Ebu Atik hepsi Peygamber'e
yetiştiler ve Hz. Ebu Bekir'in ulaştığı manevî derece sahabeden hiçbirine nasip
olmadı. "Allah hepsinden razı olsun." Bununla birlikte ashab-ı
kiramın hepsi böyle iyilik ve doğruluk duyguları ile dopdolu idiler.
16-Buna işareten buyuruluyor ki: İşte bunlar,
böyle güzel vasıflarla vasıflanmış olan iyi ve şükredici insanlar, O
cennetlikler için de, yani iman ve doğrulukları dolayısıyla haklarında
"İşte onlar cennetliklerdir. Orada yaptıklarının mükâfatı olarak ebedi
olarak kalacaklardır." (Ahkâf, 46/14) buyurulan ve kendilerine kıyamet
günü korku ve üzüntü olmayan cennetlikler içinde öyle seçkin kimselerdir ki kendilerinden
amellerinin en güzelini kabul ederiz ve günahlarından geçeriz. Burada
"Yaptıkları amelin en güzeli ifadesi hakkında tefsircilerin iki görüşü
vardır. Birisi "en güzel" "güzel" mânâsınadır denilmiş,
birisi de den maksat mübahın üzerinde olan itaattır ki mendub ve vacibide içine
almaktadır. Çünkü mübah çirkin değil güzeldir, ama ona sevab ve ceza gerekmez
fakat açık olan şudur ki bunların günahlarından geçilmiş olduğu gibi yaptıkları
iyilikleri de onlara keffaret gibi olarak cennetteki mertebelerinin en güzel amellerine
göre olmasıdır. Burada Mücahid'den Taberi Hz. Ebu Bekir'in Ömer'e olan
vasiyetini nakleder. Şöyle ki: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i çağırdı da ona dedi
ki: Ben sana bir vasiyet edeceğim onu iyi muhafaza edesin Allah'ın gecede bir
hakkı vardır. Onu gündüzün kabul etmez ve gündüzün bir hakkı vardır onu da gece
kabul etmez. Bizim hiçbirimiz için farzı yerine getirmedikçe nafile yoktur,
Kıyamet günü mizanları ağır gelenlerin mizanlarının ağır gelmesi hep dünyada
hakka uymaları ve onun, onlara ağır gelmesi sebebiyledir. Haktan başka bir şey
konmayan bir mizanın ağır gelmesi ise hakkıdır. Kıyamet günü mizanları hafif
gelenlerin mizanlarının hafif gelmesi de dünyada batıla uymalarından ve onun,
onlara hafif gelmesindendir. Batıldan başka bir şey konmayan bir mizanın hafif
gelmesi de hakkıdır. Görmez misin Allah Teâlâ cennetlikleri en güzel
amelleriyle zikretmiştir. Onun için biri der ki benim amelim bunların ameline
nerede erişecek onun sebebi çünkü Allah Teâlâ onların kötü amellerinden
geçmiştir de onları açığa vurmaz, görmez misin Allah Teâlâ cehennemlikleri en
kötü amelleriyle anmıştır da biri der ki; ben amelce onlardan iyiyimdir, onun
sebebi çünkü Allah Teâlâ onların en güzel amellerini kendilerine geri
vermiştir. Görmez misin Allah Teâlâ şiddet âyetini, rıza âyetinin yanında ve
rıza âyetini şiddet âyetinin yanında indirmiştir ki mümin hem ümitli, hem
saygılı olsun da kendi eliyle tehlikeye atılmasın ve Allah'a karşı hak olmayan
bir kuruntuya kapılmasın.
17- "Ve o kimse ki ana babasına üf size
dedi." Bununla önceki âyetin tamamen aksine yani anasına babasına eziyet
edenlere intikal ile uyarıya geçiliyor. Mervan, bunun Abdurrahman b. Ebi Bekir
hakkında nazil olduğunu iddia etmiş ise de doğru değildir. Hikâye olunuyor ki
Mervan bir gün mescidde hutbesinde ben Emirül Müminin'in yani Muaviye'nin
Yezid'i halife tayin etmesi hakkındaki görüşünü güzel görüyorum, çünkü Ebu
Bekir de yerine halife bıraktı, Ömer de demişti. Bunun üzerine Abdurrahman b.
Ebi Bekir: yani krallık mı?, Ebu Bekir (r.a) vallahi onu ne çocuklarından
birisi ne de ehli beytinden birisi hakkında yapmadı. Muaviye ise sırf oğluna
rahmet ve keramet yaptı, dedi. Mervan sen "Ana ve babasına üf size diyen
kimse" değil misin? dedi. Abdurrahman'da sen Resulullah'ın lanetlediği
melunun oğlu değil misin? dedi. Hz. Aişe işitti, Mervan'a sen Abdurrahman'a
şöyle şöyle mi dedin? Yalan söylemişsin. Vallahi o âyet onun hakkında inmedi,
isteseydim kimin hakkında indiğini söylerdim, dedi.
Bana çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz?
Öldükten sonra kabirden dirileceğimimi vaad ediyorsunuz? Halbuki benden önce
nice nesiller geçmiş, yani onlardan kim kabirden çıkmış da ben çıkacakmışım?
diyor. O ikisi, yani anası babası ise Allah'a sığınıyorlar, onun böyle
inkârından cüretinden, küfründen aman diyerek Allah'a sığınıyor, aman ya Rabbi
diye feryad ediyorlar. Yazıklar olsun sana, inan, iman getir. Herhalde Allah'ın
vaadi haktır, diyorlar.
VEYLEK, veyil sana, aslında bizim "canı
çıkası, geberesi" tabirimiz gibi bir helak duası olmakla beraber hakikaten
helak için değil, azarlayarak teşvik ve özendirme için de kullanılır ki burada
da maksat odur. Onun için bana yazıklar olsun sana demek daha uygun olacaktır.
O yine, onları yalanlayarak bu sizin Allah'ın vaadi dediğiniz öncekilerin
masallarından başka bir şey değildir, hiç aslı olmayarak yazılan masallardır,
der.
18- İşte bunlar öbürlerinin tam aksine olarak
cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce geçen ümmetler içinde aleyhlerine
söz hak olmuş kimselerdir. Sözden maksat "Andolsun ki ben cehennemi
cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım." (Hûd, 11/119) âyetinde
ifade edilen azap kelimesidir. Burada "ümmetler içinde" ifadesi
yukarıdaki "cennetlikler içinde" ifadesinin karşılığında kullanılmış
olmak üzere cehennemlikleri gösteriyor ve bu âyetten cinlerin de insanlar gibi ölümlü
olduğu anlaşılıyor. Çünkü bunlar kendilerini ziyan etmiş, hüsrana düşmüş
kimselerdir
19- ve her biri için, yani şu anlatılan iki
kısımdan cennetliklerle hüsrana düşenlerden hirbir kısım için amellerinden
dereceler var, işledikleri hayır veya şer amellere göre çeşitli dereceleri
vardır. Cennetliklerin de dereceleri farklıdır. Kendilerine azap hak olanların
da. Çünkü gerek mahiyet, gerekse şekil itibarıyla amelleri farklıdır. Onun
cezası olan dereceleri de ona göre farklıdır. Bunun için buyuruluyor ki: Bu da
onlara hiçbir zulüm edilmek sizin amellerinin kendilerine tamamen ödenmesi
içindir.
20- Onun için kimininki dünyada tamamlanır,
kimininki ahirette. Bu şekilde kâfirler sırf dünya için çalıştıkları ve
yaptıkları iyi amellerin mükâfatını hemen dünyada alacakları için O küfredenler
ateşe arz olunacağı günde -ki kıyamet günüdür- şöyle denecektir: "Siz
bütün iyiliklerinizi dünya hayatınızda giderdiniz." Hz. Ömer (r.a)'de
rivayet edilmiştir. "İstesem ben sizin en hoş yemekliniz en güzel giyimliniz
olurdum. Fakat gördüm ki Allah Teâlâ bir kavme iyiliklerinin yok olduğu
haberini vermiş. "Siz bütün iyiliklerinizi dünya hayatında
giderdiniz" buyurmuştur. Ben iyiliklerimi geriye bırakmak isterim
demiştir. Yine rivayet olunur ki Şam'a geldiği vakit ona misli görülmemiş bir
yemek yapılmıştı. Buyurdu ki: Bu bizim fakat vefat etmiş olan müslüman fakirler
için ne var, onlar arpa ekmeğinden doymuyorlardı. Halid b. Velid, onlara cennet
var, dedi. Deyince Ömer'in gözleri doluktu da vallahi bizim nasibimiz bu
dünyanın geçici menfaatlerinde olup da onlar gittiler ise!.. Dedi ki: Allah
daha iyi bilir ama, cennette aramız ne kadar uzak olur demektir. Resul-i Ekrem
(s.a.v.) bir gün suffe ehlinin yanlarına girdi. Elbiselerine yamalık
bulamadıklarından deri ile yapıyorlardı.
Buyurdu ki siz bugün mü daha hayırlısınız
yoksa her biriniz sabah süslü bir elbise, akşam süslü bir elbise giyeceğiniz ve
sofranızda tabakların biri gidip biri geleceği ve evi Kâbe örtülür gibi
örtüleceği gün mü? Biz bugün daha hayırlıyız dediler, evet buyurdu, bu gün daha
hayırlısınız. İbnü Zeyd bu âyetin tefsirinde şu âyetleri okumuş. "Kim
dünya hayatını ve zinetini isterse biz onlara amellerinin karşılığını burada
tamamen öderiz, bu hususta onlara cimrilik yapılmaz." (Hud, 11/15) ve
"Her kim ahiret sevabını isterse onun sevabını artırırız. Ve her kim dünya
menfaatini isterse ona da dünyalık veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip
yoktur." (Şura, 42/20), "Her kim acele geçen dünyayı isterse
dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar dünyalık peşin veririz. Sonra da ona
cehennemi tahsis ederiz." (İsrâ, 17/18) ve demiştir ki işte dünya
hayatında iyiliklerini giderenler bunlardır. Aşağılayıcı azab, aşağılayıcı yani
zillet ve hakaret azabı. Bunun bir misal ile izahı:
Meâl-i Şerifi
21- Ey Muhammed! Âd kavminin kardeşi Hud'u
hatırla. Hani O, Ahkâf denilen yerde kavmini uyarmıştı. O'ndan önce ve sonra da
nice peygamberler gelip geçmiştir. Hud, kavmine: "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin. Çünkü ben sizin için büyük bir günün azabından
korkuyorum." demişti.
22- Onlar: "Sen bizi ilâhlarımızdan
çevirmek için mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen o bize vaad edip
durduğun azabı haydi getir." dediler.
23- Hud: "O azabın ne zaman geleceğine
dair ilim Allah katındadır. Ben size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat
ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." dedi.
24- O azabı, vadilerine doğru yayılan bir
bulut halinde gördükleri zaman: "Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir
buluttur." dediler. Hud ise: "O sizin acele gelmesini istediğiniz
şeydir. O bir rüzgârdır ki, içerisinde acı bir azab vardır.
25- O rüzgâr, Rabbinin emri ile herşeyi yıkar
mahveder." dedi. Nihayet helâk oldular ve evlerinden başka hiçbir şey
görünmez oldu. İşte biz günahkâr kavmi böyle cezalandırırız.
26- And olsun ki, biz onlara size vermediğimiz
imkanlar vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat
kulakları, gözleri ve kalpleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar
Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de
onları sarıp kuşattı.
21-23- Âd kavminin kardeşi, yani "Hani
kardeşleri Hud onlara demişti" (Şuarâ, 26/124) buyurulduğu üzere Âd
kavminin içlerinden kendilerine peygamber olan Hud (a.s) Ahkâf'ta, Ahkâf,
aslında uzun ve eğrili büğrülü yüksekçe kum yığını demek olan "hıkf"
kelimesinin çoğuludur ki o eğri büğrü kum tepeleri demek olup Âd kavminin o
uyarı sırasında bulundukları yer bu ad ile anılmıştır. İbnü Zeyd ve Katade'den
Yemen beldelerinden "Şıhr" denilen yerde denize doğru kumluklarda oturuyorlardı
diye İbnü Abbas'tan Umman ile Mehre arasında diye rivayet edilmiş. Muhammed b.
İshak da demiştir ki Hûd (a.s) peygamber olarak gönderildiği zaman Âd kavminin
bulunduğu yer ve cemaatleri, Ahkâf, Umman civarında Hadramut'a doğru kumluk,
sonra da bütün Yemen idi. Bununla beraber yeryüzünün her tarafına yayılmış ve
Allah'ın verdiği fazla kuvvetleriyle halkını perişan etmişlerdi. Mucemül
Büldan'da der ki bu üç rivayetin üçünde de mânâ birdir. Ancak Dahhak'tan Şam'da
bir dağdır diye bir rivayet gelmiş ise de İbnü Atiyye tefsirinde de sahih olan
demiş Âd'ın beldeleri Yemen'de idi. Ve "Direkli irem bağları" (Fecr,
89/7) onların idi. (O âyetin tefsirine bkz.) Demek ki Ahkâf kelimesi anlam
itibarıyla Âd kavminin kuvvetlerine rağmen yerlerindeki çürüklüğe işaret eden
ve uyarıya uygun olan bir kelimedir. Bu bakımdan "Ondan önce ve sonra
birçok uyarıcı peygamberler gelip geçmişti." âyetinde "nüzûr"
kelimesi "İnzar" yani uyarı mânâsına "nezir" kelimesinin
çoğulu olarak da düşünülebilir. Fakat mastarın çoğul olması zahire muhalif
olacağından "münzir" uyarıcı mânâsına "nezir"in çoğulu
olması daha doğrudur, yani Hud'dan daha önce ve daha sonra uyarıcı peygamberler
gelmiş geçmiş ise de şimdi sen özellikle Hud'un uyarısını hatırla. Şöyle ki "Allah'tan
başkasına ibadet etmeyin çünkü ben size büyük bir günün azabının gelmesinden
korkuyorum." demişti.
24- "Ne zaman ki o azabı bir bulut
halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı
görülen demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak
üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile tefsir
edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr kavimleri, yani her
şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla öyle ummadıkları bir şekilde
gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve dehşetiyle saran bir helak cezası
İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle
rivayet etmişlerdir ki: Onun azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur,
çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer
arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve
kapılarını kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz
gün üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş
üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle
oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde
anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir kadın
olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince şöyle rivayet
olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin üzerine bir hat
çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet
edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı çevrili bir yere çekilmişti. Onlara
rüzgardan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor
ve fakat Âd kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla
beyinlerini parçalıyordu.
25- "Ne zaman ki o azabı bir bulut
halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı
görülen demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak
üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile tefsir
edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr kavimleri, yani her şekilde
onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla öyle ummadıkları bir şekilde gelip
herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü
ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle
rivayet etmişlerdir ki: Onun azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur,
çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer
arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve
kapılarını kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz
gün üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş
üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle
oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde
anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir kadın
olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince şöyle rivayet
olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin üzerine bir hat
çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet
edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı çevrili bir yere çekilmişti.
Onlara rüzgardan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar
dokunuyor ve fakat Âd kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve
taşlarla beyinlerini parçalıyordu.
26- "Ne kulakları, ne gözleri ve ne de
gönülleri kendilerine hiç bir fayda vermedi. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini
inkâr ediyorlardı." Bu gösteriyor ki kendileri için ondan korunmak
mümkündü. Eğer Allah Teâlâ'nın onlara göstermiş olduğu âyetleri ve delilleri
inkâr etmeyip de Hud (a.s)'ın uyarısı üzerine iman ve itaat etselerdi helak
olmayacaklardı, fakat dinlemeyip eğlendikleri için o alay ettikleri, haydi
getir bize dedikleri, azab da kendilerini kuşatıverdi. Şu halde onlardan daha
zayıf olan sizleri kuşatamaz mı? Görülüyor ki bunlarla bütün semavî afetler
beşerin bir suçuna ceza olmak üzere anlatılmış olmuyor. Beşerin kazancı ile
ilgili olan âfetlerin dehşeti ve Allah Teâlâ'nın her kuvvet üzerindeki kudreti
anlatılmış oluyor.
Meâl-i Şerifi
27- Andolsun ki, biz sizin etrafınızda bulunan
bir çok memleketleri helak ettik. Belki tevhide dönerler diye ayetlerimizi
çeşitli şekillerde açıkladık.
28- Allah'ı bırakıp da kendilerine yakınlık
sağlamak için edindikleri ilâhları onlara yardım etselerdi ya! Ama hayır,
aksine onlardan kaybolup gittiler. İşte bu onların yalanları ve uydurup
durdukları iftiralarıdır.
29- Ey Muhammed! Hani biz cinlerden bir grubu
Kur'ân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur'ân'ı dinlemek için hazır
bulundukları zaman birbirlerine "susun" dediler. Kur'ân'ın okunması
bitince de birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.
30- Onlar kavimlerine şöyle dediler: "Ey
kavmimiz! Gerçekten biz Musa'dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri
tasdik eden bir kitap dinledik. O kitap gerçeği ve doğru yolu gösteriyor.
31- Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun ve
O'na iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir
azabdan korusun."
32- Her kim Allah'ın davetçisine uymazsa
bilsin ki, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Onun Allah'tan başka
dostları da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içerisindedirler.
33- Onlar gökleri ve yeri yaratan ve onları
yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar
mı? Evet şüphesiz ki, O'nun herşeye gücü yeter.
34- İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün
onlara: "Bu gerçek değil miymiş?" denir. Onlar da: "Rabbimiz
Hakk'ı için gerçekmiş!" derler. Allah onlara: "O halde inkâr
ettiğinizden dolayı şimdi tadın azabı!" der.
35- Ey Muhammed! Azim sahibi peygamberlerin
sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlar için (azab hususunda) acele etme. Sanki
onlar kendilerine vaad edilen azabı gördükleri gün dünyada sadece gündüzün bir
saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Hiç yoldan çıkan fasıklar
topluluğundan başkası helak edilir mi?
27- "Andolsun ki biz sizin etrafınızdaki
memleketleri helak etmişizdir." Bu örnek yoluyla Mekkelilere hitaptır.
Etrafındaki helak olan memleketler, Me'rib, Semud'un hicri, Sedum, Eyke gibi yerlerdir.
Biz âyetleri de evirip çevirip anlatmıştık. Yani uyarıcı âyetleri hep onlara
türlü şekillerde evirip çevirerek tekrar da etmiştik. Ki belki dönerler.
Şirkten, isyandan vazgeçip, tevhide dönerler, zaten bu değişmelerin herbiri
diğerleri için başlıbaşına bir âyet bile oluyordu, gösteriyordu ki Allah'tan
başka dayanılıp ibadet edilecek hiçbir şey yoktur.
28- O zaman onları kurtarsa idi ya? O
Allah'tan başka yakınlık için. "Biz onlara ancak bizi Allah'a daha çok
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.." (Zümer, 39/3), "Bunlar Allah
katında bizim şefaatçilerimizdir." (Yunus, 10/18) diye şefaat için ilahlar
diye tutundukları kimseler o mabut taslakları niye kurtaramadılar? Hayır
bilakis onlardan kaybolup gittiler. Yani onları bırakıp dünyadan ve inançlarından
silinip gittiler. Ve işte bu sapıklık, bu hayal kırıklığı onların iftiraları,
yani iftiralarının eserleri yalan ve batıl itikadlarının vardığı sonuçtur. Ve
uydurdukları iftiranın neticesidir.
29- "Bir de o zamanı hatırla ki cinlerden
bir takımını Kur'ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik.." Bu yukarıdaki
üzerine matuf zannedilebilirse de değildir. "Yönelttiğimiz zamanı
hatırla" takdirinde yukarıdaki cümlesine matuftur. Arapça'da nefer
kelimesi üçten ona ve ondan kırka, kadar toplanmış bir cemaat hakkında
kullanılır. Cin, insan karşılığı gizli yaratıklardır. (En'am Sûresi'ndeki
"Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yapmışızdır.
(Enam, 6/112) âyetinde bu kelimenin izahına ve Cin Sûresi'ne bkz.) Bu
hatırlatmada sırf ibret ve uyarı için bir kaç rivayette geldiğine göre bunlar
Diyarbekir tarafından Nusaybin cinlerinden imiş.
Ninovalı da denilmiştir. Fahreddin Razî der
ki: Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır: Birincisi, Said b.
Cübeyr demiştir ki; cinler gök kapılarını dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp
kovuldular gökte olan bu olay her halde yerde bir şeyden dolayı olsa gerektir
diye sebebini aramaya gittiler. O sırada Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke halkının
kendisine uymalarından ümitsiz olarak İslâm'a davet için Taif'e çıkmıştı.
Mekke'ye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil denilen
vadide kalkmış sabah namazında Kur'ân okuyordu. İşte oraya Nusaybin cinlerinin
ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü İblis onları göğün
taşlamalarla korunmasını icab ettiren sebebi öğrenmek üzere göndermişti.
Kur'ân'ı işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar. İkinci görüş: Allah Teâlâ
peygambere cinleri de uyarıp davet etme ve kendilerine Kur'ân okuma görevini de
vermişti. Onun için Allah Teâlâ ona Kur'ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak
üzere bir takım cin göndermişti. Ebu Hayyan da Bahir'de der ki: Cin kısası iki
defa olmuştu, birincisi Taif'ten dönüşündeki. Siyercilerin anlattıkları kıssaya
göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz kılarken dinlediler,
o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların dinlediklerini haber verdi. Diğer bir
defasında da Allah Teâlâ, Peygamber'e cinleri uyarıp onlara Kur'ân okumasını
emir buyurmuştu. Bunun üzerine bana cinlere Kur'ân okumam emredildi, arkamdan
kim gelecek dedi, bunu üç kere söyledi, Abdullah b. Mesud'dan başkası ses
çıkarmamış önlerine bakmışlardı. Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: Cin
gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik. Hacun'daki dağ yoluna
vardığımızda bana bir hat çizdi, ben gelinceye kadar bundan çıkma dedi, sonra
Kur'ân okumaya başladı ben şiddetli bir gürültü işittim hatta Resulullah'a bir
şey olmasından korktum, onu birçok karartılar kapladı, onunla benim arama engel
oldu hatta sesini işitmez oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar,
sonra bana birşey gördün mü dedi. Evet beyaz elbiselere bürünmüş siyah adamlar
gördüm, dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu. Taberi tefsirinde der
ki: Allah Teâlâ "Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik"
buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf
etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi, dedi. Bu cümleden olarak İbnü Abbas'tan
İkrime rivayet ederek demiştir ki Nusaybin halkından yedi kişi idiler.
Resulullah onları kavimlerine elçi yaptı, diğer bazıları da dokuz kişi idi,
dediler. Bunlardan Zirr b. Hubeyş demiştir ki Hz. Peygamber (s.a.v) Nahle
vadisinde iken "onun huzuruna vardıkları zaman" âyeti indirildi.
Dokuz idiler, birisi Zevbaa idi. sözü yani Allah'ın Resulüne yönelttiği cin
grupları peygamberin huzuruna vardıklarında demektir. Alûsî de şunları
kaydetmiştir. İbnü Ebi Hatim'in Mücahid'den rivayetine göre yedi kişi idiler.
Üçü Harran'dan, dördü Nüsaybin'den, isimleri de: Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır,
Elerdevanyan, Serme, el-Ahkam yahut el-Ahkab idi. Taberânî Evsat'ta ve İbnü
Merduyye cinnin Resulullah'a iki kere gönderildiğini nakletmişlerdir.
Hafaci'nin Şihab'ında Kâdi haşiyesinde Cin Sûresi'nin tefsirinde denilmiştir ki
hadisler cinnin gönderilmesi altı kere olduğuna delalet etmektedir.
Rivayetlerde gerek adet ve gerek diğer hususta görülen ihtilaf da bununla
bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki: Nüsaybin halkından dokuz
kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve fulan ve fulan
ve'l-Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak vardılar, sonra da
çıktılar. Resulullah'a heyet halinde yetkili delege olarak geldiler üç yüz kişi
idiler. Hacun'a kadar geldiler el-Ahkab geldi Resulullah (s.a.v)'a selam verdi
ve kavmimiz seninle görüşmek üzere Hacun'da hazır bulunuyorlar dedi. Resulullah
da Hacun'da geceden bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime'den bu âyette
onların Musul ceziresinden on iki bin olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi
Keşşaf'ta da hikâye eder. Resulullah'ın onlara okuduğu sûre yani Alak Sûresi
idi. Bununla beraber Bahir'de İbnü Ömer ve Cabir b. Abdullah (r.a)'dan
nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a.v) onlara (Rahman) sûresini okudu.
"Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz." dedikçe, hayır
Rabbimizin âyetlerinden hiçbir şey yalanlamayız "Ey Rabbimiz sana hamd
olsun" derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil'de Resulullah'a cinlerin
gelişinin, peygamberliğin on birinci senesinde olduğunu rivayet etmiştir. Bu
kıssanın hicretten üç sene önce olduğunun söylenmesi de bu mânâdadır.
30- "Musa'dan sonra indirilen bir kitap,
Musa'dan sonra deyip de İsa'yı söylememelerine iki ihtimal gösterilmiştir.
Birincisi, çünkü Musa (a.s) iki kitap ehli arasında hakkında ittifak edilen bir
peygamberdir. Ve ona indirilen kitap Kur'ân'dan önce en büyük kitaptı. İsa
(a.s) da onunla amel etmek üzere görevlendirilmişti. İkincisi Ata demiştir ki,
çünkü yahudi milleti üzere idiler. Bu ifadelerin bir çok noktaları bu gizli
varlıkları zannedildiği gibi sadece mücerred (soyut) şeylerden ibaret
olmadıklarını bildirmekten uzak kalmıyor. Onun için kelamcılar bunlara latif
cisimler demişlerdir. Önündekini, yani Tevrat'ı yahut bütün geçmiş ilâhî
kitapları tasdik ediyor. Hakka, yani esas itibarıyla sahih itikada ve doğru bir
yola, teferruat itibarıyla da doğruca Allah'ın rzasına erdirecek amelî ve şerî
hükümlere iletiyor.
31- "Günahlarınızı bağışlasın."
Burada Baziyet ifade eden ile denilmesi dikkat çekicidir. Denilmiştir ki maksat
sadece Allah'ın hakkı olan günahlardır. Çünkü kulların hakları sadece iman ile
bağışlanıvermez. Gerçi bir gayri müslim kanlar döküp mallar yağma etmiş olup da
sonra müslüman olsa müslüman oluşu hiç şüphesiz bütün geçmişlerini keser atar
ise de yine o gayri müslimin birkaç sene önce eman yolu ile gelip bir şahısdan
borç almış olduğunu farz etsek bu defa sadece İslâm'a gelmesiyle o borcun da
zimmetinden düşmüş olması gerekmez. yani aynı yurt içinde zimmi ve andlaşma ile
orada bulunan gayri müslimlerin İslâm'a girmeleri belirli olan kul haklarını
düşürmez. Bu cinler de kendi kavimleri içinde imana davet ettikleri için yalnız
bazı günahların bağışlanacağını vaad etmişlerdir. Daha diğer şekilde de
söylenmiştir.
32- Her kim de Allah'ın davetçisine, yani
peygambere ve peygamberin elçilerine uymazsa yeryüzünde aciz bırakacak
değildir. Yani Allah'ı aciz bırakıp da onun azabından kendini kurtarabilecek
değildir. Bu âyet tehdit ve uyarıyı özetlemiş oluyor. Ve burada cinlerin sözü
son buluyor.
33- Nihayet öldükten sonra dirilme ve ahiret
meselesi iyice zihinlere yerleştirilmek üzere buyuruluyor ki: Görmediler mi? Bu
görüş, göz görüşünden, kalp görüşü ile görmek ve delil getirmektir. Yani şu
görülüp duran gökler ve yeri yaratmış ve onları yaratmakla yorulmamış. Bu kayıt
yahudilerin altı günde yarattı da yedinci gün dinlendi demelerini reddir.
Nitekim Kâf Sûresi'nde "Bize bir yorgunluk da dokunmadı." (Kâf,
50/38) buyurulmuştur. "Ölüleri diriltmeye de kadirdir." Ölüleri
diriltme: "Bir ölü iken dirilttiğimiz (Kâfir iken hidayet verdiğimiz) ve
kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur ihsan ettiğimiz
kimse..."(En'am, 6/122) âyetinde ifade edilen diriltmeyi de kapsadığında
şüphe yoktur. Evet hiç şüphe yok ki o herşeye kadirdir. Diriltmenin de her
türlüsüne kadirdir. Onun için İslâm herhalde ebedi hayat bulacak, kâfirler
cehenneme girecektir.
34-35- "O gün kâfirler ateşe
arzolunacaktır." Böyle olunca, yani kâfirlerin sonu böyle ateş olacak ve
hakkı itirafa mecbur kalacak olunca ey Muhammed! Sen sabret! Ulü'l-Azm (Azim
sahibi) peygamberlerin sabrettiği gibi. Çünkü sen de onlardansın.
ULÜ'L-AZM: Azim sahipleri, azim bir işin
icrasına ve yerine getirilmesine kalbi kesinlikle bağlamak yahut iradede sabır
ve sebat ile maksadı takip ve gayret sarfetmektir. 'deki 'in beyaniye ve
tebîziye olması muhtemeldir. Beyan olduğuna göre Ulü'l-azim'den maksadın
resuller olduğunu, resullerin hepsinin azim sahipleri bulunduğunu gösterir.
Çünkü peygamberlerin hepsi sabır ve sebat, azim ve atılım sahipleridir. Baziyet
olduğuna göre de peygamberler içinden azimlerinin üstünlüğü ile seçkin bir
kısım, yani şeriat sahibi olup onun kuruluş ve yerleşmesinde çok çalışan ve
onun meşakkatlerine ve hasımlarının düşmanlıklarına tahammül ederek sabreden
şerefli peygamberlerdir ki bunların meşhurları "Hani biz peygamberlerden
misaklarını almıştık senden de, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryemoğlu
İsa'dan da. Onlardan sağlam bir söz almıştık." (Ahzap, 33/7) âyetinde
isimleri sayılanlardır. Bu konuda daha başka görüşler de vardır, bizim
fikrimizce Kur'ân'da isimleri zikredilen peygamberlerin hepsi Ulü'l-azm
Resuldür, denilmesi de doğrudur. Çünkü, Resuller Kur'ân'da zikredilenlerden ibaret
değildir. "Kıssalarını sana anlatmadığımız Resuller." (Nisa, 4/164)
vardır. Sabret de onlar o kâfirler,özellikle Kureyş kâfirleri hakkında azap
için acele etme, sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir
günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. O saat gelince onun
korkusundan ve ahiretin uzunluğundan dünyada durdukları senelerce ömür az, o
kadar az gelecektir.
Müddeti devri felek bir gündür. Âdem bir
nefes. Yeter, yani bu size edilen vaaz ve hatırlatma son derece beliğ, yeterli
bir öğüttür, elverir. Yahut beliğ bir tebliğdir. Haberiniz olsun duymadık
demeyin.
Kısaca, helak olacak başkası değil, ancak o
fasıklar güruhudur. İtaatten çıkmış, öğüt dinlemez, fasık kavimdir. Âlûsî
tefsirinde der ki; Bu sûrenin âyetleri arasında bu "Sanki onlar
görecekleri gün..." âyetinin bir özelliği bulunduğuna işaret eden bazı
eserler vardır. Taberani, Dua kitabında Enes aracılığı ile peygamber
(s.a.v)'den şöyle rivayet etmiştir. Buyurdu ki; bir hacet diledin ve onun çabuk
olmasını arzu ettin mi? Şöyle de:
"Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur. Onun hiçbir ortağı da yoktur. O çok yücedir, çok büyüktür. Tek olan
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O kullarına karşı çok yumuşak ve çok
cömerttir. Daima diri ve kullarına yumuşak davranan kendisinden başka hiçbir
ilâh bulunmayan Allah'ın adıyla, yüce Arş'ın sahibi olan Allah'ı tesbih ederim.
Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur. Sanki onlar kendilerine vaad
edilen sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır.
Bu yeterli bir tebliğdir. Helak olacak başkası değil ancak o fasıklar
güruhudur. Allah'ım, senden rahmetine sebep olacak şeyleri, mağfiretine sebep
olacak iradeni, her türlü günahtan kurtuluşu, her türlü iyiliği elde etmeyi,
cennete kavuşmayı, cehennem ateşinden kurtulmayı diliyorum. Allah'ım, bana
bağışlamayacağın bir günah, ferahlık vermeyeceğin bir sıkıntı, ödettirmeyeceğin
bir borç, yerine getiremeyeceğim dünya ve ahiret ihtiyaçlarından herhangi bir
ihtiyaç bırakma, ey merhametilerin en merhametlisi olan Allah'ım! bunları
rahmetinle ihsan et ya Rab!
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Ahkaf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.