Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Furkan Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
25-FURKAN:
- gibi babından mâzî fiildir. Tasrif olunmaz,
yani diğer sîgaları çekilmez ve Allah'tan başkasına isnad edilmez.
Türetilmesinde "bereket" maddelerinin bu mânâ ile açık bir ilişkisi
vardır. babından olması da bu mânânın mübalağa ile kendisinden meydana
geldiğini ifade eder. "bereket" ise bir şeyde ilâhî hayrın devamlı ve
kararlı olması demektir ki, "suyun havuzda birikip yükselerek durması"
anlamından alınmıştır. İlâhî hayrın bulunduğu şeye "mübarek" denilir.
İlâhî hayır, dar bir kalıba sokulup sayılamayacak, ve hislerle bilinemeyecek
bir şekilde meydana geldiğinden, kendisinde beş duyu ile bilinemeyen bir
ziyadelik tesbit edilen şeye de "mübarek" denilir. Şu halde kelimesi,
mübareklik, bizzat kendisinden zuhur etmek üzere, mübareklikte büyük bir
yükseklik ile kararlılık ifade eder. Ve bunun yani mübarekliğin Allah Teâlâ
hakkında sonradan olma veya değişme şüphelerinden uzak bir şekilde düşünülmesi
gerekir. Bu tahlilde düşünceye dayanak olacak iki kavram vardır: Biri subût,
biri de ziyâdelik'tir. Bunun için geçmiş müfessirler de bunu, başlıca iki
mânâyı esas alarak tefsir etmişlerdir. Birisi mânâsıdır ki, varlığı ezelî ve
ebedî olarak gerekli olan mânâsınadır. Bunda devam ve karar mânâsı esas olarak
alınmıştır. Diğerinde ise tezayüd (çoğalma) mânâsı esas alınarak iki vecih
söylenmiştir. Bazıları, Allah Teâlâ'nın zatında yüceliğini ve Allah'tan başka
şeylerin noksanlığını düşünerek "yüce oldu" mânâsıyla tefsir
etmişlerdir. Allah Teâlâ'nın zatında her şeyden yüksek olduğunu ifade eder.
Zatında yüksek, çok yüksek demek olur. Bazıları da fiil sıfatı olarak düşünüp
"hayır ve ihsanı arttı ve çoğaldı." diye hayır ve ihsanının artıp
çoğalmasıyla tefsir etmişlerdir. Bazı yerde bu mânâların birisi, diğer
bazısında diğeri daha uygun olmaktadır. Şu halde İbnü Abbas Hazretlerinden de
iki rivayet olduğuna göre, hem Allah'ın zatî sıfatını ve hem de fiilî sıfatını
düşünerek bütün bu mânâları toplamak daha uygun olacağından yani "hem
zatında, hem sıfatında, hem fiillerinde en mükemmel ve en olgun olmak üzere
şanı yüksek ve yücedir" mânâsıyla tefsir olunmuştur.
Bilindiği gibi da den dir. Türkçe'de
"ululuk" diye ifade olunabilirse de mânâsına "ulu" sıfatı,
"ulumak" masdarından "emir" kipine de ihtimali olduğu için,
hoş olmayan bir mânâyı düşündürmekten uzak olmadığından, dilin inceliğine
dikkat eden edebiyatçılarca kullanılması uygun bulunmayıp "yüksek"
sıfatı buna tercih edilmiştir. Bununla beraber binasından anlaşılan ile
mübalağa inceliklerini ifade edebilecek bir siğa da bulamadığımızdan
kelimesinin Türkçe bir fiil ile tam tercümesi mümkün olamamıştır. Mesela "Yükseldi"
denilse yahud demek olabilirse de anlaşılmaz. Özellikle sıfat olarak da
kullanılmaz. Halbuki "bereket" kelimesinin ayrıca bir türkçe
karşılığını kullanmadığımız gibi fiilinin tercümesine de hiç imkan bulamıyoruz.
Bundan dolayı ifadesi dilimizde aynen kullanılagelmiştir. Bir şeye şaşırma ve
beğenip güzel bulma anında tabirleri de, olduğu gibi yaygın olarak
kullanılmıştır. Mübarek olsun yerinde "kutlu olsun" denirse de
"bereket" yerine "kut" demiyoruz. İşte bu gibi sebeplerden
dolayı biz de meâlde fiilini aynen muhafaza ile beraber "ne yüce feyyaz
O" (ne yüce feyiz, bolluk ve bereket veren O,) tabiriyle bir tefsir ifade
etmek istedik, bunun yerinde "yüksek, çok yüksek O", yahud "çok
pek çok feyiz ve bereket sahibi O", yahud " ne yüce kutlu O"
demek mümkün olabilirdi.
İsm-i mevsul olup nin failidir. de onun
sılasıdır.
FURKAN: mukaddimede geçtiği üzere, aslında
fark ve tefrik etmek, yani ayırmak, ayırt etmek mânâlarıdan masdardır.
Genellikle "fark" aklen bilinen şeylerde, tefrik, hissen bilinen
şeylerde kullanılır. Sonra "Furkan" fârık (ayıran),
"mefruk" (ayrılmış) mânâsına da gelir; bu suretle mühim davaları,
çözüp neticeye bağlayan kesin delillere, mucizelere "Furkan" denilir.
Bu mânâya göre Kur'ân'ın bir ismi de "el-Furkan"dır.
TENZÎL ve İNZÂL: İndirmek demek ise de tenzîl,
çokluk ifade eder. Onun için birden indirmeye inzâl, çeste çeste birçok
defalarda indirmeye tenzil denilir. Sonra Arapça'da gerek isim gerekse fiil
cümlesi olan bir haber cümlesi ile sılalanarak açıklanan gibi belirsiz isimlere,
ism-i mevsul denilir. İkilisi çoğulu müfred müennesi tesniye müennesi cemi
müennesi gelir. Eskiden bunun tercümesinde "şol ki..." denilirdi.
Fakat konuşma dilimizde her nedense kullanılışını kaybetmiş olduğundan bunun
yerine "o ki" diyoruz. Halbuki, "o" hem gaib zamiri, hem
işaret ismi olarak kullanıldığından, bir de mevsul ismi yerinde kullanılması
dilde darlık oluyor. Gerçi bizde asıl bağlaç mânâsını ifade eden; yani önündeki
cümleyi üst tarafına bağlayan edat "ki" dir. Fakat bu "ki"
isim olmayıp sadece bir bağlaç harfi olduğundan gramerde mübteda, haber veya
fail gibi cümlenin bir öğesi olmayıp yalnız önündeki cümleyi üst tarafına sıfat
yapar. Bu sebepten kendi başına bir mevsul ismin yerini tutamayarak o, şu, bu
gibi belirtilen bir (mevsuf)a ihtiyaç duyar. Ve bu suretle sıla ile sıfatın
arası açılmamış olur. Arapçada ise sıla ile sıfatın belağat açısından önemli
farkları vardır. Bundan dolayı Kur'ân'da hoş ve ince zevkler ifade eden gibi
mevsullerin tatlı tekrarları o ki, şu ki, bu ki, gibi tercemelerle anlatılırken
tatsız tekrarlara sebebiyet verildiği gibi, birçok yerlerde mevsul kaybedilerek
mevsuf halinde gösterilmiş oluyor ki, bunlar dillerin birbirinden zorunlu
farklılıklarıdır. Cümlenin mevsufu belirsiz olur, fakat mevsul muhakkak
belirlidir; gerçi az da olsa bazan ahd-i zihn de olabilir. Fakat çoğunlukla
sılanın muhatap için gerçekte belirli olması şarttır. Onun için burada şöyle
bir soru sorulmuştur: cümlesi nin sılası olduğu için, kendisine söz söylenilen
kimselerce bilinmesi gerekir. Halbuki, kâfirler "Furkan"ın indirilmiş
olduğuna inanmıyorlar. O halde nasıl sıla olabilir? Buna basit olarak şöyle
cevab verilir: Peygamber ve inananlar için Furkan'ın indirilmiş olduğu
bilinmektedir. Burada doğrudan doğruya muhatap da onlardır. Gerçi indirilişin
asıl hedefi kâfirler ve onların kâfirliklerini ortadan kaldırmak ve onların
ahiretteki durumlarını bildirmektir; fakat doğrudan doğruya ilâhî söze muhatab
tutularak değil, Peygambere yapılan hitabın tebliği iledir. Onun için biraz
sonra görüleceği üzere kâfirler gaib (üçüncü şahıs) kipi ile bahis konusu
edilecektir. Muhatap, insan cinsi de olsa bu cevap yeterlidir. Bununla beraber
buna daha ince bir cevap da vardır. Şöyle ki: Furkan'dan asıl maksat,
Kur'ân'dır. Kur'ân ise benzeri yapılamadığı deneylerle bilinen daimi bir
mucizedir. Bunu kâfirler de denemişler ve yetersiz kaldıklarından kalem ile
çekişmeden, silah ile muharebeye geçmişlerdir. İşte Kur'ân'ın deney ile sabit
olan ve böylece bütün insanlık için gözle görülür bir hale gelen bu acze
düşüren vasfı, aynı zamanda kendisinin indirilmiş olması konusunda sağlam bir
delil ve Furkan'dır. Ebu Bekir Bâkıllânî'nin de "İ'câzü'l-Kur'ân"
isimli eserinde açıkladığı üzere Kur'ân'ın icazı, (benzerinin yapılamayışı)
herkesçe bilinen bir şey olduğundan onun indirilmiş olduğunu kabul etmek
istemeyenler, elleriyle yokladıkları bir olayı bile inkâra kalkışacak
inatçılardır. Bundan dolayıdır ki; En'am Sûresi'nde "Eğer sana sayfa
üzerine yazılı bir kitap indirseydik, onlar da ona elleriyle dokunsalardı yine
de kâfir olanlar: 'Doğrusu bu apaçık sihirden başka bir şey değildir'
derlerdi" (En'am, 6/7) buyurulmuştur. Deney, teorik olarak bir mutlak
gereklilik ifade etmezse de, genellikle insan bilgisinin en sağlam
kaynaklarından olduğu için, ispat edilmiş bir deneyin delil olarak ifade ettiği
gerçek, herkes için bilinen mânâsındadır. Bu sebeple Kur'ân'ın benzersizliği ve
indirilmiş oluşu, Arap müşrikleri gibi bir kısım kâfirlerce tam olarak
bilindiği gibi, diğerlerinin de bildiği yerine geçer. Bundan başka Kur'ân, bu
gerçeği önceden açıklıkla haber vermiş; haber ise bilgi edinmenin yollarından
birisi olduğu için, sılanın bilinen bir şey olduğunu ispat için bu kadarı bile
yeterlidir. Nüktesi bir kerre işitilmiş olan bir haber cümlesi, inanmayanlara
dahi bir sıla olarak getirilmiş olabilir. Bu konuda şart ve gerekli olan iman
değil, az miktarda bilgi ki, şöyle zihinde kalacak kadar sözü geçmiş olsa da,
yeterlidir. Şunu da belirtelim ki, mevsul ismin sılası, söylenmeden önce
belirsizdir. Eğer gibi normal bir sıfat olarak gelirse, Türkçenin "öyle
ki" ifadesi gibi sıfatlandırmada güçlendirme bildiren bir bağlaç ifade
ederse de gibi fail veya soyut veya gerçek bir ma'mül olarak geldiği zaman,
belirsiz bir zattan başka bir şey anlatmaz. Bir sözde, böyle belirsiz bir zatın
fail yapılmasında ne fayda olabilir denilemez. Çünkü "evvelen ibhâm,
sâniyen tefsir, evkau finnefis" tir, derler. Yani: "Bir şey önce
kapalı olarak söylenip de sonra açıklandığı zaman, muhatabın gönlünde kuvvetli
etki bırakır." Çünkü nefis, kolay duyduğu bir şeyi hafif geçer, önemsemez;
fakat önce kapalı olarak işittiği zaman dikkat ve anlamak için gayret sarfeder.
Bilmek arzusuna düşer. Bu istek ve arzu üzerine açıklandığı zaman da,
belleğinde iyi yerleşir. Arap belağatinin bu kuralları, zamanımızda
psikolojinin "hâfıza, dikkat ile mütenâsibtir (bellek, dikkat ile
denktir), dikkat de merak ile mütenasibtir (denktir)" kurallarını ifade
eder. Hatta batılılarda ve zamanımız yazarlarının bir çoğunda bu belirsizlik
kuralı bir moda salgını hâlini almıştır. Bir konuyu anlatırken istek uyandırmak
için sayfalarca belirsizlik çizdikleri görülüyor. Halbuki, bunun fazlası da,
istek yerine usanç veya unutkanlık vermekten uzak kalamaz. Çok naz aşık
usandırır. Kur'ân'da ise bunun en güzel gıdıklayıcı örnekleri görülür. Mevsul
isimler de, buna ayrıca bir güzellik katar. İşte bunun gibidir. Allah Teâlâ'nın
ilâhî özü (cevheri) bilinemediği gibi de ilk bakışta bilinemeyecek bir
"bilinmez öze" işaret ediyor. Karşısındaki kimseye önce insanın
hiçliğini duyuruyor, sonra O bilinmeyen, en belli, en belirgin sıfatların
ortaya konulmasıyla apaçık anlatılıyor. Önce Kur'an'ın, gerçeği gerçek
olmayandan ayıran ve herkesçe bilinen karşısındakileri aciz bırakıcı özelliği
"Furkan" ismi ve "el" belirlilik takısı ile hatırlatılıp
sılası ile mavsûlünün belirsizliği belirlenerek, Allah Teâlâ özellikle bu
Furkan'ı indirmiş olmak sıfatı ile tanıttırılıyor. Ve feyiz, bolluk ve
bereketin yüksekliği ile önce bu fevkalade geniş muciz kılavuzluğu ile
bildiriliyor ve yüceltiliyor. Bu şekilde, ortaya çıkan mânâ şu oluyor: "Çok
yüce, çok kutlu, hayır ve bağışlaması çok yüksek olduğunu ne kadar hayret
verici bir şekilde gösterdi. O, hani bildiğiniz Furkan'ı, o hak ve batılı
ayıran, vazifelerinizi öğreten, bir benzerini yapmaktan herkesi aciz bırakan
Kur'ân mucizesini ibadet ve kulluk ile seçilmiş, herkesçe bilinen kuluna âyet
âyet indiren o yüce zat". Şüphe yok ki onun O Furkan kendisine indirildiği
herkesçe bilinen kulu, özel kulu, yüce Peygamberi Muhammed Mustafa, (s.a.v)
olduğu da apaçık bellidir. (İsrâ, 17/1. âyetin tefsirine bkz.)
Ona, o Furkân'ı niçin indirdi. Bütün akıl
sahipleri dünyasına bir nezir (korkutucu) olsun diye.
NEZİR: Münzir, yani korkutucu mânâsına sıfat-ı
müşebbehedir. (daimilik ifade eden sıfat) Beşîr ve mübeşşir gibi inzar
(korkutmak) mânâsına masdar da olur. Nekîr ve inkâr gibi burada korkutucu
mânâsına olması açıktır.
İNZAR: Korkunç haber vermek, bir şeyin
sonucundaki güçlük ve yok olmayı haber vererek kocundurmak, sakındırmak
demektir ki, sevinç haberi vermek demek olan müjdenin zıddıdır. (Bakara, 2/6.
âyetin tefsirine bkz.) Bu sebebten beşîr ve mübeşşir, müjdeci demek olduğu
gibi; nezîr ve münzir de tehlike haberiyle korkutan haberci, Peygamber, Resul
demek olur. Furkan sahibi olan Peygamber (s.a.v) "Biz seni ancak
müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik." (Furkan, 25/56) gibi âyetlerle
bilindiği üzere hem mübeşşir (müjdeci), hem münzir (korkutucu) dir. Allah
Teâlâ'nın hem rahmetinin müjdecisi, hem azabının habercisidir. Fakat yerine
göre bazan bunların birisiyle yetinilmiştir. Nitekim Enbiyâ Sûresi'nde
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107)
buyurulduğu gibi, burada da "âlemlere bir korkutucu olsun diye..."
buyurulmuştur. Çünkü biraz sonraki açıklamalardan anlaşılacağı üzere burada
iniş sebebi olan , kâfirlerin inkâr ve inatlaşmalarına karşı korkutma yerinde,
müjdeleme kelimesinin açıklaması belagattan beraat-i istihlâle (güzel
başlangıca) uygun olmazdı. Ve bu ince mânâ nin yükseklik ve büyüklük mânâsına
olmasını destekler. Bununla beraber, bu korkutmada ve bunun kuvvetini ifade
eden Furkan'ın indirilmesinde, Peygambere ve inananlara bir müjde ve rahmet
mânâsını içerir. Bu yönden müjdelemenin sözün anlaşılması için özellikle
kullanılması dahi ayrıca bir belağat (sözün yerinde kullanılması) olmuştur. Bu
da "Tebâreke"nin bolluk ve bağışlama mânâsını hatıra getirin. Fatiha
Sûresi'nde açıklandığı üzere âlem kelimesi Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatından
başka her şeye denilir. Onun için burada bazı müfessirler kavramına göre, Hz.
Peygamber'in bütün yaratılmışlara da gönderildiğine delil göstermişlerdir.
Fakat aklı olmayanları korkutmanın sebep ve faydası anlaşılmaz. Bundan dolayı,
burada Fatiha'daki gibi tağlib'e (bir kelimeyi bir başka kelimeyi de içine
alacak şekilde kullanmaya) ipucu yoktur. "Âlemin" çoğulunun, gerçekte
akıl sahiblerinin dünyaları için kullanıldığı bellidir. Alimlerin çoğunun
görüşü de budur. Akıl sahipleri âlemleri ise insanlar cinler ve meleklerdir.
Âlûsî, tefsirinde der ki: Peygamber (s.a.v) in insanlara ve cinlere gönderilmiş
olduğu zorunlu olarak bilinmektedir. İnkâr edene kâfir denilir. Sübkî gibi bir
kısım araştırmacılar, meleklere dahi gönderilmiş olduğunu söylemişler ve
bazıları bu âyeti delil getirmişlerdir. Masum olanlara gönderilmenin faydası
da, çağrısına uymakla onun şerefine hizmet etmektir. Şimdi düşünmeli ki, böyle
bütün âlemleri korkutma yetkisi ne büyük kuvvet ve şandır. Ve bu kuvveti
getiren Furkan ne büyük bir delil ve buyruktur. İşte Peygambere bu Furkan ile
bu büyük kuvvet ve yetki verilmiş bulunuyor. O halde, o kulun efendisi, ona o
Furkan'ı indirmiş olan Mevlâ, ne yüce, ne kutlu tanrıdır!
2- O ki bütün göklerin ve yerin mülkü
(dilediği gibi kullanma yetkisi) hep O'nundur. Gerek gökler ve gerek yer ve
gerek bunlardaki yukarı ve aşağı bütün şeylerden mülk, yani tam tasarruf
yetkisi, yaratmak, yok etmek, yaşatmak; öldürmek gerektiği şekilde dilediği
gibi buyruk ve yasaklarıyla egemen olmak, saltanat, şehinşahlık hep O'nun,
yalnız O'nundur. Başkasına bağımlı olmadığı gibi ortaklığı da yok...
Hem hiç çocuk edinmedi. Çocuğu olmaktan uzak
olduğu gibi bir çocuk da edinmiş değil. Hıristiyanların dediği gibi değil
(Bakara, 2/116; Mâide, 5/18 ve Tevbe, 9/30. âyetlerin tefsirine bkz.). Hem
mülkte hiçbir ortağı da yoktur. Mecusilerin dediği gibi de değil. Yüce
sözündeki kasırdan (mülkü yalnız O'na tahsis etmeden) bu da anlaşılmıştı. Böyle
iken ayrıca açıklanması; ikidir, üçtür, diye ortaklık iddia edenleri açıkça
çürütmeye özen göstermek içindir. "Hiç çocuk edinmedi" cümlesinin
araya konması da bunun içindir. Böylece evvela bunun öncekine bağlı olmayıp
ayrıca anılmak istenilen şey olduğu gösterilmiş, sonra çocuk edinmenin sonucu
dahi ortak edinmek olacağından, edinmemenin sebebi de anlatılmıştır. Yani, bu
cümle, öncekine değil, ikinciye bağlanmıştır.
İyi ama bu mülkü nasıl bulmuş ve bu kadar
büyük mülk ortaksız yapayalnız nasıl yönetilir, denecek olursa, buna karşı söz
başı "vâv"ı ile buyuruluyor ki, her şeyi yarattı, başka birinden
almadı, kazanmadı, doğurmadı, yarattı, yokken var etti de gerçeğine erişilmez
bir takdir ile her birine bir sınır ve ölçü belirleyerek hikmetine göre
dilediği gibi hepsini bütün sonuçlarıyla hazırladı. O'nun için güçlük yok, her
şey bütün mukadderatı ile O'nun kudret eli altında, kul, yaratılmış olup
hepsini dilediği gibi kullanır, böylece her şeyin bir sınır ve ölçüsü var ki,
onu asla aşamaz. O'nun kudretine ise sınır ve son yok, bundan dolayı hiç bir
şey, yaratılmış olma sınırını aşıp da O'na ortak olmaya güç yetiremez, O öyle
yüksek, öyle Tebârek...
3-Bu Furkan ile gerçek tam mânâsıyla
yerleştirilip tebliğ edildikten sonra, inzar (korkutma)ın sebebine geçilerek
buyuruluyor ki, böyle iken tuttular da O'ndan başka bir takım ilâhlar
(mabudlar) edindiler. O her şeyi yaratanı bıraktılar da O'nun berisinden öyle
şeylere taptılar ki hiçbir şey yaratamazlar fakat kendileri yaratılır dururlar;
yani kendilerinin yaratılmış oldukları görülüp duruyor, yahud mabud (tanrı)
diye yalan yere uydurulup duruyorlar.
HALK: Yokken meydana getirmek, yani yaratmak
mânâlarına geldiği gibi (Ankebut, 29/17) gibi "yalan uydurmak"
mânâsına da gelir. Burada bazı müfessirler bu mânâyı tercih etmişlerse de
görünen açık mânâ öncekidir. Allah'tan başka tapılan şeylerin hepsi, putlar
gibi yalan, uydurma mabud olduğu, onların yaratılmış olduklarından da
anlaşılır. İlmî bakış açısından ifadenin asıl ruhu da, yaratılmışın, yaratan
yerine konmasındaki çelişkiyi göstermektedir. Bunu daha fazla izah için
buyuruluyor ki ve kendi kendilerine bir zarara da malik değiller, bir menfaate
de. Bu cümlenin açıklamasında "ve kendilerinden ne bir zararı gidermeye,
ne de kendilerine bir fayda verecek şeyi getirmeye güçleri yetmez"
deniliyor, çünkü sonra gelen zarar fiilinin sılası sayılıyor. Ve bir şeyin
kendine zarar vermesi akla uygun olmadığından zarar, zararı gidermek mânâsına
kullanılmış oluyor. Bu mânâ, tam anlamıyla yalnız cansız putlara uygun
olabilir. Bu ise hem kasrın, hem de ilâhî sözün görünen mânâsından uzaktır. da
asıl olan sebeb gösterme olduğu gibi ye ilişkisi de açıktır. Bu bakımdan değil
buyurulmuştur. O halde "nefisleri için" "kendileri için" demek
olmalıdır. Buradaki olumsuz kılınan (nefyedilen) yalnız kendilerine ait olan
olumsuzluk ve zarar değil, kendi zatlarının nedeniyle mutlak olumsuzluk ve
zarardır. Yani kendiliklerinden, kendi istekleri ile hiçbir zarar ve fayda
vermeye güç yetiremezler kendilerinden (bizâtihim) olsalar bile,
kendiliklerinden (lizâtihim) değillerdir. Olabilir ki, mesela güneşte veya
Firavun gibilerde yahud Mesîh gibilerde bir fayda veya zarar görülmüşse o
onların lizatihi kendi kudretlerinden, kendi sahip olduğu şeylerden değil, yüce
yaratıcının verdiği güç ve kuvvettendir. Lizatih: (kendiliğinden) olsa idi yok
olmazlardı. Bu mânâ "Kendisinden başka ilâh olmayan diri olan, herşeyin
yönetimini elinde bulunduran yüce Allah'tan mağfiret dillerim. Kendi nefsine
zulmeden gerek hayat, gerek ölüm ve gerekse tekrar dirilme bakımından kendi
nefsine malik olamayan bir kulun tevbesi ile tevbe ederim" anlamına da
uygundur. Burada zararın önce getirilmesi de dikkate değer. "Def'-i zarar,
celb-i menfaatten akdemdir. (zararın yok edilip kaldırılması, faydanın getirilip
konulmasından öncedir) kuralına işaretle zararı yok edip kaldıramayanın bir
fayda getirip koyamayandan daha güçsüz olduğunu anlattığı gibi, zarar vermenin
faydalı olmaktan kolay olduğunu da anlatır. Bir de, Allah'tan başkasına
tapanların fayda elde etme duygusundan önce, zarar korkusuyla taptıklarını
ortaya koyar. Çünkü diktatörler ve zalimler, insanları daha çok korkutma
politikasıyla kendilerine tapındırmaya uğraşırlar. Ve bu yüzden bir çok
zavallılar, o gücü, onların kendilerininmiş gibi sanarak korku belasıyla onları
tanrı yerine koyar, Allah'ı unuturlar. Fakat bilmeleri gerekir ki, aslında o
güç ve kuvvet onların değildir. Allah dilemeyince onlar kendi başlarına ne bir
zarar yapabilirler, ne de bir fayda sağlayabilirler. Ne ölüme maliktirler, ne
hayata, ne de nüşûra (ölümden sonra tekrar canlandırmaya.)
NÜŞÛR: "Neşîr" gibi bazan edilgen
bazan etken olur. Edilgen olursa bir şeyi açıp yaymak mânâsına gelir ki,
dilimizde "neşir" "neşriyat" ve "menşûr" bu
mânâdadır. Bunun etkenine "intişâr" denilir. Etken oldukları zaman
ise ölmüş olan bir şeyin canlanıp kalkması anlamındadır ki, Kur'ân'da
"nüşûr" kelimesi genellikle bu mânâdadır. Bunun edilgenine de
"inşâr" (ölüyü diriltme) denilir. "Ve o su ile ölü bir toprağa
can verdik" (Kâf, 50/11) gibi. Şu halde bu mânâ şöyle olur: Ne ölüm
elindedir, ne dirim, ne de ölümden sonra ahirette kalım; bunların hiçbirinde ne
kendileri, ne başkaları hakkında diledikleri gibi tasarruf yapamazlar. Bunlara
sahip olmayan ise mabud (ilâh) olamaz. Böyle iken bütün bunlara malik olup her
şey kudret elinde bulunan Allah'a kulluğu bıraktılar da, öyle güçsüz şeylere
taptılar. Peygamberliğe gelince:
4- Ve o küfredenler bu açıklamaya karşı
dediler ki bu Kur'ân, Furkan falan değil sırf bir iftira onu o uydurdu ve buna
karşı diğer bir kavim de ona yardım etti. Yabancılardan yahudilerden öğreniyor
dediler. (Nahl, 16/103. âyetin tefsirine bkz.)
Böylece zulüm ve tezvîre büyük bir haksızlığa
ve yalancılığa gittiler
5- ve, evvelkilerin esatıyri, uydurma
masalları (esâtıyr kelimesi hakkında En'âm, 6/25. âyetinin tefsirine bkz.)
Onları kendine yazdırtmış da işte sabah akşam kendisine okunup duruyor"
dediler. Haksızlıkta, yalancılıkta, yalanı telleyip pullamada bu derece ileri
gittiler. Böyle haksız yalancılara başka sözün gereği yok.
6-Yalnız onu, "o göklerde ve yerdeki
sırrı bilen indirdi" de. Yani o sizin zannettiğiniz gibi uydurma veya
eskilerin uydurma masalları değil, ilâhî sırları içinde bulunduran gökten
indirilme bir kitaptır. Çünkü onu, göklerin, yerin gizliliğini bilen yüce Allah
indirdi. O gerçekten gafûr (yarlıgayan) bir rahim (merhamet eden) bulunuyor. Bu
sebepten o haksızlık ve yalan uydurmalarınıza karşılık kötü sonuçlarınızda
ivedi davranmıyor da, geriye bırakıyor.
7-8-9- "Bu ne biçim peygamber ki yemek
yer, sokaklarda gezer." dediler. Haber verildiği üzere, Kureyş
kabilesinden Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu Sufyân b. Harb, Nadr b.
Haris, Ebu'l-Buhturî, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Velîd b. Muğire, Ebu
Cehil b. Hişâm, Abdullah b. Ebu Ümeyye, Ümeyye b. Half, As b. Vail, Nebih b.
Haccac ile Münebbih b. Haccac toplanmışlar ve birbirlerine "Muhammed'e bir
haber salın, kendisiyle bir konuşun, karşılıklı konuşarak tartışın ki, mazur
olasınız (günah sizden gitsin) demişler ve bunun üzerine "Kavmin senin
için toplandılar, seninle konuşmak istiyorlar" diye haber göndermişlerdi.
Peygamber (s.a.v) geldi. "Ya Muhammed, biz senin hakkında mazur olalım
(günah bizden gitsin) diye sana haber gönderdik. Şimdi bak! Sen eğer bu sözle
mal istiyorsan, sana mallarımızdan mal toplarız ve eğer şeref istiyorsan seni
Efendi tanırız, büyükleriz ve eğer mülk istiyorsan seni başımıza melik (kral)
yaparız" dediler. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki "Bende dediklerinizden
hiçbiri yok. Ben size getirdiğimi ne mallarınızı almak için, ne içinizde şeref
için, ne de üzerinizde melik olmak için getirmedim. Fakat yüce Allah beni size
bir elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap indirdi ve size bir müjdeci ve
korkutucu olmamı emretti, ben de size, rabbımın elçiliğini bildirip iyilikle
öğüt verdim. Eğer siz getirdiğimi alırsanız o sizin dünya ve ahirette
payınızdır ve eğer onu kabul etmeyip bana geri verirseniz, yüce Allah, benimle
sizin aranızda hüküm verinceye kadar ben, yüce Allah'ın emrine
sabrederim". Bunun üzerine "Ya Muhammed! dediler, Eğer vermek
istediklerimizden hiçbir şey kabul etmeyeceksen o halde, kendin için Rabbinden
iste: Yanında seni doğrulayacak ve senden bizi uzaklaştıracak bir melek
göndersin. Hem iste de sana bağlar, bostanlar ve altından, gümüşten köşkler
yapsın da seni çalışmadan kurtarsın; çünkü sen de bizim gibi çarşılarda
dolaşıyor, geçimlik arıyorsun. Eğer sandığın gibi elçi isen o zaman üstünlüğünü
ve Rabbinin yanındaki yerini anlarız" Buna karşı Resulullah "Hayır, ben
size bunun için gönderilmedim. Yüce Allah beni bir müjdeci ve korkutucu olarak
gönderdi" dedi. İşte bu âyetler bu sebeple indirildi. de "mâ"
soru, "lam" cer harfi olduğundan, kural şeklinde bitişik yazılması
idiyse de imam Osman b. Affan'a ait mushaf hattında şeklinde "lâm "
ayrı yazılmış ve dolayısıyla burada böyle yazılması muteber bir sünnet
olmuştur.
Meâl-i Şerifi
10- Öyle yücedir O ki, dilerse sana ondan daha
iyisini, altından ırmaklar akan cennetler verir, sana köşkler de yapar.
11- Fakat onlar o saati (kıyameti) de
yalanladılar. Biz ise o saati yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.
12- Ki, cehennem ateşi uzak bir mesafeden
kendilerine görününce, onun bir hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu
işitirler.
13- Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar
bir yerine atıldıkları zaman da, oracıkta yok olmayı isterler.
14- (Onlara şöyle denilir) Bu gün bir yok
olmayı değil, nice yok olmaları isteyin!
15- De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takva
sahiplerine vaad olunan ebedilik cenneti mi? Çünkü orası, onlar için bir
mükafattır ve bir varış yeridir.
16- Onlar için orada ne isterlerse var, hem
orada ebedî kalacaklar. Çünkü bu Rabbinden yerine getirilmesi istenen bir
vaaddir.
17- Hele o gün Rabbin onları Allah'tan başka
taptıkları şeylerle toplar da, der ki: "Siz mi saptırdınız şu kullarımı,
yoksa kendileri mi yolu kaybettiler?"
18- Onlar: "Sübhansın seni tenzih ederiz.
Seni bırakıp da senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve
atalarına o kadar nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helaki hak
eden bir kavim oldular." derler.
19- (Bunun üzerine ötekilere hitaben şöyle
denilir.) İşte (taptıklarınız) sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar. Artık
ne (azabınızı) geri çevirebilir, ne de bir yardıma çare bulabilirsiniz ve
içinizden kim zulmederse, ona büyük bir azab tattıracağız.
20- (Resulüm!) Biz senden evvel de
peygamberleri başka türlü göndermedik. Şüphesiz onlar hem yemek yiyorlar, hem
çarşılarda geziyorlardı (sokaklarda yürüyorlardı). Sizin bir kısmınızı bir
diğerine fitne (imtihan sebebi) kılmışızdır ki, bakalım sabredecek misiniz?
Zira Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.
10- Ne mübarektir o ki dilerse sana ondan
-onların söyledikleri hazine ve bahçelerden- daha iyisini verir. Yalnız bir
cennet değil cennetler, hem altından ırmaklar akar cennetler verir, yani
ahirette söz verdiği cennetler gibi dilerse dünyada da verir, İslâm yurdu olur.
Senin için köşkler de yapar.
11-*} "Fakat onlar kıyamet saatini
yalanladılar."
BEL: Bir bağlaç harfidir ki, asıl mânâsı
ıdrabdır (Yeni bir hükme dönüştür). Bazen de "hattâ" gibi terakkî, ileriye
geçme ifade eder.
İDRAB: Sözü üstünden altına çevirmek, yani
bakışı öncesinden keserek geleceğe yöneltmektir. Bunu "belki" diye
tercüme etmek meşhur olmuştur. Gerçekte, kelimenin yapısına ve söylenişine göre
ondan alınmış, denilecek kadar da uygundur. Fakat dilimizde "belki"
idrabtan (sözü ve nazarı üstten keserek alta yöneltmekten) çok ümid ve ihtimal
için kullanılmaktadır. "Dur bakalım belki gelir" demekte hiç İdrab
mânâsı yoktur. İdrab; "Yok, hayır" "daha doğrusu" demektir.
Bu mânâ kasır ve istidrake benzer olduğundan son zamanlarda "fakat"
kelimesi de "bel" ve "lakin" yerinde kullanılır olmuştur.
Böylece "fakat onlar kıyameti yalanladılar" demek olur. Bu cümle
yukardaki bölümüne atfolunmuş ve ondan İdrab ile, diğer küfürlerini anlatmaya
ve açık bir şekilde kötü sonlarını haber verip korkutmaya intikaldir. Yani,
daha doğrusu onlar saate, kıyamet ve ahirete inanmıyorlar, Kur'ân'ın öyle
uydurma olmadığını bilmediklerinden değil, ahirete, cezaya inanmadıklarından
dolayı o inançsızlığa ve sapıklığa düşüyorlar, o haksızlığa ve yalancılığa
gidiyorlar.
Halbuki biz o saati (kıyameti) yalanlayan
kimselere öyle korkunç bir ateş hazırlamışızdır ki
12- Onları uzak bir yerden gördüğü zaman -ki
onlar ister görsünler ister görmesinler.- onun korkunç hışımlanmasını
(kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.
TEGAYYÜZ: Gayzlanmak, öfkelenmek; ZEFÎR, içeri
nefes almaktır. Demek ki, cehennem onları uzaktan gördüğü zaman öfkesinden
dehşetli sesler çıkarıyor, sümürmek için içine çekiyor. Burada görülüyor ki,
gayzlanmak, zefirlenmek gibi görmek de ateşe nisbet edilmiştir. Onlar cehennemi
gördüğü zaman değil, cehennem onları gördüğü zaman Bu ise cehennem ateşini bir
kavrayış sahibi gibi anlatmak demektir. Bunu birçokları, "görünecek bir
yerde bulundukları zaman" demek gibi gerçek mânâsı dışında bir mânâya
yorumlamak istemişlerdir. Aslında cehenneme, anlama ve kavrama fiili nisbet
edilmesi sadece burada değil, "O gün cehenneme 'Doldun mu?' deriz. O da
'Daha var mı?' der." (Kâf, 50/30) âyeti ve "Ateş Rabbine şikayet
edip: 'Ya Rabbî bir kısmım bir kısmımı yedi' dedi" hadisi gibi diğer
yerlerde de geçmiştir.
Bir de Alûsî'nin naklettiği üzere Taberânî ile
İbnü Merdûye, Mekhûl tarîkı ile Ebû Ümâme (r.a)den şunu haber vermişlerdir:
Demiştir ki; "Resulullah (s.a.v) her kim bilerek bana atfen yalan
söylerse, cehennemin iki gözü arasında oturacağı yere hazırlansın."
buyurdu. Ya Resulullah! cehennemin gözü var mıdır, dediler. "İşitmediniz
mi, yüce Allah "Onları uzak bir yerden gördüğü zaman" buyuruyor,
gözleri olmasa görür mü?" buyurdu. Şu halde tevile gidilmeyip konuyu Yüce
Allah'ın kudretiyle sırrî bir şekilde düşünmek gerekir. Özellikle "De ki,
onu göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirdi" (Furkan, 25/6)
hatırlatmasından sonra, bunun o gizliliğe açık bir bağlantısı göze çarpmaktadır.
13-20- Orada "sübûrâ"; yani "Ey
sübûr, ey helak (yok oluş) neredesin! Gel de bizi kurtar diye feryad ederler.
İstenecek vaad, yahut istenildiği halde vaad,
yani yüce Allah onu kullar tarafından istenilmek şartıyla vaad ve taahhüd
buyurmuştur.
Meâl-i Şerifi
21- Bununla beraber, bize kavuşmayı ummayanlar
"Bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik"
dediler. Andolsun ki, doğrusu nefislerinde kendilerini büyük gördüler ve büyük
azgınlık ettiler.
22- Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkarlara
hiçbir sevinç haberi yoktur. Ve yasak yasak, diyeceklerdir.
23- Onların yaptıkları her bir iyi işi dikkate
alırız, fakat onu saçılmış zerreler haline getiririz.
24- O gün cennetliklerin kalacakları yer çok
iyi, dinlenecekleri yer pek güzeldir.
25- O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde
yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.
26- İşte o gün gerçek hükümranlık, çok
merhametli olan Allah'ındır. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gündür.
27- O gün zalim kimse ellerini ısıracak:
"Eyvah!" diyecek, "keşke Peygamberin yanında bir yol
tutsaydım!"
28- "Eyvah!" diyecek, "keşke
falancayı dost edinmeseydim.
29- Çünkü zikir (Kur'ân) bana gelmişken o,
hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra)
yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.
30- Peygamber dedi ki: "Ey Rabbim! Kavmim
bu Kur'ân'ı terkedilmiş (bir şey yerinde) tuttular."
31- (Resulüm!) Ve işte biz böyle her peygamber
için günahkarlardan bir düşman yapmışızdır. Bununla beraber hidayet verici ve
yardımcı olarak Rabbin yeter.
32- Yine o inkâr edenler dediler ki: "O
Kur'ân ona, hepsi birden indirilseydi ya"! Biz onu senin kalbine iyice
yerleştirmek için böyle (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak)
okuduk. ü
33- Hem onlar sana karşı herhangi bir mesel
ile gelmezler ki, biz sana (onun karşılığında) doğrusunu ve tefsirin daha
güzelini getirmiş olmayalım.
34- O yüzleri üstü cehenneme toplanacaklar var
ya! işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.
21- "Bize kavuşmayı ummayanlar, bize ya
melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler." Bu cümle
cümlesine atfolunmuş olup, o kâfirlerin diğer saçmalarını hikaye ile red ve
uyarıdır.
RECÂ: Bilinen geniş mânâsı ile emel (arzu)
demektir. Lügatçıların çoğu birini diğeriyle açıklamışlardır. Bununla beraber
aralarında ince fark gösterenler de vardır. İbnü Hilal'in Fürûk isimli eserinde
"Emel, sürekli bir arzu ve istektir. Onun için bir şeye bakış, devamlı
olup uzayınca "teemmül etti" uzunca düşündü denilir. Bir de emel,
mümkünde ve muhalde (imkansızda) olur, reca ise mümküne mahsustur
denilmiştir" Mısbâh'ta da der ki; emel, ümidsizliğin zıddıdır. Çoğunlukla,
meydana gelişi uzak olan şeylerde kullanılır. Tam ise meydana gelişi yakın olan
şeyde kullanılır. Recâ, emel ile tam arasındadır. Çünkü recâ (ümit) eden
emelinin meydana gelmemesinden korkar, bu sebepten tama mânâsında kullanılır.
Recâ nefi halinde kullanıldığında bazan korku mânâsını da ifade eder ki, buna
"lügat-ı tihâmiyye" (Mekke lügatı) denilmiştir. Buna göre
"korkmazlar" bilinen mânâsıyla arzu etmezler, gerçek lügata göre ise
ümit etmezler, demek oluyor ki, burada en uygun olan da budur.
LİKÂ: Aslında bir şey ile buluşmaktır.
Dokunmak, şart olmaksızın bir şeye ulaşmak diye de ifade olunmuştur. Görme
fiili hakkında da kullanılır. Bundan dolayı "likâullah (Allah'a
kavuşmak)" rü'yetullah (Allah'ı görmek) veya Allah'a ermek yahud kıyamet
günü hesap ve ceza için yüce Allah'ın karşısına çıkmak demektir. Ve karşımıza
çıkacaklarını ümit etmeyenler demek, kıyamet gününde tekrar dirilmeye ve
toplanmaya, ahiret sorumluluğuna inanmadıkları için Allah'tan korkmayanlar
demeyi de ifade eder. Yani Allah'ı görmeye yüzü olmayan, Allah'ın karşısına
çıkacaklarını, azabına çatacaklarını ümit etmeyen, ahirete inanmaz, Allah'tan
korkmazlar o melekler bizim üzerimize indirilseydi ya yahud Rabbimizi görsek
ya, dediler. Andolsun ki, gönüllerinde kendilerini büyüksündüler. Çünkü öyle
demekle kendilerini Peygamberin yerinde veya daha üstün görmek istiyorlar ve
hatta Allah'a karşı büyüklük taslıyorlar ve büyük bir haksızlıkla azgınlık
ettiler. Bunca açık delilleri tanımadılar da kutsal meleklerin bile önüne
çekilmiş olan "Beni göremeyeceksin" (A'râf, 7/143) perdesinin, kötü
nefislerine karşı yırtılmasını istediler.
22-Evet onlar melekleri görmeyecek değiller,
fakat melekleri görecekleri gün, günahkarlara o gün sevinç haberi yoktur. O
halde o azgın günahkarlara hiç sevinç haberi yoktur. "Yasak yasak
diyeceklerdir." Ve derler. Bir düşman rastgeldiği veya tiksinti veren bir
şey hücum ettiği sırada söylenen bir deyimdir ki, fiili zikredilmemiş mutlak
mef'ul halinde te'kidli (pekiştirmeli) bir cümledir. Fiili veya takdirinde emir
veya geçmiş zaman kipi olabilir ve bu suretle yerine göre ya bir dua ve
istiâze, yani bir yalvarış ve sığınış, yahut da bir men ve göz dağı verme ifade
eder. Bir dua olduğuna göre "etme, kıyma, evlerden ırak, dağlara
taşlara" demek mânâsında olur. Diğerinde de "yasak, men edilmiş,
yahut davranma!" demek gibidir. Burada her iki anlam ile açıklanmıştır.
nin zamiri, günahkarlarla ilgili olduğuna göre, günahkarlar o meleklere
"aman etmeyin, kıymayın, bizim yanımıza yaklaşmayın, öte öte tarafa"
derler. Meleklerle ilgili olduğu takdirde de melekler, o günahkarlara
"davranmayın size o müjde ve cennet men edilmiş; yasak, kesinlikle
yasak" derler.
23- Hem varmışızdır amel denecek, yani iyilik
yönünden her ne yapmışlarsa da onu saçılmış zerreler haline çevirmişizdir, boş
yere yapılan işler haline koymuşuzdur.
HEBA: Bir pencereden güneş ışığı vurduğu zaman
içinde uçuştuğu görünen tozdur.
MENSÛR: Saçılmış demektir. Zaten dağınık demek
olan heba (zerre) yı bir de bu şekilde nitelemek, onu bir daha saçılmış olarak
tasvirdir ki, o zerre hiç görülmez bir hale gelir.
Burada bir temsilî istiare vardır. Şöyle ki,
bütün iş ve halleri isyan etmiş ve bundan dolayı idarecileri tarafından verilip
bütün evrak ve tutanakları parçalanarak dağıtılıp yok edilmiş bir topluluğun
haline benzetilmiştir. Veya kudüm (varmak), kasıttan mecaz olduğu gibi,
büsbütün yok edilmiş, hiçe indirilmiş olan amel ve işlerinin de hedeflenen
gayeden uzak kalması ve bir hedefe dizilmeleri mümkün olmaması nedeniyle
saçılmış zerrelere benzetilerek teşbih-i müfred suretiyle ayrı ayrı birer
istiâre yapılmıştır. Yani o günahkarların, misafirleri konuklamak, akrabaları
gözetlemek, çaresizlere yardımcı olmak, insanlığa yararlı bir iş yapmak gibi
bazı işleri varsa bile, o inkârcılıkları ve azgınlıkları yüzünden hepsi yok
olmuştur. Hiçbirinin karşılığında bir fayda ve iyilik görmezler.
24- Öyle günahkarlar değil, cennetlikler, yani
"Yoksa müttakilere vaad edilen ebedilik cenneti mi..." (Furkan,
25/15) âyeti ile açıklandığı üzere, cennet kendilerine söz verilmiş olan
müttakilerin o gün -o melekleri görecekleri gün- kalacakları yer çok iyi
dinlenecekleri yer pek güzeldir
MÜSTEKARR: Karargah, yani oturmak, konuşmak
için çoğu zaman kaldığı yer,
MAKÎL, öğle uykusu, uyku yeri, insanın kuşluk
uykusunu uyuduğu, dinlendiği yer demektir.
Cennette uyku olmadığına göre burada makîl
yalnızca dinlenme yeri, diye açıklanmıştır. Bununla birlikte o günün yarısında
hesaptan kurtulunacak da cennetlikler cennette, cehennemlikler cehennemde bir
öğle uykusu uyuyacaklar, diye rivayet edilmiştir.
25- O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde
çatlayacak. "Onlar Allah'ın ve meleklerin buluttan gölgelikler içinde
kendilerine gelmesini mi bekliyorlar" (Bakara, 1/210) âyeti kerimesinde
anılan beyaz bulutun doğması sebebiyle gökyüzünün çatlayacağı ve meleklerin
bölük bölük indirileceği o gün.
26- İşte o gün gerçek hükümranlık çok
merhametli olan Allah'ındır. Çünkü o gün her hükümdarlık sona erer. Ancak
Rahman'ın hakkı olan hükümranlık kalır. Ve kâfirler için ise o, pek zorluklu
bir gün olmuştur.
27- O gün zalim kimse ellerinin üstünü
ısıracak. "Eyvah bana, diyecek; keşke ben peygamberin yanında bir yol
tutsaydım." Bilindiği gibi el ısırmak kızgınlık ve ümitsizlikten
kinayedir. Zalim kelimesinden kastedilen cins, yani bütün zalimlerdir. Fakat
burada âyetin indirilmesine sebep Ukbe Ebî Muayt'tır, denilmiştir.
28- Vay şu başıma gelene keşke ben filan
kimseyi dost edinmeseydim. Filan, özel isimlerden kinayedir. Bunun gibi cins
isimlerden kinayede "hen" (dilimizde şey) denilir.
29- Çünkü zikir (Kur'ân) bana gelmişken, o
hakikaten beni ondan saptırdı. Zikirden maksat, Allah'ı anmak, Allah'ın kitabı
veya Peygamberin öğütleri veya âyetin indiriliş sebebine bakarak kelime-i
şehadettir. "Zikrin en üstünü: Lâ ilâhe illallâh, demektir." Ukbe b.
Ebî Muayt, Hz. Peygamber (s.a.v)in toplantısına çokça gelirmiş. Bir gün
ziyafete davet etmiş, Peygamber efendimiz iki şehadet kelimesini söylemeden,
yemeğini yemekten kaçınmış. Bunun üzerine Ukbe de kelime-i şehadeti getirmiş,
Übey b. Half de onun yakın arkadaşı imiş. Kendisini azarlamış
"sapıttın" demiş. O da "Yok, fakat evimde yemeğimi yemekten kaçındı,
onun için utandım da şehadet getiriverdim" demiş. Diğeri: "Hayır, sen
ona varıp ensesine vurup yüzüne tükürmezsen senden hoşnut olmam" demiş.
Bunun üzerine Dârunnedve'de Peygamber secdede iken rastgelmiş ve o kötü fiili
işlemiş.
O zaman Peygamber (s.a.v) Mekke dışında
rastlarsam mutlaka senin başına binerim, buyurmuştu. Bedir günü esir edildiği
zaman Hz. Ali'ye emir verip boynunu vurdurdu. Ubey de Uhud'daki savaşta aldığı
yaradan Mekke'ye vardığında öldü. İşte böylece Ukbe'ye zikir geldiği halde Ubey
şeytanlık ederek onu sapıtmıştı. Öyle ya şeytan, insana çok hızlankar olmuştur.
HIZLAN: Yardımsız bırakmaktır.
"Hazûl" ondan mübalağa kipidir. Yani gerek cinlerden, gerek
insanlardan olsun şeytan insanın hayrına dost olmaz, kendi hesabına bir
felakete düşürmek için dost görünür; sonunda da başı sıkıntıya girince onu
yardımsız bırakır, çekiliverir.
30- Peygamber de, Ya Rab! demekte, yani bir
taraftan da Peygamber Allah'a şöyle şikayet etmektedir: Kavmim bu Kur'ân'ı
mehcur tuttular. Mehcur tutmak iki anlama gelir birisi terkedip uzak durmak,
onunla amel etmemektir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Her
kim de Kur'ân'ı öğrenir de Mushaf'ını asar, ilgilenmez ve bakmazsa; kıyamet
günü gelir, yakasına sarılır 'ya Rab! Bu kulun beni mehcûr tuttu (beni terkedip
uzak kaldı, benimle amel etmedi), benimle arasında hüküm ver' der." Diğer
anlamı ise; hakkında saçma sapan konuştular, evvelkilerin uydurma masalları
dediler, demektir. Peygamberin bu şekilde şikayetini söylemek büyük bir
tehdittir. Çünkü peygamberler kavmini Allah'a şikayet ettikleri zaman
haklarında azab çabuklaştırılmış olur.
31- Ve işte böyle ya Muhammed! Sana yaptığımız
gibi her peygamber için de günahkarlardan bir düşman yaptık ve bu sebepten sen
de onlar gibi sabret. Onları yok etmek için yol gösterici ve yardım edici
olarak Rabbin yeter.
32-33- Yine o inkârcılar Kur'ân ona hep birden
indirilseydi ya, dediler ki gereksiz bir itiraz, sanki Tevrat birden indirilmiş
de Kur'ân da öyle olsa imiş. Gerçek şudur ki, kanunun aslı olan icaz, yani
benzerinin yapılamaz oluşu, tek tek âyet âyet indirilmesi ile hepsi birden
indirilmesi arasında fark edecek değil; hatta parça parça indirilmesinin, onun
bir benzerini yapma konusunda kendilleri için faydaları da vardır.
Bu sebepten bu yüzden kalbine iyice
yerleştirmek için böyle indirdik; böyle ayrı ayrı cümle cümle indirmekle önce,
belleğe alınması sağlam olacak. İkincisi, peyderpey olaylara göre inişinde mânâ
yönünden daha fazla bir görüş ve derinlik; hem teorik, hem pratik bir kıymet ve
güç bulunacak. Üçüncüsü, her yeni inen yıldız ile ayrıca bir meydan okuyup
çekişmeden aciz bırakılarak her defasında yeni bir kalp kuvveti verilecek.
Dördüncüsü, nasih ve mensuh ile zamanına göre hüküm koymayı, açıklamanın ve
tefsirin çeşitli usul ve kuralları öğretilecek... Bu şekilde ve benzersiz bir
tertil ile tertil eyledik; ağır ağır, güzel bir okuyuşla okuduk. Hem sana
herhangi bir mesel ile gelmezler ki, yani mesel denecek derecede ilginç
herhangi bir soru veya hal ile gelmezler ki mutlaka biz sana (onun
karşılığında) doğrusunu ve tefsirin daha güzelini getirmiş olmayalım. İşte
hepsinin toptan ve birden indirilmemesinde bir de bu fayda vardır.
34- Öyle cehenneme yüzleri üstü, yani tepeleri
aşağı veya sürüklenerek, yahut kalpleri bayağı şeylere meyilli olduğu gibi,
yüzleri de ona düşmüş olarak mahşerde toplanılacak kimseler işte onlar, yerleri
en kötü ve yolları en şaşkın, en sapık kimselerdir.
Meâl-i Şerifi
35- Andolsun ki Musa'ya kitap verdik, kardeşi
Harun'u da ona yardımcı yaptık.
36- "Haydi âyetlerimizi yalan sayan o
kavme gidin" dedik. Sonunda (yola gelmediklerinden) onları yerle bir ettik.
37- Nuh kavmine gelince, Peygamberleri
yalancılıkla itham ettiklerinde, onları suda boğduk ve kendilerini insanlar
için bir ibret yaptık. Biz zalimler için acıklı bir azab hazırlamışızdır.
38- Ad'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar
arasında daha bir çok nesilleri de (inkârcılıkları yüzünden helak ettik)
39- Onların herbirine misaller getirdik; (ama
ögüt almadıkları için) hepsini kırdık geçirdik.
40- (Resulüm!) Andolsun ki, (bu Mekke'li
putperestler), bela ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye uğramışlardır.
Peki onu da görmüyorlar mıydı? Hayır! Onlar öldükten sonra dirilmeyi
ummamaktadırlar.
41- Seni gördükleri zaman "Bu mu Allah'ın
Peygamber olarak gönderdiği?" diye hep seni alaya alıyorlar.
42- "Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat
göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı"
diyorlar. Azabı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler!
43- Kötü duygularını kendisine tanrı edinen
kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?
44- Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz
dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar
gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.
35-42- Peygamberleri yalanladıkları zaman;
burada peygamberlerin çoğul siğası ile getirilmesi fevkalade dikkat çekici
görülmüştür.Nuh kavminin Nuh Peygamberden başka yalanladıkları peygamberler
kimlerdir? Buna şu cevaplar veriliyor:
1- Nuh ve ondan önceki peygamberler; demekki,
Nuh'tan önce de peygamberler varmış. Nuh Peygamberin kavmi "Biz geçmişteki
atalarımızdan böyle bir şey duymadık" (Mü'minûn, 23/24) demekle hepsini
inkâr etmişlerdir.
2- Hepsi tevhid de (Allah'ın bir olduğu
inancında) birleştikleri için yalnız Nuh'u yalanlama da hepsini yalanlama
demektir.
3- Genel olarak peygamber gönderilmesinin
mümkün olacağı gerçeğini inkâr etmişlerdir, denilmiştir.
Fakat dördüncü bir ihtimal de hatıra
gelebiliyor. O da, Nuh (a.s)'un gönderdiği elçiler mânâsına olmasıdır. Burada
bu mânâ bize diğerlerinden daha yakın geliyor. Ancak ikinci ihtimalle
birleştirmek mümkündür.
"Ress halkını da." RESS, örülmedik
kuyu, demektir.Fakat bu Ress halkının kimler olduğu bilinemiyor. İbnü Abbas'tan
"O, Semud'dur" diye bir rivayet var; halbuki burada bağlaç bir
başkasını gerektiriyor. Katade'den "Yemâme'de, Ress, diğer namıyla Fele
denilen büyük bir köy halkı olup Semud'un geride kalanlarındandılar.
Peygamberlerini öldürdüler, yok edildiler" diye rivayet edilmiştir.
Kâ'b, Mukatil ve Süddî, "Şam
Antakyası'nda bir kuyunun sahipleri ki, Yâsîn Sûresi'nde (36/20) işaret olunan
Habib-i Neccar'ı öldürmüşlerdi" demiştirler. Vehb ve Kelbi'den "Ress
halkı, Eyke halkı gibi Şuayb (a.s)ın gönderildiği bir topluluk idi. Putlara
taparlardı, kuyuları ve koyun, keçi ve inek sürüleri vardı. Şuayb (a.s) kendilerini
İslâm'a ve kulluğa davet etti. Yalanlayıp azgınlık ve eziyete devam ettiler ve
günün birinde örülmemiş kuyuları olan Ress'in etrafında bulundukları sırada
orası çöktü ve yere geçtiler" diye nakledilmiştir. Ress halkına Uhdûd
(hendek) halkı da denilmiştir. Hanzale b. Safvan isimli peygamberin kavmi olup
Anka-i Muğrib (Batı Anka kuşu) denilen ve Fetih isimli dağda oturarak avsız
kaldıkça, çoluk çocuklarını kapıp götüren ve tüyleri renk renk olan büyük bir
kuş belasına tutulmuşlardı ki, bu kuş Hanzale'nin duasıyla yıldırım isabet edip
yok olmuştu. Daha sonra adı geçen Hanzale'yi öldürmüşler, bunun üzerine yok
olmuşlardı da denilmiştir. İbnü Abbas'tan bir rivayette de "Ress,
Azerbaycan kuyusudur" diye nakledilmiştir. Bir de Ress doğu ülkelerinden
birindeki bir nehrin adıdır, buranın halkına yüce Allah Yehuza b. Yakub
evladından bir peygamber göndermişti. Onu kuyuya attılar ve bu yüzden yok
oldular, denilmiştir. Bu konuda daha başka rivayetler de vardır. Bununla
beraber, rivayetlerin çoğunda, peygamberlerini öldüren veya kuyuya atan bir
topluluk olduğu belirtilmiştir.
Mu'cemü'l-Büldân'da der ki, Ress; kuyu, maden
ve bir topluluğun arasını düzeltmektir. Ebu İshak der ki; Kur'ân'da Ress, kuyu
demektir. Rivayet edilir ki, bunlar peygamberlerini yalanlayıp bir kuyuya
atarak üstünü kapatan bir topluluktur. Ress'in Yemâme'de Fele denilen bir
topluluk ve Semud'dan birtakım insanların beldesi olduğu rivayet olunmaktadır.
Her kuyu resstir. İbnü Düreyd demiştir ki; "Ress" ve küçültmesi
"Rüseys" (kuyucuk) Necid'de iki vadi veya iki mevkidir. Zemahşerî
diyor ki; "Uleyy Ress Kabliyye vadilerindendir, demiş. Başkaları da Beni
Esed kabilesinden Beni Munkız b. A'ya'nın bir soyudur, demiş. Asmaî, Ress, Beni
A'ya'nındır; Rüseys ise Benî Kahil'indir, demiş. Diğerleri de (Furkan, 35/38)
âyetinde; Ress Azerbaycan vadisidir. Azerbaycan'ın sınırı "maverayı
Ress" Ress'in arkasıdır, demişlerdir. Deniliyor ki, Ress üzerinde
"Erran" da bin şehir vardır. Yüce Allah onlara Musa adında bir
peygamber gönderdi. Bu Musa, Musa b. İmran değildir. Onları Allah'a inanmaya
davet etti, inkâr ettiler ve yalanladılar, isyan ettiler, o da beddua etti.
Yüce Allah da Tâif'ten Haris ve Hüveyris'i tahvil edip üzerlerine gönderdi.
Bunun için Ress halkı şu iki dağın altında kaldı, deniliyor. Bu Ress'in kaynağı
Kalîkalâ'dan başlar, Erran'a, Versan'a ve Mecma'a uğrar; orada "Kürr"
ile birleşir ve ikisinin arasında Beylekan şehri vardır. Kürr ve Ress ikisi
birleşir ve Cürcan denizine dökülürler. Bu Ress vadisi acayip bir vadidir.
Balığın her türlüsü bulunur. Şurimahi denilen balık oraya mahsustur, derler.
Miş'âr b. Mühelhil "Bezzbabik" şehrini anlatırken demiştir ki; bir
tarafında Ress nehri vardır, Ress nehri Belâscan ovasına doğru çıkar, bu ovada
deniz sahilince Berzend'den Berzaa'ya, oradan Versan ve Beylekan'a doğru
uzanır. Bu ovada beşbin köy vardır ve çoğu yıkıntı halindedir. Ancak toprağı
iyi ve sağlam olduğu için duvarları ve binaları kalmıştır. İşte bu köyler,
Kur'ân'da adı geçen Ress halkınındı, deniliyor. Bunlar Davud (a.s)un öldürdüğü
Calut'un kavmi idiler de denilmektedir."
O fenalık yağmuru yağdırılan belde. Lût
kavmine ait şehirlerin en büyüğü olan Sedum kasabası ki, oraya taş
yağdırılmıştı. Kureyşliler, Şam'a ticarete giderken, buraya uğruyorlardı.
43- Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi
gördün mü?
HEVÂ: Nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve
arzusu, soyut isteğidir. Kötü duygularını tanrı edinen denilmeyip de ikinci
mefulün önce anılması, kısaltma içindir ki, canının istediğinden başkasını
tanrı tanımayan, demektir. Böyle kimselerde hiç hak severlilik yok, sadece bir
bencillik vardır. İsteği de gerçek bir fayda değil, sadece canının istediği
kuru kuruntudan ibarettir. Bunlar, delil, tanık, hak, hukuk tanımaz, yalnız
kendi istek ve zevkine taparlar, zevkleri kendilerinin felaketine sebep
olduğunu bilseler de yine hakkı zevklerine kurban ederler. Dini de insanın
soyut duygularından, yani sadece istek, arzu ve zevklerinden ibaret sayarlar;
gönülleri neye çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini aramaz, hakkın
hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler bile yine tanımazlar.
Taberânî ve Hılye isimli eserinde Ebu Nuaym, Ebu Ümame (r.a) den şöylece
rivayet etmişlerdir: O, demiş ki; Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Yüce
Allah'ın yanında sema gölgesi altında Allah'tan başka tapılan tanrılar içinde,
uyulan heva (nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzu)dan daha büyüğü
yoktur". Artık sen mi ona vekil olacaksın? Önceki soru takrirî, bu soru
ise inkarîdir. Yani gördün ya, ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da
kurtaramazsın.
44- Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz
dinleyeceğini, yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Hayır ne getirilen bir
delili tanır, söz dinlerler, ne de aklî delili tanır, akıl ile hareket ederler.
Gerçekten onlar hayvanlar gibidir. Aklına ve işittiğine göre hareket etmez,
soyut isteklerine uyarlar. Hatta gidişce daha sapkındırlar Çünkü, evcil
hayvanlar kendilerine bakanlara bağlanırlar, kendilerine iyilik edenlerle
kötülük edenleri seçerler, faydalarına olan şeyleri arar, zarar veren şeylerden
kaçarlar, yediği içtiği yeri tanır, öğrendiği yolu şaşırmazlar. Kendilerine
verilen güçlerde tembellik etmez, yaratıldıkları yönde sarfederler. Hak ve
hayır inancı olmayan da haksızlık ve kötülük inancı da yoktur. Bu kimseler
Rabblarını tanımazlar. O'nun nimetlerine karşı nankördürler. Ebedî fayda olan
sevabı istemez, en büyük zarar olan azabdan korunmazlar. Yurtlarına bile
hainlik ederler. Yaratılışı bozmaya, fitneler çıkarmaya çalışır, haksızlık ve
fitne ile yalan dolan ve aldatma ile dünyayı karıştırırlar.
Bu şekilde, kendi istek ve arzularına tapan
kimselerin sapıklıkları anlatıldıktan sonra yüce Allah'ın Rab oluşuna ait
delillerden, O'na ait güzelliklerden, O'nun ezelî ve ebedî kudretinden bazı
işlere dikkatler çekilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
45- Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu
görmedin mi? Dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra biz güneşi, ona
(gölgeye) delil kılmışızdır.
46- Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka
yöne) çekmekteyiz.
47- Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat
kılan, gündüzü yayılıp çalışma (zamanı) yapan O'dur.
48- Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci
olarak gönderen ve gökten tertemiz bir su indiren O'dur.
49- Ki biz (o suyla) ölü toprağa can verelim,
yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım, diye.
50- Andolsun bunu, insanların öğüt almaları
için, aralarında çeşit çeşit şekillerde anlatmışızdır; ama insanların çoğu ille
nankörlük edip diretmiştir.
51- (Habibim!) Şayet dileseydik elbette her
köye bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik.
52- (Madem ki yalnız seni gönderdik) Öyleyse
kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'ân ile) onlara karşı olanca gücünle büyük
bir savaş ver!
53- Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici,
diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz
bir serhat koyan O'dur.
54- O (hakir) sudan, bir insan yaratıp ona bir
neseb bahşeden ve sıhriyet bağı ile akraba yapan O'dur. Rabbinin her şeye gücü
yeter.
55- (Böyle iken inkârcılar) Allah'ı bırakıp
kendilerine ne fayda, ne zarar veremeyen şeylere kulluk ediyorlar. İnkârcı olan
kimse Rabbine karşı uğraşıp durmaktadır.
56- (Halbuki) biz seni ancak müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik.
57- De ki: "Ben, buna karşı sizden bir
ücret değil, ancak Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmanızı)
istiyorum."
58- Sen, ölümsüz ve daima diri olan Allah'a
güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar
olarak O yeter.
59- Gökleri yeri ve ikisinin arasındakileri
altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden Rahmân'dır. Haydi ne dileyeceksen o
her şeyden haberdar olan (Rahmân)dan dile.
60- Onlara "Rahmân'a secde edin"
dendiği zaman, "Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz
hiç?" derler ve bu emir onların nefretini artırır.
45- Ru'yet (görme)in , "ilâ" harfi
ile sılalanınca (bağlanınca ) nazar (bakış) mânâsına gelmesi veya bakışı içine
alması gerekir: "Bakmaz mısın Rabbine" veya "görmedin mi,
baksana Rabbine" demek olur. Bu bakış ve görüşü kalp fiiline yöneltmek
mümkün ise de, açık olanın göz fiili olmasıdır. Halbuki, yüce Rabb'ın zatı, bu
âlemde göz ile görülmez .Onun için müfessirler burada bir tevil aramışlardır.
Çokları "Rabbının yarattığına" diye değerlendirmek g erektiğini
söylemişler; bazıları da, "baksana gölgeye, Rabbın onu nasıl uzattı"
mânâsında bir kalb (yer değiştirme) gözetmişlerdir. Ve bu hazif (çıkartma) veya
kalb (değiştirme)e bir nükte olmak üzere de "Bakıştan gaye, eserde
kalmayıp o eseri yapana varmak olduğuna ait bir uyarmadır" demişlerdir. Bu
ise göz fiilinden netice olarak kalp fiiline geçmek demektir. Âciz anlayışıma
göre soru cümlesi mahallen mecrur olarak den bedel-i iştimal yapıldığı takdirde
ne hazfe, ne kalbe gerek kalmaksızın aynı mânâyı anlamak mümkündür. Bu şekilde
Rabba bakış soyut zatı itibariyle değil, gölgenin uzaması hali gibi, yüce
Rabb'ın fiil ve işleri ile ilgili şeyler kasdedildiği anlaşılır ki,
"Allahın nimetleri hakkında düşününüz, zatı hakkında düşünmeyiniz"
meşhur sözüne uygun olan da budur. Bununla beraber en doğrusu bu gibi yerlerde
bakıp görmekten maksat, eserleri görmeye dayanan, kalbî görüş ve biliştir.
Âyet-i kerimenin tertibi şuna işaret eder ki; önce Allah'ın hitabına muhatab
olan peygamberler gibi, has kulların sadece gönülleri ile bağlantılı olarak
içlerinde yüce Rabb'a bir bakış vardır. Sonra bu bakışın dışında bir gelişme
ile fiilden faile geçerek ona ulaşması istenilmektedir. Âyetin içeriği bunu ne
güzel, ne derin anlatıyor. Bakınız:
O gölgeyi nasıl uzattı? Bilindiği gibi zıll,
gölge demektir. Güneşin öyle vakti en yüksek noktaya gelişinden sonraki gölgeye
Arapça'da "fey" denildiği için, zıll kelimesi bazan ona karşılık
olarak özellikle sabah gölgesine denirse de esasında geneldir. Yani mutlak
gölge demektir. Gölge, ışık ile karanlık arasında hoş bir keyfiyyet ve huzur ve
istirahatin en önemli şartlarından olan bir nimettir. Kur'ân'da karanlıklar
aydınlıktan önce getirilirken, gölge de, güneşin kızgınlığından önce
getirilmiştir. "Karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz."
(Fatır, 35/20-21) buyurulmuştur. Demek ki, gölge, aydınlığın değil, yakıcı
ışığın karşıtıdır. Şu halde karanlıklar gibi yok olmaya mahkum olmayıp
aydınlıkla bir çeşit beraberliği bulunan ve korunma mânâsını içeren bir haldir.
Bu sebepten gölge korunma mânâsına geldiği gibi, bir korunmanın içine aldığı
şeylere ve orada zevk ve huzur ile faydalanılan nimet hakkında da kullanılır
ki, dilimizde bu mânâda daha çok saye deyimi kullanılır. Mesela Zıll-i Arş,
Arşın gölgesi, Arşın himayesi, koruması demektir. "Saye endaz oldu,
sâyesinde sâyebân olduk" demek "himaye etti, nimetlerinden
yararlandık" demektir.
Bu mânâ sebebiyle Kur'ân'da cennete
"zıll-i memdûd" denilmiştir. Uzayan gölge ifadesinin buna da bir
işareti vardır. Bu âyette kelimesindeki "elif-lâm"ın ahid veya cins
olması ve akılların onu anlama derecelerine göre basamak basamak çeşitli
mânâlara gelmesi muhtemeldir. Ve hepsinde gölgenin bir nimet olması özelliği
hatıra gelmektedir.
BİRİNCİSİ: Gölge cinsinden bir ağaç, bir bina,
bir dağ, bir bulut ve bir yer gibi gölgesi bulunan herhangi bir katı cismin
faydalanılan gölgesi anlaşılır ki, Ebu's-Suûd'un tercih ettiği görüş budur.
Çünkü herkesin anlayabileceği gölge budur.
İKİNCİSİ: Bilinen mânâsı ile gölgelerin en
hoşu olan sabah gölgesi, yani tandan güneş doğana kadar olan sabah namazı vakti
ki, doğu ufkunun batıya doğru uzanmış gölgesidir. Müfessirlerin çoğu bunu
benimsemişlerdir. Bunu herkes kavrayamasa bile çoğunlukla kendi istek ve
arzularına tapanların habersiz bulundukları bu gölgedeki nimetin anlamının özel
bir önemi vardır.
ÜÇÜNCÜSÜ: Yeryüzünün üzerinde gök kubbe
halinde uzayan ve aslında gerçek bir gölge olan gökyüzü olarak açıklanmıştır
ki, yukarda geçen hadisteki "Zıll-i Semâ" tabiri izafet-i beyaniyye
(açıklayıcı tamlama) ile bu mânâya işaret eder.
DÖRDÜNCÜSÜ: İşaret mânâsı olarak bütün âlem
(evren), gölge demek olan şu cisimler âlemi, demektir.
BEŞİNCİSİ: Bütün âlem (evren) üzerindeki yüce
Allah'ın koruyuculuğu düşünülebilir ki, gölge onun görünen bir örneğidir.
Medd, çekip uzatmak, yerde ve zamanda uzamak
ve yayılmak veya başlangıçta uzayıcı olarak yaratmak mânâlarına gelir.
"Görme" ipucu ile gölgenin uzatılması, cisimlerin tasarlanmasıyla
uzak mesafelerden göze verilmesi mânâsı da yorumlanabilir, bu da önemli bir
mânâ olur. Sonuç itibariyle, gölgenin ait olduğu cisimden öteye acayip bir
uzantısı vardır ki, onu uzatan Rabbındır, demektir. Kendi arzu ve isteklerine
tapanlar, en önemli istek, zevk ve arzularının bir gölgenin altına sığınmak
olduğunu düşünmezler. O gölgeyi uzatan ise Rabbındır. O halde gölgeye değil,
onu uzatan Rabbına tapmak gerekir. Dileseydi elbet onu hareketsiz de kılardı.
Bu cümle birbirine atıfla bağlanan cümleler arasında bir mu'teriza (ara
cümlesi)dır ki, cisimlerin doğal halinin atalet, yani hareket ve durgunluğunun
kendiliğinden olmayıp ne verilirse onu kabul ettiğine ve gerçek etkileyicinin,
basit etkiler değil, yalnız ve yalnız yüce Allah'ın dilemesi ve istemesi
olduğuna özellikle dikkat çekme ve uyarmadır. Yani Rabbın dileseydi o gölgeyi
uzatmaz, uzattıktan sonra değiştirmez, bir kararda durdururdu. Fakat durdurmaz,
değiştirir. Sonra nasıl ona güneşi delil kılmışız. "Med" kelimesi
üzerine atfolunmuştur ve onun hükmüne girmektedir. Şu halde "keyfe"
(nasıl) kelimesi başında demektir. Sonra burada üçüncü şahıstan birinci şahsa
(gaibten mütekellime) iltifat yapılmış ve yücelik için çoğul kipi
kullanılmıştır ki, bakmakta olan muhataba görmek istediğini gösteren bu
iltifat, tam yerinde ve pek önemli olmuştur. Öyle ki, bu yüceliğin karşısında
tutunabilecek hiçbir şey kalmayacak ve onun için hepsi ele alınmış olacaktır.
Güneşin gölgeye delil kılınması ne demektir. Burada güneş, güneş yuvarlağı
değil, ışık mânâsındadır. Biz biliriz ki, gölge, ışığın ters tarafında yer
alır. Bundan dolayı birçok kimse gölgeyi güneş yapıyor zannederler, gölgenin
sebebi ışık sanılır; halbuki, ışık gölgenin zıddıdır. Güneşin doğduğu yerde
gölge kalmaz; gölge, ışığın eseri değildir. Gölgeyi Allah uzatmıştır. O ışıktan
önce vardır, fakat görünmez, görünüp bilinmesi ışık aracılığı ile, olur, ışık
olmasaydı, gölgenin varlığı bilinmezdi. Bu şekilde ışık, zıddı olan gölgenin
varlığına bir delil, bir işaret yapılmıştır. Işığın çeşitli durum ve
özelliklerinden, gölgenin değişmesi ve başkalaşması sonucuna varabilirsiniz,
gördüğünüz cisimleri ışığın delaleti ve kılavuzluğu ile gördüğünüz gibi,
gölgelerini de ışıkla görürsünüz. O halde, görülenler, eşyanın ışık ile çizilen
resimleri, ışık ile göze uzatılan gölgeleri, hayalleridir. Bu şekilde bütün
görülen âlem "Âlemde bulunan her şey bir kunutu ve hayaldir. Yahut
aynadaki akisler, ya da gölgelerdir" sözüne göre bir gölge ve hayaldir ve
bu hayal ise Rabbına bir delildir.
46- Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka
yöne) çekmekteyiz. Yani güneş doğdukça gölge çekilmekte ve Allah'tan geldiği gibi,
yine yavaş yavaş, azar azar Allah'a döndürülmektedir. Hakikat güneşi görününce,
gölge söner, Hakk'a döner. İşte Hak'tan uzanmış bir gölgeden ibaret olan bütün
âlemin de içyüzü bu, sonu budur. Bununla beraber iş sadece bununla
kalmayacaktır. Bu tutup çekmenin bir de tekrar yayıp sermesi, bu ölümün
ahirette yeni bir dirimi vardır ki, bunu şu âyetten anlayabilirsiniz:
47- Sizin için geceyi örtü kılan O'dur. Bu
uzatılan gölgeden birisi, yeryüzünün gölgesi olan geceyi, vücudu örten elbise
gib üzerinize örtü yaptı. Güneş işaretinin bunaltıcılığından, düşmanın
çekiştirici gözlerinden saklar ve dinlenme sebeplerinizden birini oluşturur.
Uykuyu bir sübat (istirahat) yaptı.
SÜBAT: Kesmek, durdurmak mânâsından alınmış
olarak rahat ve ölüm mânâlarına gelir. Nitekim istirahat gününe sebt günü
denilmiştir. Hastalığı dinip istirahat eden hastaya "mesbût"
denildiği gibi, ölüye de hayatı kesildiği için "mesbût" denilir. Ebu
Müslim, rahat ile tefsir etmiş, Keşşaf sahibi de "mevt" ölüm mânâsını
tercih etmiştir. Çünkü karşılığında "nüşûr" geliyor. Gündüzü de bir
nüşûr (yayılıp çalışma zamanı) kıldı. Yani gecenin alınıp çekildiği gündüzü de,
yeniden bir hayata kalkış, bir öldükten sonra tekrar dirilim yaptı. (Yukarıdaki
25/3 âyetine bkz.) Geceleyin rahat döşeğine yatıp faaliyetlerini durdurarak
"O sizi gece öldürendir." (En'âm, 6/60) âyetinin bildirdiğine göre
ölmüş olanlar, sabahleyin o gölge geri çekilirken uyanır, harekete ve yayılmaya
başlar, yeni bir hayata atılırlar. Bu tekrar dirilmeyi ummayanlar o hayatı
istemeyenlerdir.
48- Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci
olarak gönderen O'dur.
BÜŞRAN: Müjdeci demek olan "beşîr"
in çoğulu; bazı kırâetlerden "nun" ile okunur ki, "nâşir"
in çoğuludur. Neşriyatçıları, yayıcıları demek olur. Masdar olarak kırâeti de
vardır ki, "neşr" yaymak için" demektir.
Bununla birlikte bazı kırâette de tekil olarak
okunmuştur. Yağmur yerine rahmet diye kullanılması iki nükteyi ifade eder:
Birisi felaket tufanı olan yağmurdan sakınma; diğeri de, mânâsının diğer
nimetleri de içine aldığına işarettir. Çünkü rahmet, yağmurdan birçok yönden
daha umumîdir. Yani yalnız hava akımlarından ibaret olan rüzgarların değil,
gaflet uykusundan uyandıran ilâhî hareketler, fikrî ve sosyal cereyanlar dahi
ilâhî rahmetin müjdecileri, dağıtıcılarıdır. Gerçi rüzgarların hepsi müjdeci
değildir. Helak edici fırtınalar, her şeyi mahveden şiddetli rüzgarlar,
gürültülü rüzgarlar vardır. Nice milletler, uyuşmazlık ve ihtilaf ile çarpışmaktan
yok olmuşlardır. Fakat ilâhî rahmet de durgun havada gelmez, önünde gönderilen
rüzgarların müjdesiyle gelir ve onların yayılma seviyelerine göre intişar edip
yayılır. Bundan dolayıdır ki, "Ümmetimin ihtilafı geniş bir
rahmettir" buyurulmuştur. İş tabiata kalsaydı, akımlar olmaz, durgunluk
kanunu gereğince her şey aldığı bir şekil üzere giderdi. Fakat yaratılışlar
üzerinde hakim olan ilâhî irade, yüce kudret, rahmetini yayıp genişletmek için
bu akımları uyandırır. Gökten tertemiz bir su indiren O'dur. Pislikleri
temizleyecek ve hayat kaynağı olacak temiz bir su.
49- "Ki biz (o su ile) ölü toprağa can
verelim" . İşte bütün bunlar, Allah'ın varlığını ve birliğini ve
kudretinin büyüklüğünü gösteren fiil ve yaratması ve ölümden sonra dirilmenin
misal ve delilleridir.
50- Andolsun, biz bunu insanların arasında
öğüt almaları için evirip çevirmekteyiz, çeşit çeşit anlatmaktayız.
TASRİF: Bir şeyi değiştirerek türlü şekillere
koymaktır ki, evirip çevirmek de odur. Bu daki zamirin neye işaret ve tasrif
olunanın ne olduğu konusunda birkaç değişik şey söylenmiştir. Bazısı, yağmur,
rüzgar, bulut ve diğer adı geçen şeylerdir demişler; bazıları da bu söze, yani
rüzgar gönderip yağmur indirmek sözüne Kur'ân'da tekrar tekrar andık, mânâsını
vermiş ise de, açık mânâsı, tefsircilerin çoğunun söylediği gibi "su"
ile ilgili olmasıdır. Suyun insanlar arasında evrilip çevrilmesi ise üzerinde
uygulanan fiilde ve sözdeki kullanımlardır. Değişik mevsimlerde, değişik
yerlerde, değişik şekillerde yağar, çeşitli yerlere dağılır, değişik şekillere
girer, donar buz olur, kurur buhar olur, bulut olur, tekrar yağmur veya kar
veya dolu şeklinde yağdırılır, acılanır, tatlılanır; bütün bunlar fiilen ilâhî
değişiklikler olduğu gibi, bu şekilde Kur'ân'ın birçok yerinde bunun
hatırlatılması ve Kur'ân'ın o suya benzetilmesi de söz olarak Allah'ın değişik
şekillerde açıklamasıdır. Bir su maddesi, su konusu üzerindeki söz ve fiil
olarak bütün değişmeler o insanlar öğüt alsınlar, düşünüp ibret alsınlar,
başlangıcı ve sonucu anlasınlar, Rablerine şükretsinler, diyedir. Böyle iken o
insanların çoğu ille nankörlük edip dayatmaktadırlar. Bunca kâfirlere karşı
51- Eğer dileseydik elbette her köye bir
uyarıcı, o kâfirlere azabı haber verecek bir peygamber gönderirdik. Bu şart
cümleciği şart mânâsı ile, şöyle istisnaî bir kıyas teşkil ediyor: Fakat
göndermedik, demek ki öyle dilemedik, yalnız seni gönderdik. Sûrenin baş
kısmında açıkça ilan edildiği üzere bütün âlemlere korkutucu kıldık.
52- O halde kâfirlere itaat etme de bu Furkan
ile onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad yap. Her köyde bir peygamber
gönderildiği takdirde, o peygamberlerin hepsinin yapacağı cihada denk bir
cihad, elbette büyük bir cihaddır. Bu sûre Mekkî olduğu için, daha öldürme emri
verilmeden önce olan bu büyük cihad emri, her cihadın başı olan bir cihaddır.
Düşünmeli ki, bu ne büyük bir emirdir. Bununla emrolunan Peygamberin elinde
Kur'ân'dan başka bir silah yok iken, o Allah kelâmı (Kur'ân) mucizesi, o büyük
cihadı yapmaya yeterli geliyor ve Mekke'den başlayan bu cihad, bütün cihana
yayılıyor. Bu emri takîben şu âyet ne büyük bir güvencedir:
53- O ki, iki denizi birbirine salıvermiştir,
şu tatlıdır, hararet söndürür. Nil ve Fırat gibi ki iman sahibi olanlar da
böyledir. Şu tuzludur, acıdır. Şab ve Umân gibi, kâfirler de böyledir.
Aralarına da bir berzah koymuştur. Berzah, iki şey arasındaki bir engel, iki
deniz arasındaki dildir. Ve bir hıcr-i mehcur, aşılmaz bir serhat, yani bir
nefret ve zıddiyet, bir sınırlı hat çizmiştir ki, birbirlerine karışmaları
mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmaları mümkün değildir.
Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmayarak evrende yer almış olmaları
yalnız ve yalnız yüce Allah'ın koyduğu himayenin eseridir.
54- Buradan, Allah'ın özellikle insanın
yaratılışı üzerinde ortaya çıkan kudret delillerine geçilerek buyuruluyor ki, O
ki, sudan bir insan yarattı -yalnız mâ-i dâfik (fırlayan su) mâi mehin (hakîr
su) denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken genel olarak
hayatın kaynağı olan ve gökten indirildiği bildirilen "Biz, her canlıyı
sudan yarattık" (Enbiya, 21/30) buyurulan sudan da onu neseb ve sıhriyyet
bağı yaptı. Yani soy sop olmak üzere iki cinse ayırdı: Erkek ve dişi. Bu
suretle insanlara bir özellik verdi.
Burada gelişme kanununun değişik safhaları
fevkalâde güzel bir şekilde konularak arz ettiği ilâhî deliller ne güzel
gösterilmiştir:
BİRİNCİSİ: Bütün cisimler âlemini temsil eden
bir gölge.
İKİNCİSİ: Buna verilen hareket ve durgunluktan
meydana getirilen manzaralar ve değişiklikler.
ÜÇÜNCÜSÜ: Bu esnada bir su indirilmesinden
meydana getirilen hayat.
DÖRDÜNCÜSÜ: Aynı yer üzerinde o hayatın
değişik şekilleri.
BEŞİNCİSİ: Ondan özellikle bir çeşidinin
(insanın) yaratılışı.
ALTINCISI: İnsanların cinslere ayrılması ki,
bütün bunlar evrenin yaratıldığı altı gün gibi gelişme derecelerinin en büyük
sınırlarıdır. Ve her birinden yüce yaratıcının kudreti daha fazla bir yücelik
ile ortaya çıkmıştır. Rabbinin her şeye gücü yeter.
55-Ne gariptir ki, zamanımızda birçok kimseler
gelişmenin bu basamaklarını görüyorlar da, bundan yaratıcının kudret ve
yüceliğini anlayacak yerde inkâr etmeye bir sebep olarak görmek istiyorlar, bir
kurbağanın maymun olduğunu ve maymundan bir insan doğduğunu sanmakla, yaratan
Allah'a gerek kalmazmış gibi ilim namına hakikati yalanlıyorlar. Şu âyet onlar
hakkında tamamen okunur: Böyle iken (o inkârcılar) Allah'ı bırakıyorlar da
kendilerine ne fayda, ne de zarar veremeyecek şeylere tapıyorlar. İnkârcı kimse
Rabbine karşı uğraşıp durmaktadır. Gönderdiği peygambere, boyun eğmediği gibi
düşmanlık için çalışıyor. Bu âyet Ebu Cehil hakkında indirilmiştir. Ve onun
gibilerin durumlarını ifade etmektedir.
56- Halbuki biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı
olarak gönderdik. Yalnız uyarmak için değil, ondan önce müjdelemek için, kulluk
edenlere yüce Allah'ın rahmetini müjdelemek, Rahmân ve Rahim olduğunu anlatmak
için gönderdik. Burdan anlaşılıyor ki, sûrenin başından beri yalnız
sakındırmadan bahsedilmesi, müjdeyi dinlemedikleri içindir. Ne büyük cehalet!
Ne korkunç âkibet!
57- De ki: Ben buna karşı yani peygamberliğin
ilanı işinden dolayı sizden başka bir karşılık istemiyorum. Ancak Rabbına bir
yol tutmayı dileyen kimseler (olmayı) istiyorum. Yani davet ettiğim iman ve
kullukla Allah'a yakınlık ve erginliği dilek edinmiş kimseler, böyle ashab ve
ümmet istiyorum.
58- Ve (sen) o ölümsüz ve daima diri olan
Allah'a güvenip dayan; onların kötülüklerinden kurtulmak, verecekleri
karşılıklardan gönlü tok olmak için, yalnız o ölmez diriye dayan, ölümden
kurtulamayacak olan fâniler yıkılır, dayananları kaybolur gider. Ve O'nu
hamdiyle tesbih et. Nimetlerine şükür için her türlü yüce sıfatlarıyla saygı
göstererek, noksan sıfatlardan uzak olduğunu kabul et. Kullarının günahlarından
haberdar olarak O yeter! Hiç kimse bilmese de, onun bilmesi yeterlidir. Hiç bir
haberciye ihtiyaç duymaksızın açığı ve gizliyi bilen, O herşeyden haberdar olan
Allah cezalarını verir. Başka hiçbir ceza vermeyecek olsa bile, yalnız bilmesi
bir ceza olarak yeterlidir.
Başlangıcı olmamak ve ilim gibi zatî
sıfatlarında yüceliğini açıkladıktan sonra, fiilî sıfatarındaki yüceliği ve
olgunluğu açıklamak için de, ikinci bir sıfat olarak şöyle buyuruluyor:
59- O (ölmez ve ebedî diri) ki, gökleri ve
yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı. Altı gün, evrenin yaratılışının,
geliştirilip büyütme kanunu gereğince en genel sınıflandırmasındaki gelişme
anlarına işarettir. (A'râf, 7/54; Fussılet, 41/9-12. âyetlerin tefsirine bkz.)
Yani ilâhî zatı her türlü noksanlardan uzak ve yüce sıfatlarla muttasıf olduğu
gibi, fiili de o kadar noksandan uzak ve yüceliklerle doludur ki, yoğu yaratır
ve bütün gökleri ve yeri yaratmıştır. Yaratmak, bir anda dilemek ve meydana
getirmek, "ol" demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O
bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire,
eksiklikten yüceliğe ve olgunluğa doğru bir devamlı gelişme ile olgunlaştıra
olgunlaştıra, her bir dönemi gelişme ve olgunlaşma olan altı günde yarattı ki,
altıncısı insanın yaratıldığı Cuma, yani toplanma günüdür. Âdem (a.s)in
yaratılması ve isimlerin öğretilmesi ile hilafet tahtı kuruldu. Sonra Arş
üzerine hakim oldu, hükmünü ve saltanatını sürdürmeye devam ediyor (A'râf,
7/54. âyetin tefsirine bkz.) Rahmân'dır O. Bütün yaratıklar, rahmetinden
yararlanıyor (Fâtiha Sûresi'nde Rahmân'ın tefsirine bkz.). İşte ne dileyeceksen
o Habîr'den dile veya bu konuda bu yaratma işinde daha fazla açıklama
istiyorsan başkasından değil, her şeyi bilen o Habîr'den sor. Çünkü başkası
bilmez.
60- O Rahmân'a secde edin denildiği vakit de
onlara, o kâfirlere: "Rahmân nedir?" -Rahmân nedir sorusu, bu ismin
anlamını, kime isim olarak verildiğini, niçin verildiğini sormak olabileceği
gibi, inkâr için de olabilir. Şüphe yok ki, Araplar Rahmân kelimesinin mânâsını
anlamaz değildir. O halde ya Allah'ın ismi olduğunu bilmiyorlardı veya Allah'ı
inkâr ediyorlardı; daha doğrusu Allah'ın rahmet sıfatını inkâr ediyorlardı. Bu
ismin ifade ettiği rahmet ve merhamet sıfatını bilmiyorlardı. Onun için- Sen
bize emrediyorsun diye secde mi edeceğiz?" dediler. Yani bilmediğimiz bir
şeye yalnız senin emrinle secde eder miyiz? dediler. Ve bu emir onların daha
fazla nefretlerini (vahşetlerini) artırdı. Dahhak'tan rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.v) Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Osman b. Maz'un, Amr b. Uneyse
secde ettiler. Müşrikler bunların secde ettiklerini görünce alay ederek
mescidin öbür tarafına doğru uzaklaşıp gittiler.
Buna karşı O Rahmân'ı, yer ve zamanda açıkça
görülen rahmet ve bereketinin büyüklüğü ve yüksekliği ile yüceltme ve Rahmân'ın
müjdeye layık kullarını tarif için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
61- Gökte burçları var eden, onların içinde
bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir.
62- İbret almak veya şükretmek dileyen
kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur. 63- O çok
merhametli Allah'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler
ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) "selam"
derler (geçerler).
64- Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve
kıyamlar ederek yatarlar.
65- Onlar ki, şöyle derler: Cehennem azabını
üzerimizden sav! Doğrusu onun azabı geçici bir şey değildir.
66- Orası cidden ne kötü bir uğrak, ne kötü
bir konaktır.
67- Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne
de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.
68- Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir
tanrıya yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina
etmezler. Bunları yapan günahı(nın cezasını) bulur.
69- Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada
alçaltılmış olarak temelli kalır.
70- Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışlarda
bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok
bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
71- Ve her kim tevbe edip iyi davranış
gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.
72- Ve onlar ki, yalan şahitlik etmezler, boş
bir şeye rastladıkları zaman vakar ile (oradan) geçip giderler.
73- Kendilerine Rablerinin âyetleri
hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.
74- Ve onlar ki: "Ey Rabbimiz! Bize
gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine
önder kıl" derler.
75- İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin
en yüksek makamları ile mükafatlandırılacaklar, orada hürmet ve selamla
karşılanacaklardır.
76- Orada ebedî kalacaklar, orası ne güzel bir
konak ve ne güzel bir makamdır.
77- (Resulüm!) De ki: "Rabbim size ne
kıymet verir duanız olmasa? (Ey inkârcılar! Size bildirdiklerini) kesinkes
yalan saydınız; o halde azab yakanızı bırakmayacaktır!
61- Burçlar. BURÇ: Aslında yüksek köşk
demektir. Gökyüzünde her yıldız topluluğuna, yani özellikle bir arada bulunan
yıldız takımlarından herbirine burç veya suret ismi verilmiş ve kelimenin
bilinen gerçek mânâsı bu olmuştur. Yeryüzü haritasında şehirler ve şehir
haritasında yüksek ve büyük binalar nasılsa, gökyüzü haritasında da burçlar öyle
gibidir. Bize gökyüzündeki yıldızların birer topluluk halinde yer aldıklarını
gösterir. Aslında bunların gerçek durumlarını buradan ölçüp kararlaştıramayız,
fakat en azından görünüşleri ile aydınlanabiliyoruz ve bu şekilde gerçeklikleri
ve adetleri tam bilgimiz altında olmadığından dolayı nekre (belirsiz) olarak
buyurulmuştur. Yıldızların iyice anlaşılması için, burç taksimatı pek eski
zamandan beri görüş olarak benimsenmiş, hatta İdris (a.s)e kadar götürülmüştür.
Batlamyus yirmi biri kuzeyde, on beşi güneyde, on ikisi ortada,
muaddilü'n-nehar denilen bir ucu "Koç" burcunun başında, öteki ucu
"Başak" burcunun sonunda olan bir çizginin etrafında, güneşin bir
sene içerisinde döndüğü görülen yörüngesinin bulunduğu noktada olmak üzere toplam
kırk sekiz burç saymıştır. Bu kırk sekiz burç, bin yirmi dokuz yıldızdan ibaret
olup üç yüz altmış bir tanesi kuzey burçlarında, üç yüz on sekizi güney
burçlarında, üç yüz ellisi de, mıntakatü'l-bürûc denilen orta bölgededir. Bu
mıntaka-i bürûc üzerindeki on iki burç, bir sene zarfında adeta güneşin
birbirini takiben uğradığı evler gibi kabul edilir.
Hamel ü Sevr ile Cevza'da olur fasl-ı bahar
Seretan ü Esed ü Sünbüle'dir yazda karar
Tuttu güz faslını Mizan ile Akreb dahi Kavs,
Cediv ü Delv ve Hût oldu zemistane medar.
"Koç ve Boğa ile İkiz burcunda ilkbahar,
Yengeç ve Aslan ile Başakta'dır yaz günleri.
Terazi ve Akreb ile Yay burcunda sonbahar
Oğlak ve Kova ile Balıkta'dır kış
günleri"
Amerika kıtasının bulunmasıyla burçların
sayısı yüz on yediye çıkarılmış olmakla beraber, on iki burç yine aynıdır.
Bununla beraber, bu on iki burç görünüşe göredir. Fezayı kesmiş gibi kabul
edilen altı dairenin ikiye bölünmesi ile elde edilen on iki bölümden biri
demektir. Yani birer yıldız topluluğu değil, böyle olduğu kabul edilen birer
bölümdür. Burç bu mânâda kabul edilecek olursa, bu on ikiyle sınırlanmış olur.
Astronomi kitaplarında burç, bu on iki hakkında kullanılmış, diğerlerine burç
denilmeyip suret ismi verilmiştir. Bundan dolayı, müfessirlerin çoğu
gezegenlerin yörüngeleri gibi kabul edilen bu oniki burcu söylemişlerdir. Fakat
sözlük yönünden âyette bu mânâya delil yoktur. Âyetin açık mânâsı yaratılan
burucun var sayılan şeyler değil, güneş ve ay gibi gerçek olmasıdır.
"Orada yarattı" Buradaki zamirinin
yine gökyüzüne ait olması ihtimali var ise de buruca ait olması daha yakındır.
"Bir kandil." SİRAC, ışık veren şey, kandil, lamba ki, kasdedilen
Güneş'tir. Bazı kırâetlerde ve 'nin ötresi ile çoğul olarak okunmuştur. Bu
kandiller ise güneşten başka büyük yıldızları da içine alır. "Bir de nurlu
bir ay yarattı."
KAMER-İ MÜNÎR: Parlak Ay, aydın aydır. Üç güne
kadar hilâl, ondan sonraya Kamer ismi verilir.
MÜNÎR: Nurlu ve nurlandıran, demektir.
Görülüyor ki, yüce Rahmân'ın rahmetinin feyiz ve bereketi gösterilirken
gökyüzünün burçları ile tasvir edilmiş ve içine bir ışık kaynağı (güneş) ve bir
de parlayan ay konulmuştur. Gayet sade görünen ve fakat bütün âlemin
manzarasını içinde bulunduran bu parlak ifade de çok derin gerçekler
parlamaktadır.
Burçların bize karşı görüntüleri ne kadar
nisbî olursa olsun gerçekte gök cisimlerinin takım takım çeşitli şekillerde bir
arada topluluklar meydana getirdiklerini gösterir. Ve bu şekilde sınırına
ulaşılmaz bir kudretin yaratışındaki büyüklüğü anlatır. Eğer bu gök
cisimlerinin maddeleri fezada birbirinden ayrılmayıp da hepsi sadece tabii bir
tarzda bırakılmış, hepsi bir hacimde toplanmış olsaydı ne bu cisimler ve
burçlar olur, ne de bu feyiz ve bereket bulunurdu. Bu sebepten, bu maddelerin
küçük parçaları olan atomları arasındaki uyum ve denge hiç değiştirilmemiş
olsaydı, kendi haline bırakılsaydı yine bu yıldızlar ve burçlar bulunmaz ve bu
feyiz ve rahmet olmazdı. Sonra bütün maddeler aynı miktarda ayrılmış ve
birleştirilmiş, hepsi eşit yoğunluklara ayrılmış olsaydı, böyle çeşitli burçlar
meydana gelmez ve bu sirac (güneş) ve ay meydana çıkmazdı. Demek ki,
gökyüzündeki burçların o değişik görüntüleri her şeyden önce, yaratılışlar
üzerinde hakim olan yüce yaratıcının, yaratıcılığına bir delildir. İkinci
olarak yüksek köşkler, kandillerle gökyüzünün tamamında, yüksek ve büyük bir
şehrin, bir medeniyetin gönüle taht kuran manzarası ifade edilmiş ve böyle
yüksek ve sosyal bir görüntüye yükselmek hissi aşılanmıştır.
62-Onun için buyuruluyor ki; gece ile gündüzü
birbiri ardınca getiren O'dur. Yani birinde yapılamayanı diğerinde yapılmak
için yerine koyan, yahut birbirini takip ettirerek değiştirip duran. ibret
almak veya şükretmek isteyen için. Yani aklını başına alıp eksiğini tamamlamak,
ilmî veya amelî bir iş görmek isteyen kimseler için, çünkü düşünmeye ve vazife
görmeye niyyeti olmayan tembel kimseler için zamanın değişmesinde hiçbir mânâ
yoktur. Onlar zamanı öldürmeye çalışırlar.
TEZEKKÜR: Bu rahmet eserlerini ve sanat
delillerini düşünerek kendi noksanını ve yüce yaratıcısını kuvvet ve kudretini
anlamak
ŞÜKÜR: O Rahmân'a kulluk görevini yerine
getirmek. Şimdi bunu açıklamak için yeniden söze başlama (istinaf) vav'ı ile
buyuruluyor ki:
63- Ve o Rahmân'ın kulları, yani zikir ve
şükrünü bilerek yalnız o Rahmân'a kulluk eden o mutlu kimseler. Bu mübtedâ'nın
haberi ta sûrenin sonuna doğru gelecek olan "O kimseler yüksek makamlarla
mükafatlanırlar. " (25/5) âyetidir. Bununla beraber şu da olabilir: Onlar
ki yeryüzünde tevazu ile yürürler. Burada Rahmân'ın kullarının herbiri bir
zümreyi andıran sekiz sıfatla nitelenerek İslâm ahlâkının, medeniyetinin,
düşüncesinin ve idealinin bir özeti yapılmıştır, şöyle ki:
1- Genellikle gidişatlarını gösteriyor, yani
Rahmân'ın kulları, öyle kimselerdir ki, önce gidişleri, yeryüzünde yürüyüşleri
ve hareket tarzları mülayimdir. Zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin
değil; sukünet ve vakar ile alçak gönüllü bir şekilde terbiyeli, nazik ve
yumuşak yürürler. Etraflarını sıkıntılandırmaz, eza vermez, sendeler gibi
gitmez, hesaplı, saygılı, merhamet tavrıyla güven ve huzur yayarak giderler.
Cahiller, yani kendini bilmezler, edebsiz güruh laf attığı zamanda kendilerine
"selam" derler. Selametle neticelenecek söz söyler, yahut selametle
derler. Onlara çatmaya tenezzül etmezler, tahammül de ederler.
64-2- Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve
kıyamlar ederek gecelerler. Yani gece evlerine, yataklarına çekildikleri zaman
gidişatları bu olur. Rablerine halisane namaz kılarlar. Yatışları, kalkışları
da hep Allah için olur.
65-3- Ve onlar ki gerek namazlarının arkasında
ve gerek diğer zamanlarda şöyle dua ederler: Ey Rabbimiz! Bizlerden cehehnem
azabını defet. Yani cehennem azabından kurtulmak, ilk emelleridir. İbadet ve
gayretlerine güvenmeyerek daima kurtuluşlarına duâ ederler. Çünkü onun azabı
geçici bir şey değildir. Bu alacaklı gibi enseye binmiş kaçınılmaz bir beladır.
66- Gerçekte o (cehennem) ne kötü bir uğrak ve
ne kötü konaktır!
MÜSTEKARR, makarr; MÜKÂM, ikametgah demektir.
İkisi de durulan yer demek olduğuna göre birbirinden ayırmak zordur. Müstekarr,
âsilere; mükam, kâfirlere göre denilmiş ise de bu mânâ cennette cereyan
etmeyeceğinden müstekarrı, oturma yeri içindeki özel yer olarak düşünmek daha
uygundur. Mesela, bir köy oturma yeri ise, müstekarr ondaki bir oda gibidir.
İçi dışı bütün çevresi fena demek olur.
67-4- Ve onlar ki harcadıklarında israf
etmezler.
İSRAF: Hergangi bir şeyde haddini aşmaktır.
İnfakta israf da, harcamada haddini aşırmaktır. Masraf ya bir zaruret veya bir
ihtiyaç veya bir güzellik için yapılır. Zaruri olan masraf yapılmayınca yaşamak
mümkün olmaz; mesela ölmeyecek kadar yemek bir zarurettir. İhtiyaç duyulan
masraf yapılmazsa güçlük çekilir; mesela doyacak kadar yemek, ihtiyaçtır.
Güzelleştirme için yapılacak masraf yapılmazsa, güzel olmaz; hoş yemek gibi.
Ferdin ve toplumun kendi kazancına göre bu derecelerden bir sınırı vardır. Şu
halde ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne de güzellik için olmayan, faydasız, zararlı,
meşru olmayan yönlere yapılan harcama herkes için bir israf olduğu gibi,
insanların ihtiyacı karşısında fazla yiyip içmek de güzel değil, israf sınırına
girmiş olur. İyilik ve yarar sağlayan şeylere harcamak ise boşa harcamak değil,
üretmek olacağından israf olmaz. Rahmân'ın kulları faydasız, hayırsız yere
sarfetmezler. Hakkını da kısmazlar ikisi arası denk olur. İşte iktisat denilen
de budur. İstiva (denk olma)dan seva (eşit) olduğu gibi, istikamet (doğru
hareket)den kavam (kıvam) iki ucun denk gelmesidir ki muvazene (denge) dahi
deriz (Bakara, 2/236 ve İsra, 17/100. âyetlerin tefsirine bkz.)
68-71-5- Ve onlar ki Allah ile beraber başka
bir ilâha yalvarmazlar. Şirk, katil, zina büyük günahların en büyüğü olan bu üç
büyük günah din, medeniyet ve insanlık namına işlenip duran cinayetlerden
olduğu için, burada özellikle bunlardan sakınmak zikredilmiştir. Allah'ın haram
ettiği, muhterem kıldığı canı (almazlar); Allah için söz verilmiş olan herhangi
bir nefsi ki eman dileyip sığınan kimse dahi buna dahildir. Bundan dolayı
hiçbir andlaşması bulunmayan savaş halindekilerden başkasının kanının
akıtılması yasaktır. Hakk ile olan başka, kısas ve hadd gibi. Günahın cezası
vebal (azab)dır. Hafs kırâetinde bu zamirin kural dışı olarak uzatılması,
cezanın ebediliğine işaret ederek mânâ yönüne uygun düşmesi için olsa gerektir.
Bu zamirin azabı işareti, cehennem ateşinin ebedî oluşundadır, azabda değildir,
diyenlerin görüşlerinin tersine bir delil olmaktadır.
72- 6- Ve onlar ki, yalana şahid olmazlar.
Yalan yere şahitlik etmedikleri gibi, yalan söylenen ve yalan dolan dönen
yerlerde de durmazlar. "Boş söze rastladıkları zaman" .
LAĞIV, faydasız veya zararlı olduğundan terk
edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler demektir ki,
dilimizde lağviyyat (boş söz ve işler) diye anılır. Bazıları, taat (kulluk)
olmayan şeyler diye tefsir etmişlerdir, fakat mubah olan şeyler taat olmamakla
birlikte lağıv (boş şeyler) de değildir. Yani lağviyyata girmezler, fakat
yolları düşer, rastgelirlerse vakar ile onurlu bir şekilde (oradan) geçer
giderler.Bunun tefsiri, Kasas Sûresi'ndeki "Onlar, boş söz işittikleri
zaman ondan yüz çevirirler ve 'Bizim işlerimiz bize sizin işleriniz size. Size
selam olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz' derler"
(Kasas, 28/55) âyetidir.
73-7- Ve onlar ki, Rablerinin âyetleri
kendilerine hatırlatıldığında; yani kendilerine ihtar edildiği, vaaz ve nasihat
olunduğu, ders verildiği zamanlar, o âyetlere karşı sağırlar ve körler gibi
davranmazlar, yani dinlememezlik etmezler, üzerine üşüşürler, fakat görür göz,
dinler kulak olarak üşüşürler.
74-8- Ve onlar ki, Ey Rabbimiz! gözümüzü
aydınlatacak eşler ve zürriyetler ihsan et -burada harfi beyaniyye (açıklama)
veya ibtidâiyye (başlangıç) için olmasına göre iki mânâ caizdir. Birisi,
bizlere gözlerimizi aydınlatacak eşler ve zürriyetler ver demek; diğeri de,
eşlerimiz ve zürriyetlerimiz sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nimetler,
mutluluklar ver, demektir. Bu dilek, aile ve evlad terbiyesine verilen önemi
gösterir- ve bizi takva sahiplerine önder kıl, derler Takva sahipleri Allah'ın
korumasıyla, cehennem azabından korunan mutlu kimselerdir.
İMAM: Başkan, öncü, kendisine uyulan kimse
demektir. Yalnız muttaki olmak değil, müttakilerin önderi olmak arzusu ne büyük
gaye, ne kutsal bir düşünce ve idealdir. Düşünmeli ki, Rahmân'ın kullarının
ruhlarındaki büyüklüğü gösteren bu duanın içinde bulundurduğu mânâ ne yüksek,
ne toplayıcıdır! Bundan yüksek bir fikrî ilerleme, yüce gayret düşünülemez.
75-76- İşte bunlar yaptıkları sabırlarına
karşılık gurfe (yüce makamlar) ile mükafatlandırılacaklardır. "Onlar
cennet odalarında huzur içindedirler" (Sebe' 34/37) olacaklar, yani en
yüksek dereceye, cennet köşklerinin en yükseklerine çıkarılacaklar.
GURFE: Aslında yüksek bina ve konakların
terası, kulesi gibi en yüksek noktası demek olup burada gökyüzünün burçlarına
uygun olarak bir yükseklik ifade etmektedir. Bu sebeple olmalıdır ki, yedinci
gök diye de tefsir edilmiştir. İşte onlar öyle yükselecekler, ve orada bir
sağlık ve selam ile karşılanacaklar.
TAHIYYE: Sağ olasınız, Allah sağlık versin,
Allah ömürler versin gibi hayat duası; selam da, selamet duasıdır.
"Her türlü saygı, salat ve iyilikler
Allah'a mahsustur. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun ey
Peygamber! Selamet bizim ve iyi kulların üzerine olsun. Ben şehadet ederim ki,
Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed, Allah'ın kulu
ve resulüdür."
77- De ki: "Rabbim ne kıymet verir size
duanız olmasa? Yani "Ben cinleri ve insanları, anca bana kulluk etsinler
diye yarattım." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere, yaratılışınızın
hikmeti ibadet ve kulluktur. Onun için ibadetiniz ve kulluğunuz olmasa Allah
katında ne kıymet ve öneminiz olurdu? Duanız olmadığı takdirde (kesin kes)
yalan saymışsınız, Rabbinize inanmamışsınız demektir. O halde o yalanlamanın
cezası, gerekli bir sonuç olur, yarın boynunuza geçer.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Furkan Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.