Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Sad Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
38-SAD:
1-4-Rivayet olunuyor ki, Ebu Talib
hastalandığı zaman Kureyş'ten bir heyet geldi. İçlerinde Ebu Cehil de vardı.
Yanına girdiler. "Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımızı kötülüyor, şöyle
yapıyor, şöyle şöyle diyor. Ona haber göndersen de bundan men etsen"
dediler. Haber gönderdi. Resul-i Ekrem (s.a.v.) geldi, odaya girdi. Ebu
Talib'in yanında bir kişilik yer vardı, oraya oturmasın diye Ebu Cehil sıçradı,
oraya oturdu. Resulullah, amcasının yakınında oturacak yer bulamayınca kapının
yanında oturdu. Ebu Talib: "Ey kardeşimin oğlu! Kavmin yine senden şikayet
ediyorlar, ilâhlarını kötülüyorsun, şöyle şöyle diyorsun, iddiasında
bulunuyorlar" dedi. Onlar da birçok şeyler söylediler. Resulullah söz
aldı: "Ey amca! Ben onları bir kelime üzere istiyorum. Bir kelime ki
onunla Araplar, onlara boyun eğecek, Acemler, onlara cizye verecek" dedi.
Bunun üzerine sevindiler, "Babanın aşkına ondan fazlasını veririz, ne o
kelime?" dediler. "Bir tek kelime" dedi. "Ne o?"
dediler. "lâ ilâhe illallah" dedi. Derdemez telaş ile kalktılar ve
elbiselerini çırparak
5-7- "İlâhları bir tek ilâh mı kılmış? Bu
gerçekten şaşılacak bir şey!" dediler. İşte (1-7. âyetler) bunun üzerine
nazil oldu. Bunu âyet sayan rivayet yoktur. Yazılışı itibarıyla bir harf, okunuşu
itibarıyla bir isim veya dan fiili mazî, veya dan emri hazır olabilir. Harf
olduğuna göre diğer mukatta' harflerde geçtiği üzere meydan okuma ve icaz
yoluyla söylenmiştir. Çoğunluğun görüşüne göre bu sûrenin ismidir. Sadece bir
rumuz olması da düşünülebilir. Fâtiha'da bu harf ile ilgili "sırat"
kelimesi vardır. Sıdk (doğruluk) maddesi de bu rumuzun ilk hatırlatacağı
kelimelerdendir. "Allah doğru söyledi", sadıksın ey Muhammed!, ey
sadık gibi. Hasen'den rivayet edildiğine göre "sadâ"nın müfaale babı
olan "müsâdât"tan emirdir. Sada, karşılık vermektir. Onun için sesin
aksettiği yerden verilen karşılığa "sadâ" denir. Buna göre
"dal"ın kesresiyle "sâdı", seslen sen, Kur'ân sesine karşı
aksettirici ol, sadâ gibi karşılık ver, yani muhtevası ile amel et, yerine
getir, demek olur. İbnü Abbas'tan bir rivayete göre gece ve gündüz yokken
Rahmân olan Allah'ın arşının, üzerinde bulunduğu denizin ismidir. ( "O'nun
arşı su üzerindeydi." Hud, 11/7 âyetinin tefsirine bkz.) Said b.
Cübeyr'den de şöyle rivayet edilmiştir: Allah Teâlâ'nın, sûra iki üfürüş
arasında ölüleri dirilttiği denizin ismidir. Bu iki rivayet garip olmakla
beraber güzeldir. Bunlarda yemin mânâsını da içerir. O şekilde atfoluyor. Zikir
sahibi, zikirli, zikir dolu. Burada zikir, şu üç mânâdan her biriyle açıklanabilir:
ZİKİR: a) İsmi anılmak: Şeref ve şan mânâsına;
"Gerçekten o Kur'ân, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir."
(Zuhruf, 43/44) âyetinde olduğu gibi.
b) Anmak, hatırlatmak; öğüt ve hatırlatma
mânâsına; şeriat ve hükümler, vaad ve tehditler, geçmiş ümmetlerin olaylarından
ibrete vesile olacak kıssalar ve haberler gibi.
c) Dinde ihtiyaç bulunan şeyleri anlatmak
mânâsına; yani şanlı, öğütlü, din öğreten, ibret dersi veren Kur'ân'a yemin
olsun ki...
Bu kasemin cevabı hazfedilmiştir. o hazfedilen
cevaba matuftur. Yani sen peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o
vaad ve tehdit mutlaka yerini bulacaktır. Fakat kâfirler bir gurur ve ihtilaf
içindedirler. Kendilerini bir gurur, bir ihtilaf sarmış, kibirlerinden dolayı
hakkı kabul etmiyorlar. Çeşitli maksatlarla türlü mabutlar peşinde
boğuşuyorlar. Çağrıştılar, yani helaki gördükleri zaman tevbe edip, aman ya
Rabbi diye bağrıştılar, feryat ettiler. Fakat o zaman, yahut o çağırışma,
kurtulacak zaman değildi. Kaçma ihtimali kalmamıştı. , (yok) demektir. İlâhları
hep bir ilâh mı kıldı? Yani diye hepsinden ilâhlığı kaldırdı da yalnız birine
mi tahsis etti? Bu gerçekten çok acayip bir şey! Atalarından beri şirke alışmış
olan cahiliye kafası, bu kadar çeşitli insanların, çeşitli emel ve duygularını
yalnız bir mabudun nasıl tatmin edebileceğini düşünemiyor, onun, "her
şeyin hükümranlığının elinde" (Yâsin, 36/83) olduğunu bilmiyor da tevhide
şaşıyor. Biz, bunu millet-i ahirede işitmedik. Millet-i ahire, diğer millet
yahut sonraki millet demektir. Bu durumda Hıristiyanlığa işaret olur. Çünkü
İslâm gelmeden önce, o zaman için en son millet, Hıristiyanlıktı. O da teslisi
(üçlü ilâh inancını) kabul ediyordu.
8-14- O zikir, yani Allah'ın zikir ve
hatırlatmasını içeren Kur'ân, aramızdan ona mı indirilmiş? Benim zikrim, yani
Kur'ân. demektir. Kesre ile yâ'dan iktifa olunmuştur. de böyledir. Onlar,
burada çeşitli kabilelerden kalma, bozguna uğratılmış bir ordu döküntüsüdür.
Yani eskiden peygamberlere karşı toplanmış, mahvolmuş, çeşitli gruplardan geri
kalma, onlar gibi bozulmaya mahkum, bozuk, ruh birliği yok, maneviyatı perişan,
derme çatma birkaç asker, ordu, askerler böyle askerler. Bu âyet çok dikkat
çekicidir. Burada Kureyş'in "Bedir"den başlayan yenilgisine işaret
edildiği gibi, başarıya ulaşacak düzenli bir ordunun, muntazam bir milletten
çıkabileceğini anlatıyor.
Meâl-i Şerifi
15- Onlar da bir tek haykırışa bakıyorlar.
Öyle ki onun gecikmesi de yoktur.
16- Bir de: "Ey Rabbimiz! Hesap gününden
önce bizim azabdan payımızı acele ver" dediler.
17- Şimdi sen onların dediklerine sabret de
kuvvetli kulumuz Davud'u hatırla. Çünkü o, zikir ve tesbih ile bize yönelmişti.
18- Biz, dağları onun emrine vermiştik.
Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi.
19- Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik.
Hepsi de ona uyarak zikir ve tesbih ederlerdi.
20- Biz onun mülkünü kuvvetlendirmiş ve
kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti vermiştik.
21- Bir de davacıların kıssası geldi mi sana?
Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
22- Davud'un yanına giriverdiler de onlardan
telaşe düştü. Ona "Korkma!" dediler, biz iki davacıyız. Birimiz,
birimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver ve aşırı gitme de
bizi doğru yolun ortasına çıkar.
23- Biri: "İşte bu benim kardeşim. Onun
doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken:
Onu da bana ver, dedi ve tartışmada beni yendi" diye anlattı.
24- Davud dedi ki: "Doğrusu senin bir
koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten bir
cemiyette yaşayanların çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak
iman edip de salih amel işleyenler başka. Ama onlar da pek az." Davud,
bizim kendisini imtihan ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi,
rüku ederek yere kapandı, tevbe ile Allah'a yöneldi.
25- Biz de o zannettiği şeyi kendisine
bağışladık. Şüphesiz yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri
vardır.
26- Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde
bir halife yaptık. Artık insanlar arasında hak ile hüküm ver. Keyfe, arzuya
uyma ki, seni Allah yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap
gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.
15-17- KITT: Aslında pusula, bahşiş pusulası
demektir. Burada pay mânâsınadır. Hesap gününe, kıyamete kadar beklemeye lüzum
yok, o azabdan bizim payımızı şimdiden peşin olarak ver, diye alay etmek
istiyorlar.
Güçlü, kuvvetli. Rivayet edilir ki, Davud
(a.s.) yıl boyunca bir gün oruç tutar, bir gün yerdi ve gece yarısı namaza
kalkardı. Böylece kuvvetinin aslının, din kuvveti olduğu anlatılmak üzere şu
sebebe bağlanıyor: Çünkü o bir evvabdır (Allah'a yönelmiştir).
EVVAB: "Tevvab" vezninde
"evb"den mübalağalı ismi faildir. "Evb", Rağıb'ın
açıkladığına göre, dönüşün bir çeşidi, iradeye bağlı olan kısmıdır. Dönülmesi
gereken yere dönmek demektir. Bu mânâdan "evvab", "tevvab"
gibi Allah'a çokça dönüp yönelen demek olur. Onun için burada "Allah'ın
rızasına çokça dönüp yönelen" diye tefsir etmişlerdi. Ancak hem dan, hem
de müteaddisi olan dan olabilir. ise döndürmek ve "terci" mânâlarına
geldiğine ve seste terci, nağme ve ahenk yapmak veya ses vermek, demek olduğuna
göre iyi terci yapan mânâsını da ifade etmiş olur. Nitekim "Ey dağlar!
Onunla beraber çınlayın." (Sebe', 34/10) âyetinde bu mânâ açıktır. Bu münasebetle
"evvab", Mücahid'den rivayet edildiği üzere, bir de
"müsebbih" (çok tesbih eden) mânâsına tefsir edilmiştir ki,
Ebu's-Suud, bunun izahında şöyle diyor: "İkinci evvab, müsebbih yerine
konmuştur. Çünkü tesbihi sesli yapıyordu. Tesbihi sesli yapan da onu ahenkli
yapıyor demektir. Çünkü ardı ardına fiiline döner durur." Evvab, Allah
Teâlâ'ya çok dönen tevbekar demek olduğuna göre de çok tevbe edenin âdeti, çok
zikir, tesbih ve takdis etmektir. Kamus'ta "evb", kasd ve istikamet
mânâlarına da geldiğinden evvab, çok doğru ve azimli demek de olabilir. Şu
halde evvab, birçok mânâlara ihtimali olan bir kelime olduğundan hepsini aynen
bir kelime ile terceme mümkün olmayacaktır. Bir kere, Allah'a dönüş, sûfilerin
"iradeye bağlı ölüm" dedikleri "fenâ fillah" (Allah'da fânî
olma) makamıdır ki, tevbe ve inâbe (tevbe ile Hak yoluna dönme) bunun başıdır.
Bu makamda meydana gelen her kuvvet ilâhîdir.
18-Onun için güç ve kuvvetinin sebebinde şöyle
buyuruluyor: "Çünkü o bir evvab idi." Gerçekten biz dağları onunla
birlikte emre âmâde kılmıştık. Öyle ki dağlar, Akşam ve işrak vakitleri tesbih
ederlerdi. Bunun zahiri, onunla beraber sesle tesbih etmeleri, onun tesbihine
ses ve nağme yoluyla cevap vermeleridir. Resulullah'ın avucunda taşların
tesbihi gibi olduğu da söylenmiştir.
İŞRAK VAKTİ: Güneş doğup doğu ufkunda biraz
yükselerek ışığının berrak bir şekilde parlamaya başladığı vakittir ki, ilk
kuşluk vaktidir. Yani bayram namazlarını kıldığımız vakittir. İşrak namazı da
sünnettir. Sonra kaba kuşluk vakti olur.
19- Kuşları da emre âmâde kıldık, toplu halde,
toplanmış olarak. Hepsi, yani dağlar da, kuşlar da hep onun için, yani Davud
için evvab idi, yani hep onun için seslenerek ahenk ile tesbih ediyorlardı. Ne
hoştur ki burada "evvab" fasılasının nağmesiyle, mânâsındaki dönüş ve
yönelişe bir misal de verilmiştir. Mesela Davud, "evvab" deyince,
onlar da "evvab" diyorlar. Bununla beraber bu, sadece bir tekrardan
ibaret değil, mânâları farklıdır. Demin hatırlatıldığı üzere birincisi,
dönüşten çok dönen mânâsına, ikincisi de terci' (nağme ve ahenk) mânâsına
kökünden nağme ve ahenk yapan mânâsına olmuş oluyor. Davud Allah'a dönüyor,
onlar Davud'a seslenip nağme yapıyorlar. Bununla beraber şu mânâ da
verilmiştir: Hepsi, yani Davud da, dağlar da, kuşlar da hep Allah için ahenk
ile tesbih yapıyorlardı. Dini, ibadeti böyle kuvvetli olduğu gibi
20- hem mülkünü kuvvetlendirmiştik hem de
kendisine hikmet, peygamberlik, ilim ve amelde sağlamlık yahut Zebur ve şeriat
ilmi ve fasl-ı hitab, söz kesimi vermiştik. Yani hakkı batıldan ayırarak
tartışmayı ayırt edip kesme kabiliyeti vermiştik. Kesip atan ayırt edici söz ve
sözde iki kıssa arasını ayıran (Bundan sonra...) gibi ayırıcı söze de fasl-ı
hitab denilir. İşte böyle güçlü ve kuvvetli bir tevbekar idi.
21-22-Bununla beraber bir de geldi mi sana? Bu
şekildeki soru, kıssasının önemine dikkat çekmek içindir. Hasım kıssası. Hasım,
aslında masdar olup, hasımlık yapan (davacı) mânâsına da kullanılır. Tekile,
çoğula, erkeğe, kadına söylenebilir. Nitekim burada şöyle çoğul zamiri
gönderiyor. Mihrabın sûrunu aştıkları zaman.
"Sûr" yüksek duvar;
"Mihrab" da köşk, balkon, mânâlarına gelir. Davud'un huzuruna
girdikleri zaman ki, birden bire onlardan telaş etti. Çünkü bunca muhafızlara
rağmen sûr aşılmış, içeri girilmişti. Fakat girdiler de ne yaptılar? Dediler
ki: Korkma, iki hasım, yani biz, birbiriyle davalı, iki alay davacıyız. Bazımız
bazımıza tecavüz etti. Onun için sen aramızda hak ile hüküm ver. Ve aşırı
gitme. Haktan uzaklaşıp, haksızlık etme de bizi düz yolun ortasına çıkar;
adalet yap. Görülüyor ki, davadan önce bulunan bu sözlü arz-ı hâlin kelimeleri
çok şüphe vericidir. Hele bu hitabında iğneleyip sataşmadan daha ileri giden
bir ihtar vardır. Bunlar, sıradan davacılara benzemiyorlar.
23- O halde dava nedir? denirse İşte şu,
mecliste hazır bulunan zat benim kardeşimdir. Melek olduklarına göre din
kardeşi veya arkadaşı diye tefsir edilmiştir. Fakat zorunlu değildir. Onun doksan
dokuz na'cesi var.
"Na'ce", dişi koyuna ve dişi sülüne
denildiği gibi, kadına da istiare edilir. Benim ise bir tek na'cem vardır.
Böyle iken onu benim nasibime bırak, dedi ve hitapta bana ağır bastı.
Söyleşmede; yahut aday olmada hatırlı geldi, üstün çıktı.
24- Dedi ki Davud: Senin bir koyununu, kendi
koyunlarına istemekle sana zulmetmiş vallahi ve gerçekten
"halîtlardan" bir çoğu. Burada "huletâ"yı, yalnız ortaklar,
diye tefsir etmek bize eksik geliyor. (kardeş) tabirinden de anlaşıldığına göre
karışık halde bulunan, yani bir toplumda yaşayan insanlar, kardeşler, dostlar,
arkadaşlar, yoldaşlardan birçoğu mutlaka birbirlerine tecavüz ediyorlar. Ancak
iman edip, salih ameller işleyenler başka. Onlar da pek az ve Davud
zannetmişti. Girdikleri zaman veya bu bağiy (tecavüz) sözünü söylerken sanmıştı
ki, biz kendisini sırf bir fitneye düşürdük. Allah'ın sevki ile mülkünde bir
ihtilal oluyor, kendine saldırı ile bir baskın yaptılar zannetti. Yahut
sezmişti ki, kendisine sadece bir imtihan yaptık. Hemen Rabbinden bağışlanma
diledi. Mağfiretini niyaz etti. Ve rüku ederek secdeye kapandı, ve tevbe ile
Allah'a sığındı.
25- Biz de onun için kendisine onu, o zannını
veya zannettiğini bağışladık. Demek mülkünün sağlamlığı ve kuvveti, surdan
aşılıp, mihraba girilivermesine engel olmadığı gibi, öyle bir fitne manzarası
görülünce de "evvab" olan Davud, derhal tevbe ve istiğfar ile Allah'a
yönelmede gecikmemiş ve hemen Allah'ın mağfiretine ermiştir. Zannettiği fitne
meydana gelmemiş, sadece bir ibret dersi olarak kapanmıştır. Bu kıssa
münasebetiyle birçok sözler edilmiş, masallar söylenmiştir. onun için Hz.
Ali'nin: "Her kim Davud hadisesini hikayecilerin rivayet ettiği gibi
anlatırsa ona yüz altmış deynek vururum." dediği naklediliyor. Özellikle
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Ve şüphesiz ki, ona yüce huzurumuzda mutlaka bir
yakınlık ve bir dönüş yeri güzelliği, sonunda varacağı güzel bir merci,
cennette güzel bir makam vardır.
26-Onun için kendisine şöyle hitab edildi: Ey
Davud! Şüphesiz ki biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Yani kendi keyfine
göre asaleten hüküm vermek için değil, Allah Teâlâ'nın adına izafetle, O'nun
hükümlerini yürütmekle görevli ki, Âdem'in yaratılışının hikmeti de bu idi.
Şimdi insanlar arasında hak ile hüküm ver. Çünkü halifeliğin mânâsı budur. Ve hevaya
tabi olma. Nefsin arzusu arkasından gitme, keyfe göre hükmetme ki, seni
Allah'ın yolundan şaşırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar; Firavunlar gibi
hüküm kendilerinin zannederek Allah'ın hükümlerinden başkasını tatbike
çalışanlar, hesap gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab
vardır.
Bunun üzerine şu üç âyet, iki kıssa arasında
fâsıla âyetleri, yani bir fasl-ı hitabdır. Bunların da Davud'a hitab olma
ihtimali var ise de "sabret, hatırla!" gibi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e
hitab olması daha doğrudur.
Meâl-i Şerifi
27- Hem o göğü, yeri ve aralarındakileri biz
boşuna yaratmadık. O, kâfirlerin zannıdır. Onun için vay ateşe girecek olan
kâfirlerin haline!
28- Yoksa, iman edip de salih amel işleyenleri
biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi yapar mıyız? Yoksa o takva sahiplerini
azgın günahkarlar gibi yapar mıyız?
29- Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır
ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret
alsınlar.
27-29- (Geniş bilgi için Âl-i İmran, 3/190.
âyetin tefsirine bkz.) Kur'ân, yahut bu sûre, "düşünsünler diye..."
Tedebbür (inceden inceye düşünme)ün, aklî; tezekkür (ibret alma)ün naklî
yönlerde olması gerekir.
Meâl-i Şerifi
30- Bir de Davud'a Süleyman'ı bahşettik.
Süleyman ne güzel kuldu. Çünkü o seslice tesbih edip Allah'a yönelirdi.
31- Hani kendisine bir zaman akşam üstü iyi
cins ve rahvan atlar gösterilmişti.
32- "Ben, dedi, at sevgisini, Rabbimi
anmaktan ötürü tercih ettim." Nihayet atlar perdenin arkasına gizlendi.
33- "Geri getirin onları bana!" dedi
ve artık onların bacaklarını, boyunlarını silmeye başladı.
34- Andolsun ki Süleyman'ı imtihan da ettik ve
tahtının üzerine bir ceset bıraktık. Sonra tekrar tevbe ile önceki haline
döndü.
35- Süleyman: "Ey Rabbim! Beni bağışla ve
bana öyle bir mülk ihsan et ki, ardımdan hiç kimseye yaraşmasın. Şüphesiz,
bütün dilekleri veren sensin." dedi.
36- Bunun üzerine biz rüzgarı onun emrine
verdik. Onun emriyle istediği yere yumuşacık akardı.
37- Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da.
38- Ve daha diğerlerini de zincirlerde bağlı
olarak (Onun emrine verdik).
39- "İşte bu, bizim ihsanımızdır. Artık
sen dilersen başkalarına ver veya verme. Bundan hesaba çekilmeyeceksin"
dedik.
40- Şüphesiz ki ona huzurumuzda bir yakınlık
ve güzel bir makam vardır.
30-31-32- "Aşiy", öğleden sonra
akşama kadar. Atın üç ayağını basıp, birinin tırnağını dikerek duruşuna
"sufun" denir ki, en güzel duruştur. Genellikle halis Arap atlarında
olurmuş. Öyle duran ata "sâfin", çoğulunda "sâfinât" denir.
ın veya in çoğuludur. Koşuda süratli olan öğdül at. Demek ki
"sâfinât", duruştaki güzelliği; "ciyad" da gidişteki
güzelliği ifade ediyor. Şu halde arzda hem duruş gösterilmiş, hem koşuş.
Onun üzerine dedi ki, "Gerçekten ben, mal
sevgisine sırf Rabbimi zikretmek için düştüm." Tefsircilerin çoğu buna şu
mânâyı vermişlerdir: "Ben hayır, yani mal ve at sevmek için Rabbimin
zikrinden kaldım." Nihayet güneş perdenin ardına gizlendi, yani battı.
İkindi namazı geçti diye bu şekilde üzüldü ve bundan dolayı, getirin onları bana
deyip, hepsini Allah için kurban etti diyorlar. Bu durumda da nin mekûlü
cümlesinde dahil olarak zamir, "Şems"e gönderilmiş oluyor. Fakat
diğer birtakım tefsircilerle beraber biz bunu şöyle anlıyoruz: Ben o hayır
sevmeyi, at sevmeyi Rabbimin zikrinden dolayı sevdim dedi, yani namazını veya
virdini geçirmedi, bilakis böyle diyerek atları bırakıp zikrini yerine
getirmeye gitti. Nihayet o atlar perdenin ardına izlendi, ahırlara çekildi,
yahut koşuda gözden kayboldu, o zaman namazını bitirdi.
33- Geri getirin onları bana, dedi. Artık
bacaklarını, boyunlarını silmeye başladı. Okşadı, tımarlarına itina gösterdi,
öncekiler buna kılıç ile silmek mânâsı vermişler ve namazı geçirtmeye sebep
oldular diye Allah yolunda kurban edildiklerini söylemişlerdir ki, ikisi de
Süleyman'ın çok zikir ve tesbih eden biri olduğunu anlatan birer misaldirler.
Eğer bu kurban ediş, harbe gönderilmek suretiyle öldürülmüş olmaları ise güzel
bir mânâdır.
34- Andolsun ki Süleyman'ı bir de fitneye
düşürdük ve tahtının üzerine bir cesed bıraktık. Bu fitne hakkında da birtakım
garib şeyler söylenmiştir. Bakara Sûresi'nde (Bkz. 2/102. âyetin tefsiri)
işaret edildiği üzere anlaşılıyor ki, Süleyman (a.s.) Beytü'l-Makdis'i
(Mescid-i Aksa) yaptırdığı sırada getirdiği sanatkarlar içinde sanatların
hilelerini bilen birtakım şeytanların kurdukları bir ihtilal yüzünden bir süre
nüfuzunu kaybetmiş, yahut tahtından ayrı kalmış;böylece tahtında ya kendisi
kuvvetsiz bir cesed halinde hükümsüz kalmış yahut tahtı da işgal edilip, ona
kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. Mason tarihinde mason
cemiyetlerinin Süleyman (a.s.) aleyhine olan bu ihtilal hareketlerini esas
aldıkları ve başkanının hatırasına saygı gösterdikleri söylenir.
Bu fitne oldu sonra Süleyman, dönüş yaptı,
tevbe ile Allah'a sığınıp tekrar tahtına döndü.
35-Şöyle ki: Ya Rab! dedi beni bağışla! Her ne
kusur, hata meydana geldiyse, af ve cömertliğinle ört ve bana öyle bir mülk
(hükümranlık) bağışla ki, benden sonra kimseye gerekmesin. Yani benim halime
uygun, bana mahsus bir mucize olsun yahut bu defa olduğu gibi kimse onu benden
çekip alamasın. Yukarılarda da geçtiği üzere Râzî, tefsirinin bir yerinde buna
şöyle de mânâ vermiştir: Yani bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona kavuşup
öldükten sonra "dünya mülkünün vefası olsaydı Süleyman'a olurdu"
denilsin de kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti kalmasın. Bu da güzel
bir anlamdır. Fakat biz öyle anlıyoruz ki, Süleyman (a.s.)ın asıl maksadı, fani
olan dünya mülkünü değil, ahiret mülkünü istemektir. Çünkü "Her kim ahiret
gelirini isterse ona, ondan veririz. Her kim de dünya gelirini isterse ona da
ondan veririz. Ama onun için ahirette bir nasip yoktur." (Şûrâ, 42/20)
buyurulmuştur ve ondan dolayıdır ki, kendisine fazlası verilmiştir. Nitekim
şöyle buyuruluyor:
36-37 Biz de onun üzerine rüzgarı kendisinin
emrine verdik. Bunda dünya mülkünün bir rüzgar gibi gelip geçici olduğuna da
bir işaret vardır. O rüzgar ona öyle bağlandı, öyle boyun eğdi ki, bir memur
gibi Onun emriyle yumuşak, yumuşak istediği yere akardı. eytanları da. Fitnenin
başı olan şeytanları da onun emrine verdik. Burada bu şeytanların hem birtakım
sanat dehalarını da kapsadığını ve hem üç derece üzere teşekküllerini anlatan
şöyle bir "bedel" ile açıklanması ne kadar dikkate değer!. Her biri
bina edici; her türlü yapıcı, bina yapmak sanatı olanların her türlüsü, her
çeşit bina yapanlar ve yapıcıların her çeşidi: mimarı, ustası, kalfası. Corci
Zeydan (tarihu'l-Masuniyeti'l-Âm ve'l-Benâ-ini'l-Ahrâr) adındaki genel masonluk
tarihinde "bennâ" kelimesini "mason", "Fran
mason" kelimesini de "hür bennâ" diye terceme etmiştir. ve
dalgıç, denizlerin diplerine dalmakta maharetli olanları
38- ve daha diğerlerini, ki aşağı derecede
bulunan bunlar, diğer sanatkarları içermekle beraber insan şeytanlarından cin
şeytanlarına kadar varmaktadır. Bukağılarda, zincirlerde çatılı olarak emir
altına alınmışlardır.
Asfâd , safed in çoğuludur ki, bukağı, bend
demektir. Bir de bahşiş mânâsına gelir. Çünkü bahşiş de, alanı verene bağlayan
bir bağdır. Fakat burada değil, yani "asfad ile çatılmış" değil,
"asfadda birbirlerine çatılmış" denilmekle bukağı manasına olduğu
anlaşılmaktadır. Demek ki kötülük ve bozgunculuklarına meydan verilmeyecek bir
şekilde sıkı bir takip altına alınmışlardır.
39- Bu, yani emrine verdik de dedik ki, sana
verilen bu saltanat, bu boyun eğdirme bizim ihsanımız, bahşişimiz, vergimizdir.
Artık diler ikram et, dilediğine ver, bağışla, ihsan et diler tut, dilediğinden
de men et ey Süleyman! Hesap yok.
40-Çünkü yetki sana havale edilmiştir. Yahut
hesapsız çok bir vergi; dünyada böyle olmakla beraber şu da bir gerçektir ki,
ona yüce huzurumuzda şüphesiz bir yakınlık ve güzel bir yer; cennette güzel bir
mevki ve makam vardır.
Bir de:
Meâl-i Şerifi
41- Kulumuz Eyyub'u da an. Bir zaman o,
Rabbine şöyle nida etmişti: "Meşakkat ve acı ile bana şeytan
dokundu."
42- (Biz ona): "Ayağını yere vur! İşte
sana yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su" dedik.
43- Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde
bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki, akıl sahipleri
için bir ibret olsun.
44- (Bir de dedik ki): "Eline bir demet
al da onunla (eşine) vur; yemininde durmamazlık etme." Doğrusu biz onu
sabırlı bulduk. O ne güzel kul! O hakikaten daima Allah'a yönelmektedir.
41- Eyyub (a.s.) b. Iys b. İshak (a.s.) hani
Rabbine nida ettiği, ya Rab! diye çağırdığı vakti an. Şöyle ki benim halim şu
zahmet ve acı ile şeytan bana dokundu; vesveseye yol buldu.
42-43-"Nusb" meşakkat, bedende
zahmet, azabda acı, mal ve evlat acısıyla tefsir edilmiştir. Debren ayağınla.
"Rekz" , özengi tepmek, kanat çırpmak
tarzında olan harekettir. Ne kadar dikkate değer bir noktadır ki, Cenab-ı Allah
Eyyub'un duasına cevap olan kurtuluş mucizesini verirken bile, önce ona böyle
bir hareket emretmiştir ki, bu emir, tıpkı Meryem kıssasındaki "(hurmanın
dalını kendine doğru) silkele!" (Meryem, 19/25) emrine benzer ve
"O'na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da salih amel yükseltir."
(Fâtır, 35/10) ifadesini de hatırlatır. Burada bu emir Hz. Eyyub'a söylendiği
gibi hikâye edilerek "dedik" kelimesi hazfedilmiştir. Böylece âyet,
arada Resul-i Ekrem'e hitab eden bir ara cümlesiymiş gibi bir telmih de
yapılmıştır. Ayak vurmak, ayakla debrenmek, özengilemek, olduğu yerde
tepinmeye, çabalamaya veya yolculuk veya hicret ya da harb etmeye yani
mücahedenin mümkün olabilen her kısmına uygun olabileceğine göre bu telmih,
kıssanın hisse noktalarından birini teşkil eder. "elinle... tut"
ifadesi de böyledir. İbnü Cerir Taberî, tefsirinde Hz. Eyyub'un deprendiği bu
yerin "Câbiye" olduğunu naklediyor.
İşte; yani deprenince bir kaynak çıktı, işte
dedik sana bir yıkanacak sepserin ve içecek. Yıkan ve iç; için, dışın
iyileşsin, yorgunluğun dinlensin, yüreğin soğusun. Bazılarına göre , ün sıfatı
değil, ikinci bir haber yerinde ve soğuk içecek mânâsındadır. Bunlar, biri
sıcak, biri soğuk iki menba çıkmış, sıcağıyla yıkanmış, soğuğunu içmiş olduğunu
söylemişlerdir. Fakat âyetin zahiri birincisidir.
44- Ve elinle bir demet tut da vur onunla ve
yeminini bozma, yemininde durmamazlık etme.
"Dığs" ; demet, deste. Deniliyor ki,
bir hadise dolayısıyla eşine yüz deynek vurmaya yemin etmişti. Böylece bir
demet yaparak vurmakla yeminin yerine geleceği kendisine ruhsat olarak
gösterilmiş, şer'î ceza ve yeminlerde bu, "Eyyub ruhsatı adıyla baki
kalmıştır." Âyette ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için daha geniş
mânâlara ihtimali vardır. Bizim kanaatimizce bu emir, yalnız o ruhsatı
göstermekle kalmıyor, eli altında bir cemaat kurulması gerektiğini de anlatmış
bulunuyor. Nitekim şu hatırlatmada o yön daha açıktır:
Meâl-i Şerifi
45- Kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u
da an. Onlar eller ve gözler sahipleri idiler.
46- Çünkü biz onları temiz bir hasletle, hâlis
yurt (ahiret) düşüncesine ermiş has kullarımızdan kılmışızdır.
47- Çünkü onlar, nezdimizde seçilmiş en
hayırlı kimselerdendir.
48- İsmail'i, Elyasa'yı, Zü'l-Kifl'i de an.
Hepsi de en hayırlı kimselerdendir.
45- "Eller ve gözler
sahipleriydiler." Amelde ve ilimde kuvvetleri: İcra ve istihbarat âletleri
vardı.
46-47- Çünkü biz onları ihlaslılardan, ihlasa
erdirilmiş has kullarımızdan kılmıştık. Bir halisa ile, yani temiz bir özellik,
lekesiz bir haslet ile ki şudur: Yurt düşüncesi. Şüphe yok ki, düşünmek, sonucu
düşünmektir. : Aslı dir. Yani Mustafalardan, güzîdelerden; süzülüp
seçilmişlerden. en hayırlılar. Ömürlerini zevk ve safa ile geçirmişler değil,
Allah yanında en hayırlı olarak seçilmişlerden ifadesince "İnsanların en
hayırlısı, insanlara faydası olandır." İnsanların gerçek faydası da
sonunda kötülük olmayan ahiret menfaatleridir.
48- İsmail'i, Elyasa'yı ve Zü'l-Kifl'i de an.
İsmail'i, babası İbrahim ile kardeşi İshak'tan ayrı olarak anlatmak, bilhassa
şanına itina göstermek içindir. Elyasa b. Uhtub b. Acuz (a.s.), İlyas (a.s.)'ın
İsrailoğulları üzerine halifesi olup, sonra kendisine peygamberlik verilmiştir.
Zü'l-Kifl de Eyyub (a.s.)'un oğlu Şeref olup, Şam'da tevhid inancına davet
ettiği anlatılıyor. Hep bunlar da en hayırlı kimselerdendir. Allah için hayır
ve fazilet neşredenlerdendir.
Meâl-i Şerifi
49- İşte bu bir öğüttür. Şüphesiz korunan
müttakiler için herhalde güzel bir istikbal (güzel bir dönüş yeri) vardır.
50- Bütün kapıları kendilerine açılmış olan
Adn cennetleri vardır.
51- İçlerine kurularak orada birçok yemişle,
bambaşka bir içki isteyeceklerdir.
52- Yanlarında da bakışları yalnız kocalarına
dönük hep aynı yaşta dilberler vardır.
53- O hesap günü için size vaad edilen işte
budur.
54- İşte bu, bizim rızkımız; muhakkak ki ona
hiç tükenmek yoktur.
49-54- Bu; geçen âyetlerle anılan güzellikler
bir zikirdir. "Bu öğüt (zikir) dolu Kur'ân'a andolsun." (Sâd, 38/1)
buyurulduğu üzere, Kur'ân'ın içerdiği zikirlerden bir zikir daima hatırda
tutulup, ibret alınacak bir şeref hatırası "Eğer bizim yanımızda önce
gelenlerinkinden bir zikir (kitap) olsaydı." (Sâffât, 37/168) diyenlerin
istedikleri "öncekilerden bir zikir"dir.
Meâl-i Şerifi
55- Bu, böyledir. Şüphesiz azgınlar için de
fena bir gelecek vardır.
56- Cehennem! Ona yaslanacaklar, fakat o ne
çirkin döşektir.
57- İşte artık tatsınlar onu ki, o kaynar su
ve irindir.
58- Ve o şekilden çifter çifter tadacakları
diğer acılar da vardır.
59- İşte şunlar da sizin peşinize düşenlerdir.
Onlara merhaba yok. Çünkü onlar cehenneme salınıyorlar.
60- (Arkadan gelenler öncekilere:) Derler ki:
"Hayır, asıl size merhaba yok. Çünkü cehennemi bize siz takdim ettiniz.
Bakın o ne kötü yatak!"
61- "Ey Rabbimiz! Bize bunu takdim edenin
ateşteki azabını kat kat artır" derler.
62- Bir de derler ki: "Kötülerden
saydığımız birtakım adamları (fakir müminleri) niye göremiyoruz?"
63- "Onları eğlence yerine tutmuştuk ha!
Yoksa bu gözler onlardan kaydı mı?"
64- Şüphesiz ki bu haktır. Ateş ehlinin
birbiriyle tartışması muhakkak olacaktır.
55-57- "Gassâk" yaradan akan sarı
su, irin, cerahat akıntısı yahut şarap gibi, kaynar su olan "hamîm"in
zıddı olmak üzere içilmez derecede gayet soğuk ve çok çirkin kokulu içki ki,
"hamîm" sıcaklığı ile yakar, "gassâk" da soğukluğu ile.
58-61- Ve onun şeklinden, yani o tadılan azab
veya içki cinsinden daha başkası da var. Çifte çifte, türlü türlü acılar, zehir
zakkım içtiler. Şu sizinle beraber peşinizden gelen bir olaydır.
Beraberlerindeki tâbileriyle birlikte cehenneme girdikleri sırada o azgınların
önderlerine hikâye buyuruluyor.
İKTİHAM: Şiddete göğüs gerip saldırmaktır.
Onlara merhaba yok, yahut merhaba olmasın. Bu da önderlerin onlara sözlerini
hikâyedir. Merhaba demek takdirinde bir dua ile misafire bir iltifattır ki,
"geniş olasın, genişlik içinde güle güle oturasın." demektir.
62-64- "Bize ne oluyor da kötülerden
saydığımız birtakım adamları göremiyoruz? derler." Bununla müminlerin
fakirlerini kastediyorlar.
Meâl-i Şerifi
65- De ki: "Ben ancak korkuyu haber veren
bir peygamberim. O tek ve kahredici olan Allah'tan başka tanrı da
yoktur."66- "O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. O
çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır."
67- De ki: "Bu, bir büyük haberdir."
68- "Siz ondan yüz çeviriyorsunuz."
69- "Münakaşa ederlerken, benim melekler
yüksek topluluğuna ait ne bilgim olabilirdi?"
70- "Ancak ben açıktan açığa korkutmakla
görevli olduğum için o bilgi bana vahyediliyor."
71- Hani Rabbin meleklere demişti ki:
"Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım."
72- "Onu tesviye edip, düzeltip de
ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın."
73- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan
secde ettiler.
74- Yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve
kâfirlerden oldu.
75- Allah: "Ey İblis! O benim kudretimle
yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek
derecelerde bulunanlardan mı oldun?" dedi.
76- İblis dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım.
Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."
77- Allah: "Hemen çık oradan, artık sen
kovuldun."
78- "Ve elbette lanetim ceza gününe kadar
senin üzerindedir." buyurdu.
79- İblis: "Ya Rab! O halde insanların
diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver." dedi.
80, 81- Allah: "Haydi belirli bir vakte
kadar mühlet verilenlerdensin" buyurdu.
82- İblis: "Öyle ise izzet ve şerefine
yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatır, saptırırım."
83- "Ancak içlerinden ihlas ile seçilmiş
has kulların müstesna" dedi.
84- Allah buyurdu ki: "O doğru, ben hep
doğruyu söylerim."
85- "Andolsun ki, cehennemi mutlaka
senden ve onların sana uyanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım."
86- Ey Muhammed! De ki: "Ben o Kur'ân'a
karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben kendiliğimden bir şey de teklif
etmiyorum. "
87- "O Kur'ân, bütün âlemler için bir
zikir, bir öğüttür. "
88- "Herhalde onun haberini bir zaman
sonra bileceksiniz."
65-69- De ki o bir büyük haberdir. Yani benim
size verdiğim bu haber, benim böyle korkutmakla görevli peygamberliğimle
Allah'ın ortaktan münezzeh olarak birliği haberi, çok önemli, azametli, büyük
bir haberdir. Bir ucunda o bir olan Allah'ın hiçbir tarafından savunulması
mümkün olmayan ebedî kahrı, bir taraftan da O'nun izzet ve bağışlaması var.
Benim o melekler yüksek topluluğuna ait hiçbir bilgim yoktu.
"Mele-i a'lâ"; en yüksek heyet,
melekler âlemi, demektir. Onlar münakaşa ederlerken.
70- Ancak ben sırf açıktan açığa bir
korkutucu, korkutmakla görevli bir peygamber olduğum için o bilgi bana
vahyediliyor da biliyorum. Şöyle ki:
71- Yani Rabbin şöyle dediği zaman ettikleri
münakaşa ki Bakara Sûresi'nde açıklandığı üzere "Sen orada fesat çıkaracak
ve kan dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" (Bakara, 2/30) demişlerdi.
Bilinen bir hadis-i şerifte Mele-i a'lânın tartışması, keffaretler ve dereceler
hakkındadır, diye açıklanması da bu mânânın tafsilatındandır. Şüphe yok ki en
yüksek münakaşanın sırrı, Allah'ın nezdinde bağışlanma ve yüksek derecelere
kavuşma meselesidir. Meleklerin "Biz seni hamdinle tesbih ediyor ve seni
takdis ediyoruz." (Bakara, 2/30) diyerek halifeliğe rağbet göstermeleri de
bundan olmuştur. Ben bir çamurdan bir insan yaratmaktayım. Beşeresinin, yani
derisinin açık olması itibarıyla insana "beşer" denmiştir.
72- Dolayısıyla onu tesviye ettiğim
"Yarattı ve tesviye etti." (A'lâ, 87/2) sözünden de anlaşıldığı üzere
tesviye yaratmadan sonra olur. Demek ki, insan maddesi çamurdan yaratıldıktan
sonra bir de insan suretini alması, insanlık seviyesine gelmesi için bir müddet
de tesviye edilmiş, bedeninin parçaları kıvamına getirilmesi için düzeltilmiştir.
Bu sebepledir ki, çeşitli âyetlerde çeşitli yaratılış kademelerine işaret
edilmiştir. Nitekim Âl-i İmran Sûresi'nde topraktan (3/59), burada çamurdan,
Müminun Sûresi'nde çamur hülasasından (23/12), Hıcr Sûresi'nde kuru bir
çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan (15/28); Enbiya Sûresi'nde aceleden
yaratıldığı söylenmiştir. Ve içine ruhumdan üflediğim zaman, izafeti, cüziyet
için değil, şeref içindir. Çünkü ruh, Allah'ın emrindendir. Üfleme tabiri de
maddeye fiilen hayat başlangıcının akışını temsil eder. Hatta "Âdem'e
isimleri öğretti." (Bakara, 2/31) ifadesinden anlaşıldığına göre yalnız
cisme ait olan hayat değil, zihin ve ilim hayatının da başlangıcı olan şuur
ruhunun, konuşan nefsin ilgisini ifade eder. Yoksa ruh üflemek, hayat belirtilerinden
olan nefes alıp verme ile de tevil edilebilir. cezaiye, vuku'dan emri hazırının
çoğuludur. Yani ruh üflenince onun için düşünüz secde edici olarak, her biriniz
secde ederek. Saygı ve ikram secdesi, yahut Allah'ın emrine kıble secdesi.
73-83- Onun üzerine meleklerin hepsi secde
ettiler. İşte o secdenin neticesidir ki, peygamber olanlara vahiy getirirler.
İki elimle yarattığıma. Kur'ân'da Allah Teâlâ'ya bazan "Allah'ın eli"
(Fetih, 48/10) gibi tekil olarak, bazan da "Ellerimizin yaptıklarından..."
(Yâsin, 36)71) gibi çoğul olarak, bazan da böyle "iki elimle" gibi
tesniye (ikil) olarak el nisbet edilmiştir. Bir hadiste "O'nun her iki eli
de sağdır." buyurulduğundan her birinde Allah'ın şanına layık bir mânâ
kastedildiğinde şüphe yoktur. (Mâide, 5/64. âyetinin tefsirine bkz.)
Birçokları burada iki elin ayrıca birer mânâsı
kastedilmiş olmayıp, özel bir itina ile yaratmak mânâsından kinaye olduğu
görüşüne sahiptirler. Çünkü Âdem bütün normal sebeplerin üstüne olarak en
yüksek bir seçim ile yaratılmıştır. Bazıları da kudret, mânâsıyla tevil
etmişler ve tesniyenin sadece tekit için olduğunu, çünkü Âdem'in yaratılışında
Allah'ın kudretinin tecellilerinin tekitli ve kat kat bulunduğunu
söylemişlerdir.
İbnü Ömer hazretlerinden rivayet olunur ki:
Allah Teâlâ dört şeyi eliyle yaratmıştır: Arş, Adn cenneti, Kalem, Âdem. Sonra
her şeye "ol!" demiş, olmuştur. Burada açıktır ki, el, hiçbir sebep
araya girmeksizin doğrudan doğruya Allah'ın kudreti ile demektir. Âdem'de ise
bu mânâ kat kat vardır. Bizce burada en yakın yorumun, biri tesviyeye, biri de
ruh üflenmesine işaret olmasıdır. Çünkü böyle olunca insanın yaratılışında
cisim âlemi ile ruh âleminin bir araya gelişini ve dolayısıyla insanın
toplayıcı bir varlık olduğunu anlatmış olur.
Büyüklük taslamak mı istedin, yoksa yüksek derecelerde
bulunanlardan mı oldun? Yani hiç hakkın olmayarak sırf büyüklük mü tasladın,
yoksa zannınca gerçekten yüksek, üstün mü bulunuyorsun? Nitekim İblis cevabında
bu ikinci şıkka tutunarak Ben ondan hayırlıyım... dedi. (A'raf, 7/11 ve
müteakip âyetlerin tefsirine bkz.)
Bu açıklamaya göre buradaki
"Yüksektekilerden" deyimi "Yaratanların en güzeli"
(Müminun, 23/14) âyetindeki "hâlikîn" (yaratanlar) gibi farazî ve
takdirîdir. Fakat Muhyiddin Arabi bunu gerçeğe yorumlayarak buradan delil göstererek
şu görüşe sahip olmuştur ki, Âdem'e secde ile emredilmeyen melekler de vardır.
Bunlar "âlîn" (yüksek)dir. "Müheyyemûn" denilen birkısım
melekler vardır ki, Allah Teâlâ'nın cemal ve celalini düşünmeye dalmışlardır.
Hiçbiri, Allah Teâlâ'nın ondan başkasını yaratmış olduğunu bilmez, bunlar
Âdem'e secde ile emrolunmamışlardır. "Yüksek olanlar", bunlar, yahut
gök meleklerinin hepsidir. Onlar da Âdem'e secde ile emrolunmamışlardır. Âdem'e
secde ile emrolunan melekler hep yeryüzü melekleridir. Ancak Şeyh'in bu fikri,
insanın toplayıcı bir varlık olması hakkındaki görüşüne uygun düşmemiştir.
84- Allah Teâlâ buyurdu ki o, hak, yani
ihlaslı kullarımı şaşırtamayacağın sözü doğrudur. "Kullarım üzerinde senin
asla bir hükmün yoktur." (Hıcr, 15/42). Yahut o halde hakkı, yani
şaşırttığın takdirde hakkı, hak cezası nedir bilir misin? O hakkı, o gerçeği de
ben söyleyeyim, yahut ben hep hak söylerim.
85- "Andolsun ki cehennemi senden ve
onların sana tabi olanlarından, topunuzdan dolduracağım."
86- De ki: Ona karşı, yani Kur'ân'dan, o büyük
haberden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Ben o tekellüfçülerden de
değilim. Kendinde olmayan bir şeye özenerek zorla ve yapmacık hareketlerle
satmaya çalışan iddiacılardan değilim. Yani böyle ciddiliğim, samimiyetim sizce
bilinmektedir. Yok yere peygamberlik iddia etmeyeceğimi, Kur'ân'ı uydurmaya
kalkışmayacağımı kabul etmeniz gerekir.
İbnü Adiy, Ebu Berze'den şöyle rivayet eder:
"Demiş ki: Resulullah 'Size cennet ehlini haber vereyim mi?' buyurdu.
'Evet, ey Allah'ın Resulü' dedik. Buyurdu ki: 'Onlar, aralarında merhametli
olanlardır.' 'Size cehennem ehlini haber vereyim mi? dedi. 'Evet ey Allah'ın
Resulü' dedik. Buyurdu ki: 'Onlar, ümitsizliğe düşenler, ümidi kesenler,
yalancılar, tekellüfçü olanlardır.' Tekellüfçünün belirtisi de Beyhakî'nin
"Şüabü'l-İman"da İbnü Münzir'den rivayetine göre üçtür. Kendisinden
üstün olan kimse ile yarışmak, yetişemeyeceği şeye el uzatmak ve bilmediği şeyi
söylemek. Buharî ve Müslim'de rivayet edildiği üzere İbnü Mesud (r.a.) demiştir
ki: "Ey insanlar! İçinizden her kim bir ilim bilirse söylesin, bilmeyen de
'Allahü a'lem' (Allah daha iyi bilir) desin. Allah Teâlâ Resulüne şöyle
buyurdu:
87- O Kur'ân başka değil, bütün âlemler için
bir zikirdir. Bütün akıllılar âlemi için ilâhî bir hatırlatma, bir öğüttür.
88- Ve yemin ederim ki, onun haberini, dünya
ve ahiretle ilgili olarak haber verdiği vaad, tehdit ve diğerlerini bir zaman
sonra muhakkak bileceksiniz. Kimi dünyada, kimi ahirette.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Sad Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.