Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Fussilet Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
41-FUSSİLET:
1-4- Âyetleri "tafsîl olunmuş" hem
lafzı itibarıyla fâsılaları ve sûrelerinin başları ve sonları ayırt edilmiş,
hem de mânâsı itibarıyla vaad ve tehdit, kıssalar ve ahkâm ve diğer kısımlara
ayrılarak açıklanmış ve izah olunmuştur. (Hud Sûresi'nin başındaki Hud, 11/1
âyetinin tefsirine bkz.) "Kalblerimiz örtüler içinde..." Bunu
söyleyenler Ebu Cehil ile yanında bulunan Kureyş'ten bir topluluktu. Hz.
Ömer'den rivayet olunmuştur ki Kureyş Resululallah'a doğru bakmışlardı.
Resulullah onlara "Sizi İslâm'a gelip de Araplara efendilik etmekten
alıkoyan nedir?" buyurdu. Dediler ki: "Ya Muhammed, biz senin
söylediğini anlamıyoruz, işitmiyoruz, kalplerimizde gılîf var". Ebu Cehil
de tuttu kendisiyle Resulullah'ın arasına bir perde çekip ya Muhammed dedi.
5-8- "Kalplerimiz senin bizi çağırdığın
şeyden örtüler içinde, kulaklarımızda da bir ağırlık var ve seninle bizim
aramızdan bir perde çekilmiştir" dedi. dedi. Fakat ertesi gün onlardan
yetmiş kişi Resulullah'a gelip "Ya Muhammed bize İslâm'ı anlat"
dediler, arzedip anlatınca İslâm'a girdiler. Resulullah gülümseyip
"Elhamdülillah, dün benim davetime karşı kalplerinizde gılîf, kabuk olduğunu,
kulaklarınızda ağırlık bulunduğunu söylüyordunuz, bugün müslüman oldunuz"
buyurdu. "Ya Resulallah, biz dün yalan söylemişiz, öyle olsa idi asla
hidayet bulamazdık" dediler.
Meâl-i Şerifi
9- De ki: "Siz yeri iki günde yaratanı
gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de O'na eşler koşuyorsunuz ha? O
bütün âlemlerin Rabbidir."
10- O, yerin üstünde sabit dağlar yarattı.
Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp soranlar için rızıkları tam
dört günde belli bir seviyede takdir edip, düzene koydu.
11- Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi.
Ona ve yerküreye: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin." dedi.
Her ikisi de: "İsteyerek geldik" dediler.
12- Böylece Allah onları iki günde yedi gök
olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın göğü
kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın
takdiridir.
13- Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse de ki:
"Ben sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı
uyardım."
14- Onlara Allah'tan başkasına kulluk etmeyin
diye önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği zaman: "Eğer Rabbimiz
dileseydi mutlaka melekler indirirdi. Biz sizin tebliğ için gönderildiğiniz
şeylere inanmayız." dediler.
15- Âd kavmine gelince onlar yeryüzünde
büyüklük tasladılar ve: "Bizden daha kuvvetli kim vardır?" dediler.
Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu
görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.
16- Bu yüzden biz de onlara dünya hayatında
rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir kasırga
gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlara yardım da
edilmeyecektir.
17- Semûd kavmine gelince, biz onlara doğru
yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Bunun üzerine
kazandıkları kötülük yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarpıverdi.
18- Biz iman edenleri ve kötülükten
sakınanları ise kurtardık.
9- Bu kaydında iki ihtimal vardır. Birisi
"Yarattı" fiiline bağlı olarak mef'ulün fîh olmak, ikincisi zarf-ı
müstekar olarak "arz" kelimesinden "Hal-i mukaddere"
olmaktır. Birinci cümle analizine göre mânâ, yeryüzünü iki günde yarattı demek
olur. Yeryüzü yaratılırken henüz bildiğimiz "gün" bulunmayacağından
"yevm" (gün) mutlak zaman, mânâsına, yani iki nöbette demek olur ki
Allah en iyisini bilir. Birisi "Göklerle yer bitişik halde iken, bizim
onları birbirinden yarıp ayırdığımızı... görmediler mi?" (Enbiya, 21/30)
ifadesi gereğince, yeryüzünün gökten, ayrıldığı gün, birisi de "O yeri
uzatıp döşeyendir." (Ra'd, 13/3) buyurulduğu üzere, yeryüzünün
"medd" olunduğu, yani yerkürenin kabuğunun kaymak halinde döşenmeye
başladığı gündür. İkinci tahlile göre, mânâ yerküreyi iki günde olmak üzere
yarattı demek olur. Bu şekilde yerkürenin kaç günde yaratıldığı söylenmiş
olmayarak yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur ki,
bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nöbetidir. Çünkü yeryüzü bu iki
zaman içinde deveran etmek, dönmek üzere yaratılmıştır.
10- Hem onda üstünden baskılar yaptı; dağlar,
yeryüzünün kabuğunu tabanına çiviler gibi kazıklar. Bu "vav",
istinafiyedir, fiiline atıf değildir, çünkü fasıl vardır. Ve onda bereketler
meydana getirdi. Yeryüzünde hayır ve hayrata elverişli şeyler, sular madenler,
doğma ve gelişme kuvvetleriyle bitkiler ve hayvanlar gibi feyz ve bereket
kaynaklarını yetiştirdi. Ve onda azıklarını da takdir buyurdu, yani bitkilerin
ve hayvanların yaşamak için muhtaç oldukları yağmur ve diğer hasılatı da miktar
ve sayılarıyla tayin buyurup yeryüzünde biçimine koydu. Dört gün içinde, yani
bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört gün içinde olarak yaptı. Önceki
"iki"de içinde dahil olmak üzere, "dört" ki, bunda da
gösterdiğimiz şekilde öbürleri gibi iki mânâ vardır. Birisi, madenlerin ve
dağların yaratılması nöbeti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması
nöbeti ki iki önceki ile dört olur. Birisi de dan hal olmasıdır ki, dört
mevsimi göstermiş olur, bu şekilde önceki iki burada dahil olmuş bulunur. Benim
aciz anlayışıma göre burada bu mânâ, öbüründen daha ön plânda, ifadenin akışına
daha uygundur. Çünkü yeryüzünün bereketleri ve rızıkları her sene bu dört
mevsim içinde yetişir. Sayısı ve miktarı ile biçimini bunlar içinde alır, bu
sebepten dolayı nin, ve fiillerine bağlanması dahi aynı mânâyı ifade edebilir.
Ve bu mânâca şu kayıt da açık olur. Bütün araştıranlar için eşit olmak üzere
dört gün, çünkü her yerde rızık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim
içinde yetişir, rızıklar eşit olmazsa da günler eşittir. Dört mevsim hepsi için
dörttür. Burada ye müteallık (bağlı) olmaması ve meseleyi soranlar mânâsına
olması da düşünülebilir.
Bu dört günü, önceki "iki"ye
ekleyerek, toplamını "altı" olmak üzere tefsir etmeyi uygun
görmüyorlar, çünkü bu şekilde gökyüzünün zikrolunacak iki günüyle günlerin
toplamı sekize ulaşıyor. Oysa birçok âyetlerde "O gökleri ve yeri altı
günde yarattı." (A'raf, 7/54) buyurulmuş olmakla bu günler, o altı günün
beyanı olduğuna göre o sayıyı aşmamak gerekir.
(Bu nokta için A'raf Sûresi'ndeki
"Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emri) Arş
üzerinde hükümran olan Allah'tır." (A'raf, 7/54) âyetine bkz.)
11- Sonra "sema"ya (göğe) doğru
doğruldu, yani ilâhî inayetini, ilgisini dosdoğru göğe yöneltti. Kelimesi ile
kullanıldığı zaman "istikamet almak", "dosdoğru yönelmek"
mânâsınadır ki, yüce Allah hakkında doğrudan doğruya "irade" ile
tefsir olunur. Yani ilâhî inayetini, iradesini göğe doğru yöneltti. O bir duman
halinde idi. İrade buyurdu da ona ve yeryüzüne dedi ki ikiniz de ister istemez
gelin. İkiniz birden emrime boyun eğin, huyunuza gerek uygun olsun, gerek
olmasın, yahut ikiniz de vücuda gelin, yoktan var olun.
Dediler ki ikimiz de isteyerek geldik.
Buradaki yi, Râzî ve Kâdı Beydâvî gibi tefsir bilginlerinin bir kısmı
"zamanî" değil, "rütbî terahî" (sonralık) ile anlamışlar,
yani göğün yaratılışı, yeryüzünün yaratılışından önce olup, yalnız burada
yeryüzünün yaratılmasını beyandan sonra açıklanmıştır. Bu şekilde demek,
"vücuda gelin" (var olun) mânâsına gelen "tekvin"den
ibarettir. "Dühan" (Buhar) da ilk maddenin yaratıldığı haldir. İlk
önce, ilk madde yaratılmış ve onda henüz bir ışık olmadığı, karanlık bir halde
bulunduğu veyahut madde tabiatı esas itibarıyla karanlık bulunduğu için
"duhan" denilmiştir. Bu güzel bir mânâdır. Fakat cümlesinin hal
cümlesi olarak, ya, bitişmesi ve emrinden önce olması gerekeceğine göre, bu
tefsirin maddenin "kıdem"ini (ezelî oluşunu) ifade etmek gibi, bir
kusur ve lekesi vardır. Buna karşılık çoğu tefsir bilginleri ise nin
"terahisi" (sonralığı)nin zamanî olduğu kanaatine varmışlar ve
yeryüzünün ilk yaratılışı gökyüzünden önce olup, ancak "Bundan sonra da
yeri yayıp döşedi." (Naziat, 79/30) âyetinin ifadesince döşenmesinin sonra
olduğunu söylemişlerdir. Acizane ben de bunu cumhurun üslubu üzere anlamayı
tercih ediyorum. Şu kadar ki gökten murad, "Biz gökten de su
indirdik." (Lokman, 31/10) âyetinde olduğu gibi, yeryüzünün yukarısı, hava
tarafı demek olduğu kanaatine varıyorum. Bu şekilde "Sonra göğe doğru
doğruldu" âyeti yukarıdaki ya atfedilmiş olarak şöyle demek olur: İlk kez
yeryüzünü yarattıktan sonra doğrudan doğruya yukarısını yaratmayı irade
buyurdu, bir duman olarak. Demek ki yeryüzü ilk yaratılışında ilkin gökten
ayrıldığı sırada ateş halinde idi, sonra bu ateşten onun yukarısına doğru seması
olarak duman halinde gazlar püskürüyordu. Bu halde bu duman halindeki göğe ve
yeryüzüne
"İkiniz de ister istemez gelin.
Tabiatınıza uygun gelse de gelmese de ikiniz birlikte, birbirinize uyarak, bir
nizam üzere hareket edin" dedi. Bütün gökyüzü içinde, yeryüzünün ve
havasının birlikte hareket etmesini emreyledi. "İkimiz de isteyerek
geldik" dediler. Bazıları bu emri ve isteyerek boyun eğmeyi şuurî mânâda
anlamak istemişlerse de mutlak emre uyma ve boyun eğme mânâsına olması daha
ağır basmaktadır. Yani verilen emirde, icra edilen tesirde her biri
tabiatındakinin aksine bir fiil ve harekete dahi sevkedilseler, onlar onun
kabulünü bir tabiat, bir huy edinmişlerdir. Onun için hareket ve hareketsizlik
gibi çeşitli tabiatta tesirleri tabiî gibi kabul ederler. İlâhî emre karşı
hiçbir muhalefetleri meydana gelmez. Onun için "atalet" kanunu
denilen bu boyun eğme ve kabiliyet ile bütün gök cisimlerinin ve yeryüzü
cisimlerinin olayları tabiî imiş gibi açıklanabilir. Burada eserden olmak üzere
şöyle bir (söz) de naklederler: Denilmiş ki gökler ve yeryüzü yaratılmadan arş
su üzerinde idi, sudaki sıcaklıktan bir kaymak ve bir duman çıktı, kaymak suyun
yüzünde kaldı, ondan kuraklığı yarattı ve ondan yeryüzünü meydana getirdi.
Duman da yukarı yükseldi ondan da gökyüzünü yarattı. Fahrü'r-Râzî der ki: Bu
hikaye Kur'ân'da yoktur. Yahudilerin Tevrat dediği kitabın başında vardır. Bir
delil delalet ederse kabul olunabilir. Zemahşerî garip bir fıkra daha nakleder
de kuraktan bir yeryüzü yaptı, sonra da onu ayırdı, iki yeryüzü yaptı der.
Ayrılan bu iki yeryüzü nedir? Ya yeryüzünden ayın ayrılması olacak, yahut da
Amerika'nın ayrılması olacaktır.
12- Şimdi asıl, göklere geçilerek buyuruluyor
ki Kısacası onları iki günde sağlam yedi göğe tamamladı. Bu iki günün birisi
yeryüzünün de yaratılmasından önceki ilk maddenin yaratılması, birisi de
cisimlerin teşekkülü günleridir ki A'raf Sûresi'nde beyan olunduğu üzere altı
günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi yerin yaratılmasından önce, birisi de
yerin yaratılmasından sonradır. Çünkü Ay, Zühre (Venüs) ve Utarid (Merkür) gibi
bazı gök cisimlerinin yaratılması, yeryüzünün yaratılmasından sonradır. Buna
göre deki, nın takip mânâsı da saklı kalmış olur. (Bakara Sûresi'nde
"Onları yedi gök halinde düzenledi." Bakara, 2/29 âyetinin tefsirine
bkz.) Benim acizane fikrime göre, bu iki gün, göklerden hâl-i mukaddere olmak
üzere birisinin dünya, birisinin ahiret olması da muhtemeldir. Bunları böyle
sağlam yaptı ve tamamladı. Her gökte ona ait emri de vahyetti. Her
"sema"nın meleklerine orada cereyan edecek işlerin emrini de telkin
buyurdu ki bu da "tamamlama" cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda
ortaya çıkmasından ve tamamlanmasından yüce Yaratıcının kudretinin delilleri
tecelli edip ortaya çıktığı için bu noktada "gıyab"dan (üçüncü tekil
şahıs) "tekellüm"e, (birinci şahsa) dönülüyor ki ve dünya göğünü
mısbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik. "En yakın göğü bir
zinetle, yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6) . Hem de korunmuş kıldık.
Şeytanlar yanaşamazlar. İşte o, o azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
13- Siz onu hep inkâr mı edip duracaksınız,
de. Yine yüz çevirir aldırmazlarsa, o zaman de ki size bir yıldırım tehlikesi
haber veriyorum. Yani yıldırım gibi bir çarpışta helak edecek şiddetli bir azap
"Âd ve Semud'un uğradığı yıldırım gibi". Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî
ve İbnü Asâkir Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: Ebu Cehil
ile Kureyş'in ileri gelenlerinden bir topluluk şöyle dediler: "Muhammed'in
işi bizi şüpheye düşürdü, sihir, kehanet, falbakıcılık ve şiiri bilen bir adam arasanız,
onunla konuşsa da bize onun durumunu bir anlatsa." dediler. Bunun üzerine
Utbe b. Rebia: "Ben vallahi şiiri, fal bakmayı, sihri dinlemişim, ona dair
bir ilim edinmişimdir. Eğer öyle ise Muhammed bana gizli kalmaz." dedi ve
vardı: "Ya Muhammed, sen mi daha hayırlısın, Haşim mi; sen mi hayırlısın,
Abdulmuttalib mi?" dedi. Resulullah cevap vermedi. "Ya sen bizim
ilâhlarımızı kötülüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun, eğer başkanlık
senin olsun istiyorsan bayraklarımızı sana dikelim ve eğer mal istiyorsan sana
mallarımızdan senin ve arkandakilerin ihtiyaçlarını giderecek mal toplayalım ve
eğer kadın ihtiyacın varsa Kureyş kızlarından beğeneceğin on tanesini seninle
evlendirelim." dedi. Resulullah susuyor söylemiyordu. Utbe sözünü
bitirdiği zaman, Resulullah (s.a.v.) "Bismillahirrahmanirrahim"
deyip, diye okudu. "Bunun üzerine yine başlarını çevirirlerse o zaman de
ki: Size Ad ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım haber veriyorum." âyetine
gelince, Utbe hemen Resulullah (s.a.v.)ın mübarek ağızlarını tuttu
"Rahime" yemin vererek vazgeçmesini rica etti. Kureyş'e çıkmadı,
birkaç gün görünmeyince Ebu Cehil "Ey Kureyş topluluğu!" dedi.
"Utbe neden görünmüyor? Zannederim Muhammed'e saptı, galiba onun yemeği
hoşuna gitti, bu mutlak ihtiyacından olmalı, kalkın gidelim bakalım" dedi.
Vardılar. Ebu Cehil "Ey Utbe" dedi. "Sen Muhammed'e saptın o
galiba hoşuna gitti, bir ihtiyacın varsa seni Muhammed'e muhtaç etmeyecek mal
toplayabiliriz." Bunun üzerine Utbe kızdı ve bundan sonra Muhammed'e ebediyyen
bir şey söylemeyeceğine billahi diyerek yemin etti de dedi ki:
"Bilirsiniz, ben Kureyş'in malca en zenginiyim, fakat ben ona
vardım.." diye hikayeyi anlattı. "Bana" dedi, "bir şey ile
cevap verdi ki: Vallahi o sihir değil, şiir de değil, fal bakıcılık da
değildir" O, okudu: âyetine gelince, ben ağzını tuttum ve Rahîm'e yemin
verdim, bunun üzerine kesti. Vallahi bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylediği
zaman yalan çıkmaz, onun için başınıza bir azap inmesinden korktum."
14-18- Önlerinden ve arkalarından, yani her
taraflarından geldiler ve her yönden her şekilde çalıştılar, uğraştılar yahut
ilerisini gerisini, geçmişi geleceği anlattılar, korkuttular, uyarıda
bulundular. "Sarsar" rüzgarı, soğuğunun şiddetinden yakıp kavuran
veya gürültüsü çok olan fırtına uğursuz günlerde, müneccimler buradan bazı
günlerin uğursuz olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat kelam bilginleri
demişlerdir ki günlerin "uğurluluk" ve "uğursuz"lukla
nitelenmeleri zatî değil, izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir
adama göre de uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören
bir adam için uğurlu olur. Denilir ki bu günler Şubat'ın sonundan
"Berdü'l-acûz" (kocakarı soğuğu) denilen günleri idi. Şevval'in
sonunda çarşambadan çarşambaya olduğu da rivayet edilmiştir.
Meâl-i Şerifi
19- O gün Allah'ın düşmanları cehennem ateşine
sürülmek üzere hep bir araya toplanırlar.
20- Nihayet oraya vardıkları zaman kulakları,
gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında onların aleyhinde şahitlik
ederler.
21- Onlar derilerine: "Niçin aleyhimize
şahitlik ettiniz?" derler. Derileri de: "Bizi her şeyi konuşturan
Allah konuşturdu, sizi ilk defa yaratan O'dur ve siz yine O'na
döndürülüyorsunuz" derler.
22- Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve
derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak kötülükten
sakınmıyordunuz. Fakat yaptıklarınızdan birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini
zannediyordunuz.
23- İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu
zannınız sizi helak etti de zarara uğrayanlardan oldunuz.
24- Şimdi eğer dayanabilirlerse onların yeri
ateştir. Yok eğer hoşnutluğa dönmek isterlerse bile artık onlar hoşnut
edileceklerden değildirler.
25- Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat
ettik de onlar kendilerine önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini güzel
gösterdiler. Böylece kendilerinden önce gelip, geçmiş olan cin ve insan
toplulukları hakkındaki, azab sözü onlar için de hak oldu. Doğrusu onların
hepsi de kendilerine yazık etmişlerdir.
19- Kulakları, gözleri ve derileri aleyhlerine
şahitlik ederler. Kendilerinin duyu, idrak, kavrama ve ezberleme araçları olan
organları ve âletleri şahitlik ederler ki değişikliklerin en dehşetli ve
korkunç safhalarından biridir. Kâdı Beydâvî şöyle diyor: Allah'ın onları
konuşturması ile veya üzerlerinde kazançlarını gösterecek birtakım eserler,
izler ortaya çıkarmasıyla ki, bu şekilde lisan-ı hâl (durumlarının dili) ile
söylemiş olurlar. Fakat biraz sonra "Bizi her şeyi söyleten Allah şöyle
söyletti" diye açıkça ifade edilecektir. Hadiste yer almıştır ki
"İnsanda ilk söyleyen fahz-i yüsra sol oyluktur, sonra organlar
söyler." Bunun üzerine kahrolası der, ben seni savunuyorum.
20-25- Ve işte bu sizin Rabbinize karşı
beslediğiniz zannınızdır ki sizi helak etti. Bu zann Allah hakkında yanlış olan
kötü zandır ki helak edicidir. Demişlerdir ki "Zann iki çeşittir. Biri kurtarıcı,
biri de helak edicidir." "Ben kulumun hakkımda beslediği zanna göre
olurum." kudsi hadisinin mânâsını yanlış anlamamalıdır. Hasan Basri
hazretleri bu âyeti okumuş da demiştir ki: İnsanların amelleri Rablerine karşı
besledikleri zanna göredir. Mümin Allah'a güzel zan besler, güzel amel yapar,
kâfir ve münafık da kötü zanda bulunur, kötü amel yapar. Artık onlar arzularına
erdirilecek, döndürülecek değillerdir. Bir hadis-i şerifte, "Öldükten
sonra geri çevrilecek yoktur" buyurulmuştur. Ve onlara birtakım arkadaşlar
takdir ettik, sardırdık. Şeytanlardan kendilerine yakın olup yanaşan birtakım
arkadaşlar ki, kabuğunun yumurtayı sarması gibi onları sarmışlar, başlarına
dolanmışlardır. Çünkü "Kim o çok esirgeyici (Allah)nin zikrinden göz
yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu onun (ayrılmaz) bir
arkadaşıdır." (Zuhruf, 43/36) buyurulmuştur. Ve üzerlerine o söz, hak
oldu. O söz, azab kelimesi, yani Hak Teâlâ'nın İblis'e şu sözüdür: "İşte
bu doğru. Ben şu gerçeği söyleyeyim: Andolsun cehennemi senden ve onların sana
tabi olanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım." (Sâd, 38/84-85).
Meâl-i Şerifi
26- İnkâr edenler: "Bu Kur'ân-ı
dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz" dediler.
27- Biz mutlaka inkâr edenlere şiddetli bir azab
tattıracağız. Ve onlara yaptıkları amellerin en kötüsünün cezasını vereceğiz.
28- İşte Allah'ın düşmanlarının cezası
ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinin cezası olarak, onlar için
orada ebedî olarak kalacakları cehennem yurdu vardır.
29- İnkâr edenler: "Ey Rabbimiz!
Cinlerden ve insanlardan bizi doğru yoldan saptıranları bize göster de onları
ayaklarımızın altına alalım, böylece cehennemin en altında kalanlardan
olsunlar." diyeceklerdir.
30- "Rabbimiz Allah'tır" deyip,
sonra da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve
derler ki: "Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin."
31- "Biz dünya hayatında da, ahirette de
sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve istediğiniz her
şey vardır."
32- Bunlar çok bağışlayıcı ve çok merhametli
olan Allah tarafından bir ağırlamadır.
26-29- Bir de dedi ki o inkâr edenler: Şu
Kur'ân'ı dinlemeyin ve onun hakkında yaygara, gürültü yapın. Rivayet olunduğuna
göre Resulullah (s.a.v.) Mekke'de iken yüksek sesle Kur'ân okuduğu zaman
müşrikler etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; dinlemeyin şu Kur'ân'ı
ve asılsız yaygara, gürültü yapın derler ve ıslık çalar gürültü ederlerdi.
30-Cenab-ı Allah kâfirlere olan tehdit ve
uyarıdan sonra müminlere vaad ve müjde ile buyuruyor ki: Onlar ki Rabbimiz
Allah'tır dediler, sonra istikamet üzere bulundular, doğru gittiler, yani
Allah'ın birlik ve Rabliğini tasdik ve ikrar edip şirke dönmeksizin o ikrarda
sabit olarak gereğince gittiler. Keşşaf tefsirinde denilir ki: Âyet metnindeki
"sonra" istikametin mertebede ikrardan terahisi (sonralığı) ve onun
üzerine üstünlüğü dolayısıyladır. Çünkü bütün mesele istikamettedir."
"Müminler ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Resulüne iman ettikten sonra
şüpheye sapmayıp..." (Hucurat, 49/15) ifadesi de bunun benzeridir. Mânâ:
"Sonra o ikrar ve gereği üzerinde sebat ettiler" demektir. Hz. Ebu
Bekir'den bir rivayette: "Sözde doğru yolda oldukları gibi fiilde de doğru
yolda oldular." Diğer bir rivayette de yine Ebu Bekir Sıddık (r.a.) bu
âyeti okuyup "Ne dersiniz?" dedi. "Günah işlemediler"
dediler. "Pek zor ihtimale tefsir ettiniz, ibadeti yaparlarken putlara
dönmediler" dedi. Hz. Ömer (r.a.) bir hutbesinde bu âyeti tefsir edip
demiştir ki: "Allah'a itaatte istikamet yaptılar, tilkiler gibi
hilekarlığa sapmadılar." Hz. Osman (r.a.)dan, "Amelde ihlas
yaptılar." Hz. Ali (k.v.)den: "Farzları eda ettiler." Süfyan-ı
Sevri'den: "Dediklerine uygun amel ettiler." Rebi'î b. Enes'ten:
"Allah'ın masivasından (Allah'tan başka her şeyden) yüz çevirdiler."
Süfyan b. Abdillahi's-Sakafî (r.a.) hazretleri de demiştir ki: "Ya
Resulallah! Bana tutunacağım bir iş haber ver." dedim. Resulullah buyurdu
ki "Rabbim Allah de, sonra da, dosdoğru ol." Bunun üzerine,
"Benim hakkımda en korkacağım şey nedir?" dedim. Resulullah (s.a.v.)
kendi dilini tutup "işte bu" buyurdu. Üzerlerine peyderpey Allah'ın
elçileri melekler iner. Kâfirlere şeytanlar arkadaş olduğu gibi, bunlara da
melekler iner. Mücahid ve Süddî demişlerdir ki: Ölüm anında; Mukatil: Yeniden
dirilme anında; bazıları da hem ölüm, hem kabir, hem yeniden dirilme anında
demişler. Bununla birlikte âyet mutlaktır. Dünyada hayatın her anına da uyar.
fiili Hem "müzari" kipi olmakla, "istimrar" süreklilik, hem
"tefe'ul" kalıbından olmakla tekellüf (kendini zorlama) ve tevali
(peşi peşine olma) ifade eder. Özellikle biraz sonra hem dünya ve hem ahiret
açıkça belirtilecektir. Yani sürekli olarak iner iner dururlar. Şöyle diye
korkmayın, gelecekten endişe etmeyin, hüzünlü de olmayın, yani geçmişe de merak
etmeyin. Çünkü "Haberiniz olsun ki Allah'ın velileri için hiçbir korku
yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir." (Yunus, 10/62). Vaad olunup
durduğunuz cennet ile müjdelenin, neşelenin,
31- biz sizin evliyanız, dostlarınızız, hem
dünyada, hem ahirette. Bu kayıt gösterir ki meleklerin inişi hem dünya, hem
ahirete şamildir. Ancak bazıları bunun doğrudan doğruya ilâhî kelam olduğu
kanaatine varmışlardır ki "Allah iman edenlerin yardımcısıdır."
(Bakara, 2/257) gibi "veliyyülemir" (işlerini üstlenen),
"veliyyünnimet" (nimet veren), koruyucu ve muhafaza eden demek olur.
Fakat açık olan ihtimal bu sözün meleklerin sözlerinden olmasıdır. Cennet ile
sevinecek ne var derseniz, Orada size canlarınız ne arzu ederse var, hem orada
size ne isterseniz var, yani her neye gelsin derseniz hemen gelir.
32- Bir ağırlama, yani konukluk, ikramiye
olarak çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici Allah'tan. Mutluluk mertebeleri
tam ve tamüstü olmak üzere ikidir. Tam mutluluk zatında mükemmel olacak üstün
nitelik kazanmaktır. Bu dereceyi geçip de noksanları mükemmelliğe erdirmek için
çalışmak da tamüstüdür. Birinciye işaret olmak üzere "Rabbimiz Allah deyip
sonra istikamet edenler..." buyurulduğu gibi, ikinciyi anlatmak üzere de
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
33- Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve:
"Ben gerçekten müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim
olabilir?
34- Hem iyilik de bir değildir, kötülük de.
Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık
olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün.
35- Bu olgunluğa ancak sabredenler
kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur.
36- Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni
dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir.
37- Gece ile gündüz ve güneş ile ay Allah'ın
kudretinin delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer sadece Allah'a
kulluk yapmak istiyorsanız, onları yaratan Allah'a secde edin.
38- Eğer onlar büyüklük taslarlarsa bilsinler
ki, Rabbinin yanındaki melekler gece gündüz O'nu tesbih ederler ve hiç
usanmazlar.
39- Senin yeryüzünü boynu bükük, kupkuru
görmen de Allah'ın kudretinin delillerindendir. Biz onun üzerine suyu
indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır. Şüphesiz ki ona hayat veren Allah
mutlaka ölüleri de diriltir. Doğrusu O'nun her şeye gücü yeter.
40- Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp
inkâra sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan mı daha
hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek olan mı? İstediğinizi
yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri hakkıyla görür.
41- Kur'ân kendilerine geldiğinde onu inkâr
edenler, mutlaka cezalarını çekceklerdir. O gerçekten çok değerli bir kitaptır.
42- Ona ne önünden, ne de ardından batıl
gelemez. O hüküm ve hikmet sahibi, öğülmeye layık olan Allah tarafından
indirilmiştir.
43- Ey Muhammed! Sana senden önceki
peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz ki senin Rabbin
hem mağfiret sahibidir hem de acı verecek bir azap sahibidir.
44- Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'ân
yapsaydık onlar mutlaka: "Bu kitabın âyetleri genişçe açıklanmalı değil
miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?" derlerdi. Sen de ki:
"O, iman edenler için bir hidayet ve şifadır." İman etmeyenlerin
kulaklarında ise bir ağırlık vardır. Kur'ân onlara göre bir körlüktür. Sanki
onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar (da duymuyorlar).
33- Ve kimdir o kimseden daha güzel sözlü ki,
yani sözü ve görüşü o kimseden daha güzel hiçbir kimse olamaz ki, Ben şüphesiz
müslümanlardanım deyip, yani ihlas ile Allah'a yüz tutup, İslâm yoluna seve
seve girip hayır ve düzeltmeye çalışarak Allah'a davet etmektedir. Sûrenin
başında geçtiği üzere "Kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeylerden örtüler
içinde." (Secde, 41/5) diyen kâfirlerin sözlerine karşı ne güzel bir
cevaptır. Allah'a davet peygamberlerin ve peygamber varisleri olan ermişlerin
gittikleri yoldur. "De ki: 'İşte bu benim yolumdur. Ben Allah'a bir
basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tabi olanlar da böyleyiz."
(Yunus, 12/108) buyurulduğu gibi, bu âyet de başta peygamber olmak üzere onun
izinden giden ve basiret ile Allah'a davet edenlerin hepsini kapsamaktadır. Bu
sebepledir ki İbnü Abbas'tan bir rivayette bunun Resulullah hakkında, bir
rivayette de ashabı hakkında nazil olduğu nakledilmiş, Hz. Aişe'den de
müezzinler hakkında nazil olduğu rivayet olunmuştur. Bununla birlikte nüzul
sebebi özel olsa bile, bu niteliklerle vasıflı bulunan, yani İslâm'a inanan
samimi bir tevhidçi ve hayra, düzelme etkeni olarak Allah'a davet eden, her
davetçinin bu kavrama dahil olduğunda şüphe yoktur. Sûrenin Mekkî, yani Mekke
inişli olması, ezanın ise Medine'de meşru bulunması dolayısıyla müezzinler
hakkında indiği rivayetini, hükmün onlara da şümulü, yani onları da kapsaması
mânâsına anlamak gerekir. Ezanın da en güzel sözlerden olduğu söz götürmez.
Demek olur ki Allah'a davet yalnız imana davet etmek demek değildir. Müminleri
amel etmeye davet etmek de bu mânâya dahildir. Bundan dolayı Allah'a davet,
tevhid ve itaatine davet demektir ki, bunun neticesi de Allah'a kavuşmaya
davete varır. Kısacası Allah'a davet en güzel sözdür, ancak böyle olması iki
şart ile şartlıdır. Birisi o davet yalnız kuru bir laftan ibaret kalmamalı,
durumu sözüne aykırı olmamalı, sözü ile birlikte salih ameli de olmalıdır. Yani
önce kendini düzeltmeli, kendisi ilâhî ahlak ile ahlaklanmalı, başkalarını
davete layık ve sözüne kendi fiili şahid olacak şekilde çalışarak, güzel iş
yaparak davet etmeli ki, basiret üzere bulunmak ve icabında kılıca sarılmak bu
salih ameldendir. Birisi de İslâm'dır. Davetçi müslümanlardan olmalı, davetine
hiç şirk karıştırmayarak "Rabbimiz Allah deyip sonra istikametle
giden" samimi müslümanlardan bulunmalıdır. İslâm olmayınca amelde tam düzgünlük
bulunmaz ve Allah'a davet edilmiş olmaz. Ebu Hayyan Bahr'da der ki: "Zeyd
b. Ali "Allah'a kılıçla davet eden..." demiştir. Kendisini Emevî
hükümdarlarından bazı zalimlere karşı kılıçla ayaklanmaya sevkeden de bu olsa
gerektir. Adı geçen Zeyd Allah'ın kitabını bilirdi. Hişam b. Abdülmelik'in
hapsinde iken kendisinden not tutanlara açıklamış olduğu tefsirinden bir
kısmını gördüm ki, ilimde ve Arap kelamı ile delil getirmede çok büyük bir ilmî
nasibi vardır. Denilir ki kardeşi Muhammed Bakır ile ikisi tartıştıkları
münazara ettikleri zaman herkes mürekkep şişelerini alıp toplanır, onların
ilimlerinin ürünlerini yazarlardı. Allah her ikisine de rahmet etsin ve
onlardan razı olsun."
34-Allah'a davetin mertebeleri ve mertebesine
göre zahmetleri, çileleri ve yorgunlukları bulunduğundan dolayı da buyuruluyor
ki: Bununla birlikte güzellik de eşit olmaz, kötülük de. Güzellik ile kötülük
eşit olmak şöyle dursun, her iyilik de bir olmaz, her kötülük de. Hem güzel
huyların, iyi amellerin eserlerde ve hükümlerde mertebeleri çeşitlidir; hem de
kötülüklerin, kötü huyların mertebeleri çeşitlidir. Mesela kötülüğe karşı
kötülükle iyiliğe karşı kötülük bir olmayacağı gibi, iyiliğe karşı iyilikle,
kötülüğe karşı iyilik de bir olmaz. Onun için en güzel olan davete karşı
yapılan kötülükler, o inkârlar, nankörlükler, eziyetler de kötülüklerin
kötüsüdür. Bununla birlikte o kötülüklerin de çeşitli mertebeleri vardır. O
halde ne yapmalı? Emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker ile Allah'a davet
yapılırken kötülüklerin şiddetlenmesine sebep olmayarak en güzel hasene olan
muamele ile veya Allah'a davetin en güzel biçimi ile sav. O çeşitli
mertebelerdeki kötülüğü savmak için en güzel yol, Allah'a davet yolu; Allah'a
davetin en güzel tarzı, İslâm ile birlikte salih amel işleyerek olanı; salih amelin
en güzeli de kötülüğe karşı iyiliktir ki, sadece bağışlamadan, sabırdan daha
güzelidir.
O durumda bir de bakarsın ki seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse şefkatli bir hısım, akraba gibi olmuştur. Denilmiştir
ki nitekim Ebu Süfyan öyle oldu.
35- Ona ise, kötülüğü en güzel iyilikle savmak
huyuna, karakterine ancak sabredenler, sabrı huy edinenler erdirilir. Çünkü
nefsi intikam duygusundan alıkoymak, ancak gerçek sabır ile olur. Ve ona ancak
büyük nasip sahibi erdirilir. Ruhî kuvvetlerden ve nefsî faziletlerden yüksek
bir derece ile ilâhî nimetten büyük bir paya erişmiş olan bahtiyar kimseler
erişir.
36- Ve şayet seni şeytandan bir dürtme
dürtecek olursa ona uyma da şerrinden hemen Allah'a sığın. "Kovulmuş
şeytandan Allah'a sığınırım." deyip Allah'ın korumasını iste. Şüphesiz ki
her şeyi işiten ve bilen O'dur. Senin sığınmanı işitir, niyetini ve her halini
bilir.
37-39-Allah'a davetin amellerin ve sözlerin en
güzellerinden olduğu beyan olunduktan sonra, onun büyüklük ve kudretini en göz
kamaştırıcı âyetlerle göstermek üzere buyuruluyor ki: Ve O'nun âyetlerinden,
varlık ve kudretinin, ilim ve hikmetinin delillerinden ve alametlerindendir
gece ile gündüz. Âlemdeki bu olaylar zamanın akışındaki bu değişiklikler,
gösterir ki, yukarıda yaratıldıkları beyan olunan yeryüzü ve seması ile bu âlem
bir kararda, bir tabiatta durup kalmaz, ân'dan ân'a, halden hale değişir,
bugünü yarın izler; bu şekilde bütün bu değişiklikler yaratıcısının yaratmasını
ve kudretini ve bu dünyanın bir ahireti bulunduğunu gösterir. Gaflet etmemek
gerekir ki gece ile gündüzün bu hatırlatılmasında mağrurlara bir korkutma ve
uyarı, kederli ve üzgünlere bir teselli vardır.
Böyle gece ile gündüz O'nun âyetlerinden
olduğu gibi, ve güneşle ay da, biri gündüz sultanı olan ışık, biri de gece
sultanı olan nur, ikisi de yüce Allah'ın sanat ve kudretinin, dünya semasını
süsleyen en güzel tecellilerindendir. Gece ile gündüze karşılık güneş ile ayın
birbirine ters bir tertip içinde ifade edilmesinde birkaç fayda vardır.
Birincisi: Güneşin gündüze bitişik olmasını korumak. İkincisi: Güneşin aya
göre, asil olduğuna işaret etmek. Üçüncüsü: Geceden gündüze geçildiği gibi,
gündüzden de geceye olan değişimi vurgulamak. Dördüncüsü de leylü nehar
(gecegündüz) ile şems ve kamer (güneş ve ay) arasında "râ" harfinde
bir denge hoşluğu vermektir. Güneş ve ayın bu tecellilerinden dolayı ne güneşe,
ne de aya secde etmeyin. Çünkü onlar da sizin gibi yaratıklardır. Bütün onları
yaratmış olan Allah'a secde edin. Eğer siz gerçekten O'na ibadet edecekseniz,
başkasına secde etmezsiniz, çünkü secde ibadetin en özelidir. fiilinde zamiri
Zemahşerî'nin ifadesine göre, "...." âyetler te'vili ile gece ve
gündüzün, güneş ve ayın yerine geçmek üzere müennes ve çoğul getirilmiştir.
Bununla birlikte "Hepsi de birer yörüngede yüzerler." (Yâsin, 36/40)
gibi, güneş ve ayla birlikte bütün yıldızların yerine kullanılmış olması da
düşünülebilir. İmam Şafiî'ye göre, secde bu âyetinde yapılır. Fakat İmam Azam
Ebu Hanife Hazretlerine göre ikinci âyetin sonunda (41/38) de yapılmalıdır.
Çünkü söz orada tamam oluyor. İbnü Abbas, İbnü Ömer, Ebu Vâil ve Bekir b.
Abdullah da bu kanaate varmışlardır. Mesruk, Sülemî, Nehaî, Ebu Salih ve İbnü
Sîrîn'den de böyle naklolunmuştur.
Yine âlemin değişikliklerine işaretle
buyuruluyor ki ve onun âyetlerindendir ki sen yeryüzünü boyun eğmiş görürsün.
Boynu bükük bir zelil gibi kuraklıktan çökmüş, perişan bir hale düşmüştür.
Yeryüzünün hüsran ve kuraklık halindeki perişanlığı, zillete düşmüş bir
kimsenin boynunu büktüğü huşu, yani perişan halinde benzetilmiştir. Bu benzetme
bir taraftan secde etmek istemeyen kibirli kimselerin nihayet toprak olup zelil
olduklarını hatırlattığı gibi, bir taraftan da alçak gönüllü olanların
yükseleceklerine işaret için buyuruluyor ki derken onun üzerine o suyu
indirdiğimiz zaman titrer, deprenir ve kabarır şüphe yok ki ona o hayatı veren,
o yeryüzünü öyle dirilten elbette ölüleri de diriltir. Ruhsuz cesetlere ruh
verir. Şüphesiz ki O, her şeye kadirdir. İradesinin yöneldiği her şey vücuda
gelir, kâfirler yıkılır, müminler yükselir. Onun için şu andan itibaren
yılmayıp davete atılmalıdır.
40-Bu ifadeden sonra istikametin zıddına giden
inkârcıları tehdit ile buyuruluyor ki: Bizim âyetlerimizde ilhad edenler (inkâra
sapanlar).
İLHAD: Aslında lahde (mezara koymak) demek
olup, doğruluktan eğrilmek, haktan batıla sapmak mânâsına da gelir. Rağıb der
ki: İlhad iki türlüdür.) "Birisi Allah'a şirk ilhadı, birisi de esbabda
(sebeblerde) şirk ilhadıdır." Birincisi imana aykırı olur onu yok eder.(3)
İkincisi ise, onu yok etmezse de tutanaklarını zayıflatır. Âyetlerde ilhad,
doğru mânâ vermeyip istikametten ayrılarak eğrisine çekmek demek olur ki
yalanlamayı, inkârı, yanlış tevili ve tahrifi kapsar. "Âyetler", zikrolunan
gece ve gündüz, güneş ve ay gibi kâinata dair âyetler ve mucizelerle, Kur'ân
gibi indirilmiş olan ve hüküm getiren âyetlerden daha geniş kapsamlıdır. Her
ikisine de aykırı gitmek "ilhad"dır. İlhadın da cezası ateşe
atılmaktır. Çünkü ilhad ateşe gülistan diye atılmak gibidir. Onun için
buyuruluyor ki: "Ateşe atılan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven
içinde gelecek olan mı?" Dilediğinizi yapın." Bu âyet tehdittir.
41- "Kendilerine geldiği zaman zikri
(Kur'ân'ı) inkâr edenler." ifadesi yukarıki "Âyetlerimizde ilhada
sapan sapkınlar..." (Fussilet, 41/30) âyetinden bedeldir. Bundan dolayı
haberi, de geçen "Elbette bize gizli kalmazlar." (Fussilet, 41/30)
âyetidir. Âyette geçen "zikir" kelimesinden maksat, Kur'ân olduğu
için mutlak "âyetlerden" sonra, özellikle Kur'ân'ın değerine ve
önemine özen gösterme ifadesidir. Demek ki "âyetler" Kur'ân'dan daha
genel olduğu gibi, "ilhad"da inkârdan daha geneldir. Aziz bir kitap,
yani bir kitap ki eşi bulunmaz
42-43 ne önünden, ne ardından O'na batıl
yanaşamaz. İçindekiler hiçbir şekilde iptal edilemeyecek derecede doğru ve
sağlam, ona karşı yapılan asılsız gürültü, inkâr ve ilhad onun haddi zatındaki
delil ve sağlamlığına hiçbir eksiklik veremez, öyle aziz hamîd, yani bütün
kâinatın üzerindeki nimetleriyle hamd ve medhettiği bir hikmet sahibinden
indirilmiştir.
Ey Muhammed! Sana senden önceki peygamberlere
söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Kâfirler tarafından sana söylenen
sözlerin bütün özeti, "Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr
etmekteyiz." (Sebe', 34/34) diye önceki peygamberlere karşı söylenen
inkâr, yalanlama ve ilhaddan başka bir şey değildir. Dolayısıyla üzülme de
onlar gibi sabret. Şüphe yok ki Rabbin muhakkak mağfiret sahibi, hem de acı
verecek bir ceza sahibidir. Peygamberlerine ve tevbekar olanlara bağışlaması
büyük olmakla birlikte, düşmanlarına ve günahkarlara vereceği ceza çok elem
vericidir. Günü gelir o yola gelmek istemeyen kâfirlerin, inkârcıların
belalarını verir. Yukarıda, "Öz Arapça bir Kur'ân olmak üzere âyetleri
ayırt edilmiş bir kitaptır, bilecek bir kavim için." (Fussilet, 41/3),
burada da, "Bütün kainatın övdüğü bir hikmet sahibinden
indirilmedir." (Fussilet, 41/42) buyurulmasına karşı o yapılan ilhaddan
olmak üzere demişler ki "O öyle indirilmiş bir kitap ise neden Arapça
olmuş, başka bir dil ile indirilse de mucizeliği daha açık olsa ya".
44-Ona cevaben isti'naf vav'ı ile buyuruluyor
ki ve eğer biz onu A'cemî bir Kur'ân yapsaydık. Yani fasih Arapça'nın dışında
başka bir dil ile indirseydik muhakkak diyeceklerdi ki âyetleri tafsil edilse,
anlaşılacak bir dil ile ayırt edilip anlatılsa. Veya diğer bir mânâ ile her
dilden ayrı ayrı olarak bazısı Arapça bazısı A'cemî (yabancı dilde) olsa ne
vardı? Arab'a Acemce mi? Arap bir peygambere Acemce (yabancı dilde) bir Kur'ân
olur mu? Yahut bir Arab'a yabancı dilde söylenir mi? derlerdi ve o zaman
"Kalplerimiz, senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde."
(Fussilet, 41/5) demelerinin bir mânâsı olurdu. (İbrahim Sûresi'nde "Biz
hiçbir peygamberi kavminin dilinden başkası ile göndermedik ki onlara apaçık
anlatsın." İbrahim, 14/4 âyetine bkz.)
A'cemî, Acem cinsine mensup olan. Acem Arab'ın
dışında, Türk, Fars, Hindli, Avrupalı vs. Hangi cinsten olursa olsun fasih
olmayan, iyi söyleyemeyen, gerek tutukluktan ve gerek dilinin yabancılığından
dolayı, dediği anlaşılmayana A'cemî denir ki biz bunu her hususa genelleme
yaparak acemi deriz, A'cem de aynı mânâdadır. Onun için A'cemînin sı nisbet mi,
mübalağa (abartma) mı diye münakaşa edilmiştir. Bununla birlikte Kamus'un
işaret ettiği üzere A'cem, bir de Arap'dan olmayana denilir, tekil ve çoğulu
birdir. "Yabancı bir adam, yabancı bir topluluk" denilir. Arap değil
demek olur. Şu halde A'cemî, nisbet olarak Arapların dışında Acemî mânâsına da
gelebilecektir. Nitekim âyette de A'cemî, Arapların dışında diye tefsir
edilmiştir.
De ki: O Arapça Kur'ân iman edenler için -ki
gerek Arap olsun, gerek Arap'tan başkaları- hidayetin kendisi, doğru yolu
gösteren rehber ve sırf şifadır. Kalplerinizdeki hastalıklara: Cehalet,
ahlaksızlık, şüphecilik gibi dertlere devadır. İman eden ondan yararlanmanın
yolunu da bulur, hiç olmazsa "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere)
sorun." (Enbiya, 21/7) emri gereğince bilen ehlinden sorar. İman
etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Arap olsalar da
iyi işitmezler. Hem de o, onlara karşı bir körlüktür. Onun güzelliğini,
hikmetlerini, inceliklerini göremezler, aksine üzüntü duyarlar. Onlara uzak bir
mekandan bağırılır. Bu ifadede birkaç mânâ vardır. Birincisi, hitaba
kabiliyetleri olmadığını "O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırıştan başka
birşey duymayıp haykıranın haline benziyor." (Bakara, 2/171) ifadesi üzere
bir temsildir. İkincisi "Gerek ufuklarda, gerek kendi nefislerinde
âyetlerimizi yakında onlara göstereceğiz." (Fussilet, 41/ 53) buyurulacağı
üzere, İslâm'ın sesinin ve gücünün ufuklara dağılıp uzaklara kadar yayıldıktan
sonra, onun değerini takdir etmeyen Araplara uzaktan sesleneceğine işarettir.
Üçüncüsü, Mümin Sûresi'nde geçtiği üzere, "İnkâr edenlere nida edilir:
Allah'ın buğzu sizin kendinize olan buğzunuzdan elbet daha büyüktür. Çünkü siz
imana davet ediliyorsunuz da küfrediyorsunuz." (Mümin, 40/10) âyeti
uyarınca kendilerine nida olunacağına da işaret olur.
Meâl-i Şerifi
45- Andolsun ki biz Musa'ya Tevrat'ı vermiştik
de onda ihtilafa düşmüşlerdi. Eğer Rabbin tarafından azabın ertelenmesine dair
bir söz geçmeseydi mutlaka aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten onlar Kur'ân
hakkında bir şüphe ve tereddüt içindedirler.
46- Her kim iyi bir iş yaparsa, kendi lehine
yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, kendi aleyhine yapmış olur. Rabbin
kullara zulmedecek değildir.
45- Andolsun ki Musa'ya o kitabı verdik de
onda ihtilaf edildi; kimi inandı, kimi inanmadı, sonra inananlar da türlü
çekişmelere düştüler. Bu âyetin, üst tarafı ile iki yönden ilgisi vardır.
Birincisi, "Sana, senden önceki peygamberlere de söylenmiş olandan başka
bir şey söylenmiyor." (Fussilet, 41/43) ifadesini bir örneği ile
gerçekleştirmektir. Yani inkâr ve muhalefet ilk defa sana ve Kur'ân'a karşı
oluyor değil, Musa'ya ve Tevrat'a karşı da olmuştu. İkincisi, Kur'ân'ın Arapça,
Acemce (yabancı dilde), her dilden ayrı ayrı aralıklarla inmiş olması
tasavvurundaki sakıncasını açıklamaktır. Yani Tevrat bir dilde inmiş iken, onun
aslında türlü ihtilaf çıkarıldı. O halde onları tevhide davet için inen bu
Kur'ân'ın çeşitli dillerde indirilmesi daha çok ihtilafa sebep olmak gibi bir
çelişki olmaz mıydı? Ve eğer Rabbinden ezelde bir kelime (hüküm) geçmiş olmasa
idi -ki azabın bir ecel-i müsemma (belirli bir süre) ile vakit ve saatine geri
bırakılması, yani kıyamet vaadi takdir edilmiş bulunmasa idi- o ihtilaf edenler
arasında, yani iman edenlerle etmeyenler arasında iş bitiriliverirdi. Fakat o
kelimenin hükmüyle, saatine geri bırakılmıştır. Bununla birlikte onlar, o iman
etmeyenler herhalde ondan (yani o Kur'ân'dan) kuşkulu bir şüphe içindedirler.
İman etmemekle birlikte hallerinden emin de değildirler. Şüpheler içinde
ızdırap içindedirler.
46- "Her kim iyi bir iş yaparsa kendi
lehine yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur."
Fakat o saat ne zaman denecek olursa;
Meâl-i Şerifi
47- Kıyamet zamanını bilmek ancak Allah'a
havale edilir. Onun bilgisi dışında hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi
gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: "Bana koştuğunuz ortaklarım
nerede?" diye seslendiği gün, onlar: "Senin ortağın olduğuna dair bizden
hiçbir şahit olmadığını sana arz ederiz." derler.
48- Önceden tapmakta oldukları şeyler,
kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur. Onlar da kendileri için kaçacak bir yer
olmadığını anlamışlardır.
49- İnsan hayır istemekten usanmaz, fakat
kendisine bir kötülük dokununca üzülür ve ümitsizliğe düşer.
50- Andolsun ki kendisine dokunan bir zarardan
sonra, biz ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak, O: "Bu benim hakkımdır,
kıyametin kopacağını da sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş olsam bile mutlaka
O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır" der. Biz o inkâr
edenlere yaptıkları şeyleri mutlaka haber vereceğiz ve onlara ağır bir azap
tattıracağız.
51- Biz insana bir nimet verdiğimiz zaman o
yüz çevirir, yan çizer. Ona bir kötülük dokunduğu zaman da uzun uzun yalvarır.
52- Ey Muhammed! De ki: "Ne dersiniz? O
Kur'ân Allah tarafından gelmiş olup da sonra siz onu inkâr etmişseniz, o
takdirde Hak'tan uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?"
53- Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi
nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur'ân'ın hak olduğu kendilerine
açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi?
54- İyi bilin ki onlar Rablerine kavuşmaktan
bir şüphe içindedirler, yine iyi bilin ki, Allah her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.
47-52-"(O'nun bilgisi olmadan)
meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz." Saatin arkasından böyle
meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan bahsedilmesi, ahiret hallerine de
bir işareti kapsaması itibarıyla mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası olduğu
için kıyamet, meyvelerin toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır.
Aynı zamanda "Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi
büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup
geçer, yüklü her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/1-2) âyetinin mânâsına
da bir işaret vardır.
53- İlerde biz onlara, o inkâr edenlere
âyetlerimizi, Kur'ân'ın hakikatine delalet edecek delillerimizi göstereceğiz,
hem ufuklarda, kendilerinin bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi
nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm'ın ileride cihanın her yanına
yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren bu âyet, Kur'ân'ın hak, Allah
kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir. Bunun Mekke'de
iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere ve halifelerine
Allah Teâlâ'nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm'ın şark ve garba
yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir âyet ve mucize
olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil ya objektif
(âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya gözlerden dış gözlemden, ya gönülden iç
gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce Allah bu âyette bu
taksimi gösterdikten sonra, Kur'ân'ın gerçek yüzünü, peygamberin peygamberliğinin
doğruluğunu, İslâm'ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de
göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce ortaya
çıkıncaya kadar, "Bedr"den Mekke'nin fethine kadar, Mekke müşrikleri
bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra diğerleri
görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan sonra sanki
hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de ilerde
göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması
yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme.
54- İyi bil ki onlar, o inkâr edenler
Rablerine kavuşmakta şüphe içindedirler. Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna
varacaklarına imanları yok, onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler. Fakat
iyi bil ki O, her şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır.
Onlar, O'nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah'a kavuşmak haktır,
muhakkaktır. İşte Secde Sûresi'nin sonu budur. Bunu da Şûra Sûresi
izleyecektir.
"(O'nun bilgisi olmadan) meyvelerden hiç
biri tomurcuklarından çıkmaz." Saatin arkasından böyle meyvelerle hamile
kalmaktan ve doğurmaktan bahsedilmesi, ahiret hallerine de bir işareti
kapsaması itibarıyla mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası olduğu için kıyamet,
meyvelerin toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır. Aynı zamanda
"Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir
şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer, yüklü
her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/1-2) âyetinin mânâsına da bir işaret
vardır. İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur'ân'ın hakikatine
delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin
bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve Harem
içinde, İslâm'ın ileride cihanın her yanına yayılacağını böyle kesin bir dil
ile haber veren bu âyet, Kur'ân'ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat
etmiş gayb mucizelerindendir. Bunun Mekke'de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir
de ondan sonra peygambere ve halifelerine Allah Teâlâ'nın nasip ettiği şerefli
fetihleri ve İslâm'ın şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse,
bunun ne yüksek bir âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir
gerçeğin ispatı için delil ya objektif (âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya
gözlerden dış gözlemden, ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki
pencereden görülür. Yüce Allah bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra,
Kur'ân'ın gerçek yüzünü, peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm'ın
yüceliğini ispat için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad
buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar,
"Bedr"den Mekke'nin fethine kadar, Mekke müşrikleri bunu hem kendi
nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra diğerleri görmeye
başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan sonra sanki hiç
görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de ilerde
göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması
yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme. İyi bil ki
onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe içindedirler. Kıyamet günü
Hakk'ın huzuruna varacaklarına imanları yok, onunla birlikte şüpheden de
muzdariptirler. Fakat iyi bil ki O, her şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle
herşeyi kuşatmıştır. Onlar, O'nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah'a
kavuşmak haktır, muhakkaktır. İşte Secde Sûresi'nin sonu budur. Bunu da Şûra
Sûresi izleyecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Fussilet Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.