Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Nur Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
24-NUR:
1- Ve farz kıldık Yani bu sûre, kesin olarak
farz kılınan birtakım hükümleri ve bunların delillerini içinde bulunduran bir
kısım açık ve belli âyetleri ihtiva eder. Öyle ki bu sûrenin de İslâm
medeniyetinin hukukunu ve asıl vazifelerini gösteren temel çizgilere delil
olması açık bir şekilde düşünülebilir. İlk önce namus, ırz ve aile hukuku
meselelerinden başlanarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
2- Zina eden kadın ve zina eden erkekten her
birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah dini(ni
tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Müminlerden bir grup da
onlara uygulanan cezaya şahit olsun.
3- Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan
bir kadından başkası ile evlenemez; zina eden bir kadınla da ancak zina eden
veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, müminlere haram kılınmıştır.
4- Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup,
sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık
onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkardırlar.
5- Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar
müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
6- Eşlerine zina isnadında bulunup da
kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin
şahitliği kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına
yemin ederek şahitlik etmesidir.
7- Beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden
ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.
8- Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden
olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ve şahitlik etmesi,
9- Beşinci defa da, eğer (kocası) doğru
söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi
kendisinden cezayı kaldırır.
10- Ya Allah'ın size bol lütfu ve merhameti
olmasaydı ve Allah tevbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı
(haliniz nice olurdu.)?
2- Zâniye ve zânî; ZANİYE, zina eden kadın
ZANÎ zina eden erkek demek olduğu belli, fakat zaniye ile mezniyeyi ayırmak
gerekir. Her zaniye mezniyedir; ama her mezniye, zaniye değildir. Çünkü
mezniye, zina edilen kadın demektir ki, şiddetle ve zorla da olabilir. Zorla
zina edilen kadına ise mezniye denilirse de zaniye denilemez. O zira ancak
kendi istek ve arzusu ile zina işlemiş kadına denilir. Karşılıklı rıza ile
işlenilmesi sebebiyle, zina fiilinde bu fiili işleyenler ortak olur. Zorla zina
edilen kadın ise hiçbir yönden fail değil menf'ul dür. İşte burada, zorlanana
had cezası gerekmeyeceğini anlatmak için zaniye denilmiş, mezniye
denilmemiştir. Şunu da unutmamalıdır ki maksat, zinalarının sabit olduğuna
şer'î yönden hüküm verilmiş olan zanî ve zaniyedir. Zinanın tesbiti ise
"Onlara içinizden dört şahit getirin." (Nisa, 5/15) âyetinin ifadesi
ve delaletine göre dört şahide veya dört kere ikrar etmeye bağlıdır. Netice
olarak zina ettiği bu şekilde sabit olan ve sabit olduğuna hüküm verilen kadın
ve erkek, Şimdi bunlardan herbirine yüz celde vurunuz.
CELDE: Deriye vurmaktır ki, her vuruşa celde
denir. Keşşâf'ta der ki, "celd" sözünde şuna işaret vardır ki acı,
ete geçirilmemelidir. Çünkü celd, cilde vurmaktır.
Nitekim "zaherehû": sırtına vurdu,
"batanehû": karnına vurdu, "reesehû": başına vurdu demek
olduğu gibi derisine vurdu mânâsına da "celedehû" denilir... Demek ki,
deri hissedecek kadar kaba elbisenin üzerinden vurmaya da celd denilmez. Aynı
zamanda meselenin fıkhî yönü düşünüldüğü zaman maksadın, bir eğlence olmadığı
gibi, bir işkence veya yok edip öldürme de değil, yalnız zorlama ve terbiye
etme olduğu açıktır. Şu halde maksat, şiddetli bir celd değil, eti çürütmeyecek
ve tehlikeye sebeb olmayacak şekilde hafife yakın orta bir şekilde vurmaktır
ki, nasıl olacağı Fıkıh kitaplarında açıklanmıştır:
BİRİNCİSİ: Değnek iri olmayacak, çöp gibi çok
basit de olmayacak, parmak kadar düz ve budaksız olacak.
İKİNCİSİ: Vuran kimse vururken en son omuzu
hizasına kadar kaldıracak ve omuzundan arkasına aşırtmayacak,
ÜÇÜNCÜSÜ: Çıplak vücuda vurulmayacak, fakat
kürk gibi kalın elbise varsa çıkarılacak. Rivayet edilir ki, Ebu Ubeyde b.
Cerrah (r.a)'a had cezası için bir adam getirildi, adam gömleğini çıkarmya
başladı ve "Benim şu günahkâr vücudum dövülürken üzerinde gömlek bulunması
uygun değildir" dedi, Ebu Ubeyde gömleğini çıkarmasına izin vermeyin, dedi
ve o şekilde dövüldü.
DÖRDÜNCÜSÜ: Yüz, karın ve ot yeri gibi nazik
ve tehlikeli organlara vurulmaz.
BEŞİNCİSİ: Hepsi bir yere de vurulmayıp diğer
organlara gereği şekilde yaygınlaştırılır...
Âyetin açık ifadesine göre zanî ve zaniye,
zina isnad edilen evlenmiş veya evlenmemiş olandan daha genel ve bundan dolayı
celd, ikisini de içine alıyormuş gibi görünür. Fakat Mâiz ve Gâmidiyye hakkında
Peygamber efendimizin bilinen uygulaması, yani bilinen sünneti ile bu âyetin
hükmü, muhsan olmayan, yani evlenmemiş olanlar hakkında olmak üzere
yürürlüktedir. Allah'ın cezasında onlara acıyacağınız tutmasın Allah'a ve
ahiret gününe iman ediyorsanız öyle yapınız. Allah'ın muhterem tuttuğu iffet ve
namusu yırtan zanî ve zaniye'ye acıma duygusuna mağlup olup da onlara iltimas
göstererek Allah'ın emrettiği cezayı ihmal etmezsiniz, Allah'tan ve ahiret
sorumluluğundan korkarsınız. Çünkü onlara acımak, zinalarına göz yummakta
değil, tevbelerine sebeb olmak için cezalarını yerine getirmek ve bu şekilde
iffet ve namusu koruma ve zinanın genelleşmesini önleyerek nikahın çoğalmasına
çalışmaktadır. Çünkü zina; "Çünkü, bu bir hayasızlıktır, iğrenç bir şeydir
ve kötü bir yoldur" (Nisâ, 4/22) âyeti kerimesine göre büyük bir fuhuştur,
kin ve hiddettir ve yolu pek kötüdür.
Gerek sıhhî, gerek tabiî, gerek ahlâkî, gerek
hukukî, gerek ictimâî hangi yönden düşünülürse düşünülsün zina çok zararlı,
harab edici bir günahtır. Erkekle kadının yaratılış ihtiyaçlarından olan cinsî
münasebetlerinin, meşru ve güzel yolu zinada değil, nikahtadır. Nikahta hayatın
bir bereketi, zina ve hayasızlıkta ise onun yok olması ve sonuçsuz kalması
vardır. Nikahın kolaylığı, doğruluk ve emniyeti, çoğalması bir toplum
bünyesinin sıhhatinden olduğu gibi, tersi olan zinanın yayılması da aksine
toplum bünyesini kemiren, çürüten, her türlü ahlâkî kötülüklere sürükleyen
tahrib edici şeylerin başıdır. Tıbbî ifade ile ifade edecek olursak zina,
toplum bünyesinin firengisidir. Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimizden
rivayet edilmiştir ki: "Ey insanlar topluluğu! Zinadan kaçınınız, çünkü onda
altı özellik vardır. Üçü dünyada, üçü ahirettedir. Dünyadakiler değerleri
giderir, fakirlik getirir, ömrü kısaltır. Ahirette de Allah'ın gazabına,
hesabın kötülüğüne, cehennemde ebedî kalmaya neden olur." Bu sebepten
insanlara yardım ve acıma ona teşvikte değil, ondan menetme ve zorlama ile
kurtarmaktadır.
Bu âyette emrolunan yüz sopa vurma ise
sakındırma ve yasaklamanın, gayet basit ve sade ve her türlü sıkıntı ve
korkudan uzak en sağlam yoldur. Bu âyetin nuzûlünden önce İslâm'da zinanın
cezası "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit
getirin. Eğer şahitlik ederlerse o kadınları ölüm alıp götürünceye, yahut Allah
onlara bir yol açıncaya kadar evlere hapsedin. İçinizden fuhuş yapan her iki
tarafa ceza verin..." (Nisâ, 4/15-16) âyeti uyarınca kadınlar için vefat
edinceye veya Allah bir yol açıncaya kadar evlerde hapis, erkekler için de
hakimin görüş ve takdirine uygun bir eza ile tazirdi; takdir edilmiş belli bir
cezası yoktu. Bu âyetin indirilmesi ile bekarlar arasında her ikisine de yüz
sopa vurma ile sınırlandırıldı ve böylece vaad edilen yol gösterilmiş oldu ki,
bunda iki taraf için zina zevkine karşılık yeterli eziyet ifade edecek adil bir
tesir mevcut olduğu gibi, zarardan uzak ve masrafsız olmak itibariyle de birçok
yönden faydalar vardır. Hapis cezasının ahlâkî bir şekilde tatbikatındaki
zorluklarla beraber, bir taraftan her türlü iş ve gücü durdurma, diğer taraftan
devlet hazinesine birçok masraflar yüklediği hesap edilirse, bu hususta tayin
edilen yüz sopa vurulmasının, gerek ahlâkî ve gerek iktisadî ve gerek kolay
tatbiki ile adalet nokta-i nazarından faydalı ve netice verici bir terbiye
olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. Şu kadar var ki, kötü bir şekilde
tatbik etmemek şarttır. Onun için buyuruluyor ki: Ve müminlerden bir grup da onlara
uygulanan cezaya şahit olsun. Yani gizli döğülmesinler de müminlerden bir
taifenin (grubun) huzurunda onların şahitliği ve gözcülüğü altında döğülsünler.
Keşşâf'ın açıklamasına göre tâife; bir halka
olması mümkün olan gruptur ki, bir şeyin etrafını çeviren topluluk demek
gibidir. En azı üç dört kişi olması gerekir. İbnü Abbas'tan bunun tefsirinde
dörtten kırka kadar diye nakledilmiştir. Aslında çoğulun en azı üç ise de
zinada şahit adedinin istenen haddi dört olduğuna göre, bunun da en azından dört
olması gerekir. Çünkü "şahit olsun" buyurulmuştur. Bu sebepten iki
kâfi gelmez, Hatta Hasen'den rivayete göre en azı on kişi olmalıdır. Netice
olarak gizli dövme suçlamasına meydan vermeyecek kadar bir grup insanın hazır
bulunması gerekir. Bu ise bir iki kişi ile olamaz. Sonra yalnız adet değil,
nitelik de şarttır. Onun için "müminlerden bir grup" buyurulmuştur
ki, şahitliğe ehil halis müminlerdir. Zira şehadete ehil olmayan aşağılık
kimselerin şahitliği, yapılmamış gibidir. İbnü Abbas Hazretleri de "Allah'ı
tasdik edenlerden kırk kişi kadar" demekle bunu kasdetmiştir.
Bu emirde başlıca iki hikmet vardır:
BİRİNCİSİ: İntikam şeklinde bir kötüye
kullanmaya meydan vermemek için bir teminattır. Çünkü gizli dövmelerin,
hiddetin sevkiyle işkence halini alması veya bir iltimasa uğraması mümkündür.
Nitekim tarihin şikayet edegeldiği zalimane işkenceler hep gizlenerek
yapılmıştır. Bundan dolayı Avrupalı ceza hukukçularının dövme gibi bedeni
cezalandırmaları hoş görmemeleri de hiç sebebsiz değildir. Fakat hapis gibi genellikle
uygun görülebilen cezaların çoğu cismani olmaktan kurtulamayacağı gibi, gizli
dövme kadar kötüye kullanmaya müsait bulunduğu da inkâr olunamaz. Bir mahpusa,
hele yalnız olan bir mahpusa karşı ne yapılmaz. Halbuki, herkesin gözetimi
önündeki bir dövme tesirli olmakla beraber, haddi aşmaya müsait değildir. İşte
darb, ancak bu şahitlik ve kontrol altında açıkça olmak şartıyla meşru
kılınmıştır.
İKİNCİSİ: Bunda iffet ve namusun kıymetini,
ibret ve terbiyenin genelleştirilmesini ifade eden bir ilan ve sergileme
vardır. Gerçi bu sergileme bu suçu işleyen kimsenin sadece aleyhine değildir.
Açıklandığı üzere lehinde bir teminatı da içinde bulunduran bir ilandır.
Mahkemenin ilanının ve hükmün, alenî olması gibidir. Hükmün aleniyeti
(açıklığı) ise bir sergilemeyi içerse bile, genellikle bir ceza niteliğinde
kabul edilmez. İcranın yani yürütmenin açıklığının da öyle olması gerekir.
Özellikle cezalarda uygulama, hükmü yerine getirmede tamamlayıcı
unsurlardandır.
Bununla beraber, aklı olanların vicdanında, en
küçük bir sergilemenin bile bir ruhî azap meydana getireceğinde şüphe yoktur.
Bundan dolayı bu şahitlik, yalnız bedeni olan "celd ceza"sının ruhî
bir tamamlayıcısı olur. Bu cümlede "onların her ikisine uygulanan
cezaya" buyurulması da buna işarettir. Bir de bu şahitliğin amme hukuku
ile ilgisi vardır.
3-Şöyle ki: Zina eden erkek, zina eden veya
müşrik olan bir kadından başkası ile nikahlanamaz. Zina eden bir herif
evlenecek olursa, alacağı karı ya bir zina etmiş kadın veya bir müşrik
kadındır. Çünkü imanı ve namusu olan temiz saliha kadınlar ondan nefret eder,
ona tenezzül etmez ve etmemelidirler; öyle heriflere olsa olsa ya kendisi gibi
zina işlemiş veya Allah'a şirk koşmakta olan bir karı rağbet eder ki, Allah'a
şirk koşan kadınların da iffet ve namusu şüphelidir. Ve işte zina şirke, şirk
zinaya böyle yakındır.
Bir de nefsinde zina etmeye yatkınlık olan
erkek, namus ve iffetten yoksun kadınlarla ilgi kurar, onlardan tiksinmez;
aksine şehvetini tahrik edip heva ve hevesine uyduklarından dolayı onlara
kapılır ve bu duygu onun evlenmek konusundaki fikrini ve düşüncesini bozar da
nikaha ve evlenmeye rağbet etmez ve şayet evlenecek olursa, alacağı da öyle birisi
olur. Zira iffet ve namusun kıymetini bilmez, iffetli olanları takdir etmez,
kendi dengini arar. Bu şekilde, erkeğin iffetsizliği, iffetsiz kadına düşmesine
sebeb olduğu gibi, netice olarak nikahlayacağı kadının iffetsiz olmasına da
sebeb olur. Bu nükte ve incelik ile, bu âyette erkek, dişiden önce
zikredilmiştir. Halbuki, önceki âyette dişi önce zikredilmişti. Çünkü dişinin
görünmesi, açgözlülüğe düşürmesi, kendi isteği ve kabulü olmadıkça adı geçen
zina fiili başlayamayacağından, orada suçun başı, zinanın maddesi, karı
olduğuna işaret edilmişti. Fakat nikah konusuna gelince, bunda erkeğin rağbet
ve isteği asıl ve öncül olduğuna ve erkeğin ahlâkının iffet bakımından kadın
üzerindeki nüfuz ve tesirine işaret inceliği ve nüktesi gösterilmiştir.
Zina eden kadın; bununla da zina eden erkek
veya müşrik bir erkekten başkası nikah edemez. Yani iffet ve namusu olanlar,
zina eden kadından nefret eder, nikahına tenezzül etmez de onu nikah etse etse,
bir zina suçu işlemiş veya zinadan sakınmamak âdetleri olduğundan dolayı ancak
bir müşrik nikah eder. Çünkü "kötü kadınlar, kötü erkeklere, kötü erkekler
kötü kadınlara yaraşır" (Nur, 24/26) ve o yani o nikah, müminlere haram
kılındı. Bakara Sûresinde "İman edinceye kadar müşrik kadınlarla
evlenmeyin. İman etmiş bir cariye, beğenseniz bile müşrik bir kadından
kesinlikle daha iyidir. İman edinceye kadar müşrik erkeklere de mümin kadınları
nikahlamayın.
İnanmış bir köle müşrik bir kimseden daha
hayırlıdır" (Bakara, 2/221) âyet-i kerimesine göre, müşrik kadın ve müşrik
erkekle nikahlanmanın yasak olduğu bilinmektedir. Zina eden kadını nikahlamaya
gelince; bu âyetin zahirinden, bunun da müminlere haram ve müşrikle
nikahlanmaya yakın olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber ihtilaf yönü de yok
değildir.
1- Bazıları "bu âyette maksad, nikahın
hükmünü açıklamak değil, zinanın kötülüğünü açıklamadır. Burada nikah çiftleşme
mânâsındadır ve bu sebebten haramlık da zinanın haramlığıdır" demişlerse
de anlamsızdır. Çünkü Kur'ân'da nikah, hep akit "nikahlanma" mânâsına
geldiğinden çiftleşme mânâsı verilmesi doğru değildir. Bir de bu mânâca âyetin
hiçbir fayda ifade etmemiş olacağı gösterilmiştir.
2- Hz. Aişe (r.anha) dan rivayet edilmiştir
ki: "Bir erkek bir kadınla zina etse onu nikahlayamaz, bu âyette haramdır.
O işe başladığında zina etmiş olur..." Ebu Hayyan tefsirinde: Ashâb-ı
kiramdan İbnü Mes'ud ve Berâ b. Azib (r.anhüma)'nin de görüşlerinin böyle
olduğu bildirilmiştir. Fakat buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.v) den bu konu
sorulmuş "Evveli akılsızlık, ahiri nikahtır, haram, helali
haramlaştırmaz" buyurduğu nakledilmiştir. Ebu Bekr'i Sıddîk, İbnü Ömer,
İbnü Abbas ve Cabir'den ve Tâvûs, Saîd b. Müseyyeb, Cabir b. Zeyd, Atâ,
Hasen'den ve dört imam'dan naklolunan görüş de caiz oluşudur. Ancak
Fahrü'r-Râzî tefsirinde zikredildiği üzere zina eden erkek ve zina eden kadının
iffetli erkek ve iffetli kadın ile ve iffetli erkek ve iffetli kadının, zina
eden erkek ve zina eden kadın ile evlenmesinin haram olması, Hz. Aişe ve İbnü
Mes'ud gibi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin de mezhepleridir, deniliyor.
3- Hasen'in görüşüne göre bu haramlık, belirli
zina eden erkek ve zina eden kadın haklarındadır. Had vurulmuş zina eden erkek
ancak zina etmiş bir kadınla evlenebilir, Hz. Ali böylesinin nikahını reddetti
diye, rivayet edilmiştir.
4- Bazıları bu hükmün Medine'de İslâm'ın
başlangıcında gelmiş olup daha sonra neshedildiğini söylemişlerdir, Said b.
Müseyyeb bu sûredeki "Aranızdaki bekarları evlendirin." (Nûr, 24/32)
ve Nisâ Sûresi'ndeki "Size helal olan kadınlardan nikahlayın." (Nisâ,
4/3) âyetlerinin umumlarıyla birlikte neshedildiği rivayet edilmiş ve bu görüş
yaygınlık kazanmıştır. Mütezile'den Cübbâî de icma ile nesholunmuştur, demiş.
Fakat Fahrür-Râzî tefsirinde açıklandığı üzere araştırmacı âlimler bu iki
görüşün ikisinin de zayıf olduğunu anlatmışlardır. Çünkü neshedenin icma
olduğunu söylemek ise, icmanın nâsih olamayacağı Fıkıh usûlü ilminde sabittir.
Bir de Ebu Bekir, Ömer, Ali gibi zatların muhalefetleri bulunan bir konuda icma
sahih olamaz. Bu sebepten icma ile nesholunmuştur, demek doğru olamayacağı gibi
mensuh olduğuna icma edilmiş demek de doğru değildir. Çünkü açıklandığı üzere
aksi sabittir. Gerçi ve emirleri geneldir. Fakat bunların da dinen bir engel
bulunmayanlara ait olduğunda şüphe yoktur. Bundan dolayı diğer haramlar gibi buradaki
haram kılınmanın da engellerden biri olması düşünülebilir. Böyle bir ihtimal
karşısında ise neshe hükmetmek doğru olmaz. Özellikle sûrenin başındaki
"Onu farz kıldık" kelâmı bu sûrede mensuh bir hüküm bulunmadığını
anlatmak için yeterlidir.
5- Abdullah b. Ömer'den, İbnü Abbas'tan
(r.anhüm) Mücahid'den, Said b. Cübeyr'den ve yine Saîd b. Müseyyeb'den gelen
rivayetlere göre bu âyetin iniş sebebi şudur: Cahiliye devrinde fahişeleri
işleten kirahaneler (Kerhaneler) kerhaneciler vardı. İslâm geldiği vakit
Medine'de bunlardan Ümmü Mehzûl gibi meşhur karılarla, kapıları bayraklı,
alâmetli dokuz kadar kerhane bulunuyordu. Bu karılar, bu kerhaneciler hep
müşriklerden idi. İçlerinde servet edinmiş olanları vardı. İslâm'da zina haram
olduğundan bu fahişelerden bazıları, yeni müslüman olmuş olan bazısına nikah
teklif etmiş ve kabul ederlerse nafakalarını taahhüt etmek istemiş, onlar da
fakirlikleri ve ihtiyaç içinde bulunduklarından dolayı Resulullah'tan izin
istemişler, bunun üzerine bu âyet indirilmiş, o nikahın müminlere haram olduğu
anlatılmıştır. Bundan dolayı bazı tefsirciler bu haramlığın nüzul sebebi
olanlara mahsus olduğunu zannetmişlerdir ki, "elif lâmlar" ahd için
demek olur. Gerçi karine tamam olduğu zaman hüküm, nüzul sebebine tahsis olunabilir.
Fakat burada hüküm, umumî sıfat üzerine gelmiş ve bu suretle haramlığa sebep
olanların şahıslarında değil; ötede zinakârlık, beri de iman vasıfları
arasındaki zıtlık da gösterilmiştir. Bu ise tamim, yani umumîlik karinesidir.
Öyle ki "lâm" ahde yorumlansa bile, hükmün kıyas ile
genelleştirilmesi zorunlu olacaktır. Bundan dolayı, nüzul sebebine mahsustur,
diyenlerin muradı da bu haram kılmanın özellikle kerhane fahişeleri hakkında
olduğunu söylemektir.
Ve bu fahişelerin belirgin özelliği ise zinayı
helal kabul etme veya hafife alma demektir ki, küfürdür. İslâmiyetin hakimiyeti
ile o cahiliyet kalıntısı olan kerhaneler kalkmış ve had cezalarının konulması
ve uygulanması İslâm topraklarında artık öylelerinin ortaya çıkmasına meydan
bırakmamış olduğu müddetçe, bunların nev'i şahıslarına münhasır kalmış
olmasından dolayı bu, onların şahıslarına mahsus kaldı, diyenler de olmuştur.
Bununla beraber:
6- Tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre; bu
haram kılma, zina edenleri nikahlamaktan müminleri sakındırıp korkutmak için
mübalağa içindir. Çünkü diyorlar; zina damgası basılmış fasıkların peşine
takılmak caiz değil, mahzurludur. Fasıklara benzemesine, töhmet mevkiinde
bulunmasına, hakkında kötü lakırdılar edilmesine ve daha birçok bozgunculuklara
sebebtir. Günahkârlar topluluğunda oturmakta bile günahlar işlemeye maruz
kalmak tehlikesi ne kadar çoktur! Artık zina eden kadınlar, kahpelerle evlenmek
nasıl olur? "Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi
olanları evlendirin" (Nûr, 24/32) emrindeki "Salâh" "iyi
olanlar" kaydında da bu mânâya dikkat çekilmiştir. Ancak bir mümin,
kaçınılması gereken böyle haram bir nikahı -faraza- yapmış olsa o nikah , nikah
olur mu? Yoksa o da bir zina mı olur?
7- Şimdi bunu özetlemekle âyetin mânâsını
tesbit edelim: Burada üç kısım vardır: Müşrikler, zinayı helal kabul edip
hafife alanlar, bir de böyle olmayanlar.
BİRİNCİSİ: Herhangi bir mümin erkeğin veya
mümin kadının, şirk koşan bir kadın veya şirk koşan bir erkekle nikahı sahih
olamaz, kesinlikle haramdır, O bir zina olur.
İKİNCİSİ: Zina eden erkek ve zina eden kadın,
âyetin nüzul sebebi olan kerhaneciler ve sermaye olarak kullandıkları kadınlar
gibi zinayı helal gören veya zinayı hafife alan takımdan ise, haramlığı nass
ile belirlenmiş olanı helal kabul etme veya hafife alma küfür olduğu için,
bunlar müşrik hükmünde olduklarından, nikahları nikah olmaz, kesinlikle
haramdır, müşrik nikahı gibidir. Onun için âyette zina eden erkek ve kadın,
müşrik erkek ve kadına denk tutulmuş "Bu müminlere haram kılınmıştır"
buyurulmuştur. Âyet bu iki kısmın nikahının haram oluşuna delildir. Ancak
gerçekten tevbe etmiş olanlar başka.
ÜÇÜNCÜSÜ: Helal sayma veya hafife alma gibi
küfür delili olmayarak zinası tesbit olunmuş, önceden de başından hiç nikah
geçmemiş ise, iffet sahibi müminlerin bunları nikahlamaları tahrimen mekruh,
fakat nikahları sahih olur. Ayetin tahriminin bu kısmı içine aldığı hususunda
bir çeşit şüphe vardır. Onun için ictihada yol açılmıştır. İşte zikredilen
ihtilaf, ancak bu kısım hakkındadır. Yalnız Hz. Aişe ve İbnü Mesud ve Berâ b.
Azib hiçbirisinde nikahlanmayı uygun bulmamış, bu kısmın haramlığını da diğer iki
kısım derecesinde tutmuşlardır. İ
şte zinanın sonucu öyle azab, böyle mahrum
bırakmaktır. Mümin olanların zinadan sakınmaları ve cezasını uygulamaları farz
olduğu gibi zânî ve zâniyeyi nikahlamaktan kaçınmaları ve birbirlerini böyle
töhmetlerden korumaları da gerekir. Yoksa sakınma bahanesiyle ona buna zina
isnat ederek, iffet sahiblerinin namusuna dokunmak da büyük bir cinayettir,
suçtur ki, buna remiy veya kazif denilir. Bu deyim; namuslu olanlara delilsiz
böyle bir isnatta bulunmak, nasıl rastgelirse gaybı taşlamak gibi olmakla
beraber, öldürmek için şiddetli ok atmak gibi yaşama hakkına bir hücum olduğuna
işarettir. Bu yönüyle zina cezasının açıklanmasının arkasından kazif cezası
açıklanarak buyuruluyor ki:
4- Ve muhsanelere zina isnad eden, MUHSANE:
Evlenmiş iffetli kadına, bir de evlenmiş olsun olmasın mutlaka iffetli ve ırzı
sağlam olana denilir ki, kazf ayetindeki "ihsanda" bu mânâ
kastolunduğunda görüş birliği vardır. Yani burada evlenmiş olmak şart değil,
zinadan temiz olmak şarttır. Bundan dolayı yetişkin kızları da içine alır.
Fakihler, bu ihsanda, İslâm, akıl, bulûğ, hür olmak ve iffetli olmak üzere beş
şart saymışlardır. Erkeklere zina isnad etmek aynı hükümde delalet yönüyle
dahildir. Fakat kadınlara söz atmak daha yaygın olduğundan cemi müennes sigası
ile onlar özellikle belirlenmiş veya genellikle öyle olduğu hükmü ortaya
konulmuştur.
Netice olarak namusu sağlam olanlara atan,
zina isnat eden sonra da dört şahit getirmeyen kimseler, demek ki ikrar
bulunmadıkça bir zinayı ispat için şahitliğin ölçüsü en az dörttür. Halbuki iki
adil şahit ile kısas bile sabit olur. Demek ki, namuslu bir kimseyi, özellikle
ırz ve namus sahibi bir kadını zina ile itham etmek canını almaktan ağırdır. Bu
sebepten onlara iftira atıp da ispat edemeyenler yok mu? Bunlara da
attıklarından dolayı seksen sopa vurunuz hem de bunların ebedî olarak
şahitliklerini kabul etmeyiniz. O zina iftirası suçunu fırlatan dilin ebedî
olarak, yani ölünceye kadar bu suretle hükmünü düşürmek bu da bu cezanın
tamamlayıcı unsurudur. Celdin acısı cisme ait, bunun acısı ise ruha aittir.
Zinada cisme ait olan yön, kazifte ruha ait olan yön galip olduğundan kazfin
celdi, zina cezasından aşağı ve fakat bu manevî ceza ondan daha fazladır, çünkü
ebedîdir. Bunlar fasıklar güruhundan ibarettir. Fısk ile mahkum kimselerdir.
5-6- Ancak ondan sonra tevbe edip kendilerini
ıslah edenler müstesna. Yani o kazif suçunu işledikten sonra nedamet getirerek
sözünü geri alan ve onu telafi etmek için cezasına teslim olmak ve kazfettiği
kimse ile helallaşmaktan başlayarak hal ve amelini düzelten kimseler, fasıklık
hükmünden müstesna olurlar. Tevbe ile had cezasının düşmediğinde icma vardır.
Ancak Şâfiî mezhebinde bu istisnanın yukarıdaki cümleden ikisine ait olduğu ve
bu sebepten böyle tevbe ettikleri takdirde had cezası düşmezse de fasıklıkları
gittiği gibi şehadetlerinin de kabul olunabileceği söylenilmiştir.
Fakat Hanefi mezhebinde bu, yalnız sonundaki
"fâsikûn" cümlesinden istisnadır. Kazif haddi ile cezalı olanlar
tevbe ile hadden kurtulamayacakları gibi, şehadetlerinin kabul olunmaması da
ebedilik kaydı ile kayıtlıdır. Ebedileştirme ise istisnaya aykırıdır. Bundan
dolayı bu hükümden istisnanın faydası kul hakkı ile ilgisi olmayan ve yalnız
Allah hakkı olan yönde olur. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
Mağfireti çok, rahmeti çoktur. Bundan dolayı tevbe ve ıslah halinde sorumlu
tutmaz; fakat kazifte had ve şehadet yalnız Allah hakkı değil, aynı zamanda kul
hakkıdır. Kazfolunanın davası üzerine cerayan eder. Bu sebepten kul hakkını
ilgilendirir ve şahitliğin reddi hükmü, tevbe ile düşmezse de yalnız Allah
hakkı olan günah bağışlanabilir. Ve bu yönüyle bu suçlarda suçu gizleyip açığa
çıkarmamak daha uygundur.
Zinayı ispatta dört şahit şartı da bununla
ilgilidir. Bununla birlikte burada pek önemli bir nokta vardır. Bir kişi bir
zinayı görecek olursa, o bir yabancının zinası olduğu takdirde kendisine bir ar
gerektirmeyeceğinden gizlemesi daha uygun olur. Fakat zevcesi olduğu takdirde
ar gelir, nesebi bozulur, sabredemez, o halde başka şahit bulmak da mümkün
değil gibidir. Bundan dolayı burada şöyle bir soru vardır: Rivayet edildiğine
göre kazif âyeti indirilip okunduğu zaman Ensar'dan Sa'd b. Ubâde ve Asım b.
Adiy, birisi ayağa kalkıp "Bir adam karısı ile birisini görse ne
olacak.Dava etse seksen değnek vurulacak ve şehadeti reddedilecek, fasıklığına
hükmolunacak; vurup öldürürse katlolunacak; dört şahit bulup getirinceye kadar
ise işini bitirecek, bir açıklık getir Allah'ım!" dedi.
Çıkar çıkmaz damadı Hilâl b. Ümeyye veya
Uveymir kendini karşıladı, ne var dedi. "Şer var, karımı Şüreyk b. Semha
ile buldum" dedi ki, amcası oğlu idi. "Vallahi dedi bu benim sualim,
ne çabuk mübtela oldum." Bunun üzerine ikisi bir Resulullah'a vardılar,
haber verdiler. Resulullah kadını getirtip sorguya çekti, kadın inkâr etti,
ashab toplanmıştı. Koca, önceki âyet gereğince kazif cezasına mahkum olacaktı.
"Gözlerimle gördüm, kulaklarımla dinledim, Allah biliyor ki ben doğruyum,
ancak hakkı söyledim, herhalde Allah'ın buna açıklık getireceğini ümid
ederim." diyordu.
Derken Resulullah'a vahy gelmeye başladı,
ashab bunu işaretlerden tanıyorlardı, hepsi sustular, beklediler, o zaman şu
Liân âyetleri indirilmişti ki kazf âyetinin genelinden bir istisna niteliğinde
ve özellikle kocaların kendi zevcelerine kazfi hakkındadır: Kendi zevcelerine
zina isnat edip de kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince onların
herbirinin şahitliği ,yani o eşlerden herhangi birinin kazif cezasından
kurtulması için şer'an dikkate değer bulunacak meşru ve uygun şehadeti
kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin
ederek şahitlik etmesidir. Yani şehadet ederim, billahi hiç şüphesiz ona
attığım sözde kesinlikle doğruyum, diye tekrar tekrar dört kere yemin
etmesidir.
7- Beşincisi de, eğer yalan söyleyenlerden ise
Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. Yani beşinci defa da
böyle şehadet edecek: Eğer o zina isnadında bulunmada ve şehadette yalan
söyledi ise Allah'ın laneti muhakkak üzerine olsun, diyecek ki bu, bir yemin-i
münakidedir. Bu âyette ilâhî kelâmın üslubu dikkat olunursa, kocanın yalanı
takdirinde Allah tarafından lanete uğratılmasını ifade eder bir şekildedir.
Nitekim Resulullah da bu beşinci "mucib yani gerekçedir" buyurmuştur.
8-9-Koca böyle beş kere şehadetle liân yapınca
kazif cezasından kurtulur, ithamı karısına yönelir. Zevceden de azabı, yani o
dünyada verilecek azabı -ki sonu evliler hakkında zina cezasının neticesi olan
recimdir o zevcenin kendisinin şöyle şehadet etmesi üzerinden kaldırır:
Kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile
şahitlik etmesi, beşincisi de eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah'ın
gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi, yani koca, sözünde doğru ise
Allah'ın gazabını zevce kendi üzerine alacak; erkek tarafında lanet, kadın tarafında
gazab üzerine on yemin verilmesi kadınlar üzerine gazabın lanetten daha tesirli
olmasındandır. Böylece zevce de bu beş yemin ile şehadet ederse zina cezasını
kendi üzerinden kaldırmış olur ve artık karı koca arasında ayrılık meydana
gelir.
Fakat zevce, bu beş şehadeti yapmaz da liân
yapmaktan kaçınırsa azabı defedemez. O halde ne yapılır? Burası âyetin mefhûm-i
muhâlifine aittir. Şâfiî hemen had cezasının yapılmasına hüküm vermiş, fakat
Hanefiler kesinlik gerekli olan böyle yerlerde yalnız mefhüm-ı muhalif ile amel
etmeyi caiz görmediklerinden dört şahit yok iken ikrar da bulunmayınca zinanın
sabit olmasıyla hadd cezasının yerine getirilmesine hüküm verilemeyeceğini ve
bundan dolayı ya liânı kabul veya hadd yerine getirilmek üzere ikrar edinceye kadar
hapse hükmetmişlerdir .
10-Netice olarak kazif, zina gibi çok çirkin,
karı kocalık namusu da çok önemli olduğundan, bir taraf açısından kazif cezası,
diğer taraf açısından da zina cezası yerine geçecek olacak liân da böyle önemli
bir kurtuluş çaresidir ki, bunları Allah Teâlâ emir ve hüküm buyurdu Allah'ın
size bol lütfu ve merhameti olmasaydı da kendi kendinize kalsaydınız ve Allah
tevbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı da tevbelerinizi kabul
etmeseydi, hikmetsiz hükümlere, nizamsız idarelere bırakıverseydi, neler
olmazdı neler...
Meâl-i Şerifi
11- Haberiniz olsun ki (Muhammed'in eşine) bu
ağır ifki (iftirayı) uyduranlar sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için
bir kötülük saymayın; aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan herbir
kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza) vardır. (Elebaşlılık
yapan, bu yüzden de) bu günahın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir
azap vardır.
12- Erkek ve kadın müminlerin, bu iftirayı
işittiklerinde kendi vicdanları ile hüsnü zanda bulunup da, "bu apaçık bir
iftiradır" demeleri gerekmez miydi?
13- (Bu iddiayı ortaya atanların) da bu konuda
dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitler getirip ispat
edemediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.
14- Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın lütuf ve
merhameti üstünüzde olmasaydı, size mutlaka büyük bir azab isabet ederdi.
15- Çünkü siz bu iftirayı, gelişi güzel
birbirinizin ağzından alıyor ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız (bu uydurma
haberi) ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu
sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suçtur.
16- Onu duyduğunuzda "Bunu konuşup
yaymamız bize yakışmaz. Haşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır..." demeli değil
miydiniz?
17- Eğer inanmış insanlarsanız, Allah, bir
daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarıyor.
18-Ve Allah âyetlerini size açıklıyor. Allah,
(işin iç yüzünü) çok iyi bilir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
19- İnananlar arasında kötü söz ve davranışın
yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azab
vardır. (Her şeyi) Allah bilir; siz bilmezsiniz.
20- Ya sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve
merhameti olmasaydı; Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice
olurdu)?
11- Şunlar ki ifk ile geldiler, İFK: Asıl ve
esasından çevrilmiş, gerçeği değiştirilmiş söz, yani yalan, iftira, bühtan
demektir,
BÜHTAN da ansızın atılıp insanı hayrette
bırakan iftira demektir. Genellikle tefsir ve hadis kitaplarında rivayet
edildiği üzere bu âyetlerin nüzul sebebi şöyledir:
Hz. Aişe (r.anhâ) dedi ki, Resulullah (s.a.v)
sefere çıkmak istediği zaman, kadınları arasında kura çeker, hangisinin ismi
çıkarsa onunla giderdi. Benî Mustalik gazasından önce yaptığı gazada da
aramızda kura çekti, benim ismim çıktı, bundan dolayı Resulullah ile beraber çıktım
ve bu, hicab (örtünme) âyetinin indirilmesinden sonra idi. Onun için bir
hevdece (deve üzerine konulan kapalı taşıyıcıya) konuldum, dönüşte Resulullah
Medine'ye yaklaşınca bir yerde konakladı, sonra da yola çıkmaya nida ettirdi.
Yola çıkmaya seslendikleri sırada ben kalktım ve yürüyüp ordugahı geçtim,
tuvalete gittim, yerime dönerken göğsümü yokladım, ne göreyim Zafâr
boncuklarından bir dizim vardı, kopmuş düşmüş, bunun üzerine döndüm, kaybolan
dizimi aradım, bunu aramak beni alıkoydu.
Benim yol nakliyemi yapmakta olan grup
varmışlar, hevdeci yüklenmişler ve beni içinde zannetmişler. Çünkü hafif idim,
henüz küçük yaşta bir taze idim; beni hevdecte sanmışlar, deveyi çekmişler
gitmişler. Döndüğüm zaman orada kimseyi bulamadım, bundan dolayı belki beni
aramak için dönerler dedim, oturdum. Derken uyumuşum, Safvân b. Muattal ordunun
arkasına kalır, insanların eşyalarını araştırır, bir şey kalmış ise
kaybolmaması için diğer konak yerine götürürdü, beni görünce tanımış
"Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz" (Bakara, 2/156) demesiyle
uyandım, hemen feracemle yüzümü örttüm, devesinden indi, ben bininceye kadar
çekildi, bindim. Sonra deveyi çekti, yürüdü, öğle sıcağında orduya yetiştik;
inmişler, bağrışıyorlardı. İndikleri zaman beni bulamadıklarından insanlar
çalkalanmış, o sırada imiş ben üzerlerine varıverdim, artık herkes beni
konuşmuş. Beni lakırdıya almış, helak olan helak olmuş.
Resulullah Medine'ye ayak bastı ve bana bir
ağrı, sızı meydana geldi. Fakat rahatsız olduğum zamanlar Peygamber (s.a.v) den
tanıyageldiğim alaka ve lütfu bu defa görmedim, ancak yanıma giriyor,
"nasıl o?" diyordu. Bu beni işkillendirdi, henüz söylenen sözlerden
haberim yoktu, nihayet nekahet dönemine geldim. Bir gece Mıstah'ın annesi ile
hacetimiz için dışarı çıktım, işimiz biter bitmez yine Mıstah'ın annesi ile
odama doğru döndük. Derken Mıstah'ın annesi mırtı, yani yün çarşafı içinde
sürçtü dedi. Ben buna itiraz ettim. "Bedir'de bulunmuş bir zata sövüyor
musun?" dedim, "Haberin yok mu" dedi, "ne var" dedim.
"Ben dedi, şehadet ederim ki, sen hakikaten "Habersiz mümin
hanımlar" dansın . Sonra ifk'çilerin dediklerini anlattı. Derhal hastalık
üstüne hastalığım arttı, hemen ağlayarak döndüm.
Sonra Resulullah girdi ve "nasıl o?"
dedi. "Bana izin ver ,ana babamın yanına gideyim" dedim. İzin verdi,
ben de anama babama gittim. Anneme: "Ey anne, dedim, insanlar neler
söylüyorlar?" "Kızcağızım! dedi, kendini üzme, vallahi bir erkeğin
yanında sevgili parlak bir kadın olsun ve ortakları bulunsun da aleyhinde çok
laf etmesinler, pek azdır. Daha dedi, bu ana kadar söylenilen sana malum olmadı
mı?" Ben ağlamaya başladım ve bütün gece sabahı ettim, yine ağlıyordum.
Ağlarken babam yanıma geldi, anneme, "bu niye ağlıyor" dedi. "Bu
ana kadar söylenilenden bilgisi yokmuş" dedi. Babam da ağladı. "sus
kızım" dedi. O gün durdum, göz yaşım dinmiyordu, ana babama ağlamak
ciğerimi parçalayacak gibi geliyordu. İkisi de yanımda oturmuş, ben ağlıyorken
Resulullah (s.a.v) üzerimize geliverdi, selam verdi, sonra oturdu. Hakkımda
söylenilen söylenileliden beri yanımda oturmamıştı ve bir ay olmuş Allah Teâlâ
ona benim bu işimle ilgili vahiy indirmemişti.
Sonra dedi ki: "Ey Aişe! Hal önemli,
senden bana şöyle şöyle söz yetişti, şimde sen bu durumdan temiz ve beri isen
Allah, muhakkak seni aklayacak ve eğer bir günaha düştünse Allah'a istiğfar ile
tevbe et. Çünkü kul tevbe edince Allah Teâlâ tevbeyi kabul eder." Ne zaman
ki Peygamber (s.a.v) konuşmasını bitirdi, göz yaşlarım boşandı, sonra babama
"Tarafımdan Resulullah'a cevap ver" dedim. "Vallahi ne diyeceğimi
bilmiyorum." dedi. Bunun üzerine anneme, dedim, "Tarafımdan
Resulullah'a cevap ver." O da "Vallahi ne diyeyim, bilmiyorum, dedi.
Ben henüz küçük yaşta bir taze idim, Kur'ân'dan çok okuyamazdım. Yani çok delil
getirebilecek halde değildim. Dedim ki: "Vallahi ben anladım. Siz bunu
işitmişsiniz, hatta gönüllerinizde yer etmiş, inanmışsınız. Şimdi ben size
beriyim desem inanmayacaksınız ve eğer benim muhakkak tertemiz olduğumu Allah
bilip dururken size kötü bir itirafta bulunsam hemen tasdik edeceksiniz
.Vallahi benimle size başka bir mesel bulamıyorum, ancak Yusuf'un babası o
salih kulun ki ismini zikretmemiştim dediği gibi "Artık (bana düşen) güzel
bir sabırdır. Sizin anlattığınıza göre, yardımına sığınılacak ancak
Allah'tır" (Yusuf, 12/18) dedim, sonra dönüp yatağıma yattım.
O halde ben vallahi biliyordum ki, Allah Teâlâ
muhakkak beni temize çıkarır. Fakat vallahi, hakkımda vahy-i metlüvu (Kur'ân
âyet) indireceğini zannetmiyordum. Benim işim nefsime göre, Allah Teâlâ'nın
öyle okunup tilâvet olunacak bir emir ile tekellüm buyuracağı dereceden çok
hakir idi. Ve fakat umuyordum ki, Resulullah uykuda bir rüya görür de Allah,
beni onunla temize çıkarır. Allah bilir ya, Resulullah yerinden kalkmamıştı,
ehl-i beyit'ten kimse de dışarı çıkmamıştı. Allah Teâlâ, Peygamberine vahyi
indiriverdi, ona vahyedilirken olagelen hal hemen geliverdi ki, kış günüde bile
vahyin ağırlığından dolu danesi gibi ter dökülürdü. Bunun üzerine, bir örtü
örtüldü ve başının altına bir yastık konuldu. Vallahi ben telaş etmedim, aldırmadım,
çünkü beraatimi, suçsuzluğumu biliyordum. Fakat Resulullah açılıncaya kadar,
insanların dediklerine hak verecek bir vahiy gelivermek korkusundan, anamın
babamın canları çıkacak zannettim.
Ne zaman ki Resulullah açıldı, gülüyordu, ilk
söylediği kelime şu oldu: "Müjde ey Aişe! Rahat ol, vallahi Allah, seni
kat'î olarak akladı" dedi. "Hamd, Allah'a; ne sana, ne de
ashabına" dedim. Annem, dedi "Kalk ona!" Ben, "Vallahi ne
ona kalkarım, ne de beraetimi indiren Allah'dan başkasına hamd ederim"
dedim. Burada Allah Teâlâ den itibaren on âyet indirmişti. Bunun üzerine Ebu
Bekir "Vallahi bundan sonra artık Mıstah'a infak etmem" dedi. Çünkü
ona yakınlığı ve fakirliği sebebiyle nafaka veriyordu. Bu sebeple de Allah
Teâlâ şu âyeti indirdi. "İçinizden faziletli olanlar (yakınlara...)
vermemeye yemin etmesinler. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz
mısınız?" (Nur, 24/22) , Bunun üzerine Ebu Bekir de "Evet, vallahi,
Allah'ın beni mağfiret etmesini severim" dedi Mıstah'a yine nafakası
verilmeye devam edildi. Netice olarak özrüm nazil olunca Resulullah kalktı
minbere çıktı, bunları anlattı ve Kur'ân'ı okudu ve minberden indiği vakitte
Abdullah b. Ubeyy'e, Mıstah'a, Hamne'ye ve Hassan'a had cezası vurdu.
İçinizden bir usbedir, mahdud, belirli bir
gruptur.
USBE: Ondan kırka kadar bir topluluk, sayısı
belli bir güruh, grup demektir. Ey o ifke uğrayanlar onu sizin için bir şey
sanmayınız belki o -ifk- sizin için bir hayırdır.
Büyük sevap kazanmaya sebeb, Allah indindeki
kerametin ortaya çıkmasına, netice olarak kıymet ve derecenin yükselmesine
sebep olur. Aslında ifk, o iftira, yalanı büyük bir şerdir. Fakat gerçekte onun
şerri, onu uyduranlara, söyleyenlere aittir. Onlardan, o güruhtan her birinin
kazandığı vebali kendisinindir. Kimi susmuş, kimi gülmüş, kimi söylenmiş. İçlerinden
onun, o vebalin büyüğünü yüklenen, o gürûh içinde o iftirayı kasten atan ve
yayılmasını arzu ederek vebalin büyümesine sebep olan için de büyük bir azab
vardır. Bu Abdullah b. Ubeyy hakkındadır ki, münafıkların başı idi. O iftirayı
önce o atmış, ilk önce o ortaya koymaya çalışmış ve halk arasında propoganda
yaptırmıştı. Kurnaz münafıklar, cinaslı lakırdılarla müminleri gizliden gizliye
heyecana getirmeye çalışmış ve bu propogandaya aldanan şair Hassan ve fakir
Mıstah gibi bir iki safdil de o Übeyy oğlunun açıklamalarına kapılıp kazif
cezasına müstehak olmuşlardı. Safvan, Hassan'a hücum edip vurduğu bir kılıç
darbesi ile gözünü söndürmüş ve demişti ki:
12-20- Ne vardı o yalanı işittiğiniz zaman
müminler ve mümineler kendi nefislerine hayır zannetseler, kendilerine ve
kendileri kadar tanımaları gereken hemcinslerine hüsn ü zan besleseler de bu
açık bir ifktir, deselerdi ya! Zannın menşei, nefiste bir kıyastır. Bir kimse
nefsinde kendi hakkında cevaz verebildiği ölçüdedir ki, kendine benzettiği
kimseler hakkında nefsî bir kıyas ile bir zanda bulunur. Halbuki müminlerin,
müminelerin, kendi nefislerinde fena şeylere cevaz vermemeleri, nezih olmaları
gerekir. Bu sebepten kötü bir söz işittikleri zaman kendilerinden şüpheleri
olmadığı gibi, kendileri gibi saymaları gereken mümin ve mümineler hakkında da
iyi zanda bulunmaları, berâet-i zimmetin asıl olduğunu bilmeleri, açık ve
görünen halin aksine olan desteksiz ve delilsiz lakırdılara, açık bir iftira
demeleri gerekir.
"(İnsanlar arasında kötü sözün yayılmasını
arzulayan kimseler var ya işte) onlar için dünyada da ahirette de acı veren bir
azab vardır." Dünyadaki azab; kazif cezası ve neticeleridir. Nitekim
Mıstah, Hassan, Hamne haklarında kazif cezası uygulandı ve Safvan bir kılıç
darbesi ile Hassan'ı vurup bir gözünü söndürdü.
Meâl-i Şerifi
21- Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip
etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, şunu bilsin ki o, edepsizlikleri
ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı,
içinizden hiçbir kimse temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini arındırır.
Allah işitir ve bilir.
22- İçinizden faziletli ve servet sahibi
kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından)
vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler.
Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok
merhametlidir.
23- Namuslu, kötülüklerden habersiz mümin
kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Onlar
için çok büyük bir azab vardır.
24- O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış
olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edecektir.
25- O gün Allah onlara gerçek cezalarını
tastamam verecek ve onlar Allah'ın gerçek olduğunu anlayacaklar.
26- Kötü kadınlar, kötü erkeklere, kötü
erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de
temiz kadınlara yaraşır. İşte bu temiz olan, (iftiracıların) söylediklerinden
çok uzaktırlar. Kendileri için bağışlanma ve güzel bir rızık vardır.
21-25- "Namuslu, kötülüklerden habersiz
mümin kadınlara zina isnad edenler". Burada gâfilat (habersiz) vasfı,
medih (övme) sıfatlarındandır. Yani Peygamber (s.a.v)'in temiz zevceleri gibi
kötülükten mutlak mânâda habersiz, öyle bir şey asla hatırından geçmez, imanlı
hanımlara atanlar, şüphesiz Dünya ve ahirette lanetlendiler ve onlara çok büyük
bir azap vardır. "O gün dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına karşılık
aleyhlerinde şahitlik yapar." (Yâsîn, 36/65. âyetin tefsirine bkz.). O gün
Allah, onlara gerçek cezalarını tastamam verecek ve onlar, Allah'ın bir gerçek
olduğunu anlayıp bilecekler. Yani her hakikati ortaya koyan, ve varlığında hiç
şüphe caiz olmayan, Hak Teâlâ'ır.
Burada tevbe edenler istisna edilmemiştir.
Çünkü bunda Peygamber (s.a.v) in temiz zevcelerinin özel hakları sebebiyle bir
özellik vardır. Bununla beraber mânâ, umumîdir. Bu sebepten umumî olan kazf
âyetindeki istisnanın ahiretle ilgili yönden burada da geçerli olması
düşünülür. Hassan b. Sabit münafık olmamakla beraber, tevbekâr olduğunda, bir
şüphe yoktur. Nitekim kendisine had cezası uygulandıktan sonra söylediği şu
beyitlerle aklandığını ortaya koymuştu:
"İffetlidir, ağırbaşlıdır, bir şüphe ile
suçlanamaz.
Bir şeyden habersiz iffetli kadınların ırzları
hakkında söz söylemekten çekinir.
O, insanların din ve mevkii itibariyle en
hayırlısının hanımıdır,
İnsanların en hayırlısı da hidayet, keramet ve
fazilet peygamberidir.
O, Lüey b. Gâlib kabilesinden bir hanım
sultandır.
O kabilenin gayreti üstün ve o hanımın şerefi
devamlıdır.
Terbiyelidir, Allah onun ahlâkını asîl ve
tertemiz kılmıştır.
Kendisini de her türlü ayıp ve batıldan
aklamıştır.
Eğer sana ulaştırılan sözü ben söylemiş isem,
Ellerim kamçımı kaldırmaz olsun, kurusun.
Nasıl olur da söyleyebilirim, yaşadığım sürece
sevgim ve yardımım, meclislerin güzelliği olan Resulullah'ın Âline aittir.
Onun insanlar üzerinde nice üstün ve faziletli
rütbeleri vardır.
Yükseklere atılanlar bile o rütbelere
ulaşmaktan aciz kalırlar."
Hz. Âişe (r.anha) de "Hassan'a cenneti
ümid ederim. Resulullah'ın medhine ait şiirini işittiğim zaman, ona cenneti
ümid ettim" demiştir.
26- Habiseler habisler içindir. Habisat,
murdar kötü karılara, murdar sözlere, murdar fiillere ve genellikle kötü ve pis
şeylere kelimenin asıl mânâsında kullanılmış olunabilir. Fakat Habîsîn, Cem-i
müzekker olduğunda, yalnız erkekler hakkında kelimenin gerçek mânâsında
kullanılmış olur. Bununla birlikte, habis, kötü kişiler mânâsına olarak
erkekler ile beraber dişileri de içine alacak şekilde kullanılabilir. Bunların
zıddı olan tayyibat ve tayyibînde de fark böyledir. Âyetteki karşılaştırmadan
ilk bakışta gözüken dişi ile erkek karşılaştırmasıdır. Bununla beraber ikinci
mânâ da uzak değildir, rivayet olunmuştur. Buna göre mânâ şu olur; murdar, yani
eteği kirli, namusu temiz olmayan, hain karılar murdar erkeklerindir,
murdarların dengidir. Bundan dolayı, murdar karının kocası da murdar olur,
olmasa murdar karıyı tutmaz. Yahut murdar sözler, murdar fiiller, murdar
kişilerindir. Bundan dolayı, kazıf, ifk, bühtan, sövmek ve edepsizce sövmek
gibi laflar, zina gibi pis fiiller, murdar kişiden, murdarlardan çıkar ve ancak
murdarlara ait olabilir. Ve bilâkis habisler de habiseler içindir. Murdar
erkekler, murdar karılar içindir. "Zina eden erkek, zina eden veya müşrik
olan bir kadından başkası ile evlenemez, zina eden kadınla da ancak zina eden
veya müşrik olan erkek evlenebilir." (Nur, 24/3) gibi... Veya murdar
kişiler, murdar işler ve sözler içindir. Pislikler pislerin özelliği, pisler de
pisliklerin özel yerleridir. Tayyibât da tayyibler için, hoş, pak ve temiz
kadınlar, pak erkekler içindir, temiz olanlarındır, pak olmayanları
bulaştıramaz. Veya ikinci mânâ ile iyi ve hoş kelimeler ve iyi ameller hoş ve
temiz kimselerin şiarı, temizlerin işi, temizlerin halidir. Tayyibler de
tayyibat içindir. Temiz, pak adamlar temiz, pak kadınlar içindir. Pak
olmayanları, ne alırlar, ne tutarlar veya temiz pak insanlar da temiz pak
sözler, temiz pak işler, temiz pak şeyler içindir. Onlara yaraşan, onlardan
beklenen bunlardır. Netice olarak pak hoşluklar, pak ve hoş olanların özelliği;
pak, hoş olanlar da pak, hoşlukların öz sahibi, öz mahalli ve yeridir. O
yüksekler, o yüksek temizler, o tayyibîn ve tayyibâtın en seçilmişleri olan
Muhammed Mustafa (s.a.v) nın ailesi onların söylediklerinden çok uzaktırlar. O
pis kimselerin, o ifk ve iftiracıların ağızlarına aldıkları dedikodudan çok
uzak ve temizdirler. Onlar için bir bağış ve güzel bir rızık vardır. O temizler
için hesap gününde bambaşka bir mağfiret, bağış ve ikramı nihayetsiz bir rızık
vardır ki o, cennettir.
İslâm, anayasasında iffet, ırz ve namus
hukukunun ilk esaslardan olduğu tesbit edildikten sonra, bu temizlikle en fazla
ilgili olan meskenlerin korunması, beşerî münasebet ahlakı ve hukuku, kadınların
tesettürü gibi detaylara geçiliyor.
Nur Sûresi
(Devamı)
Meâl-i Şerifi
27- Ey iman edenler! Kendi evinizden başka
evlere, geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu sizin
için daha iyidir. Herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız.
28- Orada kimse bulamazsanız, size izin
verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, "Geri dönün!" denilirse,
hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha temiz bir davranıştır. Allah,
yaptığınızı bilir.
29- İçinde kendinize ait bir şeylerin
bulunduğu oturulmayan bir eve girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah,
sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir.
30- (Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini
(harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri
için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından
haberdardır.
31- Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini
(harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen
kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini,
yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının
babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek
kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin
kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı
kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli
kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini
göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere
vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa
eresiniz.
27-Resulullah'a Ensar'dan bir kadın gelip
"Ya Resulullah, ben evimde öyle bir halde bulunurum ki, o halimle hiç
kimsenin beni görmesini istemem. Fakat ailemden bir kimsenin, üzerime gelip
giriverdiği de eksik olmaz" demişti bunun üzerine âyeti indirildi.
Kendi evlerinizden başka evlere, odalarınızdan
başka odalara sahiplerine geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermedikçe
girmeyiniz. Başkalarının mülküne izinsiz girmek gasb gibi olacağından hukuken
ve hükmen haram olduğu gibi kendi mülkü olan, dinen girmeye hakkı bulunan ev
içerisinde de olsa, gerek kendinden başkasına ait olan odalara habersiz ve
selamsız girivermek de terbiye yönünden ve dini yönden yasak kılınmıştır.
Burada geldiğini farkettirmeyi, izin istemek, diye tefsir edenler olduğu gibi,
durumu araştırma ile selamlama, yani izin istemeden önce durumun girmeye uygun
olup olmadığını bilmeye çalışmak veya insan bulunup bulunmadığını öğrenmek
istemek mânâlarıyla tefsir edenler de olmuştur. Gözüken burada farkettirmek,
vahşice mukabili olmasıdır ki, baskın yapar gibi birdenbire vahşicesine
girivermeyip insanlığa yaraşır ve duruma uygun bir yakınlık ortaya koymak,
demek olur.
Ebu Eyyub'dan rivayet edilmiştir ki, "Ya
Resulullah! İstiynâs nedir?" dedik. Buyurdu ki: "Öksürerek tekbir ve
tesbih ile ev halkını haberdar etmektir. Teslim de, esselâmüaleyküm
demektir." Şu halde istiynâs, açıkça izin isteme ile yumuşak bir şekilde
haber verme ve farkettirmeden daha geneldir. "İstiyzân" denilmeyip
"İstiynâs" denilmesi de bundan dolayı olsa gerektir. Şu halde mülkü
olmayan ve hiçbir yönden girme hakkı bulunmayan evlere girmek için herhalde
izin istemek şarttır.
Yoksa bir hücum ve baskın olur. Ve ev
sahibinin ona karşı her türlü müdafaya hakkı bulunur. Girme hakkı bulunmakla
beraber başkasının oturduğu odaya girmekte ise mutlak farkettirme, şart ve
fakat farkettirmenin izin isteme şeklinde olması sünnet veya edeb olmakla
beraber farz denilemez. Bundan dolayı, bir hakim tarafından bir suçlu veya
sanık kimsenin evine girmek gerektiği zaman da izin istemek denilemezse de ırza
bir saldırı durumuna düşülmemek için gelindiğinin hissettirilmesi gerekir.
Netice olarak, meskenler, oturma yerleri
tecavüzden ve her türlü edepsizlikten korunmalıdır. Hiç kimsenin evinde güven
ve huzuru bozulmamalı ve oralara edep ve usulü ile girilmelidir ki, bu da
istiynas (farkettirme) ve selam iledir. İzin isteyip almanın nasıl olacağı
hakkında rivayet olunur ki, birisi Resulullah'dan izin isteyip vülüc edeyim mi?
yani, sokulayım mı? demişti. Peygamber (s.a.v) de Revza isimli bir kadına "Kalk
şuna öğret, izin isteme işini güzel yapmıyor, söyle: yani gireyim mi?
desin" buyurmuş, adam da bunu işitmiş ve söylemiş; bunun üzerine
"gir!" buyurulmuş, Resulullah'tan bazı şeyler sormuş, cevap almış,
sonunda "İlimde senin bilmediğin var mı?...demiş. Peygamber (s.a.v) de
"Allah Teâlâ bana bir çok hayır verdi, bununla birlikte hiç şüphe yok
ilimde öylesi vardır ki, onu Allah'tan başkası bilmez" buyurmuş ve
"Kıyamet'in zamanının ilmi muhakkak ki Allah nezdindedir." (Lokman,
31/34) âyetinin sonuna kadar okumuştur.
Cahiliye halkı, birinin evine vardıklarında
mahremiyete saygı gözetmedikleri gibi, dünya ve ahiret selametini içinde
bulunduran selam duasını bilmezler de "sabahınız hayat olsun" veya
"hayr olsun" "akşamınız hayat olsun" gibi belirli bir
şekilde selam ile sağlık verirlerdi. Gerçi bu da kötü bir şey değildir. Fakat
böyle selamların, yalnız dünyanın bir sabah ve akşamıyla kayıtlı, toplumsal
gayret ve iyi temennileri bir günden ileri gitmeyen güdük bir medeniyetin âdeti
olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâlâ, istiynâsı, yani girerken farkettirmeyi
şart kıldığı gibi müminlere hududsuz bir selamet duygusu vaad ve telkin eden
selamı öğretmekle lafzı kısa ve özlü, mânâsı geniş ve herkes için talep edilen
bir gaye olacak en güzel bir toplumsal prensip ortaya koymuştur. Şu halde bunu
önleyerek diğer iyi temennilerle yetinmek bir cahiliyet eseri olacağından hoş
değildir, mekruhtur.
Bir de istiyzân, yani izin isteme kaç defa
olmalıdır. Resulullah'tan rivayet edildiğine göre, istiyzân üçtür. Birincisinde
kulak verirler, ikincisinde hazırlanırlar. Üçüncüsünde izin verirler veya
reddederler. Bu üç izin isteme birbiri ardına acele ettirilmeyip aralarında
biraz bekleme ile yapılmalı ve üçüncüsünde cevap verilmezse dönmelidir.
Şiddetle kapı çalmak, ev sahibine bağırmak ise haramdır. Zira korkutmayı ve
tecavüzü zannettirir, yürek oynatır. Bu konuda indirilen "(Resulüm)! Sana
odaların arkasından bağıranların çokları aklı ermez kişilerdir" (Hucurat,
49/4) âyeti yeterli bir kınamadır. Hem de izin isterken yüzünü kapıya karşı
tutup durmamalı, sağa veya sola dönmelidir. Resulullah böyle yapardı.
Bir defasında Ebu Said el-Hudri (r.a) kapıya
yönelik olarak izin istemişti de Peygamber (s.a.v) "Kapıya yönelerek izin
isteme" buyurdu. Bu istîynâs, yani farkettirerek ve selam vermeden
girmemek sizin için hayırdır. Bir töhmete düşmekten emin kılar güvenlik ve
huzuru destekler, iffet ve temizliği artırır, gerektir ki tezekkür edersiniz,
düşünür, anlar, unutmazsınız. Rivayet edilir ki, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)'e bir
adam "Annemden de izin isteyecek miyim?" dedi "evet"
buyurdu. "Onun benden başka hizmet edeni yok, her girişimde izin mi
isteyeyim?" dedi, Peygamber (s.a.v) "Ananı çıplak görmeyi arzu eder
misin" buyurdu, "Hayır" dedi. "Öyleyse izin iste"
buyurdu.
28- Şimdi orada bir kimse bulamazsanız, yani
izin vermeye yetkili bir kimse bulunmaz veya hiç kimse olmazsa artık onlara
girmeyiniz ta size izin verilinceye kadar sabrediniz. İzin denince, izni
geçerli olabilecek kimse tarafından izin, demek olduğunu da hatırlatmaya gerek
yoktur. Ve eğer size dönünüz, denilirse, o evdekilerden gerek izin vermeye
yetkili ve gerekse izin vermeye yetkisi olmayanlar tarafından denilirse
denilsin hemen dönünüz, tekrar tekrar izin isteyerek girmekte ısrar edip
direnmeyiniz o dönüvermek sizin için daha temizdir. Sabretmekten ve orada
dikilip kalmaktan daha uygundur. Çünkü bir zorba veya arsız bir dilenci gibi
inad ve ısrar ile kapıda bekleyip durmanın uzak olmayacağı alçak ve uygunsuz
töhmetlerden münezzehtir. Ancak bunun karşılığında terkedilmesi caiz ve uygun
olmayan bir görev bulunursa, bu müstesnadır ve Allah her yaptığınızı bilir.
Bundan dolayı bu konuda yükümlü bulunduğunuz işlerden yaptığınız ve
bıraktığınız hususları da bilir. Mükafatını ve cezasını verir.
29- İçinizde kendinize ait meta' (mal) bulunan
ve oturulmayan evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Rivayet
edildiğine göre Ebu Bekri's-sıddîk (r.a) "Ya Resulallah! Biz ticaretimizde
çeşitli yerlere gider ve hanlara konarız, izin verilmedikçe onlara girmeyelim
mi?" demişti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
GAYR-I MESKÛNE, demek oturan kişi içinde
bulunmayan veya içinde kimse oturmayıp boş olan veya oturulmayan yer, demek
olabilir.
META': Mal, mülk ve kendisinden faydalanılan
şey demektir. Fayda ve istifade edilen herhangi bir şey hakkında kullanılır.
Buna göre içlerinde herhangi bir şekilde faydalanma yetkiniz ve bundan dolayı
bir çeşit girme hakkınız bulunan evler, odalar demektir ki, han, hamam, dükkan,
depo vesaire gibi umuma açık olan yerlere şamil olduğu gibi, harap evlere ve
kendi evi içerisinde diğerlerinin oturmasına ayrılmış olup da oturanı içinde
bulunmayan odalara dahi denir. Çünkü oturan kimsesi içinde iken bu odalara da
habersiz ve selamsız girmemek gerekirse de, oturan kimsesi içinde bulunmadığı
takdirde izin ve haber vermeksizin girmekte günah yoktur. Zira kendisinin
eşyası, faydalanma hakkı vardır. Ancak kiraya vererek intifa, yani yararlanma
hakkını geçici olsa da başkasına vermiş ise, yine önceki âyetlerin hükmü
geçerlidir. İzin olmadan giremez ve Allah, sizin açığa vurduklarınızı da
gizlediklerinizi de bilir. Bundan dolayı herhangi bir eve bir kötülük fikriyle
veya bir ayba, bir eksikliğe muttali olmak için girmemeli, Allah'tan
korkmalıdır.
30- Müminlere yani mümin erkeklere- söyle,
gözlerini indirsinler; gerek dışarda, gerek içerde ve gerekse başkalarının
evlerine girip çıkarken, otururken kalkarken gözlerini dikmesinler, harama
bakmaktan, ayıp bir şey görmekten sakınsınlar. Sofiyeden Şiblî (k.s.)'ye:
" ne demektir? diye sormuşlar, demiş ki: "Baş gözlerini haramlardan,
kalp, gözlerini Allah'tan gayri şeylerden çeksinler." Irzlarını da
korusunlar, apış aralarını tamamen koruyup haramdan, bakmaktan saklasınlar,
avretlerini örtüp ırz ve namuslarını korusunlar.
FÜRÛC, Fercin çoğuludur. Ferc, aslî mânâsında
iki şey arasındaki açıklık demektir. Bu şekilde gerek erkek, gerek dişi insanın
bacakları arasındaki açıklığa da gerçek olarak bu isim verilir ki, dilimizde
apışarası denir ve bu deyim ile avret mahallinden kinaye de edilir ki, Kur'ânda
bu mânâ ile geçmiş ve onun için erkeğe de dişiye de kullanılmıştır. Sonra
özellikle kadının ön avretinden kinaye olarak kullanılması fazla yapılmış ve
kinaye değil, sarih denecek derecede bu şekliyle kullanılmıştır. "Fercini
korudu" (Enbiya, 21/91) bu mânâdadır. "Fercleri koruma" emri
haramdan fevkalade korumakla ırzı muhafazadan kinayedir. Ve bu muhafazayı ifade
ederken daha evvel konulduğu mânânın delaletiyle avret mahallinin örtülmesi
emrini de içinde bulundurur. Bundan başka kinaye mânâsının gereğini ifade
ederken hakikatini de iradeye mani olmadığından füruc kinayesi avret mahallinin
sınırlarına da işaret eder. Yani insanın avret mahalli, bilinen cinsel organdan
ibaret değil, apış arası denilen açıklık boyunca uzar ki, bunun âzamisi
topuklara kadar varırsa da en yakin bilinen azı, diz üstü oturulduğunda
belirleneceği üzere göbek altından dizlere kadardır. Bunun için erkeklerde
korunması ve örtülmesi farz olan bir avret mahalli bu bilinen en az miktarıdır.
Fazlası müstehabdır. Kadınlarda da bundan sonraki âyetin delaletiyle tepeden
topuğa kadardır. Demek ki, iki diz arasındaki açıklığı örtmeyen elbise, avret
mahallinin örtülmesine yeterli, denemeyecektir.
Şüphe yok ki Allah her yaptıklarından
haberdardır. Erkeklerin nelere göz diktiklerini, istekleriyle nelere doymak
istediklerini, organlarını ne gibi duygularla tahrik ettiklerini, ne maksat
beslediklerini, ne düzenler kurduklarını, ne işler çevirdiklerini, ne sanatlar
yaptıklarını bilir. Hiçbiri O'na gizli kalmaz. Bundan dolayı, Allah'ın razı
olmayacağı şeylerden sakınmak gerekir.
31-Önce erkekler hakkındaki bu emir ve
ihtardan sonra müslümanlar, şimdi de kadınlar hakkındaki şu emre dikkat
etsinler.
Müminelere de, yani mümin kadınlara da söyle:
Gözlerini indirsinler, helal olmayan erkeklere bakmaktan sakınsınlar, zira
bakmak, zinanın postacısıdır, derler. Ve avret yerlerini korusunlar, tamamiyle
örtüp, zinadan korunsunlar. Ve zinetlerini teşhir etmesinler. Kadının zineti
denince örfte, taç küpe, gerdanlık, bilezik ve benzeri takılar, sürme, kına ve
benzerleri ve elbise süsleri gibi şeyler akla geliverir. A'râf Sûresi'nde
"Ey Adem oğulları! Her mescide gidişinizde zinetli elbiseler giyin"
(A'râf, 7/31) âyetinde zinetin elbise demek olduğu da geçmişti. O halde bu
zinetleri açmak bile yasaklanmış olunca, bunların mahalli olan vücudu açmak
öncelikle yasaklanmış olur. Yani vücudlarını açmak şöyle dursun, üzerlerindeki
zinetleri bile açmasınlar. Bununla birlikte bir kısım âlimler, burada zinetten
maksadın, zinetin takıldığı, kullanıldığı yer olduğu fikrini kabul etmişlerdir
ki, yüz, sürme ve allık yeri; baş, taç yeri; saç, örgü ve büklüm yeri;
kulaklar, küpe yeri; boyun ve göğüs, gerdanlık yeri; el, yüzük ve kına yeri;
bilekler, bilezik yeri; pazular, pazubent yeri; baldırlar; halhal yeri; ayaklar
da, eller gibi kına yeridir. Bunlardan başka vücudun kısımları da aslında
açılmaz.
Bu âlimlerden bazıları muzaafın hazfi veya
zikr-i hâl, irade-i mahal ile "ziynet yeri" takdirinde bir mecaz
gözetmiştir. Buna delil olarak da, kadının vücudundan ayrı olduğu zaman o
zinetlere normal olarak bakmak ve alıp satmak ittifakla caiz ve mübah olduğunu
ifade ve kabul etmişlerdir. Bazıları da yine bu delil ile, kadının asıl zineti,
vücudunun güzel yaratılışı, zinet yapmaktan gaye de vücudun süslenmesi olduğunu
kabul ederek bu zinetten maksadın, yalnız vücut olduğunu kabul etmişler ve
kadınların birçoğu yapmacık zinetten uzak bulunmakla zaten zinetli oldukları
halde yaratılış zinetinin zaten hepsinde bulunması ve her kadın bedeninin
özünde bir zinet olması hükmün genelliği hakkını yerine getirme noktasından bu
tahsisin bir destekleyicisi olduğunu söylemişler ve buna göre şu mânâyı
vermişlerdir: Kadınlar yaratılıştan zinetleri demek olan vücudlarının hiçbir
tarafını açmasınlar.
Doğrusu, doğal olan güzelliklere, zinet
denilmekten çok "cemal" denilmesi daha yaygın ve zinet tabiri yapma
şeylerle süslenen takılarda meşhur ise de "Kadınlardan, oğullardan, yığın
yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten...aşırı sevgi ile bağlanılan bu gibi
şeyler insanlar için bezenip süslendi" (Âl-i İmrân, 3/14) âyetinin
delaletiyle zinet kavramının yaratılıştan olana da sonradan yapmaya da şâmil
olduğunda şüpheye yer yoktur. Zinet ve güzelliğin hakkı da meydana çıkarılmasını
kendi sahiplerine tahsis edip başkalarından gizlenmektir.
Hüsn olsa da vâcibü't-tecellî - Gizler onu Hak
nikâb içinde
Ağyârına gösterir mi hurşîd Didârını hîç o tâb
içinde
"Güzelliğin ortaya çıkması gerekse de,
gizler onu
Hak bir örtü içinde Başkasına gösterir mi
güneş, yüzünü hiç o parlaklık içinde"
Ancak görünen kısımları müstesna, O
zinetlerden dışa gelen örtülse bile görünmesi doğal olanı, bu hükümden müstesna
ve başka bir hükme tabidir ki, bunlar örtünün dış tarafıyla el ve yüz zinetleridir.
Çünkü örtünün kendisi de kadının bir zinetidir. Tabiîdir ki, bunun dışı
görünecektir. El ve yüzün de, namazda görünmesi adettir. Ebu Davud'un
Müsned'inde rivayet edildiği üzere, Peygamber (s.a.v) Hz. Esma'ya "Ya
Esma, kadın bülûğa erince ondan görülebilecek olan ancak şudur." buyurmuş
ve kendi mübarek yüzüne ve avuç içlerine işaret etmişlerdir. İş yaparken,
gerekli eşyayı tutarken ve hatta örteceğini örterken bile elin açılması gerekli
olduğu gibi ,zarurî olan bakma ve nefes alma sebebiyle yüzün diğerleri gibi
örtülmesinde zorluk vardır. Bir de şahitlikte, mahkemede, bir de nikahta yüzün
açılmasına ihtiyaç vardır. Bundan dolayı zaruretler kendi miktarınca takdir
olunmak üzere bunların açılmasında sakınca yoktur. Fakat bunlardan geriye
kalanlarının açılması, görülmesi, bakılması haramdır ve nâmahremden örtülmesi
gerektir.
Buyuruluyor ki ve baş örtülerini yakalarının
üzerine vursunlar, başlarını, saçlarını, kulaklarını, boyunlarını,
gerdanlarını, göğüslerini açık tutmayıp bu şekilde sımsıkı örtünsünler ve o
halde bu emri yerine getirebileck baş örtüsü kullansınlar. Tefsircilerin
nakline göre cahiliye kadınları da hiç baş örtüsü kullanmaz değillerdi. Fakat
yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar, yakaları önden açılır,
gerdanları ve gerdanlıkları açığa çıkardı, zinetleri görünürdü. Demek ki, son
zamanlarda asrîlik sayılan açık saçıklık böyle eski bir cahiliye âdeti idi.
İslâm böyle açıklığı yasaklayıp baş örtülerinin yakalar üzerine örtülmesini
emir ile tesettürü farz kılmıştır.
Görülüyor ki, bu emirde tesettürün yalnız
vacib oluşu değil, özel bir şekli de gösterilmiştir ki, kadın edeb ve
temizliğinin en güzel ifadesi budur. Görülüyor ki bu emir ev içinde veya
dışında diye kayıtlanmamıştır. Bu bakımdan mutlaktır. Ancak görünen istisna
edildiği gibi, gizlenen zinetlere bakmanın helal olanları da istisna ile bu
tesettürün, yani örtünmenin vacib oluşunun, nâmahreme karşı olduğunu anlatmak
için bu vücubun kuvvetini ve önemini göstermek üzere bir daha tekid ile
buyurulmuştur ki, öyle örtsünler ve zinetlerini açmasınlar, açık bırakmasınlar
ancak kocalarına veya kendi atalarına, yani babalarına, dedelerine ki amca ile
dayı da nikah düşmeyeceğinden bunlara dahildir veya kocalarının atalarına veya
kendi oğullarına veya kocalarının oğullarına veya kendi erkek kardeşlerine veya
erkek kardeşlerinin oğullarına veya kız kardeşlerinin oğullarına veya kendi
kadınlarına; müminlerin kadınları, yani müslüman kadınlar veya hizmet veya
sohbetlerinde özel yeri bulunan kadınlardır.
Demek ki, özelliğini bilip tanımadıkları
yabancı kadınlara da açılmaları caiz olmayacaktır. Önceki müfessirlerin
çoğunluğu demişlerdir ki; müminlerin kendi kadınları demek, kendi dinlerinde
olan müslüman kadınlar demektir. Bundan dolayı müslüman kadınları müslüman
olmayan kadınlara açılmamalıdırlar. Fakat bazıları da bunu istihsane hamlederek
müminlerin kadınları, hizmet veya sohbetlerinde bulunan gerek müslüman, gerek
müslüman olmayan kadın cinsi demek olduğunu söylemiştir ki, Fahreddin Râzî buna
"mezhep budur" demiştir. Önceki daha ihtiyatlı, bu ise daha uygundur.
Veya ellerinin altında malik oldukları
cariyelerine veya erkeklerden ırbe sahibi olmayan hizmetçilere, yani kadına
ihtiyaç duymaz olmuş, şehveti kalmamış salihlerden ihtiyarlar veya bunaklar
veya kadın işini bilmez, yalnız yemeklerinin fazlasından yemek için şunun bunun
arkasına takılır miskinler güruhu veyahut erkekliği yok, yaratılıştan
iktidarsız uşaklar; bunda hadım edilmiş ve mecbûbün, yani erkeklik uzvu
kesilmiş olanların da dahil olacağını zannedenler olmuş ise de, Keşşâf Tefsiri'nde
ve Ebu Hayyan'da zikredildiği üzere İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerine göre
bunları istihdam etmek, tutmak, alıp satmak helal olmaz. Bunları tutmak selefin
hiçbirinden rivayet edilmiş değildir. Çünkü bunda hadım etme gibi bir kötülüğe
düşmeye teşvik vardır. Halbuki hadım etmek haramdır.
Veya henüz kadınların gizli kadınlık
hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına. Buraya kadar
zikredilen on iki istisnaya da bir dereceye kadar zinetlerini açabilirler.
BİRİNCİSİ: Kocalar için vücutlarının tamamına
bakmak helaldir. Çünkü zinetten kasıt onlardır.
İKİNCİSİ: Zikredilen mahremlerine bilinen
zinet yerlerinden yüz, el ve ayaklarla, iş ve hizmet anında açılan başını,
saçını, kulaklarını, boynunu, kollarını ve inciklerini açabilir. Onların da
bunlara bakmaları helaldir. çünkü yakınlıklarından dolayı birarada bulunmaları
gerekir. Ve fitne düşünülemez. Fakat karnını ve sırtını göstermek caiz değil,
arsızlıktır.
ÜÇÜNCÜSÜ: Erkeğin erkeğe karşı olduğu gibi
kadının kadına karşı avreti de göbekten dize kadardır. Geri kalan kısmına
bakması caizdir.
DÖRDÜNCÜSÜ: Erkeklerden kadına ihtiyacı
kalmamış, cinsi güçten düşmüş hizmetkârların, etkilenmemek ve fitne
düşünülmemek itibariyle bakmaları, mahrem olanların bakmasına benzer.
BEŞİNCİSİ: Çocuklar mükellef değildir. Ancak
anlayış ve idraklerine göre edeb ve terbiye öğretilmesi gerekir.
ALTINCISI: Bu örtünme emri, esir cariyeler
hakkında değil, hür olan müslüman hanımlar hakkındadır.
İşte böyle hür kadınların, bu istisna edilmiş
kimselerden başkasına zinetlerini göstermemeleri, kendi iffet ve korunmaları ve
güzel geçimleri noktasından gayet önemli olduğu gibi, yabancı erkekleri
etkilememek, günaha sokmamak, edeb ve iffet telkin etmek noktasından da çok
önemli olduğundan, özellikle bu noktayı da düşündürmek ve tesettür emrinin
kuvvet ve şumülünü bir daha hatırlatmak üzere, yürüyüş tavırlarının bile
düzeltilmesi için buyuruluyor ki: gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın
diye ayaklarını yere vurmasınlar, yani baştan ayağa örtündükten sonra yürürken
de edeb ve vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sunî veya doğal ziynetler
bilinsin diye, bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle dikkat
nazarları çekmesinler; çünkü erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır. Fakat
unutulmaması gerekir ki, kadının bu konuda başarısı daha önce erkeklerin iffeti
ve görevlerine dikkati ve toplumda olanların gayreti ve özeni ile mütenasip,
bunlar da Allah'ın yardımı ile ayakta durabilir. Onun için bu noktada
Resulullah (s.a.v) den bütün müslümanlara hitap ve erkekleri zikredip kadınları
da içine alacak bir şekilde buyuruluyor ki:
Ve ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe
ediniz ki kurtuluşa eresiniz. Demek ki bozuk bir toplulukta kurtuluş ümid
olunmaz, toplumun bozukluğu da kadınlardan önce erkeklerin kusur ve
hatalarındandır. Bundan dolayı başta erkekler olmak üzere erkek dişi bütün
müminler imana yaramayan ve cahiliyyet izleri olan kusur ve hatalarından tevbe
ile Allah'a dönüp Allah'ın yardımına sığınıp emirlerine özen ve dikkat
göstermelidirler ki, topluca kurtuluşa erebilsinler. O halde herkesin kurtuluşu
bakımından iş sahipleri ve ilgili şahıslar şu emirlere de özen göstermelidir.
Meâl-i Şerifi
32- Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve
cariyelerinizden iyi davranışta olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler,
Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her
şeyi) bilendir.
33- Evlenme imkanını bulamayanlar ise, Allah,
lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar.
Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve cariyelerden) mükatebe yapmak
isteyenlerle, eğer kendilerinde (hürriyete kavuşmalarında kendileri için) bir
iyilik görüyorsanız, hemen mükatebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından
siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz
diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor
altında bırakırsa, bilinmelidir ki, zorlanmalarından sonra Allah (onlar için)
çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
32- EYÂMÂ, "eyâyim" den kalbedilerek
"eyyim" 'in çoğuludur. Eyyim, gerek bekar, gerek dul olsun kocası
olmayan dişiye ve karısı olmayan erkeğe denir ki biz buna bekar diyoruz. Bundan
başka eyyim, hür kadına ve bir kimsenin kızı, kız kardeşi, teyzesi gibi yakın
akrabasına da denir ki, bu iki mânâya göre dilimizde karşılığını bilmiyoruz.
Âyette bu mânâlara da delalet yok değildir. kaydı ile köle ve cariye karşılığı
bu yöne temas eder. Fakat bunlar ayrıca açıklandığından bütün müfessirlerin
"eyâmâ" lafzında esas ve umumî olan evvelki mânâyı almışlardır. O
halde meâl şu olur: Siz hür müminlerden hür kadın ve erkek bekarları ve
kölelerinizden, halayık ve cariyelerinizden iyileri özel ve genel velayetiniz
sebebiyle evlendiriniz, nikahlarına müsaade ve yardımcı olunuz ki ihmal
yüzünden fenalığa düşmesinler. Çünkü nikah insan cinsinin devamının tutanağı
olduğundan bizzat gaye olduğu gibi toplumu bozucu ve nesli yok edici sefahatten
koruyan bir hayırdır, bir güzellik ve iyiliktir. Bundan dolayı kolaylaştırmak
ve çoğaltmak da önemli bir hayır ve emir sahiplerine önemli bir görevdir.
Görülüyor ki burada köle ve cariyeler
bölümünde "salah" yani iyilik kaydı konulmuş, hürler bölümünde
konulmamıştır. Çünkü müslümanlara yakışan ve aslolan iyiliktir. Ve burada
"salah"ın mânâsı, ahlâkî iyilik ile beraber nikaha ve nikah hukukuna
kabiliyettir.
Bu hususta ilk önce malî kudreti ileri sürmek
isteyenlere karşı buyuruluyor ki eğer fakir iseler Allah, onları kendi lütfu
ile zenginleştirir. Bundan dolayı iki taraftan biri yalnız fakirliği bahane
ederek vazgeçmesin, Allah'ın fazlından ümidini kesmesin, nikah ile bekarlıktaki
ihtiyaçların önemli kısmından kurtulunmuş olur. Ve Allah'ın (lütfu) geniştir,
keremi çok, kudreti geniş bir ganîdir. Dilediğine ümit edilmedik yerden lütuf
ve cömertliği ile geniş rızık verir. Fakat mecburî değil, dilerse verir.
Alîm'dir. Kimine çok, kimine az verdiğinin hikmetini de bilir.
33- Nikaha güç yetiremeyenler de, teşebbüs
ettiği halde nikah için gerekli olan şeyleri tedarik edemeyen ve yardım
göremeyen bekarlar da Allah kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetini
korumaya çalışsın ve bu cümleden olarak ellerinizin altında bulunanlardan
mükatebe yapmak isteyenleri eğer kendileri hakkında bir iyilik biliyorsanız
hemen mükatebe yapınız.
MÜKÂTEBE: Kitabete kesişmek, köle veya
cariyenin vermeyi taahhüd ettiği bir bedel karşılığında hür olmak üzere
kendisini efendisinden satın alması anlaşmasıdır ki, bedeli ödeyince hür olur.
Ve Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara veriniz ve dünya
hayatının geçici menfaatlarını elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen
cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Rivayet edildiğine göre münafık Abdullah b.
Übeyy b. Selûl altı cariyesini zorla zinaya sevkediyordu. İkisi gelip
Resulullah'a şikayet ettiler, bu âyet indirildi Bu cümlenin önceki geçen
cümleye olan bağlantısıyla anlamı da şu mânâya gelir:
İşte yukardaki emirleri ihmal etmek namuslu
kimseleri istemeyerek zinaya sürüklemeye yakın kötülüğe sebeb olur. O halde
günah kimin? Zorlayanın mı? Zorlananın mı? İkisinin de mi? Kim onları zor
altında bırakırsa şüphe yok ki Allah, onlar zorlandıktan sonra, yani o
cariyeler razı olmayıp zorla sürüklendikten sonra bu biçarelere çok bağışlayıcı
ve merhametlidir. Yani yapılan fiilin zorlayan için de zorlanan için de günah
olduğunda şüphe yoktur. Fakat zorlanan biçareler de bu günaha razı olmayıp
zorla sürüklendiklerinden dolayı özür sahibidirler. Ve bağışlayıcı ve merhamet
sahibi olduğunda şüphe olmayan Allah yanında bağışlanmaya ve merhamet edilmeye
layıktırlar. Bu sebepten bu zavallılara acımalı kurtulmaları için yardım
etmelidir. Fakat zorlamayı isteyerek yapanlar, sûrenin başında geçtiği üzere
acımaya layık olmayıp razı olduğu günahın azabına layık oldukları gibi,
zorlayanın da bütün vebali yüklenerek büyük azab ve nefrete müstehak olduğunu
hatırlatmaya gerek yoktur.
Meâl-i Şerifi
34- Andolsun ki biz size açık açık bildiren
âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvaya ulaşmış
kimseler için öğütler indirdik.
34-Bu âyet, kendinden önceki ile sonrakine bir
bağlama âyetidir. Ki sûrenin öncesini hatırlatarak gerektiği şekilde bir daha
hatırlamaya, davetten sonra gelecek kısma bir düzenlemedir. Mânâsı bütün
Kur'ân'a uygun olmakla beraber her şeyden önce bu sûreye aittir. Gerçekte
sûrenin başlangıcında hatırlatıldığı üzere, buraya kadar Allah'ın emrettiği
birtakım hükümler ile hak ve hakikatı açıklayan âyetler ve ibret alınacak
acayip bir kıssa ve müttakîler için kurtuluş nurları, saçan büyük bir nasihat
ve öğüt indirilmiştir. Sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnek, ibret için
temsil olunacak acaib bir kıssa, bir ibret destanı. Bununla Kur'ân'ın birer
ibret misali insanı hayrette bırakan kıssalarına, beliğ temsillerine işaret
olunmakla beraber, özellikle ifk kıssasının âlemde ilk meydana gelmiş bir olay
olmadığı ve mesela Hz. Yusuf ve Hz. Meryem kıssalarında geçtiği üzere mazide
geçen büyük zatların da buna benzer iftira ve bühtanlara maruz olmuş
bulundukları ve bu gibi belaların onlar hakkında bir şer değil, şan ve
şereflerini yükselten bir hayır olduğu müttakilere bir öğüt olması için
hatırlatılarak zihinler, gönüller aydınlatılmış ve o karanlıklar içinde bu
ilâhî aydınlatma ve açıklamaya düşen aydınlık, ilerde geleceği üzere Nur
âyetinin temsiline bir tecellî aynası kılınmıştır.
Anladınız ya:
Meâl-i Şerifi
35- Allah, göklerin ve yerin nurudur
(aydınlatıcısıdır). O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil
gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir
yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan
çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, nerdeyse, kendisine ateş
değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi
nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her
şeyi bilir.
36- (Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah
(o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin okunmasına izin vermiştir. Orada
sabah akşam O'nu tesbih ederler.
37- Birtakım insanlar (Allahı tesbih ederler)
ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve
zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir
günden korkarlar.
38- Çünkü Allah, kendilerine işledikleri
amellerin en güzeli ile ecir verecek, lütfundan fazlasını da bahşedecektir ve
Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.
35- Allah, göklerin ve yerin nurudur. Bütün
âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri gönülleri
şenlendiren O'dur. O olmasaydı, hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat sezilmez,
hiçbir neşe duyulmazdı.
Âlemde görünen âyetlerin en belirgini, duygu
ve idrakimizi en çok kapsayanı, görüşümüzde bir etken olan ışık olayıdır.
Işığın gözümüze teması anında dışımızdakiler ile özümüzdekilerin birbirine
ulaşıp birleşmesi halinde parlayan ve genişlettiği cisimlerin dış yüzeylerini
açığa çıkaran saydam ve güzel tecellisine de nur denilir ki, ışığın bir özel
görünüşü olmak üzere, ışıktan farklı ve bazen ona karşıt olarak kullanılır. Şu
halde nur, güzel tecellî âyeti olan hoş bir ışık tecellisidir. Ve bundan
dolayı, her zaman övme yerinde kullanılır.
Bununla beraber aslı, görüşle ilgili
karanlığın zıddı olan nur kavramı, Ragıb'ın Müfredat'ında dediği gibi ışık
kavramından daha geneldir. Işığa ve ışığın gösterişli kırılmasına ve ışığın
yansımasına da söylenildiği gibi, gerek duyguya ait ve gerekse akıl ve idrake
ait her çeşit karanlıkların zıddı olan vicdan ve sezgide ortaya çıkan dış ve iç
tecellî ve doğuşların hepsine de nur denilir. Hatta Allah Teâlâ'ya mecazen de
olsa ışık demek caiz olmadığı halde, bu âyette Nur ism-i şerîfi geçmiştir.
Halbuki En'am Sûresi'nin başında; "Hamd gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur." (En'âm, 5/1) âyeti,
Allah'ın, nurun kendisi değil, var edicisi ve zıddı olan her çeşit karanlık ile
nur O'nun var ettiği, yarattığı eseri olduğunu bildirmişti ve nuru Allah'a denk
tutanları "Sonra kâfir olanlar, kendilerini yaratan, besleyip büyüten Rableri
ile bir tutuyorlar" (En'am, 5/1) azarlaması ile sakındırmıştı. Bundan
dolayı Allah'a nur denilirken, bu noktadan habersiz bulunmamak ve müteşabih bir
mânâ olduğunu bilmek gerekir.
İlk önce bu iki âyetin karşılaştırılmasında
ilk akla gelen mânâ "Allah, göklerin ve yerin nurunun var
edicisidir." meâlinde olmasıdır. Onun için tefsircilerin birkısmı bunu
ismi fâil sigası ile, yani "gökleri ve yeri nurlandıran, aydınlatan; gerek
cisme ve gerekse ruha ait nurlar ile nurlandıran" diye ifade etmişlerdir.
Çünkü nur, aydınlatıcıdır. Bu ifade âyetteki nurun olay mânâsına değil, fâil
mânâsına; göklere ve yere izafetinin de, mef'ûlüne izafet olduğunu göstermesi
itibarıyla bir anlam ifade ediyorsa da münevvirin, nurun yapıcısı olması
gerekmeyeceğinden eksiktir. Halbuki Allah'ın, nurun yaratıcısı olduğu Kur'ân'da
açıkça belirlenmiştir. Bundan dolayı, müfessirler burada daha birçok
açıklamalarda bulunmuşlardır. Felsefeciler ve sofiler de işrakıyye (sûfistâiyye)
nazariyesine temas eder gibi gördükleri bu âyet hakkında uzun bahisler
yapmışlar. Hatta Gazalî, bu âyetin tefsiri için adında bir eser yazmıştır ki,
bazı noktalarını özetleyelim; şöyle ki:
Nur ismi, lügatte güneşten, aydan, ateşten şu
uzayda yer tutan şu cisimlerin dış yüzlerine vuran hale konulmuş bir isimdir.
Ve bilinmektedir ki, bu halin şeref ve faziletine özelleştirilmesi, gözle
görülen şeylerin bu sebeple ortaya çıkıp görülmesi itibariyledir. Sonra şu da
bilinmektedir ki, bütün bu görülen şeyleri idrak etmek, onların ışık almalarına
bağlı olduğu gibi görecek gözün var olmasına da bağlıdır. Çünkü gözle görülen
şeyler, ışık aldıktan sonra dahi körlere gözükmez. O halde gören ruh, ortaya
çıkma ve görünmede vazgeçilmez bir rükün olmakta, görünen ışığa denktir,
eşittir. Sonra şu yönden ona tercih de edilir. Çünkü gören ruh, idrak edici,
yani anlayıcıdır; idrak onunla mümkündür. Dışardaki ışık ise idrak edici
değildir. Kendisiyle idrak olunan yani idrake sebep olan değil, belki idrak
anında bulunandır. Ve o halde gösterme vasfı, görülen nurdan fazla gören nurun
hakkıdır.
Bunun için nur ismini, gören göz nuruna,
tereddüt etmeden, kullandılar da "nur-ı aynım" (gözümün nuru),
"falanın nûr-ı basarı zayıflad" (Filan kimsenin görmesi zayıfladı) ve
gözleri görmeyen kimse hakkında "nûr-i basarını kaybetti" (gözünün
görme özelliğini kaybetti) dediler. Bu böyle olunca şunu da söyleyelim ki,
insanın bir basarı, yani gözü; bir de basireti, yani idraki vardır.
Basar, yani göz; ışığı ve renkleri algılayan
gözdür. Basiret de idrak ve akıl kuvvetidir. Bu iki idrakten ikisi de idrak
edilenin görülmesini gerektirir. Bundan dolayı ikisi de nurdur. Fakat göz
nurunda bazı kusurlar saymışlardır ki, bu kusurlar akıl nurunda yoktur. Netice
olarak görme duygu ve gücü, kendisini ve idrakini ve diğer gözle görülen
parçalar ile akılla bilinen parçaları ve her şeyi, geçmişi ve geleceği
göremediği halde; akıl duygu ve gücü, hem kendini, hem idrakini, hem
âletlerini, hem her şeyi idrak eder. Ve göz idrak ve duygusundan çok ilerilere
ve derinliklere gider.
Bu sebepten, nur isminin gözün algılamasından
çok, akıl algılamasına daha uygun olduğu ortaya çıkar. Bununla beraber aklî
nurlar da kusur ve hatadan tamamen kurtulmuş değildir. Önce hallerin tam olarak
bilinmesinde, bulunması gerekli olan ve yaratılıştan gelen düşünceler, insan
cevherinin gereklerinden değildir, beraber doğmaz; bebek bunları elbette
bilemez. "Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından
çıkardı" (Nahl, 16/78) Bu fıtrî nurlar sonradan ortaya çıkmaktadır. Buna
isabette bir sebep gerekir. Bütün sebepler de netice olarak Allah'a dayanır.
Nazarî düşüncelere gelince, bunda da insanın
yaratılışına çoğunlukla hata isabet ettiği muhakkaktır. Dolayısıyla akıl, bir
yol göstericiye, bir mürşide muhtaçdır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmıyla
peygamberlerin irşadıdır. Ve gerçekte akıl ve basiret gözünde Kur'ân âyetleri,
madde gözünde güneş ışığı yerindedir. Güneşin ışığına nur denildiği gibi
Kur'ân'a da nur denilmesi daha önceliklidir. Ve işte bununla "Allah'a
Peygamberine ve indirdiğimiz, o nura(Kur'âna) inanın" (Teğabün, 64/8),
"Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur
indirdik." (Nisâ, 4/174) âyetlerinin mânâsı ortaya çıkar.
Bu bakımdan, Peygamberin açıklamasının,
güneşin ışığından daha kuvvetli olduğu ortaya çıkınca, onun kutsal nefsinin,
nurlulukta güneşten daha yüksek olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ
"Onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay yarattı." (Furkan,
25/61) diye güneşi yalnızca bir çerağ (kandil) olmakla vasıflandırdığı halde,
Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı da "Nurlu bir kandil"
(Ahzab, 33/46) diye sıfatlandırmıştır. Demek ki âlemde bulunan cisimlerden
güneşin diğer bir cisimden faydalanmaksızın başkalarına nur vermesi özelliği,
peygamberde daha kuvvetlidir. Peygamberlik nuru, diğer beşerî şahıslardan
istifade etmeksizin diğerlerine nur verir. Fakat güneşin gökyüzündeki diğer
kuvvetlerle alakası yok olmadığı gibi, şu da aklî ve naklî delillerle
bilinmektedir ki, peygamberlerin ruhlarında meydana gelen nurlar dahi
meleklerin ruhlarında meydana gelen nurlar ile ilgilidir. Nitekim: "Allah
melekleri ruh ile, kullarından istediği kimseye kendinden bir vahiy ile
gönderir" (Nahl, 16/2), "Onu, Ruhu'l-Emin, senin kalbine
indirdi." (Şuarâ, 26/193), "De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs, Rabbinin
katından hak ile indirdi." (Nahl, 16/102), "O vahyedilenden başkası
değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi Cebrail öğretti." (Necm,
52/4-5) buyurulmuştur.
Yani gerçek olarak bilinmektedir ki, gökyüzü
cisimleri çeşitli olduğu gibi semavî ruhlar da çeşitlidir. Bazısı faydalı,
bazısı faydalanandır. Nitekim Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'in vasfında
"Kendisine uyulan emin'dir" (Tekvir, 81/21) buyurmuştur. O meleklerin
itaat olunanı, boyun eğileni olunca şüphe yoktur ki, itaat edip boyun eğenler
onun emri altındadır. "Bizden herbirimiz için belli bir makam vardır"
(Sâffât, 37/164) âyetince her birinin bilinen bir yeri vardır. Şu halde aynı
sebeble bunlarda da faydalanılan, faydalanandan daha çok "nur" ismine
hak kazanmıştır. Ve bu şekilde ruhlar âlemindeki nurların derecelerine,
cisimler âleminde de bir misal vardır. Mesela güneşin ışınları aya varıp oradan
bir evin içine girerek duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki
bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan evin
tavanına yansısa, bunların en büyüğü kaynak olan güneşteki nur, ikinci olarak
aydaki, üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki,
beşinci olarak sudaki, altıncı olarak tavandakidir. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına
yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Bunun gibi gökyüzü nurlarında da derece
derece istifade edilen nurun doğup parlaması, istifade edenden daha
kuvvetlidir. Ve bütün bu nurlar, artarak ve yükselerek en büyük nurda sona erer
ki, bu da Allah Teâlâ indindeki yeri itibariyle ruhların en büyüğü olan ruhtur
ki, "Ruh ve meleklerin saf saf olup durduğu gün" (Nebe, 78/38) ilâhî
kelâmındaki ruhtan maksat odur. Gerek aşağıdaki ateşlerin ışığı gibi bayağı ve
gerek yukardaki güneş ve ay ve yıldızların ışığı gibi yüce ve ulvî olsun, bütün
bu duygularla elde edilebilen nur ve ışıklar ve bunun gibi gerek yerdeki
peygamberler ve velilerin ruhları ve gerek semâvî nurlar olan melekler olsun
bütün bu aklî nurların hepsi, O'nun zatı dolayısıyla mümkünler cümlesindendir.
Başkasının sebebiyle var olan da kedi kendine kalınca yokluğa hak kazanmış
olur. Varlığı kendinden değil, başkasındandır. Halbuki, yokluk zulmet ve
karanlık, varlık nur ve aydınlıktır. Buna göre Allah'tan başka her şey O'ndan
sebep karanlıktır, yoktur .Ve ancak Allah Teâlâ'nın nurlandırmasıyla, nurludur,
O'nun var kılmasıyla vardır. Varlıklarından sonra meydana gelen bilinişlerinin
hepsi de Allah'ın varlığından meydana gelir. Yokluk karanlığında iken onları
varlık ile ortaya çıkaran ve bilinmemezlik karanlığında iken üzerlerine bilinme
nurlarını gönderen ancak Allah Teâlâ'dır.
Özet olarak, her şeyin ortaya çıkışı ve
bilinmesi ancak O'nun açığa çıkarması ve bildirmesiyledir. Nur'un özelliği de
ortaya çıkma, parlama ve bulunmadır. O halde açıkça ortaya çıkar ki, gerçekte
mutlak nur, Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Ve O'ndan başkasına nur demek
mecazdır. Fakat Allah gerçekten nur ise ispatında delile neden ihtiyaç
duyuluyor? Bunun cevabını önce göze ait görünen nura göre anlamak kolaydır. Bir
gündüz ışığında baharın yeşilliğini gördüğün zaman hiç şüphesiz bilirsin ki,
sen renkleri görüyorsun ve çok defa sen renkler ile birlikte başka bir şey
görmüyorsun zanneder de yeşilliğin yanında yeşillikten başka bir şey görmedim
dersin, ışığı farketmezsin. Fakat güneş batarken o rengin üzerine ışığın
düştüğü hal ile düşmediği halde mecburen fark edersin de şüphesiz tanırsın ki
nur, renkten başka bir mânâyadır. Renkler ile beraber algılanır ve idrak
olunur. Kuvvetli birleşiminden dolayı farkedilmez, açıklığının şiddetinden dolayı
gizli kalır. Açıklık, böyle bazan gizli kalmaya neden olur.
Bu bilinmiş olunca şimdi şunu da bilmek
gerekir ki, her şey, göze açık ışık ile göründüğü gibi, yine batınî basirete de
her şey Allah ile gözükür. Allah'ın nuru her şey ile beraber bulunur da fark
edilmez. Ancak bunda diğerinden bir farklılık vardır: Görünen nurun güneşin
batması ile kaybolup gizlendiği düşünülür. Fakat her şeyin kendisi ile ortaya
çıktığı ilâhî nurun batması veya kaybolması düşünülemez ve değişmesi imkansız
olduğundan eşya ile daima beraber kalır. Ayırmakla delil getirmek yolu,
kesilmiş olur. Onun kaybolmasını düşünsen gökler ve yerler yıkılır, kendinden
geçersin. O zaman zarurî ilim meydana gelecek bir fark idrak olunur.
Fakat eşyanın hepsi yaratıcının varlığına
şahitlik yapmakta bir ifade üzere eşit olduklarından ve bazısı değil, her şey,
bazı zaman değil, her vakitte O'na hamd ile tesbih eylediklerinden ayrılık
kalkmış, gizli yol kalmıştır. Zira marifette görünen yol, eşyayı zıddıyla
tanımaktır. Bundan dolayı, hiç zıddı olmayan ve hiç değişmeyenin gizli kalması
uzak görülmemelidir. Onun gizliliği, açıklığının şiddetindendir.
"Açıklığının şiddetinden dolayı
yaratıklardan gizlenen ve nurunun parlaması sebebiyle onlara karşı perdelenen
Allah'ın şanı ne yücedir!"
Gazâlî'nin bu nurlu sözleri hoştur. Fakat
araştırıldığında neticesi şu oluyor ki: Allah'ın nur olmasının mânâsı bütün
âlemin ve âlemdeki bütün duygularla algılanan nurların ve bilinen kuvvetlerin
yaratıcısı ve mücidi, yani nurun yaratıcısı olması ve bundan dolayı nurdan asıl
istenilen, nurlandırma ve meydana çıkarma, belirme ve açığa çıkma mânâlarının
hakikatinin özü nurdan ve nuru bulandan çok nuru yapana ait olacağından nur
isminin Allah'a daha uygun bulunmasıdır. Yalnız bu son noktada Gazâlî, izafî
karşılığı olan hakikat ile mecaz karşılığı olan hakikati karıştırmıştır. Şüphe
yok ki nuru yapan, nurun fevkındadır, yani ondan üstündür. Fakat bundan dolayı
nuru yaratana nur denilmesi dilbilgisi yönünden hakiki mânâsında değil, mecaz
olur. Hakikati o nurun sahibi olmasıdır. Böyle düşünmesi uygun değil yanlıştır.
Gerçek budur ki, yanlış bir düşünceye meydan
bırakmamak için âyetin kendisi bunun, bir teşbîh-i beliğ ile temsilî bir ifade
olduğunu açıklamaktadır. Şöyle ki; nurunun misali, burada nurun Allah'a muzâaf
kılınması da gösterir ki, öncekindeki mânâsı zahirine hamledilmediği gibi
göklere ve yeryüzüne izafeti de hakikî sahibine izafet değildir. Yani gökleri
ve yeryüzünü aydınlatan ve gerçek sahibi Allah olan nurun, varlık nurunun,
hidayet nurunun, peygamberlik nurunun, Kur'ân nurunun, iman nurunun hayret
verici vasıflarının temsili, yani benzetmesi şudur:
Sanki bir mişkât, yani arkasına nüfuz edilmez
dairevî veya çokgen bir pencere. Dikkat edilirse gökyüzünde her cismin vucudu
böyle arkası kapalı, önü özel bir uzaklık içinde açılmış bir pencere, bir hücre
halinde yükselir. Ki içinde bir mısbâh vardır.
MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat"
maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş ve kuvvetli aydınlık veren lamba
demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş
olması, bunun yanında güneşin normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O
mısbah, bir billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız.
İncimsi yıldız, zühre ve müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan
bir yıldız. Öyle berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem yerin
güzelliklerini kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki lamba
mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da, batıya da
nisbet edilemez. Bunda başlıca iki mânâ vardır:
Birincisi, yalnız öğleden önce güneş gören
doğuda değil, yalnız öğleden sonra güneş gören batı tarafında da değil hem
doğuya, hem batıya bakan tepenin tam ortasında. Çünkü böyle bir yerde bulunan
zeytinin yağı son derecede saf ve güzel olur.
İkincisi, yön şüphelerinden uzak, yani
bildiğiniz dünya zeytinlerinden değil, mekanı olmayan bir zeytin demek olur.
Önceki mânâ kendisine benzetilenin herkesce düşünülebilecek bir özelliği
olmasından dolayı temsilde terşih, ikinci mânâ ise benzetilenin özelliğine
işaret etmek yönünden bir tecrid ifade eder. Terşihin faydası benzetmeyi bir
açıklama ile kuvvetlendirmektir. Tecridin inceliği de benzetilenin belirgin bir
yönüne işaretle kendisine benzetilene üstünlüğünü ve bundan dolayı benzetmenin
yanaşamayacağı bir hakikat noktasını ortaya koymaktır.
Netice olarak öyle bir zeytin ki yağı,
neredeyse, kendisine bir ateş dokunmasa bile ışık verir. Bir elektrik gibi
hemen yanmaya hazır; o derece saf ve parlaktır. Özet olarak Allah nuru, nur
üzerine nurdur. Yani temsilden zannolunacağı gibi sınırlı beş kat değil, birisi
veya tamamı da değil, sınırsız olarak her nurun kat kat üzerinde, sınırlanması
ve bilinmesi mümkün olmayan bir nurdur. O halde onu niye herkes bulamıyor?
İstenilene niye eremiyor? denilirse Allah, o nuruna veya o nuruyla dilediği
kimseyi hidayet eder. Dolayısıyla herkes hak delili göremez, hak âyetlerini
bilemez, hakkın isteğine eremez. Herkes peygamber veya velî veya mümin veya
arif veya iyi bir kul olamaz. Ve onun için peygamberlik nurundan, Kur'ân
nurundan, iman nurundan, ilim nurundan herkes faydalanamaz. Ve Allah insanlara
(işte böyle) misaller verir. Doğrudan doğruya anlayıp idrak edemeyecekleri
hakikatleri, duygularla algılanabilen misaller ile tasvir ve temsil ederek
anlatır, bu da hidayeti cümlesindendir. Nitekim duygular, hayaller, lisanlar,
teşbihler yalnız hakkı anlatmak için birer mesel oldukları gibi, bu âyetteki
temsil de böyledir. Bundan dolayı misallere hakikat diye bağlanıp kalmamalı,
onlardan gerisindeki gerçeği sezmelidir.
Ve Allah her şeyi bilir. Aklen olanı da,
hissen olanı da bilir; açığı da, gizliyi de, gerçek olanı da, temsilî olanı da
bilir. Dolayısıyla her kesin duygu ve anlayışını ve faydalanma derecesini ve
takip ettiği gaye ve maksadını ve tekvin ve teşride layık olup olmadığı dine
yol göstermeyi ve ona göre herbirine yapacağı muameleyi de bilir.
36-Şimdi Allah nurunun temsili olan o kandil
ve lamba nerede bulunur? Veya nerede yakılır?
Bir takım evlerde, yani camilerde ki Allah
onların yüceltilmesine -yani binalarının diğer evlerden daha yüksek ve
şereflerine tazim ile yüksek tutulmasına- ve içlerinde isminin zikrolunmasına
izin verdi ki bunlar mescidler, camilerdir. O kandil, o lamba, o billur, o
mübarek ağaç, o meyve, o yağ, o yakma, o nur üstüne nur, o hidayet bunların
içinde şekillenir, temsil olunur. İçlerinde sabahları ve akşamları O'nu tesbih
eder, Allah'ın ismini tenzih ve takdis eder
37-38- Öyle insanlar ki ne bir ticaret, ne bir
alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alı
koyamaz. Kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar ki
Allah, kendilerini amellerinin daha güzeli ile mükafaatlandırsın ve lütfundan
onlara fazlasıyla versin. Bire ondan yediyüz gibi özellik ve adetlerle amel
karşılığı vaad olunan ecir ve sevaptan başka, özelliği ve miktarı açıklanmayan
ve nasıl ve ne kadar olduğu hatırlara bile gelmeyen ilâhî nimetleri de fazladan
olarak lütuf ve cömertliğinden ikram ve ihsan eylesin ve Allah dilediğini
hesapsız olarak rızıklandırır. İşte Allah'ın nuruna hidayet edip ulaştırdığı
müminlerin hali böyledir.
Meâl-i Şerifi
39- Küfredenlere gelince, onların amelleri, ıssız
çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder, nihayet ona vardığında
orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanıbaşında da (inanmadığı,
kendisinden sakınmadığı) Allah'ı bulmuştur. Allah ise onun hesabını tastamam
görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür.
40- Yahut (o kâfirlerin duygu, düşünce ve
davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki, onu dalga
üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut. Bir biri üstüne karanlıklar... İnsan,
elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez. Bir kimseye Allah, nur
vermemişse, artık o kimsenin ışık ve aydınlıktan nasibi yoktur.
39- Küfredenlerin de amelleri, gönüllerince
iyilik diye yaptıkları bütün işleri, itikatları, inançları bozuk ve gayeleri
heva ve heves olduğundan dolayı bir çöldeki seraba benzer. Uzaktan yaldırar
susayan onu bir su zanneder. Hararetinden imrenir, ihtirasla koşar ne zamanki
ona varır, orada bir şey bulamaz, içini yakmakta olan hararetini dindirecek
hakikî suyu bulamadığı gibi, uzaktan hayal ettiği parıltı da kalmaz. Koştuğu
emelin yalan olduğu ortaya çıkar. Fakat bununla da kalmaz.
Ve yanında Allah'ı bulur. O susuzluk ve
yoksulluk içinde hakikatin dehşetini görür. Korkmak istemediği Allah'ın kahır
ve gazabı yüreğine inip bütün benliğini sarar da hesabını görüverir ve Allah,
hesabı çok çabuk görendir. Şu halde o hesabı uzak sanmamalıdır. İşte kâfirlerin
nurlu zannettikleri, iyilik diye koştukları amellerinin sonucu budur.
40-46-Duygularına ve inançlarına, fikir ve
zihniyetlerine, diğer söz ve işlerine gelince, veya derin bir denizdeki yoğun
karanlıklara benzer ki onu dalga üstüne dalga daha üstünden bir bulut kaplar.
Nur üstüne nurun tam zıddına olarak biribiri üstüne karanlıklar. Öyle ki
yeterli bir nur işareti görmek şöyle dursun elini çıkardığı zaman onu bile
göremez. O karanlıkta çırpınır, şuraya buraya saldırır. Fakat uzattığı kendi
elini bile görmesi ihtimali yoktur. Nerede kaldı ki, dışardan bir gerçeği
görsün de neye elini uzattığını bilsin. Gerçekte kâfirler küfür taassubu içinde
öyle boğulur, öyle bocalar. Hiçbir hakkı kabul etmemek için inadında öyle ısrar
eder ki ne halt ettiğinin farkına varmaz. ve gerçekte her kim ki, Allah ona bir
nur takdir etmemiştir artık onun için nur yoktur. Onun için körler görmez,
sağırlar işitmez, vicdansızlar duymaz, kâfirler hakkı kabul etmez. Yoksa:
Meâl-i Şerifi
41- Görmez misin ki, göklerde ve yerde
bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini?
Her biri kendi tesbihini ve duâsını bilmiştir. Allah, onların yapmakta
olduklarını hakkıyla bilir.
42- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş
de ancak O'nadır.
43- Görmez misin ki Allah bulutları (dilediği
yere) sürüklüyor; sonra onları biraraya getirip üstüste yığıyor. İşte
görüyorsun ki bunlar arasında yağmur çıkıyor. O, gökten, sanki oradaki
dağlardan da dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de
onu uzak tutar; bu bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı nerdeyse gözleri alır!
44- Allah gece ile gündüzü evirip çeviriyor.
Şüphesiz bunda (hakikatı gören) gözlere sahip olanlar için mutlak bir ibret
vardır.
45- Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte
bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki yağı üstünde yürür, kimi dört
ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yapar; çünkü Allah her şeye kâdirdir.
46- Andolsun biz (her şeyi) apaçık bildiren
âyetler indirdik. Allah dilediğini doğru yola iletir.
47-49- Ve onlar mümin değillerdir. Yani iman
laftan ibaret değildir. Yalnız dilden Allah'a ve Resulüne iman ettim, demekle
hakikaten mümin, müslüman olunuvermez. Onunla beraber samimi, kalpten inanmalı,
sadakatle sebat etmeli ve hareket ve davranışlarıyla bu imanını ispatlamalı ve
desteklemelidir. Bunu ispat edecek delillerden birisi de hakkına razı olmak ve
bir ihtilaf halinde Allah ve Resulünün hükmüne davet edildiği zaman kabul ve
itaat etmek, boyun eğmektir. Halbuki Allah ve Resulüne iman ettik müslümanız,
diyenler içinde öyleleri vardır ki, imanı yalnız dilindedir. Bunlar mümin
değil, münafıktır. Haklarına razı olmazlar, birkısmı sözünde durmaz,
dönüverirler.
Bir kısmı da sözden dönmese bile herhangi bir
anlaşmazlıkta Allah ve Resulünün hükmüne davet edildikleri zaman yüz çevirir,
kaçınır. Ve eğer hak kendilerinin olursa; aleyhlerine değil, lehlerine ise ona
-yani Resulullah'ın hükmüne- gönülden bağlanarak ve güvenerek gelirler. Zira
Resulullah'ın hüküm ve idaresinin hakkaniyetinde şüphe etmezler. Nitekim Bişr
adındaki bir münafık, bir yahudi ile bir arazi hakkında anlaşmazlığa düşmüşlerdi.
Münafık haksızdı; onun için yahudi onu Resulullah'a mahkemeye gidelim diye
Allah'ın hükmüne davet etti, çünkü onun haksızlığa meydan vermeyeceğini
biliyordu. Münafık ise yahudilerin hahambaşı Kâ'b b. Eşref'e gidelim dedi,
çünkü hakka razı olmuyor, dalavere ile haksız bir hüküm alacağını ümit
ediyordu.
50-Rivayet edildiğine göre bu âyetlerin nüzul
sebebi bu oldu. Ki son zamanlarda İslâm topluluğunu bozmaya çalışan da böyle
nifakların ortaya çıkmasıdır. Bu neden oluyor? Kalplerinde bir hastalık mı var?
Küfür ve zulme meyleden psikolojik, bir hastalık, bir vicdan bozukluğu mu var?
Yoksa Allah ve Resulünün onlara yazık edeceğinden şüphe ediyorlar veya
korkuyorlar mı? Hayır, ne öyle bir şüpheleri var, ne de korkuları. Allah ve
Resulünün hükmü, yalnız hak ve adalettir ve öyle olduğunu bilirler, fakat asıl
zalimler kendileridir! Haklara tecavüz etmek isteyen haksızlardır. Bundan
dolayı kaçınmalarının sebebi birinci kısımdır, yani kalplerinde hastalık,
vicdanlarındaki bozukluktur ki bu da hidayete erememezliktendir.
51- Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve
Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak işittik ve itaat ettik,
demekti. Yani dinledik ve itaat ettik, başüstüne diye hemen davete icabet
etmekti. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Murada erenlerdir.
52- Her kim Allah'a ve Resulüne itaat eder,
yani yalnız mahkeme işinde değil, her konuda Allah'ın kitabına ve Resulünün
sünnetine tabi olur, ve Allah'tan korkarsa işte asıl bunlar kurtuluşa
erenlerdir. Üstünlüğe erecek, kurtuluş meydanında hedeflenen gayeye ulaşacak,
ebedî saadetin en son noktasına varacak olanlardır.
53-Fakat o münafıklar, o kalpleri bozuk
haksızlar, böyle itaat etmedikten başka bir de en ağır yeminleriyle Allah'a
yemin ettiler. Yeminin en ağırı Allah'a yemindir. Eğer sen kesin olarak
emredersen çıkarlarmış, evlerinden ve yurtlarından çıkıp giderlermiş, güya o
derece itaatkarmışlar kasem, yemin etmeyiniz, de maruf, belli bir taat, yani
itaatiniz belli, ne şekilde olduğu bilinmekte, bundan dolayı yalan yere yemin
etmeyiniz. Yahut sizden istenilen öyle yalan yere yemin ile münafıkça bir itaat
değil, zulme, kötülüğe itaat değil, adalet dairesinde samimî bir itaattir.
Şüphe yok ki Allah, her ne yapıyorsanız haberdardır, bütün gizliliklerinize
vakıftır. Öyle ise O'na karşı yalandan, hilekarlıktan, itaatsizlikten
sakınınız.
54-Ey Hak Peygamber! De ki: Allah'a itaat
ediniz, Resule de itaat ediniz. Yani Peygambere itaat da özellikle Allah
emridir, ona itaat edilmedikçe Allah'a itaat edilmiş olunmaz. Şu halde Allah'ın
kitabına yapışmak bir görev olduğu gibi, peygamberin sünnetine yapışmak da
özellikle bir görev, bir vecîbedir. Eğer yüz çevirir, yani o haksızlar yine
aldırmazlarsa artık onun üzerine düşen, ancak kendisine yüklenendir. Yani
Peygambere ait olan görev, ancak ona yükletilen tebliğ yüküdür. Sizin
sorumluluğunuz da size yüklenendir ki, itaat görevidir. Burada tahmil, yani
yüklenme denilmesi, itaatsizler ne kadar çoğalırsa, Peygamberin ve müminlerin
görevinin de o kadar zorlaştığına işarettir. Ve eğer siz ona itaat ederseniz, yani
Peygambere itaat eder de yüklenilen görevinizi yaparsanız, hidayete, doğru yola
erersiniz, hakka kavuşursunuz. Resulün vazifesi de ancak açık açık duyurmaktır.
Açık tebliğdir ki o, onu yerine getirdi, size de itaat görevi kaldı.
Şimdi müslümanlar, bu açık tebliğ ile şu ilahî
müjdeye dikkat etmelidir ki çok önemlidir:
Meâl-i Şerifi
55- Allah, sizlerden iman edip iyi
davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı
gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip
seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve
geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağnı
vaad etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler. Hiçbir şeyi bana eş tutmazlar.
Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkarlardır.
56- Hem namazı kılın, zekatı verin ve
peygambere itaat edin ki rahmete eresiniz.
57- İnkâr edenlerin, yeryüzünde (Allah'ı) aciz
bırakacaklarını sanmayasın! Onların varacağı yer cehennemdir. Ne kötü varış
yeridir orası!
55-57-Cenab-ı Hakk'a ait aydınlatma ile taatin
vacip olduğunu, bir görev bulunduğunu tesbit eden duyurma ve O'na ait müjde ve
sakındırma ile öğüt verip yol gösterdikten sonra, yine yukardaki hükümlerin
tamamlanması için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
58- Ey iman edenler! Ellerinizin altında
bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz erginlik çağına girmemiş
olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından
sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar mahrem
halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında ne sizin için, ne de
onlar için bir mahzur yoktur. (Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz.) İşte
Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
59- Sizden olan çocuklarınız erginlik çağına
girdiklerinde, kendilerinden öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi, onlar
da izin istesinler. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
60- Bir nikah ümidi kalmayan, çocuktan
kesilmiş yaşlı kadınların ise, zinetlerini (yabancı erkeklere) göstermeksizin
dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Yine de iffetli
olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.
61- A'maya güçlük yoktur; topala güçlük
yoktur; hastaya da güçlük yoktur. Sizin için de gerek kendi evlerinizden,
gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek
kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın
evlerinden halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin
evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuz yerlerden, yahut dostlarınızın
evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde
de bir güçlük ve günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından mübarek
ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selam verin. İşte
Allah düşünüp anlayasınız diye size âyetlerini böyle açıklar.
58- Gerek erkek, gerek kadın bütün müminler!
Elleriniz altında bulunanlar ve sizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar
odanıza girmek için izninizi istesinler, yani onlara böyle öğretiniz ve
emrediniz. Yukardaki "istiynâs" yani geldiğini farkettirme emri hür
ve erginlik çağına erenler hakkında idi. Buradaki izin isteme ise el altındaki
köle ve cariyelerle, henüz erginliğe ermiş olmayan hür çocuklar, yani sabîler
hakkındadır. Bir de bunların ki her defasında değil üç kere, yani üç vakitteki
birincisi sabah namazından önce, çünkü yataktan kalkıp giyinmek zamanıdır.
İkincisi ve öğle sıcağında elbisenizi soyunduğunuz sırada ki kaylûle, yani
gündüz uykusu vakti, üçüncüsü ve yatsı namazından sonra, yatmak için
soyunulduğu zamandır ki, sizin için üç avret vaktidir. Örtünmenizin ihlal
edilmiş olduğu, eksikli bulunduğunuz üç gedik vaktinizdir. Herkes için olmasa
bile genel olarak böyledir. Bu ihtar, izin istemenin sebebini açıklar. Bundan
dolayı izin istemelidir. Peki amma, niçin her zaman izin istemesinler, çünkü
üzerinize çok dolaşırlar birbirinizin üstündesinizdir, bu yüzden her zaman izin
istemede zorluk olur "Allah size âyetlerini böylece açıklar."
59- sizden olan çocuklar da erginlik çağına
girdiklerinde -ki asıl delili ihtilam olmalarıdır. Yaşının da en azı kızda
dokuz, oğlanda on iki, normali ve görüleni ondört, onbeş en sonu ise onyedi,
onsekiz yaşlardır- izin istesinler nitekim kendilerinden öncekilerin izin
istedikleri gibi, yani kendilerinden önde bulunan siz büyüklerinin onların
odalarına girmek için geçen "Ey iman edenler! Kendi evinizden başka
evlere, geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermeden girmeyin" (Nur,
24/27) âyeti gereğince her zaman geldiğini farkettirip selam vererek izin
istemeniz gerekli olduğu gibi onlar da yalnız üç vakitte değil, her zaman yanınıza
gireceklerinde izin istesinler. "Allah size âyetlerini böyle
açıklıyor." Bu iki âyette bu hatırlatmanın tekrar edilmesi, izin isteme
emrini tam bir açıklıkla tekiddir. Zira yabancı büyüklerde çekinme hissi,
bunlarda da müsamaha şüphesi galip olduğundan burada o şüpheyi kesmek için
emir, açıklanmış ve tekrar edilmiştir. Esefle görülmekte ve bilinmektedir ki,
bu noktada yanlışlık ve gaflet çoktur.
60- Ve oturmuş, çocuktan kesilmiş yaşlı
kadınlar ki bir nikah ümidi beslemezler zinetlerini göstermeksizin üst
örtülerini bırakmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Yani hayız ve nifastan
kesilmiş kadınlar yukarıda geçen "Baş örtülerini yakalarının üzerine
(kadar) örtsünler, zinetlerini teşhir etmesinler" (Nûr, 24/31) emri
gereğince gizlemeleri gereken zinetlerden hiçbirini göstermemek şartıyla
üzerlerindeki çarşaf, ferâce gibi dış elbiselerini bırakıp yalnız baş örtüsüyle
çıksalar bir sakınca yoktur, günah olmaz. Fakat kadının kendisini süsleyip
sokağa çıkması gençler için günah olduğu gibi ihtiyarlar için de günahtır.
Süslenmeleri günah değil, süsle yabancı erkeklere çıkmaları günahtır. İhtiyar
kadınlar süslenir mi, dememeli. Ne yaşlı kadınlar vardır ki, gençlerden daha
çok güzel görünmeye özenirler.
Bununla beraber iffetli olmaları kendileri
için daha hayırlıdır. Yani süslü olmadıkları halde de iffet ölçülerine uymaları
ve gençler gibi sakınmaları, üst örtülerini bırakmamaları haklarında daha
hayırlıdır. Çünkü töhmetten daha uzaktır. Ve Allah işitendir, gizlide, açıkta
ne söylediklerini işitir. Bilendir. Maksatlarını da bilir, sonunda ona göre
cezalarını verir. Bundan dolayı müslümanız diyen zamane kadınları bu âyetleri
dinlesinler de düşünsünler.
61- "Mallarınızı aranızda haksız
sebeblerle yemeyin" (Bakara, 2/188) âyeti indirildikten sonra kör, topal,
hasta, özürlü, fakir müslümanlar, sağlam kimseler tiksinirler ve rızaları olmaz
diye beraber yemek yemekten sakınır veya bir kimse bunları kendi evinden başka
akraba ve sevdiklerinden birinin evine yemeğe götürecek olsa, belki
hoşlanmazlar diye çekinir olmuşlardı. Bir de muharebeye gidenler, öyle savaş
gazisi yaralıları ve zayıf fakir kimseleri evlerine bırakırlar ve anahtarlarını
teslim edip içlerindeki yiyeceklerden yemelerine izin verir giderlerdi. Fakat
onlar bulunmadıkları için izinleri gönül rızası ile olmaz diye korkarlar,
gereğinden fazla sakınırlardı. Bir de bazı kimseler, kendi evlerinden
başkasında yemek yemekten çekinir, bazı müminler de ayrı yemekten sakınır, ne
olursa olsun misafirle beraber yemek isterdi; hatta misafir bulunmazsa bütün
gün bekleyen kimseler olurdu. "A'maya zorluk yoktur..." âyeti de bu
sebeple ve bu durumlara açıklık getirmek üzere indirilmiştir...
Meâl-i Şerifi
62- Müminler ancak, Allah'a ve Resülüne
gönülden inanmış kimselerdir. Onlar o Peygamber ile birlikte sosyal bir işle
meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resulüm!) Şu senden izin
isteyenler, hakikaten Allah'a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise,
bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin
ver; onlar için Allah'tan bağış dile; çünkü Allah mağfiret edicidir,
merhametlidir.
63- (Ey müminler!) Peygamberin davetini,
aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin. İçinizden, birini siper
ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O'nun
emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok
elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.
64- Bilmiş olun ki, göklerde ve yerde ne varsa
Allah'ındır. O, sizin ne yolda, ne durumda olduğunuzu iyi bilir. Huzuruna
döndürülecekleri günde ise, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber verir.
Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
62- Müminler ancak onlardır ki, Allah'a ve
Resulüne hakikaten iman etmişlerdir. Yukarıda zikri geçenler gibi yalnız iman
ettik demekle kalmayıp samimi kalpten inanmışlardır. Ve maiyyetinde, yani
Peygamberin yanında ki, müslümanların emirinin maiyyeti de aynı hükme tabidir.
İctimaî bir işle meşgul oldukları zaman, cuma, bayram, istişare, savaş gibi toplanmayı
gerektiren ya da faydası veya zararı umumî olan bir iş üzerinde bulundukları
zaman ondan izin almadıkça gitmezler. Münafıklar gibi kaçmazlar. İşte o senden
izin isteyenler yok mu onlar Allah'a ve Resulüne iman eden kimselerdir. Bundan
dolayı bazı işleri için senden izin istediklerinde sen de onlardan dilediğin
kimseye izin ver. Yani her izin isteyene izin vermek vacib değildir. Hikmet ve
işin gereğini gözetmek lazımdır. Bir de Berâe (Tevbe) Sûresi'nde geçen
"Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli oluncaya kadar
onlara niçin izin verdin?" (Tevbe, 9/43) âyet-i kerimesi unutulmamalıdır.
İzin ver ve onlar için Allah'a istiğfar eyle; zira izin istemek, her ne kadar
şiddetli bir özür ile doğruluğa dayansa da, dünya işini ahiret işine takdim ve
tercih etmek gibi bir kusur töhmetinden uzak olmaz. Sen istiğfar edersen şüphe
yok ki Allah, mağfiret edicidir, merhametlidir. Bu noktada Resulullah'a
hitaptan ümmetine hitaba iltifatla buyuruluyor ki:
63-Ey müslümanlar! Peygamberin davetini,
dusını aranızda bazınıza, bazınızın daveti, duası gibi kıyas etmeyin. Onun
davetine icabet farzdır. Duası Allah yanında hemen kabul olunur. Bundan dolayı
emirlerine son derece özenle itaat etmeli ve uymalı ve onu gücendirmekten son
derece sakınmalıdır. İçinizden birbirinizi siper ederek sıyrılmak isteyenleri
Allah biliyor. Dolayısıyla O'nun emrine aykırı davrananlar kendilerine bir
fitne isabet etmesinden, yani dünyada bir bela ve sıkıntıya çarpmaktan yahut
dünyada olmazsa ahirette kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden
sakınsınlar Burada terdîd (iki ihtimalle anlatmak) yalnız bir güzellik içindir.
Yoksa dünya belaları ile ahiret azabının bir araya getirilmesinde bir zıtlık
yoktur. Aslında Peygamberin emri ve gidişatına uyan müslümanların nasıl yükseldiklerine
tarih şahit olduğu gibi müslümanız deyip de aksine giden kavim ve miletlerin ne
fitnelere, ne belalara, ne azablara uğramakta oldukları göz önündedir. Hemen
Cenab-ı Hak hepimizi hidayetiyle hoşnud eylesin.
64- Evet, göklerde ve yeryüzünde ne varsa hep
Allah'ındır. Kâinatın hepsi, yaratılış bakımından, sahip olma yönünden, gerek
yoktan var etme, gerek yok etme, gerek ilk yaratma, gerek yeniden iade ile
tasarruf bakımından O'nundur. Muhakkak ki o, sizin üzerinde bulunduğunuz hali
ve onların, o karşı çıkanların kendisine döndürülecekleri günü biliyor. Bundan
dolayı onlara yaptıklarını anlatacaktır. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir.
İlminden bir zerre kaçmaz, hak ile batılın tamamen ayrılacağı o furkan günü
neler olacağını anlamak için, şimdi Nur Sûresi'nden sonra Furkan Sûresi'ni
dinleyiniz:
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Nur Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.