Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Nahl Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
16-NAHL:
1- Allah'ın emri geldi. Buradaki kelimesi un
tekili, yani Allah'ın ilâhlığı gereğince işler mânâsına "emr" olması
muhtemel olduğu gibi, in tekili, yani Allah'ın nefsi gereği, hüküm ve fermanı
mânâsına "emr" olması da muhtemeldir. Ve ikisiyle de tefsir
edilmiştir. Birinci durumda maksat, kâfirlere vaad edilmiş olan azab veya
kıyamettir. Fakat bu şekilde geldi demenin, gelmek üzeredir, gelmektedir,
geliyor mânâsına mecaz olması gerekir.
"Onu acele istemeyin!" buyurulması
da buna ipucu olur. Çünkü gelmiş olsaydı emri gerçekleşirdi. Meydana gelmiş bir
şeyi acele istemek de imkansız olurdu. İkinci durumda ise, onun meydana
gelmesini gerektiren Allah'ın hükmü geldi demek olacağından gerçek mânâsı
üzeredir. Ancak zamirinde bir istihdam gözetmek gerekir. Ve bu şekilde iki
mânânın ikisi de göz önünde bulundurulmuş olur. Yani Allah'ın emri ve fermanı
geldi, şimdi onun acele gelmesini istemeyiniz. O emrin kapsamını ivmeyiniz,
acele etmeyiniz, olacaklar olacak, müşrikler kahrolacak. Yüce Allah onların
şirk koşmalarından münezzeh ve yücedir. Bundan dolayı Allah katında
şefaatçilerimiz olur diye tapıp Allah'a ortak koştukları şeylerin hiçbirisinin
onları Allah'ın emrinden kurtarmasına imkan yoktur.
Allah'ın emri geldiğini kim biliyormuş mu
diyecekler? O yüksek ve mukaddes Allah:
Meâl-i Şerifi
2- Kendi emrinden ruh (vahiy) ile melekleri,
kullarından dilediği peygamberlere indirip şu gerçeği insanlara bildirin,
buyuruyor: Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak benden korkun.
2- Kullarından dilediğine emrinden ruh (vahiy)
ile meleklerini indirir, elçiler gönderir. "Kendi emrinden ruh (vahiy)
indiriyor" (Mümin, 40/15) âyetinde olduğu gibi burada da "ruh
ile" ifadesinden maksat, vahiydir. Çünkü vahiy, ruhî bir iştir. Ruh da
Allah'ın emirlerinden bir emir, başka bir ifade ile Allah'a ait işlerden bir iş
olduğundan dolayı vahiy, özel bir ruh demektir. Ve böylece bu âyet, vahyin bir
tarifini kapsamaktadır. Yani vahiy, Allah'ın emirlerinden ruhsal bir şeydir ki,
Allah Teâlâ onu kendi yanından melekleri ile kullarından dilediği kimseye
indirir, emrini haber verir, bildirir. İşte kulu ve elçisi Muhammed Mustafa
(s.a.v) ya da diledi ve o ruhu (vahyi) indirdi.
Şöyle ki uyarınız, yani inkâr etmenin sonunun
tehlikeli olduğunu anlatarak insanlara bildiriniz şu şanlı gerçeği ki benden
başka ilâh yoktur. Öyle ise benden korkunuz, ortak koşmaktan ve isyan etmekten
sakınınız. Demek ki bütün vahiyler kısaca bu iki esasta özetlenebilir. Birisi
tevhid ki, ilmî kuvvetin olgunluğunun son noktasıdır. Birisi de takva (Allah
korkusu) ki amelî kuvvetin son olgunluk noktasıdır. Ve demek ki Peygamberlik
çalışılarak elde edilen bir şey değil, Allah vergisidir.
Böylece işitmeye dayalı delili tesbit ettikten
sonra, akla hitap ederek de bilgiyi pekiştirmek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
3- Allah gökleri ve yeri hikmeti ile yarattı.
O, kâfirlerin ortak koştukları şeylerden çok yücedir.
4- O, insanı bir meniden (spermadan) yarattı.
Bir de bakarsın ki o, Rabbine karşı apaçık bir düşmandır.
5- Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizi
ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Ve siz onlardan bir kısmını da
yersiniz.
6- O hayvanları, akşam vakti getirirken ve
sabahleyin salarken, onlarda sizin için bir güzellik ve zevk vardır.
7- Bu hayvanlar, ancak güçlükle varabileceğiniz
bir memlekete yüklerinizi taşır. Rabbiniz, şüphesiz çok şefkatlidir, çok
merhametlidir.
8- Hem kendilerine binesiniz, hem de zinet
olsun diye atları, katırları, ve merkepleri yarattı. Ve şu anda bilemeyeceğiniz
daha nice şeyler yaratacak.
9- Doğru yolu göstermek Allah'a aittir. Onun
eğrisi de vardır. Allah dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.
3- Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı.
Hepsinin bir hak ve gerçeği vardır ki onu geçemez ve hiçbiri haksızlıkla
tutunamaz, hepsinin hakkı yaratılmışlıktır. Her şeyin yaratıcısı olan
Allah'lık, hiçbirinin haddi değildir. Bunları böyle yaratan yaratıcı ortak
koştukları şeylerden yüce ve çok yüksektir.
4- O, insanı bir meniden yarattı. Düşünmeli ki
bir nutfe, bir sperma damlası ne kadar değersiz bir sıvı, ne güçsüz ve zayıf
bir şeydir? Ve ondan bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir. Maddesine
bakınca böyle bir damla sümükten oluşan insan, yalnız yüce Allah'ın kudretiyle,
Allah'ın ona üfürdüğü ruh ile duyu ve irade, konuşma ve fikirlerini açıklamaya
sahip kuvvetli bir insan kılığına girer de bir de ne bakarsın o, bir damla
spermadan yaratılan mahluk apaçık bir mücadeleci kesilir. Kendini savunma yolunda
çok konuşan bir tartışmacı ve mücadeleci haline gelir. Veya aslını unutur da
yaratıcısına karşı bile açık bir düşman olur. Ona karşı ortak koşmaya, mantık
ve felsefeden bahsetmeye kalkışır. Ve bundan dolayı bütün bu âlemde haksızlık
yalnız insanlarda bulunur. Ve onun içindir ki, uyarı emri de insanlara yönelir.
5- "En'amı" En'âm Sûresi'nde
etraflıca anlatıldığı üzere erkeği ve dişisi ile koyun, keçi, sığır, deve sekiz
çifte ulaşan ve kendisine en'âm denilen davar, Allah onu da yarattı. Dili
olmayan ve derdini anlatmaktan âciz bulunan o yarattıkları da yarattı, fakat
boşuna değil sizin onlarda korunma vasıtalarınız ve pek çok faydalarınız
vardır. Onlardan yersiniz de. Yani hepsini değil, helal ve temiz olan parçalar
ve kısımlarını ve onların vücutlarından veya hizmetlerinden meydana gelen
ürünleri yer ve yaşarsınız.
6- Ve akşam-sabah getirdiğiniz ve saldığınız
sırada sizin onlarda bir güzelliğiniz de vardır. Karınları tok, memeleri dolu
olarak otlaktan dönüşleri ve yavruları ile karşılaşıp meleşmeleri ve yayılmaya
giderken koşuşup oynaşmaları ne hoş, ne zevklidir. Malın gelişinde sahiplerinin
zevki, gidişinden daha fazla olduğu için "akşamleyin getirdiğinizde"
kısmı öne alınmıştır.
7- Ve sizin yüklerinizi de taşırlar. O,
davarlardan develer, öküzler, mandalar kendinizin ve eşyanızın ağırlıklarına
hammallık da ederler, götürürler. Öyle uzak bir memlekete götürürler ki, yalnız
kendinize kalsa siz ona varamazdınız ancak can zahmeti ile varabilirdiniz. Yani
varanlarınız olsa bile zorluktan güç ve kuvveti kesilmiş, yarı ölü halinde
varırdınız. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli ve çok merhametlidir ki, size bu
nimetleri ihsan etmiştir. Şu halde sizin de onları şefkat ve merhametle
kullanmanız gerekir.
8-Bunlardan başka, atları, katırları ve
eşekleri de binmeniz ve süs olsun diye yarattı, dolayısıyla bunları
yememelisiniz ve şimdi bilemeyeceğiniz daha ne acaib şeyleri yaratacaktır.
Gerçekten bizden önceki insanların görmediği, bilemediği şeylerden biz,
trenler, otomobiller, uçaklar gibi türlü binitler gördük. Kim bilir bundan
sonra da Allah Teâlâ bizim bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz daha neler yaratmış
ve yaratacaktır. Şüphe yok ki, bütün bu binitlerden faydalanmak için yol da
gerekir.
İşte Allah Teâlâ onların hepsinin yaratıcısı
olduğu için doğru hedefe götürecek olan doğru yol da Allah'a aittir. Doğru
yolu, hak şeriatı bildirecek olan ve onun doğruluğunu üzerine alan da
Allah'tır. Bununla beraber o yoldan sapan da vardır. Yolun eğrisi ve doğru
yoldan sapan yolcular da vardır. Demek ki Allah, onların bizzat hidayetlerini
dilememiştir. Çünkü dilemiş olsaydı hepinizi gerçekten hidayete erdirirdi.
Doğru yolu, hak dini yalnız açıklamakla yetinmezdi, bütün insanlara ona girmeyi
de nasib ederdi.
Meâl-i Şerifi
10-10- Sizin için gökten su indiren O'dur.
İçecek su ondandır; hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de o su ile yetişir.
11- Allah, sizin için, o su ile ekin, zeytin,
hurmalıklar, üzümler ve her çeşit meyveleri bitirir. Şüphesiz ki bunda
düşünecek bir topluluk için büyük bir ibret vardır.
Meâl-i Şerifi
12-12- Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin
hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir.
Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
Meâl-i Şerifi
13-13- Yeryüzünde sizin için yarattığı değişik
renklerdeki şeyleri de sizin hizmetinize sunmuştur. Elbette bunda öğüt alan
kimseler için bir ibret vardır.
Meâl-i Şerifi
14-14- Yine denizden taze et (balık) yiyesiniz
ve ondan takındığınız süs eşyasını çıkarasınız diye, denizi emrinize veren
Allah'tır. Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun. Lütfundan
rızık aramanız ve şükretmeniz için Allah böyle yapmıştır.
Meâl-i Şerifi
15-15- Allah, yeryüzü sizi sarsmasın diye
oraya sabit dağlar yerleştirdi. Yolunuzu bulmanız için de nehirler ve yollar
yarattı.
16- Daha birçok âlametler yarattı. İnsanlar
geceleyin de Allah'ın yarattığı yıldızlarla yönlerini bulurlar.
Meâl-i Şerifi
16-15- Allah, yeryüzü sizi sarsmasın diye
oraya sabit dağlar yerleştirdi. Yolunuzu bulmanız için de nehirler ve yollar
yarattı.
16- Daha birçok âlametler yarattı. İnsanlar
geceleyin de Allah'ın yarattığı yıldızlarla yönlerini bulurlar.
Meâl-i Şerifi
17-23-17- Hiç yaratan (Allah), yaratmayan
(putlar) gibi olur mu? Artık siz düşünmez misiniz?
18- Halbuki Allah'ın nimetlerini teker teker
saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır,
çok merhametlidir.
19- Allah, gizlediğinizi de açıkladığınızı da
bilir.
20- Kâfirlerin Allah'tan başka yalvardıkları
(putlar) ise, hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar, kendileri yaratılmışlardır.
21- O putlar, hep ölüdürler, diri değildirler
ve insanların öldükten sonra ne zaman dirileceklerini de bilmezler.
22- İlâhınız bir tek ilâhtır. Bununla beraber
ahirete inanmayanların kalbleri inkârcı, kendileri de böbürlenen kimselerdir.
23- Şüphesiz ki Allah, onların gizlediklerini
de açığa vurduklarını da bilir. Doğrusu Allah, kendilerini büyük görüp hakkı
kabul etmeyenleri sevmez.
Meâl-i Şerifi
24-26- 24- Onlara: "Rabbiniz ne indirdi?
denildiği zaman "Öncekilerin efsanelerini" dediler.
25- Bunu söylemelerinin sebebi şu: Kıyamet
günü, kendi günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden
saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir.
Dikkat edin, yüklendikleri günah ne kötüdür!
26- Onlardan öncekiler de tuzak kurdular.
Fakat Allah onların binalarını temelinden sarstı, çatı tepelerinden üzerlerine
çöktü ve azap onlara farkedemedikleri bir yönden geldi.
Meâl-i Şerifi
27-29- 27- Sonra kıyamet günü Allah, O
kâfirleri rezil rüsvay edecek ve diyecek ki: "Hani uğrunda müminlere karşı
düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede?" Kendilerine ilim verilmiş olanlar:
"Şüphesiz bugünün rezilliği ve kötülüğü kâfirleredir." diyeceklerdir.
28- (O kâfirler), kendilerine zulmetmiş
kimseler olarak, meleklerin, canlarını aldıkları kimselerdir. O vakit onlar
şöyle diyerek teslim olurlar: "Biz, bir kötülükten dolayı
yapmıyorduk." (Onlara): "Hayır, Allah sizin ne maksatla yaptığınızı
elbette çok iyi bilendir."
29- "O halde içinde ebedî kalacağınız
cehennemin kapılarından girin" denir. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!
Meâl-i Şerifi
30- Kötülüklerden sakınanlara: "Rabbiniz
ne indirdi?" denilince: "Hayır indirdi" derler. Bu dünyada güzel
amel işleyenlere güzel bir mükafat var. Elbette ahiret yurdu ise daha
hayırlıdır. Allah'tan korkanların yurdu ne güzeldir!
31- O girecekleri yer, Adn cennetleridir ki,
altından ırmaklar akar. Orada Allah'tan korkanlara diledikleri nimetler vardır.
İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükafatlandırır.
32- Takva sahipleri o kimselerdir ki,
melekler, canlarını hoş ve rahat halde alırlar. "Selam size, yapmış
olduğunuz güzel işlerin mükafatı olarak girin cennet'e..." derler.
30-31-32- âyeti, yukarıdaki âyeti üzerine
atfedilmiştir.
Fakat o kâfirler:
Meâl-i Şerifi
33-34-35- 33- Ancak kendilerine, ruhlarını
alacak meleklerin gelmesini veya Rabbinin azab emrinin (kıyametin) gelip
çatmasını bekliyorlar! Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah
onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi.
34- Bunun için, sonunda yaptıklarının cezası
başlarına felaket oldu ve alay edip durdukları o azap, kendilerini kuşattı.
35- Allah'a ortak koşanlar dediler ki:
"Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık
ve O'nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık" Kendilerinden öncekiler
de böyle yaptılar. Buna karşı peygamberlerin vazifesi, ancak açık-seçik bir
tebliğden, ibarettir.
Meâl-i Şerifi
36-39- 36- Andolsun ki biz her ümmete,
"Allah'a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının." diye bir
peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir
kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yer yüzünde bir gezip dolaşın da bakın
ki, peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu bir görün?
37- (Ey Muhammed!) Sen o kâfirlerin hidayete
ermelerini ne kadar istesen de Allah, saptırdığı kimseyi hidayete erdirmez.
Onların hiçbir yardımcısı da yoktur.
38- Kâfirler, "Allah ölen kimseyi
diriltmez." diye en kuvvetli yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Hayır, bu
ölüleri diriltmek, Allah'ın kendisine karşı bir vaadidir. Ancak insanların çoğu
bunu bilmezler.
39- Allah ölüleri diriltecek ki, o kâfirlerin,
hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıkça göstersin ve bunu inkâr edenler
kendilerinin yalancı olduklarını bilsinler.
Meâl-i Şerifi
40- Biz bir şeyi dilediğimiz zaman, ona
sözümüz sadece "ol" dememizdir. O da hemen oluverir.
41- Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda
hicret edenlere gelince, biz dünyada mutlaka onları güzel bir yere
yerleştiririz. Halbuki bilirlerse ahiretin mükafatı elbette daha büyüktür.
42- O Muhacirler, müşriklerin eziyetlerine
sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.
40-41-42- Bu sûre Mekke'de indiğine göre bu
âyetin iniş sebebinin, Habeşistan'a hicret eden ilk Muhacirler olması gerekir.
Meâl-i Şerifi
43- (Ey Peygamber!) Senden önce de,
kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik.
Eğer bunu bilmiyorsanız Tevrat ve İncil âlimlerine sorun.
44- Biz o peygamberleri mucizelerle ve
kitaplarla gönderdik. Ey Peygamberim! Sana da Kur'ân'ı indirdik ki, insanlara
vahyedileni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.
45- Sinsice kötü tuzaklar kuranlar, Allah'ın
kendilerini yerin dibine geçiremeyeceğinden, yahut bilemeyecekleri bir yerden
azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
46- Yahut (rızık için) dolaşıp dururlarken
(Allah'ın azabının) kendilerini yakalayıvermesinden emin mi oldular? Üstelik
onlar, azabı engelleyici de değillerdir.
47- Yahut ta kendilerini azar azar yakalayıp
helak etmesinden emin mi oldular? Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok
merhametlidir.
43-47- (Yusuf, 12/109 âyetinin tefsirine bkz.)
Kanıtlar, açık mucizeler ve kitaplarla gönderdik. Bu "ba" önceki
âyetteki fiiline müteallık (bağlı)tır.
Şüphesiz ki Rabbiniz gerçekten çok şefkatli,
pek merhametlidir. Çünkü o kudretiyle beraber günahlara karşı azab ve cezayı
acele vermiyor.
Meâl-i Şerifi
48- Onlar, Allah'ın yarattığı birtakım şeyleri
görmediler mi ki? Gölgeleri Allah'ın kudretine boyun eğip secde ederek, sağa
sola döner, dolaşır.
49- Göklerde ve yer yüzünde bulunan canlılar
ve bütün melekler, kibirlenmeden Allah'a secde ederler.
50- Kendilerine hakim olan Rabblerinden
korkarlar ve emrolundukları her şeyi yaparlar.
48- Görmediler mi? Bir baksalar! Allah'ın
yarattığı herhangi bir şeye, yani herhangi bir şeye bakıp bir düşünseler,
görürler ki gölgeleri boyun eğerek büyüklük taslamadan Allah'a secde ederek sağ
ve sola düşüyor. Yani etrafından, yahut doğudan batıya doğru döner eğilir.
Burada secdeden maksat, isteğe bağlı hareketle sınırlı olmayan kayıtsız boyun
eğmektir. Yani gölgesi bulunan şeylerin gölgeleri bile sahiplerinin hükmüne ve
iradesine değil, Allah'ın emrine mahkum olmuşlar ve boyun eğmişlerdir. Sahibi
ne kadar uğraşırsa uğraşsın gölge yüce Allah'ın emir ve takdiri ile ışığın
geliş noktasının istikametinde düşer ve onun dönüşlerini takip eder. Aynı
zamanda gölge, ışığın eseri de değildir, cisimler ile ışık arasında öyle bir
ilişkiye, bir kanuna mahkumdur ki, işte o kanun Allah'ın bir emridir. Ve bundan
dolayı eşyanın gölgelerinde bile hakimiyet ve tasarruf Allah'ındır. Onlar,
yerde sürünürlerken sahiplerine değil, Allah'a secde eder ve Yüce Allah'ın
birliğini ilan ederler.
49- İster göklerde ve ister yeryüzünde deprenen
canlıların hepsi, göklerde ve yeryüzünde vücud hareketleri ile hareket eden
bütün varlıklar ve bütün melekler ancak Allah'a secde ederler. İsteyerek olsun,
istekleri dışında olsun, sadece Allah'a boyun eğerler. Ve bunlar büyüklük
taslamazlar Allah'a secde, ve ibadet etmekten kibirlenmezler.
50- Üzerlerine hakim olan Rabblerinden
korkarlar. Ve kendilerine emredilen her şeyi yaparlar. Gerek ibadet ve gerekse
kâinatın düzeni ile ilgili olarak emredilen vazifelerini yaparlar.
Demek ki melekler de mükelleftirler ve korku
ile ümit arasında idare olunmaktadırlar. Bununla beraber itaat hususunda
insanlar gibi değildirler. Çünkü yerde deprenenler içinde bulunan insanlar,
yapmak mecburiyetinde oldukları fiilleri yönünden Allah'ın emirlerine boyun
eğmemeyi yapamaz, Allah'ın emrine ister istemez teslim olurlarsa da irade ve
isteklerine bağlı olan hususlarda Allah'tan korkmayan, Allah'a secde ve
ibadetten kibirlenen azgınlar da vardır.
Meâl-i Şerifi
51-55- 51- Allah, buyurmuştur ki: İki ilâh
edinmeyin. O, ancak bir ilâhdır. Onun için yalnız benden korkun.
52- Göklerde ve yerde olan her şey yalnız
O'nundur. Din de daima O'nundur. Böyle iken, siz Allah'tan başkasından mı
korkarsınız?
53- Sizdeki her nimet Allah'tandır. Sonra size
bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız.
54- Sonra Allah bu sıkıntıyı sizden kaldırdığı
zaman, bir de bakarsınız ki, içinizden bir topluluk, hemen Rablerine ortak
koşarlar.
55- Bunu kendilerine verdiğimiz nimete
nankörlük etmek için yaparlar. Şimdi eğlenin bakalım! Fakat yakında
bileceksiniz. yani fazlası şöyle dursun, iki ilâh bile edinmeyin.
Meâl-i Şerifi
56- Bir de müşrikler kendilerine rızık olarak
verdiğimiz şeylerden tutuyorlar mahiyetini bilmedikleri şeylere (putlara) pay
ayırıyorlar. Allah'a andolsun ki, siz bu yaptığınız iftiralardan mutlaka hesaba
çekileceksiniz.
57- Onlar, Allah'a kızlar isnad ediyorlar. O,
bundan münezzehtir. Kendilerine ise erkek çocukları isnad ederler.
58- Halbuki onlardan birine, kız doğum haberi
müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolar, yüzü kapkara kesilir.
59- Kendisine verilen müjdenin kötülüğü,
dolayısıyla kavminden gizlenir. Şimdi acaba o çocuğu zillet ve horluğa
katlanarak saklayacak mı? Yoksa toprağa mı gömecek? Dikkat edin verdikleri
hüküm ne kötüdür!
60- Ahirete iman etmeyenler için kötü sıfatlar
var. En yüce sıfatlar ise, Allah'ındır. O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet
sahibidir.
56-59- (En'âm, 6/136. âyetin tefsirine bkz.)
Hüza'a ve Kinâne kabileleri meleklere Allah'ın kızları diyorlardı. Halbuki
kendileri kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. (Zuhruf, 43/19 âyetine bkz.)
60- Ahirete inanmayanlar için öyle kötü mesel. Yani kötülükte örnek olan çirkin
sıfatları vardır. Ki çocuklara muhtaç olmakla beraber, çocuklarını öldürmek
gibi. Allah'ın hakkı ise en yüce sıfatlardır. Yani yücelikte örnek olan en
yüksek sıfattır ki zatının vacib olması, mutlak surette zengin olması, geniş
rahmeti ve yaratıkların vasıflarından beri olması gibi. Onun için yüce Allah,
onların yaptıkları vasıflandırmalardan çok yüce, çok beri ve uzaktır. O'na ne
kız isnad edilir, ne de oğul ve o yegane Aziz, tam kuveti ile eşsiz ve
özellikle onları her an sorumlu tutmaya gücü yeter, yegane Hakîmdir. Yaptığını
tam bir hikmetle yapar.
Nitekim:
Meâl-i Şerifi
61- Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden
hesaba çekseydi, yeryüzünde kımıldayan tek canlı bırakmazdı. Fakat Allah
onları, belli bir vakte kadar erteler. Müddetleri (ecelleri) geldiği zaman, onu
ne bir saat erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.
61-Allah böyle her şeyden üstün ve hikmet
sahibi iken ve O'nun hakkı en yüce ve en güzel vasıflarla vasıflanmak iken:
Meâl-i Şerifi
62- Müşrikler, kendilerinin hoşlanmadıkları
şeyleri, Allah'a isnad ediyorlar. Dilleri, en güzel şeylerin kendilerine ait
olduğunu yalan yere durmadan söyler. Hiç şüphesiz onlar için, sadece ateş
vardır. Oraya en önde gidip kalacaklardır.
63- Allah'a yemin olsun ki, biz senden önce
bir çok ümmetlere peygamberler gönderdik. Ne var ki şeytan, onlara amellerini
bezeyip süslü gösterdi. Bugün de o şeytan, kâfirlerin dostudur. Onlar için acı
bir azab vardır.
62-63- Bir de tutarlar kendilerinin
hoşlanmayacakları şeyleri Allah'a isnad ederler. Çünkü kız çocuklarından
hoşlanmazlar. Allah'ın kızları var derler; kendileri başkanlıkta ortaklıktan
hoşlanmazlar, Allah'a ortak koşarlar; kendileri elçilerine saygı gösterilmesini
isterler, Allah'ın peygamberlerini küçümserler. Putlarına kıymetli mallarını
sunarlar, beğenmedikleri değersiz mallarını Allah için vermeğe kalkışırlar...
Meâl-i Şerifi 64-64- (Ey Resulüm!) Biz, sana
bu kitabı (Kur'ânı) sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklaman
için ve iman edecek topluma bir hidayet, bir rahmet olsun diye indirdik. Meâl-i
Şerifi
65- Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzüne
ölümünden sonra hayat verdi. Şüphesiz ki bunda dinleyen bir millet için büyük
bir ibret vardır.
65- Kulağı bulunan, dinleyecek olanlar, burada
ölümden sonra dirilmeye sebep olan gökten suyun (yağmurun) indirilmesi
hatırlatılırken buyurulması dikkate değer. Halbuki suyun inmesine uygun olan
dinlemek değil, görmek veya düşünmek görünür. Şu halde bunda önemli bir nükte
vardır ki, o da zikredilen suyun, Kur'ân'ı temsil ettiğine işarettir. Çünkü
Ra'd Sûresi'nde (13/17) âyetinde de bunun bir benzeri geçmişti.
Meâl-i Şerifi
66- Gerçekten süt veren hayvanlarda da size
bir ibret vardır. Size işkembelerindeki yem artıklarıyla kandan meydana gelen,
içenlere içimi kolay halis bir süt içirmekteyiz.
67- Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvalarından da
hem içki, hem de güzel gıdalar edinirsiniz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan
kimseler için büyük bir ibret vardır.
66- Bir sarhoş edici, bir de güzel rızık
alırsınız. Bu âyet, sarhoş edici şeylerle ilgili olarak ilk inen âyettir.
Bununla içki henüz haram edilmiş olmamakla beraber görülüyor ki, güzel rızka
karşılık zikr edilmiş ve dolaylı yoldan güzel bir şey olmadığı anlatılmıştır.
Öncesine de dikkat edilince anlaşılır ki, güzel rızık ile sarhoş edici şeyin
karşılığı süt ile işkembe ve kanın karşılığının benzeridir. Bu ise dinin yasak
ettiği şeyin haram olduğuna işarettir. Dolayısıyla burada güzel rızıktan
maksat, pekmez ve ondan yapılan şeyler gibi tatlılardır.
Meâl-i Şerifi
68- Senin Rabbin bal arısına şöyle vahyetti:
Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin.
69- Sonra meyvaların hepsinden ye de, Rabbinin
(sana) kolay kıldığı yollara gir, diye ilham etti. Onların karınlarından
renkleri çeşitli bir bal çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır. Şüphesiz ki
bunda düşünen bir millet için, büyük bir ibret vardır.
67- Bir sarhoş edici, bir de güzel rızık
alırsınız. Bu âyet, sarhoş edici şeylerle ilgili olarak ilk inen âyettir.
Bununla içki henüz haram edilmiş olmamakla beraber görülüyor ki, güzel rızka
karşılık zikr edilmiş ve dolaylı yoldan güzel bir şey olmadığı anlatılmıştır.
Öncesine de dikkat edilince anlaşılır ki, güzel rızık ile sarhoş edici şeyin
karşılığı süt ile işkembe ve kanın karşılığının benzeridir. Bu ise dinin yasak
ettiği şeyin haram olduğuna işarettir. Dolayısıyla burada güzel rızıktan
maksat, pekmez ve ondan yapılan şeyler gibi tatlılardır.
Meâl-i Şerifi
68-Senin Rabbin bal arısına şöyle vahyetti:
Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin.
69- Sonra meyvaların hepsinden ye de, Rabbinin
(sana) kolay kıldığı yollara gir, diye ilham etti. Onların karınlarından
renkleri çeşitli bir bal çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır. Şüphesiz ki
bunda düşünen bir millet için, büyük bir ibret vardır.
68-69- "Rabbin bal arısına
vahyetti." Buradaki vahyi, tefsirciler ilham şeklindeki vahy diye tefsir
etmişlerdir. Çünkü bundan maksatın, peygamberlik vahyi olmadığı apaçıktır.
İlham bir mânâyı kalbe atmaktır. Fakat ilham, ilim ve amel açısından bir
gereklilik ve mecburiyet ifade etmez. Halbuki bal arısında şu anlatılan
mânâlar, amel ile ilgili zarureti (zorunluluğu) anlatan özel bir fıtrattır.
Denebilir ki, arının sanatı bir peygamberlik vahyi olmamakla beraber, zorunlu
bir hüküm ifade etmesinden dolayı ona benzer. Ve vahiy denilen manevî işin
kuvvet ve isabetini düşünebilmek açısından ilhamdan daha kuvvetli bir örnektir.
Yani yüce Allah tarafından arıya bal yapmak ruh ve sanatı şaşmaz bir gereklilik
ve isabetle verildiği gibi, peygamberlere gelen vahiy de zorunlu ve ledünnî
(Allah'ın ihsanı olan) bilgidir. Ve buna işaret edilerek "senin
Rabbin" buyurulmuştur. Bundan dolayı arıya vahyin mânâsı ona, o ruh ve
fıtratı vermek ve açık bir vasıta olmaksızın gizli bir şekilde terbiye ederek
ona, o duygu ve sanatı kesin bir mükemmellikle öğretip belletmek demektir.
Meâl-i Şerifi
70-74- 70- Allah, sizi yarattı, sonra da sizi
öldürecektir. İçinizden kimi de, biraz bilgiden sonra eşyayı önceki bildiği
gibi bilmesin diye, ömrün en kötü çağına kadar yaşatılır. Şüphesiz ki Allah çok
bilgili ve büyük kudret sahibidir.
71- Allah, rızık yönünden bir kısmınızı
diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık verilenler, rızıklarını
ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Durum böyle iken
Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?
72- Allah, size kendi cinsinizden eşler, o
eşlerinizden de oğullar ve torunlar yarattı. Sizi helal ve güzel gıdalarla
rızıklandırdı. Onlar, hâlâ batıla mı inanıyorlar? ve Allah'ın nimetini inkâr mı
ediyorlar?
73- Müşrikler, Allah'ı bırakıp, göklerden ve
yerden kendileri için hiçbir rızka sahip olmayan ve sahip olmaya da güçleri
yetmeyen şeylere taparlar.
74- Artık Allah'a ortaklar koşmayın. Çünkü
Allah, (eşi bulunmadığını) bilir, siz bilmezsiniz.
Meâl-i Şerifi
75- Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen,
başkasının malı olmuş bir köle ile, kendisine güzel bir rızık verilen ve o
rızıkdan gizli ve açık olarak harcayan hür bir insanı misal verdi. Hiç bunlar
eşit olur mu? Bütün hamd Allah'a mahsustur. Doğrusu insanların çoğu bilmezler.
76- Allah şu iki adamı da misal verdi:
Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez; efendisine bir yüktür. Onu
nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi, bu adamla, adaletle emreden ve
doğru yolda bulunan adam eşit olur mu?
75- Burada buyurulmayıp da çoğul kipi
zikredilmesi yalnız iki kişi değil, iki grup arasında karşılaştırma
kasdedildiğine işarettir. Yani hürriyetine sahip olmayıp başkasının mülkü olan
âciz köleler grubu ile hürler grubu ve özellikle güzel rızık ile rızıklandırılmış
olup da onu muhtaç olanlara harcayan hür kimselerin grubu eşit olur mu? Elbette
eşit olmazlar, değil mi? İşte Allah'tan başkasına tapanlar, başkasının malı
olan köle gibi hürriyetini verip bir yaratığa kul olmuş köleler gibidirler.
Allah'tan başka ilâh tanımayan, Allah'ın birliğine inanan müslümanlar da hürler
demektir. "Gerçekten "ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım
dileriz" (Fatiha, 1/5) diyebilmekten daha büyük hürriyet düşünülemez.
Bundan dolayı Allah'ı inkâr, ortak koşma, batıl dinler hep birer esirlik
bağıdır. Hak din ve Allah'ın birliğine inanmak insan için bir hürriyet, bir
servettir. Düşünmeli ki, o hürriyet nimeti ne büyük nimettir ve onu veren
kimdir? Bütün hamd Allah'a mahsustur. Hürriyet, O'nun nimeti olduğu gibi, her
nimet de O'nundur. Hürriyetin değerini bilmeli, din ve imanın kadrini anlamalı
da yalnız Allah'a kulluk ederek hamd etmelidir. Fakat onların çoğu bilmezler.
Bilmezler ve Allah'ı inkâr ve nankörlükte bulunurlar. Hürriyet davası ile
şeytana esir olurlar.
76-Gelelim İkinci Misale:
Allah şunu da misal olarak vermiştir. İki
adam, bu ikisinden birisi dilsiz, söz söyleyemez hiçbir şey beceremez. Ve o
efendisine de bir yükdür. Yani o miskin, aynı zamanda efendiye muhtaç bir
köledir. Fakat o efendisine de bir yüktür. Boşuna yer içer nereye gönderirse
hiç bir hayır getirmez. İşte kâfirlerin örneği budur. Doğru söylemez, hakka
karşı dilsizdir, efendisi olan yüce Allah'a muhtaçtır, fakat O'nun emirlerini
yerine getirmez, yer içer faydalı bir işe yaramaz. Şimdi bir düşünülsün. O dilsiz
ve efendisine yük olan kişi bir de doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse
hiç eşit olur mu? Elbette olmaz. İşte kamil (olgun) müminin misali budur.
Kendisi doğru yolda gider, hak din ile dindar, ilmi ile amel ederek doğruyu
söyler, adalet ve doğruluğu emreder, iyiliği emreder ve bu şekilde söz ve yetki
sahibi olur. Ve böyle yaparken kendisi adalet ve doğruluktan ayrılmaz. (Mâide,
5/8. âyetin tefsirine bkz.) Şüphe yok ki, böyle adalet emreden insanlar içinde,
adaleti gerçekleştirmekle görevlendirilmiş olanlar da doğruluktan sapacak
olsalar bile kolaylıkla bunu yapamazlar. Onun içindir ki, Peygamberimiz bir
hadis-i şerifinde, "Siz nasıl iseniz, ona göre üzerinize amir tayin
edilir" Zamanımızda yaşayan müslümanların perişan olmalarının sebepleri de
bu noktadan ve bu misaldan çıkarılabilir.
Meâl-i Şerifi
77- Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah'a
aittir. Kıyametin kopuşu yalnız bir göz kırpması veya daha az bir zamandan
başkası değildir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
78- Allah sizi annelerinizin karnından
çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz. Şükredesiniz diye size işitme
(duygusu), gözler ve gönüller verdi.
79- Göğün boşluğunda Allah'ın emrine boyun
eğdirilerek uçuşan kuşlara bakmadılar mı? Şüphesiz bunda inanan bir toplum için
âyetler (ibretler) vardır.
77-79- "Allah sizi annelerinizin
karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz." Bu âyet ilim
teorisinde tecrübe ve alıştırmanın etkili olduğunu savunan ekolü destekler gibi
görünüyor.
Meâl-i Şerifi
80-83- 80- Allah size evlerinizden bir huzur
ve dinlenme yeri yaptı. Hayvanların derilerinden gerek yolculuğunuzda ve
gerekse konaklama zamanlarınızda kolayca taşıyacağınız hafif evler (çadırlar
v.s.) ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar
(giyinecek, kuşanacak, serilecek ve döşenecek) bir eşya ve ticaret malı yaptı.
81- Allah, yarattıklarından sizin için
gölgeler yaptı ve sizin için dağlarda barınaklar yarattı. Sizi sıcaktan
koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyan elbiseler (zırhlar) yarattı. İşte
böylece Allah müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır.
82- Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse, ey
Muhammed! Artık sana düşen sadece açık bir şekilde tebliğden ibarettir.
83- Hem Allah'ın nimetini bilirler, sonra da
onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfir kimselerdir.
Meâl-i Şerifi
84-89- 84- Her ümmetten bir şahid
getireceğimiz gün, artık kâfirlere ne izin verilecek, ne de onlardan özür
dilemeleri istenecektir.
85- O zulmedenler, azabı gördükleri zaman,
artık onlardan ne azab hafifletilir, ne de onlara süre verilir.
86- Ve o Allah'a ortak koşanlar, ortak
koştuklarını (putları) gördükleri zaman: "Rabbimiz! İşte bunlar, seni
bırakıp da kendilerine taptığımız ortaklarımızdır" diyecekler. Koştukları
ortaklar da onlara; "Siz mutlaka yalancılarsınız" diye söz atarlar.
87- O gün Allah'a teslim bayrağını çekerler,
bütün o uydurdukları şeyler kendilerini bırakıp kaybolup gitmişlerdir.
88- İnkâr eden ve (insanları) Allah yolundan
çevirenler, diğer kimseleri de bozdukları için onlara azab üstüne azab
artırdık.
89- Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden
kendi üzerlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit
getireceğiz. Bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren
bir rehber, bir rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici olarak indirdik.
Meâl-i Şerifi
90- Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik
yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan
nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.
90- Şüphesiz ki Allah adaleti iyiliği ve
özellikle akrabalara yardım etmeyi emreder ve hayasızlıktan fenalıktan ve
azgınlaktan nehyeder.
ADİL: Her şeyi layık olduğu yere yerleştirmek,
hakkı yerine koymaktır ki, azgınlığın, başka bir ifade ile haksızlık ve zulmün
zıddıdır. Adalet, insaf ve haklılık ve doğruluk mânâlarını kapsayan bir
denkleştirmedir ki, terazinin dili gibi aşırılık ve ihmalkarlık arasında bir
birleştirme noktası ve istikamet olarak iki tarafında denklik denilen bir
denkleşme mânâsına gelir. Ve bundan dolayı adalete ve adalet düsturlarına mizan
da denilir. Çünkü "Ve onlarla beraber Kitabı ve adalet ölçüsünü indirdik
ki, insanlar adaleti yerine getirsinler" (Hadid, 57/25) buyurulmuştur.
Yani adalet, kâinatın nizamıdır. Amel ve
ibadette vacib gibi sayılan ahlâkî bir fazilettir. Şüphe yok ki her hakkın başı
yüce Allah'ın hakkı olan ilâhlık haklarıdır. İlâhlık haklarının birincisi ise
Allah'ın birliğine inanmaktır. Çünkü ortak ve benzeri bulunanın son derece saygı
ve yüceliğe hakkı olamaz. Bundan dolayı adaletin başı Allah'ın birliğine
inanmaktır. Çünkü bu âyetin tefsirinde İbnü Abbas'dan: "Adalet, Allah'tan
başka ilâh olmadığına şehadet etmektir; adalet, ortak ve benzerleri ortadan
kaldırmaktır; adalet, Allah'ın birliğine inanmaktır." diye rivayetler
yapılmıştır.
"İHSAN" kelimesi de lugatta iki
şekilde kullanılır. Birisi dur ki, bir şeyi güzel yapmak demektir. Birisi de
dir ki, ona iyilik etti demektir. Türkçede ihsan bu ikinci mânâda meşhurdur.
Âyette ise iki mânâya da gelmesi muhtemeldir. Ve her ikisi ile de tefsir,
rivayet olmuştur. Birincisi yaptığını güzel yapmak demek olur. Bu mânâ ile
ihsan, peygamberimizin hadisinde "Sanki görüyorsun gibi Allah'a ibadet
etmen" diye tefsir olunmuştur. Yani bu şekilde ihsan, "görevi en
güzel şekilde yapmak" demektir. Yine bu mânâdan olarak Peygamber (s.a.v):
buyurmuştur ki "Allah Teâlâ her şey üzerine ihsanı (güzel bir şekilde
muamele yapmayı) yazdı. Bundan dolayı öldürme ve kesmeyi bile güzel şekilde
yapınız. Her biriniz bıçağını iyi bilesin ve boğazlayacağı hayvanı rahat
ettirsin" demektir. İkincisi insanlara iyilik yapmak demek olur. Bu mânâ
ile ihsan da "kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen" hadis-i
şerifi ile tefsir edilmiştir.
Akrabalara muhtaç oldukları hususlarda bahşiş
vermek ve iyilik yapmak ile yakınlarla ilişki sürdürmek ve ikramda bulunmaktır.
Bu aslında ihsan içinde bulunuyorsa da şanına verilen önemden dolayı özellikle
zikredilmiştir. Peygamber (s.a.v.)den rivayet edilmiştir ki, şöyle buyurmuştur:
"Sevabı en çabuk olan taat yakın akrabaları gözetmektir" yani
yakınlara iyilikte bulunmak suretiyle ilişkileri kuvvetlendirmektir.
FAHŞÂ: Çirkinlikler, zina gibi şehvetlere
uymada ifrat (aşırılık) ile ilgili olan günahlardır ki, Türkçede edepsizlikler
diye ifade edilir ve bunlar, insanların en çirkin durumlarıdır.
MÜNKER: Ne şeriatte, ne âdette tanınandır.
Çünkü şeriat ve âdette uygun görülmeyen fiiller hoş görülmez. Öfkeyi tahrik
eder, red edilir ve hoş karşılanmaz. Yani hakkı olmayan şeyi istemek,
başkasının haklarına tecavüz etmektir ki, adaletin zıddı, yani zulümdür.
Sahabe büyüklerinden biri olan Osman b.
Maz'un-ı Cumahî (r.a.)den rivayet edilmiştir ki: "Ben başlangıçta yalnız
Muhammed (s.a.v) den utandığım için müslüman olmuştum. İslâm henüz kalbimde
yerleşmemişti. Bir gün Hz. Peygamberin huzuruna vardım. Benimle konuşuyordu.
Konuşurken gördüm ki gözünü göğe dikti, sonra da sağından aşağı indirdi. Sonra
bunu bir daha tekrar etti. Sebebini sordum, O buyurdu ki: 'Seninle konuşurken
birden bire Cebrail sağımdan indi ve 'Ey Muhammed! 'Allah, adalet ve ihsanı
emrediyor' adalet 'Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmek', ihsan , farzları
yerine getirmek yani akrabalığı olana iyilik yapmak, zina, ne şeriatta, ne
sünnette tanınmayan başkasının hakkına tecavüz etmektir' dedi". İşte bunun
üzerine adı geçen Osman dedi ki: "Kalbime iman yerleşti. Vardım Ebu
Talib'e haber verdim. O da şöyle dedi: 'Ey Kureyş topluluğu! Yeğenime tabi
olunuz, doğru yolu bulacaksınız. Şüphesiz o, size güzel ahlâktan başka bir şey
emretmiyor.' Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): 'Ey amcacığım! İnsanların
bana uymalarını emredersin de kendini bırakır mısın?' buyurdu ve uğraştı. Fakat
o, şehadet getirmekten kaçındı. Bunun üzerine "Ey Resulüm! doğrusu sen,
her sevdiğine hidayet veremezsin" (Kasas, 28/56) âyeti indirildi.
Hz. Ali'den rivayet edilmiştir ki, o şöyle
demiştir: "Yüce Allah, Peygamberine kendisini Arap kabilelerine
arzetmesini emretti. Bunun üzerine yüce Peygamber çıktı, ben ve Ebu Bekir de
beraberinde idik. Bir mecliste durduk ki, üzerlerinde onur vardı. Ebu Bekir, bu
toplum kimlerden diye sordu? Şeyban b. Sa'lebe'den dediler. Bunun üzerine
Resulullah onları iki şehadet kelimesini getirmeye davet etti. Ve Kureyş
Peygamberi yalanladığı için kendisine yardım etmelerini teklif etti. Bu teklifi
edince Makrun b. Amir 'Ey Kureyşli! Bizi davet ettiğin şey nedir?' dedi.
Resulullah âyetini tilavet etti. Bunun üzerine Makrun b. Amir, 'Vallahi, sen
güzel ahlâka ve güzel amele davet ediyorsun. Seni yalanlayan ve senin aleyhinde
hareket etmek isteyenler yemin ederim ki, iftira ediyorlar' dedi."
İbnü Mesud (r.a) demiştir ki: "Kur'ânda
iyilik ve kötülüğü en fazla toplayan âyet budur." Demişlerdir ki, eğer
Kur'ânda bu âyetten başka bir şey olmasaydı ona yine "Her şey için bir
açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde"
denmesi doğru olurdu. "Allah daha iyi bilir." Bunun âyetinden sonra
getirilmesi buna dikkat çekmek içindir.
Böyle emir ve yasak, iyilik ve kötülüğü
açıklamak ve birbirinden ayırmakla Allah size vaaz ediyor ki düşünüp öğüt
alasınız. Belleyip tutasınız. Dolayısıyla bu öğütü dinleyiniz, bu emir ve
yasağı tutunuz.
Meâl-i Şerifi
91-97- 91- Bir de anlaşma yaptığınızda
Allah'ın ahdini yerine getirin ve pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın.
Allah'ı üzerinize şahid tuttuğunuz halde, nasıl olur da bozarsınız! Şüphesiz ki
Allah yaptıklarınızı bilir.
92- Bir ümmet, diğer bir ümmetten (sayıca ve
malca) daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda aldatma vasıtası yaparak,
ipliğini sağlamca eğirdikten sonra onu söküp bozmaya çalışan kadın gibi
olmayın. Allah sizi bununla imtihan eder ve şüphesiz hakkında ihtilaf ettiğiniz
şeyleri kıyamet günü size mutlaka açıklayacaktır.
93- Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir
ümmet yapardı. Fakat Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir.
Şüphesiz ki, (kıyamet gününde) bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.
94- Yeminlerinizi aranızda aldatma ve fesada
vasıta edinmeyin, sonra sağlam basmışken bir ayak kayar da Allah yolundan
saptığınız için, dünyada kötü azabı tadarsınız. Ahirette de size büyük bir azab
olur.
95- Allah'ın ahdini az bir bedel karşılığında
değişmeyin. Eğer bilirseniz muhakkak ki Allah katındaki sevap sizin için daha
hayırlıdır.
96- Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir,
Allah'ın katındakiler ise tükenmez. Muhakkak ki biz, Allah yolunda
sabredenleri, yaptıkları amelin daha güzeliyle mükafatlandıracağız.
97- Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi
amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları
amellerin daha güzeliyle mükafatlarını elbette vereceğiz.
Meâl-i Şerifi
98- Şimdi Kur'ân okumak istediğin zaman önce o
kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.
99- Şüphesiz ki iman edip de Rablerine
tevekkül edenler üzerinde o şeytanın hiçbir nüfuzu yoktur.
100- Şeytanın nüfuzu, ancak onu dost
edinenlere ve Allah'a ortak koşanlaradır.
98-99-100- Allah'a sığınma emri, mânâsı ile
emirdir. Kur'ân okumaktan faydalanmak için ilk önce şeytandan Allah'a sığınmak
lazımdır. Bu ise aslında kalb ile yapılan bir iştir. Onun için âlimlerin çoğu,
sözlü olarak "euzü" çekmek vacib değil, müstehabdır, demişlerdir.
Özetle şeytanlık peşinde dolaşan şeytan
dostları Kur'ân'dan hidayet alamazlar. Onun için:
Meâl-i Şerifi
101- Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir
âyet getirdiğimiz zaman Allah ne indirdiğini pek iyi bilmiş iken kâfirler
Peygambere: "Sen, ancak bir iftiracısın" dediler. Hayır öyle değil;
onların çoğu bilmezler.
102- (Ey Muhammed!) Onlara de ki:
"Kur'ân'ı Cebrail, iman edenlere sebat vermek, müslümanlara bir hidayet ve
bir müjde olmak için Rabbinin katından hak olarak indirdi.
103- Muhakkak biliyoruz ki kâfirler:
"Kur'ân'ı Muhammed'e bir insan öğretiyor" diyorlar. Peygambere
öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur'ân ise apaçık
bir Arapçadır.
104- Allah'ın âyetlerine iman etmeyenleri,
muhakkak ki Allah hidayete erdirmez ve onlara can yakıcı bir azab vardır.
105- Yalanı ancak Allah'ın âyetlerine
inanmayanlar uydurur. İşte onlar yalancıların ta kendileridir.
101- Bir âyetin yerine diğer bir âyetin,
getirilmesi nesihtir. Önceki âyet mensuh (neshedilmiş), sonraki âyet ise nasih
(nesheden)dir. Kâfirler, nesih meselesini Hz. Muhammed'in peygamberliği
hakkında bir şüphe gibi ileri sürmek istemişlerdi ki, zamanımızda da hâlâ bunu
takip eden kâfirler çoktur. Bu âyet, onlara cevaptır. Yani bir âyeti neshedip
(hükümsüz kılıp) yerine diğer bir âyeti bedel olarak getirdiğimiz vakit ki
Allah, ne indirdiğini, ne indireceğini daha iyi bilir. Onun neshi ve
değiştirilmesi haşa bilgisizlikten değil, ilim ve hikmetindendir. Önceki âyet
de sonraki âyet de ilâhî hikmet ve kulların menfaatleri gereğince iner. Bir
zaman için faydalı olan, diğer bir zaman için zararlı olabilir. Bunun tam tersi
de vardır. Çünkü dünyadaki durumlar, değişiktir. Şeriatler ise dünya ve
ahirette Allah'ın kullarının faydaları ile uyumludur. Halbuki yüce Allah, Hz.
Muhammed'in şeriatını kıyamete kadar değişik asırların yararlarına hakim olması
için indirmiştir.
Yüce Allah, ne indirdiğini ve indireceğini
bilip dururken bir âyeti başka bir âyetle değiştirdiği zaman sen, peygamber
değil, bir iftiracısın dediler. Bu Kur'ân'ı kendin uyduruyorsun da Allah'a
iftira ediyorsun. Bu Allah sözü olsaydı değiştirilir miydi? demeğe kalkıştılar.
Rivayet edildiğine göre, önce şiddetli bir âyet, sonra da ondan yumuşak bir
âyet indi mi, Kureyş kâfirleri şöyle derlerdi: "Muhammed ashabı ile
eğleniyor. Bugün birşey emrediyor, yarın da onu yasaklıyor. Mutlaka onları, o
kendiliğinden uyduruyor da Allah'a iftira ediyor" Hayır onların çoğu
bilmez. İçlerinde bilen ve bildiği halde, inat ve kibir edenler bile varsa da
çoğunun bu yaptıkları bilgiye yakışmaz. Kur'ân'ın hakikatini, nesih ve
değiştirilmesinin fayda ve hikmetlerini bilmezler.
102- Sen de ki (Ey Muhammed!) Onu Rûhu'l-Kudüs
Rabbinden hak olarak indirdi.
RÛHU'L-KUDÜS: Kudsiyet ruhu, yani hiçbir leke
ile lekelenmek ihtimali olmayan temizlik ruhu, bir güvene layık, mukaddes,
tertemiz ruh demektir ki, Cebrail'dir. Nitekim "Onu, Rûh-i Emîn
indirdi." (Şuârâ, 26/193) âyetindeki Rûh-i Emîn de O'dur.
"Biz onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile
destekledik" (Bakara, 2/87) ilâhî sözünde olduğu gibi burada Cebrail'in,
Rûhu'l-Kudüs ünvanı ile anılması kâfirlerin iftiralarını şiddetle reddetmek
için peygamberlerin son derece temizlik ve mukaddesliğini açıkça tesbit etmek
nüktesi ile ilgilidir. Yani Ey Muhammed! Kur'ân öyle kutsal bir kitaptır ki,
bunu sana hiçbir kusur ile lekeli olma ihtimali olmayan Rûhu'l-Kudüs, yüce
Rabbinden indirmekte, hem de hiç bir sahteliğe yer olmayacak şekilde hak ile
indirmektedir. Şu halde bu kitap, nasih ve mensuhu ile bütün kapsamı hak olan
kutsal bir kitap ve sen, Rûhu'l-Kudüs'e sahip hak bir Peygambersin. Rabbin bunu
böyle indirdi ki iman edenleri sağlamlaştırsın, imanda sabit kılsın ve Allah'ın
hükmüne boyun eğen bütün müslümanlara yol gösterici ve müjde olması için. İşte
nesih böyle imanı sağlamlaştırma ve yol gösterme ve müjde hikmetleri ile
ilgilidir.
103-Burada bu "Müslimîn" fasılasının
tekrarlanması yukarıdaki (16/89) âyetine işaret etmekle (16/90) âyetini
hatırlatır.
Elbette biliyoruz onlar, o kâfirler
"Kur'ân'ı ona muhakkak bir insan öğretiyor" diyorlar. Yani Kur'ân'ı
Muhammed'e Ruhü'l-Kudüs indirmiyor, şüphesiz bir insan ona öğretiyor, diyorlar.
Böyle demeleri, bir defa şimdiye kadar bir insandan eğitim ve öğrenim
görmediğini itiraf etmeleri ve "kendisi uyduruyor" demelerini
yalanlıyor. "Ona bir insan öğretti" diyemiyorlar. Yani Hz.
Peygamberin peygamberliğini ilan etmeden önce; ne gizli, ne açık bir kimseden
okuyarak ders almadığnı herkes bildiğinden dolayı, hiç kimseyi aldatamayacak olan
öyle bir iddiaya cesaret edemiyorlar. Fakat gördükleri olağanüstü durum
karşısında bunu bahane ederek diyorlardı ki: "Bu şimdiye kadar hiçbir
öğrenim ve eğitim görmediği için bunu kendisi yapamaz. Okuma-yazma bilmeyen
birisinin böyle bir kitap hazırlayabileceğini akıl kabul etmez. Muhammed'i
şimdi kesinlikle birisi eğitiyor". Fakat Allah'ın onu eğittiğine inanmak
istemiyorlar da, şüphesiz bir insan onu eğitiyor diyorlar. Bu Kur'ân'ı ona bir
insan yapıveriyor, o da ondan öğrendiklerini Allah sözü diye satmak istiyor,
şeklinde iftira ve alay ediyorlar.
Bu âyetin inmesinin sebebi hakkında yapılan
rivayetlerde denilmiştir ki, Mekke'de Amir b. Hadra'mî'nin "Cevrâ"
veya "Yeîyş" adında Rum asıllı bir kölesi varmış, okuma-yazma
bilirmiş ve kitap ehli imiş. Herkesi İslâm'a davet eden Allah'ın elçisi bazen
Merve'de onu meclisine alır konuşurmuş. Kureyş müşrikleri buna kızar, Kur'ân'ı
Muhammed'e bu hıristiyan öğretiyor diye alay etmek isterlermiş. Bir de Cebrâ
ile Yesâra adlarında iki Rum, Mekke'de kılıç yaparlar, aynı zamanda Tevrat ve
İncil okurlarmış, Hz. Peygamber arasıra bunlara uğrar, okuduklarına rast
gelirse dinlermiş. Bazıları da bunu bahane etmek istemişler. Bir de Huveytıb b.
Abdü'l-'Uzzâ'nın kölesi Abisâ kitaplara sahib imiş, müslüman olmuş, bunu gören müşrikler,
"İşte Muhammed'e bu öğretiyormuş" demeğe kalkışmışlar. Bir de
Selmân-ı Fârisî'den bahsedilmiştir. Fakat bu zat, Medine'de müslüman olduğundan
dolayı âyetin Mekkî olmasına göre iniş sebebinde bu iddianın söz konusu
edilmesinin doğru olamayacağını açıklamakla buna itiraz edilmiştir.
Özetle peygamberliği kabul etmek istemeyen
müşrikler, Resulullah'ı yeni tahsile başlamış acemi bir öğrenci ve başkasına
yaptırdığını kendine isnad eden bir aldatıcı gibi göstermek için, bir insanın
ona öğrettiği şüphesini uyandırmak istiyor ve bazen şuna, bazen buna isnad
ederek çeşitli propagandalar yapıyorlardı. Nitekim son zamanlarda bazı
hıristiyanlar da Muhammed, dinini hıristiyanlardan öğrendi, Müslümanlığı
Hıristiyanlıktan aldı diye aynı şekilde yayınlar neşretmişlerdir. İşte bütün
bunları kapsamak üzere görülüyor ki, âyette bir isim açıkça zikredilmemiş,
kayıtsız olarak "bir insan" denilmiş ve bununla şüphenin genel olarak
kökünden halledilmesine işaret edilmiştir. Çünkü bu şekilde iftiracıların esas
kötü niyetleri, herhangi bir insanın Hz. Muhammed'e öğrettiği şüphesini ileri
sürmektir. Yanılmalarının da dayanağı budur. Kur'ân'ın Allah tarafından
indirilmiş bir kitap olduğunu inkâr etmek için öyle söyleyenler düşünmüyorlar
ki Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Arapça
değil, anadili Arapça'nın yabancısı olan bir dildir. Yani ona bir insan
öğretiyor demelerinden gayeleri insanların aklını çekmek, fikir ve
düşüncelerini Allah'tan bir insana çevirmektir. Halbuki bu söyledikleri şey büsbütün
aklın uygun bulduğu şeylere aykırıdır. Çünkü Muhammed'e öğretiyor diye
fikirleri bozmak istedikleri o varsayılan insanın bir defa Araplardan olmasına
ihtimal yoktur. Çünkü Kur'ân, bütün kainata meydan okuyup dururken Araplar
içinde öyle bir öğretmen olsaydı, hiç şüphesiz, kalkıp "Sana öğreten ben
değil miyim?" diye hemen yüzüne vurmaz mıydı? Veyahut Kur'ân'ın
benzerlerini yapıp hiç olmazsa el altından hemen dağıtmaz mıydı? Arapların
bütün beliğleri ve zenginleri bununla uğraşıyor ve Peygamberin maddî ve manevî
açıdan hiçbir zorlayıcı gücü bulunmuyordu. Ve ona karşı koymak için o kadar
sebeb ve vesika bulunuyor du ki, bu şartlar altında öyle bir şahsın kendini
tanıtmaması ihtimali düşünülemezdi, Onun için Araplar içinde öyle bir
öğretmenin olmadığı araştırma ile sabit olduğu gibi, aklen ve delil ile de
sabit idi. Bu bakımdan öyle varsayılan bir şahıs, olsa olsa Araplar dışındaki
herhangi bir toplumdan Arap olmayan biri olmak üzere farz olunabilir.
Dolayısıyla Araplar da Arapla değil, yukarda nakledildiği üzere Arap olmayan
biri ile dinsizlik ediyorlardı. Halbuki bu Kur'ân-ı Kerim apaçık bir Arapçadır.
Öyle Arapça bir beyandır ki, bütün Arap edebiyatçılarını benzerini yapmaktan
aciz bırakmıştır. Bunu Arap olmayan biri nasıl yapabilir? Böyle parlak bir Arapça,
Arap olmayan birisinin öğretimine nasıl isnad edilebilir? Gerçi Arap olmayan
birinin oldukça iyi bir Arapça öğrenmesi ve bilmeyenlere öğretmesi, adeten
mümkün değildir. Fakat Arap değil, yabancı olmak, sonra da bütün Arapların
üstünde parlak bir Arapça diline sahip olmak, şüphe yok ki böyle bir varsayım
da bir değil, iki derece olağanüstülük vardır. Allah Teâlâ'nın o yabancı
hakkında harika üzerine harika olan bir ihsan ve yardımını düşünüp kabul
etmeden böyle bir teori yürütmek aklın bütün bütün zıddınadır. İşte Allah'ın
öğretmesini ve indirmesini kabul etmeyip de akılları, çelmek için "onu bir
insan öğretiyor" diyen inkârcıların akla uygun gibi ileri sürmek
istedikleri o söz, akla uygun değil, daha fazla akla aykırı ve çelişkilidir.
Olağanüstü bir olayı kabul etmemek için iki olağanüstü şeyi kabul etmeyi akla
uygun sayar ve çelişkilerinden haberleri olmaz. Onlar, anlamıyorlar ki
"onu bir insan öğretiyor" demekle Kur'ân'ın parlaklığı sönmez o
varsayılan insana daha fazla bir değer verilmiş, harika katlanmış olur.
Denebilir ki, acaba bunların maksatları
"Arap olmayan biri Kur'ân'ın mânâsını telkin ediyor, o da onu o parlak
Arapça ile anlatıyor" demek olamaz mı? Fakat böyle demek, Kur'ân'ın
nazmının, indirilmiş olduğunu ve Arapça nazmındaki fesahat ve belağat itibarı
ile kesin ilzam (karşısındakini susturma) ifade eden bir mucize olduğunu itiraf
etmektir. Özetle inkârcılar, iftiralarında böyle çelişkili ve fikirlerinde
böyle şaşkındırlar.
104-Çünkü Allah'ın âyetlerine inanmayanlar,
şüphe yok ki Allah onları hidayete erdirmez ve onlar için çok acıklı bir azab
vardır.
105- Yalanı ancak Allah'ın âyetlerine
inanmayan böyle imansızlar uydurur. İftira ederler. Ve asıl yalancılar ancak
onlardır. Yani sana iftiracı diyen o imansızlardır, ey Muhammed! Sen kesinlikle
doğrusun, Bu Kur'ân, bir insanın öğretmesi değil, nazım ve mânâsı ile
"Cebrail'in, Rabbinin katından hak olarak indirdiği bir kitap" (Nahl,
16/102) tır. Bundan dolayı iman edenler, öyle inkârcıların sözlerine aldanıp da
küfre düşmekten sakınsınlar. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
106- Kalbi iman ile sükûnet bulduğu halde
(dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini
açarsa, mutlaka onların üzerine Allah'tan bir gazab gelir ve kendilerine çok
büyük bir azab vardır.
107- Bu (azab) şundan dolayıdır ki, onlar,
dünya hayatını sevmiş ve onu ahirete tercih etmişlerdir. Allah da kâfirler
topluluğunu hidayete erdirmez.
108- Bunlar, o kimselerdir ki; Allah
kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Ve onlar, gafillerin ta
kendileridir.
109- Hiç şüphesiz onlar, ahirette perişan olup
hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
106-109- Her kim iman ettikten sonra Allah'ı
inkâr ederse, yani küfür kelimesini ağzına alır, küfr olan sözü söylerse. Ancak
kalbi iman ile karar bulduğu halde inkâra zorlanan kimse müstesna, yani canını
veya organlarından bir organını yok etmekten korkulur bir emir ile zorlanmak
suretiyle değil. Fakat küfre bağrını açanlar, küfür hoşuna giden, yani zorlama
olmadığı halde kendi isteğiyle küfrü gerektiren kelimeyi söyleyen veya zorlama
olduğu zaman kalbini bozup da küfre hemen inanan kimseler bunlar üzerine
Allah'tan bir gazab, yani özü tarif olunmaz büyük bir gazab ve bir de onlar
için büyük bir azab vardır. Çünkü cinayetleri en büyük cinayettir.
Rivayet edildiğine göre, Kureyş, Ammar'ı ve
babası Yasir'i ve annesi Sümeyye'yi mürted olmaya zorladılar. Onlar mürted
olmayı kabul etmediler. Bunun üzerine Sümeyye'yi birer ayağından iki devenin
arasına bağladılar ve sen erkekler için müslüman oldun, diyerek bir mızrak ile
önünden deştiler. Develere sürükletip parçalatarak öldürdüler. Arkasından
Yasir'i de öldürdüler ve İslâm'da ilk öldürülen bu ikisi oldular. Allah her
ikisinden razı olsun. Annesini babasını da bu durumda gören Ammar ise,
zorlananı hemen diliyle söyledi. Bunun üzerine "Ey Allah'ın elçisi! Ammar
dinden çıkmış" denildi. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Hayır! Ammar,
baştan ayağa iman dolmuş, iman onun etine, kanına karışmıştır." Derken
Ammar ağlayarak Resulullah'a geldi. Resulullah da gözlerini silmeye başladı ve
buyurdu ki: "Neyin var? Tekrar ederlerse sen de dediğini tekrar et."
Bir de Müseylemetü'l-Kezzâb iki kişiyi tutmuştu. Birisine: "Muhammed
hakkında ne dersin?" dedi. O "Allah'ın elçisidir" dedi. "Benim
hakkımda ne dersin" dedi. O: "Sen de" dedi. Bunun üzerine bu
adamı hemen serbest bıraktı. Öbürüne: "Muhammed hakkında ne dersin?"
dedi. "Allah'ın elçisidir" dedi. "Benim hakkımda ne
dersin?" dedi. O: "dilsizim" diye cevap verdi. Üç defa tekrar
etti, o yine aynı cevabı verdi. Bunun üzerine bunu öldürdü. Resulullah haber
alınca, şöyle buyurdu: "Birincisi Allah'ın ruhsatını tuttu, ikincisi hakkı
açığa vurdu". Demek ki böyle zorlama halinde yalnız dil ile küfür
kelimesini söylemek caizdir. Fakat bu bir ruhsattır. Ve âyetten anlaşıldığı
üzere kalbi iman ile dopdolu olmak şartıyla bir ruhsattır. Fakat hakkı
açıklamak ve dini yüceltmek için, ölümü göze alıp da (küfrü ikrardan) sakınmak
azimettir. Ve bu hususta azimet ile amel etmek daha faziletlidir.
Meâl-i Şerifi
110-115-110- Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet
edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden kimselerin
yardımcısıdır. Bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayıcıdır, çok
merhametlidir.
111- O gün, herkes nefsini kurtarmak için
uğraşarak gelir ve herkese yaptığı işin karşılığı tamamiyle ödenir ve hiç
kimseye de zulmedilmez.
112- Allah bir şehri misal olarak verdi: Bu
şehir güvenli, huzurlu idi, Oraya her yerden rızkı bol bol geliyordu. Ne var ki
onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıkları
işler yüzünden açlık ve korku elbisesini (felâketini) tattırdı.
113- Andolsun ki, onlara içlerinden bir
peygamber geldi de onu yalanladılar. Bunun üzerine zulüm yaparlarken azab da
onları yakalayıverdi.
114- Artık Allah'ın size rızık olarak verdiği
şeylerden helal ve temiz olarak yiyin. Allah'ın nimetine şükredin, eğer
gerçekten O'na ibadet edecekseniz.
115- O size ancak ölü hayvanı, kanı, domuz
etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Her kim bu haram
şeyleri yemeye mecbur kalırsa (başkasının hakkına) saldırmadan ve aşırı
gitmeden yiyebilir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
Meâl-i Şerifi
116- Dillerinizin yalan vasfetmesi ile:
"Şu helaldir, şu haramdır" demeyin; aksi halde Allah'a iftira etmiş
olursunuz. Şüphesiz Allah'a yalan uyduranlar asla kurtulamazlar.
117- Onlar için dünyada pek az bir menfaat
var, ahirette ise çok acıklı bir azab vardır.
118- Sana anlattıklarımızı, daha önce
yahudilere de haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmemiştik. Fakat onlar kendi
kendilerine zulmetmişlerdi.
119- Sonra şüphe yok ki Rabbin, bir cahillikle
günah işleyip ardından tevbe eden ve durumunu düzelten kimseleri bağışlar.
Şüphesiz ki Rabbin, bu tevbeden sonra Gafurdur, Rahîmdir (çok bağışlayıcıdır,
çok merhametlidir.)
116-119- (En'âm Sûresi'ndeki "Yahudi
olanlara her tırnaklı hayvanı haram kılmıştık" (âyetinin tefsirine bkz.
6/146).
Meâl-i Şerifi
120- Şüphesiz İbrahim Allah'a itaat eden,
Hakk'a yönelen bir önderdi. Ve hiçbir zaman müşriklerden olmadı.
121- Allah'ın nimetlerine şükredendi. Allah
onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.
122- Ve biz ona (İbrahim'e) iyilik verdik.
Şüphesiz ki o, ahirette de salihlerdendir.
120- Şüphesiz ki İbrahim, başlı başına bir
ümmetti. İnsanlar hep kâfir iken o, bir hanif, yani batıl dinlerin hepsinden
yüz çevirerek hakka yönelmiş temiz bir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan)
olarak Allah için ayağa kalkmıştı. Hem o, müşriklerden değil idi. Yani müşrik
oldukları halde kendilerini İbrahim'in milletinden sayan Kureyş ve diğerleri
gibi müşriklerin dinlerine asla katılmamıştı.
121- Allah'ın nimetlerine karşı şükredici idi.
O nimetlerin şükür vazifesini yerine getirmişti.
O nimetler ne idi? denilirse Allah onu
seçmişti "Ve hatırlayın: Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle
imtihan etmiş, o da onları tamamlayınca 'Ben seni insanlara imam
kılacağım." (Bakara, 2/124) buyurulduğu üzere insanların önüne düşmek için
peygamberliğe seçmiş ve O'nu bir doğru yola hidayet etmişti. Şu veya bu
vasıtayı dolaştırmaksızın doğrudan doğruya Allah'a götüren hak dinde başarılı
kılmıştı ki, İslâm milletidir. "İctiba" ipucuyla anlaşılır ki, bu
hidayetin sonucu yalnız onun kendi hidayete ermesi değil, halkı da irşad
olmuştur. İşte dünya küfür ve nankörlük içinde iken o, bu nimetlerin şükrünü
yerine getirmek üzere bu doğru yolda giderek, "Rabbim! Beni, namazını
dosdoğru kılan bir kimse yap; zürriyetimi de" (İbrahim, 14/40) duası ile
Allah için ayağa kalktı.
122-123- Biz de ona dünyada bir iyilik verdik,
çok güzel bir durum ve ermişlik ihsan eyledik. Bütün insanlar arasında iyilikle
anılarak övgüye mazhar kıldık. Her din mensupları onu sever, özellikle
müslümanlar "İbrahim üzerine rahmetini indirdiğin gibi" diye her
namazda anarlar ve şüphesiz ki O, ahirette elbette salihlerdendir. "Ve
beni iyiler arasına kat. Benden sonrakiler içinde, beni iyi dille anılanlardan
eyle. Beni nimet cennetinin varislerinden kıl."
(Şuârâ, 26/83-85) diye yaptığı duasındaki gibi
cennette yüksek derece sahiplerindendir. Şimdi bütün bunların üstünde İbrahim'e
bağışlanan en yüksek şeref ve iyilik şudur ki:
Meâl-i Şerifi
123- Sonra da (ey Muhammed!) sana:
"Hakk'a yönelen ve müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine tabi ol"
diye vahyettik.
124- Cumartesi günü (avlanmamak), ancak onda
ihtilafa düşenlere farz kılındı. Şüphesiz Rabbin onların ihtilaf edip
durdukları şeyler hakkında kıyamet günü, aralarında elbette hükmünü verecektir.
Sonra sana şöyle vahyettik bir hanif olarak
İbrahim'in milletine tâbi ol! Diğer dinlerin hepsinden uzaklaşıp İbrahim'in
dinini takip et, sen de o doğru yolu tutup Allah için ibadet eden bir ümmet ol.
Fakat İbrahim milleti denilince Arap yahudileri ve hıristiyanları gibi, ona
mensup olduğunu iddia edip de putlara tapanların veya Hz. İsa'ya, Allah'ın oğlu
diyenlerin dinleri veya milliyetçilikleri zannedilmemelidir. Pekiştirilerek
hatırlatılır ki, O müşriklerden değildi. "İbrahim, ne bir yahudi ve ne de
bir hıristiyan idi; fakat o, Hakk'a yönelen bir müslüman idi." (Al-i
İmran, 3/67) Şu halde İbrahim'in milletine tâbi olmak demek, cumartesi veya
pazar tutmak demek değildir.
124- Cumartesi, yalnız onda ihtilaf edenlere
(farz) kılındı. Yani cumartesi İbrahim'in dininden değil, onda ihtilaf eden
İsrail oğulları üzerine haram kılındı, tatil yapıldı. Bu ihtilaf hakkında bazı
tefsirciler şunu rivayet etmişlerdir: Musa (a.s) haftada bir günü ibadete
tahsis etmek için yahudilere emretmiş ve bunun cuma olmasını söylemişti. Buna
pek azı razı olmuş, büyük çoğunluğu: "Hayır Allah Teâlâ'nın, göklerin ve
yeryüzünün yaratılışından boşaldığı gün olsun ki, cumartesidir." demişler.
Bunun üzerine yüce Allah da cumartesi gününe izin vermiş ve kendilerini o gün
avdan menetmekle imtihan etmiş. Sonrada cumaya razı olan azınlık, bu emre itaat
ettikleri halde, daha sonra gelen nesilleri ava sabredememişler. Yüce Allah da
onları mesh edip (hayvan kılığına sokup) maymuna çevirmişti. Diğer bazı
tefsirciler de av hususundaki ihtilaf ve vebal ile tefsir etmiştir ki
"Onlara deniz kenarında bulunan şehir halkının halini sor! Hani cumartesi
gününün hürmetini ihlal edip haddi aşmışlardı. Cumartesi yaptıkları gün,
balıklar onlara akın akın gelirler" (A'râf, 7/163 âyetinin tefsirine bkz.)
Fakat bizce âyetten açıkça anlaşılan cumartesi hakkındaki bu ihtilâfın
yahudiler ve hıristiyanlar arasındaki ihtilafa işaret olmasıdır. Çünkü
hıristiyanlar cumartesinin (hükmünün) neshedilmiş olduğunu söyleyerek pazarı
(tatil günü) tutarlar ve bu şekilde mânâ şu olur: Cumartesi İbrahim'in dininden
değil idi. İsrailoğulları'nda yapılmıştı. Onların ise yahudileri ve
hıristiyanları ihtilaf etmektedirler. Bundan sonra "Kıyamet günü Allah,
aralarında ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hüküm verecektir."
buyurulması da buna uygundur.
İbrahim'in milletine tabi olmak işte şöyledir:
Meâl-i Şerifi
125-128- 125- (Ey Resulüm!) Rabbinin yoluna
hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.
Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete
kavuşanları da en iyi bilendir.
126- Eğer (bir suçtan dolayı) ceza verecek
olursanız size yapılan azab ve cezanın misli ile ceza verin. Ama sabrederseniz,
elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.
127- (Ey Peygamber!) Sabret! Sabrın da ancak
Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı üzülme! Kurdukları tuzaklardan telaş
edip sıkıntıya düşme!
128- Şüphesiz Allah, takva sahipleri ile ve
iyilikte bulunanlarla beraberdir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Nahl Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.