Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Neml Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
27-NEML:
1-2- "Bunlardan ne kastettiğini Allah
daha iyi bilir." Tâsîn Sûresi mutlak bir ilâhî sırdır. İşte bunlar,
işittiğin bu esrarengiz harfler sana âyetleridir, o Kur'ân'ın. O Emin Ruh ile
kalbine indirilen Kur'ân'ın ve belagatlı, apaçık bir kitabın. Kur'ân'dan bu
sûre, başlı başına apaçık bir kitaptır. Önceki sûrenin sonunda geçtiği üzere,
zalimlerin yuvarlanacağı inkılabın nasıl ve ne şekilde olacağını açık bir
şekilde anlatacaktır.
3- Bir hidayet, güzel bir yol göstericilik ve
irşad ve müjde olmak üzere o müminlere, o sana tabi olan, senin izinde giden
müminlere ki namaza devam ederler ve zekatı verirler. Demek ki bu uyarma ve
müjdeye layık olabilmek için, imandan sonra en azından bu iki özellik de
şarttır. Gerek fert ve gerekse toplum için namaz, dinin direği, zekat da
köprüsü olduğundan namazı ve zekatı yerine getirmeyenler bu müjdeyi kaybetmiş
olurlar. Bunun için Hz. Ebu Bekri's- Sıddîk bunları yerine getirmeyenlere harb
ilan etti. Ve o ahirete ancak bunlar kesinkes inanırlar. İman ettikleri gibi,
bu konuda tam mânâsıyla da muvaffak olurlar. O inkılab günü bunlar isteklerine
kavuşurlar.
4-Bu müjde niçin sadece bunlara has denilirse
çünkü ahirete iman etmeyenlerin amellerini kendilerine süslemişizdir, güzel
göstermişizdir de onların kalpleri kör olmuştur, Görmezler, duygusuzdurlar.
Onun için irşad kabul etmezler.
5- İşte bunlar, bu, ahirete inanmayan kör
kalpliler o kötü azab kendilerine aid olan kimselerdir. Kalp körlüğü, o ahirete
imansızlık aslında en büyük rûhî felaket olduğu gibi, bunlar ahiretten önce
dünyadaki inkılablarının pek kötü bir şekilde acısını da çekerler. Ahirette ise
bunlar daha çok ziyana uğrayacaklardandır.
6-Müminlerin ve kâfirlerin böylece durumları
anlatıldıktan sonra, peygamberin haline geçilerek şöyle buyuruluyor: Ve
muhakkak ki sen şüphesiz bu Kur'ân'a, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah
tarafından erdiriliyorsun. Sözlerini Emin Ruh aracılığı ile indiriyor ise de,
ondaki gizli ilâhî bilgiler, hikmetler ve ilâhî sırları sana aldıran ve anlatan
doğrudan doğruya yüce Allah'tır. Bunun bir örneğini anlatmak için önceki sûrede
Musa olayında geçen "Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamberlerden
kıldı" (Şuarâ, 26/21) âyetinin mânâsı açıklanarak buyuruluyor ki:
7- Hani bir vakit Musa, ailesine demişti;
ailesiyle Medyen'den çıkıp giderken Tuvâ vâdisinde soğuk ve karanlık bir gecede
yolu şaşırmış, çakmak çakmış ve fakat taşı çakmamış, böyle her imkanın
kesildiği tam bir çaresizlik anında Tûr yönünden kendisine bir ateş görünmüştü,
o vakit demişti ki, ben gerçekten bir ateş hissettim. Herhalde size ondan bir
haber getirecceğim, yahut bir kor ateş parçası alıp geleceğim, belki bir ocak
yakar ısınırsınız. Demek ki, bütün ihtiyaç bu ikinin birinde toplanıyordu:
Yoldan bir haber almak veya bir ocak yakmak. Haber ahirete ait, ocak yakıp
ısınmak dünyaya ait bir gaye olduğu için olmalı ki, haber getirmeyi önce
söylemiştir.
8-Dikkat edilirse bu veciz ifadeden tefsir ve
açıklamaya sığmayacak pek derin ilhamlar duyulur. Sana, demeyip size, demesi
ailesinden yalnız bir kişi kastedilmediğini anlatır. Bu his üzerine ne zaman ki
o ateşe vardı seslenildi ki haberin olsun mübarek kılındı bu ateşteki kimse ve
çevresindeki. Yani bu ateşin bulunduğu yer "O mübarek yerdeki vadinin sağ
kıyısından (oradaki) ağaç tarafından..." (Kasas, 28/30) ifadesine göre
mübarek bir yerdir. Bu yerde bulunan ve bu ateşin etrafında dolaşan kimseler
berekete nail olmuşlardır. Bu bakımdan sen de bu ateşe geldin mübarek oldun.
Kadı Beydâvî gibi müfessirlerin kabul ettikleri bu tefsire göre bu ateşi
hisseden yalnız Musa değildir. "Bu ateşteki ve etrafındaki kimseler"
geneldir. Musa bu topluluğun bir ferdi olduğundan mübarek kılınmıştır. Fakat
bazı müfessirlerin bu ateşe gelen Musa olduğundan "Ateşteki kimse"
Musa'dır, demişlerdir. (Kasas, 28/29. âyetin tefsirine de bkz.) Âlemlerin Rabbi
olan Allah eksikliklerden münezzehtir. Nidanın tamamlanmasından olan bu tesbih
ve tenzih olayın büyüklüğüne hayret ettirmekle beraber, benzetme yanılgısına
düşürmemek içindir.
9- Ya Musa, gerçekte O; nida eden benim, yani
mutlak galip ve hikmet sahibi olan Allah.
10- Hem asânı bırak; yani burada bulunan başka
bir şeye dayanmamalıdır. "Nûn" harfinin şeddesi ile "cânn"
hafif ve süratli yılan, yani bırakınca o asâyı sanki çevik bir yılanmış gibi
kıvrılıyor gördü, görünce arkasını dönerek kaçtı ve geri bakmadı, korktu. Ya
Musa korkma! Zira Resul olanlar benim huzurumda korkmaz, yani ben şimdi sana
peygamberlik veriyorum, peygamber gönderilmek üzere vahiy ve direktif
alıyorsun. Peygamberlere böyle vahyedildiği sırada korkmak yaraşmaz, ruhları
tamamen melekler âlemine çekilmiş ve yüce Rabb'ın huzurunda buyrukları almaya
dalarlar da, ondan korku hatırlarına bile gelmez.
Gerçi "Kullar içinde ancak âlimler,
Allah'tan (gereği gibi) korkar" (Fâtır, 35/28) buyurulduğu ve
peygamberlerin ise bilginlerin en bilgini olduğu için, onlarda Allah korkusu
herkesten fazladır. Fakat Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacakları gibi,
huzurda bulundukları buluşma yerinde bütün korku hissi dahi, Allah'tan başka
her şey gibi silinip yalnız kavuşma zevki kalır.
11- Fakat zulmeden başka, ufak veya büyük
günah yapmış olan huzurda bulunmaktan korkar, çünkü sorumluluğu var. Zulmedip
sonra kötülüğün arkasından bir güzelliğe değiştirmiş (tevbe etmiş) olan da
bilsin ki ben çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim. Yani sen de bir günah
işledim diye korkuyorsan, korkma, bağışlandın!
12-14- Bir de elini koynuna sok.
CEYB: Aslında yakanın göğüs üzerindeki açık
yeri demektir. Bizim "ceb" diye kullandığımıza dahi denilirse de
tevil edilmiştir. Çıksın bembeyaz olarak, fakat kusursuz, yani beyazlanması bir
hastalık ve bela neticesi değil yalnız bir âyet, bir mucize olmak üzere. Dokuz
âyet, yani dokuz mucize arasında Firavun'a ve kavmine karşı, dokuz mucize: Âsa,
Beyaz el, Sina dağı, Tûfan, Çekirge, Haşarat, Kurbağa, Kan, Felk, yani denizin
yarılmasıdır. (A'râf, 7/107, 108, 133. âyetler ile diğer ilgili âyetlerin
tefsirine bkz.) Sonra bak o bozguncuların sonu nice oldu? Yukarıda geçtiği ve
Kasas Sûresi'nde geleceği üzere batırıldılar, lanetlenmiş oldular. İşte bu
bozguncu zalimlerin uğradıkları kötü sonuç, bugünkü zalimlerin uğrayacağı
akıbet için de örnek bir derstir. Zira Musa'ya öyle bir ateş hissettirerek her
şeyden geçirip o sözünü söyleyen ve o mucizelerle peygamberlik verip Firavun ve
kavmine gönderen o mutlak galip ve hikmet sahibi, âlemlerin Rabbi yüce Allah'ın
ilâhî sırlarından veriliyor bu Kur'ân. Bu ilâhî sırlara ait ilim ve hikmetten
diğer bir misal ile müminlere olan müjdelerden bir örnek de şudur:
Meâl-i Şerifi
15- Andolsun ki biz, Davud'a ve Süleyman'a bir
ilim verdik. Onlar: "Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a
hamd olsun" dediler.
16- Süleyman Davud'a varis olup dedi ki:
"Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi.
Doğrusu bu apaçık bir lütuftur."
17- Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan
müteşekkil orduları Süleyman'ın hizmetinde toplandı, hepsi bir arada (onun
tarafından) düzenli olarak sevkediliyordu.
18- Nihayet karınca vâdisine geldikleri zaman,
bir karınca: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu
farkına varmadan sizi ezmesin!" dedi.
19- (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi
ki: "Ey Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut
olacağın iyi iş yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına
kat."
20- (Süleyman) Kuşları gözden geçirdikten
sonra şöyle dedi: "Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı
karıştı?"
21- "Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık
bir delil getirecek, ya da onu şiddetli bir azaba uğratacağım, yahut
boğazlıyacağım!"
22- Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: "Ben,
dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru (ve önemli)
bir haber getirdim.
23- "Gerçekten, onlara (Sebelilere)
hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkan verilmiş ve büyük bir tahta sahip
olan bir kadınla karşılaştım."
24- "Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp
güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü
göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidayete
giremiyorlar."
25- "Göklerde ve yerde gizleneni açığa
çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmezler."
26- "(Halbuki) O büyük Arş'ın sahibi olan
Allah'tan başka tapılacak yoktur."
27- (Süleyman Hüdhüd'e) dedi ki: "Doğru
mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız."
28- "Şu mektubumu götür, onu kendilerine
ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak."
29- (Süleyman'ın mektubunu alan Sebe
melikesi): "Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı"
dedi.
30- "Mektup Süleyman'dandır, Rahmân ve
Rahîm Allah'ın adıyla (başlamakta)dır. "
31- "Bana karşı baş kaldırmayın,
teslimiyet göstererek bana gelin diye (yazmaktadır)."
15- Kur'ân'ın, her şeyi bilen ve hikmet sahibi
Allah tarafından verildiğini açıklamak için bildirilen ikinci kıssa olup
bozguncuların zulüm ve inkâr ile uğradıkları kötü sonuçlarına karşılık, iyilerin
ilim ve erdemlikle erdikleri olağanüstü başarılara misal ve peygamberlerin
mucizesi yanında velilerin kerametine bir numune gösteriyor. İçindeki şaşılacak
şeylerin gerçekliğine özen göstermek için de özellikle and ile başlanmıştır.
Yani ilâhî yüceliğime and olsun ki, Davud ve Süleyman'a bir ilim verdik .
"Allah, ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona
öğretti." (Bakara, 2/251) ifadesine göre, hükümet ve hükümdarlık ile
bilinen ve seçilen Davud ve Süleyman (a.s)a verilen ilâhî nimetlerden öncelikle
ve yalnız ilmin ifade olunması, ilmin yüceliği ve öneminin hepsinden yüksek
olmasındandır. "İlmen" diye nekre (belirsiz) ifade edilmesi bunun
olağanüstü bir ilim olduğuna işaret etmek içindir. Şehristânî'nin "Milel
ve Nihâl" isimli eserinde açıkladığı üzere, tarihin bildirdiğine göre
Anadoluda ve Yunanlılarda Felsefenin ortaya çıkışı Süleyman (a.s) zamanında
parlayan ilim ve hikmetin tesirinden olmuştur.
İkisi de dediler: Bizi mümin kullarının
birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun. Yani mülk ve devletle değil,
üstünlük nimeti ile duygulanarak nimeti ifade ettiler ve ulaştıkları üstünlük
nimetini, hükümet ve devleti Allah'tan bildiler ve bundan dolayı övgü ve saygı
ile hamd ve senanın ancak onu veren Allah'ın hakkı ve hükmetme ve hükümdarlığın
özellikle O'na ait olduğunu bilerek hareket ve şükrünü yerine getirmeye gayret
ettiler. Bu da onlara verilen ilmin alâmetlerinden biri oluyordu. Firavun
idaresine karşı iyilik ve fazilet sahibi bir idarenin ruhunu gösteren bu
kelimesinin derin zevkini duyabilenler ne kadar mutludurlar. Yüce Allah, o
zalim, inkârcı, mağrur, bozguncu Firavun idaresini batırdıktan sonra, Davud ve
Süleyman'a verdiği ilim ile bu şekilde Allah'ı bilip hamd eden bir faziletli
idare yetiştirmişti.
16- Hem Süleyman, Davud'a varis oldu, onun
yerine geçti. "Peygamberler altın ve gümüş miras bırakmadılar, ancak ilim
miras bıraktılar" hadis-i şerifine göre bu miras mal mirası değil,
"Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında
hak ve adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma" (Sâd, 38/26) buyurulduğu
üzere, insanlar arasında hak ve adaletle hüküm yürütmek için yerine geçmek,
yani bahsedilen ilim ve iyilikte, peygamberlik, hakimiyet ve siyasette yerini
tutmaktır ki, bu yere Hz. Davud'un ondokuz oğlundan Süleyman (a.s) geçti. Ve,
Allah'ın nimetini açıkça ifade ve bunu yaymakla kendilerine verilen mucizeleri
kabul ve tasdik için halkı davet etmek üzere Ey insanlar! dedi. Bize mantık-ı
tayr öğretildi, mantıkuttayr, yani kuş dili öğretildi.
MANTIK: Aslında konuşma demektir. Bununla
beraber konuşmanın çıkış yeri olan ruhî kuvvet mânâsında da terim olarak
kullanılmıştır.
Bilinen nutk (konuşma) ise gönülde gizli olanı
anlatmak için seslenilen ve çoğunluğu dil ile çıkarıldığından dil, lisan veya
lügat da denilen tekil veya mürekkeb (bileşik) söz ve kelimelerdir. Ve
"Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara, 2/31) âyetinin
bildirdiğine göre insana has bir özelliktir. Konuşmada aklî deliller veya
olağan deliller bulunabilirse de asıl olan kullanılışı itibariyle bir mânâya
delalet etmesidir. (Konventionel)
Onun için konuluş itibariyle delaleti
bulunmayan, bir mânâ ifade etmeyen bir sesle tabiî ve aklî bir ilgi ile bir
mânâ ifade edilecek olursa, ona gerçek mânâda konuşma denmez. Demek ki,
konuşmanın hakikatinde biri cins, diğeri de fasıl (tür) olmak üzere iki açık
özellik vardır. Biri söz (isterse düşünce halinde olsun), biri konuluş
itibarıyla bir mânâ ifade etmesidir. Bundan dolayı bu ikiden yalnız birisi
düşünülerek teşbih veya mecaz olarak konuşma denildiği de çoktur. Mesela,
hiçbir ses çıkarılmaksızın yazı veya başka şeyler gibi özel işaretler koyarak
bir şey anlatmak, gizli bir konuşmanın ifadesi olmak üzere mecaz olarak konuşma
sayıldığı gibi. "Bu bizim kitabımızdır, sizin hakkınızda gerçeği
söylüyor" (Casiye, 45/29) âyeti buna delildir. Konuluş itibariyle bir
delaleti bulunmayan herhangi bir sesle seslenişe de; aklî ve doğal bir işareti
bulunmak veya mutlak sessizliğin tersi bir ses olmak yönünden teşbih veya
şekilde benzeme yoluyla konuşma denildiği de malumdur. Mesela güvercinin
ötmesine udun çalmasına denilmiştir.
Şu halde konuşma denilen kavramda en önemli
taraf, bir mânâ ifade etmesi olduğundan, mânâsız olan sözler bir yana atılıp
delaletin konulmuş olması kaydından vazgeçilir de, gerek konuluş itibariyle,
gerek aklî ve gerek doğal herhangi bir işaretle bir mânâ ifade edebilen sesler
düşünülürse konuşmanın insana has olmayan bir anlamı elde edilmiş olur ki, işte
mantıkuttayr, kuş dilinde de düşünülecek mânâ budur. Bu sebepten kuşun çeşitli
duyguları arasındaki münasebetleri idare eden özel duygu ve kabiliyeti, kuş
dili ve duygularını ortaya koymak için çıkardığı sesler de kuş dili demek olur.
Mesela horozun yem aramak için deşinmesinde
bir mantık vardır. Yemi bulduğu zaman "dık dık" diye tavukları
çağırması da bir konuşma, bir dil demektir. Gerek kuşların, gerek diğer
hayvanların böyle sesleriyle bir diğerine bir şeyler anlattıklarında şüphe
yoktur. Fakat bu mânâda kuş dilini bir dereceye kadar herkesin anlayabileceğine
göre, Hz. Süleyman'ın mucizesinde daha derin bir mânâ anlaşılması gerekmez mi,
diye bir soru hatıra gelir. Bundan dolayı, adı geçen peygambere mucize olarak
kuşlar, ileride geleceği üzere Hüdhüd'ün söylediği gibi gerçekten tam bir söz
söylediler, demişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber'e ağaçlar, taşlar söylemişti;
fakat bu mânâya göre de Süleyman (a.s)a kuş dili değil, kuşa insan dili
bildirilmiş olur. Halbuki "Bize kuş dili öğretildi." buyurulmuştur.
Bu sebepten önemli olan husus, kuşun söylemesinden çok, Süleyman (a.s)'ın
anlamasında ve anlayışının derinliğindedir. Hem de Kur'ân'ın ifadesine göre bu
anlayış, sadece kuşun dilinde, lügatında değil mantığındadır. O yalnız kuşların
sesleri veya hareketleri ile ifade ettikleri hislerini anlamakla kalmıyor, o
hisleri idare eden ana mantığı, işin gizli ilâhî sırlarını biliyordu. Böylece
onların şakımalarındaki yüce Allah'ı tesbih ve tazimlerini anladığı gibi,
onları idaresi altına alarak kendine has teşkilatıyla ordusunda hizmette de
kullanıyordu.
Eşyanın parçalarına ilişkin duyumlar,
mantık'ın gerekli prensiplerinden olduğu için, duyguların ilmî görüşlerle
erişilemeyen zorunlu bir mantığı vardır. Zihinde parçaları birleştiren bir
şekillenmenin meydana gelmesi için cüzden cüze, parçadan parçaya intikal, yani
(temsil) bu mantıkla başlar. İdare ve siyaset adamlarının değişik değişik
işlere ait görüşlerde isabet edebilmeleri bu mantığın yaratılışlarındaki
kuvvetiyle orantılı olur. Kuşların, umumî söz ve lafızlar ortaya koyabilecek
birleştirici bir şekillendirme gücüne sahip olduklarını bilmiyorsak da
duygularının yüksekliği bilinmektedir. Kuşun aslı, yüksek bir duyguyla uçmak
özelliğini ortaya çıkaran bir hayat anlayışındadır. Bunun için
"mantıkuttayr" dersinden bizim zihnimize hemen gelen mânâ, kuşların
duygularındaki ilişkileri sezecek kadar derin ve uzaklardaki parçalara
girebilecek kadar yüksek bir his ve anlayış ile beraber, aynı zamanda kuşların
tabiatı olan uçma ilminin dahi öğretilmiş olmasıdır.
Gerçekte "Süleyman'a sabah gidişi bir
aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe olan rüzgarı verdik."
(Sebe, 34/12) ve "(Sülayman'a) istediği yere onun emriyle kolayca giden
rüzgarı emrine verdik." (Sâd, 38/36) buyurulduğu üzere havanın Süleyman
(a.s) emrine verilmiş olması, bu ilimle ilgili olduğu gibi; göz açıp
kapayıncaya kadar kısa, bir anda bir tahtın getirilivermesi maddesindeki
"Kitaptan bir ilmin" (27/40) de bu ilim olması gerekir. Netice
olarak, mantık-ı tayrda, kuş dilinden başka bir mânâ vardır. "Yani
mantıktır, kuş dili değildir" diyen Keşfü'l-Esrar sahibi ile beraber biz
de buna meşhur olduğu üzre, yalnız "kuş dili" demeyi yeterli görmeyip
Kur'ân'ın lafzını koruyarak "kuş mantığı" demeyi uygun buluyoruz.
Süleyman "Bize kuş mantığı
öğretildi" demekle peygamberliğini anlatmış olduğu gibi, mülkünü anlatarak
da şöyle demiştir. Ve bize her şeyden verildi; her şey değil her şeyden.
Müfessirler bu deyimin çokluktan kinaye olduğunu söylüyorlar; bununla devlette,
servetin önemine işaret edilmiştir. Şüphesiz ki bu, zikredilmiş olan ve
öğretilen ilim ile verilen servet doğrusu apaçık bir lütuftur. Yüce Allah'ın
hamd ve senaya layık olan ve mümin kullarından birçoğuna bile verilmemiş
bulunan apaçık ihsanı ve lütfudur ki, bunun gerçek mânâda şükrünü yerine
getirmek için, Allah'ın kullarını bu nimetten faydalanmaya çağırmak ayrıca bir
vazifedir.
17-18- HAŞIR: Aslında halkı kendi yerlerinden
çıkararak umumî bir topluluk şeklinde bir yere toplamaktır. Bunun için çokluk
ve yığılma ifade eder. Bununla beraber mutlaka toplamak mânâsına da gelir. Bu
surette barış zamanındaki hali de ifade edebilirse de asker toplamanın
seferberliği ifade etmesi daha açıktır. Sözün gidişi de bunu anlatıyor.
Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan askerleri toplanmıştı (En'âm Sûresi'ndeki
"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman
kıldık." 6/112 âyetinin tefsirine bkz.) da hepsi bir arada (onun
tarafından) düzenli olarak sevkediliyorlardı hatta karınca vâdisi üzerine
vardıklarında, "hatta" ibtidaiyyedir, yani bu sözün başladığını
göstermekle beraber, aynı zamanda onun önceki söze bir nihayet olduğunu da
gösterir. "Bir hayli gittiler, hatta karınca vâdisi üzerine vardılar"
demek olur. "Üzerine" denilmesi de inmek üzere yüksekten geldiğine
işaret eder. Karınca Vâdisi Şam'da veya Tâif'te veya Yemen'de karıncası çok bir
derenin adı olduğu söyleniyor. Bununla beraber, karınca vâdisi, karınca alanı
gibi, küçük bir hayvanlar âlemini akla getiriyor. Karınca, küçük hayvanlardan
mesel olageldiği gibi, kanatlı cinsi de bulunduğundan uçanlar kısmına da girer.
Ve burada bu sebeple zikredildiği söylenmiştir. Bundan dolayı "hattâ"
kelimesi, kuş mantığını bilmenin de bir gayerini ifade etmiş oluyor. Karıncalar
birçok hayvan meraklıları tarafından incelenmiş ve birçok ilginç hikayeler
anlatılmıştır. Topluluk halinde yaşadıkları herkes tarafından bilindiği gibi
güçleri ve çalışmaları da bilinmektedir. Komuta ile hareket ettikleri ve
birbirlerine tebliğat yaptıkları ve postacıları ve kontrolörleri bulunduğu
kaydedilmiştir. Nasıl söylediklerini bilmesek de, herhalde bir şeyler
anlattıklarını biliyoruz.
Burada şunu kaydedelim; karıncaları araştıran
bir uzman, yuvalarının önüne bir şeker koyuyor, birkısmı bunu haber alıp yemeye
başlıyorlar. Derken şekerin üzerine biraz rakı döküyor; birkısmı kaçıyor,
birkısmı yiyor, sarhoş oluyor. Kaçanlara da, yiyenlere de başka renkte boya ile
işaret ediyor; kaçanlar yuvaya haber veriyorlar, bir müddet sonra kalabalıkla
gelip sarhoş olanları öldürüyorlar. Bir karınca dedi ki, hem denildiğine göre,
dişi bir karınca Ey karıncalar! yuvalarınıza girin, yerlerinize çekilin yoldan
Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin. Yani bile bile bir karıncayı
sebepsiz öldürmezler, ama farkında olmadan kırar geçirirler. Onun için
yerlerinize çekilin de kendinizi kırdırmaya sebep olmayın, diye edeb ve incelik
içerisinde bilgiç bir tavırla arkadaşlarını korudu ki, burada ince bir karınca
siyaseti vardır. Fahreddin Razî der ki; bazı kitaplarda gördüğüme göre, o
karıncanın diğerlerine içeri girmelerini emretmesi şunun içindir ki, kavmi,
Süleyman (a.s.) 'ın büyüklüğünü görürler de yüce Allah'ın kendilerine olan
nimeti hakkında inkâra düşerler, diye korktu. "Sakının sizi
kırmasınlar" demekten kasdı bu idi, yani morallerinin kırılması idi. Bu
şekilde dünyalığa dalmış kimselerle oturup kalkmanın sakıncalı olduğuna bir
uyarı vardır.
19- Bunun üzerine onun sözünden gülerek
tebessüm etti. Karıncanın kavmi hakkındaki tedbir ve siyaseti ve kendi askeri
hakkındaki bakışının güzelliği hoşuna gitti. Ve herhalde bir karıncanın bunları
övgü yerinde bile bile değil, istemeyerek yapabilirler diye bir özür olarak
görmesi de tuhafına geldi. Ve onun bütün bu duygularını yüce Allah'ın kendisine
bildirmesinden de sevinerek duygulandı da dedi: "Ey Rabbim! Bana ve ana
babama verdiğin nimete şükretmemi ve iyi iş yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle
beni iyi kulların arasına kat." böyle dua etti: Rabbından iki şey istedi:
Birincisi kendini nefsine bırakmayıp doğrudan doğruya idare ederek nefsine
düzen ve disiplin koymasını istedi ve bunda iki gaye gözetti. Birisi diye gerek
kendisine ve gerekse ana babasına olan geçmiş nimetlere şükür, diğeri de diye
gelecek için hoşnutluğa uygun olacak şekilde iyi hizmetler yapmaya muvaffak
olmak ki, bunun ikisi dünyada ahiret sevabının vesilesini istemek; ikincisi de
İyi kullarının içinde ilâhî rahmetine beni kat diye ahiret sevabının
kendisidir. Burada "salah"dan maksad tam bir iyiliktir ki, hiçbir
günah lekesi olmaksızın Rahmân olan Allah'ın rahmetine kavuşmaktır. Hz.
Süleyman'ın bu duası ile ortaya koyduğu kutsal ruh hali, fazilet duygularının
önderi olması gereken devlet adamlarına çok yüksek ilhamlar verecek dersleri
içinde bulundurmaktadır.
20-Öyle dedi ve ve tayrı (kuşları yahut uçar
kuvvetleri) teftiş etti. Demek ki, en küçük unsurlarına varıncaya kadar
devletin kuvvetlerini ve işlerini teftiş ve tetkik etmek devlet adamının
görevidir. Araştırdı da niye, dedi, ben hüdhüd'ü görmüyorum? Kamus tercemesinde
der ki, "Hüdhüd" harflerinin ötre okunması ile mutlaka gargara eden,
yani nağme ve ezgilerle öten kuşa denir. Ve özellikle bilinen kuşun ismidir ki
çavuş kuşu ve ibibik dedikleri kuştur. "Hedhede" den alınmadır, bunu
daha sonra açıklayacağız. Ve ona "hüdehid" dahi denir,
"ulebit" vezninde. Ve "hüdâhid" denir, "ulâbit"
vezninde ve hüdhüd, ötmesi çok olan güvercin kuşuna dahi denir.
Demek ki, Hüdhüd kelimesi, çavuş kuşunda isim,
diğerlerinde vasıf yani bir özelliktir. Müfessirler, bilinen çavuş kuşu ile
tefsir etmişlerdir. Alûsî şöyle der: Kokar kuş diye bilinir ki, kan yer,
Demirî'nin zikrettiğine göre Ebu'l-ahbar (Haberler babası), Ebu'r-rebi' (Bahar
babası) ve Ebu Sümame ve benzer künyelerle künyelenir. Bazıları "Okçuların
kanadını kırdığı hüdhüdçük gibi..." mısrasında hüdahidin, hüdhüd'ü nism-i
tasgiyri olduğunu kabul etmişlerdir. Düveybbe ve şüveybbede, düvabbe ve şüvabbe
gibi.
Kâdı Beydâvî'nin naklettiğine göre rivayet
ediliyor ki, Süleyman (a.s) Beyt-i Madis'in inşasını tamamlayınca hac için
hazırlanıp Harem-i Şerife gitti. Burada istediği kadar kaldıktan sonra Yemen'e
yöneldi. Sabahleyin Mekke'den çıkıp öğleyin San'a'ya vardı. Arazisi hoşuna
gitti, oraya kondu, fakat su bulamadı. Hüdhüd ise yol göstericisi idi, suyu iyi
bulurdu. Bunun üzerine onu aradı, bulamadı, çünkü Süleyman (a.s) indiğinde
havada bir devir yapmış, diğer bir hüdhüdün durduğunu görmüş, yanına inmişti.
İkisi anlaşmışlar, bunun üzerine onun anlattığını görmek üzere beraber uçmuş,
daha sonra ikindiyi müteakip gelip anlatmıştı. Beydâvî bunu anlattıktan sonra
"Yüce Allah'ın hayret verici kudretinde ve özel kullarına bahşettiği
hususiyetlerde belki bundan daha büyük şeyler vardır. Onları tanıyanlar kabul
ve tasdik eder, iman etmeyen münkirler de inkâr ederler" diye bir
hatırlatma ve ikaz yapmıştır. Burada uçan şeylerin bir posta veya keşif uçağı
gibi düşünülmesi de mümkündür. Uçağı görüp bilen zamanımız inkârcılarının
bunları inkâr etmesi ise büsbütün mânâsızdır.
21-22- Bir sultan-ı mübin ile, yani mazeretini
gösteren apaçık bir delil ile de dedi: Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim,
henüz varmadığın yere vardım, dolaştım, keşifte bulundum. Sence tam bilinmeyen
bilgiyi etrafıyla kavradım. Yerine getirdiği hizmetin zevkiyle neşelenen
Hüdhüd'ün bu şekilde söze başlamasında Süleyman (a.s)'a karşı Allah tarafından
bir uyarı inceliği vardır. Sana Sebe'den çok doğru (ve önemli) bir haber
getirdim, bunda devlete arz olunacak haberlerin iyi araştırılarak şüpheden uzak
olması gereğine işaret vardır.
23-SEBE': Aslında bir hanedan veya kabile ismi
olup sonradan Yemen'de evleri olan Me'rib şehrine de isim olmuştur. (Sebe'
Sûresi'ne bkz.) Ben bir kadın buldum. Beydâvî ve diğerleri de bu kadını meşhur
olan ismiyle "Belkıs binti Şerahîl" diye kaydediyor. Ebü'l-Fidâ
tarihinde "Belkıs binti Hedhad b. Şürahbil" denilmiş ve yirmi sene
meliklik ettiği zikrolunmuştur. Onlara melike bulunuyor kendisine her şeyden verilmiş
ve büyük bir tahtı vardır. Kadının servet ve saltanatını böyle büyüterek
anlatması, Süleyman (a.s) ı heyecana getirmek için oluyor.
24-27- Fakat dikkate değer husus şu ki,
Süleyman (a.s) bunlara hiç önem vermiyor ancak "Onun ve kavminin, Allah'ı
bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm." diye onun ve kavminin Allah'ı
bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, o zaman bakalım, dedi doğru musun yoksa
yalancılardan mısın? Demek ki, Hüdhüd'ün "Çok doğru ve önemli haber"
diye teminat vermesini yeterli görmedi, haber-i vahid ile amel etmedi. Zira bir
taraftan başkalarının hakları ortaya çıkıyordu, aynı zamanda Hüdhüd kaybolduğu
için töhmet altında bulunuyordu. Bu sebepten "Eğer fâsıkın biri size bir
haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız."
(Hucurât, 49/6) âyetine uygun olarak amel etmek gerekiyordu.
28-Bunun için şu emri verdi: Şu mektubumu
götür de, onlara bırak, sonra onlardan biraz çekil de ne sonuca varacaklarına
bak. Burada Hüdhüd bir posta hizmetinde kullanılmış oluyor. Fakat bunda bir
güvercinin mektup götürmesinden fazla bir şey var. Çünkü bıraktıktan sonra
çekilip netice hakkında bir gözlem yapması da emrediliyor.
29-Hüdhüd bu emri yerine getirdi. Onun için
kadın Ey milletin beyleri, ulular, dedi bana bakın! Bir mektup bırakıldı bana,
çok mühim: Süleyman'dan
30- ve şöyle "Rahmân ve Rahîm Allah'ın
adıyla (başlamaktadır.)"
31- Doğrusu bana karşı başkaldırmayın,
teslimiyet göstererek bana gelin. Bu ifadenin zahirine göre mektup bu şekilde
Arapça yazılmıştır. Sebe', Hımyeriler Arap oldukları için demek ki, Süleyman
(a.s) onlara mektubunu kendi lisanları ile yazmıştır. Asıl mektubun İbrânîce
yazılmış olup da bu ifadenin, onun tercemesi veya özeti olması da mümkündür.
Netice olarak kadın mektubu alınca memleketin bütün işlerine karar veren ve
uygulayan bir meclise sundu. Bunu burada memleketin beyleri, büyükleri diye
tercüme ediyorum, çünkü:
Meâl-i Şerifi
32- (Sonra Melike) dedi ki: "Beyler,
ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir
işi kestirip atmam."
33- Onlar, şöyle cevap verdiler: "Biz
güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız, buyruk ise senindir; artık ne
emredeceğini düşün taşın."
34- Melike, "Hükümdarlar bir memlekete
girdiler mi orayı perişan ederler ve halkının ulularını hakir hâle getirirler.
(Herhalde) Onlar da böyle yapacaklardır" dedi.
35- "Ben (şimdi) onlara bir hediye
göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler."
36- (Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman
şöyle dedi: "Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın bana
verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle
böbürlenirsiniz."
37- "(Ey elçi) Onlara var (söyle); iyi
bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları,
muhakkak surette hor ve hakir halde oradan çıkarırız!"
38- (Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki:
"Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o
Melike'nin tahtını bana getirebilir?"
39- Cinlerden bir ifrit, "Sen makamından
kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var."
dedi.
40- Kitaptan ilmi olan kimse ise, "Gözünü
açıp kapamadan, ben onu sana getiririm" dedi. (Süleyman) onu (Melike'nin
tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, "Bu, dedi, şükür mü edeceğim,
yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği)
lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene
gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir."
41- (Süleyman devamla) dedi ki: "Onun
tahtını bilemeyeceği bir vaziyete sokun; getirin bakalım tanıyabilecek mi,
yoksa tanıyamayanlardan mı olacak?"
42- Melike gelince, "Senin tahtın da
böyle mi?" dendi. O şöyle cevap verdi: "Tıpkı o! Zaten bize daha önce
bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik."
43- O'nu, Allah'tan başka taptığı şeyler
alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkârcı bir kavimdendi.
44- Ona "köşke gir!" dendi. Melike
onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. Süleyman "Bu billurdan
yapılmış, şeffaf bir zemindir" dedi. Melike dedi ki: "Rabbim! Ben
gerçekten kendime yazık etmiştim. Süleyman'ın maiyyetinde, âlemlerin Rabbi olan
Allah'a teslim oldum."
32- Ey mele' ey milletin beyleri, uluları, ey
heyet, dedi: bana bir fetva, fikir verin.
İFTÂ, bir zorluğun açıklanması ile güç
vermektir. Ve şer'î işlerde bilindiğine göre burada bu tabir, bu meclisin hüküm
verme yetkisini ifade etmekten uzak değildir.
Emrimde, yani bir işimde, yahud vereceğim emir
hakkında sizler bana şahit olmadıkça -yahud siz yanımda olmadıkça ben hiçbir
işi kestirip atmam, yani şimdiye kadar devlet işlerinden hiçbirinde keyfi idare
yapmadım, sizin oyunuzu almadan hiçbirini kendiliğimden yürürlüğe koymadım, her
ne emir verdimse sizin huzurunuzda ve sizin görüşlerinizi alarak verdim. Onun
için bu mektup işinde de sizin fikir ve fetvanızla kuvvet almak istiyorum.
"Siz yanımda olmadıkça." denilmesinden, bunların önemli işleri
danışma için huzurunda toplanması alışılmış olan bir topluluk olduğu
anlaşılıyor. Bunların, herbiri onbin kişiyi temsil etmek üzere üç yüz on iki
kişi olduğu da rivayet edilmiştir. (Katade)
33-Bu heyete söylenen bu noktada, şimdiye
kadar hükümet işlerinde keyfi idare yapılmamış olması övülmüş ve görüşlerinin
esas tutulmuş olduğu açıklanmak suretiyle hoş bir tavır gösterilerek danışmanın
önemi belirlenmiştir ki, bunun açık bir meşrutiyet geleneği olduğu
anlatılmaktadır. Fakat gelecek sözden de anlaşılacağı üzere bu meşrutiyet emir
ve kumandaya karışma derecesine varmayan uygun bir danışma ve fikir verme
özelliğinden ileri gitmediği için tefsirciler burada yalnız istişare ve
danışmanın öneminden söz etmişlerdir. Bu heyet dediler: Biz kuvvet sahipleriyiz
ve şiddetli bir şavaş ehliyiz. Bazıları bu sözü, biz kuvvet adamları, harb ve
savaş ehli askerleriz, siyaset ve görüş serdetmekten anlamayız, ne emredersen
onu yaparız mânâsında anlamışlardır. Bunun, asker mantığını göstermesi yönüyle
kayda değer bir mânâ olduğunda şüphe yoksa da "bu işimde bana fikir
verin" diye başlayan sözün geçiş şekli, yalnız bir askerî şuradan ibaret
olmadığına açık bir delildir. "Biz" diyenler kendilerini değil,
mektuba muhatap olan topluluğun, yani devletlerinin kuvvetlerini
kasdetmişlerdir.
Teslim olmamak için savaşmak gerekeceğini
düşünerek güç ve kuvvetimiz vardır, şiddetli harp edebiliriz, diyorlar, bununla
birlikte harp etmeliyiz demiyorlar ve emre karışmayı uygun bulmuyorlar da savaş
olmadan bir çare bulunabildiği takdirde sevinç duyacaklarını andırır bir şekilde
yetkileri teslim ederek ve siyasal bir taktik göstererek sözü şöyle
bitiriyorlar: Bununla birlikte buyruk senindir, sana ait bir görevdir. Bak
şimdi ne emredeceğini düşün taşın. Harp mi yaparsın, yoksa barışa bir yol mu
bulursun?
34-Bunun üzerine harp düşüncesini bir tarafa
bırakmak üzere dedi muhakkak ki melikler bir memlekete girdiklerinde, yani
harbederek girdikleri zaman onu bozar perişan ederler ve halkının ulularını
perişan ve hakir hale getirirler, öldürme, esaret, başka yere sürme, hapis ve benzerleri
gibi çeşitli aşağılama, hakaret ve kötülüklere düşürürler böyle de yaparlar mı
yaparlar. Yani "bana karşı baş kaldırmayın" diyen Süleyman da böyle
yapar mı yapar. Bundan dolayı harpten mümkün olduğu kadar sakınmak ve memleketi
düşman baskınına uğratmaya sebebiyet vermemek gerekir.
35- Ve (şimdi) ben onlara bir hediye ile elçi
göndereceğim de bakacağım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler? Bu
şekilde huylarını yoklayacağım da ona göre hareket edeceğim. Bakalım mal ve
ellerine gelecek nimetlerle savuşturulabilecek kimseler mi? Müfessirler bu
hediyenin ne olduğu hakkında geniş rivayetler vermişlerdir.
36-37- (Elçiler, hediyelerle) gelince
Süleyman'a, hediyeyi kabul etmeyip şu şekilde karşılık verdi: "Dedi ki:
Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz?..."
38-39- Ey heyet, ey ulular, dedi. Bu heyetten
maksat açıklanmamıştır. "Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil
orduları Süleyman'ın hizmetine toplandı" (Neml, 27/17) âyetindeki
orduların komutanları (başkanları) olsa gerektir. O kadının tahtını bana
kendileri müslim olarak gelmeden önce hanginiz getirir? Süleyman (a.s) onların
hediyelerine güvendiklerini bilmişti. Bu sebepten, hediyelerini tehdit
edercesine geri gönderince, geleceklerini de bildiğinden gelir gelmez iman
etmelerine sebep olacak olağanüstü bir şey göstermek istediği rivayet olunur
ki, elçiler kadına varıp Süleyman (a.s)'ın dediğini anlattıklarında
"durumu bilmiş vallahi, bu yalnız bir melik değil, biz bunun karşısında
güç gösteremeyiz" demiş ve tekrar bir elçi gönderip "kavmimin
beyleriyle huzuruna geliyorum, buyruğunu ve davet ettiğin dinini görmek
isteğindeyim" diyerek yanında büyük bir kalabalıkla hareket etmiş ve
tahtını köşklerinin en sağlam ve korunmuş yerine koydurup kapıları kilitleterek
önemli bir şekilde koruma altına aldırmıştı.
Cinlerden bir ifrit, dedi, Ragıb'ın
Müfredatı'nda: İfrit, yani pis, çetin demektir. Şeytan gibi insan hakkında da
kullanılır, ifrit nifrit, denilir. İbnü Kuteybe demiştir ki: "İfrit,
'müvesseku'l-halk' yani yaratılışı kuvvetli, demektir. Aslı, toprak demek olan
'afer' dendir. 'Afere' güreşti, yere yıktı, demektir." "Ahkâmu'l-mercan
fi ahkâmi'l-cânn" isimli eserde Ebu Amr b. Abdülberr' den naklen der ki;
Lisanı iyi bilen kelâm âlimleri cinleri dereceler halinde zikrederler. Yalın
olarak cin dediklerinde "cinnî" derler. İnsanlarla birlikte oturanını
kastettiklerinde "âmir", çoğulunda "ummâr" derler.
Çocuklara musallat olana "ervah" derler. Kötü olup başedilmez bir
hale gelirse 'şeytan' daha çoğalır ve kuvvetlenirse "ifrit",
çoğulunda da "efârhit" derler. Demek ki ifrit, kötülük ve pislikte
son dereceyi bulmuş ve şeytanlıkta ileri gitmiş, tuttuğunu devirir, kuvvetli,
becerikli, ele avuca girmez bir kerata demektir. Öyle insana da isim olarak
verildiği için âyette "cinden" diye açıklanmıştır. Ben onu (o tahtı)
sen makamından kalkmadan önce sana getiririm. Her gün makamında sabahtan öğleye
kadar oturduğu rivayet ediliyor. Ve gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var, yani
kolay getiririm, hem de hiçbir şekilde güveni kötüye kullanmam, bozup
değiştirmeden hiçbir şey kaybetmeksizin getiririm diye üsteleyerek güvenlik
hissi vermeye çalıştı.
40-42- Yanında kitaptan ilmi olan kimse ben
sana onu, gözünü açıp kapamadan getiririm, dedi. Bu kişinin kim olduğu hakkında
değişik sözler vardır. İbnü Mes'ud'a göre: Hızır (a.s)dır. İbnü Abbas'ın meşhur
görüşüne göre, Süleyman (a.s)ın veziri Asaf b. Berhıya'dır ki, sıddık (dosdoğru)
idi. Dua edildiğinde Allah'ın mutlak kabul edeceği ism-i azamı bilirdi Hz.
Süleyman'ın bir mucizesi olarak veziri böyle bir keramet göstermiştir.
Fahreddin Razi, bu kişinin Süleyman (a.s)'ın kendisi olmasını birçok yönden
daha uygun bulmuştur. Bu cümleden olarak, mevsûlün, sıla ile bilinene işaret
olması kaidesine göre burada Kur'ân'ın âyetleri iyi düşünüldüğünde
"Yanında kitaptan bir ilim" olmakla bilinen kimse ancak Süleyman
(a.s)dır. Çünkü yukarda "Andolsun ki biz Davud'a ve Süleyman'a bir ilim
verdik." (27/15) "Süleyman, Davud'a varis oldu ve (Süleyman) Ey
İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi, dedi." (27/16) buyurulmuştu, ancak bu
şekilde "Onu ben getiririm" sözü İfrit'edir. Süleyman, İfrit'e karşı
söylemiştir diye zamir ile zikredilecek yerde işin büyüklüğünü anlatmak için
mevsul getirilmiş ve bununla yukarda zikredilen ilimden bir örnek
gösterilmiştir.
Bununla beraber çoğunluk bu kişinin Süleyman
(a.s)ın kendisi değil, adamlarından birisi olmasını ifadenin gelişine daha
uygun bulmuşlardır. Muhyiddin-i Arabî "Füssûs" isimli eserinde
"Bu Süleyman (a.s)'ın ashabından birisi eliyle olmuştur ki,orada
bulunanların nefislerinden Süleyman (a.s)'ın şanı için daha yükseltici
olsun." demiştir. Gerçekten adamlarından böyle kerametin meydana gelmesi
kendisinin daha yüksek oluşuna işaret demektir. Ve bu ilmin, ona verilen
ilimden olduğunu anlatır. Bu taht ne kadar uzaklıktan getirildi? Yukarda Hüdhüd
kıssasında San'â'ya kadar varıldığına dair bir rivayet geçmişti. San'â'dan ise
Sebe' üç günlük uzaklıktadır, deniliyor. Bazıları da, bu sırada Süleyman (a.s)
San'â'dan dönmüş, Şam toprağında bulunuyordu, demişlerdir. Bu takdirde iki
aylık uzaklık demektir. Bu kadar uzaklıktan bir taht göz kırpıncaya kadar nasıl
gelir? Şüphe yok ki bu, basit bir olay değil, bir keramet ve mucize olmak üzere
söz konusudur.
Muhyiddin-i Arabî bunu şöyle anlatmıştır:
Asaf, tahtın yapısında değişiklik yaptı da, onu bulunduğu yerde bırakıp her an
meydana gelmekte olan yeniden yaratılmakta olunduğunu bilen kimselerden
başkasının aklının eremeyeceği bir şekilde Süleyman (a.s)'ın yanında meydana
getiriverdi. Mevcud olduğu an, yok olup kaybolduğu anın aynı idi. İkisi bir
anda idi ve Asaf'ın sözü zamanda fiilin aynı idi. Zira olgun kimseden çıkan
söz, yüce Allah'ın "ol" sözü yerindedir. Bu tahtın oluşumu konusu, en
zor konulardandır. Ancak bahsettiğimiz meydana getirme ve yerinde bırakmayı
idrak eden kimseler müstesna. Taht, ne bulunduğu yerden başka yere taşındı ve
ne de yeryüzü onun için dürüldü veya yarıldı.
Şeyhin "Hayır, onlar yeni bir yaratılıştan
şüphe etmektedirer." (Kâf, 50/15) âyetinden anladığı yeni bir yaratılış
konusu son zamanlarda Descartes felsefesine kadar geçmiş bir görüş, bir
nazariyedir. Fakat bunun buraya tatbiki, âyetin açık ifadesine uygun değildir.
Çünkü âyette "yaparım" denmemiş. "getiririm" denmiştir.
"Ben onu sana göz açıp kapayıncaya kadar getiririm" denilmesiyle de
bir zaman ifade edilmiştir. Çabucak bir göz atıverme değil, hatta göz açıp
kapayıncaya kadar da değil, bunlardan daha uzun olarak iki tarfe, iki bakış
arasını ifade eder. Ve bu bir saniyeyi bile geçebilir Fakat Şeyh, bunu bir an
kabul etmiş. Halbuki bir hareketin meydana gelmesi en azından iki an
gerektirdiğinden, bir anda hareket olabileceğini düşünmek tenakuz olacağından,
meseleyi zorlaştırarak, hareketsiz olarak bir şeyin meydana gelmesini göstermek
için o yönde tevil etmiştir. Çünkü kendisinde imkansızlık olana
"kün=ol" emri uygun düşmez. Fakat hatırlattığımız gibi, âyet bunu bir
an değil, en kısa bir zaman ile ifade etmiştir. En azından diyecek kadar bir
zaman var. Gerçekte "Asaf'ın sözü zaman yönünden yaptığı işin aynı
idi." demekle Şeyh tamamen gerçeği söylemiştir. Bu sözde, yani sözünde iş,
yapma değil, getirmedir. Bunu söylemesi ile getirmesi bir olmuştur. Yani
söyleyinceye kadar getirmiştir. Zira ilmini biliyordu.Bir saniyede binlerce
kilometrelik sürat zamanımız teknolojisinin düşünmeye alışık olduğu
konulardandır. Önemli olan nokta, ancak bu hareketi yapmak için tatbik olunacak
kuvveti ve fenni bilmekten ibarettir.Bir yıldırımda, bir elektrikte, bir
telgrafta, görülen bu sürat bir cisimde de görüle bilir. Yakından tesir
gösterdiğini gördüğümüz iradenin bir telsiz gibi uzakta da etkili olabildiğini
gösteren misaller de yok değildir.
Bir çekim kanunu ile gökyüzü cisimlerinin
fezada uçuştuğu, bir irade ile organların vucutta oynadığı gibi, bir irade ile
uzaktaki bir cismin boşlukta uçup yer değiştirmesi de kitabda, Levh-i mahfuz'da
belli ve mevcut olan bir ilimdendir.
Derdemez onu yanıbaşına yerleşivermiş görünce
bu, dedi, Rabbimin lütfundandır. Normal bir ilâhî hadise değil "Bizi mümin
kullarının birçoğundan üstün kıldı." (Neml, 27/15) âyeti ile işaret
edildiği üzere özel ihsanı olan bir keramet veya mucizedir. "Beni imtihan
etmek için: Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü" . Ona dedi: Tahtını
bilemeyeceği bir vaziyete sokun, o değilden gösterin, yabancılaştırın, bakalım
doğruyu bulabilecek mi? Kendininki olduğunu bilecek, vaziyeti kavrayacak,
gerçeği anlayacak mı? Yoksa tanımayıp yola gelmezlerden mi olacak? Tahtının
getirilmiş olması şaşırtıcı bir işle mülk ve hükümranlığının elinden alınmış
olduğuna işarettir. Böyle korkutucu bir anda, o tahtın o değilmiş gibi
gösterilmesinde büyük bir incelik ortaya konulmuş ve bununla onun yeteneği
üzerinde bir deney yapılmak istenmiştir. Bunun üzerine gelince; senin tahtın da
böyle mi? denildi. Bu senin tahtın denilmedi, o değilmiş gibi gösterildi. Sanki
tıpkı o, dedi zaten bize daha önce bilgi verilmişti. Bu mucizeden evvel
Hüdhüd'ün mektup getirmesi gibi tesbit ve duyduğumuz şeylerle Allah Teâlâ'nın
kudretine ve senin peygamberliğinin doğru olduğuna bilgi sahibi olmuştuk. Ve
biz teslimiyet gösterip müslüman olmuştuk, dedi. Hiç şaşırmadan durumu olduğu
gibi kavrayarak ustaca söz söyledi, peki öyle de önce niçin gelmedi?
Önce, Allah'tan başka taptığı şeyler (dünya saltanatı)
kendisini alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkârcı bir kavimdendi.
44- Denildi ona, gir köşke.
"Sarahat" kelimesinden sarh, köşk ve kule gibi yüksek bina;
"Sarhatüddâr" konağın sahası, sahnı, avlusu, alanı, meydanıdır.
Derken onu görünce bir su sandı ve inciklerinden açtı, etekleri ıslanmasın diye
topladı, paçaları göründü; önce şaşırmamışken bu defa şaşkınlık gösterdi.
Süleyman bu dedi, billurdan döşenmiş bir meydandır. Bir billur saray ve
girişinden meydanına kadar büyük bir havuz yapılıp içine su salınmış, yine
içine balık vesair deniz hayvanları konulup üzeri şeffaf cam ile döşenmiş. O
vakit kadın, dedi Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim, boş şeylere
tapmışım. Şimdi Süleyman'ın maiyyetinde İslâm'a erdim âlemlerin Rabbı Allah'a
teslim oldum. Müfessirlerin, çoğunun kanaatine göre Süleyman (a.s) onunla
evlenmiş ve mülkünde bırakmıştı.
Üçüncü kıssa:
Meâl-i Şerifi
45- Andolsun ki, Allah'a ibadet edin diye
Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre
oluverdiler.
46- Salih dedi ki: "Ey benim kavmim!
İyilik dururken niçin kötülüğe koşuyorsunuz? Ne olur Allah'a istiğfar etseniz,
belki rahmetine ulaşırdınız."
47- Cevap verdiler: "Senin ve
beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık." Salih: "Size çöken
uğursuzluk (sebebi) Allah katında (yazılı) dır. Belki siz imtihana çekilen bir
kavimsiniz" dedi.
48- O şehirde dokuz çete vardı ki, bunlar
yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.
49- Allah'a and içerek birbirlerine şöyle
dediler: "Gece ona ve ailesine baskın yapalım; sonra da velisine, 'Biz o
ailenin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz'
diyelim."
50- Onlar böyle bir tuzak kurdular, biz de
kendileri farkında olmadan onların planlarını altüst ettik.
51- İşte bak! Tuzaklarının akibeti nice oldu:
Onları da, kavimlerini de toptan helak ettik.
52- İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri!
Bilen bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır.
53- İman edip Allah'a karşı gelmekten
sakınanları da kurtardık.
45-53- REHT, ona kadar olan çeteye denir.
TİS'ATÜ REHT, görünüşe göre dokuz çete demek
ise de müfessirlerin çoğu bunu dokuz kişilik bir çete diye tefsir etmişlerdir.
Dördüncü Kıssa:
Meâl-i Şerifi
54-58- 54- Lût'u da (peygamber olarak kavmine
gönderdik). O, kavmine şöyle demişti: "Göz göre göre hala o hayasızlığı
yapacak mısınız?"
55- "Siz ille de kadınları bırakıp
şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz beyinsizlikte devam edegelen
bir kavimsiniz!"
56- Buna kavminin cevabı sadece: "Lût
ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar (bizim yaptıklarımızdan)
temiz kalmak isteyen insanlarmış!" demelerinden ibaret oldu.
57- Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık.
Yalnız karısı müstesna; onun geride (azaba uğrayanların içinde) kalmasını
takdir ettik.
58- Onların üzerlerine öyle bir yağmur
indirdik ki, ne kötü idi uyarılanların yağmuru!
Meâl-i Şerifi
59- (Resulüm!) de ki: "Hamd olsun
Allah'a, selam olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı hayırlı, yoksa O'na
koştukları ortaklar mı?"
60- (Onlar mı hayırlı) yoksa, gökleri ve yeri
yaratan, gökten size su indiren mi? Çünkü biz onunla, bir ağacını bile
bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah'la
beraber başka bir ilâh mı var! Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir
güruhtur.
61- (Onlar mı hayırlı) yoksa, yeryüzünü
oturmaya elverişli kılan, aralarında nehirler akıtan, onun için sabit dağlar
yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı
var? Hayır onların çoğu (hakikatları) bilmiyorlar.
62- (Onlar mı hayırlı) yoksa, kendine
yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi
yeryüzünün hakimleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı var? Ne kıt
düşünüyorsunuz!
63- (Onlar mı hayırlı) yoksa, karanın ve
denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurun) önünde
rüzgarları müjdeci olarak gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı var?
Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir.
64- (Onlar mı hayırlı) yoksa, önce yaratan,
sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten, hem yerden rızıklandıran mı?
Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız, siz
kesin delilinizi getirin haydi!
65- De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka
kimse gaybı bilmez. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.
66- Fakat ahiret hakkında bilgiler onlara
ardarda gelmektedir. Ama onlar bundan bir şüphe içindedirler. Çünkü onlar
bundan yana kördürler.
59- De ki: Hamd olsun Allah'a, Kur'ân'ın bir
hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah Teâlâ'dan alındığını izah için zikredilen
kıssalar, yüce Allah'ın kudretinin büyüklüğü ve şanının yüceliği ile peygamberine
verdiği mucizeler ve yardımların, her türlü düşüncenin üzerinde bir yüksekliğe
sahip olduğunu anlattığı gibi, özellikle Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesi ile vaad edilen yüce inkılabların meydana geliş şekline ait
geçmişten bazı örnekler ile müminleri müjdeleme kasdıyla geldiği için, burada
Resulullah'ın hem diye hamdetmesi, hem de Allah'ın seçtiği yani süzüp seçerek
peygamberliği ve velâyeti için seçip ayırdığı güzide kullarına bir de selam
olsun o seçtiği kullarına, diye bir selam hediye etmesi emrolunmuş ve bununla
bir hutbeye giriş yapılarak müşriklerin başına kakma ve onları susturmak için
şöyle bir karşılaştırma yürütülmüştür: Allah mı hayırlı, yoksa O'na koştukları
ortaklar mı?
Yani bahsedilen kıssalardan kudretinin
yüceliği anlaşılan ve bu sebepten her türlü hamd, övgü ve yücelik kendisine ait
olan Allah mı hayırlı, yoksa müşriklerin O'na ortak koşarak taptıkları şeyler
mi? Nasıl, kime ibadet etmeli? Bütün hayır kudreti elinde olan Allah ile hiçbir
şey denk ve benzer tutulamayacağından bu karşılaştırmanın sadece müşriklere
başa kakma için olduğu apaçıktır. Bahsi geçen tarihi kıssalar Allah'ın hayırlı
olduğu hususuna delil olarak naklî birer delil olduklarından, bu naklî
delillere imanı olmayan müşriklere karşı daha açık ve daha genel olan aklî
delillere geçerek derece derece başa kakmanın kuvvetini artırmak için
buyuruluyor ki:
60- Yoksa o gökleri ve yeri yaratan mı?
Arapçada atıf harflerinden biri olan "em" biri muttasıla, biri
munkatıa olmak üzere iki kısımdır. Muttasıl olan "em", soru
"hemzesi" karşısında edilgen bir "terdîd" yani iki
ihtimalli bir mânâ ifade eder. Munkatı' olan "em" ise cümlenin başına
gelerek "bel" gibi ıdrab (sözü başka yöne çevirme) ile
"hemze" yani soru mânâsına gelir, ancak "Şu sizin askerleriniz,
hani kimlerdir?" (Mülk, 67/20) gibi önünde açık bir soru edatı bulunduğu
zaman "hemze" yani soru, var saymaya gerek olmaksızın yalnız
"bel" mânâsına ıdrab olur. Yani bir sözden bir söze geçmeyi ifade
eder. Biz bunların ikisini de "yoksa" diye tercüme ediyorsak da
"yoksa" aslı itibariyle mânâsında bir şartıyye olduğundan doğrudan
doğruya değil, dolayısıyla bir tercüme oluyor. Bunun için muttasıl
"em" e uygun olsa bile münkatı' "em" e her zaman uygun
düştüğü iddia edilemeyecektir. Bu sebepten "bel" yerinde hayır, yok,
daha doğrusu, fakat tabirlerinden birini kullanıyoruz. de "em"
muttasıldır. "Mâ" yı tekil olarak Allah kelimesine atfediyor. Fakat
ve benzerleri munkatıadır. Cümleyi cümleye atfedip bağlıyor. Müfessirler burada
kelimesini mevsule yükledikleri için cümle tamam olmak üzere haberin
hazfedilmiş olduğunu söylüyorlar. İbnü Atıyye gibi bazıları bunu takdir
etmişler ki "Ya o gökleri ve yeri yaratana şirk koşulur mu?" demek
oluyor. Keşşaf sahibi gibi bir çokları da daha önce geçen cümleyi ipucu kabul
ederek takdir etmişlerdir. Bu şekilde "yoksa o gökleri ve yeri yaratan ve
şöyle şöyle yapan mı hayırlı, onların şirk koştukları mı?" demek oluyor
ki, meâl buna göre yazılmak istenilmiştir. Gerçi bu meâlde cümlenin atfı mânâsı
açıkça görülmese de yine o mânâ anlaşılabilecektir.
Bu sebepten o şekilde açıklayalım: Yoksa;
Allah'ın kudret ve birliği ile hayırlı oluşunu anlatan o kıssalar gibi naklî
delillerin olmadığı farz edilse aklen bilinip anlaşılmış değil midir ki, o
gökleri ve yeri yaratan ve sizin için, yani sizin yararınızı ortaya çıkarmak
için gökten bir su indiren mi hayırlıdır, yoksa şirk koştukları mı? Burada
görülüyor ki nin mefûlü lehidir. Bilindiği üzere nahivde mefûlü leh iki
kısımdır. Birine husû-lî, diğerine tahsilî denir. Fiilden zihnen ve haricen
önce olursa husulidir. "Susadığı için içti" gibi. Susamak, içmek
fiilinden öncedir. Zihnen önce, haricen sonra olursa tahsilî olur. "Kanmak
için içti" gibi. Kanmak, içmek fiilinden sonradır. İşte buradaki böyle
tahsili bir mefulü lehdir. Buna illet-i gaiyye, yani gaye sebep de denilir.
Dikkat çekicidir ki fiiliyle ilgili kılınmış ise mutlak bırakılmıştır. Demek
ki, bütün âlemin yaratılışı insanlar için denemezse de yukarıdan suyun
indirilmesinde, yağmur yağdırılmasında, insanoğlunun hayat ve faydasının hedef
ve gaye olduğu gerçeğinde şüphe yoktur. Su ile hayat arasındaki ilgiyi kuran ve
bu sebeple hayatı meydana getirme hikmeti ile suyu indiren yüce Allah'tır.
Şimdi, suyun meydana getirdiği feyiz ve
bereketi düşünen herhangi bir akıl onu yaratıp indirenin hayırlılığında şüphe
gösterir mi? Fakat bu illet-i gaiyye konusunda filozofların bazı fikir
tartışmaları olmuştur. "İllet-i gaiyye gerçekte, işi yapanın yapma
kabiliyetine ve o işe göre bir önceliğe sebep olacağından ilâhî fiillerde
illet-i gayye düşünülemez, çünkü bir başka şeyle tamamlanmayı gerektirir. Bu
ise Allah Teâlâ hakkında imkansızdır" demişlerdir. Buna iki yönden cevap
verilir:
1- Başkası ile değil, kendi sıfatı olan ilim
ve iradesi ile kemal gerekir.
2- İlâhî fiillerde işi yapanın işi yapmasına
illet olmak mânâsına illet-i gaiyye değil, fakat fayda, gaye ve hikmet cereyan
ettiğinde şüphe yoktur. Burada şu mânâları ayırdetmelidir, bir fiil üzerine
gereken herhangi bir neticeye fayda denir, eğer o fayda fiilin sonunda olursa
buna gaye denir. Eğer o gaye fiilden istenilen ise, fiile gerekliliği
istenilmesi itibariyle garaz veya maksat denildiği gibi fiile sebep olması
itibariyle de illet-i gaiyye denilir.
Mesela su çıkarmak için bir kuyu kazmak
istesem, dışarda kuyu kazmak su çıkarmanın sebebidir. Kuyu önce kazılır, su
onun sonunda çıkar; bu şekilde su çıkarmak kuyu kazmanın hem bir faydası, hem
bir gayesidir. Aynı zamanda kuyuyu kazmaktan maksadım su çıkarmaktır. Bu
yönüyle bu gaye benim garazım, yani hedefimdir. Su çıkarmak maksadı olmasa kuyu
kazmayacaktım, bu sebepten su çıkarmak kuyu kazmanın zihnen önce illet-i
gaiyyesidir. Bununla birlikte ben kuyu kazarken orada eski eserlerden kıymetli
bir eser de bulsam, bu benim için yalnız bir fayda olur. Garaz değil, gaye de
değildir. Çünkü fiilin sonunda değil, o fiil yapılırken meydana gelmiştir. Ve
ben onu belki hiç düşünmemişimdir. Sonra benim bu kuyuyu kazmamdan dolayı
birtakım kimseler faydalanırlarsa, bu da onun fayda ve gayelerinden olur.
Faydası olmayan bir fiil batıl ve gereksizdir. Gerçek mânâda bir faydası bulunmayan
bir fiil, boş ve faydasızdır. Faydası ve gayesi bilinerek katî bir isabetle
yapılan fiile hikmet denildiği gibi, fiilin sebep olduğu faydalara ve gayelere
de o fiilin hikmetleri denilir. "Rabbimiz! Sen bunu boşa yaratmadın"
(Âl-i İmran, 3/191) ifadesince yaratılış, boş yere olmayıp baştanbaşa faydalar
ve gayeler ile birbirine bağlı ve hikmet ile dopdolu olduğundan, Allah
Teâlâ'nın fiilerinde faydalar ve gayeler ile hikmetler mevcut olduğunda şüphe
yoktur. Bu şekilde fiil ile gayesi aynı ölçüde hedeflenerek cereyan eder.
Bununla beraber, hikmette gereklilik
istenildiğinden, gayeler, istenilen hedef şeklinde de meydana gelebilir. Ancak
bu istenilen şeyin ilâhî fiillerde nedeni olmaz, yani garazda illet-i gaiyyelik
değeri bulunmaz. Mesela Allah Teâlâ hayat fayda ve gayelerine sebep olmak
hikmetiyle suyu yaratmış ve yere indirmiştir. Fakat hayat gayesini dilemeseydi
suyu yaratmazdı veya suyu yaratmasa idi hayatı yaratmazdı, demek mânâsında
değil, yalnız su üzerine hayatın gerekliliğini dilemiş olması, mânâsınadır.
Demek olur ki, filozofların ilâhî fiillerde münakaşa ettikleri illet-i gaiyye
delili, hikmet delili olarak düşünüldüğü takdirde daha doğru bir şekilde
düşünülmüş olur. İşte bu şekilde nin hikmetini göstermekte, âyetteki hitabın
zevki de bu hikmetle ortaya çıkmaktadır. Buradan her yağmurun sadece insanların
faydalanması için yağdığını anlamalı, fakat insanların faydası için yağdığı
muhakkak olan suyu ki Kur'ân'da ona teşbih edilmiştir düşünmeli ve onu yağdıran
yüce Rabb'ın hayrındaki büyüklüğü tefekkür etmelidir. Bu noktada hiçbir şüpheye
yer bırakmamak üzere delilin delaletinden, delil getirilenin açıklığına
geçilerek onun kim olduğunu anlatmak için, gaibden tekellüme (üçüncü şahıstan
birinci şahısa) iltifat suretiyle şöyle buyurulmuştur:
Bir su ki indirip de onunla güzel güzel
bahçeler bitirmişizdir.
HADİKA: İçinde su bulunan, göz bebeği gibi
kıymetli bahçe, bostan.
BEHÇET: Göze, gönüle neşe ve sevinç veren
güzellik demektir. Onları biz yapıyoruz, çalışma ve bilgimizle biz
yetiştiriyoruz, demek âdetleri olan cahilleri reddetmek için de şöyle
buyuruluyor: Siz onların bir ağacını bile bitiremezdiniz. Yani o güzel
bahçelerin bostanların yetişmesinde siz insanların da hizmeti ve gayreti yok
değildir. Fakat siz kendi kendinize onların meyvalarını ve o güzel faydalarını
yetiştirmek şöyle dursun, ağacını bile bitiremezdiniz. Bundan dolayı sizin amel
ve işleriniz yaratıcının emri sınırları içinde kulluk etmekten ileri geçemez,
O'na hâşâ bir ortaklık ifade edemez. Bir tanrı mı var Allah ile beraber, yani Allah'tan
başka tapılacak, O'na ortak tutulacak bir tanrı daha bulunmasına imkan ve
ihtimal mi var? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur, apaçık haktan
sapıyorlar, bu apaçık delil ve işaretleri göz önünde bulundurmuyorlar.
61- Yoksa o yeryüzünü oturmaya elverişli
kılan, yani insan ve hayvanların barınıp yaşayabilecekleri yönüyle o suyun
durabileceği bir yer kılan kılıp da aralarında ırmaklar akıtan ve onun için,
yani yeryüzünün oturmaya elverişli yer olması ve ırmakların akması için sabit
oturaklı dağlar yapan ve iki deniz arasına bir engel koyan mı? Yani dağların
altında ve aralarındaki deniz gibi tatlı sularla acı denizleri birbirine
karıştırmayıp aralarında bir gergi, bir engel koyan veya iki acı deniz arasında
Arabistan kıtası gibi ince uzun bir kara parçasını koyup tutan zat mı hayırlı,
yoksa onların ortak koştukları mı "Birinin suyu tatlı ve susuzluğu
giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren... O'dur." Furkan,
25/53. âyetinin tefsirine bkz.) Bir tanrı mı var Allah ile beraber? Hayır
onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar. Bulundukları yeryüzünün durumlarını
bile bilmezler. Bu âyetin ifade ettiği mânâ, özellikle yeryüzüne ait olan
coğrafya ve yeryüzünün katmanları ile ilgili bilgilerle alakalı olduğundan
böyle ifade edilmiştir. Bu iki âyet objektif, yani nesnel delillere örnektir.
Buradan subjektif, yani öznel âyete geçilerek buyuruluyor ki:
62- Yoksa, kendisine yalvardığı zaman
bunalmışa karşılık verip başındaki sıkıntıyı gideren, yani uzaklaştıran,
MUZTARR, Hastalık veya diğer bir şiddet ve ihtiyaç ile sıkışan, bunalan çaresiz
demektir. Burada kastedilen cinstir. Bu sebepten her sıkılanın duasını kabul
etmek gerekmez. "O dilerse kaldırılmasını istediğiniz belayı
kaldırır" (En'âm, 6/41) gibi dilemesiyle kayıtlıdır. Bununla birlikte çoğu
zaman şiddetli ihtiyaç halinde duanın kabul olunacağına işaret, hatta vaad,
yani söz verme de var, demektir. Çünkü sıkışma halinde ihlâs ortaya çıkar. Nice
imansızların imana geldikleri görülür. Ve sizi yer yüzünün halifeleri kılan mı?
Yeryüzünün halifeleri, yeryüzünde geçmişlerin yerlerine kalanlar, demek olursa
da, ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi kendilerine emredilmiş hilafet
sahipleri, yani yeryüzünün hükümdarları mânâsına olması da uygundur. Sıkıntıda
bulunanın duası ile kötülüğün kaldırılmasına işaret edilmiş olması da ancak
bununla uygun olur. Ve o halde bu cümle müminlere daha ta İslâm'ın
başlangıcında geleceğin İslâmî hakimiyetini vaad eden büyük bir müjdeyi ifade
eder. Sûrenin başındaki "Müminler için hidayet rehberi ve müjdedir"
(Neml, 27/2) müjdesi ile, Davud ve Süleyman kıssasının burada zikredildiğine
göre de bu mânâya olduğu belli demektir. Önceki âyetle de sılalar diye geçmiş
zaman kipi ile getirilmiş iken, buradan itibaren değiştirilerek muzârî, yani
şimdiki ve gelecek zaman kipi kullanılması da Hz. Muhammed'in peygamberliği ile
vaad edilen durumların değiştiğini göstermesi yönünden bu mânâya açık bir
delildir. Bunun için kipi koruyarak bunu şöyle tercüme etmek daha uygun
olacaktır. "Ve sizi yeryüzünün halifesi yapacak olan mı hayırlı, yoksa
onların ortak koştukları mı? Bir tanrı mı var, Allah ile beraber? Ne kadar kıt
düşünüyorsunuz! Bu âyet, biri kişisel nefis, biri de toplumsal nefis ile ilgili
iki nefsî âyet hatırlattığından burada tezekkür denilmiştir.
63- Yoksa karanın ve denizin karanlıkları
içinde yol gösteren ve rahmetinin (yağmurun) önünde rüzgarları müjdeci olarak
gönderen mi hayırlıdır, onların ortak koştukları mı? Bu âyette kara ve deniz
yolculuklarında cihad ile İslâm fetihlerinin ilerleyeceği haber veriliyor. Ve
Hak rızasını takip ederek fiilen birlik ile neticelenecek olan farklı fikir ve
görüş akımlarının "Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir" hadisinin
açıkladığı üzere bir rahmet müjdecisi olduğuna da işaret edilmiştir. Bir tanrı
mı var Allah ile beraber çok yücedir, münezzehtir Allah onların ortak
koştuklarından. Beşinci defa bu, bir de hem objektif yai nesnel, hem subjektif
yani öznel delili içinde bulunduran şu âyet ile tekid ve ifade buyuruluyor:
64- Yoksa, önce yaratan sonra yaratmayı tekrar
eden, döndürüp yine yaratacak, dünyaya bir de ahiret yapacak olan ve size
gökten ve yerden rızık veren mi hayırlı, onların ortak koştukları mı? Bir tanrı
mı var Allah ile beraber? Yani bir tanrı daha olsa idi, ilk defa yaratma
başlayamazdı, iki kudret bir birine mani olur, aralarında çatışma çıkardı. Biri
galip gelse, mağlub olan ilâh olamaz, gelmese hiçbiri ilâh olamaz, bir şey
yaratılmazdı ve şu görülen yaratılış düzeni bulunamaz ve siz yerden ve gökten
rızıklanamazdınız. Demek ki, bu yaratılışı ta başından yapan ve yerden maddî ve
manevî rızıklarla rızıklandıran ve sonra çevirip soracak olan Allah Teâlâ'dan
başka tapılacak hiçbir şey yoktur.
De ki: Haydi (ey müşrikler) getirin delilinizi
eğer doğrulardansanız, yani şirk davanızda doğru iseniz, gerçekte Allah'tan
başka tapılacak mabudlar bulunduğuna bir deliliniz olması gerekir, getirin
görelim, fakat ne mümkün?
65- Ey Resul! De ki: Göklerde ve yerde
Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar ne zaman tekrar diriltileceklerini de
bilmezler
66- fakat ahiret hakkında bilgileri onlara
ardarda gelmektedir.
"İDDARAKE" aslında tedarekedir.
Tedarük, ardı ardına yetişip ulanmak, diğer bir ifade ile aralıksız bir biri
ardınca gelmek, birbiri ardınca gelip katılmak, ara vermeden gelmek, demektir.
Buna şöyle de mânâ verilmiştir: "Belki ilimleri ahirette arkalarından ard
arda yetişmektedir" Bu şekilde "iddareke" ye müteallık olur.
Fakat ilim, malumat mânâsına, ondan hal olarak şu mânâ bizce daha uygundur:
"Yeniden dirilmenin hangi saatte olacağını bilemezlerse de, esas yönüyle
ahiretin olacağına dair kendilerine peygamberler vasıtasıyla ve hadiselerin
oluşumu ile ardı ardına bilgi verilmekte, bilgiye ait sebepler
olgunlaşmaktadır. Fakat onlar bundan şüphe etmektedirler, bir türlü inanamaz,
ikna olamazlar. Daha doğrusu onlar, bundan yana kördürler, ahirete ait
delilleri görmezler, görmek istemezler. Bak ne diyorlar:
Meâl-i Şerifi
67- İnkârcılar dediler ki: "Sahi biz ve
atalarımız toprak olduktan sonra gerçekten (diriltilip) çıkarılacak
mıyız?"
68- "And olsun ki, bu tehdit bize
yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu öncekilerin
masallarından başka bir şey değildir."
69- De ki: "Hele bir yeryüzünde gezin de,
günahkarların sonu nice oldu, bir bakın!"
70- (Habibim!) Onlara karşı mahzun olma,
kurmakta oldukları tuzaklardan ötürü de sıkıntı duyma!
71- Bir de, "Eğer doğru söylüyorsanız bu
vaad (ettiğiniz azab) hani, ne zaman?" derler.
72- De ki: "Çabucak gelmesini istediğiniz
şeyin (azabın) bir kısmı herhalde yakında ensenize binecektir."
73- Şüphesiz Rabbin, insanlara karşı lütuf
sahibidir; fakat insanların çoğu şükretmezler.
74- Rabbin elbette onların sinelerinin
gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.
75- Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki
apaçık bir kitapta (Lehv-i mahfuzda) bulunmasın.
76- Haberiniz olsun ki bu Kur'ân, İsrail
oğullarına, hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.
77- Ve o, müminler için gerçekten bir hidayet
rehberi ve rahmettir.
78- Rabbin şüphesiz, onlar arasında kendi
hükmünü verecektir. O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.
79- Ve o halde sen Allah'a güven. Çünkü sen,
apaçık hakikatin üzerindesin.
80- Bil ki sen, ölülere işittiremezsin,
arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da daveti duyuramazsın.
81- Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru
yola getirecek değilsin. Ancak (gönülden) teslim olarak âyetlerimize iman
edenlere duyurabilirsin.
82- Söylenen başlarına geleceği vakit, bunlar
için yerden bir "dâbbe" (canlı) çıkarırız ki bu, onlara insanların
âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.
67-75- O çabuklaşmasını istediğinizin bazısı,
nitekim "bedr" de oldu, geri kalanı da ölümlerinden sonra hem yerde
ve gökte hiçbir gaibe, yani son derece gizlenmiş bir sır yoktur ki apaçık bir
kitapta olmasın.
76- MÜBİN: Açık veya açıklayıcı ki, burada
Allah Teâlâ'ya göre açık demektir. Maksat, Levh-i Mahfuz veya doğrudan doğruya
Allah'ın ilmidir. Hakkında ihtilaf edip durdukları şeylerin pek çoğunu
anlatmaktadır.
77- Teşbih ve tenzih, cennet ve cehennemin hal
ve durumları, Uzeyr ve Mesîh meseleleri gibi ve şüphe yok ki o Kur'ân gerçekten
bir hidayet, doğru yolu gösterir bir hidayet rehberidir. Bundan dolayı
anlattığı konularda, hakkı gösterdiğinde şüphe etmemelidir. Tam bir rahmettir,
fakat müminler için, çünkü o hidayetten faydalanacaklar ancak onlardır.
78- Gerçekten Rabbin onlar arasında, yani o
ihtilaf eden Beni İsrail'den yahudi ve hıristiyanların arasında hükmiyle hüküm
verecektir. Belli ki burada hüküm, kaza mânâsına masdar değil, hüküm kendisiyle
verilen mânâsına isimdir. Nitekim "Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm
olarak indirdik" (Ra'd, 13/37) âyetinde bu mânâ ile Kur'ân'ın bir ismi
olmuştur. Gerçekte "İnsanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı
indirdik." (Nisâ, 4/105) ifadesinde bildirildiğine göre Kur'ân, insanlar
arasında hüküm için indirilmiştir. Buna göre ahkamı ile hükmedecek demek,
Kur'ân ile hüküm buyuracak demek olur. Bu şekilde yahudi ve hıristiyanların
ileride fiilen Kur'ân'ın hükmü ile mahkum olup, İslâm idaresi altına
girecekleri haber verilerek sûrenin başında hatırlatıldığı üzere, vaad edilen
kudret ve saltanat müjdelenmiştir. Sakın bunda tereddüt olmasın. O mutlak
galip, kudretine karşı gelinme ihtimali olmayan galibdir, bundan dolayı vaadini
yerine getirir, muhakkak hükmünü gerçekleştirir herşeyi bilendir. Bu sebepten
onu nasıl yapacağını da bilir.
79- O halde Allah'a güven ve itimad et. Ya
Muhammed! Çünkü sen, apaçık hakikatin üzerindesin. Onun için itimad etmelisin.
80-81- Bil ki, sen ölülere işittiremezsin...
Onun için de çaresiz, Allah'a işlerini bağlayarak tevekkül etmek lazım gelir.
MEVTA' dan maksad, hakkı duymayan kâfirlerdir.
Allah'ın âyetlerinden hiç etkilenmedikleri için duygusuzlukta ölülere
benzetilmişlerdir. Nitekim derece derece sağırlar, körler de öyledir.
Arkalarını dönmüş kaçarlarken, zira böyle olmasa, belki işaret ile filan
çağırılmaları mümkün olabilir.
82- O söylenen başlarına geleceği vakit te,
yani kâfirlerin acele gelmesini istedikleri söz, söylenen o azab tamamiyle
aleyhlerinde meydana geleceği, başlarına kıyamet kopacağı zaman veya
aleyhlerinde hüküm meydana geleceği zaman onlar için yerden bir
"dâbbe" (hayvan) çıkarırız ki, bu, onlara insanların âyetlerimize
kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler. Yukarda açıklandığı üzere
"Bilakis onlar bundan şüphe etmektedirler, zira onlar bundan yana
körler." (Neml, 27/66) olduklarını anlatır. Burada kıyamet alâmetlerinden
olan bir dâbbetü'l-arz haber veriliyor.
DEBB VE DEBİB: Hafif yürüme, debelenme
demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde kullanılır.
İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi, hareketi
gözle tesbit olunamayan şeylerde de kullanılır. "Dabbe" kelimesi de
bundan fail olmak üzere asıl lügatte "mâyedübbü", yani debbeden,
hafif yürüyen, debelenen demek olur. Ve şu halde tren, otomobil, bisiklet gibi
otomatik şeylere de, lügatın aslına göre "dâbbe" demek uygun
olabilecekse de dil de kullanılışı hayvanlara mahsustur. Hatta örfde dört
ayaklı hayvanlarda ve onlar içinde özellikle atta daha çok kullanılmıştır.
Bununla beraber "Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi
karnı üstünde sürünen, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayak üstünde
yürür..." (Nûr, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvan hakkında
kullanılır. Hayvan kelimesi ile eşanlamlı gibidir.
"Yer yüzünde yürüyen her canlının rızkı,
yalnızca Allah'a aittir." (Hûd, 11/6) âyetinden anlaşılan da budur. Bundan
dolayı hayvan gibi insan için de kullanılır. Bu âyette "dâbbe" diye
nekre (belirsiz isim) olarak geldiğinden bunun bildiğimiz dâbbelerden bambaşka
bir dâbbe olması akla gelir. "Onlarla konuşan dâbbe" terkibinde
açıkça belirtilen bunun konuşan bir hayvan, yani insan olmasıdır .Tefsirler de
bu iki nokta etrafında dolaşmaktadır.
Râgıb, Müfredat'ında bu konudaki görüşleri
şöylece özetlemiştir: âyetinde denildi ki: "Dâbbe, tanıdığımızın aksine
bir hayvandır ki, çıkması kıyamet vaktine mahsustur" Bir de denildi ki:
"Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler
kasdolunmuştur." Bu takdirde dâbbe bütün debelenen yaratıkların ismi
olarak ifade edilmiş olur. "Hâin" kelimesinin cemisi,
"hâine" gibi. Kâdı Beydâvî ve bazı hadisçiler bunu
"cessâse" casuslar olarak göstermişlerdir ki, bir hadiste haber
verildiğine göre, cessâse, Deccal için haberler araştırıp toplayan casus
demektir. Ebü's-Suud da diyor ki: Bu dâbbe, casustur. Bundan cins isim
söylenip, bir de tefhîm (büyüklüğüne işaret) tenviniyle bilinmezliğinin tekid
edilmesi, şanının garibliğine ve özelliğinin, davranışının açıklamadan uzak
olduğuna delalet eder. Bundan dolayı hadiste bildirilen bazı garip rivayetleri
kaydettikten sonra, şunu da ilave ediyor: Hz. Ali'den naklolundu: Kuyruğu olan
bir dâbbe değil, sakalı olan bir dâbbedir, demiş bir erkek olduğuna işaret
etmiştir. Fakat meşhur olan bir dâbbe olmasıdır. Şüphesiz Kur'ân'da denildiği
için bir dâbbedir. Fakat erkek bir dâbbedir. "Onlara söyleyen dâbbe"
denilmesi ise, bunun bir insan olmasını belirtmek için açık bir delildir.
Burada söze mecazî bir mânâ vermek veya fiilini "söylemek" mânâsına
değil de cerh (yaralama) mânâsına konuşma ile yorumlamak, açık beyanın
zıddınadır. Garib rivayetler ile Kur'ân'ı açık mânâsından çıkarmak yakin ilmine
zarar vermektir.
Kaldı ki, Ahmed Tayalisi, Naim b. Hammad, Abd
b. Hamid, Tirmizî hasen hadis diyerek, İbnü Mâce, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü
Ebi Hatim, İbnü Merduye ve Beyhakî gibi zatların Ebu Hüreyre (r.a)den rivayet
ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Dâbbetü'l-arz,
Musa'nın âsası, Süleyman'ın mührü yanında olarak çıkacak, mühür ile müminin
yüzünü parlatacak, âsa ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya
toplanacak, mümin ve kâfir tanınacak."
Bu hadise göre de, dâbbe, maddî ve manevî
normalin üzerinde bir kuvvet ve saltanat ile ortaya çıkıp büyük bir İslâm
devleti kuracak lider olmuş oluyor. Şüphe yok ki, Musa'nın asasına, Süleyman'ın
mührüne sahip olan kimse, büyük bir şahsiyet olacaktır. Hem de kötülerden
değil, iyi ve hayırlılardan olacak, bütün müminlerin yüzünü güldürecek,
kâfirlerin burnunu kıracaktır. Âyette "Onlara insanların âyetlerimize
kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler" buyurulması da bunu
gerektiriyor. Şu halde buna dâbbe ismi verilmesinin sebebi, onun kâfirlere
karşı acımasız olacağını ve Allah Teâlâ'ya göre onun meydana çıkarılmasının zor
bir şey değil, yerden normal bir dâbbe çıkarmak gibi kolay olduğunu
anlatmaktır. Burada bazı eserleri (haberleri) de kaydedelim:
1- İbnü Cerir'in Huzeyfe b. Esîd'den rivayet
ettiğine göre: "Dâbbe'nin üç çıkışı vardı: Birisinde bazı çöllerde çıkar,
sonra gizlenir. Birisinde de, emirler kan dökerken bazı şehirlerde çıkar, yine
gizlenir. Sonra insanlar mescidlerin en şereflisi, en büyüğü ve faziletlisi
içinde iken yeryüzü kendilerini fırlatmaya başlar. Derken halk kaçışır,
müminlerden bir grup kalır, bizi Allah'tan hiç bir şey kurtaramaz derler. Dâbbe
de onların üzerine çıkar, yüzlerini parlak yıldız gibi parlatır. Sonra hareket
eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne de kaçan kurtulabilir. Bir adama
varır, namaz kılıyordur, vallahî sen namaz ehli değilsin der. Yakalar, müminin
yüzünü ağartır, kâfirin burnunu kırar" dedi. "O zaman insanlar ne
halde olur" dedik. "Arazide komşu, malda ortak, yolculuklarda arkadaş
olurlar" dedi.
2- İlim ehlinden bir çokları dâbbenin ortaya
çıkması, emir bi'l-ma'rûf (iyilikleri emir), ve nehiy ani'l-münker
(kötülüklerden menetme) terk edildiği vakittir demişler. İbnü Ömer (r.a) den
rivayet edilir ki, âyeti emir bi'l-ma'ruf ve nehiy ani'l-münker terk olunduğu
vakittir, demiştir. Buna göre "müslümanlar da bozulup aleyhlerinde hüküm
hak olduğu vakit" demek oluyor.
Meâl-i Şerifi
83- Ve her ümmetin âyetlerimizi yalan
sayanlarından bir cemaati toplayacağımız gün, artık onlar bir arada tutulup
(hesap yerine) sevkedilirler.
84- Nihayet (oraya) geldikleri vakit Allah
buyurur: "Siz benim âyetlerimi, ne olduğunu kavramadan yalan saydınız öyle
mi? Yoksa yaptığınız başka neydi?"
85- Yaptıkları haksızlıktan dolayı, o söz
gerçekleşmiştir; artık onlar konuşamazlar.
86- Görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi
yarattık ve (çalışsınlar diye) gündüzü apaydınlık yaptık. İman eden bir kavim
için elbette bunda ibretler vardır.
83- "Toplayacağımız gün..." Sözün
gelişine göre âyetin zahirî mânâsı, dâbbenin ortaya çıkışı ile meydana gelecek
değişikliklerin bir bölümünü anlatmaktır. Yani ileride "Sûr'a üfürüldüğü
gün" âyeti ile açıklanacak olan büyük kıyametten önce bir küçük kıyameti
veya orta kıyameti açıklamaktır.
84- Nihayet geldikleri zaman, Cenab-ı Allah
daha iyi bilir ya , maksat, öldürülüp de Hakk'ın huzuruna getirildikleri zaman
demektir. O zaman Allah buyurur ki: Siz benim âyetlerimi ne olduğunu kavramadan
yalan saydınız öyle mi, Yoksa, yani tekzib etmedinizse ne yaptınız, bu güne
yarar ne amel işlediniz?
85- Yaptıkları haksızlıktan ötürü, o söylenen
başlarına gelir, aleyhlerinde hüküm hak olup cehennemi boylarlar. Artık
nutukları tutulur, ne itiraz, ne özür, hiç bir şey söyleyemezler.
86- Görmediler mi? Burada maksat, gözle görmek
değil, kalple görmektir. Çünkü gece ve gündüz gözle görülürse de sakinlik ve
görme hikmetiyle yapıldıkları gözle görünme özelliklerinden değil, akıl
yürütmekle bilinir olmalarındandır.
Elbette bunda, bu yapılışta şüphesiz âyetler
var. Allah'ın varlığına, birliğine, peygamberliğin gerçekliğine, ahiretin
olacağına ve insanların hayat nizamına ve amellerine işaret olan deliller var:
BİRİNCİSİ: Kâinatın bir kararda, bir şekilde
kalmayıp hareketten sakinliğe, sakinlikten harekete, karanlıktan aydınlığa
değiştirilip durması, yaratılışlar üzerinde hakim yüce bir kudretin varlığını
gösterdiği gibi, özellikle insan hayatı açısından, gecenin sükûnet ve dinlenme
ve gündüzün uyanıklık ve faliyet hikmeti ve faydalarıyla ilgili yapılması, o
yaratıcının her şeyi bilen, hakim, dilediğini yapar bir mutlak yaratıcı
olduğunu gösterir. Çünkü isteseydi, insanları da yarasalar gibi yapar;
gündüzleri göz açtırmaz ,geceleri dinlendirmezdi.
İKİNCİSİ: Hareketleri durdurup sükunete
erdiren, duranların bir nur ile gözlerini açıp hareket etmelerine imkan veren o
kudretin, bilgisizlik karanlığında uyuyan insanları uyandırmak, şaşkınlara yol
göstermek için dünyayı peygamberlik nuru ile aydınlatacağını da gösterir.
ÜÇÜNCÜSÜ: Gece ve gündüzün bu değişmeleri, bu
âlemin bir değişme âlemi olduğunu, bu sebepten bu günün bir yarını ve bu
dünyanın bir ahireti bulunduğunu anlattığı gibi bir nur titremesi ile, uyuyan
gözlerin açılması ve sakin olanların harekete geçivermesi, aynı şekilde bir
üfürme ile ölülerin dirilebileceğini gösteren bir yeniden dirilme misali olarak
görülür. Fakat iman eden bir kavim için, çünkü iman etmeyenler hiç bir âyete
inanmazlar.
Meâl-i Şerifi
87- Sûr'a üfürüldüğü gün Allah'ın diledikleri
müstesna göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları
bükük olarak O'na gelirler.
88- Sen dağları görürsün de, yerinde durur
sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi
sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla
haberdardır.
89- Kim iyilikle gelirse, ona daha iyisi
verilir ve onlar o gün korkudan da emin kalırlar.
90- Her kim de kötülükle gelirse artık yüzleri
ateşte sürtülür. "Başka değil ancak yaptığınız amellerin cezasını çekeceksiniz."
(denir).
87- Sûr'a üfürüldüğü gün, büyük kıyamet!
SÛR, bazıları bunu "vâv" harfinin
fethi ile "suver" gibi "suret" kelimesinin çoğulu, nefhi de
suretlere ruh üflemek diye kabul etmişlerdir. Eğer böyle olsaydı zamirinde
denilmesi gerekirdi. Halbuki diğer bir âyette "Sonra, ona bir daha
üflenince" (Zümer, 39/68) diye müfred müzekker zamiri gönderildiğinden bu
mânâ doğru olamaz. Bazıları da bunu temsilî kabul etmişler, ölülerin
kabirlerinden mahşere çağırılışları halini bir orduyu harekete geçirmek için
boru çalınması haline benzetmek suretiyle temsili istiare yapıldığını
söylemişlerdir. Tefsircilerin çoğuna göre ise bazı hadislerde rivayet edildiği
üzere Sûr, büyük boru gibi bir şeydir ki, üç defa üfürülecektir: Birincisi,
"nefha-i feza',"yani dayanamama, korku üfürmesi. İkincisi,
"nefha-i saık" yani yok olma. Üfürmesi, üçüncüsü ise "nefha-i
kıyam", yani kalkma üfürmesidir. Ve buna memur olan melek İsrafil'dir. Bu
âyette açıklandığı üzere birincisi olan nefha-i feza'da göklerde ve yerde kim
varsa, yüce Allah'ın dilediklerinden başkası, hep dehşetten sarsılacak. Zümer
Sûresi'ndeki "Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzeri
göklerde ve yerde, kim varsa düşüp ölmüş olacaktır." (Zümer, 39/68) âyeti
gereğince ikinci olan nefha-i saık'ta ise Allah'ın dilediklerinden başka hepsi
yıkılıp ölecek. "Sonra ona bir defa daha üflenince, hemen ayağa kalkıp
bakakalacaklar." (Zümer, 39/68) ve "Bir de ne göresin! Onlar
kabirlerinden kalkıp koşarak Rabblerine giderler" (Yasin, 36/51) âyetleri
gereğince üçüncüsü olan nefha-i kıyamda kabirlerinden kalkıp mahşere
koşuşacaklardır.
Tirmizî'nin Ebu Saîd-i Hudrî (r.a) den rivayet
edip hasen dediği hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v): "Nasıl zevk ve
neşe içinde olurum, Sûr sahibi boruyu ağzına almış, ne zaman üfürmesi
emredilecek diye izin bekliyor" buyurmuştu. Bu, ashabı kirama pek ağır
geldi. O zaman Peygamber Efendimiz:
" "Allah bize yeter, o ne güzel
vekildir." (Âli İmran, 3/173) deyiniz" buyurdu.
FEZA: Korkunç bir şeyden insanda meydana gelen
tutukluk ve ürkeklik, yani şiddetli korku ile sarsılıp belinlemek demektir.
Ancak Allah'ın dilediği kimseler müstesna olarak korkudan emindirler Bunların
kim olduğu hakkında değişik sözler söylenmiş ise de kesin bir bilgi yoktur. En
uygunu, bundan sonraki ikinci âyette "Ve onlar o gün korkudan da emin
kalırlar" (Neml, 27/89) ifadesinin, bunun bir açıklaması şeklinde
olmasıdır.
88-89- Bir de sen dağları görürsün de onları
yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu
âyet iyi anlaşılmış değildir Müfessirler bunu "Dağlar sallanıp
yürütüldüğünde..." (Tekvîr, 81/3), "Dağlar atılmış yün gibi
olduğu..." (Kâria, 101/5) âyetleri üzere kıyamet günü dağların yün gibi
atılıp yürütülmesi manzarasının bir tasviri kabul etmişlerdir. Buna göre bu âyet
"hepsi O'na dehşete kapılarak gelir." (Neml, 28/87) cümlesine matuf
olarak bu görüş, bu sanış, bu bulut gibi geçiş, hep ilerde o feza günü olacak.
Fakat buna göre "Sen onları durur sanırsın" cümlesi yakışıksız kalır.
"Oysa, onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler." denilmesi daha
uygun olurdu. Çünkü "O gün dağlar bulut gibi geçecekler de o halde sen
onları camid duruyor sanacaksın" denilmesi, şiddetlendirmek değil
hafifletmek oluyor. Şu halde ile bu güne, o güne ait olmak ihtimali kalır. Yani
"bu gün hal-i hazırda dağları görürsün câmid hareketsiz sanırsın, halbuki,
onlar kıyamet günü bulut geçer gibi geçeceklerdir" demek olur. Bu surette
ise fazla kalır denilmesi daha uygun olurdu.
Bunun için müteahhirin'den bazıları fiilinin
de şimdiki zamana ait olması gerekeceğine hükmederek bununla yeryüzünün
hareketini ispata çalışmışlardır. Buna göre mânâ şöyle olmaktadır: Sen bu gün
dağları görür hareketsiz sanırsın, halbuki onlar hergün bulut geçer gibi
geçerler. Bu esas itibariyle güzel bir mânâdır. Ancak bu geçiş yeryüzünün her
gün güneş etrafındaki dönüşü olarak yorumlanınca kıyamet halleri arasında bunun
ne sebeple zikredildiği anlaşılamıyor. Bir de bütün bu görüşlerde yalnız
"yerinde durur" demek oluyor. Ve bunun yürümekle karşılığı anlaşılsa
da, bulut ile olan karşılığındaki zevk kaybedilmiş oluyor.
Bizim görüşümüze göre bu âyet, şimdiki halin
her an oluş ve yok oluşunu göstererek kıyamet ve yeniden dirilmeyi düşündürmek
için bir nevi delil göstermek üzere ifade edilmiştir. Dağların aslında gezici
gazlardan meydana gelmiş olup zerrelerinde bulut buharlaşır gibi olmak ve yok
olmak, kimyasal değişim ile her an yeni yaratılışın devam edip durduğunu ve bu
suretle yoğunluklarının da bir tek hacimde sabit kalmayıp her an değişmek ve
yeniden meydana gelmek üzere bulunduğunu ve bu sebepten âlemin en sabit görülen
şeylerinin bile böyle her an değişme ile bir kıyamete doğru gittiğini ve şu
halde günün birinde bir üfürme ile o koca dağların yerinden bütün
yoğunluklarıyla yürütülüp yeryüzünün başka bir yeryüzüne değiştirilebileceğini
anlatıyor. Hem bu gidişin nizamsız bir değişiklik ile sadece bir tahrip için
değil, bulutun rahmete gidişi gibi hikmet ve intizam ile daha yüksek bir hayata
geçirmek için olduğuna işaret de ediyor. Bu işareti özellikle açıklamak için
buyuruluyor ki: Her şeyi itkan eden, yani ilim ve hikmeti ile her şeyi yerli
yerinde sağlam ve muntazam yapan Allah'ın sanatıdır! Şüphesiz ki O,
yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır. Her kim bir iyilikle gelirse ona ondan
daha hayırlısı var, hem onlar o iyilikle gelenler o günkü bir feza'dan, yani o
üfürülme günü veya tekrar dirilme günü dehşetli bir korkudan emin kalırlar
90- her kim de bir seyyie ile, kötü amel ile
gelirse yüzü koyun ateşte sürtülür. Başka değil, ancak yaptığınız amellerin
cezası ile karşılanacaksınız.
Bu açıklamadan sonra, sonuç olarak Resulullah
(s.a.v)a şöyle söylemesi emrolunuyor:
Meâl-i Şerifi
91- (De ki): "Ben ancak her şeyin sahibi
olan ve burayı kutlu kılan bu şehrin (Mekke'nin) Rabbine kulluk etmekle
emrolundum. Yine bana müslümanlardan olmam emredildi."
92- "Ve Kur'ân'ı okumam emredildi."
Artık kim doğru yola gelirse, yalnız kendisi için gelmiş olur; kim de saparsa
ona de ki: "Ben sadece uyarıcılardanım."
93- Ve şöyle de: Hamd, Allah'a mahsustur. O,
âyetlerini size gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız. Rabbin,
yaptıklarınızdan habersiz değildir.
91-92-93- "Bu belde" yani Mekke.
"Kim Allah'a yüzünü iyilik yapan biri olarak çevirirse" (Bakara,
2/112) âyetine göre Allah'ın birliğine teslim olan ve yaptığını Allah için
yapan halis müslümanlardan ve de ki: Hamdolsun Allah'a, o size âyetlerini
gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız. Yani Kur'ân'da kudret
delillerinden İslâm'a vaad ettiği olağanüstü yardım ve başarıları ileride
fiilen gösterecek. Şimdi tanımak istemediğiniz o hakikatleri o vakit
tanıyacaksınız. "Şüphesiz ki bu Kur'ân, sana hikmet sahibi ve her şeyi
bilen Allah tarafından verilmektedir" (Neml, 27/6), "Rabbin şüphesiz
onlar arasında hükmünü verecektir." (Neml, 27/78), "O, âyetlerini
size gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız." âyetleri müminlere
hidayet ve müjde için indirildiği, başında bildirilen bu sûrenin ruhu yerinde
olan teminat âyetleridir.
Bu sûrenin indirildiği Mekke'de peygamber'in
ne kadar yalnız, İslâm'ın ne kadar garip olduğu düşünülür de öyle bir zamanda
böyle bir sûre ve özellikle bu kesin âyetlerle gelecek hakkında vaad ve
teminatın kuvveti ve büyüklüğü ve gerçekte hicretten sonra İslâm tarihinin
açtığı kudret ve saltanatın genişliği ve önemi düşünülürse bu sûrenin ve bu
âyetlerin, bu yüksek haber ve teminatın ne kadar büyük mucizeleri içinde
bulundurduğu ortaya çıkar. Ve gerçekten bu Kur'ân'ın, her şeye hakim, her şeyi
bilen yüce Allah tarafından geldiği bütün açıklığı ile anlaşılır.
Tarihi araştıranlar "Bedir" den
başlayıp Hz. Ömer devrinden, Fatih, Yavuz ve Kanuni Süleyman devirlerine kadar
yüce Allah'ın "Hamd olsun Allah'a! O, âyetlerini size gösterecek, siz de
onları görüp tanıyacaksınız" buyurduğu üzere, âyetlerini nasıl
gösterdiğini hiç şüphesiz görür, hamd ederler. Selim ve Süleyman
saltanatlarının, Davud ve Süleyman saltanatları gibi "Bizi mümin
kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun" (Neml, 27/15)
şükranesiyle doğması da bu sûredeki müjdelerin neticelerinden olduğunda şüphe
yoktur.
Şunu da unutmayalım ki, Çanakkale, Sakarya,
İnönü zaferleri, İzmir'in düşman işgalinden kurtarılması, Avrupalıların
İstanbul'dan çıkarılmaları hamdolsun yüce Allah'ın zamanımızda gösterip
tanıttığı İslâmi âyetlerdendir. Bu savaşlarda Türkiye müslümanları öyle bir
sıkıntı ve ilhas ile Allah Teâlâ'ya sığınarak çalışmışlardı ki "Onlar mı
hayırlı, yoksa kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki
sıkıntıyı gideren...mi?" (Neml, 27/62) âyeti aynen ortaya çıkmıştı. Fakat
bütün bunların meydana gelişinden sonra "Bil ki sen, ölüleri
işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da daveti
duyuramazsın." (Neml, 27/80) buyurulduğu üzere duymak istemeyen
kalpsizler, sağırlar, körler, İslâm'ın artık bütün vaadleri olmuş bitmiş,
gelecek için görevi kalmamış olduğunu iddia ederek müslümanlığı körletmek,
Allah'ı unutup şirk yollarına gitmek istiyorlar. Böyle nankörlükler
yapılacağını bildiği için yüce Allah da "Rabbin neler yapacağınızdan da
habersiz değildir." buyuruyor. Sûrenin başında da "Müminler için
hidayet rehberi ve müjdedir" (27/2), "Ki onlar, namazı kılarlar,
zekatı verirler ve ahirete de kesin olarak iman ederler" (27/3),
"Şüphesiz biz, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik
de o yüzden bocalar dururlar; işte bunlar kendileri için oldukça ağır bir azab
bulunan kimselerdir, ahirette en çok ziyana uğrayacaklar da onlardır."
(27/4-5) buyurulmuştu.
Yani müminlere, sonsuz geleceği olan ahiret
vaad edilip müjdelenirken, ahirete imanı olmayanların, kendilerini beğenen
körlüklerini ve sonundaki hüsranlarını anlatmıştı. Dâbbetü'l-arz ve Sûr'a
üfürülme âyetlerinde de bütün âlemin umumî değişimi anlatılırken, İslâm'a vaad
edilen ahiretin sonsuz tahakkuku tesbit edilmiş ve "Kim iyilikle gelirse
ona daha iyisi verilir. Ve onlar o gün korkudan da emin kalırlar"
buyurulmuştur.
Gerçekte "Dinlensinler diye geceyi
yarattığımızı, ve (çalışsınlar diye) gündüzü apaydınlık yaptığımızı görmediler
mi?" (27/86) buyurulduğu üzere İslâm'ın da gecesi, gündüzü olacak, o da bu
değişen âlemde bazen gecelerin sukunet avucunda dinlenecek, bazen gündüzlerin
parlayan ikbalinde gözlerini açarak Hak Teâlâ'nın yüce huzurunda en yüksek
hayatı yaşamak için uyanacaktır. Bu âyetin işaretine göre İslâm'ın istikbali gece
değil, gündüzdür; sönük değil, parlaktır. Arasıra basan gece karanlıkları, onu
dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mânâ, bilinen bir hadis-i şerif ile
şöyle açıklanmıştır: Bu hadisteki fiilini birçok kimseler mânâsına nakıs fiil
kabul ederek: "İslâm garib olarak başladı (veya zuhûr etti), yine
başladığı gibi garib olacak." diye yalnız korkutma şeklinde anlamış,
bundan ise hep ümitsizlik, yayılmıştır. Halbuki, Kâmus'ta gösterildiği üzere
"âde" fiili de olduğu gibi dönüp yeniden başlamak mânâsına da gelir.
Bu hadiste de böyledir. Yani "İslâm garib
olarak başladı (veya ortaya çıktı) ileride yine başladığı gibi garib olarak
tekrar başlayacak (yahud yeniden doğacak) ne mutlu o gariblere" demektir.
Hadisin sonundaki "fetûbâ" onun korkutmak için değil, müjdelemek için
olduğunu gösterir, gerçi bunda da dönüp garib olma korkusu yok değil, fakat
sönmeyip yeniden başlaması müjdesi vardır.
İşte "fetûbâ lilgurabâ" müjdesi de
bunun içindir. Çünkü onlar "önce geçenler" gibidirler. Bundan dolayı
hadis de ümitsizliği değil müjdeyi ifade eder. Ve bu, sûre-i celile âyetlerinin
mânâlarındandır. Bu görüşten anlaşılıyor ki, bu Mekkî sûrelerin, tertipte böyle
bir çok Medenî sûrelerden sonraya konulması, içindeki mevzularının daha çok
geleceğe ait olduğuna dikkat çekme gibi bir hikmeti içermektedir. Ey müslüman
bunları bil de, de ki: "Hamdolsun Allah'a! O, âyetlerini size gösterecek,
siz de onları görüp tanıyacaksınız. Rabbin, yaptıklarından habersiz
değildir." Bak şimdi bu vaadi; Kasas Sûresi'nin takip etmesi ne kadar mânâlıdır:
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Neml Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.