Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Şura Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
42-ŞURA:
1-8- Bunların iki isim olması gerektir. Onun
için araları ayrılmış ve iki âyet sayılmış gibi bir isim olduğuna göre
ayırılması, başında diğer "Hâ-mîm"lere uygun olması için denilmiştir.
Böyle, bu vahiy tarzı ile veya ilerde gelecek mânâ ile vahiy veriyor ve verir
sana ve senden önceki peygamberlere. Keşşaf sahibi burada şöyle der: "Yani
bu sûrenin kapsadığı mânâlar öyle mânâlardır ki yüce allah onun aynısını hem bu
sûrenin dışında sana vahy etmiştir, hem de senden önceki peygamberlere
vahyetmiştir. Bu şekilde yüce Allah bu mânâları Kur'ân'da ve semavî kitapların
hepsinde tekrar buyurmuştur. Çünkü bunlarda eninde sonunda kullarına beliğ bir
uyarı ve büyük bir lütuf vardır." "Vahyetti" buyurulmayıp da
muzari (şimdiki zaman) lafzı ile "vahyediyor" buyurulması da böyle
vahyetme âdeti olduğuna delalet içindir. Bundan başka burada bir de şu mânâ
vardır. Yüce Allah'ın sana ve senden önceki peygamberlere vahyinin tarzı bu
vahyi gibi, yani bu sûrede beyan ve tarif olunduğu gibidir. Çünkü vahyin
çeşitleri bu sûrenin sonunda "Bununla birlikte hiçbir beşer için mümkün
değildir ki Allah ona başka suretle kelam söylesin, ancak vahiy ile veya bir
perde arkasından veyahut bir elçi gönderip de izniyle ona dilediğini vahyetmesi
müstesna." (Şûrâ, 42/51) diye beyan olunacaktır." ın da bu üç tarza
rumuz olması muhtemeldir. (Nisâ Sûresi'ndeki "Nuh'a, ondan sonraki
peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a,
evlatlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve
Davud'a Zebur verdiğimiz gibi şüphesiz sana da vahyettik biz." (Nisâ,
4/163) âyetin tefsirine bkz.) "Nerde ise gökler üstlerinden çatlayacak
gibi titreşiyorlar." Bu ifade yüce Allah'ın yüceliğini, eserlerini anlatmaktadır.
Yani Allah öyle yüksek ve öyle büyük ve azametlidir ki cismanî yükseklik ve
büyüklüğün timsali olan semalar, o yüksek gökler, O'nun celal ve azametinin
heybeti altında üstlerinden çatlayıverecek gibi ezilip titremektedir.
"Üstlerinden" denilmesi Allah'ın yüksekliğinin semaların
yüksekliğinin üstünde olmasındandır. Zemahşerî'nin dediğine göre; çünkü yüce
Allah'ın celalini ve azametini gösteren âyetlerin en büyükleri semaların
üstünde Arş ve Kürsî ve arşın etrafında tesbih ve takdis ile çalkalanan meleklerin
safları ve daha nasıl olduğunu Allah'tan başkasının bilemeyeceği büyük saltanat
eserleridir.
Ve yeryüzündekiler için mağfiret isterler.
Şefaat, ilham ve itaate sevkeden sebepleri ortaya koyma gibi araçlara koşarlar.
Bu mânâ ise genellikle mümini ve kâfiri kapsar. Hatta "istiğfar"
eksiği örtmek mânâsına tefsir olunursa hayvanı ve cansız varlıkları bile
kapsar. Tekabül (karşılık olarak getirme) karinesiyle müminlere tahsis olunduğu
takdirde ise maksat şefaattır.
9-Meâl-i Şerifi
10- Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir
şeyin hükmü Allah'a aittir. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben yalnız O'na
güvendim ve yalnız O'na yöneliyorum.
11- O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. O sizin
için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. O, sizi bu
düzen içerisinde üretip çoğaltıyor. O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O,
her şeyi işitir ve görür.
12- Göklerin ve yerin kilitleri O'na aittir. O
dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla
bilir.
13- Allah dinden Nuh'a tavsiye buyurduğu şeyi
sizin için de bir kanun yaptı ve (Ey Muhammed!) sana vahyettiğimizi, İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya tavsiye buyurduğumuzu da şeriat kıldı. Şöyle ki: Dini doğru
tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat senin kendilerini davet ettiğin şey,
müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de
doğru yola iletir.
14- Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra,
ancak aralarındaki, çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin
tarafından azabın ertelendiğine dair bir söz geçmemiş olsaydı aralarında
mutlaka hüküm verilirdi. Kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kitap ehli
de Kur'ân hakkında bir şüphe ve tereddüt içindedirler.
15- Ey Muhammed! İşte bunun için insanları
tevhide davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların keyiflerine uyma
ve de ki: "Ben Allah'ın kitaptan indirdiğine inandım ve bana aranızda
adaleti gerçekleştirmem emredildi. Allah bizim de rabbimiz sizin de
Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir.
Sizinle bizim aramızda hiçbir tartışmaya yer yoktur. Allah hepimizi biraraya
toplayacaktır. Dönüş yalnız O'nadır.
16- Allah'ın davetine uyulduktan sonra, hâlâ
O'nun dini hakkında mücadele edenlerin, getirdikleri deliller Rableri yanında
batıldır. Onların üzerinde bir gazab ve kendileri için şiddetli bir azab
vardır.
17- Bu kitabı ve ölçüyü hakla indiren
Allah'tır. Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır!
18- O'na inanmayanlar kıyametin çabuk
gelmesini istiyorlar. İnananlar ise O'ndan korkarlar ve O'nun hak olduğunu
bilirler. İyi bilin ki, kıyamet saati hakkında tartışanlar derin bir sapıklık
içindedirler.
19- Allah kullarına çok lütufkârdır.
Dilediğine rızık verir. O çok kuvvetlidir, çok güçlüdür.
10- Sizin ve gavurların gerek dine ve gerek
dünyaya dair, hakkında ihtilaf ettiğiniz herhangi bir şey ki onun hükmü, o
ihtilafı kesip atacak hüküm Allah'a aittir. Onu başkası değil, o halleder. O
bir araya toplanma günü haklıyı haksızı O ayıracak. "Bir fırkayı cennette,
bir fırkayı da cehennemde." (Şûrâ, 42/7) O yapacaktır. Burası Resul'ün
peygamberliğinden hikayedir veya yukardaki "Vahyettik." karinesiyle
bir "De!" emri, takdiren vardır. Yani de ki işte o hikmet sahibi
Allah'tır. Benim Rabbim, malikim, sahibim, ben O'na tevekkül etmişim. Bütün
işlerimde yalnız O'na dayanmışımdır. Ve hep O'na yüz tutarım. Başımın sıkıldığı
her zor işte O'na müracaat eder, O'na sığınır, O'na yalvarırım.
11- O gökleri ve yeri yaratan, sizin için
kendilerinizden, yani kendi cinsinizden yine insan olarak çiftler, dişiler
yaratmıştır. Hakkınızda minnete layık bir nimet, bununla birlikte bu insanlara
mahsus değil Hayvanlardan da çiftler, yani hayvanların içinde de cinslerinden
çiftler yaratmıştır. Yahut sizin menfaatleriniz için hayvanlardan da erkekli
dişili sınıf sınıf eşler yaratmıştır. Bu fıkranın zikrinde insanların
hayvanlara "ortaklığı" özelliğini hatırlatma vardır. Çünkü eşleşme ve
üreyip çoğalma esas itibarıyla hayvanî bir özelliktir. Sizi onun içinde, yani
zikrolunan bu yapı, bu eşleşme tedbiri içinde zürriyetlen-dirip üretiyor. Bu
şekilde sizin eşleriniz, emsalleriniz evlatlarınız oluyor, çoğalıyorsunuz.
Fakat O'nun misli gibi bir şey yok, doğrudan doğruya O'nun misli, aynısı bir
şey bulunması şöyle dursun, O'na benzer bir şey bile yoktur. Bu şerefli söz
Allah'a benzer olmadığını ifade ile tevhid ve tenzihde sağlam, belâgatlı bir
delildir. Allah gibisinin olmadığını ifade etmekten maksat, kendine benzer
olmadığını ifadede mübalağadır. Nitekim "Senin gibi bir kimse cimrilik
etmez." derler. Bununla onun zatında, şahsiyetinde cimriliğin olmadığını
ifade etmek isterler, bunun olmadığını ifadede mübalağa etmiş olmak için kinaye
üslubuna giderler. Bu mânâ dilimizde de çok yaygındır. Mesela senin gibi bir
kimse ona tenezzül eder mi? desek sen ona tenezzül etmezsin demiş oluruz. Bunda
mübalağa ile birlikte bazen ta'zim de kastedilir. Dolayısıyla, bu niteliğin
olmadığında doğrudan doğruya kendine nisbeti tasavvur bile caiz olamayacağına
işaret gibi bir incelik vardır. Bazen de bu bir istidlal (delil getirme) neşesi
verir. Hatta bu kinaye mânâsı o kadar kuvvetlidir ki burada gerçek mânâsı üzere
"Allah'a benzer bir şey yok." denilse idi, kinaye yolu ile zatının
olmadığını ifade şüphesi ve kusuru bulunacağından dolayı güzel olmazdı. Keşşaf
sahibi der ki: "Bunun kinaye olduğu bilinince 'Allah gibi bir şey yok'
demekle misli gibi bir şey yok demek arasında kinayenin verdiği faydadan başka
bir mânâ farkı olmadığı anlaşılır ki ikisinin de mânâsı zatında benzerliğin
olmadığını ifadedir. Allah'ın misli yok demektir."
MÜMASELET: (Benzerlik), hakikatte ortaklık,
yani zatî sıfatta benzeyiştir. "Yerini tutabilecek şekilde özel sıfatta
ortaklıktır." diye tarif edilmiştir. Bu açıklamaya göre asıl mânâ,
Allah'ın benzeri olması suretiyle bir başkasına benzetilmesinin mümkün
olmadığının ifade edilmiş olmasıdır. Bununla birlikte benzerliğe yakın bir
şekilde benzetmenin olmadığı ifade ediliyor denilmesi daha uygundur. Alûsî, der
ki: "Bu âyet her açıdan Allah'ın başkasına benzerliğinin olmadığını ifade
etmektedir." Bu hükme herhangi bir şeyin O'na eş olamayacağının ifadesi de
dahildir. Bu âyetin öncesine bağlanma yönü de budur. Bu açıklama, İhlâs
Sûresi'ndeki "Hiçbir şey O'nun dengi değildir." (İhlâs, 112/4)
ifadesinin mânâsıdır. Ebu's-Suud'un açıklamasına göre âyetin irtibatı şu mânâ
iledir: "Bu göz kamaştırıcı eşsiz idarenin içine dahil işlerden hiçbir
işte O'nun misli yoktur. Yani O'nun yaptığı gibisini yapacak yoktur."
Ragıb'ın ifade ettiği diğer bir mânâya göre, O'nun sıfatı gibi sıfat yoktur,
denilmesi de buna yakındır. Gerçi yüce Allah'ın ahlak ve niteliklerinden ilim
ve irade gibi bazıları ile insanın da nitelendiği varsa da o sıfatların yüce
Allah'taki niteliği ve gerçek yüzü insanlardaki gibi değildir. Buna özellikle
işaret için de buyuruluyor ki: Ve O, öyle Semî öyle Basîr'dir. Yani misli
olmayan işitici ve görücüdür. İşitilmeye uygun olan şeylerin bazısını değil
hepsini işitir görülenlerin ve varlıkların hepsini görür, hem insanlarda olduğu
gibi dış dünyadan duyu organlarının etkilenmesi yolu ile değil, sonradan olma
durumundan hayal kurma ve vehmetmeden uzak ve ezeli bir idrak ile bilerek
işitir ve görür. Gerçi "Gerçekten biz insanı birbiriyle karışık bir damla
sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü
yaptık." (İnsan, 76/2) buyurulduğu üzere, insanı işiten ve gören bir
yaratık yapmıştır. Fakat O, böyle yaratılmış ve "Sizi bu şekilde
zürriyetlendirip üretiyor." (Şûrâ, 42/11) âyetinin mânâsınca yaratılıp
duran işitici ve görücü değil; O, kulakları ve gözleri yaratan ve onları
mülkünde tutup idare eden, benzeri bulunmayan, ezelî ve her şeyi kuşatan gerçek
bir işitici ve görücüdür. Edilen inabeleri, kendisine yönelişleri, yapılan
niyazları işitir, bütün ihtiyaçları görür ve gözetir.
12- O'nundur bütün göklerin ve yerin kilitleri.
Hiç kimsenin erişemediği, el süremediği hazineleri, gizli servetleri dilediğine
rızkı açar, kısar da, kimisine bol verir, kimisine dar, aynı kimseye de bazı
bol verir, bazı dar. Çünkü O her şeyi bilendir. Hepsini her yönüyle pek iyi
bilir, her yaptığını gereği gibi bilerek yapar, her dileyişinde, dar vermesinde
de bir hayır ve hikmet vardır. Bu cümle, böyle öncesine göre bir sebep,
sonrasına da bir hazırlıktır ki "Şüphesiz ki Allah ne dilerse ona
hükmeder." (Maide, 5/1) ifadesince iradeye bağlı bir emir olan teşriin
(şer'î kanun koymanın) mükemmel bir ilimle de alakasını gösterir.
13-Yani sırf bir dileme ve irade değil, her
şeyi bilen bir ilim ile birlikte bir hüküm ve hikmet ile Sizin için meşru
kıldı. Ey Muhammed ve ümmeti! Sizin iyiliğiniz ve yararınız için şeriat olmak
üzere koydu ve kararlaştırdı, açık yol, genel kanun yaptı. Dinden Nuh'a tavsiye
buyurduğunu ve sana vahyettiğimizi. Sûrenin başında "İşte böyle vahyediyor
sana, senden öncekilere de." (Şûrâ, 42/3) buyurulduğu üzere ta Nuh'tan
sana gelinceye kadar geçmiş ulu'l-azm peygamberlere ve özellikle İbrahim'e ve
Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şöyle ki dini ikame edin, dürüst, doğru
kılın, doğrultun, doğru tutun, doğru din tutun ve doğru tutun.
DİN: İhtiyarî fiillerin (serbest irade ile yapılan
fiillerin), iyiliğine veya kötülüğüne göre, sonunda iyi veya kötü bir neticeye
varacağına, sevap veya ceza, bir akıbete sebep olacağına inanarak Hak Teâlâ
katında en güzel akıbete ermek için tutulacak yoldur. Bu şekilde din, insanları
tabiatta cereyan eden cebir (zorlama) ve ıztırar (mecbur kalma, zorda kalma)
baskılarının üstüne istekleriyle yükseltecek olan bir hürriyet yolu, yani
hürriyet ve iradenin başarı ve sorumluluğu kanunudur. Onun için bütün
tabiatların üstünde her şeyin yaratıcısı, "Onun misli gibi bir şey
yoktur." (Şûra, 42/11), her şeyi bilen yüce Allah'ın hüküm ve iradesine
yükselmeden doğru din bulunamaz. Dinin doğrusu "Bizi doğru yola,
kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet." (Fatiha, 1/6) diye beyan
buyurulan doğru yol, tevhid ile yüce Allah'ın hükmüne iman ve itaat, yani
İslâm'dır. Onu "doğru tutmak" da erkânını ihlal etmekten muhafaza
ederek âyetlerinden ve delillerinden doğrusunu anlayıp iman ve amelde ihlas ile
tatbik etmektir. Doğru tutun, ve onda tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin. Çeşitli
heveslere veya çeşitli ilâhlara tabi olup da asıl dini ayakta tutmakta ihtilaf
çıkarmayın, dağılmayın. İşte bu emir ile bu yasak da Nuh (a.s.)'dan, Muhammed
(s.a.v.)'e kadar gelen şeriat sahibi peygamberlerin hepsine emir ve tavsiye
olunan bir din "Kanun-ı Esasî"si (anayasası), bir şeriatıdır ki bütün
peygamberler bunu tatbik için gönderilmiş; hepsi, zamanındaki din
bozukluklarını düzeltmek için doğru din ile gelmiş, tefrikayı (ayrılığı)
kaldırmak için tevhide davet eylemişlerdir. Her birinin zamanına göre
şeriatlerinin ayrıntılarında bir diğerini yürürlükten kaldıran çeşitli hükümler
bulunmakla birlikte Muhammed ümmetine şeriat yapılan bu esasta, bu İslâm
temelinde hepsi birdir.
Muhyiddin Arabî, Futuhat-ı Mekkiye'sinin
sonunda vasiyyet bölümünde bu âyetten başlayarak der ki: Yüce Allah vasiyyet-i
âmme'de (genel tavsiyesinde, emrinde) "(Allah) Sizin için dinden Nuh'a
tavsiye ettiğini, sana vahiy eylediğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
kıldığımızı kanun yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa
düşmeyin." (Şûra, 42/13) buyurdu. Şimdi, Hak Teâlâ, dini ayakta tutmayı,
-ki o, her zaman ve millette o zamanın şeriatidir- onun üzerinde bir araya
gelmemizi ve onda ayrılık çıkarmamızı emreyledi. Çünkü "Allah'ın eli
cemaatle beraberdir." Kurt da sürüden ayrılan koyunu yer ki o da
topluluğun bulunduğu yerden kaçıp uzaklaşarak yalnız kalandır. Bunun hikmeti
şudur: Allah Teâlâ'nın mabud bir ilâh olarak düşünülmesi ancak esma-i hüsnası
sebebiyledir. Bu esma-i hüsnadan uzak olması sebebiyle değildir. Onun için
"esmâ"nın çokluğu ile birlikte zatını birleştirmek lazımdır. O,
bunların tümü ile ilâhtır. Bundan dolayı "Yedullah" yani kuvvet,
cemaat iledir. Hakimlerden (bilge kişilerden) birisi vefat ederken evladına
vasiyyet etti. Onlar bir topluluk idiler, "Bana bir kucak değnek
getirin." dedi. Getirdiler, tuttu onları toplayıp bir deste yaptı,
"Bunu böyle toplu olarak kırın." dedi, kıramadılar. Sonra dağıttı
"Birer birer kırın." dedi kırdılar, "İşte dedi, siz de benden
sonra böylesiniz, toplu olduğunuz sürece mağlup olmaz yenilmezsiniz. Ayrıldınız
mı düşmanınız fırsat bulur sizi mahveder." İşte dini tutacak olanlar da
böyledir. Dini ayakta tutma hususunda bir araya gelip de dağılmadıkları
takdirde düşman onlara kahredemez. İnsan kendi nefsinde de böyledir. Nefsinde
kendini toplayıp da Allah'ın dinini yerine getirmeye azmettiği zaman, ne
insanlardan ne cinlerden bir şeytan, vereceği vesvese ile onu imanın ve meleğin
yardımı karşısında yenemez."
Müşriklere ağır geldi, o senin kendilerini
davet edip durduğun şey, o putlardan, o şirk ve ayrılıktan vazgeçip tevhid ile
İslâm'a girmek, dini doğrultmak işi. Allah ona, dinine veya kend sine
dilediğini seçer, derer, ve kim gönül verirse ona onu başarılı kılar. O doğru
yola onu çıkarır.
14- O ayrılanların ayrılmaları ise, gerek
peygamberlere karşı ayrı baş tutarak muhalefet etmeleri, gerekse onların
arkasından ümmetlerinin dinde tefrika çıkararak birbirleriyle uğraşmaları,
başka bir sebeble değil, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, tefrikanın
zararlı ve sonu kötü olduğu peygamberlerin tebliğiyle ve hatta tecrübe ile
malumları olduktan sonra aralarındaki azgınlıktan dolayıdır. Kıskançlık,
çekememezlik, dünya hırsı ile haksız istekler, aşırı sevdalar yüzündendir.
Demek ki ilim insanların düzelmesi için yeterli değildir. Nefs-i emmârenin öyle
kötü hisleri vardır ki insanları bildiklerinin tersine açık açık fenalıklara
sürükler, onun için insanlığın ahlâkının düzeltilmesi konusunda ilimden başka
hislerin süslenmesi, geliştirilmesi için pratik bir terbiye daha lazımdır. Dinî
terbiyenin bu özelliği ile de özel bir önemi vardır. Madem ki ilim böyle idi:
Bu kadar peygamberlere "Onda tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin."
buyurulmuş idi. O halde bunu dinlemeyip o ayrılıkları çıkaranlar hemen ilmin
gereği olan cezalarını görmeleri gerekmez miydi? denilirse ve eğer Rabbinden
bir kelime geçmiş olmasaydı, azab için ezelde bir vakit ve saat takdir edilmiş
bulunmasaydı belirlenmiş bir süreye kadar diye, "Bir zümrenin cennette,
bir zümrenin cehennemde." (Şûra, 42/7) olacağı kıyamet gününe bırakılmış
olmasaydı aralarında hüküm yerine getirilirdi. Hemen ayrıldıkları sırada
cezaları verilir, işleri bitirilirdi. Fakat Allah, "Onlara vaad olunan
asıl vakit, o saattir." (Kamer, 54/46) buyurmuş, o hükmün yerine
getirilmesini belirli bir süre ile ceza gününe ertelemiştir. Onlardan sonra
kitaba vâris kılınanlar ise, o peygamberlerin arkasından kitaba varis kılınan,
yani şimdi Muhammed'in asrında bulunan kitap ehli de ondan yani kitaplarından
muhakkak bir şüphe içinde, kararsız bulunuyorlar, kıvranıyorlar.
15- şimdi onun için, yani şeriatın emri, öyle
dini ayakta tutma, şu an da böyle "bağy" (çekememezlik, kıskançlık,
dünya hırsı) ile tefrika (ayrılık), şüphe ve tereddüt içinde olduğundan dolayı
ey Muhammed! sen hemen davet et, o doğru dine tevhid ve İslâm dinine çağır, ve
emrolunduğun gibi doğruluk et, doğru git, de onların -yani gerek müşriklerden
ve gerek ehli kitaptan davet eylediğin halkın- heveslerine uyma. Onların
çeşitli, hakka aykırı batıl arzularına tabi olma, çünkü dinin eğilmesi, tefrikanın
sebebi hep heveslere tabi olmaktır. Onlara uyma ve de ki ben Allah'ın indirdiği
her kitaba iman ettim, bazısına inanıp da bazısına inanmamazlık etmem ve şüphe
üzere değilim. Ve emrolundum ki aranızda adalet yapayım. Allah'ın hükümlerini
ve şeriatini adalet ile tebliğ ve icra eyliyeyim. O zulüm kaynağı olan, şunun
bunun hevesi ile yapılan şirk ve azgınlık hükümlerini atıp, Hak hükmüyle Allah
için herkes arasında adalet edeyim. Bundan anlaşılır ki dini doğrultmanın en
önemli görüntülerinden birisi zulüm hükümlerini kaldırıp adalet etmekti. Bu da
Allah'ı bir bilip dinine, doğru sarılmakla olur. Allah bizim de Rabbimiz, sizin
de Rabbinizdir. Hepimizin yaratıcımız, hakimimiz, mevlamızdır. Bizim
amellerimiz bizim, iyiliğinden kötülüğünden siz sorumlu olmazsınız,
karşılığında sevabı veya cezası bize aittir. Sizin amelleriniz de sizindir.
Onun da sorumluluğu sizin, kâr ve zararı, cezası size aittir. Sizinle bizim
aramızda "huccet" yok, tartışmaya ve birbirimize delil getirmeye
gerek yok ey Kitap ehli! Çünkü bu açıklama ve ispat ile Hak ortaya çıkmış,
başkaca münakaşaya ihtiyaç kalmamıştır. Allah aramızı birleştirecek, toplanma
günü olan kıyamet günü hepimizi bir araya toplayıp hükmünü verecek. Ve hep O'na
gidilecektir. Her neye tapılır, her ne emele hizmet edilirse edilsin nihayet
herkesin varıp hesap vereceği merci yalnız Allah'tır. "Sizinle bizim
aramızda hüccet yok." ifadesinin mânâsını açıklamak için buyuruluyor ki:
16- O'na uyulduktan sonra, yani Allah'a
uyulduktan, bu beyan gereğince bütün indirdiği kitaba iman edilip, emri
dosdoğru tutulduktan sonra, Allah hakkında, veya Allah'ın dini hakkında
münakaşaya kalkışacak olanların delilleri Rableri katında çürüktür. Ne teorik,
ne pratik, ne naklî ne aklî hiçbir tutanakları kalmaz. Delil ancak eğriliğe ve
eğrilere karşı yönelik olur. İlmî ve amelî açıdan ortada olan "Hak"
ve "İstikamet" karşısında yapılan münakaşa, sırf bir azgınlık ve
haksızlık ilanından ibaret kalır. Onun için Allah katında delilleri çürük
olmaktan başka hem aleyhlerine bir gazab hem de haklarında şiddetli bir azab
vardır.
17- Allah odur ki hem hakkıyla kitap
indirmiştir, Hakkı, hakkın hükmünü beyan için hakk olarak, hak peygamberlik ile
kitap cinsini, özellikle Kur'ân'ı indirmiştir, hem de mizan, denge kanunu,
adalet ki bu sayede eşya tartıldığı gibi ameller de tartılır, akılda ve nakilde
hakkın hükmü ortaya çıkar ve ona göre cezası verilir. Ve ne bilirsin belki
kıyamet saati yakındır, amellerin tartılıp hesabın görüleceği o kıyamet günü
gelmek üzeredir.
18-Çünkü Ona imanı olmayanlar onun acele ile
gelmesini isterler. Çabuk oluversin diye acele ediyorlar. Ki bu acele etmek
hâlen (tutum ve davranışla) ve kâlen (dil ile) olmak üzere iki şekildedir.
Birisi olacağına inanmadıkları için doğru ise, hani ne zaman o vaad? "Siz
doğru söyleyenler iseniz bu tehdit ne zaman?" (Yâsin, 36/48) diye eğlenmek
suretiyle, dilleriyle acele ederler. Bir de imanları olmadığı için küfürle,
haksızlıkla dengenin, adaletin bozulmasına, alemin nizamının (düzeninin)
ihlaline sebep olmak suretiyle fiilen acele ederler. İman edenler ise ondan
kaçınırlar, mizanlarının (terazilerinin) hafif gelmesinden korkarlar da iyilik
ve hasenatlarını artırmak, daha çok sevap elde etmek için korunurlar. Ve
bilirler ki o haktır, muhakkak olacaktır. iyilik belki o "saat"
hakkında şüphe uyandırmaya kalkışanlar herhalde uzak bir sapıklık içindedirler.
Haktan uzağa sapmışlardır. Âlemin faniliği delillerine rağmen kıyamet saatinin
meydana gelmesi hemen hemen gözle görülür elle tutulur denecek kadar kuvvetli
iken onun caiz olduğuna yol bulamayan, ondan ötesine hiç bulamaz.
19- Allah kullarına karşı lütuf sahibidir.
Kulluğunu bilen, vazifesini doğru yapan kullarına çok lütufkârdır. Onları
çeşitli lütuflarla öyle mutlu kılar ki akıllar onu kavramaktan acizdir. Her
dilediğini bir şekilde rızıklandırır. Kullarından her birini büyük hikmeti
içeren "dilemesi"ne göre bir çeşit lütuf ile seçkin kılar. Ve öyle
güçlü, öyle azizdir ki her şeye ve herkese karşı dilediği gibi iradesini
uygulamaya, vaadini yerine getirmeye kadir ve hiçbir sebep ve şekilde mağlup
edilmez, her yönden galiptir. Onun için dinini doğru tutan kullarını o korkunç
"saat" geldiği zaman perişan etmez, kuvvet ve izzetiyle türlü
lütuflarından nasiplendirir. Bu lütfun "saat"tan sonra zikredilmesi,
"ibtidaî" (cümle başlangıcı) değil, onun arkasından tertiplenmiş bir
vaad olduğuna işaret eder. Burada kulların Allah'a izafe edilerek
"Allah'ın kulları" denilmesi ya şeref için olarak "İman edenler
ise ondan çekinirler." (Şûra, 42/18) buyurulan müminleri gösterir veya
kelime "kul" kelimesinin çoğuludur. Bu şekilde hem bu vaadin iman ve
kulluğa gerekli olduğunu ima eder, hem de esas itibarıyla bu sonucun zorunlu
olmayıp lütuf ve ilâhî dileme eseri olduğunu anlatır.
Din ilminin konusunun iradî fiiller olduğuna
dikkat çekmek ve bu lütuf ve vaadin niyyet ve iradeye bağlı olduğunu açıklamak
için de buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
20- Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun
kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz,
ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.
21- Yoksa onların, Allah'ın dinde izin vermediği
şeyi kendilerine meşru kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabın ertelenmesine
dair kesin yargı sözü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, işleri
bitirilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azab vardır.
22- Sen kıyamet günü kazandıkları şeyin cezası
başlarına gelirken zalimlerin korkudan titrediklerini görürsün. İman edip salih
amel işleyenler ise cennet bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlar için
istedikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.
23- İşte Allah iman edip salih amel işleyen
kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki: "Ben bu tebliğime karşı
sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum." Her kim bir
iyilik yaparsa biz onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz ki Allah çok
bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını verir.
24- Yoksa onlar, senin hakkında: "Allah'a
karşı yalan uydurdu." mu diyorlar? Eğer Allah dilerse senin de kalbini
mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O
kalplerde bulunan şeyleri hakkıyla bilir.
25- Kullarının tevbesini kabul eden,
kötülükleri affeden ve sizin yaptıklarınızı bilen O'dur.
26- Allah iman edip, salih amel işleyenlerin
tevbesini kabul eder, onlara lütfundan daha fazlasını verir. Kâfirler için ise
şiddetli bir azap vardır.
27- Eğer Allah rızkı kullarına bol bol
verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O dilediğini belli bir
ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları hakkıyla
görür.
28- İnsanlar ümitlerini kestikten sonra
yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O'dur. Övülmeye layık olan gerçek
dost O'dur.
29- Gökleri yeri ve her ikisinde yaydığı
canlıları yaratması da Allah'ın kudretinin delillerindendir. O'nun dilediği
zaman onları biraraya toplamaya da gücü yeter.
20- Her kim ahiret "hars"ı murad
ederse, isterse. HARS, aslında sözlük anlamı olarak yeri onarıp tohum atmak
demektir. Kamus şerhi sahibinin hatırlatmasına göre "zer'" (ekin
ekmek) fiilinden daha geniş anlamlıdır. "Hars" sürmek mânâsına da
gelir. Ragıb'ın dediği gibi "mahrus"a yani ekilen tarlaya ve ondan
meydana gelen ekine de "hars" denilir. Kelimenin asıl mânâsı olan bu
iki mânâyı, "ekim" ve "ekin" diye ifade edebiliriz. Bu
mânâlardan istiâre yoluyla ilerde kazanmak için yapılan çalışmalar, çabalarla
onların meyveleri ve sonuçları hakkında da kullanılır ve örf olmuştur, nitekim
bu âyette de böyledir. Amel veya sevabı demektir. Bu âyet bize gösteriyor ki
din işi bir "hars" yani ucunda hasılat almak, kazanmak maksadıyla
yapılan bir ekim, bir kültür işidir. Bu da ucunda istenilen yani niyet olunan
gaye ve maksatla uyumludur. Bu yönüyle "hars" iki kısımdır. Birisi
ahiret gayesi, ahiret sevabı diğeri de dünya yararı ve menfaati arzu edilendir.
Her kim din adına yaptığı ameli sırf ahiret sevabına niyyet ederek yaparsa biz
ona kazancında fazlalık veririz. Ekinini, hasılatını artırırız, yani ahirette
kat kat fazlasıyla vereceğimiz gibi dünyasından da veririz, o lütuf ve rızık o
şekilde artar. Her kim de dünya harsini isterse, dünya kârı için, yani ölmezden
önce dünya hayatında ereceği bir maslahat ve gaye için çalışırsa Ona da ondan,
o geçici dünyadan veririz. "Hûd" ve "İsrâ" sûrelerinde
geçtiği üzere istediği kadar değil, amelinin haddizatında değerinden aşağı
olmamak üzere Allah'ın dilediği kadar dünyadan verilir. Ve fakat ona ahirette
hiçbir nasip yoktur. Buharî-i Şerif'in başında da rivayet olunan niyet hadisi
bu âyetin bir tefsiri gibidir. Şöyle ki "Ameller sırf niyetlerdedir. Ve
her kişiye niyet ettiği vardır. Mesela her kimin hicreti Allah'a ve Resulü'ne
ise onun hicreti Allah'a ve Resulü'nedir. Her kimin hicreti ereceği bir dünyaya
veya nikah edeceği bir kadına ise onun hicreti de hicrete
kalkıştığınadır." Bundan şu da anlaşılır ki murat çeşitli fiillerin
mukayesesi değil, aynı fiilin çeşitli niyetlere göre hüküm ve sevabını
göstermektir. Şu halde yaptığı fiili, hangi fiil olursa olsun sırf dünya maksat
ve gayesine ermek niyetiyle yapan kimsenin ahirette onun için bir nasip, bir
ecir ve sevap beklemeye hiç hakkı yoktur.
21- Yoksa onlar için birtakım ortaklar mı var?
Bu âyetin yukarıya üç yönden bağlantısı ve ilgisi vardır. Bir kere, ahirette
nasibi olmayan dünya ehlini sakındırma ve hakir kılma olmak üzere öbür âyetin
sonuna bağlanır. İkincisi Allah'ın izin vermediği şeyleri meşru kılmak için
şeriat yapmaya kalkışmak dünya kazancı adına yapılan fenalıkların, şirklerin
başında sayılması gerekeceğini hatırlatır. Üçüncüsü de ta yukarıdaki
"Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi..."
(Şûra, 42/13) âyeti karşılığında müşriklerin cinayetlerini ele alıyor. Yani
Allah'ın şeriatına karşı gelmek için yoksa o müşriklerin, o çağdaş kâfirlerin
birtakım ortakları, Allah'a ortak olmak için ortaklık kurmuş inkâr ortakları
şeytanlar var ve istedikleri gibi şeriat koyma yetkisini ellerinde
bulunduruyorlar da dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri onlara meşru mu
kıldılar? Mesela müşriklik, çeşitli hükümlere uyma, ahireti inkâr, zulüm,
verdiği sözü çiğnemek, güç yetirilmesi imkansız şeylerin yapılmasını istemek
gibi Allah'ın izin vermediği, meşru kılmadığı birtakım şeyleri meşru
kılıyorlar, diledikleri gibi din yapıyorlar öyle mi? Fakat Allah'ın meşru
kılmadığını meşru kılacak hiçbir kuvvet yoktur. İnsanların teşrideki (kanun
yapmadaki) çalışıp çabalaması Allah'ın izin verdiği sınırı aşmamalıdır.
Ve eğer "fasıl" kelimesi olmasaydı
aralarında hüküm yerine getirilmiş, bitirilmişti. "Fasıl kelimesi"
azabın belirli bir süreye geri bırakılmasına dair ezelde önceden
kararlaştırılan kelimedir. Burada "fasıl" hüküm veya "beyan"
veya "tefrik" (ayırma) mânâlarına olabilir. Tefrik mânâsında:
Müminlerle kâfirler arasında "Bir zümre cennette, bir zümre
cehennemde." (Şûra, 42/7) hükmü veya müşriklerle taptıkları ortakların
aralarının açılması veya dünya kazancı hükmünün ahiret kazancı hükmünden ayrılması
mânâları düşünülebilir. Gerçi mânânın aslı cezanın saatine geri bırakılması
meselesidir ki "Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azab vardır."
ifadesiyle tamama erdirilip beyan buyuruluyor. Yani hak dinin gereği Allah
şeriatının hükmü olan fasıl ve kaza ezelde vakit ve saatine geri bırakılmakla
icrasız kalmayacaktır. Bütün zalimlere elemli bir azab muhakkaktır.
22-O fasıl günü gelecek. Göreceksin o
zalimleri, Allah'ın izin vermediği şeyleri meşru tanıtmak için yol açarak,
hüküm koyarak, ceza vererek zulmeden ve onlara uyan o zalimleri göreceksin ey
muhatap! Yaptıkları zulümlerle kazandıkları vebalin dehşetinden korkular içinde
titrerlerken; o ise tepelerine inmektedir. İman edip iyi ameller yapan kimseler
ise cennetlerin hoş ravzalarında, en hoş, en latif yerlerindedir.
RAVZA: Sulu, yeşillik yerler olup bağların,
bahçelerin en güzel oturulacak yerlerine denir. Öyle ki onlara Rablerinin
katında ne dilerlerse var. Yani o cennet bahçelerinde olduktan başka Rablerinin
huzurunda bulunacaklar, cemalinin şerefiyle şereflenecekler ve işte orada bütün
dileklerine erecekler, ne isterlerse hazır bulacaklar. İşte bu müminlerin
ereceği bu ikbal, böyle her dilediğini ve dileyeceğini hazır bulma mutluluğu o
büyük lütuftur. Kadrini, değerini belirleme ve tayin mümkün olmayan ve sonuna
ulaşma ihtimali bulunmayan büyük ilâhî lütuftur. Bunun yanında bütün dünya
küçük, pek küçük kalır.
23- İşte bu, bu dinlediğiniz lütuf o müjdedir
ki Allah o iman edip salih salih, güzel güzel ameller yapan kullarına
müjdeliyor. Allah, kullarına böyle lütufkârdır.
De ki bu tebliğ ve müjdelemeye karşı ben
sizden bir ücret istemem. Ancak buna üç mânâ vermişlerdir. Birincisi:
Akrabalıkta sevgi, yani hiç olmazsa size akrabalığımdan dolayı haklarıma saygı
göstermenizi isterim. Buharî, Müslim, Tirmizî ve daha başkaları rivayet
etmişlerdir ki: İbnü Abbas hazretlerine bu âyeti sorulmuş. Said b. Cübeyr: Âl-i
Muhammed akrabalığı deyivermiş, bunun üzerine İbnü Abbas demiştir ki: Acele
ettin, Kureyş'ten hiçbir soy yoktur ki Peygamber (s.a.v.)'e akrabalığı olmasın,
hiç olmazsa sizinle aramdaki akrabalığa saygı gösterin. Bunun sonucu şöyle
demek olur: Peygamberliğim, risaletim, âlemlere rahmet olmam dolayısıyla olan
hukukumu tanımıyorsanız bari aramızdaki akrabalık hukukuna saygı gösterin de
söylediklerimi dinleyin, düşmanlık etmeyin. İkincisi: Bana yakınlığı olanları,
yani akrabamı sevmenizi isterim diye mânâ verenler de olmuştur. Nitekim Said b.
Cübeyr'in sözü bunu gösteriyordu. Bazıları bu akrabalığı Hz. Ali ve Fatıma
çocuklarına özel kılmak istemişlerdir. Üçüncüsü: Alûsî'nin naklettiği gibi Abd
b. Hamid'in Hasen'den rivayet ettiği üzere yakınlıkta sevgi, yani güzel
amellerle Allah'a yakınlık hususunda sevgi demektir ki "kurbâ" nesep,
soy yakınlığı değil, "kurbet" yani Allah'a yakınlık mânâsınadır. Ve
bu mânâ hem daha geneldir, hem de âyetin öncesine ve sonrasına daha da
uygundur. Çünkü buyuruluyor ki Her kim bir hasene, güzel bir amel kazanırsa biz
ona onun hakkında daha fazla güzellik veririz, daha güzel sevap veririz ve o
sebeple hem o iyiliğin güzelliği artmış olur, hem de daha güzelini yapmak
yeteneği ihsan edilir. Çünkü Allah Gafur'dur, bağışlayıcıdır, günahları örter.
Şekûr'dur, güzel amellere, güzel sevap ve mükafat ile karşılıkta bulunur.
İyiliklerin ecrini zayi etmez.
24- Yoksa Allah'a karşı bir yalan uydurdu mu
diyorlar? Bu Kur'ân'ı yalan uydurup Allah'a isnad ile iftira etti, diye iftira
mı ediyorlar? Allah dilerse senin de kalbini mühürler. Yani Kur'ân'a, uydurma
yalan diyenler, sana yalan isnad edenler kalpleri mühürlenmiş, hakkı duyacak
yetenekleri kalmamış kimselerdir. Yüce Allah dilerse senin kalbinin üzerini de
mühürleyiverir, vahyini, lütfunu kesiverir. Şu halde sen onların dediklerine
keder etme de Allah'ın lütfuna şükret. Hem Allah bâtılı mahveder de kelimeleri
ile hakkı yerine getirir, gerçekleştirir. Onun için günden güne o yalan
diyenlerin batıl sözleri mahvolur da senin hak olan peygamberliğin gerçekleşir
ve pekişir ve Kur'ân'ın vaadleri yerine gelir. Kur'ân yalan olsaydı Allah onu
gerçekleştirmez çok sürmeden mahvederdi. Şüphesiz O bütün kalplerin içinidışını
bilir. Senin kalbindekini de bilir. Onların kalplerindekini de.
25-29- Bununla birlikte "O, kullarının
tevbesini kabul edendir." Bundan dolayı o günahkârlar da hemen tevbe edip
o günahlardan vazgeçmelidirler.
Ve bu ikisinde, yani göklerde ve yerde yaymış
olduğu debelenen canlı (da Allah'ın kudretinin delillerindendir.) Bu âyetin ilk
okunuşta anlaşılan mânâsına göre göklerde de canlılar vardır. Mücahid de aynı
kanaate varmıştır. Diğer bazıları ise göklerdeki "Dâbbe"den maksat
havada uçuşan canlıların olduğu kanaatine varmışlarsa da böyle bir te'vile
gerek yoktur. Bunları böyle yaratıp yayan o Allah, dileyince hepsini
toplayıvermeye de kadîr, tamamıyla kadirdir. Onun için haşir ve neşir (herkesin
dirilip mahşere geleceği kıyamet) gününde tereddüde yer yoktur.
Meâl-i Şerifi
30- Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi
ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu
affeder.
31- Siz yeryüzünde (O'nu) aciz bırakamazsınız.
Sizin Allah'tan başka bir dostunuz ve yardımcınız da yoktur.
32- Denizlerde yüce dağlar gibi gemilerin
yürümesi de O'nun kudretinin delillerindendir.
33- Eğer O dilerse rüzgarı durdurur da
yelkenle giden gemiler denizin üzerinde duruverirler. Şüphesiz ki bunda sabırlı
olan ve çok şükreden kimseler için nice ibretler vardır.
34- Yahut da Allah kazandıkları günahlar
yüzünden onları helâk eder ve birçoğunu da bağışlar.
35- Âyetlerimiz hakkında mücadele edenler
bilsinler ki kendileri için kaçacak bir yer yoktur.
36- Size verilen herhangi bir şey sadece dünya
hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise iman edip sadece
Rablerine güvenen kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
37- O iman edenler, büyük günahlardan ve
hayasızlıktan kaçınırlar. Onlar öfkelendikleri zaman da kusurları bağışlarlar.
38- Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler
ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare
iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.
39- Onlar, bir zulüm ve saldırıya uğradıkları
zaman birbirleriyle yardımlaşırlar.
40- Bir kötülüğün cezası yine onun gibi bir
kötülüktür, ama kim affeder, bağışlarsa onun mükafatı Allah'a aittir. Şüphesiz
ki Allah, zalimleri sevmez.
41- Zulme uğradıktan sonra hakkını alan
kimseye gelince, işte onların aleyhinde ceza vermek için herhangi bir yol
yoktur.
42- Yol ancak insanlara zulmedenler ve
yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler aleyhinedir. İşte onlar için acı bir
azap vardır.
43- Her kim de sabreder ve kusuru bağışlarsa,
işte bu elbette azmedilecek işlerdendir.
30- Başınıza ne musibet geldiyse kendi
ellerinizin kazanması sebebiyledir. Bu hitap ve sesleniş günahkârlaradır. Çünkü
sabır ile sevaba veya yüksek derecelere ulaştırılmak gibi diğer birtakım sebeplerle
günahkâr olmayanların başlarına gelen musibetler de yok değildir.
"Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve
mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele."
(Bakara, 2/155) Halbuki birçoğundan affediyor da dünyada hesaba çekmiyor. Çünkü
"Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hesaba çekecek olsaydı yer
üstünde hiçbir canlı mahluk bırakmazdı." (Nahl, 16/61)
31- Ve siz yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak
değilsiniz. Yani siz ne olsanız bu yeryüzündesiniz ve her ne yaparsanız ne
kuvvetler kazansanız başınıza gelmesi takdir edilmiş olan musibetlerden
yakanızı kurtaramazsınız. Ve sizin için Allah'tan başka ne direkt olarak
kurtaracak bir velî, bir koruyucu vardır, ne de yardım edip onu savuşturacak bir
yardımcı. Onun için Allah'a sığınıp O'nun emirlerine, kanunlarına göre görev
yapmaktan başka şekilde korunmanın çaresi yoktur.
32-*} Ve O'nun âyetlerindendir denizde akan
dağlar gibi ğemiler, sizin de yeryüzünde haliniz o gemidekilerin hali gibidir.
33-Allah dilerse o rüzgarı yani o gemileri
hareket ettiren, hareket sağlayan gücü durduruverir, o zaman o gemiler denizin
sırtı üstünde durakalırlar. şüphe yok ki bunda, gemilerin denizin sırtı
üzerinde duraklamasında çok sabırlı, çok şükreden her kimse için birçok âyetler
vardır ki insanların acizliğini ve gerçekte Allah'tan başka ne bir velî, ne de
bir yardımcı olmadığını ispat eder. Fakat sabrı olmayanlar bu gemilere binip de
bu olayları müşahade ve üzerinde düşünmeye çalışamazlar, şükrü olmayanlar da bu
gözlem ve tefekkür nimetinin değerini bilip de neticelerini ortaya çıkaramazlar
onun için demişlerdir ki imanın yarısı sabır, yarısı şükürdür.
34- Yahut da içindekilerin kazandıkları
günahları sebebiyle veya mallarıyla birlikte o gemileri telef eder, rüzgarı
durdurmaz fakat şiddetli fırtına vererek batırır, parçalar. Bununla birlikte
birçoğundan da affeder, bağışlar, batırmadan kurtarır.
35- Hem bunları bir de şunun için yapar ki
âyetlerimiz hakkında mücadele edenler bilsin anlasınlar kendilerine kaçamak, kurtuluş
yoktur. Kurtuluş, ancak Allah'ın âyetlerini kabul ederek onların gösterdikleri
çerçevede çalışmakladır.
36-Ey Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden
kâfirler bütün bunlardan anlaşılır ki şimdi size verilmiş bulunan şeyler her ne
olursa olsun hep dünya hayatının geçici metaıdır, geçimidir. Allah yanındaki
ise hem daha hayırlı hem daha kalıcıdır. Hem şer karışığı olmaksızın katıksız
hayır ve menfaattir, hem de devamlıdır, ebedidir. Fakat o kimseler için ki iman
etmişlerdir ve yalnız Rablerine tevekkül ederler. Ancak O'na işlerini
bırakırlar ve O'nun kudretine, vaadlerine ve tehditlerine güvenerek emri dairesinde
görevlerini yaparlar ve her vesile ile rızasını ararlar. Hz. Ali'den rivayet
olunur ki Hz. Ebu Bekir malının hepsini tasadduk etmiş, birtakım kimseler onu
kınamışlardır. Bu âyet o sebeple nazil oldu. İman ve güven, gerek bir kişinin
ve gerek bir topluluğunun ruhunda dinin, başarının temeli olan iki temel
özelliktir. Bu iki özelliğin bazı dışa vuran görüntülerini açıklayan aşağıdaki
özellikler de bir millet için ne güzel düsturlardır.
37- Ve onlar ki günahın "Kebâir"ine
ve "Fevâhiş"e uzak dururlar.
KEBÂİR: Üzerine tehdit gerçekleşen veya haddi
(şer'î cezayı) gerektiren yahut açıkça yasaklanmış olan günahlar.
FEVÂHİŞ de onların içinde özellikle çirkinliği
açık ve aşırı olan günahlardır. Ne zaman da gazaplanırlarsa onlar bağışlarlar.
Suçu onlar örterler, kusuru bağışlarlar. Burada "onlar" zamiri
"kasr" (ancak, sadece, yalnız) anlamı ifade eder. Bu
"kasr"ın da yönü, sebebi şudur: Gazab (kızgınlık) halinde kusur ve
günah bağışlayabilmek gayet nadir olan yüksek bir ahlaktır. Bu sebeple şöyle
denilmiş oluyor ki, işte kızgınlık halinde kusur örtmek, kızgınlığı yutmak gibi
büyük özellik ancak onlara yakışır ve onlar ona lâyıktırlar. "Öfkelerini
yutanlar, insanlar(ın kusurların)dan af ile, geçenlerdir." (Âl-i İmran,
3/134) övgüsüne layıktırlar.
38- Ve onlar ki Rableri için davete uymakta ve
namazı dürüst kılmaktadırlar. Allah iman ve itaat için Peygamber tarafından
yapılan davete Ashab-ı Kiram'ın bey'atları ve uymaları gibi bey'at ve dinin
direği olan namazı kılmakla cemaat ve toplumu sağlam tutanların İşleri de aralarında
Şûrâ'dır. İşleri, buyrukları zorbalıkla değil, aralarında danışıkla,
görüşlerine başvurma iledir. Kendi işlerine kendileri sahiptir, başkalarının
elinde esir değil, aralarında dayanışmasız, toplumsuz, darmadağınık ayrı da
değil, toplanıp sözü bir etmesini bilirler. Birbirlerinin görüşlerine
başvurmalarının şekli de görüş ileri sürmek yeteneği olan, toplumun görüşlerini
temsil edebilecek ictihad sahibi "hall ü akd" erbabının (meseleleri
düşünüp çözüme bağlayacak kimselerin) toplanıp müzakere etmesiyledir.
Resulullah (s.a.v.) "İş hususunda onlarla müşavere et." (Âl-i İmran,
3/159) âyetinin mânâsı uyarınca, savaşla ilgili meselelerde müşavere ederdi.
Ondan sonra da ashab gerek onda gerek hükümlere dair meselelerde müşavere
ettiler. Hz. Peygamber'in vefatı üzerine halife seçimi, ehli riddetle (dinden
dönenlerle) savaş, dedenin mirastan pay alması, şarap içenlere vurulacak
"had cezasının" sayısı ve Irak'ta fetholunan arazilerin ahkamı vs.
gibi meseleler hep bu kabildendir. Şüphe yok ki hükümlere dair müşavere,
hakkında kesinlik ifade eden bir nass bilinmeyip az çok ictihada elverişli olan
veya tatbikatı çalışmaya bağlı hususlardadır. Şûra müzakereleri (görüşmeleri)
icmâ meselelerinin aslını teşkil eder. İslâm tarihinde ve fıkıh usulünde
(metodoloji) malesef bu "Şûrâ" düsturu sahabe devrinden sonra
Kur'ân'ın verdiği bu önem ile uyumlu bir biçimde geliştirilememiştir. Şûrâ
aslında "Fütyâ" gibi "büşra" ölçüsünde masdar olup
"teşavür" yani birbirinin görüşünü almak demektir. Kelimenin aslı
arıdan bal almak mânâsı ile ilgilidir. "Zû şûrâ" (Şûra sahibi)
mânâsına da gelir. Nitekim bu mânâ ile şûra heyetine de denilir. Ve kendilerine
verdiğimiz rızıklardan infak da ederler. Belli ki bu infak şûrâ ile verilen
kararın yerine getirilmesi için gereken masrafı temin mânâsını anlatmaktadır.
39-O münasebetle bu da gereğine göre şûrâ ile
halledilmesi gerekir. Şu âyet de bunu hissettirir: Ve onlar ki kendilerine
"bağy" isabet ettiği, yani haklarına saldırı olduğu zaman yine
kendileri yardımlaşır, öclerini alırlar. Haklarını savunur, haksızlığa boyun
eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler,
aşırı gitmeyerek adaletle öclerini alırlar. Bunun için başka bir milletin
himayesine sığınmazlar, kendi toplum ve milletlerinin bağımsızlığı, izzet ve
yardımı, birliği ile zalim ve azgının hakkından gelirler. Görülüyor ki burada
bağy "onlar" zamiri ile çoğula gönderilmiştir. Bu ise bağyin herkesle
ilgili olduğunu ifade eder. Bundan dolayı bazıları bunu yalnız dışardan gelen
saldırıya özel zannetmişler de bir müşrik bir müslümana saldırdığı takdirde
intikamını alanın övgüsüyle tefsir etmişlerdir. Fakat gerek Allah hakkı olsun,
gerek kul hakkı olsun mutlak hakkın korunması Allah hakkı, yani Hukuk-i amme
(kamu hakkı)den olduğu ve dolayısıyla her mümin kişinin haklarının toplumun
taahhüdü altında bulunması açısından ona karşı saldırı âmmenin (toplumun)
hakkına saldırı demek olduğundan gerek dıştan ve gerek içten genel ve özel
olarak yapılan saldırının savuşturulması ve cezanın verilmesi toplumun görevi
yani en azından farz-ı kifayedir. İçten olanlarda mahkemelerin adaletini temin,
dıştan olanda da siyasi tedbirlerle bu yardımın yapılması ve yapılabilmesi bir
milletin yüksekliğini ve yaşama hakkını gösteren en yüce faziletlerdendir. Onun
için diğer tefsir bilginleri demişlerdir ki: "İleri giden her azgına karşı
öc alma övülmüştür." İbnü Cerir et-Taberî tefsirinde der ki: "Bu
ikinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü Cenab-ı Allah, bir mânâyı tahsis
buyurmamış, azgınlık edenden hakkı ile öcünü alan her galibi övmüştür. Buna
karşı birisi şöyle diyebilir: İntikamda övülecek ne var? Denilir ki zalime hak
ettiği ve layık olduğu cezayı vermekte onu hak yoluna doğrultmak, bunda ise en
büyük övgü vardır."
Kısacası bu sıfat yukarda "Bana aranızda
adalet yapmam emrolundu." (Şûra, 42/15) diye beyan buyurulan adalet
emrinin tatbiki açısından son derece önemli olan yüksek bir ahlakın, kuvvetli
bir toplumsal ruhun ortaya çıkmasını ifade etmektedir ki bunu karşıtı olan
"Onlar gazablandıkları zaman bağışlarlar." (Şûra, 42/37) nitelemesi
ile birlikte düşünmek, gerek kasırların (yalnız, ancak, sadece ifadelerinin)
mânâsını düşünmek ve gerek önemini takdir etmek için daha faydalı olur. Yani af
da ederler, intikam da alırlar. Fakat her ikisini de kendi bağımsızlıklarıyla
yaparlar, ne bağışlamalarında ne intikamlarında başka bir millet ve cemaatin
etkisine mahkum olmazlar.
40-Böyle galibiyet ve intikamın niçin ve nasıl
meşru olduğu ve güzel görüldüğüne gelince kötülüğün cezası da aynı dengi bir
kötülüktür. Bu düstur (prensip) Fıkıh'ta Ukubât (cezalar) ahkamına büyük bir
temel olan ve genel olarak ceza kanunlarına esas alınması gereken genel bir
kanundur. Yani azgınlık zulümdür, kötülüktür, kötülüğe meydan vermeyip ceza
vermek de güzel bir iştir. Fakat bunun güzel olması iki şarta bağlıdır.
Birincisi: Suça, ceza olabilmesi için onun gibi bir "seyyie"
(kötülük) yani suçlunun hoşuna gitmeyecek bir fiil olmalıdır. Yoksa o bir ceza
değil, cürüm ve zulme teşvik olur, yerine düşmeyen güzellik ise çirkin olur.
İkincisi; ceza suçun dengi ve ona eşit olmalıdır, yoksa adalet olmaz. Bu mânâ
adalet kelimesinin kavramında da dahildir. Onun için azgınlığa karşı öc
alınırken haddini aşıp da tecavüz etmemelidir. Her kim de affedip ıslah ederse,
kendine kötülük eden kimsenin suçunu affedip onunla arasındaki düşmanlık halini
düzeltirse Onun da ecri Allah'a aittir. Allah'ın nezdindedir. Yani Allah ona
çok büyük ecir ihsan eder. Burada "Kim bağışlarsa" diye bağışlamanın
tekil kipi ile getirilmesi bunun kamu hakkı olan meselelerde değil, şahsî haklarda
cereyan edeceğine dair bir uyarı gibidir. Muhakkak ki o (Allah), zulmedenleri
sevmez. Yani gerek doğrudan doğruya zulmedenlerin, gerekse cezada ileri gitmek
suretiyle zulmedenlerin hiçbirini sevmez. Cezada misil ve eşitliğe uyma zor
olan meselelerde zulüm ihtimali fazla olacağı için cezalandırmaya gücü yettiği
halde bağışlayarak ıslah yapan kimselere Allah büyük sevap verir.
41- Zulüm olunduktan sonra öcünü alan kimseler
var ya, elbette öyleler üzerine yol yoktur. Bağışlama daha uygun olmakla
birlikte bağışlamayıp da misli ile aynen karşılık veren kimselere karış ceza
için bir yol yoktur.
42- Zulüm olunduktan sonra öcünü alan kimseler
var ya, elbette öyleler üzerine yol yoktur. Bağışlama daha uygun olmakla
birlikte bağışlamayıp da misli ile aynen karşılık veren kimselere karış ceza
için bir yol yoktur.
43- O yol ancak zulmedenlere, doğrudan doğruya
zulmeden veya karşılık vermede ileri giden, cezada haddi aşanlara ve yeryüzünde
haksızlıkla azgınlık edenlere, tekebbür ve tecebbür yapanlara (kibirlenip
azgınlık edenlere)dır. İşte onlar, öyle haksız yere zulüm ve azgınlık ile
nitelenenler için de elemli bir azap vardır.
44-52- Çünkü O, her şeyi bilir ve O'nun her
şeye gücü yeter. Onun için her ne yaparsa hikmet ile (yerli yerinde) isteyerek,
bile bile yapar ve her ne isterse yapar. Bununla birlikte hiçbir beşer için
mümkün değildir ki Allah ona -şu üç şekilden- başka türlü söz söylesin. Ancak
vahy halinde, doğrudan doğruya vahyederek, gayet hızlı ve gizli bir işaret
halinde anlatarak ve birden bire kalbe bırakıp ilham suretiyle ki sözün sırf
ruhanî olarak vasıtasız içe doğması ve alınmasıdır. Şiddet ve zayıflık ile
çeşitli mertebelerde gelebilir. Hem peygamberlere hem de Hz. Musa'nın annesine
olduğu gibi diğer insanlara dahi gerek yakaza (uyanıklık) halinde ve gerek uykuda
olur. Gıyabdan da olur, rü'yet (görme) halinde de nitekim İsra gecesi
Resulullah'a öyle olmuştu, onun için bunun karşılığında buyuruluyor ki: Veya
perde arkasından söylemekle ki bazı cisimlerde ve kulaklarda kelam, söz yaratıp
işittirir de, işiten kimin söylediğini görmez. Nitekim Hz. Musa'ya böyle
olmuştu. Bu doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki işitme gücüne söylenmiş
olduğundan perde arkasından olmuş oluyor. Resulullah (s.a.v.); "Bazan bana
çan sesi gibi gelir." dediği kısmın da bu kabilden sayılması gerekir. Veya
bir resul yani tebliğ aracı bir melek gönderip, mübelliğ (tebliğci) olduğunu
tanıttırıp da izniyle, başarılı kılması ve yardımı ile dilediğini vahyettirmek
suretiyle ki peygamberlere çoğu zamanlarda vaki olan böyle vahyetmedir. "dilediğini"
buyurulmasından da anlaşılacağı üzere vahyetme ile meleğin vahyi gerek kalbe
doğdurulma ve gerek sesle veya sessiz söz ile olabileceği gibi meleğin gelişi
dahi cismanî bir biçimde şekillenip şekillenmemekten daha geneldir ve daha
geniştir. Meleğin kuvvet ve mertebesinin de ayrıca özel bir önemi vardır.
Mesela Cebrail ile olan vahyin ifade ettiği zorunlu bilgi hepsinden yüksek
olur. Sonra peygamberler vasıtasıyla diğer insanlara olan tebliğler ve
telkinler de bu kısma dahildir, resul göndermektir. Bu kısımda Resul tebliğe
vasıta olurken aynı zamanda gönderen ile kendilerine gönderilenler arasında bir
şahit demek olması bakımından bu çeşit vahyin, bilgi ifade etmesinde
diğerlerinden fazla bir pekiştiricilik var demektir. Peygamberlere çoğunlukla
bu şekilde vahiy gelmesi de bundan olsa gerektir. Vahiy hakkında yukarılarda
bazı sözler geçmişti. Bu âyet, mümkün olan bütün çeşitlerini özetlediği için,
vahiy kelimesinin sözlükteki mânâsına bir daha göz atalım: Alûsî'nin kaydettiği
üzere İmam Ebu Abdullah Teymî el-Isbahânî demiştir ki: "Vahyin aslı
anlatmaktır. Kendisiyle bir şey anlatılabilen, mesela ilham, işaret yazı hep
birer vahiydir." Ragıb da Müfredat'ında der ki: Vahyin aslı hızlı
işarettir. Vahiy, sürati de kapsadığı için denilir. Çok çabuk emir demektir, bu
bazen işaret, simge ve sözle dokundurma yollu konuşmakla olur. Bazen kelime ve
cümle olmaksızın ses ile de olur. Nitekim "Onlara 'sabah akşam tesbihte
bulunun' diye işaret etti." (Meryem, 19/11) âyeti o mânâya yorumlanmıştır.
Remiz denilmiştir, itibar denilmiş, yazı denilmiştir. "Şeytanlar sizinle
mücadele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka telkinlerde bulunurlar."
(En'am, 6/121), "Onlardan kimi kimine, aldatmak için yaldızla birtakım söz
telkin eder." (En'am, 6/112) âyetinde bu çeşitler üzere "O sinsi
şeytanın şerrinden." (Nâs, 114/4) ifadesi ile işaret olunan
"vesvese" tarzındadır. Bir de özellikle Allah Teâlâ'nın peygamber ve
velilerine verilen ilâhî kelimeye "vahy" denilir, bu da "Hiçbir
beşer için mümkün değildir ki Allah ona başka suretle kelam söylesin, ancak
vahiy ile..." (Şûra, 42/51) âyetiyle beyan buyurulduğu üzere birkaç
türlüdür. Ya müşahede olunan bir elçi ile olur ki zatı görülür, kelamı
işitilir, Cebrail (a.s.)'in belirli bir suretle peygambere tebliği gibi, veya
görülmeksizin kelamını işitmekle olur. Musa (a.s.)'nın Allah'ın kelamını
işitmesi gibi. Yahut da kalbe doğdurulmak suretiyle olur. Resulullah
(s.a.v.)'ın "Ruhu'l-Kudüs, kalbime üfledi." buyurduğu gibi, veya
ilham ile olur. "Musa'nın anasına 'onu emzir' diye vahyettik."
(Kasas, 28/7) gibi veya teshir (emre âmade kılma) ile olur. "Rabbin bal
arısına, dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan evler edin, sonra meyvelerin
herbirinden ye de... diye ilham etti." (Nahl, 16/68) âyetinde olduğu gibi,
veya rüyada olur. Nitekim Resulullah buyurmuştur ki "Vahiy kesildi,
mübeşşirat (müjdeleyen ilhamlar) kaldı, o da müminin rüyasıdır." İlham,
teshir, rüya bu üçüne "ancak vahiy halinde" ifadesi işaret ediyor.
Sözü işitmeye "Yahut perde arkasından" sözü delalet ediyor.
Cebrail'in tebliğine de "Yahut da tebliğ vasıtası melek gönderip"
ifadesi işaret ediyor.
Lügate göre vahiy, sülasi (üç harfli) fiilden
gelir ise de, Kur'ân'da hep "if'al" ölçüsünde (dört harfli)
gelmiştir. İf'al babından "iyha" kelimesi, sülasisi (üç harflisi)
gibi vahyetmek, vahiy vermek mânâsına gelmekle birlikte müteaddî (geçişli)
olarak vahyettirmek göndermek mânâsına dahi gelir. Burada vahyin çeşitlerini
birbirinden ayırmak için doğrudan doğruya olan öncekine "vahiy", elçi
aracılığı ile olan üçüncüye "iyha" denilmiştir. Kısacası yüce Allah
hiçbir peygambere, ne Musa'ya ne de diğerlerine bu üç çeşitten başka bir
şekilde kelam söylememiştir ve hiçbir insanoğluna başka türlü söylemez. İnsanın
insanla konuşması gibi karşı karşıya ve apaçık belirli bir şekilde konuşmaz.
Çünkü O çok ulu, çok yücedir. Onun için insanoğlu O'nun yüksekliğine yetişip de
kadîm (ezelî) olan kelamını olduğu gibi almaya dayanamaz. Fakat hüküm ve hikmet
sahibidir. Onun için hikmetine göre "vahiy" veya "iyha" ile
söyler. Bu âyetin tefsirinde Şeyh Abdulvehhab Şa'ranî'nin kayda değer bazı
ifadeleri vardır; Alûsî, bunları şöyle nakleder: "Şunu bil ki, Hakk'ın
kelamını işitmekten men eden (buna engel olan) ancak insanlıktır. Kul ondan
(insanlık seviyesinden) yükseldiği zaman ona yüce Allah vücudsuz ruhlara söylediği
gibi söyler. İnsanlığa "Beşer" denilmesi de ruhun derecesine ermekten
alıkoyan işlere bulaşması dolayısıyladır. Eremeyince de yüce Allah ona eşyada
söyler ve onlarda tecelli eder. Peygamberler gibi ona erenler ise öyle
değildir. Onun için onların dışındakilere Hak Teâlâ perde olan vücutları içinde
tecelli eyler. Eğer yüce Allah'ın kuluna hidayeti (yol göstermesi) olmasa idi
onun Rabbi olduğunu tanıyamazdı. Şunu da bil ki yüce Allah'ın kendisinin
başkasına söylemesine yahut kendisinin başkasına işittirmesine insan gerçekten
dayanamaz, o halde kuluna işittirmek üzere seslendiği zaman onun bütün
güçlerinin olması gerekir.(2) Çünkü münacat sırasında yüce Allah onun bütün
kuvvetleri olmaksızın hâdisin (sonradan olan ezeli olmayan) bir varlığın
Kelam-ı kadimi (ezelî kelamı) işitmeye güç yetirebilmesi mümkün değildir. Onun
için Musa (a.s.) düştü, bayıldı, çünkü o makama layık olan tecelliyi kabul
edecek yeteneği yoktu. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) sebat etti. Hakk'ın kuluna
kulağı, gözü ve bütün kuvveti olduğu o muhabbet derecesi dağda bulunmadığı için
"Cebel" (dağ) dahi hitabı işitmeye dayanamadı da hurdahaş oluverdi.
Şunu da bil ki yüce Allah'ın yaratıklarla konuşması ebediyyen devam etmektedir.
Şu kadar ki insanlardan kimisi onun hadîs (konuşma) olduğunu bilir, Hz. Ömer
(r.a.) ve ona varis olan evliya gibi, kimisi de onu tanımaz da bana şöyle zuhur
etti der durur ve onun kendisine Hak Teâlâ'nın bir sözü olduğunu bilemez."
Şeyhimiz der ki: Hz. Ömer mutlak olarak
duyanlardan idi ki Allah Teâlâ onlara her şeyde söyler, fakat söylemenin
lakabları vardır: Eğer onunla yüce Allah'a cevap veriyorlarsa ona
"Hadis" denir ve eğer birbirlerine cevap veriyorlarsa buna
"muhadese", "muhavere" (karşılıklı konuşma) denilir ve eğer
yüce Allah'ın sözünü dinliyorlarsa o kendileri hakkında "Hadis"
değil, bir "hitab" veya "kelam"dır. Teheccüd namazını
kılanlar hakkında Onlar müsamere ehlidir, diye bir rivayet etmiştir. Demek oldu
ki vahiy, yüce Allah'ın özel kullarının kalplerine "hadis" tarzında vermiş
olduğudur ki ondan onlar için herhangi bir durum hakkında bilgi meydana gelir.
Eğer böyle olmazsa ne vahiy ne hitap olmaz. Çünkü insanların katındaki zorunlu
bilgiler gibi bazı insanlar kalplerinde bir işe dair bir bilgi duyabilirler ve
bu sahih bir bilgidir. Fakat hitapdan doğmuş bir bilgi değildir. Sözümüz ise
vahiy denilen ilâhî hitap hakkındadır. Çünkü yüce Allah vahyin bu çeşidini
kendisine gelen kimsenin bir bilgi elde edebileceği bir kelam yapmıştır. Şunu
da bilmeli ki evliyanın kalplerine ilham vahyinden inebilen ancak meleklere mahsus
ruhlardan uzanan bazı ince sırlardır, yoksa bizzat melekler değildir. Çünkü
melek peygamberlerden başkasına asla vahiy ile inmez ve kesinlikle ilâhî bir
emir ile emretmez. Çünkü şeriat tebliğ edilmiş yerine oturmuş, yalnız
mübeşşirat (birtakım müjdeler) vahyi kalmıştır ki bu, vahyin en genelidir. Yüce
Allah'tan kula olur, vasıtasız da olur vasıta ile de olur, vasıta peygamberliğe
aittir. Vasıtalı vahiyde meleğin aracılık etmesi kaçınılmaz, gerekli olur.
Fakat melek vahiy indirme halinde görünmez. Halbuki peygamberlerde öyle
değildir. Çünkü onlar meleği söylerken görürler. Velî ise meleği ancak vahiy
indirme halinin dışında müşahede edebilir ve görebilirler. Kelamını işitirse
göremez, görürse melek söylemez. Demek ki arifler kendilerinden önce geçmiş
olan peygamberlik payelerine eremezler, bununla birlikte haklarında
"mübaşşirat" bakidir. Ancak onda da insanlar bir değil,
birbirlerinden farklı farklıdır. Kimisi vasıta beşaretinden ileri geçemez,
kimisi de yükselir. Fertler gibi onlar için vasıtaların yükselmesi ile
mübeşşirat vardır. Bununla birlikte peygamberlik yine yoktur. Onun için ahkâmda
inkâr olunurlar. Çünkü Hakk'ın kendilerine tanıtımlarından gördükleri ile dış
dünyada başlı başına bir şeriat imiş gibi amel etmeleri bakımından
peygamberlere benzemek isterler. Fakat o bir şeriat değil, onu beyandır.
Dolayısıyla kesilmiş olan vahiy ancak teşri' (hukukî düzenlemeler getiren)
vahiydir. Sünnette mücmel olan şeylerin tarifine gelince, bu ümmet için o
bakidir ki insanları davet ettikleri konularda basiret üzere bulunsunlar, çünkü
o ilâhî bir haberdir. Yüce Allah'ın ilham eylediği kuluna görünmeyen bir melek
aracılığı ile ihbardır, haber vermedir. İlham ancak hayır hususunda olur.
"Sonra da ona kötülüğü ilham etti." (Şems, 91/8) âyetinde kötülüğün ilhamı,
sakınılması mânâsınadır. İlhamın en mükemmeli şeriata uymak ve ilâhî kitaplara
bakmak ve onun sınırları içinde durmak ve emirlerini tutmak hususlarının ilham
olunmasıdır, ta ki tabiatın pası silinsin de onda âlemin suretleri nakşolunsun,
kazınsın. Fakat "Perde gerisinden" ifadesi kalbe değil, kulağa
verilen ilâhî hitaptır ki verilen kimse onu kavrar da işittirenin gayesinin ne
olduğunu anlar. Bu bazen tecelli biçiminde hasıl olur da o şekilde ona hitap
eder. Halbuki o bizzat perdenin kendisidir. Fakat o hitaptan delalet ettiği
bilgi anlaşılır ve bilinir ki o bir "hicabdır", konuşan onun
gerisindedir. "Veya bir resul, yani tebliğ aracı bir melek gönderir."
âyetine gelince: Bu da meleğe indirilen veya insan olan peygamber ile bize
getirilen. İkisi de yüce Allah'ın kelamını okuyanlar gibi özellikle
naklettikleri zamandır, yoksa kendi nefislerinde buldukları bir bilgiyi nakil
ve açıklarlarsa o ilâhî kelam değildir. Velilerden kimisi her insana özel olan
vahiy ve vahiy verme halinde yüce Allah'tan terceme verir. Bunda söylenen veya
yazılan harflerin biçimleri, terceme edenin; o biçimlerin ruhu ise Allah'ın
kelamı olur. Bazı kere de veli: "Kalbim bana Rabbimden şöyle
konuştu." der ki özel biçimde demek ister. Bunları öğren ve iyi düşün.
Şa'ranî (k.s.) bu son hatırlatma ile
"Peygamberlerden başkasının ilhamı umum için bilgi sebeplerinden
değildir." diye akaid ve usulde bilginler arasında bilinen esasa uyarı
yapmış oluyor. Şundan da gaflet edilmemek gerekiyor ki vahiy sırf sübjektif
olan mücerred bir duygu (vicdan) olayı olarak da kalmıyor, haktan haber alan
bir deneme, nefsin ötesinde meydana gelen, duyuran bir ilm-i yakîn ve hatta
ayn-ı yakîn olma özelliği taşıyor. Bunda göze, kulağa, kalbe ait üç özellik
vardır. İhtimal ki "ayn sîn kâf" buna işarettir. Bu şekilde sûrenin
başında"İşte vahiy veriyor sana, senden öncekilere de." (Şûra, 42/3)
buyurulduğu gibi burada da buyuruluyor ki: Ve işte böyle, bu zikrolunan üç
çeşit vahiy ile veya sûrenin başında geçtiği üzere önceki peygamberlere vahyedildiği
gibi bu üç tarz ile Sana emrimizden bir ruh vahyettik. Yani ilim, irade
prensibi gibi bir manevî hayat prensibi olan Kur'ân'ı vahyettik, diğer bir mânâ
ile ruh-u emîn olan Cebrail'i vahiy ile gönderdik. Yoksa Sen, ne kitap nedir
bilirdin, ne de iman. Kitap sahibi olmak şöyle dursun, kitabın nasıl bir şey
olduğunu bile bilmezdin ve sırf kendi dirayetinle iman etmenin gerekliliğini,
rükünlerini ve şartlarını kitapta olduğu gibi bilemezdin. Çünkü imanın şartları
arasında yalnız akıl yeterli olmayıp vahiy ile alınması gerekli olan noktalar
vardır. Hatta şeriat gelmeden Tevhid bilinse de imanın vacip oluşu yani
mükellef tutulma ve görev, aklın değil, şeriatın gereğine tabi olduğundan
vahiysiz bilinemezdi. Kitabın ne olduğunu bilmeyen bir kimsenin diğer bir
şeriat ile ibadeti olabilirse de bilgisi ve taklitsiz kesin bilgisi olamaz.
52- "Onların içinde ümmîler de var ki
Kitab'ı bilemezler. Bildikleri bir sürü kuruntu ve yalandan başkası değildir.
Onlar başka değil yalnız zanda kalmış bulunuyorlar." (Bakara, 2/78)
ifadesince bir zan ve taklidden ibaret olur. Fakat biz onu, -o sana vahy
ettiğimiz ruhu- bir nur kıldık. Bir nur ki onunla kullarımızdan dilediğimiz
kimselere doğru yolu göstereceğiz, onları murada erdireceğiz. Ve emin ol ki sen
herhalde bir doğru yola kılavuzluk ediyorsun. Yani Allah'ın yoluna, eğri ve
dolambaçlı yollara değil, doğrudan doğruya Allah'tan gelen ve Allah'a götüren
yola.
53-Bu yolun, bu gayenin şanındaki büyüklüğü
tescil ve her murada ermek için istiklal ve istikametinin yönünü anlatmak ve
onu görmenin gerekliliğini pekiştirme noktasında son söz olarak şu vasıf
getirilmiştir: O Allah ki Göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur. Her
yönü ile O'nundur, O'nun mülküdür. Bütün tasarruf hakkı O'nun, hüküm O'nundur.
Onun için her ne istenecekse O'ndan istenilmesi ve O'nun iradesi, şeriatı ve
kanunu dairesinde istenilmesi en doğru yoldur. Bazı şeylerin O'ndan beride bazı
kimselerin, kişilerin veya toplumların emir ve iradeleri altında olmasına
gelince, iyi bil ki bütün işler döne dolaşa nihayet yalnız Allah'a varır. O
geçici tasarruflar ortadan kalkar ve bütün hüküm Allah'a ait olur. Onun için
başka yola giden, başkalarına tapanlar sonunda şaşkın ve perişan olurlar. Allah
yolunu tutanlar ise sonunda her murada erer, bağışlanmaya ve yüce Allah'ın
hoşnutluğuna kavuşurlar.
Şûra Sûresi burada son buldu. 30 Receb 1354.
Şimdi aynı ruhu Zuhruf Sûresi takip edecektir. "Allah'ım! Bizi doğru
yoluna ulaştırdığın kimselerden kıl."
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Şura Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.