Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Saffat Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
37-SAFFAT:
1- "Saf bağlayıp duranlara
andolsun..." yemin içindir. "O saf dizip duranlara andolsun"
mânâsını gösterir.
SÂFFÂT, saf yapanlar demektir ki,
Ebu's-Suud'un açıklamasına göre hem dizilip saf olanlar, hem saf dizenler
mânâsına gelir. İleride gelecek olan "Saf bağlayanlar elbette biziz."
(Sâffât, 37/165) âyeti de bu iki mânâ üzerinde döner dolaşır. Saff, birçok
şeyleri, düz bir çizgi nizamı üzerinde sıra ile dizmek mânâsına masdar olup,
dizilen sıraya da isim olarak "Saff" denilir. Namaz saffı, harb saffı
nizamı gibi. Allah'ın hükümranlığında çeşitli mertebelerde tam bir düzen ile
dizilip, vazife gören meleklere yemin ediliyor ki, bunda İslâm için istenen
cemaat, cihad, ilim kuvvetleri gibi teşkilatın esaslarına da işaret vardır. Bu
durumda mânâ şu olur: Yemin ederim o meleklere, o kuvvetlere ki, saflar yapıp
dizilmişler. Bu saff, Allah'ın arşı etrafını donatmış olan meleklerden, ta
dünya göğünü süsleyen gök cisimlerinde yer alarak vazife yapmak için Allah'ın
emrine hazır bulunan meleklere kadar hepsini içine almakta ve esası beş vakit
namazlarda bağlanan saflarla temsil edilen millet ve cemaate işareti de
içermektedir. Derken zecrederek sürerler.
2-ZECR: Aslında bir sataşma ile bağırıp
azarlayarak bir şeyden uzaklaştırmaktır. Haylayıp sevketmek ve bağırmaksızın
men ve yasak etmek mânâlarına da kullanılır. Şu halde gerek bulutları sevk eden
sürücü melekler gibi sevk edici ve gerek genel olarak men ve def eden
uzaklaştırıcı kuvvetler bu zecredicilerdendir. Bu şekilde bütün mücahid ordular
buna dahil olduğu gibi, özellikle kumanda edip götürenler ve öğüt verip
yürütenler de buna dahildir.
3- Sonra bir zikir okurlar. Hak'tan vahiy,
kitap, Kur'ân indirir, ilim ve marifet telkin ederler.
4-Bütün bunlara yemin ile önemlerini
hatırlatarak söylerim ki gerçekten sizin ibadet edeceğiniz ilâhınız birdir.
5-İspatı: O bütün göklerin, yerin ve
aralarındakilerin Rabbi, hem bütün doğuların Rabbi. Doğular, yıldızların doğuş
yerleri veya sene içerisinde her gün başka bir noktada doğması itibarıyla
güneşin doğuş yerleri demek olabilirse de bunlardan başka "Sonra bir zikir
okurlar." karînesiyle bütün manevî nurların da doğuşlarına işaret olunması
için "doğuların Rabbi" buyurulmuş olması daha doğrudur. Çünkü zâhir
ile bâtın, dış âlem ile zihin, objektif ile sübjektif birleşmeden Hakk'ın
birliği bilinemez. Zâhirî nurların, dünya göğünün süslerinden gösterilmesi de
bunu anlatır.
6-Şöyle ki: Biz dünya semasını, en yakın göğü
bir zinet ile donattık. Yıldızlarla. ifadesinde de "dünya"
"ednâ"nın müennesidir ki, "en yakın" demektir. Bu ifadenin
zâhiri, bütün yıldızların en yakın gökte olmasıdır. Şu halde burada en yakın
gök, yer kürenin etrafında yalnız ayın yörünge sahasından ibaret değil, yalnız
güneş sistemi âlemi de değil, genel olarak yıldızların bulunduğu cisim olan
saha, yani üç boyut sahasıdır. Gerçi süsleme cisimleriyle değil de ışıklarıyla
olduğuna göre, bunların dünyadan görünebildikleri şekillenme ve akislenme
sahasına sırf görünüş (optigue) itibarıyla bu isim verilmiş olması muhtemel ise
de zâhir olan birincisidir.
Her iki takdirde de bu şekilde en yakın göğün
süslenmesi hatırlatılmakla bu zahirî nurların ve süsün herkes tarafından bile
his ve takdir edilebileceği ve fakat daha yukarısının böyle olmadığı anlatılmış
oluyor.
7- Onun için buyuruluyor ki, hem de inatçı,
itaate yanaşmaz her bir şeytandan koruduk.
8-9-Şöyle ki: Onlar, yüce (melekler)
topluluğunu dinleyemezler. O cisimlere ait süsleri, zahirî nurları geriden
görürler. Fakat daha yüksek heyetleri, en yüce cemiyetleri, yani melekleri
dinleyip işitemezler, peygamberler gibi vahiy alamazlar, miraca çıkamazlar, o
sınırlarda duramazlar. Kovulmak için her taraftan atış edilir, mermiye
tutulurlar. En yakın göğün de sınırlarında böyle def edici, geri püskürtücü
kuvvetler vardır ki, bunlar anlatılan, haykırıp sürenlerdendirler. Dinsiz
şeytanların yüksek topluluğu dinlemeyip de peygamberlik taslayamamaları için
karakol bekler, onları kovarlar. Bir de o şeytanlara devamlı bir azab vardır
ki, o da ahirettedir.
10- Ancak bir çalıp kapmaca yapan olur. Bir
kulak hırsızlığı ile yüksek topluluk haberlerinden, vahiy ve ilham
gelişlerinden çalıp kaçan bulunur. Onu da yakıcı bir ateş, gökten yere doğru
delip geçen bir alev takip eder. Hıcr Sûresi'nde "Şihab" (delici
alev) hakkında söz geçmişti. (Hıcr, 15/18. âyetin tefsirine bkz.)
SÂKIB: Esasen delen veya delici demektir. Işığı
ile göğü delivermiş gibi parlak görünen yıldıza sâkıb (delici) yıldız denildiği
gibi, sâkıb alev de böyledir. Bununla beraber şihablar (alevler) gerçekten
havayı dışından bir mermi gibi gelerek delip geçiyor da demektir. Şihabların,
yükselen buharlardan tutuşmuş olması görüşü bugün kabul edilmiyor. Şihablar en
yakın göğün sabit süsü olan, bilinen yıldızlar gibi büyük olmamakla beraber
yine yıldızlar cinsinden sayılabilecek küçük ve küme küme dolaşan gök
cisimlerindendirler. Havaya teması ile parladığı sırada bir fişek gibi
kaymasıyla süs hizmetinden de uzak kalmaz. Bununla beraber şeytanlara atılan
şihabdan maksadın ruhanî bir şihab olması da pek muhtemeldir. Asıl mesele
aşağıdan göğe karşı saldırmak isteyenlerin durumlarını göstererek, ilâhî olan
ilhamlardan bir kulak hırsızlığına ait şeytanlıklarla peygambere karşı rekabete
kalkışan, dinler uydurmaya çalışan dinsizlerin maddî ve manevî yenilgi ve
perişanlıklarını anlatmaktır.
11- Şimdi sor onlara. Bunları gösterdikten ve
hepsini, yaratanın birliğini anlattıktan sonra, sor o seninkilere, o
inkârcılara ki yaratılışça kendileri mi daha çetin, daha kuvvetli yoksa bizim
yarattığımız o yaratıklarımız mı? O saf bağlayanlar, o zikir okuyanlar, o
gökler mi? Hangisini yaratmak daha zor? Bunları yaratan Allah, hiç kendilerini
bir yaratışla daha yaratamaz mı? Görülüyor ki burada Yâsin'in sonundaki
"Gökleri ve yeri yaratan Allah, onların
benzerini yaratmaya kâdir değil midir?" (Yâsin, 36/81) âyetinin bir
açıklama ile zihinlere yerleştirilmesi vardır. Bu sorunun cevabı da şunun
içindedir: Çünkü biz kendilerini, cıvık, yapışkan bir çamurdan yarattık. Onlar
yaratıldıktan sonra cıvık bir çamurun ne çetinliği olur? Bir cıvık çamur ki, en
gelişmiş şekli nutfe (bir damla su)dir.
12-21- Fakat sen şaşırdın, Allah'ın kudretine
ve onların inkârına. Onlar ise eğleniyorlar.
O fasıl (iyilerle kötülerin ayırt edilişi), o
ayırış şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
22-23- Toplayın mahşere o zulmedenleri,
eşlerini ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri. Toplayın da götürün onları
sırata (cehennem köprüsüne) doğru.
24- Ve durdurun onları, çünkü sorguya
çekilecekler.
25- (Onlara): "Ne oldu sizlere de
yardımlaşmıyorsunuz?" (denilir.)
26- Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır.
27- Onlar, birbirine dönmüş soruşuyorlar.
28- Onlar: "Siz bize (uğurlu görünerek)
sağdan gelir dururdunuz" derler.
29- (İleri gelenler de) derler ki:
"Hayır, siz inanmamıştınız."
30- "Bizim de size karşı bir gücümüz
yoktu. Fakat siz azmış bir kavimdiniz."
31- "Onun için üzerimize Rabbimizin azab
sözü hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız."
32- "Evet biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz
azgındık."
33- O halde hepsi o gün azabda ortaktırlar.
34- İşte biz günahkarlara böyle yaparız.
35- Çünkü onlar, kendilerine: "Allah'tan
başka ilâh yoktur" denildiği zaman kafa tutuyorlardı.
36- Ve: "Biz, hiçbir mecnun (deli) şair
için ilâhlarımızı bırakır mıyız?" diyorlardı.
37- Hayır o, hak ile geldi ve bütün
peygamberleri tasdik etti.
38- Elbette siz o acı azabı tadacaksınız.
39- Bununla beraber başka değil, hep
yaptığınız amellerinizle cezalandırılacaksınız.
40- Sadece Allah'ın ihlaslı kulları
müstesnadır.
41- İşte onlar için belli bir rızık vardır.
42-43- Meyveler (vardır), Naîm cennetlerinde
onlara hep ikram edilir.
44- (Onlar) Karşılıklı tahtlar üzerindedirler.
45-46- İçenlere lezzet veren, pınardan
doldurulmuş bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır.
47- Onda ne bir zararlı sonuç vardır, ne de
sarhoşluk verir.
48- Yanlarında iri gözlü, bakışlarını kocalarından
başkalarına çevirmeyen hanımlar vardır.
49- Sanki onlar örtülüp saklanmış yumurta
gibidirler.
50- Derken birbirine dönüp sorarlar:
51- İçlerinden bir sözcü der ki:
"Gerçekten benim bir arkadaşım vardı."
52- Derdi ki: "Sen gerçekten inananlardan
mısın?"
53- "Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın
kemik olduğumuz zaman biz hakikaten cezalanacak mıyız?"
54- "Siz onu tanır mısınız?" der.
55- Derken bakınır ve onu cehennemin ta
ortasında görür.
56- Ona şöyle der: "Allah'a yemin ederim
ki, doğrusu sen az daha beni helak edecektin."
57- "Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de bu
tutuklananlardan olacaktım."
58-59- "Nasılmış bak. Biz ilk ölümümüzden
başka bir daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba uğratılmayacak mıymışız?
60- İşte bu büyük kurtuluştur.
61- Çalışanlar işte böyle bir kurtuluş için
çalışsınlar.
62- Nasıl, bu mu daha hayırlı konukluk için,
yoksa zakkum ağacı mı?
63- Gerçekten biz onu zalimler için bir fitne
(imtihan) yaptık.
64- O bir ağaçtır ki cehennemin dibinde çıkar.
65- Tomurcukları şeytanların başları gibidir.
66- Mutlaka onlar, ondan yiyecekler de
karınlarını bundan dolduracaklardır.
67- Sonra üzerine onlar için kaynar bir içecek
vardır.
68- Sonra da dönecekleri yer, şüphesiz
cehennemdir.
69- Çünkü onlar, atalarını sapıklıkta buldular.
70- Şimdi de kendileri onların izlerinde
koşturuyorlar.
71- Andolsun ki, onlardan öncekilerin çoğu
sapıklıkta idiler.
72- Gerçekten biz onlara içlerinden uyarıcı
peygamberler de gönderdik.
73- Sonra da bak o uyarılanların sonu nasıl
oldu?
74- Ancak Allah'ın ihlas ile seçilen kulları
başka.
22-27- Eşleriyle, yani dengi dengine; puta
tapanı puta tapanla, yıldıza tapanı yıldıza tapanla, yahut zulmedenlerin
erkeğini, dişisini yahut şeytanlardan olan arkadaşlarını.
28-40- Bize sağdan gelirdiniz. Sağdan gelmek,
sağlam taraftan, iyi ve hayırsever bir şekilde gelmek.
41-47- Devamı, lezzeti gibi özellikleri belli
ve yerleşmiş bir rızık, yani Meyveler. Bu tabirde iki nükte vardır. Birisi,
cennet ehlinin yemeleri ve içmelerinin sırf zevk ve lezzet için olduğunu
hatırlatmadır. Çünkü meyve sade lezzet için yenir. Diğeri de dünyadaki
çalışmanın meyvesi olduğuna işarettir.
Naîm cennetlerinde, nimetten başka bir şey
olmayan cennetlerde. Keis; dolu kadeh, boşuna "keis" denmez. menba
suyu.
MAÎN: Aslında kaynağından çıkan, yahut göz
önünde akan su demek olup, cennet içkisi bununla vasıflandırılmıştır ki Onda
hiç bir gâile (keder, sıkıntı, zarar) yok. Dünya şarapları gibi sarhoş
ediciliği, zararı, günahı yok.
48-49-50-(*} Ve ondan sarhoş da edilmezler.
Gamzelerini kocalarına tahsis etmiş, başkasına
bakmaz dilberler.
51-61- Benim bir yakınım vardı. Yani dünyada
beraberimde duran bir arkadaş. Buharî'de bu yakın (karîn), şeytan diye
açıklanmıştır.
62- Bu mu hayırlı konukluk için?
NÜZÜL: Misafir gelir gelmez ikram için sunulan
konukluk. Burada bu ifade gösteriyor ki, yukarıda cennetlikler için söylenen,
henüz yeni gelene konulan ikramiye cinsinden olup, onlara onun ilerisinde öyle
nimetler vardır ki, şimdi akıllar onu anlamaktan acizdir. İşte cehennemlikler için
de zakkum ağacı, öyledir.
ZAKKUM: Tihame'de biten küçük yapraklı, acı ve
fena kokar bir ağacın ismi olup, aşağıdaki şekilde tarif edilen ve meyvesi,
cehennemliklerin konukluğu olan ağaç bununla isimlendirilmiştir.
63-Buyuruluyor ki: Çünkü biz onu zalimler için
bir fitne (imtihan) kılmışızdır. Ona dünyada zalimler vurgun ve tutkun olur.
Ahirette de sıkıntı ve azabını çekerler. Allah daha iyi bilir ya, halkı zulüm
ile yemek için kurulan zalimler teşkilatı, o zalimler kurumu.
64-66- O cehennemin kökünde, dibinde çıkar da
dalları tabakalarına dağılır. tomurcuğu, meyvesinin doğum noktaları, sanki
şeytanların başları gibidir. Buna üç mânâ verilmiştir:
1- Son derece çirkinlikten kinaye olmak üzere
hayalî bir benzetme.
2- Şeytanlar, çirkin suratlı korkunç yılanlar
demektir.
3- "Ruûsü'ş-Şeyâtîn" (Şeytanların
başları), çirkin manzaralı, bilinen bir otun meyvesiymiş ki Yemen'de Esten
denilirmiş.
Biz de dördüncü bir mânâ anlamak istiyoruz ki,
zalimleri en çok aldatan, meftun eden nokta, onun çiçek açıp meyvesini verecek
olan noktalarıdır. Gelir kaynakları gibi görünen o noktalar öyle iğfal edicidir
ki, sanki şeytanların başları, yahut reisleri gibi.
67-74- Sonra onların bunun üzerine hamîmden
(kaynar sudan) bir haşlamaları da vardır.
ŞEVB: İçkiye karıştırılan katkı, aşlama veya
haşlama.
HAMÎM: Esasen kaynar su demek olup, cehennemin
bağırsakları parçalayan suyuna denir. Bununla haşlanan o içki de
"gassâk", akan cerahat, irindir. Çünkü zalimler halkı bu hale
getirirler. Ahirette de öyle haşlanırlar.
Meâl-i Şerifi
75- Andolsun ki Nuh bize seslenip dua etmişti
de biz de ne güzel kabul etmiştik.
76- Biz hem onu, hem ailesini o büyük
sıkıntıdan kurtardık.
77- Hem onun neslini bâki kalanlar kıldık.
78- Hem de sonradan gelenler içinde güzel bir
namını bıraktık.
79- Bütün âlemler içinde Nuh'a selam olsun.
80- İşte biz iyilik yapanları böyle
mükafatlandırırız.
81- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
82- Sonra diğerlerini suda boğduk.
83- Şüphesiz ki İbrahim de onun kolundandı.
84- Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalb ile
gelmişti.
85- O babasına ve kavmine şöyle demişti:
"Siz nelere tapıyorsunuz?"
86- "Yalancılık etmek için mi Allah'tan
başka ilâhlar istiyorsunuz?"
87- "Siz âlemlerin Rabbini ne
zannediyorsunuz?"
88-89- Derken yıldızlara bir baktı da:
"Ben gerçekten hastayım" dedi.
90- O zaman arkalarını dönerek başından
kaçışıverdiler.
91- Derken bir kurnazlıkla onların ilâhlarına
vardı da, "Buyursanıza, yemez misiniz?" dedi.
92- (Cevap vermediklerini görünce de):
"Neyiniz var da konuşmuyorsunuz?" (dedi).
93- Nihayet bir yolunu bulup onlara kuvvetli
bir darbe indirdi.
94- Bunun üzerine birbirlerine girerek ona
yürüdüler.
95- İbrahim dedi ki: "A, siz kendi
yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"
96- "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da
Allah yaratmıştır."
97- Onlar: "Haydin onun için bir yapı
yapın da onu ateşe atın." dediler.
98- Böylece ona bir tuzak kurmak istediler.
Biz de kendilerini daha alçak düşürdük.
99- Bir de dedi ki: "Ben Rabbime gidiyorum,
o bana yolunu gösterir."
100- "Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir
oğul) ihsan et!"
101- Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul
müjdeledik.
102- Oğlu, yanında koşacak çağa gelince:
"Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün?"
dedi. Çocuk da: "Babacığım sana ne emrediliyorsa yap, inşaallah beni
sabredenlerden bulacaksın" dedi.
103- Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah'a
teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine yatırdı.
104- Biz de ona şöyle seslendik: "Ey İbrahim!
"
105- "Rüyana gerçekten sadakat gösterdin,
şüphesiz ki, biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız."
106- "Şüphesiz ki bu apaçık bir
imtihandı." (dedik)
107- Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.
108- Kendisine sonradan gelenler içinde iyi
bir nâm bıraktık.
109- Selam olsun İbrahim'e...
110- İşte biz iyilik yapanları böyle
mükafatlandırırız.
111- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
112- Ona bir de salihlerden bir peygamber
olmak üzere İshak'ı müjdeledik.
113- Hem ona hem İshak'a bereketler verdik.
Her ikisinin neslinden de hem iyilik yapanlar var, hem de açıkça kendi nefsine
zulmedenler var.
75-77-*} Tufan felaketi. Hem neslini, baki
kalanlar kıldık. "O'nun üç oğlu; Sam, Ham, Ya'fes ve bunların eşlerinden
başka, diğer gemide bulunanların hepsi nesil bırakmayarak vefat etti"
demişlerse de biz bunu Hûd Sûresi'nde geçen "Denildi ki: Ey Nuh! Bizden
sana ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere selam ve bereketlerle
gemiden in." (Hûd, 11/48) âyetine uygun bulmuyoruz. Çünkü "seninle
birlikte olanlar" dan maksadın, "O'nunla beraber iman edenler pek
azdı." (Hûd, 11/40) diye buyurulan az kişiler olduğu açıktır. O halde
buradaki Kasrın (Tahsisin) gemidekilere değil, boğulanlara göre izafî olması
daha uygundur. Bununla beraber denilebilir ki, bütün gemidekilerin nesilleri
tağlib yoluyla (çoğunluk itibarıyla) onun zürriyeti hükmünde tutulmuş ve bu
şekilde baki kalanların hepsi onun zürriyeti olarak sayılmış, ona ikinci Âdem
denmiştir.
Taberî der ki: Arap Sam evladından, Sudan Ham
evladından, Türk ve diğerleri Ya'fes evladındandır. Ebu Hayyan da
"Bahr"de bunu naklettikten sonra şöyle kaydediyor: Bir grup da şöyle
söylemiştir: "Allah Teâlâ Hz. Nuh'un zürriyetini baki bırakıp neslini
uzatmıştır. Bununla beraber bütün insanlar onun nesliyle sınırlı değildir.
Ümmetler içinde ona ait olmayan da vardır". Alûsî, de şu mütalaada
bulunmuştur: Sanki bu grup, suda boğulmanın genel olduğunu söylemiyor. Nuh
(a.s.) kâfirler aleyhinde dua etmiş, fakat dünya halkının hepsine gönderilmemiştir.
Çünkü peygamber gönderilmenin genel olması ilk önce peygamberlerin sonuncusu
olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in özelliklerindendir. Genel olduğunu söyleyip de
kasrı, boğulanlara nispetle yapmış olması da caizdir.
78- Hem de ahirîn içinde, yani sonrakiler,
geriden gelen bakiler içinde de kendine bıraktık. Burada iki şekil vardır.
Birisi, mef'ul, hazfedilmiştir. Namına güzel bir anı, güzel bir övgü bıraktık
demektir.
79-82-Bu durumda Bütün âlemler içinde Nuh'a
selam, Allah Teâlâ tarafından bir selam olur. Diğeri de hikâye yoluyla bu
selamın mef'ul olmasıdır ki, bu şekil daha açıktır.
83-84-85- Şüphesiz İbrahim de elbette onun
kolundan (şiasından)dır.
ŞÎA: Bir kimsenin arkasında, izinde giden
taraftarları, tabileri demektir. İbrahim (a.s.) da iman ve ihlas esnasında ve
Allah yolunda müşriklere karşı cihad hususunda ve şeriatının teferruatında
değilse de asıllarında onun izince gitmiştir. selîm kalb; tertemiz, her lekeden
arınmış, Allah sevgisinden samimi, tamamen O'na teslim olmuş kalb.
86-87- "İfk" için mi Allah'tan başka
ilâhlar istiyorsunuz?.
İFK: Yalan dolan, iftira demek ki, Allah'tan
başka ilâh var demek, yalancılıktır, iftiradır, bühtandır.
88-89- Derken yıldızlarda bir bakış yürüttü,
yahut bir bakıma baktı. Bundan bizce hemen akla gelen mânâ En'am Sûresi'nde
"Üzerini gece bürüdüğü zaman bir yıldız gördü..." (En'am, 6/76)
âyetinde geçen fikir ve bakıştır. Bu şekilde Baktı da "ben hastayım"
dedi. Söz "Eğer Rabbim beni hidayete erdirmeseydi mutlaka sapıklar
topluluğundan olacaktım." (En'am, 6/77) meâlinde olur. Fakat tefsirciler
buna şöyle mânâ vermişlerdir: Kendileriyle beraber ibadet teklif ettikleri için
yıldızlarda bir bakıma baktı da, yıldızların hükümlerine bakıyormuş gibi
yerlerini, bağlantılarını gözden geçirdi, onlar müneccim oldukları için o da
onlarla istidlal ediyormuş gibi görünerek ben keyifsizim, dedi. Onların
tekliflerinden rahatsız olduğunu kastediyordu
90-100-Hastayım deyince Arkalarını dönerek
başından kaçışıverdiler. Hastalıktan, taundan (vebadan) korkmuşlar. Bu ifade ne
kadar nüktelidir. Hastayım deyince arka dönmek, sonra darbeyi vurunca da zifaf
eder gibi birbirine girerek ona yöneldiler. Hücum ettiler. Yöneliş
göstermeleri, adi insanların, umumi toplumların psikolojik durumlarını anlatır.
101- Bunun üzerine onu yumuşak huylu bir oğul
ile müjdeledik. Bu uslu oğul, İsmail (a.s.)'dir.
102-İshak'ı müjdeleme bundan sonra ayrıca
söylenecektir. Ne zaman ki beraberinde koşmak, yani çalışmak çağına erdi, ona
Allah için yapılacak bir iş, bir itaat göstermek üzere ey yavrum! dedi, ben
düşümde görüyordum ki ben seni boğazlıyorum. Artık bak ne görürsün? Ne dersin,
ne görüşte bulunursun? Deniliyor ki, Hz. İbrahim, bunu Zilhicce'nin sekizinci,
dokuzuncu, onuncu yani terviye, arefe, nahir geceleri sıra ile üç gece
görmüştü. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hz.
İbrahim böyle görmüş ve böyle tabir etmiş ve dolayısıyla böyle vahiy almış
olmakla bu, yerine getirilmesi vacib hak, bir emir olmuş oluyordu. Bunun
üzerine onu zorla yapmaya kalkışmayıp, önce yerine getirilme şeklini istişare
etmek üzere böyle görüşünü sorarak tebliğ etti ki, bununla ilk önce onun itaat
ve boyun eğmekle ecir ve sevaba ermesini temin etmek istedi. Düşünmeli, bunu
söylerken "ey yavrucuğum!" diye hitab eden bir babanın kalbinde ne
yüksek bir şefkat duygusu çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah
sevgisi hakim bulunuyordu. Düşünmeli de duymalı ki, bu ne büyük bir bela, ne
dehşetli bir ilâhî imtihandı! İşte bunun böyle ilâhî bir emir olduğunu anlayan
ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o yumuşak huylu oğul ey
babacığım! dedi, ne emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden
bulacaksın.
103- Ne zaman ki böyle ikisi de teslim
oldular; Allah'ın emrine kendilerini teslim ettiler. Ve İbrahim onu tuttu,
şakağına yıktı.
CEBİN: Şakak, yani alnın yanlarıdır. Bu,
Mina'da sahranın yanında veya mescide bakan yerde yahut bugün kurbanların
kesildiği mevkide olmuştu, diye naklediliyor. Bıçağını çekip çekmediği hakkında
iki görüş vardır.
104-105- Burada yalnız buyuruluyor ki,
şakağına yatırdı. Biz de ona şöyle seslendik: Ey İbrahim! Rüyayı gerçekten
tasdik ettin. Doğrulukla yerine getirdin, gördüğün gibi inandın, kararlılık ve
doğrulukla yerine getirdin. Çünkü "boğazlıyorum" diye görmüş,
"boğazladım" dememişti. Kararlılık ve ciddiyetle kesmeye teşebbüs
etmekle de kalmayıp o tahakkuk etmişti. Taberî gibi bazı tefsirciler bu nün,
nın cevabı ve "vâv"ın da daki "vâv" kabilinden olduğunu
söylemişlerse de araştırmacı âlimlerin tercihine göre atıf vâvı olup, burada
cevap, tefhim (bu işin büyüklüğünü anlatmak) için hazfedilmiştir. Şöyle
demektir: Ve biz böyle seslenince; ne büyük bayram, ne tarife sığmaz neşe ve
sevinç meydana geldiğini söylemeye hacet yok! Şu da cevabın tâlilidir
(sebebinin açıklanmasıdır): Çünkü biz, iyilik yapanları böyle
mükafatlandırırız.
106- Şüphesiz ki bu; İbrahim'in karşılaştığı
bu oğlunu kurban etme işi elbette açık bela, parlak imtihandır. Öyle açık bela
ve parlak imtihandır ki, gerek İbrahim'in ve gerekse oğlunun "İhsan,
Allah'a kendisini görüyormuşsun gibi ibadet etmendir." hadis-i şerifinin
ifadesince en yüksek ihsan mertebesinde bulunan ihsan edenlerden (iyilik
yapanlardan) olduklarında hiç şüpheye yer bırakmaz. Onun için onların o
ihsanlarını mükafat ile karşılayarak öyle seslendik.
107- Ve ona büyük bir kurbanlık ile fidye de
verdik. Yani İbrahim'e oğlunun yerine kesilmek için büyük bir kurbanlık
kurtuluş fidyesi de verdik. Boğazlamaya başlamakla rüya gerçekleştirilmiş olup
da "Rüyayı tasdik ettin" diye nida edildikten sonra fidyenin mânâsı
ne olabilir? Bunu en güzel açıklayan yön şudur: Deniliyor ki, İbrahim (a.s.)
bir oğlu olursa, Allah yolunda kurban edeceğini adamıştı. Sonra unutmuş, rüya
bunu hatırlatmıştı. Onun için nida olunduğu zaman rüya gerçekleştirilmiş
olmakla beraber adak yerini bulmamış olduğundan bu fidye onu böyle hüküm
değiştirmek suretiyle tamamlamış ve ayrıca bir nimet olmuştur. Bundan dolayı
İmam-ı Azam demiştir ki: Çocuğunu kurban etmeyi adayana bir koyun kesmek vacib
olur. Acaba o büyük kurbanlık ne idi ve büyüklüğü neresindeydi? Çokları
cennetten gelme, beyaz ve bir rivayette emlah, yani alaca ve a'yen, iri gözlü
bir koç idi demişler ki, yahudilerin görüşü de buna uygundur. Bazıları da Sebîr
dağından inme bir va'l, yani dağ keçisi demişlerdir. Büyüklüğünü de bazıları
maddî olarak, iri yapılı diye, bazıları da manevî büyüklük ve önemle tefsir
etmişlerdir. Yalnız bir peygamber değil, belki baba ve oğul iki peygamberin
sıkıntısını kaldıran ve özellikle neslinden peygamberlerin sonuncusu gelecek
bir peygamberin fidyesi olan ve cennetten gelen bir kurbanlık elbette büyük
olur. Bazıları da demişlerdir ki, büyüklüğü ondan sonra sünnet ve din olması
itibarıyladır. Ebu Bekir Verrak, bir nesilden değil, doğrudan doğruya
yaratılmış olması bakımındandır, demiştir. Fakat hatırlatmaya hacet yoktur ki,
Kur'ân'ın "Büyük bir kurban" ifadesi bütün bunlardan daha kapsamlı ve
daha büyüktür. En iyisini Allah bilir.
108- Sonrakilerde de namına bıraktık. Onu
güzel bir anı ile yad eder ve sünnetini yerine getirmekle bayram yaparlar.
109- Selam İbrahim'e.
110- İşte iyilik yapanları böyle
mükafatlandırırız. Burada "Biz" denilmemesi, biraz önce geçmiş olduğu
için burada bir nevi tekit kastedildiğine işaret olmalıdır. Evet İbrahim iyilik
yapanlardandı.
111- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandır.
Yahudiler bu kurban edilenin Hz. İshak olduğunu söylüyorlarmış. Muhammed b.
İshak, Taberî gibi bazıları da buna taraftar olmuşlar, Muhyiddin Arabî de
Fusûs'unda bu görüşe gitmiştir. Fakat burada şu atıf onları reddetmekte
açıktır.
112-Çünkü "Biz ona yumuşak huylu bir oğul
müjdeledik." ifadesi üzerine atıf ile buyuruluyor ki: Bir de onu İshak ile
müjdeledik. Belliki bu şöyle demek oluyor:
"Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul)
ihsan et." diyen İbrahim'i o boğazlama kıssası anlatılan halîm (yumuşak
huylu) oğulla müjdelikten başka, bir de İshak ile müjdeledik. Ki salihlerden
bir peygamber olmak üzere. Şu âyetin de bu ikisine ait kılınması daha uygundur.
113- Hem ona, o halîm oğula ve hem İshak'a
bereketler de verdik. Yani ikisinin de nesillerini bereketlendirdik, çoğalttık.
Burada zamirini İbrahim'e göndermek, zürriyet yönüyle İshak'a karşılığı
gerektireceğinden yakışmaz. İshak ve zürriyeti, İbrahim'in zürriyetinden olduğu
için İbrahim'in İshak'a karşılık olarak zürriyet ve bereketi ancak diğer oğlu
itibarıyla olabilir. Onun için zamiri bu itibarla İbrahim'e gönderilse bile şu
tesniye (ikil) zamirin, herhalde iki oğula gönderilmesi gerekir. İkisinin
zürriyetinden de; İbrahim'in iki oğlunun ikisinin zürriyetinden de;halîm oğul
olan İsmail'in zürriyetinden de, İshak'ın zürriyetinden de hem ihsan eden, hem
de kendi nefsine açıkça zulmeden vardır. Bu "İkisinin zürriyetinden"
maksadın İsmail evladı ile İshak evladı olduğunda hiç tereddüt edilmemesi
gerekir. Çünkü zamir İbrahim ile İshak'a gönderildiği takdirde bile İshak
zürriyetinin karşılığında İbrahim zürriyetinin, İshak zürriyetinden başka bir
zürriyet olması gerekir. Bu da bilinmekte olan İsmail evladıdır. Ve hatta bu
takdirde İbrahim zürriyeti ünvanının İshak evladından çok İsmail evladına daha
uygun ve daha layık olduğuna bir işaret yapılmış olur. Kısaca; "Ben
Rabbime gidiyorum" deyip de "Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul)
ihsan et!" (37/100) diye yalvaran ve o apaçık bela ile imtihanı başarı ile
geçen İbrahim'e, Rabbi öyle selam ve selametle güzel bir anı ihsan etti. Ve iki
oğul müjdeleyerek, onlardan zürriyetine öyle bereket verdi ki, hâlâ ikisinin de
zürriyeti o feyiz ve bereketle yaşamakta ve fakat hepsi salih ve iyi kimseler
değil, kimisi iman ile ihsan mertebesinde, kimisi de küfür ve isyanla nefsine
zulmetmekte. Bu şekilde İbrahim'e verilen bu zürriyet bereketi, Nuh'a verilen
zürriyet bakiliğine benzemektedir. Ancak şunu unutmamalı ki, ataların salih
oluşu, evladın da salih oluşunu gerektirmez. Onun için Nuh'un zürriyetinden
putperestler, İbrahim'in zürriyetinden zalimler çıkmıştır.
Meâl-i Şerifi
114- Andolsun ki biz Musa ile Harun'a da
nimetler verdik.
115- Hem kendilerini ve kavimlerini o büyük
sıkıntıdan kurtardık.
116- Hem yardım ettik onlara da, galip
gelenler onlar oldular.
117- Hem kendilerine o belli kitabı (Tevrat'ı)
verdik.
118- Kendilerini doğru yola çıkardık.
119- Sonrakiler içinde onlara iyi bir nam
bıraktık:
120- Selam olsun, Musa ile Harun'a.
121- İşte biz iyilik yapanları böyle
mükafatlandırırız.
122- Çünkü onların ikisi de bizim mümin
kullarımızdandı.
123- Şüphesiz İlyas da gönderilen
peygamberlerdendir.
124-125-126- Hani o kavmine: "Siz
Allah'tan korkmaz mısınız? Yaratanların en güzeli olan, sizin de Rabbiniz, daha
önceki atalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da "Ba'l'e"
(Ba'l ismindeki puta) mi yalvarıyorsunuz?" dedi.
127- Fakat onlar, onu yalanladılar. Bu yüzden
onlar mutlaka (cehennemde) hazır bulundurulacaklardır.
128- Ancak Allah'ın ihlaslı kulları müstesna.
129- Ona da sonrakiler içinde şunu bıraktık:
130- Selam olsun İlyâsîn'e .
131- İşte biz iyilik yapanları böyle
mükafatlandırırız.
132- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
133- Şüphesiz Lût da gönderilen
peygamberlerdendir.
134- Hani biz onu ve ailesinin tamamını
kurtarmıştık.
135- Ancak geride kalıp batanlar içinde kalan
yaşlı bir kadın hariç.
136- Sonra diğerlerini helak etmiştik.
137-138- Ve siz elbette sabahleyin ve
geceleyin onlara uğrar ve üzerlerinden geçersiniz. Hâlâ akıl edip düşünmez
misiniz?
114-122- Belli kitap, yahut açıklaması,
ifadesi güzel kitap, yani
123-136-Tevrat. İlyas da gönderilen
peygamberlerdendir. Yani yukarıda "Gerçekten biz onların arasına uyarıcı
peygamberler gönderdik." (Saffât, 37/72) buyurulduğu üzere, uyarı için
gönderildiklerine yemin edilen peygamberlerden, o da İsrailoğulları peygamberlerinden
(İlyas b. Yâsîn) ki Harun (a.s.)'un torunlarından denilmiştir. (En'am Sûresi,
6/85. âyetin tefsirine bkz.)
BA'L: Bir putun ismi ki yirmi arşın boyunda,
altından ve dört yüzlü bir put olduğu söyleniyor. Kim bilir konduğu kaidesi ne
kadardı? Hâlâ Şam'da Ba'lebek kasabası bu ad ile anılmaktadır. İlyasîn'e selam
olsun.
İLYÂSÎN: İlyas, demektir. Bazı kırâetlerde
okunduğundan her iki kırâete de uygun olması imlâsı için şeklinde yazılır.
YASÎN: İlyas (a.s.)'ın babası olmakla Âl-i
Yâsîn yine İlyas demek olur. Yâsîn bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden
olduğuna göre bazıları Âl-i Yâsîn'den maksadın, Muhammed ümmeti olduğunu
söylemişlerdir. Herhalde denilmeyip buyurulması, bir tevriyeden uzak değildir.
"Âl-i Yâsîn" kırâeti de bu tevriyede açıktır. İmlâda vasledilmeyip de
iki kırâete uygun şekilde yazılması da bu tevriyenin birkaç yönden gerekli
olduğuna işaret eder. Şu halde demek olur ki, burada "Selam İlyas'a"
denirken; "Selam Muhammed âline" mânâsına bir de tevriye kastedilerek
buyurulmuş ve bundan dolayı olmalıdır ki selam fıkraları da burada bitirilmiş,
Lût ve Yunus kıssalarında daha çok "Bak uyarılanların sonu nasıl
oldu?" (Sâffât, 37/73) ifadesine dikkat çekilmiştir. Bu tevriyeye göre
"O mümin kullarımızdandır." İlyas'a ve Yâsîn'e ait olabilir demektir.
137-138- "Ve siz sabahleyin onlara uğrar,
üzerlerinden geçersiniz." Kureyş, Şam'a ticarete giderlerken yolları, Lût
kavminin yerlerine uğrar.
Meâl-i Şerifi
139- Şüphesiz Yunus da gönderilen
peygamberlerdendir.
140- Hani o bir zaman dolu bir gemiye
kaçmıştı.
141- (Oradakilerle) kur'a çekmiş de
kaydırılanlardan (yenilenlerden) olmuştu.
142- Derken (denize atılmış ve) kendisini
balık yutmuştu. (Kendi nefsini) kınıyordu.
143-144- Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı,
yeniden dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.
145- Biz onu hasta bir halde bir alana
çıkardık.
146- Üzerine kabak cinsinden bir ağaç
bitirdik.
147- Biz onu (Yunus'u) yüz bin veya daha çok
insana peygamber olarak gönderdik.
148- O zaman ona iman ettiler de biz onları
bir zamana kadar yaşattık.
149- Şimdi sor o seninkilere: Kızlar, Rabbinin
de, oğlanlar onların mı?
150- Yoksa biz melekleri dişi yaratmışız da
onlar şahit mi bulunuyorlarmış?
151-152- Ha!.. Onlar, şüphesiz uydurdukları
iftiralarından dolayı: "Allah doğurdu" derler. Hiç şüphesiz onlar,
yalancıdırlar.
153- (Allah) kızları oğullara tercih mi etmiş?
154- Size ne oldu? Nasıl hükmediyorsunuz?
155- Hiç düşünmüyor musunuz?
156- Yoksa sizin için açık bir delil mi var?
157- O halde, eğer doğru söylüyorsanız getirin
kitabınızı.
158- Onlar, Allah ile cinler arasında bir
neseb (hısımlık bağı) uydurdular. Oysa andolsun cinler bilirler ki, o
yalancılar mutlaka cehenneme götürüleceklerdir.
159- Allah, onların yakıştırdıkları
vasıflardan münezzeh ve yücedir.
160- Fakat Allah'ın ihlas ile seçilen kulları
başka (onlar, Allah'ı böyle şirk ile vasıflamazlar).
161-162-163- Çünkü siz ve taptıklarınız,
kendiliğinden cehenneme saldıran kimseden başkasını, Allah'a karşı kandırıp,
saptıramazsınız.
164-165-166- (Melekler): "Bizden her
birimizin belli bir makamı vardır. Biziz o saf saf dizilenler, biziz! Biziz o
tesbih edenler, biziz!" derler.
167-168-169- (Müşrikler) şöyle diyorlardı:
"Eğer yanımızda önceki (ümmet)lerden bir kitap olsaydı, elbette biz de
Allah'ın ihlas ile seçilmiş kullarından olurduk."
170- Fakat şimdi onu inkâr ettiler. Ama ilerde
bileceklerdir.
171-172-173- Andolsun ki peygamberlikle
gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir: "Onlar var ya,
elbette onlar muzaffer olacaklardır ve elbette bizim ordularımız mutlaka galip
geleceklerdir."
174- Onun için sen, bir süreye kadar onlardan
yüz çevir.
175- Onlara (inecek azabı) gözetle .Yakında
onlar da göreceklerdir.
176- Ya şimdi onlar, bizim azabımıza uğramakta
acele mi ediyorlar?
177- Fakat (azabımız) onların sahasına indiği
zaman, (o acı sonuçla) uyarılanların sabahı ne kötüdür!
178- Yine sen, bir süreye kadar onlardan yüz
çevir.
179- (İnecek azabı) gözetle! Yakında onlar da
göreceklerdir.
180- Senin güç ve kuvvet sahibi Rabbin,
onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir.
181- Gönderilen bütün peygamberlere selam
olsun.
182- Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
139- Şüphesiz ki Yunus da gönderilen
peygamberlerdendir. Yunus (a.s.)'un kıssasında Allah Teâlâ'nın bir peygamberini
hapsedişinin bir ifadesi vardır. Bunun, burada anlatılması, daha çok peygamber
efendimize bir hatırlatma olmaakımındandır.
140- Hani, düşün o zamanı ki Yunus,
"İbak" suretiyle o dolu gemiye kaçmıştı.
İBAK: Bir kölenin, efendisinden kaçmasıdır.
Enbiya Sûresi'nde "Ve Zünnûn'a (da lutfettik). Hani o (kavmine) kızarak
gitmişti." (Enbiya, 21/87) buyurulduğu üzere Yunus (a.s.) öfkelenip, Allah
tarafından izin gözlemeksizin çıkmış olduğundan "ibak" (kaçış) denilmiştir.
Alûsî, tefsirinde der ki: "Yunus (a.s.) hakkında kitap ehlinin
kitaplarında anlatılan şudur: Allah Teâlâ, onu Nînüvâ halkına gidip onları
Hakk'a davet etmekle görevlendirmişti.
O zaman Nînüvâ çok büyüktü. Üç gün kadar bir
müddet içerisinde katedilebilirdi. Kötülükleri büyümüş, bozgunculukları
çoğalmıştı. İşi büyük gördü ve Tersis'e kaçtı. Onun için Yafa'ya geldi, bir
gemi buldu. Sahipleri Tersis'e gitmek istiyorlardı. Kiraladı, ücretini verdi ve
gemiye bindi. Derken büyük bir fırtına koptu, dalgalar çoğaldı. Gemi gark
olacak hale geldi, gemiciler telaşe düştüler. Geminin hafiflemesi için bazı
eşyaları denize attılar. O sırada Yunus, geminin içine inmiş, uyumuş, hatta
nefesi yukarı çıkarmış. Kaptan ona vardı. "Ne uyuyorsun? Kalk, Rabbine dua
et. Ola ki bizi bu durumdan kurtarır da helak etmez" dedi ve birbirlerine;
"Gelin bu kötülük bize kimin yüzünden geldiğini bilmek için kur'a
atalım" dediler. Kur'a attılar, Yunus'a düştü. Bunun üzerine: "Anlat
bize sen ne yaptın? Nereden gelip, nereye gidiyorsun? Hangi köyden, hangi
soydansın?" dediler. O zaman onlara: "Ben, karayı ve denizi yaratan,
göklerin ilâhı olan Rabbin kuluyum." dedi ve olayını anlattı. Onun üzerine
çok korktular ve niye öyle yaptın diye kınadılar. Sonra ona: "Bu denizin
durması için biz sana ne yapalım?" dediler. "Beni denize atın, durur.
Çünkü bu büyük fırtına benim içindir" dedi. Adamlar gemiyi geri karaya
atmaya çalıştılar, yapamadılar. Nihayet Yunus'u tuttular, gemide bulunanların
kurtulması için denize attılar. Derhal deniz durdu ve Allah balığa emretti.
O'nu karaya bıraktı, sonra Allah Teâlâ büyük bir balığa da emretti, onu yuttu.
Balığın kırnında üç gün üç gece kaldı. Karnında Rabbine dua ediyor, O'na
yalvarıyordu. Derken yüce Allah balığa emretti. Onu karaya bıraktı, sonra Allah
Teâlâ ona: "Kalk, Nînüvâ'ya var, bundan önce sana emrettiğim şekilde
halkına çağrıda bulun!" buyurdu. Yunus (a.s.) da vardı, çağrıda bulundu ve
"Nînüvâ üç gün içinde batacak" dedi. Bunun üzerine Nînüvâ halkı Allah
Teâlâ'ya iman ettiler ve oruç ilan ettiler, hepsi eskiler giydiler, kral haber
aldı, o da tahtından indi, süslü elbiselerini çıkardı ve bir çul giydi ve kül
üzerine oturdu. Gerek insan ve gerekse hayvan, hiçbiri ne yiyecek, ne içecek
tatmasın diye tellal çağırtıldı ve hepsi Allah Teâlâ'ya sığındılar, kötülük ve
zulümden vazgeçtiler. Allah Teâlâ da kendilerine merhamet etti, azaba
uğratmadı. Onlara azab etmeyince Yunus (a.s.) merak etti: "Allahım! İşte
ben bundan kaçmıştım, çünkü biliyordum ki, sen çok merhamet edici, çok
şefkatli, çok sabırlı ve tevbeleri çokca kabul edicisin. Ey Rabbim! Benim
canımı al artık, ölüm bana yaşamaktan daha iyidir" dedi. Allah: "Ey
Yunus! Çok üzüldün", dedi. Yunus: "Evet ya Rab!" dedi ve çıktı,
şehrin karşısında beride bir gölgelik yaptı, altına oturdu. Şehirde ne olacağını
gözetliyordu. Allah Teâlâ emretti, kendisine sıkıntısından gölge olması için
başı ucundan bir kabak çıktı. O kabakla ferahlandı, büyük bir rahatlık duydu.
Yine Allah Teâlâ bir kurda emretti, kabağı vurdu, kuruttu. Sonra sıcak bir
samyeli esti, güneş de Yunus (a.s.)'un başına geçti, durum ağırlaştı. Ölüm
sevilecek hale geldi. O zaman Allah: "Ey Yunus! Kabağa gerçekten acıdın
mı?" buyurdu. O da: "Gerçekten acıdım ya Rabbi!" dedi. Allah
Teâlâ da: "Ya sen o hiç üzerine yorulmadığın, bakıp büyütmediğin, belki
bir gecede bitip, bir gecede yok olan kabağa acırsın da, ben o içinde on iki
tepeden fazla insan oturan ve sağını solunu bilmez bir kavim ve birçok
hayvanlar bulunan o büyük Nînüvâ şehrine merhamet etmez miyim?"
buyurdu."
Alûsî, bunu naklettikten sonra: "Burada
hakka muhalif noktalar bulunmakla beraber bilgi olması için naklettim"
diyor. Onun için bu kıssaları okurken Kur'ân'ın ifadesindeki nezihliğe ve
inceliğe dikkat ederek okumalıdır. Orada Yunus (a.s.)'u kavminin imanından
sonra azab etmedi diye, balığın karnındakinden daha çok vicdan azabına düşmüş
ve başında kabak da ondan sonra bitmiş gösteriyor. Halbuki Kur'ân Enbiya
Sûresi'nde "Biz onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte
biz iman edenleri böyle kurtarırız." (Enbiya, 21/88) diye onun tasadan
kurtarıldığını anlattığı gibi, burada da alana atılışını ve kabağın
bitirilmesini, balığın karnından hasta olarak çıkarılması olayının peşinden
anlatmış ve kıssanın sonunu da kavminin imanıyla istifadeleri gibi güzel bir
sonuçla bağlamıştır. Yunus Sûresi'nde "Keşke (azabı gördükten sonra)
inanıp da imanı kendisine fayda veren bir memleket olsaydı (ama olmadı). Yalnız
Yunus'un kavmi (azab henüz inmeden) iman edince, dünya hayatında onlardan
rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık." (Yunus,
10/98) buyurulduğu üzere böyle yeis (ümitsizlik) halindeki imanla kurtuluş
yalnız Yunus kavmine nasib olmuştur. Azab, iman etmediklerinden dolayı vaad
edilmiş olduğu için, kavmi iman ettikten sonra azab etmedi diye, bir
peygamberin güya yalancı çıkmış olup da ölsem bundan iyi idi diye üzülmesinde
bir mânâ yoktur. Bu üzüntü belki başlangıçta kızıp kaçtığı zaman olmuş
olabilir.
141-142-Kısaca buyuruluyor ki: Hani o, dolu
bir gemiye kaçmıştı da kur'a çekmişti ve kaydırılanlardan olmuştu. Yani kur'ada
yenilmiş, gemiden atılmıştı. Burada kendi kendini attı diye bir söz varsa da
(kaydırılan) deyiminin zahirine uygun değildir. Kendini atmış değil de kendi
rızasıyla atılmış olabilir. Derhal balık onu lokma etti, yani yuttu. O halde
ki, pişmanlık içindeydi, kendini kınıyordu, pişman oluyordu.
143- Eğer o çok tesbih edenlerden olmasaydı.
Öteden beri Allah'ı tesbih ile çok zikrederdi. Bu karanlıklarda da "Senden
başka ilâh yoktur, seni tesbih ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden
oldum." (Enbiya, 21/87) diye nida ediyordu. Fakat sadece şimdi değil,
öteden beri çok tesbih edenlerden olmasaydı yeniden dirilecekleri güne kadar
elbette onun karnında kalırdı.
144- Eğer o çok tesbih edenlerden olmasaydı.
Öteden beri Allah'ı tesbih ile çok zikrederdi. Bu karanlıklarda da "Senden
başka ilâh yoktur, seni tesbih ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden
oldum." (Enbiya, 21/87) diye nida ediyordu. Fakat sadece şimdi değil,
öteden beri çok tesbih edenlerden olmasaydı yeniden dirilecekleri güne kadar
elbette onun karnında kalırdı.
145-Fakat kalmadı, hemen biz onu alana, açık,
boş bir sahaya fırlattık o halde ki, hastaydı.
146-Fırlattık ve üzerine yaktîn, yani bal
kabağı cinsinden bir ağaç bitirdik. Gövdesiz, çabuk biter, çok çatallanır, uzar
ve yaprakları büyük olduğundan gölgeliğe elverişli bir ağaç; gövdesi olmadığı
halde buna ağaç denilmesi, çatallanıp yükselebilmesinden dolayıdır. Demek ki
başında bu kabağın bitmesi, çıktığı sırada hasta halinde bir siper olması
içindi. Bunun basit bir teşkilata işaret olması da düşünülebilir.
147- Ve onu, yani Yunus'u yüz bine gönderdik.
Yani kaçtığı yere tekrar gönderildi ki, yüz bin nüfusa ulaşıyordu. Hatta
artıyorlardı. Yani pek çok değillerse de az da değillerdi. Artmaya da
hazırdılar. Bu ifade iki gönderme arasında artış bile olduğuna işarettir.
148- Bunun üzerine iman ettiler de biz de
onları bir zamana kadar yaşattık. Yeis (ümitsizlik) halindeki iman fayda
vermezken bu şekilde Yunus kavmine verdi. Bu bir fezlekedir (özetlemedir). Yani
yukarıdaki "Bak o korkutulanların sonu nasıl oldu? Ancak Allah'ın ihlas
ile seçilen kulları başka." (Sâffât, 37/73-74) emrinden buraya kadar
açıklanan kıssaların bir özetini yaparak demek olur ki, şimdi bunlara bir göz
atıp, nihayet
149-Yunus kıssasını da düşündükten sonra,
peygamberliğin zorluklarından kaçınmayarak ey Muhammed! sen yine müşriklere
sor; susturmak için de ki: Rabbine kızlar, onlara oğullar öyle mi? Bu ne biçim
taksim? Cüheyne, Seleme oğulları, Huzaa, Melih oğulları gibi Arap müşrikleri;
"Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı. Halbuki kendilerinin kız
evlatları olsa istemiyorlardı. Bir de meleklere kız demekle onlarda şiddet
düşünmüyorlardı. Sûrenin başında onların anlatılan şiddetlerini duyurmak için
"Sor onlara: Yaratılışça kendileri mi daha çetin..." (Sâffât, 37/11)
buyurulduğu gibi, burada da inançlarını iptal için azarlanıyor.
150-Buna karşılık itiraz makamında, maksat
dişi yaratıkları demektir, diyecek olurlarsa buyuruluyor ki Yoksa biz melekleri
dişi olarak yaratmışız da onlar şahitler miymiş?
151-158- Ha bak! Bu yukarıki "sor!"
emrinde dahil olmayarak doğrudan doğruya Alah tarafından yalancılıklarını ilan
ile görüşlerini iptal ve bozma gibi açıkça yalan olduğu belli olan şeylere
şahitlik etmeye kalkışanların, şahitliklerinin dinlenmeyeceğini hatırlatır. Bir
de Allah ile cinler arasında bir neseb uydurdular. Bu cümle, "Onlar,
'Allah doğurdu' derler." sözü üzerine atfedilmiştir. Muhatabdan yine bu
şekilde gaibe (2. şahıstan 3. şahısa) geçilmesi, sözlerinin kötülüğünden dolayı
hitaba kabiliyetleri olmadığına dair bir hatırlatmadır. Yani iftiralarından
bütün cinlerle Allah arasında bir neseb, ilâhlıkta ortaklığı ifade edecek
şekilde bir münasebet, bir ortaklık uydurmaya kadar gittiler. Burada cin,
melekleri de içine alan en genel mânâya bütün gizli mahluklar, metafizik
güçler, bütün ruhanîler demektir. Mecusî mezheplerinde olduğu üzere, şeytan
Allah'ın kardeşidir, melekler Allah'ın kızlarıdır, dedikleri gibi; bazıları da
ruhanilerin, cinlerin, meleklerin Allah'a münasebeti, yakınlığı vardır, biz
onların aracılığı olmadan Allah'a yaklaşamayız, Allah yanında şefaatçilerimiz
olması için biz onlara ibadet etmekteyiz diyor, şirk koşuyor; biri kötülük
yapar, biri iyilik diyorlardı. (En'am Sûresi'nde "Allah'a cinleri ortak
koştular." (En'am, 6/100), "Böylece biz her peygambere insan ve cin
şeytanlarını düşman kılmışızdır." (En'am, 6/112) âyetlerinin tefsirlerinde
bu hususta bilgi verilmiştir, oraya bakınız.)
Halbuki o neseb isnad ettikleri ruhaniler,
özellikle melekler bilir, şahitlik ederler ki, herhalde onlar, o iftirayı
uyduran yalancılar mutlaka cehenneme götürüleceklerdir.
159-Yakalanıp cehenneme tıkılacaklardır.
Allah, onların isnad ettikleri niteliklerden münezzehtir, çok yücedir.
Bilirler, böyle tesbih ile tenzih ederler. Meleklerin tesbihinde şüphe olmadığı
gibi "Beni ateşten yarattın." (Sâd, 38/76) diye yaratılmış olduğunu
itiraf eden İblis bile, müşriklerin isnad ettikleri şirk vasıflarından Allah'ı
tenzih eder. "Ben sizden uzağım." (Enfal, 8/48) der.
160- Fakat Allah'ın ihlas ile seçilen kulları
başka. Onlar böyle isnadda bulunmazlar ve onun için azaba da hazır
bulundurulmazlar.
161- Çünkü siz ne taptıklarınız; putlarınız ve
şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi kandıramazsınız. Ancak cehenneme yaslanacak
olanı aldatırsınız. Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını
bozamazsınız. Şu da o bilen cinlerin, yani meleklerin sözlerindendir.
162-163-*} Çünkü siz ne taptıklarınız;
putlarınız ve şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi kandıramazsınız. Ancak
cehenneme yaslanacak olanı aldatırsınız. Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen
kullarını bozamazsınız. Şu da o bilen cinlerin, yani meleklerin sözlerindendir.
164-166-*} Bizden ise başka değil, ancak onun
için bilinen bir makam vardır. Yani her birimizin Allah Teâlâ'ya kulluk için
durduğumuz belli bir makamı, muayyen bir sınırı vardır ki, onu geçemeyiz. Ve
biz elbette o saf tutanlarız. "O saf tutup duranlara andolsun."
(Sâffât, 37/1) Ve biz herhalde o tesbih edenleriz. Yani Allah Teâlâ'yı şanına
layık olmayan vasıflardan tenzih ederiz. Dolayısıyla çocuk, neseb gibi
iddiaları kesinlikle reddederiz. nin muhaffefidir.
167-170-Yani gerçekten kesinlikle diyorlar ki
bizim yanımızda öncekilerden bir zikir (kitap) olsaydı. Onlarınki gibi Allah
tarafından indirilmiş bir kitap, fikirler açıp ibret dersi veren ilâhî bir
kitap olsaydı Allah'ın ihlas ile seçilen kulları olurduk. Kureyş, böyle
demişlerdi. Fakat olunca onu inkâr ettiler. İhlas ile sarılmak şöyle dursun
küfrettiler, zikirlerin en güzeli olan Kur'ân inince nankörlük edip tanımak
istemediler. Artık ilerde bilecekler.
171- 179- Küfürlerinin sonunun neye varacağını
görecekler, çünkü Allah'ın vaadi şöyledir: Andolsun ki, peygamber olarak
gönderilen kullarımız için ezelde şu kelimemiz geçmişti. Elbette onlara yardım
edilecektir. Önünde olmazsa sonunda yardım onlara olacaktır. Ve elbette bizim
askerlerimiz, o gönderilen peygamberlere yardım edecek, onun yardımcıları
olacak olan hak orduları mutlaka onlar galip geleceklerdir. Peygamberlerin
gönderiliş hikmetleri sonunda gerçekleşecek, davaları zaferi kazanacaktır.
Burada bu ilâhî söz, peygambere vaad, muhaliflerine tehdit yerindedir.
180-Bu vaad ve tehdit tekrar edildikten sonra,
bu yüce sûre de şu âyetle bitiriliyor: O izzet sahibi Rabbin, onların isnad
ettikleri vasıflardan münezzehtir, yücedir. Yani seni terbiye edip,
peygamberlik görevi ile gönderen ve o kesin zafer ve galibiyeti vaad buyurmuş
olup, vaadinden caymasına veya kuvvet ve kudretine karşı gelinmesine ihtimal
bulunmayan izzet, güç ve kuvvet sahibi olan Rabbin, o müşriklerin, kâfirlerin
isnad ettikleri eksik vasıflardan münezzehtir.
181- Bir de selam o peygamberlere. Muzaffer
olacakları ezelde takdir edilmiş olan sana ve yukarıda birkısmının isimleri
geçmiş olan bütün peygamberlere; bütün bu nimetlerden dolayı
182- hamd de âlemlerin Rabbi Allah'a. Bu âyet
de çok anlamlı olan âyetlerdendir. İbnü Ebi Hatim'in Şa'bî'den rivayet ettiği
bir hadiste Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her kimi, kıyamet günü
sevabdan tam ölçekle ölçmek sevindirecekse bulunduğu meclisten kalkacağı sırada
şöyle desin:
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Saffat Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.