Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Hac Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
22-HAC:
1-2- "Kıyamet gününün sarsıntısı, büyük
bir şeydir..." (Zilzâl Sûresi'nin tefsirine bkz.)
Meâl-i Şerifi
3-4- 3- İnsanlardan bazıları Allah hakkında
bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azılı şeytanın ardına düşer.
4- (O şeytanki) hakkında şöyle hüküm
verilmiştir: Şüphesiz kim onu dost edinirse, o muhakkak onu saptırır ve doğruca
cehennem azabına götürür.
Meâl-i Şerifi
5- Ey insanlar ! Eğer öldükten sonra
dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) ne olduğunuzu size açıklamak için
şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden (spermadan) sonra bir alekadan
(embriodan) sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır.
Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk
olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız.
Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir
şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü
görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete
geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
6- İşte bunlar gösteriyor ki, Allah şüphesiz
haktır. Şüphesiz ölüleri o diriltir ve o her şeye kadirdir.
7- Kıyamet ise şüphesiz gelecek ve muhakkak ki
Allah bütün kabirlerde olan kimseleri tekrar diriltecektir.
5- Ey İnsanlar! Eğer diriliş konusunda şüphede
iseniz, ölülerin diriltilmesi meselesi hakkında şüphe ediyorsanız, etmeyin.
Çünkü bu konuda şüpheye mahal yoktur. Çünkü o, gerek nefislerinizde ve gerek
çevrenizde sürekli varlığının delillerini gördüğünüz bir gerçektir. Her şeyden
önce nefsinize, kendi vücudunuza bakın. Şüphesiz biz sizi önce bir topraktan
yarattık. (Hıcr, 15/26. âyetin tefsirine bkz.). Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan
bir şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmak,
bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe
yoktur. Sonra sizi bir nutfeden, bir meniden, daha doğrusu menideki tohumdan,
"sonra bir alekadan", yani erkeğin spermasının kadının yumurtacığını
aşıladıktan sonra bir kan pıhtısı şeklinde görünen bir maddeden, sonra yapısı
belli belirsiz bir çiğnemlik bir et parçasından yarattık. Sizi o kan
pıhtısından meydana gelmiş, yaratılışı kısmen belirmiş kısmen de belirmemiş bir
çiğnemlik etten yarattık. ki size bunu açıklayıp bildirelim diye. Yani şüpheye
düşmemeniz için, size kudretimizin varlığını gösteren delilleri açıklayıp
ortaya koymak istedik.
Bir tekamül zinciri içerisinde her biri
kendisine mahsus bir hayat şeklini ifade eden, her mertebesinde bir çeşit
diriltme olayını içeren şu tedric kanunu içerisinde meydana gelen yaradılışın
merhalelerini göz önünde bulunduran ve üzerinde ciddi düşünen bir kimse, o
yaratıcı kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda nasıl şüphe
edebilir? Yaradılışın bu merhalelerinde sonsuz kudretin varlığını gösteren
delillerden başka, ayrıca Allah'ın irade ve arzusunu gösteren delillerden de
gaflet edilmemelidir. Çünkü:
Bununla beraber dilediğimizi belli bir süreye
kadar rahimlerde tutuyoruz. Rahimlerde ki bazı yavrular zamanından önce düştüğü
halde, diğer bazıları ise ezelde takdir edilmiş bir gebelik müddeti kadar orada
duruyor. Demek ki yüce yaratıcı dilediğine hayat veriyor. Ve sizden kiminiz
vefat ettirilir; ergenlik çağına geldikten sonra veya daha önce, yahut tam o
sırada ruhu kabz olunur. Kiminiz de ömrün en rezil (hayatın en fena) dönemine
kadar bırakılır. Gerisin geri kuvvetten düşürülüp kocaltılarak pek düşkün bir
hale getirilir. Ta ki bir hayli ilim öğrenip bilgi sahibi olduktan sonra,
yeniden hiçbir şey bilmez duruma gelsin. Ki bu şekilde insanoğlu çocukluk
dönemindeki acizlik, güçsüzlük, bilgisizlik ve anlayışsızlığa doğru dönerek
yapısının ilk harcı olan toprak unsuruna yaklaşmış olur. İşte enfüste (insanın
kendi vucudunda) meydana gelen bütün bu değişiklikler, her dilediğini yapmaya
kadir olan yüce yaratıcının, öldükten sonra insanı tekrar diriltebilecek bir
güç ve iradeye sahip olduğunu gösteren apaçık delilerdir.
Âfâka (insanın dış dünyasına) gelince:
Ey insan yeryüzünü yanmış kül olmuş görürsün.
Bu ihtar gerçi ilk bakışta yazın güneşin harareti karşısında yeryüzünün,
toprağın kupkuru kesildiği durumunu gösterir. Ancak bunu bir benzetme sanatı
içerisinde değerlendirmekten ziyade, bir gerçeğin tam ifadesi olarak anlamak
daha uygundur. Çünkü böyle bir anlayış maksadı güzel bir şekilde göstereceği
gibi, çağımızın bu konudaki bilimsel teorilerine de uygun düşecektir. Buna göre
yerküresi vaktiyle yanar bir ateş kütlesi olduğundan zamanla sönmüş olan
toprak, esas itibariyle yanıp sönmüş bir ateşin kül halinde iken katılaşıp
tortulaşmasından ibarettir ki, hayatın son derece zıttıdır. Böyle iken üzerine
suyu indirdiğimiz vakit, o yanmış olan toprak harekete geçmekte, yani atomları
ve elementleri bir canlanma gücünü ortaya koyarak canlılığın en açık bir
belirtisi olan bir sarsıntı ile harekete geçmekte ve koparıp gelişmekte her
güzel çiftten bitkiler bitirmektedir. Bunların bu şekilde olmasının sebebi
nedir?
6-7- O, yukarıda belirtilen insanın
yaratılışındaki değişik merhalenin olması, toprağın harekete geçmesi ve bitki
bitirmesi gibi olayların meydana gelmesinin asıl nedeni Allah'ın hak olduğunu,
varlığının gerçek ve değişmez olduğunu ve ölüleri O'nun dirilteceğini ve O'nun
gerçekten her şeye kâdir olduğunu ve gerçekten o saatin, sarsıntısı korkunç bir
şey olan o dehşetli vakit, dünyalıların dünyasını başlarına yıkacak olan
kıyametin geleceğini göstermek içindir. Bunda şüphe yoktur. Yani bu konuda
hiçbir şüpheye yer yoktur. Ve şüphesiz Allah kabirlerde yatanları tekrar
diriltecektir.
Meâl-i Şerifi
8- İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye,
ne bir delile, ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında
tartışır.
9- Allah yolundan şaşırtmak (saptırmak) için
büyüklük taslayarak (tartışır). Dünyada ona bir rezillik vardır. Kıyamet
gününde ise ona cehennem azabını tattıracağız
10 -Ona "Bunlar, senin ellerinle
kazandığın günahlar sebebiyledir" denir. Şüphesiz Allah kullarına zulmeden
değildir.
11- İnsanlardan kimi de Allah'a bir yar
kenarındaymış gibi ibadet eder, eğer kendisine bir iyilik gelirse ona gönlü
yatışır ve eğer başına bir bela gelirse yüzüstü dönüverir. Dünyayı da ahireti
de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.
12- Allah'ı bırakır da kendine ne zarar, ne
menfaat veremeyecek şeylere yalvarır. İşte derin sapıklık budur.
13- Herhalde o, zararı faydasından daha yakın
olana yalvarıyor. Yalvardığı şey ne kötü yardımcı ve ne kötü yoldaştır.
8-10- "İnsanlardan kimi de vardır ki
Allah hakkında tartışır." Bu âyet, Nadr b. Haris ve Ebu Cehil gibi İslâm'a
karşı şeytanca mücadele verenlerin ileri gelenleri hakkındadır. Yukarıda geçen
bunun benzeri (22/3) âyet de böylelerin arkasına düşüp onları taklit edenler
hakkındadır. "Bilgisizce" yani (Allah hakkındaki tartışmaları)
herhangi kesin bir bilgiye dayanmaksızın sırf hissî ve bir zanna kapılarak
yapılmaktadır.
11-13- İnsanlardan kimi de vardır ki, bir
yarın kenardaymış gibi Allah'a ibadet eder; gönülden, içten gelerek değil de,
bir kenardan, belli bir maksat için dindarlık eder veya dil ucu ile müslüman
olur. Eğer kendisine bir iyilik gelirse yatışır, tatmin olur. Ve eğer başına
bir bela gelirse yüzü üzerine dönüverir, kıçını çevirir. Bir rivayete göre bu
âyetin iniş sebebi, müellefetü'l-kulûb'dan Uyeyne b. Bedr, Akra b. Habis ve
Abbas b. Mirdas'ın kendi aralarında anlaşıp "Muhammed'in dinine gireriz;
eğer bize bir iyilik gelirse onun hak olduğunu kabul ederiz, yoksa onun doğru
olmadığına hükmederiz" şeklindeki sözleridir.
Meâl-i Şerifi
14- Şüphe yok ki Allah, iman edip salih
amelleri işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyacak. Şüphesiz Allah
dilediğini yapar.
15- Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve
ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse hemen yukarıya bir ip uzatsın, sonra
(kendini intihar edip) boğsun da baksın bu hilesi kendisini öfkelendiren şeyi
giderecek mi?
16- İşte biz onu (Kur'ân'ı) böylece, apaçık
âyetler olarak indirdik. Şüphesiz Allah dilediğini doğru yola eriştirir.
14-15- Kimki ona, yani peygamber'e Allah'ın
dünya ve ahirette kesinlikle yardım etmeyeceğini zannediyorsa, hemen yukarıya
bir ip uzatsın. Sonra kendini boğup nefesini keserek intihar etsin de baksın,
Çünkü onu böyle bir zanna iten, onun Hz. Peygambere olan kin ve kıskançlığıdır,
dünya ve ahirette Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek
istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahirette Allah'ın ona
yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek istememesidir. Halbuki Allah'ın
Peygambere dünya ve ahiret yardımı o derece kesin ve şüphesizdir ki, onu
istemeyenin hakkı, kahrından kendi kendini boğmaktır. O halde Peygamberin ve
dolayısıyla dinin zafere ulaşmasını istemeyen kimse, onu dünyada görmek
istemediğine göre, intihar etsin de ahiretten bir baksın bu hilesi, kin
beslediği şeyi kesin giderecek mi? Din galip gelmesin diye kurduğu tuzak,
çevirdiği oyun, gerçekleşmesi kesin olan Allah'ın dinine olan yardımına sanki
mani mi olacak? Hayır, Allah'ın peygamberine söz verdiği yardım dünyada ve
ahirette şüphesiz tahakkuk edecektir.
16- Ve işte böyle, Ey Muhammed! biz her türlü
şek ve şüpheden uzak bir kesinlikte, biz o, Kur'ân'ı birçok açık belgelerden
ibaret olan âyetler halinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola
iletir.
Meâl-i Şerifi
17- Şüphesiz o iman edenler, yahudi olanlar,
sabiîler (yıldıza tapanlar), hıristiyanlar, ateşe tapanlar ve (Allah'a) eş
koşanlar (yok mu?) Allah, kıyamet günü bunların arasını şüphesiz ayıracaktır.
Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir.
18- Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki
kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve
insanlardan birçoğu hep Allah'a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azab hak
olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa artık ona ikram edecek yoktur.
Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar.
17- Şüphesiz o iman edenler, Allah'ın
indirdiği apaçık âyetlerine, ve bunlara iman etmenin bir gereği olarak,
Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği gibi iman edilmesi gereken
temel esaslara inananlar yahudi olanlar sabiîler (yıldıza tapanlar), (Maide,
5/69. âyetin tefsirine bkz. Ancak burada "Sabiîn" sözcüğünün,
"Bakara sûresinde olduğu gibi, "yahudiler" ile "hıristiyanlar"
sözcükleri arasında mansub olarak zikredilmiş olması, bir de mecusi ve
müşriklere karşılık ayrıca kullanılması, ona burada özel bir anlam kazandırır.
Bunu da gözden kaçırmamak gerekir). ve ateşe tapanlar (Allah'a) eş koşanlar,
birden çok ilâh edinenler.
Görülüyor ki, bu âyette altı tane dinden söz
edilmiş, ancak bunlardan yalnız birincisi iman sahibi olarak gösterilmiştir.
Demek ki, geri kalan beşi küfür ehlidir. Sonra bu beşten yalnız sonuncusunda
şirk açıkça belirtilmiştir. Oysa diğerlerinde de şirk yok değildir. Örneğin
mecusilerin ateşe tapmaları bilinen bir gerçektir. Şu halde buradaki "şirk
koşanlar" ifadesi tahsisden sonra, genelleme olarak "ve diğer
müşrikler" demek olabilirse de, burada açıklanan şirkten maksat hiçbir
yönüyle ne doğrudan ve ne de dolaylı bir şekilde herhangi bir tevhid iddiasının
karıştırılmadığı bir şirk olması, karşıt olarak ifade ediliş tarzına daha
uygundur. Çünkü hıristiyanlar, üç, birdir diye tevhid iddiasında bulundukları
gibi, mecusiler ve bu cümleden olarak zerdüştiler de bir mabuda inandıklarını
iddia etmektedirler. Bu suretle cümlesi, sırf sineviyyet (ikilemi) iddia eden
maneviyye (Mani dinine inananlar) ile, birden çok ilâhın varlığını kabul eden
putlara tapan müşrikleri göstermiş oluyor. Dolayısıyla "sabiîler" den
maksat da hıristiyanlar gibi açıkça es koşmayı iddia etmeyenlerdir.
Bütün bunlar, "Kıyamet günü şüphesiz
Allah, onların aralarını ayırır."
18-Ey muhatab görmedin mi?, kalb gözüyle görüp
anlamadın mı veya haberin yok mu? Gerçekte Allah'a hep şunlar secde ediyor;
yani emir ve iradesine boyun eğiyorlar. (Ra'd, 13/2, âyetin tefsirine bkz.)
Göklerdekiler ve yerdekiler, yukarılarda ve aşağıda her kim ve her ne varsa,
melekler, nefisler, canlı ve cansız her şey. Bu cümleden olarak güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve bütün canlılar ve insanlardan birçoğu, yani
insanlara gelince hepsi değil, çoğuda değil, bir kısmı; karşı taraftan daha çok
değilse de yine de bir yekün teşkil eden bir kısmı secde ediyor. Gerçi yüce
Allah'ın etkin hükümranlığına bütün insanlar da ister istemez boyun eğer. Bu
yönüyle "yerde bulunan kimseler" in genelinde onlar da vardır. Fakat
serbest iradeleriyle isteyerek Allah'ın emirlerine boyun eğen ve O'na itaat
secdesi eden, insanların ancak bir kısmıdır ki, müminlerdir. Bunun içindir ki,
bazı tefsirciler bu itaat secdesinin anlamını ortaya koyup göstermek için işte
bu "insanlardan birçoğu" kaydını atıf cümlesi kabilinden olmak üzere
"insanlardan birçoğu secde eder" takdirinde olduğunu söylemişlerdir.
Birçoğunun da üzerine azab hak olmuştur. Çünkü onlar Allah'ın emrine karşı
küfür ve isyan ile dikbaşlılık edip itaat secdesini yerine getirmeye
yanaşmamışlardır ki bunlar, şeytanlar ve şeytanlara uyan insanlardır.
Meâl-i Şerifi
19- Şu ikisi Rableri hakkında tartışmaya
girmiş iki hasımdır. O'nu inkar edenler için ateşten elbiseleri biçilmiştir.
Başlarının üstünden kaynar su dökülür.
20- Bununla karınlarındaki ve derileri
eritilir.
21- Bir de bunlara demirden kamçılar vardır.
22- Uğradıkları gamdan (dolayı) oradan ne
zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler: "Yakıcı
azabı tadın" denir.
23- Şüphesiz Allah iman edip yararlı iş
işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere koyacak, orada altın bilezikler
ve inciler takınacaklar. Oradaki elbiseleri de ipektendir.
24- Hem sözün güzelini işitecek duruma
ulaştırılmışlar, hem de övülmeye layık (olan Allah'ın) yoluna
eriştirilmişlerdir.
19-24- Bu ikisi, insanlardan secde eden kısım
ile secde etmeyen kısım, müminlerle kâfirler iki hasımdırlar ki kendilerinin
Rabbi (olan Allah) hakkında tartışmaktadırlar. Rableri hakkında birbirlerine
karşı dava açtıkları mahkemede duruşma halindedirler. Biraz önce söylendiği
gibi yüce Allah, kıyamet gününde aralarını ayıracaktır. Gerçek olanı ortaya
koyup münakaşalarını sona erdirecek ve herbirinin hakkını verecektir. Şöyle ki:
Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilmiştir. Tepelerinin üstünden o kaynar
su dökülecek...
İbnü Abbas'tan yapılan rivayete göre işbu den
itibaren üç veya dört âyet, Medine'de nazil olmuştur. Ebu Zer (r.a) den yapılan
bir rivayette de Bedir savaşı günü Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde b. el-Haris
(r.anhüm) üçünün Kureyş'ten Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, bir de Utbe'nin
oğlu Velid ile yaptıkları çarpışmaları hususunda inmiştir.
Genel olarak kâfir için yapılan uyarılarla,
müminler için verilen müjdelerden sonra, birtakım kâfirleri korkutmak ve
İslâmın beş şartından biri olan hacca teşvik etmek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
25- Şüphesiz inkâr edenlere, Allah'ın
yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram'dan
alıkoyanlara ve orada zulümle yanlış yola saptırmak isteyene can yakıcı bir
azab tattırırız.
26- Bir zamanlar Kâbe'nin yerini İbrahim'e şu
şekilde hazırlamıştık: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada
(kıyama) duranlar, ruku edenler ve secdeye varanlar için evimi tertemiz et.
27- İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya
incelmiş binekler üstünde (uzak yollardan) her derin vadiyi aşarak sana
gelsinler.
28- Ta ki kendilerine ait birtakım menfaatlere
şahid olsunlar; Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli
günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de onlardan yiyin, yoksulu,
fakiri de doyurun.
29- Sonra kirlerini giderip temizlensinler.
Adaklarını yerine getirsinler. Kâbeyi tavaf etsinler.
30- Emir budur, Allah'ın yasaklarına kim saygı
gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size
bildirilegelenden başka bütün hayvanlar helal kılınmıştır. O halde o pis
putlardan kaçının ve yalan sözden sakının.
31- Allah için, O'na eş koşmayan, O'nun
birliğine inanmış kimseler olun. Allah'a ortak koşan kimse, gökten düşüp de
kuşların kaptığı veya rüzgarın bir uçuruma sürüklediği şeye benzer.
32- Bu böyledir; kim Allah'ın nişanelerine,
kurbanlıklarına saygı gösterirse, şüphesiz o kalblerin takvasındandır.
33- Sizin için onlarda belli bir süreye kadar
bir takım faydalar vardır. Sonra bunlar Beyt-i atik (kâbe) de son bulurlar.
34- Her ümmet için Allah'ın kendilerine rızık
olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar diye bir
mabed yapmışızdır. Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na
teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!) Allah'a itaat eden alçak gönüllüleri
müjdele.
35- Ki Allah anıldığı vakit onların kalpleri
titrer. Onlar başlarına gelene sabreden, namaz kılan kimselerdir. Kendilerine
verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.
36- Kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size
olan nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Ön ayaklarının
biri bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları yere
yaslandığı vakit de onlardan yiyin, kanaat edip istemeyene de, isteyene de
yedirin. Böylece onları sizin buyruğunuza verdik ki, şükredesiniz.
37- Elbette onların etleri ve kanları Allah'a
ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizin takvanız erecektir. Onları bu şekilde sizin
buyruğunuza verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı tekbir ile
yüceltesiniz. (Ey Muhammed!) Vazifelerini güzelce yapan iyilik sevenleri
müjdele.
25- Şüphesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan
ve Mescid-i Haram'dan insanları alıkoyanlar. Bu âyetin Hudeybiye senesi Kureyş
müşriklerinin Hz. Peygamber ve ashabını Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten
menettikleri zaman nazil olduğu rivayet edilmiştir. (Bakara, 2/96. âyetin
tefsirine bkz.) Öyle bir mesciddenki biz onu insanlar için mukîm ve misafiri
eşit olmak üzere, gerek Mekkeli ve gerek taşralı bütün insanlar için mescit
kıldık. Kim orada zulümle, haksızlıkla doğru yoldan saptırmak isterse ona can
yakıcı bir azab tattırırız. Bu âyetin zahirine göre Mekke'de fiile dönüşmeyen,
yalnızca kötü bir niyet bile Allah katında sorumluluk gerektirir.
26- Hani bir zaman İbrahim'e, Kâbe'nin yerini
hazırlamıştık. Yani Kâbe'nin yapılmasını temin etmek üzere, her şeyden önce
yerini hazırlamış, gerek orada ibadet etmek ve gerek barınmak için
faydalanabileceği bir sığınak yapmıştık. Şöyle diye ki bana hiçbir şeyi ortak
koşma ve Beyt'in binasını yaparken bana ihlastan başka bir gaye besleme, her
şeyi sırf benim rızam için ve samimi bir kulluk görevi olarak yap. Ve işte
Beytullah (Allah'ın evi) adı ona bu anlamda verilmiştir ki, Allah için ibadete
mahsus hane demektir. Evimi, tavaf edenler, kıyama duranlar, rükû edenler ve
secdeye varanlar için tertemiz et. Buradaki temizlik, hem maddî, hem de manevî
anlamdadır. Böyle olunca "Şeytan işi pislik" (Mâide, 5/90) olan put
ve dikili taşlardan temizlemek de bunun içindedir. Yani Kâbe'nin içini, dışını
gerek gözle görülen maddî ve gerek manevî pisliklerden arındırıp pek temiz tut,
dolaşanlar ve duranlar, tavaf eden ve namaz kılanlar tertemiz ibadet etsinler.
27- Ve insanlar içinde haccı ilan et. Hasan-ı
Basrî gibi bazıları bu emirlerin Hz. Peygamber'e hitap olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü âyetteki "tertemiz" emri, buna daha uygundur. Buna göre Hz.
Peygamber'e ve ümmetine haccın farz oluşu bu âyetlerin inişlerinden itibaren
başlamış olur. Fakat açık olan Hz. İbrahim'e olan hitabların hatırlatılmasıdır.
Bu durumda Hz. Peygamber ve ümmeti hakkında haccın farz kılınması söz konusu
olmayıp, sadece güzel bir şey olduğuna dair teşvik ifade edebilir. Bunun için
haccın farz oluşunu kesin olarak ifade eden delil "Yoluna gücü yeten her
kimsenin o evi Kâbe'yi hacc etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır, farzdır.
" (Al-i İmran, 3/97) âyeti olmuştur. Sana yaya olarak ve derin derin
vadilerden, uzak yollardan binekler üzerinde, arık arık develer üzerinde
gelsinler.
28- Ta ki kendilerine ait birçok menfaatlere
şahid olsunlar. Haccın hikmetleri olan bu menfaatler, Mâide Sûresi'nde
"Rablerinden bol nimet ve rıza taleb edenler" (Mâide, 5/2),
"Allah hürmetli ve Kâbe'yi, insanların faydası için ortaya koydu"
(Mâide, 5/77) buyurulduğu ve İbnü Abbas'tan da rivayet olunduğu üzere hem
dünya, hem de ahiretle ilgilidir. Ahiretle ilgili menfaat Allah'ın bağışlaması
ve rızası gibi şeylerdir. Dünyadaki menfaatlere gelince bunlar da, Allah'ın
insanlara olan nişanelerini görmekle irfan, ahlâk, ticaret ve sosyal hayatla
ilgili birtakım faydalardır. Bu menfaatlere hazır olsunlar. Ve Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun
adını ansınlar. Yani diyerek Allah için kurban kessinler.
"Behîmetü'l-en'am" deve, sığır, koyun, keçidir. (Mâide, 5/1 ve En'âm,
6/143-144. âyetlerin tefsirine bkz.)
Hacc âyetlerinde "sayılı günler"
teşrik günleridir. (Bakara, 2/203. âyetin tefsirine bkz.) "Belirli
günler" ise zilhicce ayının ilk on günü veya kurban günleridir. Çünkü
zilhiccenin ilk on gününden sonra hacc vakti, arafe ve kurban bayramı
olduğundan dolayı, halkın bunları bilmeye istek ve arzusu vardır. Bunun için o
günler, halkın arasında malumdur. Bu sebeple İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam
Şâfiî bu malum, belirli günlerin zilhiccenin ilk on günü olduğunu
söylemişlerdir ki, Mücahid'in, Ata'nın, Katade'nin, Hasan'ın görüşleri ve Said
b. Cübeyr'in, İbnü Abbas'tan rivayetidir. Buna göre şu "belirli
günler"in kurbana zarf olması, kurban bayramı günü olan onuncu gün
itibariyle demektir. Oysa kurban, bayramın yalnız birinci günü değil, ikinci ve
üçüncü günleri de kesilebildiğinden bu üç gün "kurban günleri" olarak
bilinir. Şu halde kurbanların kesim günleri olan "belirli günler" i
kurban günleri olarak tefsir etmek lazım gelir. Bunun için İmam Ebu Yusuf ve
İmam Muhammed "belirli günler"den maksadın "kurban günleri"
olduğunu söylemişlerdir ki, tercih edilen görüş de budur. "Ondan
yiyiniz." Görülüyor ki, burada gıyabdan (üçüncü şahıstan) hitaba (ikinci
şahısa) iltifat sanatı vardır ki, bununla hitap peygamber ve ümmetine
çevrilmiştir. Şüphe yok ki, Hz. İbrahim zamanında kesilen kurbanlardan Hz.
Muhammed'in ümmetinin yemesi ve yedirmesi düşünülemez. Şu halde buradaki
"fâ"nın, bir icaz-ı hazif (mânâya zararı olmaksızın lafzî veya aklî
bir karinenin delaletiyle cümleyi tamamlayanlardan bazılarının cümleden atıldığını)
ifade eden "fâ"nın, fasîha (açıklama cümlesinin başında gelen
"fâ") olduğu anlaşılır. Buna göre mânâ şöyle olur: Şimdi ey Muhammed
ve ümmeti! Siz de o günlerde kurbanlarınız üzerine Allah'ın adını anın,
onlardan yiyin ve muhtaç olan yoksula da yedirin. Yeme emri, mübahlık, yedirme
emri ise vaciblik ifade eder. Yani kurban bayramı kurbanından sahibinin yemesi
caizdir. Bir miktarını fakirlere vermesi ise vacibdir. Mendûp olan, kurbanın
üçte birini kendisi ile ailesi, üçte birini dostlar, üçte birini de yoksul olanlar
için ayırmaktır. Ancak aşağıda söz konusu yapılacak olan adak kurbanlarından
sahibinin yemesi caiz olmaz.
29- Sonra kirlerini giderip temizlensinler.
Hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra tırnaklarını kesmek, bıyığını ve
sakalını düzeltmek, koltuklarını yolmak, başını ve kasığını tıraş etmek gibi
temizlenmekle ilgili ihtiyaçlarını yerine getirsinler. Ve adaklarını yerine
getirsinler ve Beyt-i Atîk'i, yani Kâbe'yi tekrar tekrar dolaşıp tavaf
etsinler. Bir tavaf yedi şavf, bir şavf bir dolaşımdır. Yedi şavfın dördü farz,
üçü vacibdir. Tefsircilerin çoğu demişlerdir ki, buradaki tavaftan kastedilen,
haccın rükünlerinden olan ifaza tavafı, diğer adıyla ziyaret tavafıdır ki, hac
ile ilgili yasakların kalkmasının tamamı bununladır. Bu tavaf yapılmadan
ihramdan çıkılmaz. Kirlerin giderilmesi konusu da bununla olur. "Vâv"
tertibe delalet etmediği için bunun, kirlerin giderilmesinden sonra yapılması
gerekmez. Fakat bunların bir sıralamaya göre söz konusu edilmiş olmaları, bu
tavafın kirlerin giderilmesinden sonra olması, ilk akla geldiği ve ziyaret
tavafı, ihram ve vakfe gibi hac anlamının içinde bulunduğu için, bazıları bunun
Sader denilen veda tavafı olduğunu söylemişlerdir ki, o âfâkî (Mekke'nin
dışından gelen) için vaciptir. Bunun tam karşıtı ise kudûm tavafıdır ki, ilk
vardığı vakit yapılır. Bu üç tavaftan başka her zaman arzu edildiği kadar
nafile tavaflar yapılabilir.
Kâbe'ye Beyt-i Atîk denilmesinin sebebine
gelince: Bunda bir kaç mânâ vardır:
1- Atîk dilimizde de meşhur olduğu gibi kadim
mânâsına gelir, önceki zamandan kalma demektir. Gerçi biz bazen bu anlamda
"eski" tâbirini de kullanırız, fakat eski daha çok "Halak"
yani köhne ve harab anlamını ifade eder. Oysa Atîk ve kadîm köhne demek değildir.
Antika demektir. "Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev (mabed) Mekke'de
âlemlere mübarek olan (Kâbe)dir." (Al-i İmran, 3/96) âyetinin ifadesince
Kâbe'ye yeryüzünde mevcut olan mabedlerin ilki olması itibariyle
"atîk" adı verilmiştir. Bu görüş Hasan-ı Basrî ye aittir.
2- Atîk, İsrâ Sûresi'nin son kısmında (17/111.
âyetin tefsirinde) belirtildiği üzere, "ıtak" gibi yepyeni ve değerli
olma anlamına gelir ki, birinci görüşteki ifade edilen mânânın gereğidir.
Bu anlamda Beyt-i Atîk, şerefli ve saygı değer
ev demektir. Nitekim ona Beytü'l-Haram (hürmetli ev) da denilir. Bu görüş Sâid
b. Cübeyr'den nakledilmiştir.
3- Atîk, özgür ve hür olmak anlamına gelir.
Hürmetli Kâbe de zalim despotların sataşmalarından kurtulduğu için ona bu isim
verilmiştir. Bu mânâ bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber'den de rivayet
edilmiştir. Buyurmuş ki: "Yani yüce Allah Kâbe'ye "el-Atîk"
adını verdi. Çünkü onu despotların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman bir zorba
ona galebe edemedi." Bu hadisi, Buharî, tarihinde; İbnü Cerir, Taberânî ve
daha başkaları, İbnü Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Tirmizî,
"hasendir" demiş, Hakim ise "salih" demiştir. İbnü Ebî
Necih ile Katâde de bu anlamda tefsir etmişlerdir. Gerçekten bir zamanlar
"Tübba'" (Yemen hükümdarı) Kâbe'yi yıkmak istemiş, felç olmuş ve bu
işten vazgeçmesi için yapılan tavsiyelere uyunca da iyileşmişti. Bunun üzerine
Kâbe'ye olan saygısını göstermek için ona bir örtü yaptırmıştı ki, ilk Kâbe
örtüsüdür. Sonraları Ebrehe de fil vakası ile perişan olmuştu. Gerçi Haccac
yıktı, fakat onun maksadı Kâbe'yi yıkmak değil, İbnü Zübeyr'i çıkarmaktı, sonra
tekrar yaptı. Karmatîler'in Hacer-i Esved'i bir kaç sene alıp götürmüş olmaları
da bu kabilden olsa gerektir. Ahir zamanda Habeş tarafından yıkılıp taşlarının
denize atılacağına dâir rivayet edilen bir hadisin içeriği ise, sahih olduğuna
göre kıyamet alâmetlerindendir.
Mücahid, kimsenin mülkü olmadığından dolayı,
hurrü'l-asıl (temelden özgür) anlamını ifade etmesi için, kendisine
"Atîk" adının verildiğini söylemiştir. Bazılarıda Atîk, Mu'tik
(özgürlüğe kavuşturan) anlamındadır demişler ki, hacc edenler boyunlarını
günahlardan kurtarırlar demektir. Şimdi bu açıklamalardan anlaşılan şudur ki,
"Beyt-i Atîk" ünvanının, bütün bu mânâları içine alacak şekilde bir
tercemesinin yapılmasının mümkün olamayacağına göre, onun olduğu gibi korunması
gerekir.
30- İşte öyle, emir böyle ve böyle yapılması
gerekir. Her kim Allah'ın hürmetlerine saygı gösterirse, yani Allah'ın
hükümlerine, emirlerine, yasaklarına, Beyt-i Haram, Mescid-i Haram, Beled-i
Haram (Mekke) Meş'ar-i Haram (Müzdelife Mescidi), Şehr-i Haram (Haram aylar) ve
saire gibi muhterem kıldığı şeylere riayet etmenin vacip olduğunu bilerek ve
gereği gibi amel ederek saygı gösterirse, Rabbinin katında o, onun için
hayırdır. Ahirette onlara gösterdiği saygının mükafatını görür.
Size en'âm (koyun, keçi, sığır, deve) hep
helal kılındı. Haramlıkları yoktur. Mâide Sûresi'nde (5/103) belirtildiği gibi,
Bahîre (kulağı yarılıp salıverilen deve) Sâibe (putlara adak yapılan deve),
Vasiyle (erkek dişi ikizler doğuran deve) Hâm (sırtı yükten muaf tutulan erkek
deve) yok, sekiz eşlerin hepsi helaldir. Ancak size okunan şey müstesna ki, bu
da Mâide Sûresi'nin başında (5/3) açıklandığı üzere, leş, kan ve
"Allah'dan başkası adına boğazlanan" dır. O halde pis putlardan
sakının Leş gibi gözle görülür maddî pisliklerden sakındığınız gibi, putları
dikmek gibi manevî pisliklerden de sakının. Hayvanları, Allah'ın adını anarak
kesin. Allah'tan başkasının adına kesip de onları pis etmeyin. Kâbe'yi de
putlardan temizleyin. Yalan sözden de çekinin. Yalan söylemediğiniz gibi ona
itibar edip kıymet de vermeyiniz, yalan dolandan uzak olunuz. Şunu iyi bilin ki
putlara tapmak da yalancı şahitlik gibi bir yalancılıktır, hatta yalancılığın
da başıdır. Bir de Allah'ın haram kılmadığı şeylere haram demekten, Bahîre,
Sâibe, Vasiyle, ham haramdır demek gibi yalan sözlerden ve akîdelerden sakının.
Böyle pisliklerden son derece çekinmek gerekir.
31- Şöyle ki: Allah için her dinden çekilip
samimi olarak gerçek tevhide sarılmış bir cemaat olarak, O'na hiçbir şekilde
ortak koşmayarak. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki gökten düşüp kuşların kaptığı
veya rüzgarın uzak bir yere (bir uçuruma) sürüklediği bir şeye benzer.Şirk
böyle helak edicidir. İnsanın kalbini didik didik didikler, uçurumlara sürükler.
32- Bu böyledir kim Allah'ın nişânelerine,
hürmetli kıldığı alâmetlere saygı gösterirse, şüphesiz o saygı duyma, kalblerin
takvasındandır; gönülleri (kötülükten) himaye edip koruyan sebeplerdendir. O
halde Allah'ın nişanelerinden olan haccın o büyük kurbanlarına karşı saygı
göstermeli, hürmetle bakmalı ve onları ancak Allah'ın adını anarak kurban
etmelidir.
33- Sizin için onlarda, o nişanelerde belli
bir süreye kadar birtakım menfaatler vardır. Sağımından, dölünden, tüyünden,
hizmetinden vesairesinden belli bir zamana kadar birçok istifadeler edilir.
Sonra bunlar ecellerinin yeri olan Beyt-i Atîk Kâbe'de son bulurlar;
"Mina" da kurban olurlar ki, bu da
ahiretle ilgili faydalarıdır. Şu halde böyle mübarek şeylere saygı gösterilmez
mi? Bunlar yaratıcıları olan Allah'tan başkası adına nasıl kesilir? Başkaları
bunların bir kılını bile yaratabilir mi? Burada "Beyt-i Atîk"
sözcüğüyle âyetin sonlandırılması, Kâbe'nin şirk koşanlardan kurtarılması ve
putlardan arındırılması ile ilgili hususun gereğini pekiştirmek içindir.
34-Bunların Beyt-i Atîk'a kadar varmalarının
hikmetine gelince; biz her ümmet için bir ibadet ve kurban yeri yaptık ki
kendilerine rızık olarak verdiği dört ayaklı davarları keserken Allah'ın adını
ansınlar. İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Her ümmet için bir ibadet ve
kurban yeri yaptığı gibi, sizin için de yapmıştır. O halde yalnız O'na, o bir
tek olan ilâha teslim olup, samimi olarak ibadet ediniz. Zikrinizi, kurbanınızı
şirk ile lekelendirmeyiniz. Ey Muhammed! Bir de o alçak gönüllüleri müjdele
35- ki Allah anılınca kalbleri titrer. Yüce
Allah'ın büyüklüğünün o anda gönüllerinde parladığını hissederler. Başlarına
gelen müsibetlere karşı da sabırlıdırlar. Namaza devamlıdırlar. Ve kendilerine
verdiğimiz rızıklardan bir kısmını (hayır için) harcarlar. Zekat, sadaka
verirler. Kurban keser, ikram ederler.
36- Bedeneleri de, yani hayvanların iri
gövdeleri olan ve hacda kurban olarak kesilenleri ki, develerdir. "Kurban
olarak bir deve yedi kişi, bir sığır da yedi kişi, için yeterlidir."
hadis-i şerifi gereğince sığırın da deve gibi yedi kişi adına kurban edilmesi
caiz olduğuna göre, şer'an sığırlar da bedene türünden sayılır. Allah'ın size
olan nişanelerinden kıldık. Allah'ın size verdiği dinin alâmetlerinden kıldık.
Sizin için onlarda hayır vardır. Yukarıda belirtildiği gibi din ve dünya
hayatınız için faydalar vardır. O halde onların ön ayaklarından biri bağlı
olduğu halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Allah'ın adını anarak
kurban edin. Bu kesim şekline göre kurban deveye mahsustur. Deve ayakta iken ön
ayaklarından biri bağlanıp gerdanından boğazlanır ki, buna nahır adı verilir.
Bununla beraber çene altından kesilmesi de caizdir. Sığır ile keçi ve koyun ise
yatırılıp üç ayağı bağlanarak boğazlanır. Buna da zebih denilir. Nahır veya
zebihte Allah'ın adının anılması demektir ki, "Allah'ın adıyla, Allah en
büyüktür, Allah'ım! (bunlar) senden ve sanadır." mânâsına gelir.
Yan üstü düşüp canları çıktığı zaman artık
onlardan yiyiniz. Yani her şeylerini değil, yenilmesi caiz olan kısımlarından
yiyiniz. Kanaatkâr olup dilenmeyene de, dilenene de verin. İşte böylece biz
onları sizin buyruğunuza verdik. O koca hayvanları böyle boyun eğdirdik. Bu,
her istediğinizi yaparsınız diye değil, şükredesiniz diyedir. Bir o hayvanların
büyüklüğüne, bir de insanın küçüklüğüne bakmalı ve maddenin mânâ karşısında
nasıl aciz ve güçsüz kaldığını görmeli ve yüce Allah'ın insana verdiği nimet ve
gücün kadrini bilmeli, Allah'a şükretmelidir.
Muhyiddin Arabî hazretleri demiştir ki:
"Minâ kurbanların kesim yeri kılınmıştır. Kesimler orada yapılır. Minâ
"Ümmiyye"den türemiştir ki arzulara kavuşmak anlamındadır. Çünkü
meşru olan arzularına kavuşan kimse, gayesine ermiş demektir. Kurbanların
kesilmesinde, insan vucudunun beslenmesi için, hayvanların bedenini idare eden
ruhlarının görevden azledilmesi söz konusu olur ki, birbirinden ayrılırken
ruhları yine onlara nezaret eder. O cesetleri deve, sığır olarak idare ettikten
sonra bu defa insana ait olmak üzere yönetir. Bu öyle ince bir meseledir ki,
Allah'ın, basîret (zeka ve anlayış) lerini aydınlattığı, Allah dostlarından
başkası onu kavrayamaz."
37-Buna nasıl şükretmeli? Onların ne etleri ne
kanları Allah'a erişmez, o rızasına kavuşamaz. Fakat sizden Allah'a ancak takva
ulaşır. Sizin manevî yönünüzden gelen gönüllerinizi, Allah'ın emrini tutup ona
karşı saygılı olmaya ve sizi ihlas ile Allah'a yaklaşmaya davet eden,
takvanızdır ki Allah katında makbul olup hoşnutluğunu kazanır.
İşte onları böylece sizin buyruğunuza
vermiştir ki size verdiği hidayet ve gösterdiği doğru yoldan dolayı Allah'ı
tekbir edip, büyükleyesiniz. Onları buyruk altına almanın yolunu öğretip
sebeplerini bahşeden ve kendisine yaklaşmanın nasıl olacağını gösteren Allah'ın
nimetinin büyüklüğünü ve kudretinin yüceliğini tanıyıp, ululuğunu ve birliğini
hem kalb, hem söz, hem de davranışlarınızla, tekbir ile ilan edesiniz. Ey
Muhammed! Bir de ihsan ve iyilik yapanları müjdele. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
38- Şüphesiz Allah inananları savunur. Çünkü
Allah hâin ve nankörlerin hiçbirini sevmez.
39- Kendilerine savaş açılan kimselere
(kâfirlere karşı koymak için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar.
Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya kadirdir.
40- Onlar "Rabbimiz Allah'tır"
demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.
Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar,
kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescidler elbette
yıkılırdı. Şüphesiz Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir.
Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok izetlidir (her şeye galiptir).
41- Onlar (o müminlerdir) ki, eğer kendilerini
yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekatı verirler,
iyiliği emrederler ve fenalığı yasak ederler. Bütün işlerin sonu sırf Allah'a
âittir.
38- Şüphesiz ki Allah iman edenleri savunur.
Müminlerden kâfirlerin hücumlarını def'eder. Şu halde yukarıda belirtildiği
üzere Allah yolundan ve hacdan menetmeye kalkışan ve menedecek olan kâfirlere
karşı savunmaya güzel bir şekilde hazırlansınlar. Şüphesiz Allah hâin ve
nankörlerin hiçbirini sevmez; emanetlerine hiyanet, nimetlerine karşı ise nankörlük
edenlerin hiçbirini sevmediği gibi, onların meydana getirdiği toplumu da
müdafaa etmez, aksine onların bertaraf edilmelerine müsaade eder. Onun için:
39- Kendilerine savaş açılan kimselere izin
verildi. Haîn kâfirler tarafından kendilerine savaş açılan müminlerin onlara
karşı savaşmalarına izin verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır.
Müşrikler. Hz. Peygamber ve ashabına eziyet ediyorlardı, sahabeler ise kimi
dayak yemiş, kimi yaralanmış bir halde gelip Hz. Peygambere başlarına gelen bu
haksızlıkları şikayet ediyorlardı, Efendimiz: "Sabrediniz, çünkü henüz
savaş ile emrolunmadım" buyururdu. Nihayet hicret ettikten sonra bu âyet
nazil oldu ki, savaş hakkında ilk inen âyettir. (Bakara, 2/190. âyetin
tefsirine bkz.) Şüphesiz Allah onlara, o müminlere yardım etmeye, onları zafere
ulaştırmaya elbette kâdir, çok kâfidir. Dolayısıyla çok olan kâfirlere karşı,
şu azıcık olan müminler nasıl savaşabilirler gibi bir şüpheye düşmemelidir.
40- O mazlumlar ki, "Rabbimiz
Allah'tır" demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere
yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile
def'etmeseydi; azgın zalimleri, bozguncuları, kâfirleri âdillerle, salihlerle,
müminlerle defetmiş olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın
adı çok anılan mescidler yıkılırdı. Nitekim o zalimlerin defedilmediği yerlerde
dinsizlik görülmektedir.
SAVMAA: Tepesi sivri ve yüksek olan bina
demektir ki, İslâmiyet'ten önce hıristiyan rahiplerinin manastırlarının ve
sâbie (yıldızlara tapanlar) sofularının zaviyelerinin adı olmuştu. Sonra
Müslümanların ezan yerleri olan minareler içinde kullanılmaya başlandı. Ancak
âyette kastedilen hıristiyanların manastırları veya sâbienin zaviyeleridir,
BÎ'A: Hıristiyanların ibadet yeri olan kilise
demektir.
SALÂT: Bu kelime İbrânice Saluta'dan gelen ve
sonradan Arapçalaşan bir sözcüktür ki, yahudilerin namaz yeri, yani havra
demektir. Görülüyor ki, mescidler, "Allah'ın adının çok anıldığı yer"
olarak nitelendirilmiştir ki, bunda iki nükte vardır. Birincisi, İslâm'ın
emrettiği ibadetlerden asıl maksadın Allah'ın adının çokça anılması olduğunu
vurgulamak, ikincisi de diğerlerinin var olmalarının, asıl sebebi olan Allah'ın
anıldığı yer olmaktan çıkıp başka maksatlar için kullanıldığına işarettir.
Özetle Allah, dindar olanları, haddi aşan
azgınları defetmeye göndermeyip; inananlara savaşma hak ve salahiyetini
vermeseydi manastırlar, zaviyeler, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı
çok anılan mescidlerin hepsi yıkılırdı.
Dinsizlerin saldırıları karşısında bunlardan
hiçbiri ayakta kalamazdı. Bakara Sûresi'nde (2/251) geçtiği üzere bütün
yeryüzünün düzeni bozulurdu. Bütün bunların yıkılmaktan kurtulmaları ve
korunmaları ancak onları savunmakla mümkündür. O halde bütün bunları himaye
etmeyi hedefleyen İslâm'ın savunma hakkının bütün hakların başında geldiği
muhakkaktır. Şüphesiz Allah kendi dinine yardım edene yardım edecektir. Çünkü
dinin ihtiyarî olan fiillerle alakası olduğuna göre, o konuda arzu edilen
gayenin gerçekleşebilmesi için, Allah'ın iradesi kulun cüzî iradesine bağlı
olduğundan, kulların cüzî iradelerini kullanarak bir çaba sarfetmeleri,
Allah'ın iradesinin işlemesine vesile olması itibariyle bir yardım gibidir.
Onun için müminlere savunmayı söz veren yüce Allah, yardımının kesin olarak
gerçekleşmesini onların yardım ve çalışmalarına bağlamıştır. Yoksa Allah
şüphesiz çok güçlüdür, herşeye galiptir, yardıma ihtiyacı yoktur. Yardım ettiği
kimseler de her zaman üstün olup hiçbir zaman mağlup olmazlar.
41- Onlar, o müminlerdir ki eğer kendilerini
yeryüzüne yerleştirirsek; iktidar mevkiine getirip devlet idaresini ellerine
verirsek namazı kılarlar ve zekatı verirler iyiliği emrederler ve fenalığı
yasak ederler. Meşru güzel şeyleri emreder, gayrı meşru, çirkin ve dinen
reddedilmiş şeylerden sakındırırlar, İktidar mevkiine geçince ahlâklarını
bozmaz, dinden, adaletten sapmaz birer idareci olurlar. Doğrusu Hulefâ-i
Raşidîn böyle olmuşlardı. Şu da bilinmelidir ki "İşlerin sonucu Allah'a
aittir"
Meâl-i Şerifi
42-48- 42- (Ey Muhammed!) Eğer seni
(müşrikler) yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh kavmi, Âd ve Semûd
(kavimleri de kendi peygamberlerini) yalancı saydılar.
43- İbrahim'in kavmi de, Lût'un kavmi de
(peygamberlerini) yalancı saydılar.
44- (Şuayb'ın kavmi olan) Medyen halkı da
(Şûayb'ı) yalanladı. Musa da (Firavun tarafından) yalanlandı. Ben de o
kâfirlere bir süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Beni tanımamak
nasılmış görsünler.
45- Nice memleketler vardı ki, zulüm
yaparlarken biz onları yok ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır.
(Geride) Nice terkedilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar
(bırakılmıştır.)
46- Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları
akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör
olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.
47- Bir de senden acele azab istiyorlar.
Elbette Allah sözünden caymaz. Bununla beraber Rabbinin katında birgün, sizin
sayacaklarınızdan bin sene gibidir.
48- Zulmedip dururlarken kendilerine mühlet
verdiğim nice memleket halkı vardı ki, sonunda onları yakalayıvermiştim. Dönüş
ancak banadır.
Meâl-i Şerifi
49- (Habîbim!) De ki: "Ey insanlar! Ben
size ancak apaçık anlatan bir uyarıcıyım."
50- İşte iman edip salih amel işleyenler için
hem bir mağfiret, hem de (cennette) tükenmez bir rızık vardır.
51- Âyetlerimizi tartışarak bozmaya
uğraşanlara gelince, işte onlar cehennemliktirler. 49-51-Böyle de ve
temennilere uyma. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
52- (Ey Muhammed!) Biz senden önce hiçbir elçi
ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun
arzusuna şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı
şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder (güçlendirir). Allah
Alîm'dir (herşeyi bilir), Hakîmdir (Hikmet sahibidir)
53- Allah, şeytanın karıştırdığını,
kalblerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseleri sınamaya vesile
kılar. Zalimler şüphesiz (haktan uzak) derin bir ayrılık içindedirler.
54- Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar,
Kur'ân'ın şüphesiz Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler ve ona iman
etsinler de kalpleri ona saygı duysun. Çünkü Allah, iman edenleri doğru yola
eriştirir.
55- İnkâr edenler de, kendilerine ansızın
kıyamet gelinceye veya akîm (kısır) bir günün azabı gelinceye kadar, Kur'ân'dan
şüphe etmekte devam edip giderler.
52- Senden önce ne bir Resulü, ne de bir
Nebîyi başka bir halde göndermedik. Bu âyet Resul ile Nebî'nin anlamlarında
farklılık bulunduğunu bildirmektedir. Nebî'nin, Resulden daha genel olduğunu
ifade eden bazı hadisler de nakledilmektedir. Şeriat örfünde meşhur olduğuna
göre Resul, kendine vahy olunan ve aldığı vahyi başkasına tebliğ etmekle de
yükümlü bulunan kimsedir. Nebî ise tebliğe memur olsun olmasın, kendisine
vahyedilen kimsedir. O halde her Resul Nebî'dir, fakat her Nebî Resul değildir.
Ancak bilindiği gibi umum ifade eden, hususiyet ifade edene (âmm, hâssa)
karşılık olarak kullanıldığı zaman o hâssın ötesine yorumlanır. Burada Nebî,
Resule karşılık olarak kullanıldığı için Resul olmayan, yani tebliğ vazifesiyle
emrolunmayan peygamberin kastedilmiş olması gerekir. Oysa âyetin başındaki
"İrsâl" fiili ikisine de bağlantılıdır. Tebliğe memur edilmeyenin ise
irsal edilmiş olması hemen anlaşılır bir ifade değildir. Bunun için denilmiştir
ki: Resul, yüce Allah'ın insanları hakka davet etmek üzere, yeni bir şeriatle
gönderdiği hür erkektir. Nebî ise hem bunu, hem de geçmiş bir şerîati bildirmek
için gönderilen peygamberi içine alır. Nitekim İsrailoğullarına gönderilen
peygamberlerin hepsi de Musa'nın şeriatını anlatmak için gönderilmişlerdir.
Fakat buna da şöyle bir itiraz geliyor: İsmail (a.s) hakkında "Ve kavmine
gönderilmiş bir Resul, bir Nebî (bir peygamber) idi" (Meryem, 19/54) buyurulmuştur.
O halde hem Nebî, hem Resuldur. Halbuki o yeni bir şeriatle değil, Hz.
İbrahim'in şeriatiyle gönderilmiştir. Buna cevap olarak da gönderildiği
insanlara nisbetle yeni bir şeriat olması yeterlidir deniliyor. Ayrıca Resul,
mucizesi ve kendisine indirilen bir kitabı olan, Nebî ise kitabı olmayandır
diye tarif edilmişse de İsmail (a.s) ile itiraz bu tanım için çok daha
geçerlidir. O halde en doğrusu önceki tanımdır. fiilinin bağlantısına gelince,
bunu "ona kılıç ve mızrak kuşandırdım" kabilinden olarak şeklinde
anlamak gerekir. Yani: "Senden önce, başka şekilde hiç bir Resul
göndermedik ve hiç bir Nebîye haber vermedik".
Ancak şu şekilde ki o bir şey temenni edip
arzuladığı zaman, temennînin asıl anlamı, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi
içinde, hayalinde şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılmış olan
bu tabloya "ümmiyye" veya "münye" denilir ki, Fransızca
"ideal" diye tabir edilir. Son zamanlarda bu kelime felsefede hayli
önem kazanmış ve idealizm adı ile bir felsefe ekolünün oluşmasına kaynak
görevini yapmış ve sanki uydurma olduğunun belli olması için dilimize terceme
edilirken "mefkûre" kelimesi uydurulmuş ve hertarafa yayılmış. Şu
halde temenni bir ümmiyye beslemek, bir mefkûre kurmak demek olur. İdealistler
bütün gerçeklerin aslının "benlik" de olduğunu varsaydıkları için,
nefsin istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler. Bu
yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealci (idealist) kabul
ederler. Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine inanarak
peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla uğraşmış, sonra da
peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler.
Fakat Kur'ân özellikle bu âyetle anlatıyor ki, peygamberlik bir arzu bir
temenni işi değildir. "O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor; Kur'ân
sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur" (Necm, 53/3-4) âyetiyle anlatılan
peygambere temenni yakışmaz, çünkü vahiy tamamen hakkın emridir. Ümniyye'ye ise
şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile, insanlık gereği
temennide bulunduğu vakit Şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırır. Ümniyye
(temenni) ise, heves ve hayal ile isabetsizlikten kurtulamaz. Demek ki
peygamberlerin ismeti (masum olmaları) kesinlik ifade eden vahiy yönüyledir,
yoksa ictihadıyla hareket ettiği zaman hata yapması mümkündür. Bunun üzerine
Allah şeytanın karıştırdığı şüpheleri giderir. Sonra da Allah âyetlerini tahkîm
eder, muhkemleştirir. Hiçbir şekilde red edilmesi söz konusu olmayacak, hata
ihtimali bulunmayacak bir tarzda kuvvetleştirir. Burada zamanda değil, rütbede
terâhî (sonraya bırakmak) içindir. Çünkü bir gerçeğin güçlendirilip
muhkemleştirilmesi, şüpheleri gidermekten sonra gelen daha üstün bir mertebe,
daha yukarı bir basamaktır. Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir.
53-Her şeyi hakkıyla bilen o olduğu gibi,
şeytanın karıştırdığını da bilir. Yine her yaptığını hikmetle yaptığı gibi
peygamberler de bile temenniyi şeytanın karıştırmasıyla bağlantılı kılması,
sonra o şüpheleri giderip âyetlerini muhkemleştirmesi de hikmetledir. Şöyleki:
Bunlar Şeytanın karıştırdığı şüpheleri kalplerinde hastalık bulunanlarla
kalpleri kaskatı kesilmiş bulunanlara bir mihnet ve bir azab vesilesi yapmak
içindir. Çünkü bunlar hep kuruntulara kapılır ve temenniler peşinde dolaşırlar
. Gerçekten o zalimler haktan uzak, derin bir ayrılık içindedir." Araları
o kadar açıktır ki, birleşip uzlaşmayı kabul etmez. Her biri başka bir kuruntu
ile haktan uzaklaşmış şiddetli bir düşmanlık ve tam bir ayrılık içindedirler.
54- Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar
şunu iyi bilsinler ki o Rabbinden gelen bir gerçektir. Kur'ân veya o şeytanın
karıştırdığı şeyi giderip, âyetleri tahkîm etmek Rabbin tarafından
indirilmiştir. Yani Peygamber bir arzu ve temenniyi takip ettiği zaman şeytanın
bir şeyler karıştırmasına imkan verilmeseydi veya o karıştırılan şey giderilip
da Allah'ın âyetleri muhkemleştirilmeseydi, vahiy ile temenni'nin farkı
olmazdı. O vakit ilim sahipleri de Kur'ân'ın ve dolayısıyla da peygamberliğin
Allah tarafından gelen bir gerçek olduğunu bilemezlerdi. Fakat Allah'ın
hikmetiyle öyle yapıldı, Ta ki ilim sahipleri bilsinler de ona, o Kur'ân'a veya
âyetleri tahkim işine iman etsinler Böylece kalpleri ona bağlanıp saygı duysun
ve şüphesiz Allah iman edenleri doğru yola eriştirir. Bu âyetlerin inişi
Garanık uydurması ile ilgili olduğuna dair bir söz vardır. (Onun için Necm,
53/19-24: âyetlerin tefsirine bkz.)
55- "İnkâr edenler, kendilerine ansızın
kıyamet gelinceye veya akîm (kısır) bir günün azabı gelinceye kadar Kur'ân'dan
şüphe etmekte devam edip giderler."
Meâl-i Şerifi
56-62- 56- O gün hükümranlık yalnız
Allah'ındır, O aralarında hükmünü verir. Artık iman edip yararlı iş işleyenler
nimet cennetlerindedirler.
57- İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar
ise, işte bunlar için hakîr düşüren bir azab vardır.
58- Allah yolunda hicret edip de sonra
öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, elbette Allah, onları güzel bir rızıkla
rızıklandıracaktır. Çünkü Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.
59- Allah onları hoşnud olacakları bir yere
(cennete) elbette koyacaktır. Şüphesiz Allah Alîmdir (herşeyi bilir) Halîmdir,
(Kullarına yumuşak davranır.)
60- Bu böyledir, kim kendisine yapılan cezaya
aynı ile karşılık verir de, sonra yine kendisine zulüm yapılırsa, muhakkak ki,
Allah ona yardım eder. Allah şüphesiz çok af edicidir, çok bağışlayıcıdır.
61- Çünkü Allah, geceyi gündüzün içine sokar,
gündüzü de gecenin içine sokar. Şüphesiz Allah, Semîdir (herşeyi işitir)
Basîrdir (herşeyi görür).
62- (Bu sonsuz güç şundandır) Çünkü Allah,
varlığı kendinden olan Hak'tır. Müşriklerin O'nu bırakıp da tapındıkları putlar
ise hep bâtıldır. Şüphesiz Allah, yücedir, büyüktür.
Meâl-i Şerifi:
63-66- *63- Görmedin mi Allah'ın gökten
indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yemyeşil oluyor? Gerçekten Allah çok
lütufkârdır, her şeyden haberdardır.
64- Göklerde ve yerde ne varsa hep O'nundur.
Doğrusu Allah müstağnîdir, övülmeğe layıktır.
65- Görmedin mi ki, Allah bütün yerdekileri ve
emriyle denizlerde akıp giden gemileri hep sizin buyruğunuz altına verdi. Göğü
de izni olmaksızın yere düşmekten o (koruyup havada) tutuyor. Şüphesiz Allah
insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
66- Size (ilk defa) hayat veren, sonra
öldürecek olan, sonra da yeniden diriltecek olan O'dur. İnsan gerçekten pek
nankördür.
Meâl-i Şerifi
67-72- * 67- Biz her ümmet için bir şeriat
tayin ettik ki, onlar onunla amel ederler. Bunun için (ey Muhammed!) bu konuda
seninle hiçbir zaman çekişmesinler. (İnsanları) Rabbine (ibadet etmeye) çağır.
Şüphesiz sen gerçekten hidayete götüren doğru bir yol üzerindesin. 68- Eğer
seninle tartışırlarsa, de ki: "Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir."
69- Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında
kıyamet günü Allah aranızda hükmünü verecektir.
70- Bilmez misin ki, Allah, gökte ve yerde ne
varsa hepsini bilir. Şüphesiz bunlar bir kitabtadır. Hiç şüphe yok ki bunlar
Allah'a pek kolaydır.
71- Onlar Allah'ı bırakıp da O'nun, haklarında
hiçbir delil indirmediği ve kendilerinde de bir bilgi bulunmayan şeylere
taparlar. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.
72- Âyetlerimiz kendilerine apaçık olarak
okunduğu zaman, o kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse,
kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar. De ki: "Şimdi size
ondan daha kötü olanını haber vereyim mi? O, ateştir. Allah bunu kâfir olanlara
vaad buyurdu. O ne kötü bir dönüş yeridir."
Meâl-i Şerifi
73-76-73- Ey insanlar! Bir misal
verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız
bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır.
Sinek onlardan bir şey kapsa onu
kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âcizdir.
74- Allah'ın büyüklüğünü gereği gibi
değerlendirip bilemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye
üstündür.
75- Allah hem meleklerden, hem de insanlardan
elçiler seçer. Şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.
76- O geçmişlerini ve geleceklerini bilir.
Bütün işler Allah'a döndürülür.
Meâl-i Şerifi
77- Ey iman edenler! rükû edin, secdeye varın,
Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki kurtulabilesiniz.
78- Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin.
Sizi o seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk
kılmamıştır. Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamberin size şahid olması, sizin de
insanlara şahid olmanız için, size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz
kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve
ne güzel yardımcıdır!
77- "Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye
varın." Yani rükû edip, secdelere vararak namaz kılınız. Rivayet
edildiğine göre İslâm'ın başlangıcında, bu âyet ininceye kadar, namazda bazan
rükûa varırlar, bazan da secde ederlerdi. Bu âyetle her ikisinin de bir arada,
aynı namazda yapılmaları emredilmiştir. Şu halde buradaki secde tilâvet secdesi
değil, namazın rükunlerinden olan secdedir. Fakat İmam Şâfii hazretleri bu
âyette de tilâvet secdesinin gerekli olduğunu söylemiştir. Rabbinize ibadet
ediniz, yani rükû ve secdelerinizi Rabbinize ibadet maksat ve niyetiyle
yapınız. Bir de yalnız namaz kılmakla vazifenizin bittiğini sanmayınız. Aksine
emrolunan diğer ibadetleri de yapınız. Yaptığınız ibadetleri başkası için
değil, sırf Rabbiniz olan Allah için yapınız. Ve hayır işleyiniz; namaz ve
diğer ibadetlerden başka bir de her işinizde hayır ve sevap getiren şeyleri
araştırıp, nafile ibadetler, yakın akrabayı gözetmek, güzel ahlâk insanlara
yararlı olmak ve Allah'ın yaratıklarına şefkat gibi gücünüzün yetebildiği iyiliği
yapınız ki kurtuluş ümit edebilesiniz. Yani bunları yapmakla amellerinize
güvenerek kurtuluşunuzun kesin olduğuna hükmetmeksizin ümit besleyebilirsiniz.
Çünkü kurtuluş aslında Allah'ın bir lütfudur. Fakat "Kul, yaptığı nafile
ibadetlerle sürekli bana yaklaşır." kudsî hadisinin ifade ettiği anlamı
gereğince Allah'a yaklaşmak yalnız farz olan ibadetlerle değil, onlara eklenen
nafile ibadetlerle olur. "Hayır işleyin" emri de özellikle bu mânâyı
bildirmektedir.
78-Ve özellikle Allah uğrunda gerektiği gibi
hakkıyla cihad ediniz.
Cihad: Düşmana karşı savunmada bütün gücünü
harcamaktır ki, üç kısımdır: Birincisi, açıkça kendini belli etmiş düşman ile
yapılan cihad. İkincisi, şeytan ile yapılan cihad. Üçüncüsü de nefis ile
yapılan cihaddır. Bazıları buradaki cihaddan maksat ilk şıktakidir demişler,
bazıları da hevâ ve nefisle yapılan cihad olduğunu söylemişlerdir. Fakat en
doğru olan üç kısmın üçünü de içine almış olmasıdır. Bu kapsam, hakikat ile
mecazın bir araya getirilmesi kabilinden değil, cihad kavramının kendi
kapsamının bir gereğidir. Şüphesiz mücahede tabiri mukatele (savaşmak)
tabirinden daha geneldir. Nitekim rivayet olunur ki, Hz. Hasan bu âyeti okumuş
ve demiştir ki: Adam, Allah uğrunda cihad eder, oysa düşmana bir tek kılıç bile
vurmamıştır. Sonra Allah uğrunda cihad etmenin hakkı da onun hak ve ihlasa
uygun olması, haksızlıktan, kötü gaye ve maksatlardan uzak olması, mümkün
olduğu kadar gevşeklik ve tembellikten arınmış olmasıdır.
O sizi seçti, yani ey Muhammed ümmeti,
düşmanlarına karşı cihad için sizi Allah kendisi seçti. Din işinde üzerinize
hiçbir güçlük yüklemedi. Size emrettiği dindeki mükellefiyetlerinizi rahmetinin
genişliğine uygun düşecek şekilde kıldı. (Bakara, 2/286. âyetin tefsirine bkz.)
Diğer dinler gibi ağır, çekilmez yükümlülükleri yüklemedi. Herkesin
sıkıntısına, ihtiyacına, mazeretine göre ruhsatlar verdi. Mesela ayakta namaz
kılamayanın oturmasına, oturamayanın îma ile kılmasına müsaade etti,
kolaylıklar gösterdi. Cihadı da yeterli bir gücün varlığı ile orantılı olarak
farz kıldı. Babanız İbrahim'in dininde olduğu gibi bundan önce ve bunda size
müslümanlar ismini o taktı.Yani gerek bu Kur'ân'da ve gerek Hz. İbrahim ve
İsmail'in "Soyumuzdan bir topluluğu da sana boyun eğen bir ümmet
yap." (Bakara, 2/128) duasında olduğu gibi geçmişte size müslüman ismini
Allah taktı ki Peygamber size karşı şahid olsun siz de bütün insanlara karşı
şahidler olasınız. Yani hakkıyla cihad yapmanın, dine uymanın ve müslümanlığı
yaşamanın nasıl olacağını Peygamber size bizzat yaparak gösterip öğretsin;
hakkın şahidi, peşinden gidilecek bir örnek olsun. Siz de ona uymak suretiyle
bütün insanlar için, hakkın örnek tutulacak birer şahidleri olasınız. Artık
gereği üzere namazı kılın, zekatı verin ve Allah'ın dinine sarılın ki Mevlânız
O'dur. İşinizi görecek emir sahibiniz, sizi kurtaracak efendiniz, yardımcınız
ancak Allah'tır. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Hac Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.