Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Sebe Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
34-SEBE':
1-Kur'ân'da hamd ile başlayan beş sûre vardır.
İkisi ilk yarısında, En'am ile Kehf; ikisi de son yarısında bu sûre ile bundan
sonraki Melaike (diğer adıyla Fâtır) Sûresi, birisi de Fatiha'dır ki, hem ilk
yarı ile okunur hem son yarı ile. Razî der ki:
"Bunun hikmeti şudur: Yüce Allah'ın
nimetleri pek çok ve bizim saymaya gücümüz yok olmakla birlikte, esas
itibarıyla iki kısımdır: Birisi "İycad" (yoktan var etme) nimeti,
birisi de "İbka" (devamlı ve sürekli kılma) nimetidir. Çünkü yüce Allah
bizi önce rahmetiyle yaratmış ve bizim için durabileceğimiz şeyler de yaratmış,
yoktan var etmiştir. Bu nimet birde iade olunacaktır. Çünkü O bizi, başka bir
diriltme ile bir daha yoktan var edecek ve bizim için devam edecek şeyler de
yaratacaktır." Demek ki bizim bir başlangıç ile, bir yeniden yaratılma iki
halimiz vardır. Her iki halde de üzerimizde iki nimet var. Yoktan var etme ve
ibka (devamlı ve sürekli kılma). Fatiha Sûresi'nde her iki nimete işaretle
"Hamd Alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Din gününün tek sahibi Allah'adır."
(Fatiha, 1/1,2,3) buyrulduğu gibi, ilk yarıda En'am Sûresi'nde nimeti yoktan
var etme şükrüne işaret olmak üzere, "Hamd olsun o gökleri ve yeri
yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a." (En'am, 6/1)
buyuruldu. Kehf Sûresi'nde de nimeti sürekli kılmaya şükür olmak üzere,
"Kitabı kulu üzerine indiren Allah'a hamd olsun." (Kehf, 18/1)
buyuruldu. Çünkü Kitap ve Şeriat varlığı koruma sebebidir. Son yarıda bu sûrede
ahiret nimeti ve yeniden yaratılma hatırlatılarak buyuruluyor ki: Hamd, övgü ile
ululanmak Allah'ındır. Allah'ın hakkı, Allah'ın özelliğidir. O ki bütün
göklerdeki ve yerdeki hep O'nundur. O'nun yaratması, O'nun mülkü, O'nun
nimetidir. Bu dünyada insanların elinde ne varsa hep emanettir. Ahirette de
hamd O'nundur. Yani bu önün bir sonu, bu dünyanın bir ahireti var. O ahiret ve
ahiretteki nimetler de O'nun ve onun için önünde hamd O'nun olduğu gibi,
sonunda da hamd O'nundur. Ahiret, kazanma ile ilgili olduğu için, orada hamd,
O'nun hakkı değil zannedilmesin. Onu hikmetiyle hazırlayan çalışanların,
çalışmasını ve çabasını zayi etmeyip çabasına ve kazanmasına göre, ecrini ve
karşılığını verecek olan O'dur. Ve gerek dünya nimetleri ve gerek ahiret
nimetleri, kazanma ile ne kadar ilgili olursa olsun esas itibariyla kazanıp hak
etmekten daha çok bir ihsan yoluyla olduğunda da şüphe yoktur. Cennetlikler
"Hamd olsun Allah'a ki bizi hidayetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bize
hidayet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık.." (A'raf,
7/43) diye, "(Dediler): Bize vaadinde doğru olan, bizi cennetten neresini
dilersek yerleşmek üzere buraya mirasçı yapan Allah'a hamdolsun". (Zümer,
39/74) diye, "Derler:
Bizden tasayı gideren, Allah'a hamdolsun.
Gerçekten Rabbımız çok bağışlayıcıdır, çok nimet vericidir ki, ihsanından bizi
durulacak bir yurda yerleştirdi." (Fatır, 35/34,35) diye türlü hamdlerle
hamd edecekler ve bütün dualarının sonu da "Hamd âlemlerin Rabbı olan
Allah'adır." (Yunus, 10/10) olacaktır. Dünyada hamd bir görev, bir ibadet,
ahirette ise bir zevk duyma, zevk almadır. Ve O, öyle hakîm, hikmetiyle dünyayı
ahirete, ahireti dünyaya bağlayarak iki alemin de işlerini sağlam biçimde idare
eden, hamdetmeye layık olan hakîm öyle habîrdir. Her şeyin sırrını içyüzünü,
önünü ve sonunu bilir. Bilerek işleri idare eder.
2-Öyle haberdardır ki bilir yeryüzüne ne
giriyor, yerkürenin içine çevresinden ne sokuluyor, mesela neler yağıyor, neler
gömülüyor, neler ekiliyor, neler saklanıyor. Ve ondan ne çıkıyor, ne dışarı
çıkıyor? Hayvanlardan, bitkilerden, madenlerden, buhardan kokulardan, hararetten,
soğukluktan ve başka şeylerden neler içinden dışına çıkıyor. Ve gökyüzünden ne
iniyor; mesela yağmurdan, kardan, şimşekten, yıldırımdan, taştan, akan
yıldızdan, aydınlıktan, hararetten ve diğer maddi ve manevî güçlerden ve
meleklerden neler yerküreye iniyor. Ve gökyüzüne ne çıkıp yükseliyor. Mesela,
ne gibi buharlar, ne çeşit gazlar, ne gibi maddeler, güçler, melekler, ruhlar,
dualar, götürüp taşıyanlar, yankılar semaya yükselip çıkıyor. Kısacası hem
yerin, hem göğün karşılıklı olarak gelir ve gider bütçelerini sadece bütün
kalemleriyle değil, bütün tahakkuklarıyla da tamamen bilir ve hepsinin önünü,
sonunu o şekilde idare eder. Hem O öyle rahîm, öyle bağışlayıcıdır. Hakîm, her
şeyden haberdar olduğu gibi, rahîm ve bağışlayıcıdır da. Hamd edenlere rahim,
rahmetli; kusur edenlere bağışlayıcıdır. Bu sebeble de dünya va ahirette hamd
O'nundur. Burada bu "Esma-i Hüsnâ'nın zikredilmesi, ahiretin mümkün
olabilirliğini kolay tasavvur ettirmek içindir.
3-5- Öyle olmakla birlikte inkâr edenler, yani
Allah'a o şekilde hamd etmeyip o sıfatlarını ve ahiret kudretini inkâr edenler
dediler ki.. buradaki "vav" yemin vavıdır. Bu ifade kelimesinin
sıfatıdır. Taberi'nin beyanına göre, "gayb"dan maksat, insanların
henüz bilmedikleri mümkinat (olabilir şeyler) tır ki, gerek hiç yaratılmamış
olsun, gerekse yaratılmış da henüz kimse bilmemiş olsun. Burada bu nitelikle
niteleme iki nükte, iki ince mânâ ifade eder. Birisi geleceği haber verilen
"saat"in, yani kıyamet gününün ne zaman geleceğini yalnız O'nun bildiğini
anlatır; birisi de dağılmış parçaların toplanmasını uzak görerek, imkân
dahilinde görmeyerek onu inkâr edenlere cevap noktasını gösterir. Bunun benzeri
Kaf Sûresi'nde "Fakat yeryüzünün onlardan neyi eksilttiğini biz mutlak
biliriz." (Kaf, 50/4)dir. Yani ilmi böyle olan habîr, her şeyden haberdar,
ve hakîme bu nasıl imkânsız olur? Ne göklerde, ne yeryüzünde zerre ağırlığı,
yani en küçük karınca miktarı, ufak bir mikrop veya molekül O'ndan uzak kalmaz,
ilminden kaçmaz ve ne o zerre ağırlığından daha küçüğü, atom, elektron, bir tek
parça, parçalanmayan en küçük parça derecesinde en küçük sonsuz ne de daha
büyüğü, tamamına varıncaya kadar hiçbiri O'nun ilminden gaib olmaz. Hepsi
huzurunda apaçık bir kitaptadır. Tefsir bilginlerinin çoğu burada "Kitab-ı
Mübin"i, "Levh-i Mahfuz" diye tefsir etmişlerdir. Fakat bunun
"Yaş ve kuru hiçbir şey müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir
kitaptadır." (En'am, 6/59) âyetinde olduğu gibi, doğrudan doğruya ilâhî
ilmi anlatıyor olması daha açıktır. Yani gaib ve hazırı ile bütün kainat,
Allah'ın huzurunda apaçık bir kitap gibi açık, malum, besbellidir. Buradaki
yukardaki fiiline bağlı ve O'nun hikmetini beyan içindir. Yani Allah'ın, o iman
edip salih ameller işleyenlere mükafat vermesi için muhakkak o saat gelecek...
O halde sözün özü şu oluyor: Hikmet o saatin gelmesini gerektiriyor. Hem gaybı,
hem de büyük küçük, gizli aşikar, bütün parçaları ve bütünüyle tüm kainatı
kuşatan kamil, mükemmel bir ilim var, bütün onları yoktan var eden kudret de
var. O halde o saat neden gelmesin?
6-Elbette gelecek, bu önün bir sonu olacak,
müminlere mükafat, kâfirlere ceza verecek, kâfirler onu inkâr ediyorlarsa da
onlara karşılık Kendilerine ilim verilenler, Resulullah'ın sahabeleri ve
ümmetinden onların izince gidenler veya ehli kitap bilginlerinden ilmiyle amel
edip de imana gelenler sana Rabbından indirileni, yani Kur'ân'ı görüyorlar ki o
sırf hak hem de "Çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna
götürür." Azîz, çok izzetli, çok onurlu, kahreder de aslâ mağlub edilmez.
HAMÎD: O hamdin sahibi, dünyada ve ahirette
hamd kendisinin hakkı olan yüce Mahmud'un yolunu gösteriyor. Doğrudan doğruya
caddeyi gösteriyor. O yüksek izzet ve hamdi duyuruyor. Ona ermek zevkini
veriyor. Yolunu da bildiriyor.
7-8-Böyle iken, O inkâr edenler, âyetlerimizi
hükümsüz bırakmak için çalışan, yarışan kâfirler dediler. Kureyş kâfirleri
peygamberlik ile alay yollu aralarında demişlerdir ki "Size bir adam
gösterelim mi?..." Hayır, doğrusu ahirete inanmayanlar uzak sapıklık ile
azab içindedirler. Onun için öyle saçma sapan konuşuyorlar.
Ahirete imanı olmayanların, ahirette
görecekleri azabtan başka dünyada da vicdanları azab içindedir. Çünkü dünyanın
faniliği görüldüğü için, ahiret inançları olmayanların kötümser olmaları
tabiidir. Sonu hakkında kötümser olan vicdanların ise, azab içinde bulunduğunda
şüphe yoktur. Ancak ölümü kendisi için kurtuluş saydıracak bir azab içinde
olursa bu başkadır. Peygambere karşı o saçma sapan sözleri söyleyen kâfirler de
böyle telaş ve şaşkınlık içinde idiler. Bu şekilde bu "ıdrab" (Sözün
akışın değiştirerek öncekinden bir başkasına geçme), Allah tarafından o
kâfirlerin hallerini beyan ile sözlerini hükümsüz bırakmaktır.
9- Kör mü onlar? O göklerden ve yeryüzünden
önlerine ve arkalarına bakmazlar mı? Nasıl bir şekilde bulunuyorlar? Dilersek
biz onları yere geçiriveririz. Bir sarsıntı ile yerin yarılıvermesi bir anlık
bir iş veya üstlerine göklerden parçalar düşürüveririz. Bununla için de bir
göktaşı parçaları veya bir yıldızın yeryüzüne çarpıvermesi yeterlidir. Bu
tehdid cümlesi, arada parantez arası cümlesi gibidir. Şüphesiz ki onda, o göğe
ve yere bakıp da önünü ardını düşünmekte mutlak bir âyet bulunur. Bir delil,
açık bir alamet bulunur ki, Allah'ın kudretini ve Peygamber'in dediğini ve
gerçekten didik didik dağıldıktan sonra da yeni bir yaratmanın mutlak olduğunu
ve bu yaratılmanın boş bir oyuncaktan ibaret olmayıp bu dünyanın bir ahireti
bulunduğunu anlatır. Fakat herkes için değil Allah'a dönen her kul için
"inabe" eden, yani tutuculuktan vazgeçip Hakk'a dönen her kul için.
Buna tarihten güzel bir örnek vermek üzere
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
10- Andolsun ki, biz Davud'a tarafımızdan bir
fazilet verdik. "Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin." dedik ve
bunu kuşlara da (emrettik) ve ona demiri yumuşattık.
11- Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçüyü
gözet dedik. Siz de iyi işler yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum.
12- Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik.
Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını
da ona sel gibi akıttık. Hem Rabbi'nin izniyle elinin altında cinlerden de
çalışan vardı. Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından
tattırırdık.
13- Onlar, ona mihrablar, timsaller
(heykeller) ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse
yaparlardı. Çalışın ey Davud hanedanı, şükür için çalışın. Ama kullarım içinde
şükreden azdır.
14- Ne zaman ki Süleyman'a ölümü hükmettik,
cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı
asâsını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler
eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardı.
10- Şanıma yemin ederim ki, Davud'a, en güzel
"inabe" etmiş olan Davud (a.s.)'a verdik. Bizden, bizim tarafımızdan,
yani gelişi güzel değil, yüce Allah'ın azametini ayrıca bir özellikle ifade
eden sırf ilâhî bir bağış, olağanüstü bir mucize olarak bir ihsan, o zamana
kadar peygamberlere verilenlerden fazla bir âyet, bir nimet verdik. Şöyle ki:
Ey dağlar! Dedik. Onunla birlikte zikir yapın, ötün, çınlayın siz de ey kuşlar,
Enbiya Sûresi'nde geçen "Dağları ve kuşları Davud ile birlikte tesbih
etmek üzere boyun eğdirmiştik." (Enbiya, 21/79), Sâd Sûresi'nde gelecek
olan "Gerçekten biz dağları kendisine râm eyledik ki bunlar akşamleyin ve
kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. Toplanıp gelen kuşları
da. Herbiri ona dönücü idi." âyetleri (Sad, 38/18,19) bunun tefsiri
demektir.Yani Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmiştir ki
akşam, sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar katılırlar,
çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle nağmeler Davud'un özel bir üstünlüğü,
kuşları dahi başına toplayan bir mucizesi olmuştu. Bu mânâ iledir ki, Davudî
ses meşhur olduğu gibi, Davud'un Mezamir'i (Zebur'un Sûreleri) de meşhurdur. Bu
güzel sanatı, İslam'da kesin olarak kınanmış bir sanat zannedenler olmuştur.
Fakat bilmek gerekir ki, kınanmış olan fasıklığa yol açan nağmelerdir. Yoksa
Kur'ân okunurken, tertil (Kur'ân'ı usulüne göre okuma) ve sesini güzelleştirme
emrolunan bir şeydir. Bu konuda sahih hadis kitaplarında birçok hadisler
vardır. Birçokları "gına"nın yani musikînin etkisini ruhanî
zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava zannetmektir. Ses bir hava titreşimi
olduğu için, müziğin doğrudan doğruya verdiği etki ve heyecan, bir öpücük zevki
gibi cismanî ve sinirsel bir etkidir. "Teganni" yani bir parçayı
makamla okuma, ancak bir kelimenin, bir sözün mânâsını ruha duyurmaya hizmet
etmesi itibarıyladır ki ruhanî bir değer alabilir. Fasıklar hep şehvete yönelen
konularla cismanî heyecan aradıkları için, mânâyı öldürerek sadece sinirlere
basan kuru nağmelerle cismanî etki arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil yok
eder. Belki fasık için tamamıyla kendinden geçip hiçbir şey hissetmeyerek mest
olmak bir zevkdir. Fakat dinin, şeriatın vermek istediği zevk bu değil, güzel
mânâlı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. Şeriat istiyor ki, Kur'ân
okunurken ses güzelleştirilsin, makamla okunsun, ancak ifadenin metnini
bozarak, mânâyı unutturarak kuru ses izleyen fasıkların bestesiyle ve
nağmeleriyle değil, sözlerin tecvidini, fasihliğini bozmayarak mânâsının,
belagatının (iyi, güzel, pürüssüz söz söyleme) incelikleriyle duyurarak şuurlu
bir hayat yaşatacak olan bir seda ile okunsun ki, buna Peygamberin hadisinde
"lühûn-ı Arap" denmiş, kırâet ilminde "Tecvid" diye tarif
olunmuştur. Bu suretle biz Kur'ân okunurken Hz. Davud'un mucizesini yaşamış
oluruz. Nitekim Kur'ân'ı güzel okuyan hakkında "Davud ehlinin
mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" diye övülmüştür.
Hz. Davud'un dağları boyun eğdiren, uçan kuşları
durduran mucizesi de kuru bir ses oyunundan ibaret, kuru bir terenmüm değil,
ruhtan kopup Allah'a arz olunan kutsama ve tesbihler idi. Nitekim bu mânâyı
belagatla ifade için onunla birlikte dağlar, akıllılar gibi gösterilerek,
"Ey dağlar" diye seslenilerek "Kuşlar" kelimesi onun
mahalline atfedilmiştir. Dağlar, kuşlar böyle emrine râm edildiği gibi, ve ona
demiri de yumuşattık. Tefsir bilginleri bunu şöyle tefsir ediyorlar: Kızdırmaya
ve dövmeye muhtaç olmaksızın elinde bal mumu gibi dilediği şekle koyuverdi.
Fahruddin Razî der ki: "Allah'ın kudretine göre bunu uzak bir ihtimal
olarak görmemelidir." Çünkü görülüyor ki ateşte öyle yumuşuyor, öyle
çözülüyor ki, yazı yazılan mürekkep haline geliyor. O halde aklı başında
olanlardan kim onu ilâhî kudrete göre uzak görür? Gerçi bazı insanlar bundan
maksadın, ateş ile ve alet kullanmakla demir eritmeyi buldu ve ortaya çıkardı
demek olduğu kanaatine varmışlardır. Fakat bu doğru değildir. İnancının
zayıflığı ve Allah'ın kudretine itimatsızlığı onu bu düşünceye sürüklemiştir.
Böyle olmakla birlikte âyetin bu mânâya da ihtimali yok değildir. Demirin
bulunması ve eritilmesi daha eski olsa gerektir. Fakat onu mum gibi dilediği
şekle koyarak elbise dokuyacak derecede hassas sanayi uygulamak Davud (a.s.)a
nasib olmuş bir sanattır. Nitekim Enbiya Sûresi'nde Biz ona sizin için,
savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek sanatını öğrettik.." (Enbiya,
21/80) buyurulmuştu ki, bundan bu sanatın daha sonrakilere de yadigar kaldığı
anlaşılıyor. Çünkü âyetteki "sizin için" ifadesi Muhammed
ümmetinedir. Burada ise bu hikmet şöyle ifade olunuyor.
11- Yap diye, bol bol, geniş geniş zırhlı
elbise parçalarını birbirine ölçülü biçimde tak. Dokunuşunu ve biçimini iyi
ölç, biçiminde maharetli ol, iyi biçime yatır. Deniliyor ki, yüce Allah'ın bu
sanatı övmesinin hikmeti şudur: Bu sanatta "Savaşınızın şiddetinden sizi
korumak." (Enbiya, 21/80) buyurulduğu üzere, Allah katında muhterem olan
insanlığı öldürülmekten korumak ile ruhu koruma vardır. Onun için bunu yapan,
kılıç vesaire gibi saldırı silahı yapanlardan daha hayırlıdır. Dünyada fazla
bir silah buluşu yapan ve onu kullanmasını bilenler insanlığa bir bakımdan
yararlı iseler, ondan korunma vasıtasını bulanlar barışa ve iyiliğe hizmet
ettikleri için daha çok yararlıdırlar. Bu sebeple buyuruluyor ki hem salah ile
çalışın, iyi bir iş yapın. Burada "yap" denilmeyip de
"yapın" denilmesi dikkate değerdir. Bu fiilin öznesi yerine
kullanılan çoğul zamiri, Davud ile birlikte beraberinde bulunanların yerine
kullanılmıştır, diye söylemişler ise de biz bunun, "Savaşınızın
şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80) gibi hikayenin bir ibreti olmak
üzere Muhammed ümmetine sesleniş ile bir ek cümle olduğu kanaatindeyiz ki,
şöyle demek olur: Siz de ey Muhammed ümmeti, iyilik ve barış ile çalışın, daha
güzel işler yapın. Çünkü ben ne yapacağınızı gözetiyorum, her ne yaparsanız
görürüm. Yani ona göre mükafatını veririm.
12- Süleyman'a da rüzgarı, râm ettik, emrine
verdik. Deniliyor ki Süleyman (a.s.)ın emrine verilen özel bir rüzgardı.
Bildiğimiz bütün rüzgarlar değildi. Çünkü onlar ihtiyaç zamanlarında herkesin
yararı içindir. Onun için bütün kıraatlarda bu "Rüzgar" kelimesi
tekil okunmuş, hiç birinde "Rüzgarlar" okunmamıştır. Yani Süleyman
(a.s.) isterse bütün âlemin rüzgarını tutabilirdi demek değil, havanın bir
akıntısına yön verebilir, onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgardı ki
sabah gidişi bir ay akşam dönüşü de bir ay. Şer'an bir günlük yol altı saat
olduğuna göre, otuz kilometre itibar edilirse, gidişi dokuz yüz kilometre,
gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre kateder. Burada
"Sabah gidişi"nin zamiri "riyh" rüzgardır denilmiş. Onun
gidişi diye, Süleyman'dır denilmemiş olduğuna göre, yalnız rüzgarın hızı
gösterilmiş demek olur. Süleyman (a.s.) bununla balon gibi mi, yoksa uçak gibi
mi giderdi, orasını Allah bilir.
Seyretti heva üzere denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.
Hem ona, yani Süleyman'a "Kıtr",
yani erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık. Yani madenden su akar gibi
akıttık. Kâdî Beydavî, bunun Yemen'de olduğunu kaydetmiştir. Alûsî de şu
rivayetleri kaydediyor: İbnü Münzir, İkrime'den şöyle rivayet etmiştir:
"Yüce Allah bakırı üç gün su gibi akıttı" dedi. "Niçin"
denildi, "bilmem" dedi. İbnü Ebî Hatim de Süddî'den şöyle rivayet
etmiştir: Ona üç gün bakır madeni akıtıldı. Behir'de de İbnü Abbas, Süddî ve
Mücahid'den şöyle nakledilmiştir: Demişler ki üç gün üç gece akıtıldı ve
Yemen'de idi. Mücahid'den bir rivayette de bakırın Sana'dan aktığı, ayda üç gün
aktığı da söylenmiştir. Biz bununla, ilâhî bir ihsan olan ilim ve sanatla
akıtılmış olmasını daha önemli görüyoruz. Cinden de, tekili cinnî olan cin,
bizim açıklayamayacağımız gizli yaratıklardır. En'am Sûresi'ndeki "Biz her
peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık" (En'am,
6/112) âyetine bkz. Cinden denilmekle anlaşılıyor ki hepsi değil bazı cin.
Rabb'ının izniyle, yoksa cin insana çalışmaz. "Onlardan her kim emrimizden
saparsa..." Bu cümle cinlerin de mükellef olduklarına bir uyarıdır.
Bununla birlikte Hz. Süleyman'a çalışan cinlerin bir parça sapınca ve kayınca
yanacak şekilde ateş kenarında, şiddetli bir baskı altında çalıştıklarına da
işarettir.
13-14-Burada cinlerin sanatın sırlarını bilen
birer sanatkar oldukları da şundan anlaşılıyor Onlar ona ne isterlerse
yaparlardı. Mihrablar ve heykeller.
MİHRAB: "Mif'al" alet ismi ölçüsü
olduğu gibi, bir de "midrar" gibi mübalağa (abartma) kipi olur ki, mihrabın
esasen bu mânâdan alındığı söyleniyor. Keşşaf'ta denilir ki: Meharib,
bayağılıktan korunmuş ve uzak olan şerefli meskenler ve oturulacak yerler
demektir. Bunlar onur ve haysiyetle korunduklarından ve savunulduklarından
dolayı, "Meharib" ismi ile isimlendirilmiştir. Gerçi burada meharib,
mescitlerdir diye de tefsir olunmuştur."Temasil" timsal kelimesinin
çoğuludur. Timsal, canlı veya cansız bir şeyin biçimine benzer yapılan herhangi
bir şekildir. Burada "temasil" melekler, peygamberler ve salih insanların
şekilleridir denilmiştir. Halk görsün de onlar gibi ibadet etsinler diye
mescitlerde bakırdan, piriçten, sırçadan, mermerden bunların şekilleri
yapılırmış. Böyle heykeller yapılmasına Süleyman (a.s.) nasıl izin verdi? diye
sorabilirsin. Cevaben derim ki: Tasvir yalan ve zulüm gibi aklın kötü gördüğü
şeylerden değildir. Böyle olanlarda şeriatlerin birbirinden farklı hüküm
getirmeleri mümkündür. Ebü'l-Âliye'den rivayet olunduğu üzere, o zaman resim
yapmak haram kılınmamıştı. Bununla birlikte heykellerin hayvan suretinde olması
şart değildir. Ağaç gibi cansız resimleri olması da caizdr. Onun için Razî,
yalnız "nükuş" demekle yetinmiştir. "havuzlar gibi
canaklar."
CİFAN: Çanak mânâsına "cefne"
kelimesinin çoğulu, CEVAB da büyük havuz mânâsına " cabiye"nin
çoğuludur. "Sâbit kazanlar."
KUDÛR, "Kıdr" kelimesinin çoğuludur.
Kıdr, gerek topraktan ve gerek başka bir madenden çömlek, tencere ve kazan gibi
içinde yemek pişen kapdır.
RASİYAT, yerinden kalkmaz, ağır ve sabit
mânâsına "Rasiy" veya "Râsiye"nin çoğuludur. Demek ki çok
yemekler pişiriliyor, pek büyük sofralar kuruluyormuş. Çalışın ey Davud ailesi,
o büyük şükür için çalışın. Yani o büyük nimet ve refah içinde tenbelliğe zevk
ve eğelenceye dalmayın, çalışın. Hem çalışmanız, bu nimetlerin şükrünü eda etmek,
her birini yerinde harcayarak Allah Teâlâ'ya daha güzel amellerle kulluk
eylemek için olsun ki "Andolsun şükrederseniz elbette sizin (nimetinizi)
artırırım." (İbrahim, 14/7). Bununla birlikte kullarım içinde çok şükreden
azdır.
ŞEKÛR, çok şükreden, bütün gücünü şükretmeye
harcayan, kalbi, dili ve diğer organları hem itikad, hem itiraf, hem çalışmakla
ve çoğu zamanlar da şükür ile meşgul olandır. İbnü Abbas'tan bir rivayette:
Bütün durumlarında şükredendir. Neml Sûresi'nde geçtiği üzere "Ey Rabbim!
Bana, ana ve babama lutfettiğin nimetine şükretmemi ve senin razı olacağın iyi
işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de salih kullarının arasına
sok." (Neml, 27/19) duasını vird edinmiş olan Süleyman (a.s.), o az olan
şekur kullardandır. Rivayet olunuyor ki Hz. Ömer bir adamın "Allahım beni
o azdan kıl" diye dua ettiğini duymuş: "Bu nasıl dua!" diye
sormuş. O zat, "İşitiyorum ki, demiş, Allah "Kullarım içinde şükreden
azdır" buyuruyor. Beni de azlardan kılmasını istiyorum." Bunun
üzerine Hz. Ömer "Herkes Ömer'den daha bilgili" demiş.
Burada "arz", yeryüzünün ismi değil,
fiilinden "ekl" ölçüsünde mastardır. Erda adındaki böceğin fiili,
yani ağaç kurdu denilen bir nevi güvenin yemesi, kırkması mânâsınadır
deniliyor, bir güve böceği demek olur. Süleyman (a.s.)ın ölüm şekli hakkında
türlü rivayetler varsa da biz onları bir yana bırakıyoruz.
Allah Teâlâ'ya inabe'si (dönmesi) güzel,
nimetlerine şükrü ile hep bahtiyar olan Davud ve Süleyman (a.s.)ın hallerini
beyandan sonra, nankörlükte bulunanlara örnek olmak üzere, Sebe' kavminin hali
hikaye olunarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
15- Andolsun ki Sebe' kavmi için oturdukları
yerde bir ibret vardı: Sağ ve soldan iki bahçe! (onlara): "Rabbinizin
rızkından yiyin de O'na şükredin, ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir
Rab!" (denildi).
16- Fakat onlar (şükürden yüz çevirdiler)
bakmadılar. Biz de üzerlerine Arim selini salıverdik ve o güzelim iki
bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki
harap bahçeye çevirdik.
17- Bunu onlara nankörlüklerinin cezası yaptık
ve biz hep böyle çok nankör olanları cezalandırırız.
18- Biz onlarla o bereket verdiğimiz
memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlar da
muntazam gidiş geliş düzenledik. (Onlara): Buralarda gecelerce ve gündüzlerce
emniyet içinde gezip yürüyün (dedik).
19- Buna karşı onlar: "Ey Rabbimiz!
Seferlerimizin arasını uzaklaştır" dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz
de onları efsanelere çevirdik ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki
bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette ibretler vardır.
20- Yine yemin ederim ki, İblis onlar
hakkındaki zannını hakikaten doğru buldu da içlerinde müminlerden ibaret bir
gruptan başkası ona uydular.
21- Halbuki İblis'in onlar üzerinde hiçbir
saltanat kudreti yoktu. Fakat biz ahirete imanı olanı belli edecek, ondan şüphe
içinde bulunandan ayırt edecektik. Öyle ya Rabb'in her şeyi gözetleyendir.
15- Sebe' kavminin evlerinde, yukarıda
açıklandığı üzere ataları Sebe' b. Yeşcüb b. Ya'rub b. Kahtan'ın adıyla yâd
olunan Sebe' kavmi Neml Sûresi'nde hikayeleri geçtiği üzere önceleri güneşe
taparlarken, Belkıs idaresinde Hz. Süleyman'a itaat ederek memleketlerini
kurtardıktan başka, ilerlemişlerdi de. Meskenleri, merkezleri Yemen'de Me'rib
şehri idi ki, Sebe' ona dahi denilir. Bunların meskenlerinde kendileri için bir
ayet, bir ibret olmuştu, bu ayet, zikrolunacak iki cennet zannedilebilirse de
Keşşaf'ın hatırlattığı üzere yalnız o değil, hikayelerinin tamamıdır. Şöyle ki
Sağ ve soldan iki cennet, iki taraflı bağlar, bostanlar, hal dili ile
diyorlardı ki Rabbınızın rızkından yiyin de O'na şükredin. Bu nimetin değerini
bilerek ona göre ibadet edin, çünkü beldeniz hoş bir belde, son derece şirin
bir belde, Rabbiniz, bağışlaması çok bir Rabdır. Onun için şükrünü bilin de iyi
hizmet edin. Çok güzel bir tesadüftür ki "Hoş bir belde" ifadesi
ebced hesabıyla İstanbul'un fethine tarih düşmüştür. (857) Molla Cami
rahmetlinin bir hediyesi olmak üzere meşhurdur ve bilinmektedir.
16-17- Fakat onlar, o Sebe'liler yüz
çevirdiler. Rivayete göre on üç peygamberleri kendilerini davet ettikleri halde
şükürden kaçındılar, hizmetine bakmadılar. Biz de üzerlerine "Arim"
selini salıverdik. Arim seli, Ebülfida, tarihinde "Bu seddi (barajı)
Me'rib yurdunda Sebe' b. Yeşcub yapmış ve ona yetmiş kadar çay akıtmış ve uzak
vadilerden selleri celbeylemiş idi" der. Alûsî'de de, Keşşaf'ta da denilir
ki: "Bu sed (baraj) Belkıs'ın yaptığı sedd idi ki, iki dağın arasını taş
ve zift ile kapatarak kaynak ve yağmur sularını biriktirmiş ve sulama için
gereği kadar haklar bırakmıştı." Alûsî'nin nakline göre, seddin arkasına
suyu hapsedip, tutup, birbiri üzerine çeşitli kapılar ve önüne nehirlerinin
sayısınca on iki havuz yapmıştı. Bir rivayette bu barajı Yemen kabilelerinin
babası olan Hımyer'in yaptığı söylenmiş, bir rivayette de büyük Lokman b. Âd'ın
yaptığı ve taşlarını kalay ve demirle perçinlediği ve bir fersah kare olduğu
söylenmiştir. Bu rivayetlerin hepsinin alınmasında bir çelişki yoktur. Önce Sebe'in
başlamış olması, sonra Hımyer'in, sonra Lokman'ın ve Zülkarneyn'in daha sonra
da Belkıs'ın peşpeşe çeşitli inşaat ve tamirlerde bulunmuş olmaları pek ala
düşünülebilir. acı, kekre veya buruk "esl" ağacı, tarafe veya
tarfâdan bir çeşit, büyük bir çeşit diye tefsir ediyorlar. Kamus tercümesinde
"tarfâ" ılgın ağacı ve "esl" onun acı ılgın denilen iri
kısmı diye zikredilmektedir. "Sidir" Arabistan'ın en makbul
ağaçlarından olmak üzere m eşhurdur. Meyvesine "nıbk" ve
"Arabistan kirazı" denildiği Kamus tercümesinde yazılıdır. Ezherî
demiştir ki: Sidir ikidir. Birisinden yararlanılmaz ve yaprağı yıkamalara
yaramaz. Meyvesi kekredir, yenmez, "dâl" denilen budur. Bir kısmı da
su üzerinde biter, meyvesi "nıbk"dır. Yaprakları yıkama özelliğine
sahiptir. Unnab ağacına benzer. "Onların iki bahçesini buruk yemişli...
İki bahçeye çevirdik." Burada ikinciye "cenneteyn" denilmesi
müşakele ve tehekküm içindir. Türkçede bilinen bir atasözü vardır.
"Bakılırsa bağ olur, bakılmazsa dağ olur." Bu küfrandadır. Yani
nimete nankörlüklerinden dolayı.
18- Hem onlarla o mübarek kıldığımız, içlerine
bereket verdiğimiz kasabalar arasında, sırt sırta kasabalar yapmıştık. O
"bereketli kasabalardan maksat, Şam diyarıdır." Katade'den rivayet
olunduğu üzere, yani sırt sırta bitişik diye tefsir edilmiştir. Ve onlarda,
yani o kasabalarda yolculuğu belirli bir miktar üzere tertib ve tanzim
etmiştik. Her biri yolcu için birer istasyon ve birer merhale halinde idi;
birinden çıkan azık taşımadan ve açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebilirdi.
Öyle ki O sırt sırta kasabalar içinde geceler ve günlerce emniyet ve asayiş ile
gidin gezin, öyle muntazam, öyle emniyetli idi. Demek ki yalnız Sebe' değil,
Yenen'den Şam'a kadar Arabistan baştan başa böyle bayındırmış ki, bu çok dikkat
çekicidir.
19- İşte bu nimete karşı da onlar nankörlük
ederek ey Rabbimiz dediler, bizim bu seferlerimizin arasını uzaklaştır.
İsrailoğullarının hayır olan "A'la"yı, (daha değerli)
"edna" (daha değersiz) ya değişmek istedikleri gibi, bunlar da bayındır
olmasından rahatsızlık gösterdiler, onların ortadan kalkıp, aralarına uzun
mesafelerin, sahraların girmesini istediler.
Bunu gerçekten böyle sözlü olarak istemiş
olmaları düşünülür ise de yaptıkları nankörlük ve isyan durumları ile istemiş
olmaları da zannedilir. Öyle dediler ve nefislerine zulmettiler, kendilerine
yazık ettiler. Çünkü belalarını aradılar biz de kendilerini efsanelere,
masallara çevirdik. Denilir ki ciddî bir süvari, iki aydan fazla bayındır yer
ve kasabalardan giderdi ve dört aylık mesafeden ahali bir diğerinden ateş
alabilirdi. Ve didik didik darmadağınık ettik. Gassan, Şam'a katıldı, Enmar
Yesribe, Cüzam Tihame'ye, Ezd Uman'a katıldı. Şüphesiz ki bunda, Sebe'in
zikrolunan bu hikayesinde elbette âyetler var, ibret alınacak delaletler var.
Çok şükredecek her çok sabırlı için, yani çok şükredici olmak için çok sabırlı
olmak lazımdır. Ve işte böyle çok sabırlı olup çok da nimetlere eren ve çok
şükredici olan kimseler için, bu Sebe' hikayesinde önemli ibretler vardır. Heva
ve heveslerini frenleyip zahmetlere, meşakketlere tahammül ederek görev ve
ibadetlerine çalışan sabırlı kimseler, memleketlerini Allah'ın yardımıyla
cennet gibi imar eder nimetlere ererler. Allah'ın pek az olan şükredici
kullarından olmak isteyenler de, o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile
şükrüne gayret edip, sabırla çalışacak olan sabredenlerin ve çaba sarfedenlerin
içinde yer alırlar.
20-21- Yine yemin ederim ki, İblis onlar, yani
Sebeli'ler ve Âdemoğulları aleyhinde zannını doğru çıkarttı. "Ey Rabbim!
Beni azdırdığın şeye karşılık, ben de andolsun yeryüzünde onları herhalde
süsleyeceğim (onları kendilerine hoş göstereceğim), onların hepsini toptan
mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa erdirilmiş kulların hariç"
(Hıcr, 15/39,40) demiş olan İblis dediğini gerçekleştirdi. Onun için halis
müminlerden ibaret bir zümreden başkası o İblis'e tabi oldular, ardınca
sürüklendiler. Bu sürükleniş de onun gücünden değil, kendilerinin ahirete
imansızlıklarındandır. Çünkü Allah Teâlâ imanı olanla olmayanın ahiretini
ayırmıştır. Onun için, o ardınca gidiş esas itibarıyla şeytanın üstün
gelmesinden değil, Hak'kın emrinin ve iradesinin üstün gelmesindendir. Yoksa
Allah'ın iradesinin aksini gerçekleştirmek kimin haddine. Her şeye karşı
koruyucu, muhafız hakim ancak rabbin Allah'dır. "Rabb'in her şeyi
gözetleyendir." Onun için hiçbir şeyden korkmayarak:
Meâl-i Şerifi
22- De ki: "Allah'ı bırakıp da tanrı
saydığınız putlarınıza istediğiniz kadar yalvarın. Onların ne göklerde, ne
yerde zerre kadar güçleri yetmez. Onların, bunlarda bir ortaklığı da yok.
Allah'ın da onlardan bir yardımcısı yoktur."
23- Allah'ın huzurunda şefaat da fayda vermez.
Ancak izin verdiği kimseninki müstesna. Nihayet kalblerinden dehşet giderildiği
zaman "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. (Şefaat sahipleri de):
"Hakkı söyledi" derler. O, her şeyden yüksek ve büyüktür.
24- De ki: "Size göklerden ve yerden
rızık veren kimdir?" Yine de ki: "Allah'tır, herhalde ya biz, ya da
siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz veya açık bir sapıklık içindeyiz."
25- De ki: "Siz bizim yaptığımız günahlardan
sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayız."
26- De ki: "Rabbimiz hepimizi bir araya
toplayacak, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Asıl hüküm veren ve her
şeyi bilen O'dur."
27- De ki: "O'na ortak diye takıştırdıklarınızı
bana gösterin bakayım! Hayır, öyle şey yoktur, doğrusu güçlü ve hikmet sahibi
olan ancak Allah'tır."
28- Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci
ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.
29- Ve: "Eğer gerçekçiyseniz bu vaad ne
zaman olacak?" diyorlar.
30- De ki: "Size vaad edilen öyle bir
gündür ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri
geçebilirsiniz."
22-30- Ancak kendisine şefaat için izin
verilmiş olan kimse hariç ki önce Makam-ı Mahmud'da Muhammed (s.a.v.), sonra
derece derece diğer peygamberler, salih kimseler ve melekler. "Nihayet
kalblerinden dehşet giderilince.." Yani izin verdiklerinin şefaati de
birdenbire oluvermez, mahşer de, bekleme yerinde çok beklerler. Dehşetli korku
heyecanlar içinde bekler, o dereceye kadar beklerler ki sonunda kalplerinden o
dehşet ve heyecan giderildiği, yani şefaate izin verdiği zaman, şefaat
bekleyenler şefaat eden şefaatçilerine derler Rabbınız ne söyledi? Şefaatinizi
kabul buyurdu mu? Şefaatçılar da buna cevap olarak Hakk'ı derler, yani hakkı
söyledi. Hakk ne ise o olsun buyurdu derler, dolayısıyla kâfirlere şefaat
olmaz. "Bunlar, O'nun rızasına ermiş olandan başka kimseye şefaat
etmezler"(Enbiya, 21/28) âyetine uygun olarak, yalnız Allah'ın razı olduğu
müminlere şefaat ederler. "Biz seni ancak bütün insanlara peygamber
gönderdik..." Bu âyet de Hz. Muhammed'in peygamberliğinin Arap ve Arap
olmayan bütün insanları topyekün içine aldığına delil olan âyetlerdendir.
Meâl-i Şerifi
31-36- 31- Kâfirler: "Biz ne bu Kur'ân'a
inanırız, ne de ondan öncekilere." dediler. Fakat o zalimler yakalanıp
Rablerinin huzuruna durduruldukları zaman, birbirlerine söz atarken bir görsen!
Bir taraftan zayıf düşürülenler, o büyüklük taslayanlara: "Siz
olmasaydınız biz mutlaka mümin olurduk" derler.
32- Diğer taraftan büyüklük taslayanlar, zayıf
düşürülenlere: "Size hidayet geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik?
Hayır, siz kendiniz suçluydunuz." derler.
33- O zayıf düşürülenler de o büyüklük
taslayanlara: "Hayır, (işiniz) gece, gündüz hilekârlıktı. Çünkü siz bize
Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na eş koşmamızı emrediyordunuz." derler.
Bunlar azabı gördükleri zaman içlerinden pişmanlık getirmektedirler. Biz de o
kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yaptıklarının
cezasını çekiyorlardır.
34- Biz herhangi bir memlekete tehlikeyi haber
veren bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın refah ile şımartılmış olanları:
"Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri tanımayız." dediler.
35- Ve yine dediler ki: "Biz malca da
daha çoğuz, evlatça da, bize azab edilmez."
36- De ki: "Rabbim rızkı dilediğine
genişletir, dilediğine sıkar. Fakat insanların çoğu bilmezler."
Meâl-i Şerifi
37- Halbuki sizi huzurumuza yaklaştıracak
olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak iman edip de salih amel
işleyenlere gelince, işte onların amellerine karşı kendilerine kat kat mükafat
vardır. Onlar cennet köşklerinde emniyet içindedirler.
38- Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için
yarışanlara gelince, işte onlar Hakk'ın huzuruna azab içinde getirileceklerdir.
39- De ki: "Gerçekten Rabbim kullarından
dilediği kimseye rızkı hem genişletir, hem daraltır. Her neyi hayra harcarsanız
O, onun yerine başkasını verir. Hem O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."
40- O gün Allah, onları hep birlikte mahşere
toplayacak, sonra meleklere: "Şunlar size mi tapıyorlardı?"
diyecektir.
41- Onlar da: "Seni tenzih ederiz. Bizim
onlara karşı sığınacak velimiz sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu
onlara inanmışlardı." diyecekler.
42- İşte o gün birbirinize ne bir menfaate, ne
de bir zarara sahip olabilirsiniz. Ve biz o zulmedenlere: "Tadın bakalım o
yalan deyip durduğunuz ateşin azabını!" deriz.
43- Karşılarında açık deliller halinde
âyetlerimiz okunduğu zaman o zalimler: "Bu, başka değil, sırf sizi
atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adam." dediler. Ve:
"Bu (Kur'ân), başka bir şey değil, sırf uydurulmuş bir iftira"
dediler. O kâfirler, hak kendilerine geldiği zaman: "Bu apaçık bir
sihirden başka bir şey değil." dediler.
44- Halbuki biz onlara öyle ders alacakları
kitaplar göndermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı da göndermedik.
45- Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Hem
bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine eremediler. Peygamberlerimi
yalanladılar, ama beni inkâr edişin sonu nasıl oldu?
37-43- "De ki: 'Rabbim gerçekten
kullarından dilediği kimseye rızkı hem genişletir, hem daraltır." Bu, bir
kişide iki zamana göre, yukardaki de 34/36 ayrı ayrı iki şahsa göredir. Onun
için iki âyet birbirini tekrarı değildir. Hem O, rızık verenlerin en
hayırlısıdır. Çünkü diğerleri gerçekten "râzık" (rızık veren) değil,
O'nun rızkını insanlara ulaştırmaya yarayan birer araçtırlar.
44-45- Kendilerine senden önce bir nezîr
(korkutucu) göndermedik. Yani o yaptıkları şirkler ne bir kitaba dayalıdır, ne
de bir peygambere. Müşrikliği ortaya çıkaranlar peygamberler değildi, yoksa
daha önce İsmail ve İbrahim gönderilmemiş değildi. Onun için burada böyle
buyurulması, ileride "Hiçbir ümmet hariç olmamak üzere, mutlaka içinde bir
korkutucu peygamber geçmiştir." (fatır, 35/24) buyurulmasına aykırı
değildir.
Meâl-i Şerifi
46- De ki: "Size sadece bir tek nasihat
edeceğim. Şöyle ki: Allah için ikişer, üçer ve teker teker kalkarsınız, sonra
da iyi düşünürsünüz." Arkadaşınızda (peygamberde) delilikten eser yoktur.
O, yalnız şiddetli bir azabın önünde, sizi sakındıracak bir peygaberdir.
47- De ki: "Ben sizden herhangi bir ücret
istemem, O sizin içindir. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. O, her şeye
şahittir."
48- De ki: "Gerçekten Rabbim, hakkı yerli
yerine koyar. O, gaybları hakkıyla bilendir."
49- De ki: "Hak geldi, batılın önü de
kalmaz, sonu da."
50- De ki: "Eğer ben yanılırsam, yalnız
kendi adıma yanılırım. Ve eğer hidayeti bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana
vahiy vermesiyledir. Çünkü O, yakındır, işitir, işittirir."
51- Onları telaşa düştükleri zaman görsen:
Artık kaçamak yoktur. Yakın yerden yakalanmışlardır.
52- Ve: "O'na iman ettik"
demektedirler. Fakat onlar için (âhiret gibi) uzak bir yerden (imana) el sunmak
(ulaşabilmek) nerede?
53- Halbuki daha önce (dünyada) O'nu inkâr
etmişlerdi. Uzak yerden gayba taş atıyorlardı.
54- Artık kendileriyle arzularının arasına set
çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü hepsi işkilli
bir şüphe içinde bulunuyorlardı.
46-50- "Gerçekten Rabbim hakkı fırlatır,
yerli yerine koyar." Hakkı fırlatır, yani kullarından dilediğinin kalbine
indirir, yahut bâtılın tepesine geçirir de onun beynini parçalar yahut her
tarafa yayar; âyet bu durumda İslâm'ın yayılmasını vaad etmiş olur. Nitekim Hak
geldi, yani İslâm geldi, şirk yok olacak. "De ki: 'Ben yanılırsam, ancak
kendime kalarak yanılırım." Bunda Peygamberin de kendi kendine ictihat ile
hareket ettiği takdirde hata edebileceğine delalet vardır.
51-54- O telaşa ve dehşete düştükleri zaman,
ölüm veya haşır dehşeti veya "Bedir" telaşesi "Onlar için (imana
âhiret gibi) uzak bir yerden el sunmak (ulaşabilmek) nerede?"
TENÂVUŞ: Tenavül, el atmak, el sunmak
demektir.
MEKAN-I BAİD: Yani imanın fayda vereceği,
mükellefiyetin geçerli olduğu zaman, mükellef olma dünyası geçtikten, azab
gelip çattıktan sonra iman, ümitsizlik halinde iman faydasızdır. İşkilli bir
şüphe, yani birçok kimseleri de şüpheye düşürmek isteyen veya kendi içlerini de
rahatsız eden işkilli, töhmetli şüphe, bütün zalimlerin, kâfirlerin ahirette
böyle dehşetli azaba yakalanacaklarını vaad eden bu âyetlerin, gerek Peygamber
ve gerek müminler için, büyük bir müjde ve bütün kullar için bir nimet olması
bakımından bunun ardından Fâtır Sûresi'nin de "hamd" ile başlaması ne
kadar güzel olmuştur.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Sebe Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.