Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Yasin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
36-YASİN:
1-2-3- Yâsin, çoğunluğun görüşüne göre Halil
ve Sibeveyh'in açıkladıkları gibi sûrenin ismidir. Bazılarına göre yemindir.
Allah Teâlâ'nın isimlerindendir. Bazılarına göre de Allah Teâlâ'nın kelâmını
açtığı bir söz anahtarıdır. Bakara Sûresi'nin başında hakkında yapılan açıklama
genel olarak burada da geçerlidir. Yalnız burada özel olarak şu iki rivayet
vardır: Birisi, İkrime vasıtasıyla İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere, Ey
insan! demek olmasıdır. Birisi de Saîd b. Cübeyr'den rivayet edildiği üzere Hz.
Peygamber'in bir ismi olmasıdır ki, "Emin ol ki sen, hiç şüphesiz
gönderilen peygamberlerdensin." hitabı bunu andırır. Şifâ-i Şeri'fte
anlatıldığı üzere Nakkaş, Hz. Peygamber'den: "Benim Kur'ân'da yedi ismim
vardır: 'Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsin, Müddessir, Müzzemmil, Abdullah"
diye rivayet etmiştir. "Hakâyık Tefsiri" sahibi Sülemî, Vâsıtî'den ve
Cafer b. Muhammed'den: "Yâsin'in yâ seyyid (ey efendi) demek olduğunu da
anlatmıştır.
Kırâet: Ebu Bekir, Hamza, Kisâi, Ravh, Halefi
Âşir, "yâ"nın fethasını imâle ile okurlar. Aşere kırâetlerinin
hepsinde "sin" vakıfta ve vasılda (duruşta ve geçişte) sâkin okunur.
Kâlûn, İbnü Kesir, Ebu Amr, Hafs, Hamza "nûn"u vasılda izhar,
diğerleri idğam ederler. Ancak Ebu Cafer hep sekit yaptığı için, onda da izhar
lâzım gelir. de "vâv" kasem (yemin) içindir. Yalnız Yâsin'de yemin
mânâsı bulunduğuna göre, atf için olmasını da caiz görenler olmuştur. Dilimizde
ayrıca bir yemin harfi bulunmadığından, birçok yerlerde kasemi "hakkı
için" diyerek ifade ediyoruz ki şöyle demek olur: Hem Kur'ân'ı Hakîm hakkı
için. Hakîm: Hikmetli, hikmet söyleyen, hikmet sahibi yahut çok hakim ve muhkem
(sağlam) mânâlarına gelir ki, Kur'ân hakkında hepsi de doğrudur. Emin ol ki
sen, hiç şüphesiz risalet görevi ile gönderilen peygamberlerdensin. Görülüyor
ki bu hitab hem yemin, hem hem , hem de isim cümlesi ile takviye edilip
pekiştirilmiştir. Bu kadar kuvvetli tekit ise, ancak muhatabın, konuyu şiddetle
inkâr ettiği makamda yakışır. Onun için burada muhatap Peygamberin kendisi
olduğu halde, ona tebliğde bu derece tekide ne lüzum vardı? diye bir soru
sorulabilir. Buna cevap şudur: Bu cümle "Fakat Allah sana indirdiği ile
şahitlik eder ki, O bunu kendi ilmiyle indirmiştir. (Buna) melekler de şahitlik
ederler. (Aslında) şahit olarak Allah yeter." (Nisâ, 4/166) buyurulduğu
üzere, gerçekte Allah tarafından Hz. Muhammed'in peygamberliğine bir
şahitliktir. Bundan dolayı bu tekitler, işin başında şiddetli küfür ve
inkârlarla karşılaşan Peygamberi kamu karşısında layıkıyla tatmin etmek ve
güvence vermek içindir. Bu bakımdan şöyle demek olur. Bütün inkârcıların,
inatçıların, kâfirlerin küfür ve inkârlarına rağmen emin ol ki sen, şüphesiz o
peygamberlik görevi ile gönderilen, yani Allah'ın tebliğ edilmek üzere
emanetini taşıyan ve dinlenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş
elçileri olan hak peygamberlerdensin.
4- Dosdoğru bir yol üzeresin. Hiç eğriliği
olmayan, dosdoğru Allah'a götüren yeni bir cadde üzerinde gönderildin ki, o
islam şeriatıdır. Tenzile, nasb ile de ref' ile de okunur. Yani zaman zaman
indirdiği vahyi ile O aziz, rahîm'in, bütün güç ve kuvvet, galibiyet ve zafer
kendisinin olan ve kudretini tanıyan müminlere vereceği nimet ve rahmetine
nihayet olmayan yüce kudret sahibi Allah'ın, burada Esmâü'l-Hüsnâ (Allah'ın
güzel isimleri)dan" özellikle bu iki yüce ismin anılması "Allah şöyle
yazmıştır: Andolsun ki, galib gelecek olan ben ve peygamberlerimdir."
(Mücadele, 58/21) ifadesiyle "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik." (Enbiya, 21/107) ifadesine işarettir.
5-6-Bu Kur'ân'ın indirilişinin hikmeti
korkutup sakındırman için. Yani bu dünyanın bir âhireti bulunduğunu, sonunda
hep o çok güçlü ve çok merhametli olan Allah'ın huzuruna varılıp hesap
verileceğini, doğru yoldan gitmeyenlerin, tehlikeden korunmayanların sonlarının
kötü olduğunu haber verip sakındırasın diye. Bir kavmi ki, babaları
korkutulmadı. Pek uzak dedelerine değilse de yakın babalarına uyarıcı, yani
Allah korkusunu anlatacak peygamber gönderilmedi de onlar, o kavim gafil
kimselerdir. Doğru yolun ne olduğundan, sonucun nereye varacağından haberleri
yoktur.
Kasas Sûresi'nde "Andolsun ki biz, ilk
kuşakları helâk ettikten sonra Musa'ya kitap verdik.." (Kasas, 28/43)
âyetinde açıklandığı üzere Musa'ya Tevrat, ilk kuşakların helâk edilmesinden
sonra verilmişti. O zamandan Hz. Muhammed'in peygamberliğine kadar geçen orta
kuşaklar arasında İsrailoğullarına birçok peygamberler gönderilmiş olduğu
halde, Araplara doğrudan doğruya bir peygamber gönderilmemiş olduğundan
büsbütün gaflet ve dini bilgilerden mahrumiyet içindeydiler. Böylece Allah'ın
rahmeti, Kur'ân'ın Arapça olmasını ve son peygamberin Araplardan gelmesini
gerektirmişti. Gerçi Kur'ân'ın uyarısı Araba mahsus değil ve Resulullah,
"Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde bize ne bir
müjdeci, ne de bir uyarıcı gelmedi demeyesiniz diye, size açıkça anlatan
peygamberimiz gelmiştir. İşte böylece size müjdeci de, uyarıcı da gelmiş."
(Mâide, 5/19) buyurulduğu üzere, hem bütün kitap ehline gönderilmiş, hem de
"Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik." (Sebe', 34/28) âyetinin ifadesince bütün insanları davetle
görevli bir müjdeci ve uyarıcı ise de, bu davet ve uyarı işin başında "En
yakın akrabalarını uyar." (Şuarâ, 26/214) emri uyarınca, en yakınından
"Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki,
onlara apaçık anlatsın." (İbrahim, 14/4) âyeti gereğince de Araptan
başlayacaktı. Çünkü bunlar büsbütün gâfildiler.
7- Andolsun ki, daha çoklarına karşı (azab)
sözü hak oldu. Kelimesinde kaseme cevaptır. "Allah'a yemin ederim ki
muhakkak.." takdirinde Allah Teâlâ'nın yüce ismine bir yemini işaret eder.
Tefsircilerin çoğu burada "söz"den
maksadın, "Andolsun ki, cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan
dolduracağım." (Secde, 32/13) kelimesi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim
"Şüphesiz Rabbinin kelimesi üzerlerine hak olanlar inanmazlar."
(Yunus, 10/96) âyetinde de böyledir. Yani bu yüce söz gereğince haklarında azab
ile hüküm vacib oldu. Ancak buna şöyle bir soru sorulur: "Halkı ıslah
edici kimseler olduğu halde, Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek
değildi." (Hûd, 11/117), "Biz bir peygamber gönderinceye kadar
(hiçbir kavme) azab edecek değiliz." (İsrâ, 17/15) buyurulmuşken, burada
"onlar gafildirler" diye gafletleri anlatılan bir kavim aleyhinde
azab nasıl hak olur? Cevap olarak, bunlara o sözün (azabın) hak olması,
peygamber gönderilmeden önce değil, gönderildikten sonra Ebu Cehil gibi inad
edip kabul etmeyenlere aittir, deniliyor.
Fakat bu, itibarla doğru olsa da, sonradan
çoklarının imana gelmiş olduklarına göre, bunlara imana gelmez bir çoğunluk
denilemeyeceği gibi, peygamberin gönderilişinden sonra çoğunluğun bu şekilde
hemen mahkûm edilişi de "Babaları uyarılmayan ve kendileri de gafil
olan." mazeretiyle âyetin gelişine de uygun düşmüyor. O halde bu
çoğunluğun, o kavmin içinden çok dışında olması gerekir. Çünkü nahivde
bilinmektedir ki, ism-i tafdilin izafetle (tamlama halinde) kullanılışının iki
şekli vardır: Birisinde "muzâfun ileyh"ten bir cüz (parça) olması
şart olur. "Yusuf, insanların en güzelidir." ifadesi gibi. Diğerinde
ise mutlak fazlalık kastedilmekle "muzâfun ileyh"ten hariç olabilir.
"Yusuf, kardeşlerinin en güzelidir." cümlesinde olduğu gibi ki, işte
burada "onların çoğu " bu mânâ ile düşünüldüğü takdirde, bu
çoğunluğun, o gafillerin dışında bulunan ve babaları uyarılmış olan azgınlara
yorumlanacağından bir soru gelemez. Yani sadece o gafillerin içinden çoklarına
değil, onların daha çoklarına, babalarına peygamber gönderilmiş olduğu halde,
doğru yoldan ayrılmış olan pek çok kavimlere söz (azab sözü) hak olmuştur.
Artık onlar imana gelmezler. Onun için korkutmaya onlardan başlamak, hikmete
uygun olmaz.
8- Çünkü biz onların boyunlarında birtakım
bağlar, kelepçeler yapmışızdır.
AĞLAL: Gayının zammesiyle "gull"ün
çoğuludur. Bahir'de denilir ki: Gull; zorlama tazyik, azab etmek, esirlik
mânâsıyla boynu saran ve boyun ile beraber iki veya bir eli de bağlayandır.
Râgıb da şöyle der: Organları ortasına alan bağdır. Bazıları da azab etmek ve
şiddet göstermek için eli boyuna bağlayan bağdır, diye ifade etmişlerdir. Kâmus
mütercimi de hapsedilenin ve delinin boynuna geçirdikleri demir toka ve lâleye
(halkaya) denilir, diye anlatmıştır. m Demek ki gull, kelepçe ve lâle (halka)
denilen demir bağlardır. Ebu Hayyan, Bahir'de diyor ki: Zâhir olan bu âyetinin,
istiâre değil, hakikat olmasıdır. İman etmeyeceklerini haber verince,
ahiretteki hallerinden de bir şey haber verilmiş demektir. Bununla beraber
âlimlerin çoğu bunun bir istiâre olduğunu söylemişlerdir ki, hidayetlerine
engel olan ruhsal ve sosyal alışkanlık ve şartların "Biz her insanın
kuşunu (yaptıklarını) kendi boynuna doladık." (İsrâ, 17/13) âyeti
gereğince kazanılmış bir ceza halinde tabiat ve ondan ayrılmayışını tasvirdir.
Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağların, ceza ve azab aletlerinden olması
itibariyle zorunlu olan yaratılışları değil, kazanmakla hak edişi gerektiren
cezaî bir zorlamayı ifade eder. İlk bakışta çağdaş medeniyetin boyun bağlarını
hatırlatır gibi görünen bu "ağlâl" hem ferdin yaratılış kabiliyetini
yanlış hedeflere sevk eden toplum baskısının kötü sıkıntılarını, hem de batıl
itikatlar, çirkin alışkanlıklar, kötü huylar, taklid, taassub, nefsin arzuları
gibi küfür ve günahlardan hoşlandırıp, imandan kaçındıran fena huylara ve
durumlara nefislerin alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını
temsildir. Evet o kelepçeler "Allah onların kalblerini
mühürlemiştir." (Bakara, 2/7) ifadesi üzere çıkmaz bir şekilde boyunlarına
geçirilmiş. Onlar; o demir çemberler, enli, dik yakalıklar halinde Çenelere
dayanmıştır. Burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmuş kalmışlardır.
9-Gerçeği görmek için etraflarına bakmazlar ve
bakamazlar. Hem önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çekmişizdir.
Kendilerini sarmışızdır da artık baksalar da görmezler.
10-Onun için Onlara karşı birdir de ha
korkutmuşsun kendilerini, ha korkutmamışsın imana gelmezler.
11- Ancak o kimseyi korkutup uyarırsın, yani
çoğunluk öyle olmakla beraber, sen yine herkesi de uyaracaksın, çünkü uyarmanın
o kimselere faydası olur, o kimseleri sakındırır, korundurursun ki zikri
(Kur'ân)ı takip etmekte; kitabı, Kur'ân'ı gerçekten düşünerek vird emekte,
nasihat dinlemekte ve Rahman olan Allah'a gayıbda korku beslemektedir. Yani
ahirette olacağı gibi henüz huzuruna varmış olmayıp, gıyabında bulunduğu halde,
O'nun yüceliğini ve büyüklüğünü sayarak azabından korkar, Rahmân'dır diye
rahmetine güvenip aldanmaz. "Kullarıma haber ver ki ben çok bağışlayıcı,
çok merhamet edeyim. Benim azabım da o acı verici azabdır." (Hıcr,
15/49-50) buyurduğunu hesab eder, emirlerini tutar. Yahut kendi gaybında
içinden, yani yalnız görünürde değil, Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği
kalbinin iç yüzünden korku duyar. Hangi kavimden olursa olsun. İşte onu hem bir
bağışlanma, hem de şerefli bir mükafatla müjdele. Mağfiret ve ecr'deki tenvinler
tefhim (büyüklük) içindir. Yani hiçbir günah bırakmayıp örten geniş, önemli bir
mağfiret (bağışlanma) ve hiçbir minnet ve eksikliği olmayan şanlı, şerefli
güzel bir ecir ile müjdele. Demek ki, peygamberlik yalnız korkutmak için değil,
hem de böyle büyük müjde ile müjdeleme hikmeti içindir. Bu korkutma ve
müjdelemenin asıl sır ve hikmeti ise şudur:
12- Gerçekten biz biziz. Bilinmektedir ki,
Allah Teâlâ'nın "biz" buyurması büyüklük ve yücelik içindir. Yani
büyüklük şanımız olan biz, güç ve kuvveti bilinen Allah'ız, yahut biz başka
değil, yalnız biz ölüleri diriltiriz ve önceden gönderdikleri şeyleri;
hayatlarında yaptıkları iyi ve kötü bütün amelleri ve eserlerini, yani geriye
bıraktıkları faydalı veya zararlı eserlerini, gerek okuttukları ilimler,
yazdıkları kitaplar, yaptıkları vakıflar, medreseler, mescidler, mektebler,
yollar, çeşmeler, köprüler, hastaneler, çeşitli imaretler gibi hayır ve hasenat
kuruluşlarını ve gerek zulüm ve düşmanlık kanunlarını tesis, günah ve isyan
örnekleri tertib eden fesat ocakları gibi uğursuz şer ve kötülüklerini ve hatta
bütün izlerini ve gölgelerini yazarız, adlarına, hesaplarına geçiririz. Sahih
bir hadiste rivayet edilmiştir ki: "İnsan öldüğü zaman şu üçten başka
bütün ameli kesilir: Sadaka-i cariye (devam eden sadaka), kendisinden
faydalanılan ilim, ona dua eden salih evlat." Demek ki, bu hadis-i şerif
kalacak hayırlı eserlerin kısımlarını açıklamıştır. Âyet bunların zıddı olan
kötü eserlerin de yazılacağını açıklıyor. Ve zaten her şeyi önce açık bir
kütükte, bir ana kitapta, yani Levh-i mahfuz'da sayıp yazmışızdır. Yani her
şey, oluşundan önce Allah'ın ilminde belli olup Levh-i mahfuz'da bütün
sayısıyla zabtedilmiş olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleri ve
gölgeleriyle yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur.
Böyle korkut ve müjdele.
Meâl-i Şerifi
13- Sen onlara, o şehir halkını örnek ver.
Hani oraya peygamberler gelmişti.
14- Hani biz onlara iki peygamber
göndermiştik, fakat onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz de (onları) üçüncü
bir peygamberle destekledik. Onlara: "Şüphesiz ki biz size gönderilmiş
elçileriz." dediler.
15- Onlar da: "Siz bizim gibi insandan
başka birşey değilsiniz, hem Rahman olan Allah, hiçbir şey indirmedi. Siz
sadece yalan söylüyorsunuz." dediler.
16- Peygamberler dediler ki: "Rabbimiz
biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz."
17- "Bize düşen de sadece apaçık
tebliğdir."
18- Onlar dediler ki: "Herhalde biz sizin
yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun ki, sizi
hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden size pek acıklı bir azab dokunur."
19- Peygamberler de şöyle cevap verdiler:
"Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir. Size öğüt verildi diye mi
(uğursuzluğa uğradınız)? Doğrusu siz israfı âdet etmiş bir kavimsiniz."
20- O sırada şehrin ta ucundan bir adam
koşarak geldi ve: "Ey kavmim! Uyun o elçilere!"
21- "Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o
zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir."
22- "Bana ne oluyor da kulluk
etmeyecekmişim beni yaratana? Hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz."
23- "Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir
miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden
yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar."
24- "Şüphesiz ki ben, o zaman apaçık bir
sapıklık içinde olurum."
25- "Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman
getirdim, gelin dinleyin beni."
26- (Sonra ona) "haydi gir cennete!"
denildi. O da dedi ki: "Ne olurdu kavmim bilseydi!"
27- "Rabbimin beni bağışladığını ve beni
kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını."
28- Biz arkasından kavminin üzerine bir ordu
indirmedik, indirecek de değildik.
29- Sadece bir gürültü oldu, onlar da hemen
sönüverdiler.
30- Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine
glen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.
31- Görmediler mi ki, kendilerinden önce nice
kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine dönüp gelmiyorlar.
32- Onların hepsi toplanıp, sadece bizim
huzurumuza getirilmişlerdir.
13- "Sen onlara o şehir halkını örnek
ver." Eserlerin yazılmasına ve asil bir örnekte birçok şeyin sayılmasına
bir misal gibi olan bu mesel, gerek üzerlerine azab sözü hak olanları korkutmak
ve gerekse Kur'ân'a uyanları müjdelemek konusunda peygambere vaad edilmiş olan
inkılâbların önemli bir örneğini vermektedir ki, buna bu itibarla Yâsin'in
kalbi denilse yeridir. Yani Hıristiyanlığın karşısında müşrik Romalılar nasıl
söndüyse İslâmiyetin karşısında da öyle devletler yıkılacak "Onu bütün
dinlere üstün kılma." (Fetih, 48/28) sırrı ortaya çıkacaktır. Burada, bu
şehrin Antakya, elçilerin de İsa (a.s.)ın havarilerinden gönderilenler olduğu
naklediliyor. O hade şehir halkının, memleket halkı ve anılan kavmin de
Romalılar olduğu anlaşılır.
14- "Hani biz onlara iki elçi
göndermiştik de onları yalanlamışlardı." Bunun zahiri, bunların Allah
tarafından peygamberlik verilmiş resuller olduğunu gösterir. Ebu Hayyan der ki:
"Siz ancak bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz" denilmiş
olması da buna delalet eder. Çünkü bu konuşma peygamberlere karşı olur. İbnü
Abbas'ın ve Ka'b'ın görüşü de budur. Fakat Katâde ve diğerleri demişlerdir ki,
bunlar, Havarilerden olup İsâ (a.s.) kaldırılışı sırasında gönderdi. Buna göre
"biz gönderdik" buyurulması, Hz. İsa tarafından gönderilmeleri de
Allah Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor. Bazıları bu ikisinin
Yuhanna ile Pavlus olduğunu "Biz (o peygamberleri) bir üçüncüsü ile
destekledik." Bu üçüncüsünün de Şem'unussafâ olduğunu söylemişlerdir.
Fakat açıklamanın asıl hedefinin temsil olması bakımından bunun bu şekilde
ifade buyurulması, Hz. Muhmmed'in peygamberliğinin şan ve şerefini temsilde
açık denecek kadar bir işaretle göstermek içindir. Yani ikinin bir üçüncü ile
takviyesi, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın sonradan Hz. Muhammed'in peygamberliği ile
"Kendisinden öncekileri tasdik edici olarak." (Âl-i İmran, 3/3) güç
ve takviyesini temsil ediyor. Önce Musa ve İsa'yı göndermiştik, bunları
yalanladılar, sonra da Muhammed (a.s) ile bunlara güç ve kuvvet verdik denilmiş
gibi oluyor. Elçiler o şehre vardılar da haberiniz olsun biz, sizlere gönderilmiş
elçileriz dediler.
15-19-O şehir sahipleri (elçilere karşı) şöyle
dediler: Siz bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." Fazla ne
meziyetiniz olabilir ki öyle bir davada bulunuyorsunuz. Ve Rahmân hiçbir şey
indirmemiştir. Ne vahiy, ne peygamberlik, ne kitap. Siz sırf yalan
söylüyorsunuz. Vahiy ve peygamberliği, insanın peygamberliğini esasından inkâr
ettiler. Çünkü Romalılar müşrik, putperest idiler. Bununla beraber Allah'ı
inkâr etmemişlerdi.
20- O esnada şehrin ta öbür ucundan bir adam
bu adam, bu kahraman fedai, bu büyük mücahid, bu güzel vâiz, doğru cennete
giden ve Allah Teâlâ'nın özellikle ikramına kavuşan bu sevgili şehit, Yâsin
sahibi Habibi Neccar diye tanınmaktadır.
MEDİNE, şehir demektir. Medine'nin aksâsı,
şehrin en ucu, ta öte başı demek oluyor ki, elçilerin tebliğleri ve onlara
karşı edilen muamele şehrin her tarafından işitilmiş, açık tebliğ yapılmıştı.
Bu medine (şehir) de Antakya'dır diyorlar ve o zaman büyük ve geniş bir şehir
olduğunu söylüyorlar. Bununla beraber "Medinenin aksâsından" demek, o
memleket idarecilerinin en ileri gelenlerinden bir zat mânâsını da andırır.
Elçilere suikast edilmek üzere bulunduğunu haber alıp bu zat geldi koşuyordu.
Yani koşarak geldi, iman edenlere örnek olmak, irşad etmek için bütün gayretiyle
çalışıyordu. Bakınız kısaca ne güzel ögüt verdi: Ey benim kavmim! Ey
hemşerilerim dedi uyun, o gönderilen elçilere uyun; dedikleri yola gidin.
21-Demek önce hemşerilik şefkatini ileri
sürerek öğüdü takdim ve onların resul olduklarını haber vermekle imanını
açıkladı, bunu gerektiren sebepleri de şu tekit ile izah etti:
Uyun o kimseye ki Sizden bir ücret itemez.
Dünya ile ilgili bir maksat ve karşılık talep etmez. Kendileri ise hidayete
ermiş, doğru yolu tutmuşlar. Burada şöyle bir kıyas-ı mukassim (ikilem, yani
mantıkta iki şıkkı da aynı sonuca varan kıyas), bir dilem vardır: Bir yolcunun
bir rehbere uyması için iki engel düşünülebilir. Ya biçimsiz bir ücret istemesi
yahut ehliyetine güven duyulmamasıdır. Bunlar ise hem bir ücret istemiyorlar,
hem hidayet sahibi kimseler. O halde bunlar resul olmasalar bile doğru ve ücret
istemediklerinden dolayı kendilerine uymamak için hiçbir sebep yoktur.
22-Hidayetlerinin açıklığını beyan ile engelin
olmayışından sonra imanı gerektiren şeyin varlığını göstermek için de buyuruluyor
ki: Hem benim neyime ki, ibadet ve kulluk etmeyeyim? O beni yaradana. Bu, imanı
gerekli kılan sebebe işaret ve bu söz, irşatta incelik için şefkat gösterilmek
suretiyle en güzel bir dokunmadır. Yani o resuller, bizi, yaradana kulluk
etmeye ve yalnız O'nu mabud tanıyıp, O'na ibadet etmeye davet ediyorlar. Bunun
doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum, ben beni yaradana
kulluk etmeyi borcum, vazifem bilirim, çünkü beni yaratmıştır. O'na karşı bu
vazifemi yapmamak için hiçbir özrüm ve engelim yok. O halde siz, o sizi yaradan
Rabbinize niye ibadet etmeyesiniz. Halbuki hep döndürülüp O'na
götürüleceksiniz. O halde O'na kulluktan nasıl kaçınırsınız?
23- Hiç ben O'ndan başka ilâhlar mı edinirim,
başka mabudlar mı tutarım? Çünkü eğer O Rahmân, rahmetiyle beni yaratmış olan
Rahmân, ya beni bir zararla, bir sıkıntı ile sıkmak isterse onların, yani
O'ndan başka tapılanların benden yana şefaatleri hiçbir fayda vermez. Ve beni
kurtaramazlar.
24-Hiçbiri mabud olamazlar. Şüphesiz ki o
takdirde beni yaradan Rahmân'dan başka mabudlar edindiğim durumda apaçık bir
sapıklık içindeyimdir.
25- "Ben sizin Rabbinize iman ettim, beni
dinleyin." Bu güzel sözlerin sonu olan bu güzel hitabede birkaç mânâ
vardır:
Birincisi: Resullere hitaptır; halkın öldürmek
için hücumu üzerine onlara şöyle ikrar edip şahit tutmuştur: Haberiniz olsun ey
resuller! Ben sizin Rabbinize gerçekten iman ettim, şimdi beni duyun da şahid
olun. Yarın âhirette O'nun huzurunda şahitlik edin.
İkincisi: Yine kavmine hitaptır ki, şöyle
demek olur: Haberiniz olsun, ben o sizi yaradan Rabbinize şüphesiz iman ettim,
ey kavmim! Gelin dinleyin beni de o resullere uyun, siz de iman edin.
Üçüncüsü: Geleceğin insanları da dahil olmak
üzere duyma kabiliyeti olan herkese hitap veya yemin olarak, haberiniz olsun,
ben iman getirdim, Rabbiniz aşkına bundan böyle dinleyin beni, benim hitabımı,
mâcerâ ve menkıbelerimi ey duygusu olanlar!
26-Bakınız sonuç ne oldu gir cennete! denildi.
Yani şehit edildi, doğrudan doğruya cennete girmekle kendisine ikram edildi ki,
Allah yolunda şehit olanlar hep böyledir. Böyle denince ne dedi, bilir misiniz?
Dedi ki: ay! Bu ne güzelmiş! keşke kavmim bilselerdi
27- Rabbim bana ne büyük mağfiret buyurdu da
beni böyle ikram edilen kullarından kıldı. Kavmi hakkında böyle temennide
bulundu. Demek kavmini unutuvermemiş, kin ve intikam duygusu da beslememiş,
düşmanlarına bile merhamet eden evliyâ ruhu ile istemişti ki, kendinin erdiği
mutluluğu bilseler de, cinayetlerine, küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet
yolunu tutsalar, Allah yolunda fedailik etseler. Bununla beraber bu temenni,
haklı bir öğünme mânâsından uzak değildir.
28-Şimdi hiç şüphe yok ki, burada hatıra şöyle
bir soru gelir: Böyle bir kahramanı, böyle yüksek bir öğütçü ve mücahidi
öldüren o kavme Allah Teâlâ ne yaptı? Böyle bir soruya karşı buyuruluyor ki:
Onun arkasıdan da kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik. Yani onu
dinlemeyip öldüren kavmini de onun arkasından sağ bırakmadık, gerçi o şehidin
arkasında ve Resullerin elinde bir ordu yoktu. Bununla beraber onlarla harp
için gökten bir ordu da indirmedik, indirmiş de değildir. Yani bu gibi
durumlarda gökten apaçık bir ordu indirivermek Allah'ın âdeti olmamış olduğu
gibi, olağanüstü olarak da indirmedik. Daha doğrusu indirecek de değildik.
Allah'ın bir kavmi mahvetmesi için öyle ordular indirmesine gerek yoktur.
"Bedir" de, "Hendek"te melekler indirmesi bile sadece
müminlere bir müjde ile kalblerini huzura kavuşturmak içindi. O bir iş
dileyince sadece: "ol!" der, oluverir.
29-Onun için olan hadise başka değil, sâde bir
gürültü oldu. Tek bir ses, bir haykırma, Cebrail'in bir haykırması. Hemen
sönüvermişlerdi. Önüne geleni yakmak isteyen o ateşli kavim, o zamandan
itibaren sönmüşlerdir. Bundan Antakya halkının mahvolduğunu, helâk olduğunu
anlamak istemişlerse de Hıristiyanlık daveti karşısında müşrik Roma devletinin
ortadan kalkmış olduğunu anlamak daha kapsamlıdır.
30- Yazıklar olsun o kullara... Bu yalnız o
sönenlere bir üzüntü duymak değildir. Kendilerine azab sözü hak olan çoğunluğa,
meselin özlü tatbiki olan bir uyarı, gafillere de bir tenbihtir.
31- Ya görmediler de mi onlar?
O alay edip duran kullar? Kendilerinden önce
ne kadar nesiller helak etmişiz. Onlar, kendilerine dönüp gelmiyorlar, yani
dünyaya bir daha dönmüyorlar.
32- Ve hepsi; o helâk edilen ve henüz
edilmeyen, hepsi başka değil, yalnız toplanıp bizim huzurumuza getirilmekte
olan bir toplum bulunuyorlar. Böyle iken nasıl olur da başka ilâhlar edinip
şirk koşarlar?
İHZAR: Huzura getirmek demektir. Mahkemeye
rızasıyla gelmeyen kimseyi tutup, zorla hakimin huzuruna getirmek mânâsında
kullanılır ki, burada özellikle bu mânâyadır. Yani herkes ölmekle yok olup
gitmiyor, hesap ve ceza için Hak Teâlâ'nın huzuruna toplanıp sevk ediliyorlar.
Bu tebliğden sonra bir de aklî delillerle
aydınlatılarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
33- Hem bir delildir onlara ölü toprak. Biz
ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.
34- Biz orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından
bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık.
35- (Bunu), Onun ürününden ve kendi elleriyle
yaptıklarından yesinler diye (yaptık). Hâlâ şükretmeyecekler mi?
36- Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden
ve daha bilemeyecekleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah'ın şanı ne
yücedir.
37- Gece de onlara bir delildir. Biz ondan
gündüzü soyar çıkarırız, bir de bakarlar ki karanlığa dalmışlar.
38- Güneş de bir delildir ki kendi yolunda
akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
39- Ay'a gelince, ona menziller tayin ettik.
Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönmüştür.
40- Ne güneşin aya çatması yaraşır, ne de gece
gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.
41- Onlar için bir delil de bizim, onların
neslini dolu bir gemide taşımamızdır.
42- Yine kendileri için onun gibi binecek
şeyler yaratmamızdır.
43- Eğer dilesek onları boğarız da o zaman ne
onların feryadına yetişen bulunur, ne de onlar kurtarılır.
44- Ancak tarafımızdan bir rahmet ve bir
zamana kadar yaşatmak başka.
45- Durum böyle iken onlara:
"Önünüzdekinden ve arkanızdakinden korkun ki size rahmet edilsin"
denildiği zaman,
46- Ve kendilerine Rablerinin âyetlerinden
herhangi bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler.
47- Onlara: "Allah'ın size rızık olarak
verdiği şeylerden hayra harcayın" dendiği zaman, o kâfirler, müminler
için: "Allah'ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz
apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?" dediler.
48- Yine onlar: "Eğer doğru söylüyorsanız
bu (kıyamet) vaadi ne zaman?" diyorlar.
49- Onlar sadece bir tek çığlığa bakıyorlar,
bir çığlık ki, onlar çekişip dururken kendilerini yakalayıverir.
50- O zaman bir vasiyette bile bulunamazlar.
Ailelerine de dönemezler.
33- Hem bir âyet, yani Allah Teâlâ'nın
kudretinin büyüklüğüne ve ölüleri diriltebileceğine açık bir delil ve
alamettir. Onlara, o gafillere ve inkârcılara o ölü arz, arz, toprak bilinmektedir
ki cansızdır. Hatta Hıcr Sûresi'nde "Yeryüzünü sönmüş kül halinde
görürsün." (Hacc, 22/5) buyurulduğu üzere sönmüş bir taş halinde, hayat
ile tamamen zıt bir durum ölüdür. Hele bir öğle sıcağında bir Arabistan çölünün
manzarası düşünülürse onun hayattan ne kadar uzak olduğu görülür. Eğer tabiata
kalsaydı o ölü toprakta bir ot bile bitmezdi. Fakat biz ona hayat verdik. Onda
hayat yarattık, bitkisel ve hayvansal organlarla dirilik, şenlik meydana
getirdik.
Hayatın önce bir hücreden başladığını göstererek
de buyuruluyor ki: ve ondan, yani yerden bir dâne çıkardık.
HABB: "Habbe" (dâne)nin cins ismidir
ki, azına da çoğuna söylenir. Çoğulu "hubûb", onun çoğulu
"hubûbat"tır. Dilimizde olduğu üzere özellikle buğday, arpa, pirinç,
susam gibi yenen dânelerde yaygın olmakla beraber, genellikle ot ve çiçek
tohumlarında da bilinmektedir. Kamus sahibi "Besâir"de der ki:
"Hubub"un bir tekine "habbe" denilmesi, şey'in aslı ve öz
maddesi olması itibarıyladır." Bu bakımdan bir "habbe" (dâne),
hayatın ilk başlangıcı olan bir hücre (cellule) demektir. Burada da bu cinse
işaretle "ondan bir dâne çıkardık" buyurulmuştur. Fen ilimleri
açısından düşünüldüğü zaman yerin unsurlarından bir hayat hücreciğinin oluşumu,
bir habbe (dâne)nin çıkması tabiî değildir. Tohumsuz bir hayat hücreciği tabiî
olarak teşekkül edemez, (genration spontane'e olmaz). Gerçekten bir eksinin,
kendiliğinden bir artı oluvermesi akla da uygun gelmez. Bununla beraber yerde
hayat işi meydana geldiği için, yine fen ilimleriyle uğraşanlar derler ki:
Fakat başlangıçta ilk tohumun, ilk hücrenin tabiat dışı olarak meydana gelmiş
olduğunu kabul etmek zorunludur. İşte bu nokta doğrudan doğruya tabiatlar
üzerinde hakim olan yüce yaratıcının ölülere hayat veren ilâhî kudretini
gösterir. Bunun bir seçim olduğunu söylemek de aynı mânâyı ispat etmektir.
Çünkü seçimin (insanın peygamber olarak gönderilmesinin) her derecesi tabiat
üstü bir gelişme arzeder. (En'am Sûresi, 6/95. âyetinin tefsirine bkz.) Bu
şekilde ölü toprağa bitkisel hayattan başlayan bir hayat verilip ondan dâneler
çıkarıldığı ve böyle tek hücrelerden başlayan bu hayatın, insan hayatına doğru
yetiştirilip geliştirildiği ince bir imtihan tarzında edebî bir vecize ile
hatırlatılarak buyuruluyor ki: Ondan bir dâne çıkardık da şimdi ondan yiyorlar.
Belli ki bu şöyle demektir: O insanları da yarattık da o dânelerden yiyip
duruyorlar.
34- Sonra onların birleşmesi ve gelişmesiyle
bilhassa insan hayatının devam etmesinin ve gelişmesinin sebeplerine destek
sağlandığı anlatılmak üzere de buyuruluyor ki hem onda, o yerde bahçeler
yaptık. O tek hücreli hayatı üretip, birleştirip, düzenleyerek birbirine girmiş
güzel, hoş bağlar meydana getirdik. Hurmalıklar ve üzümlükler, neler. İşte
bunlar bitkisel hayatın en mükemmel şekli ve insan zevklerinin en tatlı
kaynaklarıdırlar. Ve onda, yani yerde yahut o bahçeler içinde kaynaklardan
çaylar, pınarlar akıttık
35- ki onun ürünlerinden, Allah'ın verdiği
meyvesinden, gelirinden ve ellerinin yaptığı şirası, pekmezi ve teferruatı gibi
mamüllerinden yesinler, faydalansınlar diye. Buna göre de işareti vardır.
Okurken burada durulmaz. Bununla beraber burada nın nâfiye (olumsuzluk edatı)
olması da caiz görülmüştür. Buna göre de durmak caiz olup mânâ şöyle olur:
"Ürününden yesinler. Onu, onların elleri yapmadı". Yani o bağlara
bakmaları, suyu ve çapası gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de alıp istifade
edecekleri o ürün, onların yapısı değil, Allah'ın vergisidir. Hâlâ
şükretmeyecekler mi? Şirk ve nankörlükten vazgeçip tevhid ve iman ile ibadet ve
kulluk etmeyecekler mi?
Abdülkadir Geylanî (k.s.)
"Fütûhu'l-Gayb"da der ki: "Şükür ya dil, ya kalp veya organlarla
olur."
Dil ile şükür: Nimetin Allah Teâlâ'dan
olduğunu kabul ve yaratıklara nispeti terk etmektir. Ne kendine, ne güç, kuvvet
ve kazancına, ne de senden başkasından ellerinde meydana gelenlerin hiç birine
isnad etmemek. Çünkü sen de, onlar da hep o nimet için sebep, âlet ve
vasıtasınız. Onu taksim eden, gönderen, var eden, onunla uğraştıran, sebepleri
yaratan azîz ve celîl olan yüce Allah'tır. Kısmet eden O, veren O, var eden O'dur.
Şükre en layık olan O'dur. Hediyeyi getiren uşağa bakılmaz, gönderen efendiye
bakılır. Bu bakışı bilmeyenler hakkındadır ki "Onlar dünya hayatından
görüleni bilirler. Ahiretten ise habersizdirler." (Rum, 30/7) buyurmuştur.
Zahire, sebebe bakıp da, ilmi ve anlayışı ondan ilerisine geçmeyen cahildir,
eksiktir, aklı kısadır. Çünkü akıllıya akıllı denmesi, işin sonunu görmesi
itibarıyladır.
Kalb ile şükür: Sende olan nimetlerin
hepsinin, açıkta, gizlide, hareket ve sakinliğindeki menfaatlerin, lezzetlerin tamamının
başkasından değil, ancak Allah'tan olduğuna sürekli bir itikadla sağlam bir
şekilde bağlanmaktır ki, dilinle şükrün, kalbindeki şükrün tercümanı olur.
"Allah, gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol vermiştir."
(Lokman, 31/20), "Sizde nimet adına ne varsa, hepsi Allah'tandır."
(Nahl, 16/53) ve "Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız saymakla
bitiremezsiniz." (İbrahim, 14/34) buyuruluyor ki, mümin için Allah'tan
başka nimet verici kalmaz.
Organların şükrüne gelince: Bütün organlarını
yüce Allah'a ibadette hareket ettirip kullanmaktır. O halde Allah'tan yüz
çevirme bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine uymamak gerekir ki
bu, nefsi, arzuyu, iradeyi, uzun amelleri ve diğer yaratıkları içine alır.
Allah'a itaati asıl ve uyulacak şey, O'nun dışındakileri de fer' (teferruat) ve
tabi kılmak gibi ki, başka başka türlü yaparsan zorba, zalim ve Allah'ın
hükmünün dışında hüküm vermiş olursun. "Her kim Allah'ın indirdiği
hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." (Mâide, 5/44)
Bakara Sûresi (32. âyet) inde ve İsrâ
Sûresi'nin başında (İsrâ, 17/1) açıklandığı üzere "sübhan" tesbihinin
özel adıdır. Bununla beraber büyük hayret yerinde de kullanılır. Tesbih de
tenzihin en ileri derecesidir. Yani herhangi bir lekeden, yaraşıksızlıktan
itikatta, sözde, fiilde son derece tenzihtir. Bu şekilde, "tesbih
ederim" yahut "tesbih ediniz" anlamını ifade eden bu tesbihin,
burada böyle sözün başında getirilmesi ne güzeldir!
Birincisi: Bu, bir taraftan şükretmeyenleri
kınama, bir taraftan da şükredeceklere şükrün başının, mükemmel bir tenzih ile
tevhid olduğunu öğretmektir.
İkincisi: Sıla yerinde anılan kudretin
eserlerinin önemini vurgulamakla şükrü gerektiren sebepleri fazlasıyla
tekittir.
36-Üçüncüsü: Eşleri yaratanın eşsizliğini,
ortak ve benzerden münezzeh birliğini ispat eden edebî bir tıbak sanatı vardır:
Tesbih O yaradana yahut ne yüce sübhandır O yaradan ki bütün o çiftlerin
hepsini yarattı.
EZVAC: "Zevc"in çoğuludur. Zevc,
çift ve eş demektir ki, Ragıb'ın açıkladığı gibi, iki yakının her birine de ve
bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan her şeye de denir. Bu
itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı veya benzeri yahut da herhangi bir
bileşiği ve karşıtı bulunması yönüyle çifttirler. Mesela cisim ve ruh, madde ve
kuvvet, cevher ve araz, iç ve dış, yer ve gök, karanlık ve aydınlık, dünya ve
ahiret gibi ki elektrik bile artı ve eksi diye ikiye ayrılıyor. O halde
"Çiftleri yarattı" demek, "bütün çeşit ve sınıflarıyla âlemi
yarattı" demeye eşittir. Ancak burada asıl sevk, bütün âlemin yaratılışını
anlatmak değil, bir ortak ve benzeri bulunan bütün eşlerin, bütün çiftlerin
yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla yaratılmışın yaratıcıya eş olamayacağını
anlatatarak yaratıcının böyle şeylerden tenzih edilmiş olduğunu ve birliğini
ispat etmektir. Bundan başka "ezvac" (çiftler) denmesinde diğer bir
nükte daha vardır ki, insan hayatı için önceki nimetlerden daha fazla önem
taşıyan evlenme nimetinin yaratılmasına işaretle şükre yöneltmeyi ifade eder.
Nitekim çiftler şöyle açıklanıyor: O çiftleri ki yerin bitirdiklerinden, önceki
âyette anlatılan ve anlatılmayan bitki ve ağaç çeşitleri, ve kendi
nefislerinden, erkek ve dişi ve daha bilemeyecekleri şeylerden ki ne göz
görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bir insanın hatırına gelmiştir.
37- Onlara bir delil de gecedir. Mekânda
tecelli eden (görülen) ilâhî kudreti hatırlattıktan sonra, bununla da zamanda
tecelli eden ilâhî kudrete işaret buyuruluyor. Şöyle ki: Ondan gündüzü yüzeriz.
"Selh kelimesi, biri diğerinin lazımı iki mânâ ile kullanılır saymak
çıkarmak: denilir ki, "koyundan deriyi yüzdüm, soydum, giderdim"
demek olur. Diğerinde ise "Koyunu deriden soydum" denilir ki, açtım,
meydana çıkardım demek olur. Türkçe'de de "elmayı soydum" yahut
"elmanın kabuğunu soydum" dediğimize göre, biz de "soymak"
kelimesinde bu iki şekli, farklı farksız kullanıyoruz demektir. Burada her iki
mânâ ile de tefsir edilmiştir ki, ikisi de doğrudur. Birincisine göre geceden
gündüzün yüzülmesi, bir kurbanın derisi yüzülüyormuş gibi çevreden ışığın
sıyrılıp sönmesiyle, asıl yokluğu hatırlatan karanlığın ortaya çıkışı, yani
akşam olma hadisesi demek olur ki, "derken bir de bakarlar ki, onlar
karanlığa dalmışlardır" sözünde takib ve müfâcee (hemen arkasından ve
birden bire oluş) bu mânâda açık olduğundan tefsircilerin çoğu bu yönü tercih
etmişlerdir. Bu şekilde gece yalnız bir korkutma delili olarak hatırlatılmış
oluyor. İkinci mânâya göre ise geceden gündüzün yüzülmesi, karanlık içinden
aydınlığın çıkarılması, yani sabah olma hadisesi olmuş oluyor ki, bunda ölülere
hayat vermekten örnek olan bir müjde neşesi vardır. Nitekim "geceler
gebedir" denilir. Buna göre "Bir de bakarlar ki onlar karanlığa
dalmışlardır." ifadesi, yine aynı günün sonunun geceye varacağını
göstermiş olur.
38- Güneş de, bir âyettir. Yani gece ve
gündüzün sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın kudretine bir delildir. Kendisi
için takdir edilen bir müstekar için cereyan ediyor (akıp gidiyor). Güneşin bu
akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı, mekan ve zamanla ilgili bütün
eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp gitmesi mânâsına anlamalıdır.
Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı (akışı)dır.
MÜSTEKARR: Mimli masdar, ismi zaman, ismi
mekan olabildiği, da birkaç mânâya geldiği için, bu ifade birçok mânâlara
uygundur.
Birincisi: Güneş kendisi için takdir ve tahsis
edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit bir karar, düzenli bir kanun ile
cereyan eder. Hesapsız, başı boş, kör bir tesadüf ile değil.
İkincisi: Bir istikrar için, yani kendi
âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek hikmet ve gayesiyle yahut sonunda
bir sükunete erip durmak için cereyan ediyor (akıp gidiyor).
Üçüncüsü: İsmi zaman olduğuna göre kendine
mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı bir vakte, belirli bir zamana
kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp dürüldüğü zaman."
(Tekvir, 81/1) ifadesindeki vakittir.
Dördüncüsü: İsmi mekan olduğuna göre, kendine
özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde sabit olarak cereyan eder, kendi
ekseninde döner yahut kendisinin karargahı olan âlemin menfaatleri için cereyan
eder. Bu mânâda vatana hizmet için bir teşvik de vardır. Nihayet birinci
"ilâ" mânâsına olmak üzere şu mânâ da vardır: Kendisi için bir
istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde açıklamaya
muhtemel bulunan bu mânâya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru hareket
etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte de
"Güneşin istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir.
İşte o, şaşırtıcı cereyan o azîz ve alîm olan
Allah'ın takdiridir. Yani kudretiyle her şeye galib ve hakim ve ilmiyle her
şeyi kuşatmış olan ve sana Kur'ân'ı indirip doğru yolu gösteren Allah'ın
takdiri, yani bütün sınırlarını ve genişliklerini bilip biçmesiyledir. Yoksa ne
yaptığını bilmez, kör bir tabiatın eseri değil, bizzat ezelî bir müessir
(etken) hiç değildir.
39- Aya gelince ona konak konak ölçü
biçmişizdir. O güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. Ona birtakım
konaklar ve her konaklamaya göre bir ölçü tayin etmişizdir. Gezegendir, her gün
bir konak yerine gelir, her konağa göre bir şekilde görünür. Araplar, ayın
konaklarını şunlarla saymışlardır: Şertan, butayn, süreyya, deberan, hek'a,
hen'a, zira', nesre, tarf, cebhe, zübre, sarfe, avva, simâk, gafir, zubânâ,
iklîl, kalb, şevle, neâim, belde, sa'düzzâbih, sa'dübüla', sa'düssüud,
sa'dül'ahbiye fer'uddelvil, muahhar, reşa. Bunlardan her gece bir konağa konar
da geleceğe kadar nuru (aydınlığı) arta arta, sonra da eksile eksile son
konakta -ki kavuşumdan öncedir- iyice incelir, kavislenir. Nihayet dönüp eski
urcun gibi olana kadar.
URCÛN: Eğri salkım çöpü demektir. Özellikle
hurma salkımının dip çöpü ki eskisi, yani geçen seneninki, daha ince, daha
eğri, daha renkli olur. Bu benzetme, çok şaşırtıcı bir güzelliktedir. Zannedildiği
gibi hilâlin ilk ve son şeklini göstermekle kalmıyor, Ay'ın o konaklarda
giderken dünya etrafında bir ayda kat ettiği yörüngenin bir hattını da
göstermiş oluyor.
Eski denilmekle bu yörünge üzerinde Ay'ın her
konaktaki hacmi de hayal ettirilmiş bulunuyor ki, eski astronomiciler bu
benzetmenin inceliğini kavrayamazlardı.
40-Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife
dağılımı o kadar yerindedir ki ne güneşin kendisine aya çatmak yaraşır, ne gece
gündüzün önüne geçer. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzerler. Biri diğerine
çarpmaz, vazifeleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır.
"yüzerler" çoğul kipiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız
güneş ve aydan her biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. Bu
bakımdan yeni astronomi kanunlarına işaret eden bu âyetin bir benzeri Enbiyâ
Sûresi'nde geçmiş olduğundan (Enbiyâ, 21/33) âyetinin tefsirine bakınız.
Yalnız güneşin yüzdüğü felek nedir? Bu bir
yörünge olduğuna göre, onun da bir gezegen olması gerekmiyor mu? diye
sorulabilir. Gerçi ekseni etrafında da dönme yeri mânâsına yörünge denebilirse
de bundan zahir (açık) olan, güneşin yukarda anlatıldığı üzere, hadis-i şerifin
gösterdiği gibi arşın altında diğer bir istikrar yerine, bir merkeze doğru
hareket ettiğini ve dolayısıyla onun yüzdüğü feleğin de ona olan yörünge ve
hareket yeri olduğunu kabul etmek gerekir.
41- Bizim, dolu gemide nesillerini taşımamız da
kendileri için bir delildir. "Dolu gemi" denilince önce Hz. Nuh'un
gemisi hatıra gelir. Fakat burada "nesilleri" kaydı, bunu kastetmeye
engeldir. Bu karîne (ipucu) ile burada "dolu gemi", hamile kadınların
rahimlerinden mecazdır, beliğ bir istiâredir. Evet babanın sülbünden (belinden)
bir tufan ile atılan nesiller, anaların rahimlerinde Hz. Nuh'un gemisi gibi bir
kurtuluş gemisi bulur.
42- Kendileri için onun gibi binecek şeyler de
yarattık. Bu bütün deniz ve kara bineklerini içine alır.
43- Ve dilesek onları, o nesilleri dolu gemi
gibi olan rahimlerde, kendilerini de onun gibi bindikleri gemilerde boğarız da
ne o nesiller için bir feryatçı, bir feryad eden veya feryada yetişen bulunur
ne de berikiler boğulmakta oldukları denizden kurtarılırlar.
44- Ancak bizden bir rahmet ile ve bir zamana
kadar yaşatmak için olursa başka. Ancak o takdirde kurtarılırlar.
45-46- "Onlara: Korunun... dendiği
zaman..." Objektif ve yaratılışla ilgili delillerden sonra Allah'ın
indirdiği âyetlerden de yüz çevirdiklerini açıklamadır.
47- "Onlara: Allah'ın size verdiği
rızıktan infak edin dendiği zaman inkâr edenler dediler ki..." Bu âyetin
zındıklar hakkında indiği söylenir. Mekke'de birtakım zındıklar, sadaka ve
yardım için teşvik edildiklerinde Allah fakir edecek, biz besleyeceğiz öyle mi?
diye böyle küfür ederlermiş ki, bu zındıkların eski İran'dan aksetmiş olmaları
gerektir.
48- Bir de derler ki ne zaman bu vaad? Bu
ölülerin dirilmesi, bu Allah'ın huzuruna getirilme vaadi eğer doğru iseniz,
yani böyle diyerek alay etmek isterler.
49- Fakat başka değil, bir tek çığlığa
bakıyorlar. Ki ilk üfürülüşü, yani sûrun birinci üfürülüşü. Bir çığlık ki un
idgamıdır. Yani bir çığlık ki, onlar birbirlerine geçmiş çekişip dururlarken
kendilerini alıverir.
50- O zaman artık bir tavsiyeye, -hiçbir
işleri hakkında bir kelime vasiyet etmeye- bile güçleri yetmez. Ailelerine de
dönecek değiller.
Meâl-i Şerifi
51- Sûr'a üfürülmüştür, bir de ne baksınlar
kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar.
52- Onlar: "Eyvah başımıza gelenlere! Mezarımızdan
bizi kim kaldırdı? O Rahmân'ın vaad buyurduğu işte bu imiş. Gönderilen
peygamberler de doğru söylemişler" derler.
53- Başka değil, sadece bir tek çığlık olmuş,
derhal hepsi toplanmış huzurumuza getirilmişlerdir.
54- Artık bugün hiç kimseye zerre kadar
zulmedilmez. Ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.
55- Gerçekten cennetlik olanlar bugün bir
meşguliyet içinde zevk etmektedirler.
56- Kendileri ve eşleri gölgelerde koltuklar
üzerine kurulmuşlardır.
57- Onlara orada bir meyve vardır.
İsteyecekleri her şey onlarındır.
58- (Onlara) Rahîm olan Rab'den
"selâm" sözü vardır.
59- Ey günahkârlar! Bugün siz bir tarafa
ayrılın.
60-61- "Ey Âdemoğulları! Şeytana
tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk edin, doğru yol budur,
diye size and vermedim mi?" (buyurulacak)
62- Böyle iken o sizden birçok nesilleri
yoldan çıkardı. Ya o zaman düşünmüyor muydunuz?
63- İşte bu size vaad edilen cehennemdir.
64- Bugün yaslanın ona bakalım inkâr ettiğiniz
için.
65- Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz de
neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.
66- Hem dileseydik gözlerini üzerinden silme
kör ediverirdik de yola dökülürlerdi. Fakat nereden görecekler?
67- Yine dileseydik oldukları yerde
kılıklarını değiştirirdik de ne ileri gidebilirlerdi, ne de geri
dönebilirlerdi.
51-54- "Sûra üfürülür." İkinci
üfürüş: "Sonra ona bir daha üfürülür, bu kere de o yıkılanlar kalkmış,
bakıyorlardır." (Zümer, 39/68), "O gün hiç kimseye zulmedilmez..."
Burada a kadar o gün onlara söyleneceği hikâye etmektir.
55-58- Haberiniz olsun ki, cennetlikler, salih
amellerle cennete sahip olanlar. Gerçi cennete girmek, esas itibarıyla Allah'ın
lütfuyladır. Fakat "ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz" buyurulması
itibarıyla burada bu mânâ hatırlatılmıştır. "meyve" denmesi de sırf
zevkten çok, çalışmanın meyvesine işaret eder. Erîkeler. Erike, haclede, yani
gelin odasında döşenen süslü koltuktur. Ve onlara iddia ettikleri, istedikleri
var, davayı kazandılar, yani selam var Rahîm olan, yani sonunda müminleri
rahmetiyle murada erdiren ve ortağı benzeri olmayan bir Rabden doğrudan doğruya
söylenen bir selam. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.) demiştir ki:
"Cennet ehli nimetleri içinde zevke ererlerken kendilerine bir nur
parıldar, başlarını kaldırır bakarlar ki üzerlerinden Rab, kendilerini
cemalinin şerefi ile şereflendirmiş. "Ey cennet ehli!
Selam üzerinize olsun." buyuruyor. İşte
ilâhî sözü budur. Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O'na bakarlar ve
baktıkları müddetçe diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Ta
perdeleninceye kadar ki, o zaman da üzerlerinde ve yurtlarında nur bâki kalır.
59-65- Sizden birçok nesilleri şaşırttı, yani
birçok toplumların ahlâklarını bozdu. "Bugün biz onların ağızlarını
mühürleriz..." İşte Nur Sûresi'nde "O gün onların dilleri, elleri ve
ayakları, işledikleri şeyler hakkında kendilerine şahitlik ederler." (Nur,
24/24) buyurulan gün, bu gündür.
66- "Eğer dileseydik gözlerini üzerinden
silme ederdik." Bu da ahirete ait zannedilmiş ise de dünyaya ait bir
tehdit olarak "bir tek çığlığa bakıyorlar" sözüne atfedilmiş olması,
mânâ itibarıyla daha uygundur. Yani ahirette öyle olacağı gibi biz de dilersek
şimdi o nankörlüğü yapan, "Allah dileseydi onları doyururdu" diyen
kâfirlerin gözlerini büsbütün siler, kör ediverirdik de yola dökülürlerdi, yola
gelmekte yarış ederlerdi. Çünkü her küfredenin gözü kör edilivermiş olsaydı, bu
bir sığındırma olur, hepsi imana gelirdi. Fakat o kâfirler nerden görecekler?
Burada "görmez" kalb gözü ile tefsir edilmiştir. Yani o kadar ilâhî
delilleri görmeyen o basiretsiz kâfirler, bunu böyle yapabileceğimizi idrak
etmezler.
67- Dilesek onları tam kuvvetleri çağında mesh
de ediverir (kılıklarını değiştirir) oldukları yere donduruverirdik de ne
geçebilir ne dönebilirlerdi. Şu halde böyle irade buyurulmuyorsa
yapılamayacağından değil, cezaları ahirette verileceği içindir. Bununla
beraber:
Meâl-i Şerifi
68- Bununla beraber kimin ömrünü uzatıyorsak,
yaratılışta onu (güç ve kuvvetini alarak) tersine çeviriyoruz. Hâlâ
akıllanmayacaklar mı?
69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz
da... O sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır.
70- (Bu), diri olanları uyarmak ve kâfirlere
de azab sözünün hak olması içindir.
71- Şunu da görmediler mi: Biz onlar için
kudretimizin meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yaratmışız da onlara
sahip bulunuyorlar.
72- Onları, kendilerinin hizmetine vermişiz
de, hem onlardan binekleri var, hem de onlardan yiyorlar.
73- Onlarda daha birçok menfaatleri ve türlü
içecekleri de var. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
74- Onlar, Allah'tan başka birtakım ilâhlar
edindiler. Güya yardım olunacaklar.
75- Onların, onlara yardıma güçleri yetmez.
Kendileri ise onlar için bazı askerlerdir.
76- O halde onların sözleri seni üzmesin. Biz
onların içlerini de biliriz, dışlarını da.
77- İnsan, kendisini bir damla sudan
yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi?
78- Yaratılışını unutarak bize bir de mesel
fırlattı: "Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?" dedi.
79- De ki: "Onları ilk defa yaratan
diriltecek ve o her yaratmayı bilir."
80- Size o yeşil ağaçtan bir ateş yapan O'dur.
Şimdi siz ondan tutuşturmaktasınız.
81- Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini
yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kâdirdir. Çünkü o her şeyi yaratandır, her
şeyi bilendir.
82- O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece
"Ol!" demektir. O da hemen oluverir.
83- O halde her şeyin mülkü ve tasarrufu
(hükümranlığı) elinde bulunan Allah'ın şanı ne yücedir. Siz de yalnız O'na
döndürüleceksiniz.
68- Bununla beraber her kimin ömrünü
uzatıyorsak; gençlik çağında almayıp uzun ömürle yaşatıyorsak yaratılışta
tepesi üstü dikiyoruz. Yani başlangıçtakinin, gençliğin aksine olarak günden
güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırıyor, ölüme doğru yürütüyoruz. Hâlâ
akıllanmayacaklar mı?Bunu yapan kudretin daha önce o gözle silmeyi ve kılık
değiştirmeyi de yapabileceğini anlayıp da doğru yolu tutmayacaklar mı?
69- Biz ona, yani peygambere şiir öğretmedik.
Bu söylenenleri bir şiir saymamalıdır. Kur'ân'ın ne söz olarak, ne de mânâ
olarak şiir olmadığı açıktır. Bir kere Kur'ân'ın sözlerinde şiir sözünün vezin
ve kafiyesi yoktur. Mânâ bakımından ise şiir, gerçek olup olmadığı aranmaksızın
hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri
gıcıklayan hayalî kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara, duygu oyunlarına aittir.
Kur'ân ise Hakk'ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nuru,
kesin iman rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat kâfirlerin birçokları onu bir
şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri ve bu şekilde peygamberi
bir şair gibi tanıttırmak istedikleri için buyuruyor: Biz ona şiir öğretmedik.
Hem o , ona yaraşmaz da. Çünkü "Şairlere gelince onlara da azgınlar
uyar." (Şuara, 26/224). Ne peygamberlik makamına şairlik yaraşır, ne de
Kur'ân'a şiir demek.
O Kur'ân başka değil, ancak bir zikir; sırf
Allah tarafından bir öğüt ve irşad ve apaçık bir Kur'ân'dır. İbadetlerde ve
ibadethanelerde okunacak Allah kelâmıdır.
70- Hayatı, yani aklı, duygusu olanı korkutup,
gafletten uyandırmak, küfürde ısrar ile kâfirlik edenler aleyhine azab sözünün
hak olması için. Bundan önce çoklarına olduğu gibi azab ile hükmün vacib olması
için.
71-76- Şunu da mı görmediler, o gafiller ki,
uyanmıyorlar. Biz kendileri için ellerimizin yaptığı şeylerden, yani başka
hiçbir sanatın katkısı olmayıp, doğrudan doğruya kendimizin var ettiğimiz
nimetlerden en'am, yumuşak hayvanlar yarattık... Bu hatırlatmada birçok
yönlerden incelikler vardır ki, bunu tefsirden çok, okuyanların zevki takdir
edecektir.
77-78-79-*} "İnsan, kendisini bir damla
sudan yarattığımızı görmedi mi?" Rivayet olunuyor ki Ubey b. Halef Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna bir çürümüş kemikle gelmiş, onu eliyle
ufalayarak "Allah bunu böyle çürüdükten sonra diriltir der misin?"
demiş. "Evet, seni de diriltir ve ateşe kor." buyurmuş ve bu âyet, bu
sebeple inmiştir. Ve O, yaratmanın hepsini hakkıyla bilir. Yani her yarattığını
bütün incelikleriyle, her birinin toplanan ve dağılan bütün parçaları, usul ve
fürûu (aslı ve dalları), durumları, halleri, nicelikleri, miktarları, her türlü
özellikleriyle bilir. Her yaratmayı, yaratmanın her türlüsünü bilir, maddeli
maddesiz, âletli âletsiz, örnekli örneksiz, gerek ilkin, gerek sonra her
çeşidini bilir. Bütün mesele bundan ibarettir.
80- O Allah, size yeşil ağaçtan bir ateş
yaptı. Meşhur olan bu ağaç, "merh" ile "afar" denilen iki
ağaçtır ki, ikisi de yemyeşil, suları damlarken merh çakmak yerinde afare
sürtülmek suretiyle ateş çıkarılır, bedevîlerce bilinmektedir. Bunun birini
erkek, birini dişi yerinde de varsaymışlardır. Bununla beraber "Her ağaçta
bir ateş vardır. Fakat merh ile afar bol bulmuştur" diye bir mesel vardır.
Bu bakımdan bazı tefsirciler demişlerdir ki, ağaçtan maksat cinstir. Merh ve
afar misal yoluyla anılmıştır. Ancak burada dikkate değer nokta şudur ki,
bundan maksat ağaçtaki odun veya kömürü göstermek değil, sürtme ve temas ile
yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı anlatmaktır. Bu ise şimdi
bildiğimize göre bir elektrik olayıdır. Demek ki bu şekilde âyet elektriğe
işaret etmiş ve bu işaretten "ol" emrini anlamaya zihinleri yaklaştırmak
için bir misal de verilmiş oluyor. Yapmış da siz ondan çakıp çakıp hemen
tutuşturuyorsunuz. Yani bilfiil deneyle bildiğiniz şüphesiz bir ateş. Demek ki
sırf teorik akıl ile bilinemeyecek gerçekler deneyle ortaya çıkar.
81- Hem o gökleri ve yeri, yani bütün şu âlemi
yaratmış olan Allah, onların benzerini, onlar gibisini, yani o çürümüş insanlar
gibi küçüğünü, hatta bütün o âlemin benzerini diğer bir yaratış ile, yine
yaratmaya kâdir değil midir? Evet kâdirdir. Ve o, öyle yaratan, öyle bilendir.
82-*} O'nun emri, bir şeyi dileyince ona
sadece "ol!" demektir. O hemen oluverir.
83- O halde tesbih O'na, her şeyin
hükümranlığı elinde bulunan, her şeyde dilediği gibi tasarruf eden Sübhan'a
(şanı yüce Allah'a) dır. Hep de döndürülüp O'na götürüleceksiniz. O'na Yasin
sahibi (Habib Neccar) gibi koşa koşa iman ve İslâm ile, kendi rızasıyla dönüş
yaparak, bağışlanmaya ve ikrama kavuşmak istemeyenler de sonunda zorla
döndürülecekler, yakalanıp O'nun yüce huzuruna götürülecekler, hesapları
görülüp cezaları verilecektir.
İbnü Abbas hazretlerinden rivayet edilmiştir
ki Yasin hakkında rivayet edilen faziletlerin, niçin ona mahsus olduğunu
bilmiyordum, bu âyet için inmiş.
Melekût (hükümranlık) yukarılarda da geçtiği
üzere "mülk"ün mübalağa sigasıdır ki, tam bir hakimiyetle saltanatın
idare sırları demektir.
Şimdi bu melekût ve döndürülmeye bir açıklama
olmak üzere "Vessâffâti" Sûresi başlıyor.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Yasin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.