Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Enfal Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
8-ENFAL:
Resulüm, sana enfâlden, ganimetlerden
soruyorlar Enfâli soruyorlar buyurulmayıp "enfâlden soruyorlar"
buyurulması gösterir ki, asıl enfâli soruyorlar veya ganimeti istiyorlar demek
olmayıp, enfâlin durumunu, onunla ilgili hükmünü soruyorlar demek olduğuna
işarettir ve, bu cihet zaten verilen cevap ile açıklık kazanacaktır. Sonra
bunun A'raf sûresinin son âyetlerine ilgisi bakımından da kulluğa yönelik, yani
hakkiyle kulluk edebilme arzusundan doğan bir soru olduğundan da gaflet
edilmemek gerekir. Cevap olarak: De ki; enfâl, Allah ve Resulünündür. Yani
enfâl hakkında hüküm vermek Allah'a ve Resul'e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve
onayı yoktur. Allah nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder. Şu
halde Allah'a karşı gelmekten sakınınız, Allah'a ittika ediniz ve gazabına
sebep olacak hâllerden sakınıp korununuz. Ve aranızdaki açıklığı gideriniz,
düzeltiniz. İhtilaf ve anlaşmazlıkları gerektiren hâllerinizi düzeltiniz ve
bunu yapabilmek için Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz eğer müminler iseniz,
böyle yaparsınız. Zira müminler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yani
sırf Allah'ın ism-i celâli söylendiği, sıfatlarından hiç bahsolunmaksızın ve
fiillerinden, kudretinden hiçbiri gösterilmeksizin yalnızca "Allah"
denildiği zaman yürekleri oynar, kalblerini rahmet ümidi ve sevgi heyecanı
kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar, Allah'ın azamet ve ihtişamından
kaynaklanan bir ürperti kaplar. Ve üzerlerine O'nun âyetleri okunduğu, tilâvet
edildiği vakit imanlarını arttırır. Bilgi ve ibadet sebepleri ve delilleri
arttıkça iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar, tahkik
gelişir, yakîn ve itminanları ziyadeleşir. Ve ancak Rab'lerine tevekkül ve
itimat eylerler. Başkasına değil, yalnızca Allah'a güvenir ve O'na teslimiyet
gösterirler ve işlerinde başarıyı ondan beklerler.
2- Resulüm, sana enfâlden, ganimetlerden
soruyorlar Enfâli soruyorlar buyurulmayıp "enfâlden soruyorlar"
buyurulması gösterir ki, asıl enfâli soruyorlar veya ganimeti istiyorlar demek
olmayıp, enfâlin durumunu, onunla ilgili hükmünü soruyorlar demek olduğuna
işarettir ve, bu cihet zaten verilen cevap ile açıklık kazanacaktır. Sonra
bunun A'raf sûresinin son âyetlerine ilgisi bakımından da kulluğa yönelik, yani
hakkiyle kulluk edebilme arzusundan doğan bir soru olduğundan da gaflet
edilmemek gerekir. Cevap olarak: De ki; enfâl, Allah ve Resulünündür. Yani
enfâl hakkında hüküm vermek Allah'a ve Resul'e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve
onayı yoktur. Allah nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder. Şu
halde Allah'a karşı gelmekten sakınınız, Allah'a ittika ediniz ve gazabına
sebep olacak hâllerden sakınıp korununuz. Ve aranızdaki açıklığı gideriniz,
düzeltiniz. İhtilaf ve anlaşmazlıkları gerektiren hâllerinizi düzeltiniz ve
bunu yapabilmek için Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz eğer müminler iseniz,
böyle yaparsınız. Zira müminler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yani
sırf Allah'ın ism-i celâli söylendiği, sıfatlarından hiç bahsolunmaksızın ve
fiillerinden, kudretinden hiçbiri gösterilmeksizin yalnızca "Allah"
denildiği zaman yürekleri oynar, kalblerini rahmet ümidi ve sevgi heyecanı
kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar, Allah'ın azamet ve ihtişamından
kaynaklanan bir ürperti kaplar. Ve üzerlerine O'nun âyetleri okunduğu, tilâvet
edildiği vakit imanlarını arttırır. Bilgi ve ibadet sebepleri ve delilleri
arttıkça iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar, tahkik
gelişir, yakîn ve itminanları ziyadeleşir. Ve ancak Rab'lerine tevekkül ve
itimat eylerler. Başkasına değil, yalnızca Allah'a güvenir ve O'na teslimiyet
gösterirler ve işlerinde başarıyı ondan beklerler.
3- Onlar ki, Namazı hakkiyle kılar ve
kendilerine verdiğimiz rızıklardan infakta bulunurlar.
4- İşte onlar, yani bu özellikleri kazanmış
olan müminler yok mu hakkiyle mümin olanlar işte ancak bunlardır. Gerçekte
mümin diye ancak bunlara denilir. Zira hem kalbleri, hem kalıpları ve amelleri
ile mümindirler. Bunlar için Rableri katında yüksek yüksek dereceler ve büyük
bir mağfiret ve kerim bir rızık vardır. Öyle kerim bir rızık ki, sayısı ve
süresi tükenmez, ardı arkası kesilmez, zararsız ve tükenmez, derdi belası
olmaz, sırf hayır ve sırf nimet olan bir rızık vardır ki iman ile güzel amelin
asıl ecri işte bunlardır. Dünya malı ve savaş ganimetleri bunların yanında kâle
alınmaya bile değmez. Şu halde enfâlin hükmünü sorarken, her şeyden önce şunu
bilmek gerekir ki,enfâl, bu dereceleri, bu mağfireti ve bu kerim rızkı ihlal
etmemek şartıyla ve onun üzerine ziyade, fazladan bir nimet olmak üzere
düşünülmeli ve ele alınmalıdır. Yoksa ganimetler, helâl olan birer enfâl olma
özelliğini kaybeder, birer vebal ve günah olur. Bu hâl, bu enfâl meselesindeki
durum neye benzer bilir misiniz?
5-Ey Muammed, Bu hâl, şunun gibidir ki Rabbin
seni hakkı açığa çıkarma uğruna, yatağından kaldırıp, evinden dışarı
çıkarmıştı, yani Rabbin seni, Medine'deki evinden çıkarıp Bedir tarafına doğru
hareket etmeni emreylediği zaman, hakkı yerine getirmek gibi gerçek bir sebeple
çıkarmıştı. İşte o sırada bu müminlerin bir kısmı gönülsüzdüler. Savaşı arzu
eder bir durumda değildiler. Bunun için ilk yola çıkışta işin içyüzünü
bilmiyorlardı. Gerekli hazırlıklarını yapmadan sadece bir kervana gidiliyor
diye gelişigüzel çıkmış bulunuyorlardı, savaşmayı da istemiyorlardı.
6- Hakikat iyice açıklık kazandıktan, yani
savaşın kaçınılmaz olduğu iyice anlaşıldıktan sonra hâlâ o konuda sana karşı
mücadele ediyorlardı, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi
davranıyorlardı. Yani doğal olarak savaşmaktan gocundukları veya harp için
hazırlanmış olmadıkları için, iki süvari ve üçyüz onüç piyadeden oluşan ufacık
bir birlikle düşmana karşı savaş vermeyi bir kısım müminler çok tehlikeli ve
mahzurlu görüyorlardı ve savaşı hoş karşılamıyorlardı.
7- Ve unutmayın o vakti ki, Allah size iki
taifeden birisi sizin olacaktır diye vaad ediyordu; siz ise istiyordunuz ki,
şevketi olmayan şey sizin olsun. Bu iki taifenin birisi Ebu Süfyân'ın
yönetiminde Amr b. As ile Amr b. Hişam'ın dahi içinde bulunduğu kırk süvari
muhafazasında Şam'dan gelmekte olan büyük bir ticaret kervanı idi. Hz.
Peygamber bu kervanın gelişini haber vererek Medine'den hareket etmişti.
Sahabenin birçoğu, hareketin hedefinin yalnızca bu kervanı vurmak olduğu
düşüncesinde bulunduklarından bu harekete fazla ağırlık kuşanmadan katılmışlardı.
Oysa öte yandan bütün Mekke halkı ayaklanmış büyük bir kalabalık teşkil ederek
Ebu Cehil kumandasında hareket etmiş, güçlü ve şevketli bir taife idi Bin
kişilik silahlı bir Kureyş ordusu Bedir'e doğru geliyordu. O zaman Cebrail
inmiş ve demiştir ki, Ey Muhammed, Allah Teâlâ size iki taifenin birini vaad
etti; ya ıyr, ya nefîr yani ya kervan veya Kureyş ordusu". Bunun üzerine
Resulullah yolda ashabı ile istişare edip buyurdu ki, "ne diyorsunuz?
Kureyşliler yola çıktılar, "her türlü zorluğa ve sıkıntıya rağmen"
bize doğru geliyorlar. Sizce kervan mı daha iyi, yoksa onları karşılamak
mı?" Büyük bir kısmı: "Hayır, bizce düşmanı karşılamaktansa kervanı
takip etmek daha iyi." dediler. Buna karşı Resulullah'ın mübarek
yüzlerinde bir burukluk hasıl oldu. Sonra şunları söyledi: "Kervan deniz
kenarından geçti gitti, Ebu Cehil ise bize doğru geliyor" dedi. Bunun
üzerine yine de "Ya Resulallah, kervana bak, düşmanı bırak." dediler.
Hz. Peygamber öfkelenmişti, Ebubekir ve Ömer (r.a.) kalktılar güzel sözler söylediler.
Sonra Sa'd b. Ubade kalktı ve dedi ki "Ey Allah'ın Resulü! Kendi emrine
bak ve icra et, vallahi sen yani Aden körfezine gitsen Ensar'dan bir kişi bile
geri kalmaz." dedi. Daha sonra Mikdat b. Amr, kalktı ve dedi ki "Ya
Resulallah! Allah Teâlâ sana ne emrettiyse onu icra et, ne tarafa gidersen biz
kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya dedikleri
gibi, "Git, sen ve Rabb'in birlikte savaşın, biz işte burada oturup
bekliyoruz." (Mâide 5/24) demeyiz, lâkin deriz ki Sen Rabb'inle git,
ikiniz onlarla savaşınız, biz de sizinle beraberiz, gören bir tek gözümüz
bulunduğu müddetçe savaşacağız". Bunun üzerine Resulullah'ın yüzü güldü,
"Şimdi bana söyleyin, insanlar bu iki görüşten hangisinden yanadır?"
buyurdu. Ve insanlar sözünden maksadı da Ensar idi. Zira Ensar Akabe'de bey'at
ettikleri zaman "Sen bizim diyarımıza gelinceye kadar zimmetimizde
değilsin, ancak bize geldiğin zaman zimmetimizdesin, kendi çoluk çocuğumuzu
müdafaa ettiğimiz gibi seni de müdafaa edeceğiz" diye söz vermişlerdi. Ve
anlaşıldığına göre Resul-i Ekrem Ensar'ın "Biz ancak Medine içinde hücum
eden bir düşmana karşı müdafaayı üstlenmiştik." gibi bir görüş öne
sürmeleri ihtimalini hesaba katıyor gibiydi. Sa'd b. Muaz kalkıp "Ey
Allah'ın Resulü! Galiba bizi kastediyorsun?" deyince, o da
"evet" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd dedi ki: "Biz sana iman
ettik, seni tasdik eyledik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. Bu
konuda sana uymak ve itaat etmek üzere söz verdik. Şu halde sen ne dilersen onu
yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen bize şu
denizi gösterip dalsan biz de beraber dalarız ve içimizden bir tek kişi bile
geri kalmaz. Bizimle düşmana karşı gitmeni de hoş görmezlik etmeyiz. Biz harpte
sebatkârız, çarpışma sırasında sadakat gösteren kimseleriz. Umulur ki Allah
Teâlâ, bizden sana, yüzünü güldürecek şeyler gösterecektir. Şu halde yürüt bizi
Allah'ın bereketine". Sa'd'in bu sözlerinden Resulullah çok memmun oldu ve
sevindi, sonra da buyurdu ki; "Haydi yürüyün Allah'ın bereketine, size
müjde veriyorum ki, Allah bana iki taifenin birini vaad buyurdu. Allah biliyor
ki, ben sanki şu anda onların devrilip yere serilecekleri yerleri görür gibi
oluyorum".
İşte harbin nihayetinde daha önce enfâl
meselesi üzerine cereyan eden bu gibi hâller ihtar olunarak buyuruluyor ki:
Size Allah iki taifeden herhangi birini vaad ediyorken siz şevketsiz olan
tarafı arzu ediyordunuz, oysa Allah kelimeleriyle hakkı yerine getirmeyi ve
kâfirlerin kökünü kesmeyi murad ediyordu. Yani siz kervanı vurmak gibi, şanı ve
şerefi olmayan küçük şeyler istiyordunuz. Oysa Allah hakkınızda daha şerefli
olan yüksek şeyler murad ediyordu. Hakkın yücelmesini ve kâfirlerin
kahrolmasını, hak dinin şan ve şeref kazanmasını takdir ve irade buyurdu. İşte
bu size, sizin kendi iradenizle Allah'ın hükmü ve iradesi arasında sizin
lehinize ne kadar büyük bir fark bulunduğunu anlatır. Burada şuna iyi dikkat
etmek lazım gelir ki Allah Teâlâ, bu hakkı yerine getirmeyi doğrudan doğruya
yaratmayla değil, kelimeleri ile, yani emri ile yerine getirmek istiyordu. İşte
böyle Allah'ın emri ve kelimesiyle beşerin de ona uyup itaat etmesiyle
yapılması gereken şeylere cürm ü ma'siyet veya derece ve mağfiret tahakkuk
eder. Yoksa Allah Teâlâ'nın kelimeleri ile değil de doğrudan doğruya cebri ve
yaratmasıyla yaptığı ve yapacağı şeylerde beşerin irade ve çabasının hiçbir
hükmü yoktur.
8-Bunun için Allah, herşeyden önce kelimeleri
ve âyetleri ile onu belirsiz olarak yapıyor ve vaad ediyordu ki, o mücrimler
istemeseler ve hoşlanmasalar da, yani o kâfirlerin o müşriklerin iradelerine
rağmen hakkı yerine getirsin ve batılı yok etsin, hakkın hak, batılın da batıl
olduğunu iyice açığa çıkarsın ve ilan etsin.
Unutmayın ve iyice hatırlayın o vakti ki:
Meâl-i Şerifi
9- O vakit siz Rabbinizden yardım diliyordunuz.
O da: "Ben işte ardarda bin melekle size yardım ediyorum" diye
duanızı kabul buyurmuştu.
10- Bunu da Allah size sırf bir müjde olsun ve
bununla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer ancak Allah
katındandır. Gerçekten Allah mutlak galiptir ve hikmet sahibidir.
11- O sırada size, yine katından bir güven ve
esenlik olmak üzere bir uyku sardırıyordu, sizi temizlemek, şeytanın
vesvesesini sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam
durdurmak için gökten üzerinize yağmur indiriyordu.
12- İşte o anda Rabbin meleklere şöyle
vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, müminlere sebat verin. Kâfirlerin yüreğine
korku salacağım, hemen boyunlarının üstüne vurun, parmaklarına, parmaklarına
vurun".
13- Çünkü onlar Allah'a ve Resulüne karşı
geldiler. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki Allah'ın azabı çok
çetindir.
14- İşte gördünüz ya, şimdilik siz bunu tadın,
şu da kesindir ki, ahirette kâfirlere cehennem azabı vardır.
9- Hani siz Rabbinize istiğase ediyor,
yalvarıyor, imdat ve yardım istiyordunuz ya... Müminler savaşın ve çatışmanın
kaçınılmaz olduğunu anladıkları zaman "Ey Rabb'imiz, Senin düşmanlarına
karşı bize yardım et! Ey yalvaranların niyazını duyan, bize merhamet et!"
diye dua etmeye başlamışlardı. Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre; Hz.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, müşriklere baktı, bin kadar idiler, bir de
ashabına baktı, üçyüz on kadar kişiydiler. Bunun üzerine kıbleye döndü ve iki
elini kaldırıp "İlâhî bana verdiğin sözü yerine getir! İlâhî, şu bir avuç
insan yok olursa, sana yeryüzünde ibadet eden kalmayacak." diye dua etmeye
başladı, bir süre duaya devam etti, nihayet omuzundan ridası düştü. Onu Hz.
Ebubekir aldı, müberek omuzuna koydu ve ardından "Ey Allah'ın Resulü!
Rabbine niyazın ve münacatın yetişir, O, sana olan vaadini yerine
getirecektir." dedi. Rabbiniz de size şöyle cevap verdi , yani şu şekilde
âyet nâzil oldu: Hiç şüphesiz Ben size ardı ardına bin melek ile yardım
edeceğim. Bu kadar melâikeye ne lüzum vardı? Allah melek göndermeden de
dilediğini yapamaz mıydı? Ve Allah dilediği takdirde bir tek melek bile
dünyanın altını üstüne getirmeye yetmez miydi?
10- Fakat Allah, bu yardımı sırf bir müjde
olsun diye, bir de bununla kalbleriniz huzura kavuşsun diye yaptı. Nusret ve
zafer ancak Allah katındandır . Ne maddî sebeplerden ve görünüşteki
kuvvetlerden, ne de meleklerden değildir. Allah Teâlâ size iş başartmak, sizi
zafere kavuşturmak istemiş, sizin korkularınızı ve acılarınızı yüreğinizden
silip atmak, heyecan ve telaşınızı teskin etmek, ayrıca verdiği müjde ile de
güven ve huzurunuzu arttırmak istemiştir. Bundan dolayı size bin melekle imdat
göndermiştir ki, hakikatte bütün kuvvetin ve etkinin Allah'a mahsus olduğunu,
Allah dileyince zayıfları kuvvetlilere galip getireceğini, O istemeyince maddî
veya manevî kuvvetlerin hiçbir işe yaramayacağını iyice anlayasınız ve
vazifelerinizi yapmak için, kendinizi zayıf görerek ümitsizliğe düşmeyesiniz,
karamsar olmayasanız, Allah'ın yardımından ümit kesmiyeseniz. Ayrıca Allah'ın
kullarına verdiği emirlerle yaptıracağı bu gibi işlerde "Eğer Allah murad
ediyorsa, bizi karıştırmadan kendisi doğrudan doğruya yapıversin."
demiyesiniz de maddî açıdan en ümitsiz görünen zamanlarda bile azimli, kararlı
ve ümitli olarak çalışasınız. Çünkü Allah, şüphesiz güçlüdür, hüküm ve hikmet
sahibidir. Onun verdiği hükme karşı itiraz mümkün olmaz, yaptığı işler de
hikmetten uzak olmaz. Bu iyice anlaşıldıktan sonradır ki, Âl-i İmran
Sûresi'nde, Uhud Savaşı hakkında "Nusret ve zafer ancak aziz ve hakim olan
Allah tarafındandır." (Âl-i İmran, 3/126) buyurulmuştur. Allah'ın
hikmetine bakınız ki:
11- Hani size uykuyu sardırıverdi fakat o uyku
gaflete düşürüp sizi baskına uğratmak için değildi. Allah tarafından bir
güvenlik ve esenlik olmak, korkunuzu silip sizi dinlendirmek içindi , ve
üzerinize hiç umulmadık bir zamanda, gökten su indiriyordu, düşman ordusu daha
önce gelmiş, su bulunan yerleri tutmuştu, müslümanlara bir yudum su vermiyorlar
ve onların susuz bıraktıkları zaman, daha kolay zafer kazanacaklarını
umuyorlardı. Bundan başka bulundukları mevki kumluktu, ayakları kuma gömülüyor,
yürürken güçlük çekiyorlardı, üstelik kumlar savruluyor ve etraf toz duman
oluyordu. Düşmanın çokluğu, araç ve gereçlerinin üstünlüğü yetmiyormuş gibi,
içinde bulundukları bu olumsuz durumlar da müslümanların moralini bozuyor,
birçok korkulara ve endişelere sebep oluyordu. Tam o sırada Allah Teâlâ, geceleyin
bir yağmur ihsan etmiş müslümanların önündeki vadi ırmak gibi akmıştı.
Bakınız bu yağmur, susuzluğu giderdiği gibi,
daha başka ne kadar nimetleri ve hikmetleri içeriyordu. Şöyle ki:
1- Sizi bununla temizlesin, kirli şeylerden
temizleyip arındırsın, necasetten ve hadesten taharet etmenizi sağlasın:
Abdestinizi, guslünüzü yapmanıza yarasın da bu yüzden gönlünüzü huzura
kavuştursun. Çünkü müminler su bulamadıkları zaman sıcaktan ve susuzluktan
etkilendikleri kadar, belki daha fazlasıyla gusülsüzlükten ve abdestsizlikten
dolayı rahatsız olurlar, elem duyarlar. Mümin bir kimse cünüp olduğu zaman
adeta kendinden tiksinir, gusül yapamazsa kalbi rahat etmez ve bu yüzden acı
çeker. Ve hakikaten temizlik her nimetin temelidir. Bu hikmete bağlı olarak
Allah Teâlâ, temizliğe yaraması bakımından suyun birinci faydasını ve hikmetini
bunu belirtmek için zikretmiştir ve bu faydasını en öne almıştır.
2- Ve sizden şeytanın ezasını, vesvesesini
gidersin diye. Düşman Bedir suyunu tutmuş bulunduğu için şeytan müslümanlara bu
vesile ile vesvese veriyordu ki, onları susuzluktan kırılmakla korkutuyordu.
Rivayet olunduğuna göre, müslümanlardan birçoğu uyuyup ihtilam olunca, iblis,
kendilerine görünüp demişti ki, "Siz hak yolda olduğunuzu sanıyorsunuz,
halbuki cenabet cenabet namaz kılacaksınız ve susuzluktan helâk olacaksınız.
Eğer hak yolda olsaydınız, düşman su başlarını tutabilir miydi?"
İşte yağmurun yağması, şeytanın bu gibi
vesveselerini de ortadan kaldırmıştı.
3- Ve kalbleriniz üzerine bir rabıta olsun
diye . Allah'ın lütfunun bir başlangıcı olan bu olayı hepiniz görüp de
kalbleriniz kuvvet bulsun, Allah'a olan güveniniz ve tevekkülünüz kesinlik
kazansın, Allah'a ve birbirinize bağlılığınız artsın diye.
4- Ve bununla ayaklarınızı tespit etsin diye .
Ayaklarınızı yerli yerinde tutsun, sizi yere sıkı bastırsın da kumlara gömülüp
kaymasın diye. Veya düşman karşısında ayak direten kimseler olasınız diye.
12- İşte o vakit, ey Muhammed! Rabbin
meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, yani yardımım ve inayetim,
imdadım ve muvaffakiyetim sizinle beraberdir. Şu halde, ey meleklerim, iman
edenleri tespit ediniz, ayaklarını kaydırmayıp, dimdik ayakta kalmalarını
sağlayınız. Yakında Ben kâfir olanların kalblerine korku salacağım, o zaman
hemen boyunlarının üstüne vurunuz, ve onların parmaklarına kadar her
taraflarına vurunuz.
13- Bunun sebebi de onların Allah'a ve
Resulüne şikak yapmaları, zıt gitmeye uğraşmalarıdır. Çünkü her kim Allah'a ve
Resulü'ne zıt giderse, (şikak ederse), şüphe yok ki, Allah şedidü'l-ikabdır,
cezası çetin olandır.
14- İşte ey kâfirler gördünüz ya Allah'ın emri
işte böyledir. Şu halde bunu tadınız bakalım. Kâfirlere bundan başka bir de
ateş azabı vardır, o da muhakkaktır ve ahirettedir.
Bundan böyle:
Meâl-i Şerifi
15- Ey iman edenler! Toplu olarak kâfirlerle
karşılaştığınız zaman, onlara arkalarınızı dönmeyin (kaçmayın).
16- Böyle bir günde her kim onlara, tekrar
dönüp çarpışmak için geri çekilmek veya diğer bir safta yeniden mevzilenmek
hâlleri dışında, arkasını dönerse, muhakkak Allah'dan bir gazaba uğramış olur
ve varacağı yer cehennemdir, orası da ne kötü bir akıbettir.
15- Ey iman edenler, ey müminler cemaatı!
Kâfirlere zahf hâlinde rastladığınız vakit, yani sizden sayıca üstün olarak,
sürü sürü saf tutmuş olarak harp düzeninde karşılaştığınız zaman onlara
arkanızı çevirmeyiniz. Sizin kadar oldukları veya sizden daha az oldukları
zamanlar şöyle dursun, sizden çok fazla oldukları zaman bile kıç dönüp
kaçmayınız. Siz de derhal saf tutup savaş düzeni alınız.
16-Zira öyle bir günde her kim onlara kıçını
dönerse, ancak yeniden dönüp çarpışmak için yan çizerse, yani düşmanı yanıltmak
ve daha iyi vurmak için vur-kaç ve tekrar vur-kaç gibi bir savaş hilesi
maksadıyla bunu yaparsa, veya bir takıma çekilmek ve orada mevzilenmek
suretiyle, (mesela daha büyük bir düşman birliğine saldırmak veya bir yerdeki müslüman
birliğine imdat etmek veya iltihak etmek üzere) geri dönenlerden başkası
muhakkak Allah'dan bir gazaba uğramış olur. "Onun varacağı yer de
cehennemdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." Eğer düşman sayıca
müslümanların iki katından daha fazla ise, bu durumla ilgili hükümler biraz
sonra gelecek olan "İşte şimdi Allah sizin yükünüzü hafifletti."
âyetinin gereğince bu hüküm tahsis edilmiş olur.
İşin içyüzü böyle yukarda anlatıldığı gibi
olunca:
Meâl-i Şerifi
17- Sonra onları siz öldürmediniz, lâkin Allah
öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da müminlere güzel
bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işitendir, bilendir.
18- Gördünüz ya, Allah, kâfirlerin kurduğu
tuzağı işte böyle boşa çıkarır.
19- Fetih istiyorsanız, işte size fetih
gelmiştir, eğer aşırı gitmez de son verirseniz, hakkınızda daha hayırlıdır. Yok
eğer dönerseniz, biz de döneriz. O vakit askeriniz çok da olsa size hiç bir
şekilde fayda vermez. İyi biliniz ki, Allah müminlerle beraberdir.
17- İmdi onları siz katletmediniz, o öldürülen
ve yere düşen, enfâli ve ganimeti söz konusu olan müşrikler sizin gücünüzle ve
kuvvetinizle ölmüş olmadılar ve lâkin onları Allah katletti, öldürdü. Size
emretmek, nusret ve zafer vermek, üzerlerine sizi saldırtmak ve kalblerine
korku düşürmek suretiyle hakikatte onları Allah öldürdü. Rivayet olunuyor ki,
Kureyş ordusu, Akankal'den çıkınca, Peygamber Efendimiz buyurmuştu ki, İşte
Kureyş, gurur ve iftihar ile geldi, Allah'ım bunlar Senin Resulünü inkâr
ediyorlar. Bana verdiğin vaadi senden istiyorum ya Rabbi!" diye dua etti.
İşte bu sırada Cebrail aleyhisselam geldi, "Bir avuç toprak al, onlara
doğru at." dedi. Ne zaman ki, iki taraf savaşa tutuştular Peygamber
Efendimiz bir avuç çakıl aldı yüzlerine doğru attı ve "yüzleri
kurusun!" buyurdu. Bunun üzerine düşman saflarında gözüyle meşgul olmayan
bir müşrik kalmadı. Bundan sonra bozuldular, müminler de enselerine bindi; bir
yandan öldürüyorlar, bir yandan da esir alıyorlardı. Sonra savaş sona erince
müslümanlardan "Şöyle kestim, şöyle vurdum, böyle esir aldım." diye
ileri geri konuşanlar ve yaptıkları ile övünenler oldu. İşte bu âyet bunun
üzerine nâzil oldu. Yani siz iftihar edip övünüyorsunuz, ama şunu iyi
bilmelisiniz ki, onları sırf kendi gücünüzle yenmediniz, onları siz değil,
Allah öldürdü. Ve attığın vakit de sen atmadın ya Muhammed! Bir remiy, bir atış
şeklinde bir iş yaptığın vakit, düşmanlara isabet eden ve etkileyen, hepsinin
gözlerine batan o atışı sen atmadın, o atışın dış görünüşü senin idi, ama
sonuçlarını ve etkisini sen yapmadın ve lâkin Allah attı. Zira sana at! emrini
veren O idi, o attığın şeyi hedefine isabet ettiren, gayesine erdiren ve
düşmanı bozguna uğratıp, sizi tepesine bindiren ve galip getiren O idi. Eğer
atanla atılan merminin içyüzü hesaba katılmayacak olursa, bütün şan ve şeref,
düşmanın boynuna inen bir kılıcın veya damarına saplanan okun veya gözüne batan
çakıl taşının olması gerekir, o zaman da size hiç bir şeref hissesi kalmaz.
Fakat şeref ne kınında duran kılıcın, ne de yerindeki çakılındır. İşte o
kılıcın ,okun ve çakılın gazilere karşı durumu ne ise, gazilerin de Allah'a
karşı durumu ondan da aşağılardadır. Çünkü onlar Allah'ın emrinde ve
hizmetindedir. Binaenaleyh gaziler bilmelidirler ki, hakikatte kendilerinin
hiçbir hakları yoktur, büyüklük taslayıp böbürlenmeleri de yersizdir. Bütün
bunları yapan ve yaratan Allah'tır. Buradan hareketle bunu vahdet-i vücud
görüşüne delil olarak kullanmaya gerek yoktur, böyle bir vehme saplanmak da
doğru değildir. Bunda vahdet-i vücud veya ittihat değil, fiillerin yaratılışı,
görünüşteki etkilerinin ötesinde ve üstünde olan gizli ve hakiki etkinin ispatı
ve gerçek etken olan Allah'ın gücü ve kuvveti söz konusudur. Aslında ortada
atan ve atılan, gazi olan ve ölen yok değil, ancak bütün bunların üstünde
mutlak kudret sahibinin emrinin ve iradesinin geçerliliği vardır. Aslında
bunların hiçbiri tek tek veya hepsi birden Allah değildir. Fakat hepsinin
varlığı üzerinde yegane etki gücüne sahip, hepsi üzerinde hükümran bir Allah
vardır ki, bütün sebepler ve amiller, gizli ve açık tesirler ve bunların
sonuçları netice itibariyle O'nun hükmü altındadır. Ve Allah, müminlere,
tarafından güzel bir tecrübe kazandırsın, güzel bir nimet olan nusret ve zafer
tecrübesi ihsan etsin diye bunları yaptı. Şüphesiz ki, Allah işitendir,
bilendir. Dualarınızı, feryatlarınızı, gizli ve açık seslerinizi, sözlerinizi
işitir. Niyetlerinizi, maksatlarınızı, fikirlerinizi ve kuruntularınızı, bütün
hâl ve gidişinizi hakkiyle bilir.
18- Gördünüz ya, işte böyledir ve gerçek şu
ki, Allah kâfirlerin oyun ve hilelerini boşa çıkarır. Tuzaklarını geçersiz
kılar, onu zaafa düşürür, çürütür ve iptal eder.
19-Ey kâfirler fetih isterseniz işte size
fetih gelmiştir. Fethetmek isterken siz fetholundunuz, emelleriniz tersine
döndü, hileleriniz sizin başınıza geldi. Rivayet olunuyor ki, Mekke müşrikleri,
Mekke'den yola çıktıkları zaman, Kâbe'nin örtüsüne yapışarak "Ey
Allahımız, iki askerin en yücesine, iki tarafın en doğrusuna, iki grubun en
değerlisine yardım et!" diye dua etmişler, Allah'tan zafer ve fetih
istemişlerdi. Ne kadar dikkat çekici bir durumdur ki, duaları aynen kabul
olunmuştu. Fakat ettikleri duaya kendi durumları uygun düşmüyordu. Bunun için
sonuç kendi aleyhlerine ve müminlerin lehine olarak kabul olunmuştu. Aslında bu
âyette, Bedir Savaşı'nın asıl çıkış sebebinin müşriklerin saldırgan tutumundan
kaynaklandığına işaret vardır. Onun için buyuruluyor ki, ve eğer siz bu
sevdadan vazgeçerseniz, bu bulunduğunuz duruma, yani Allah'a ve Resulü'ne karşı
gelmeye, kin ve düşmanlık gütmeye, ona karşı savaş açmaya son verirseniz bu
sizin için hayırlıdır. Ve şayet yine harp fikrine dönerseniz biz de döneriz ve
cemaatiniz çok da olsa hiçbir şeye yaramaz, size fayda vermez.
Ve Allah, muhakkak müminlerle beraberdir.
Ancak müminler de bu beraberliği kayıtsız şartsız zannetmemeliler ve
unutmamalılar ki, bu beraberlik başta kamil bir iman ile onun gerekli kıldığı
şartlara bağlıdır.
Onun için:
Meâl-i Şerifi
20- Ey iman edenler, Allah'a ve Resulü'ne itaat
edin. İşitip durduğunuz halde onun emirlerinden yüz çevirmeyin!
21- Ve işitmedikleri halde "işittik"
diyenler gibi olmayın!
22- Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah
katında en kötüsü anlamayan ve düşünmeyen sağırlarla dilsizlerdir.
23- Allah onlarda hayır görseydi onlara
işittirirdi, işittirseydi yine de aldırmaz arka dönerlerdi.
20- Ve işitip dururken ondan, o Allah'ın
Resulü'nden yüz çevirmeyin ve
21- öyleleri gibi olmayın ki: onlar, işittik
dediler de hâlâ işitmiş değiller. Dilleriyle "işittik" diye iddia
ederler, fakat hakkiyle dinlemiş ve anlamış değiller. Anlasalar bile
anladıklarını icra edip, yerine getirmezler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi
hareket ederler. İşte siz bunlar gibi olmayın. Zira Allah katında bütün
dabbelerin (yani yeryüzünde yaşayan bütün canlıların) en şerlisi, en kötüsü o
sağırlar, o dilsizlerdir: O kulağı olduğu halde hakkı duymayan, o dili olduğu
halde hakkı söylemeyen sağır ve dilsizlerdir, ki akıllanmazlar, akıllarını
kullanmazlar. Kulak yok, dil yok, akıl yok. işte bu hâl en aşağılık canlıların
halidir. Kötülük yapmaya gelince var, fakat hakka gelince yok. Bu da en aşağı
hayvanlardan daha aşağı ve aynıyle şer olan hayvanların hâlidir ki, bunlar
insan şeklinde bulunan zararlı hayvanlardır. Yılanlara bile birşey duyurmak
mümkün olur da bunlara olmaz. Evvela işitmesi olmayanın konuşması olmaz.
Doğuştan sağır olan konuşmaktan mahrum olur. Çünkü sözü, işitme duyusu olan
kimse belleyebilir. Ve işittikten sonradır ki, başkasına söyleyebilir. Sözün de
anlamaya pek büyük hizmeti vardır. Gerçi herhangi bir duyudan mahrum olmak bir
idrak kaynağından mahrum olmak demektir. Fakat dil bu noksanı oldukça telafi
eder. Mesela, koku alma duyusu olmayan ve lâkin dil bilen ve dinleyip anlayacak
durumda olan birine, kokmuş bir şeyi söyleyip anlatmak mümkün olur. Bununla
beraber sağır ve dilsiz olmak da bütünüyle aklın yok olması demek değildir.
Nice sağır ve dilsizler bulunur ki, akılları vardır. Bir sağır ve dilsizin
biraz aklı varsa bazı şeyleri anlaması ve hatta işaretle veya yazıp çizmekle
bazı isteklerini anlatması mümkün olur. Fakat sağır ve dilsiz olduğu halde
üstelik akılsız da olursa son derece perişan ve çaresiz bir durumda kalır.
Bununla beraber kendisine ve başkasına karşı yine de mutlak bir kötülük olması
da lazım gelmez. Lâkin kulağı var hakkı duymaz, duymak istemez; dili var, hak
söylemez, söylemek istemez; aklı var, fakat hakkı anlamaz, anlamak istemez.
Böylesine sağır, böylesine dilsiz, böylesine akılsız kimseler yok mu, işte
onlar hayvanların hayvanı, fenaların fenası ve gerçekte gerek kendilerine ve
gerekse başkalarına karşı şerlerin şerridirler. Birçok canlılardan üstün
olmalarına ve öteki canlılardan ayrıcalık kazanmalarına sebep olmak üzere
Allah'ın kendilerine ihsan ettiği yetenek ve özellikleri, hakkı anlamak için
verilen bu güçleri böylesine geçersiz kılıp dumura uğratanlarda hayır namına
hiç bir şey yoktur.
22- öyleleri gibi olmayın ki: onlar, işittik
dediler de hâlâ işitmiş değiller. Dilleriyle "işittik" diye iddia
ederler, fakat hakkiyle dinlemiş ve anlamış değiller. Anlasalar bile
anladıklarını icra edip, yerine getirmezler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi
hareket ederler. İşte siz bunlar gibi olmayın. Zira Allah katında bütün
dabbelerin (yani yeryüzünde yaşayan bütün canlıların) en şerlisi, en kötüsü o sağırlar,
o dilsizlerdir: O kulağı olduğu halde hakkı duymayan, o dili olduğu halde hakkı
söylemeyen sağır ve dilsizlerdir, ki akıllanmazlar, akıllarını kullanmazlar.
Kulak yok, dil yok, akıl yok. işte bu hâl en aşağılık canlıların halidir.
Kötülük yapmaya gelince var, fakat hakka gelince yok. Bu da en aşağı
hayvanlardan daha aşağı ve aynıyle şer olan hayvanların hâlidir ki, bunlar
insan şeklinde bulunan zararlı hayvanlardır. Yılanlara bile birşey duyurmak
mümkün olur da bunlara olmaz. Evvela işitmesi olmayanın konuşması olmaz.
Doğuştan sağır olan konuşmaktan mahrum olur. Çünkü sözü, işitme duyusu olan
kimse belleyebilir. Ve işittikten sonradır ki, başkasına söyleyebilir. Sözün de
anlamaya pek büyük hizmeti vardır. Gerçi herhangi bir duyudan mahrum olmak bir idrak
kaynağından mahrum olmak demektir. Fakat dil bu noksanı oldukça telafi eder.
Mesela, koku alma duyusu olmayan ve lâkin dil bilen ve dinleyip anlayacak
durumda olan birine, kokmuş bir şeyi söyleyip anlatmak mümkün olur. Bununla
beraber sağır ve dilsiz olmak da bütünüyle aklın yok olması demek değildir.
Nice sağır ve dilsizler bulunur ki, akılları vardır. Bir sağır ve dilsizin
biraz aklı varsa bazı şeyleri anlaması ve hatta işaretle veya yazıp çizmekle
bazı isteklerini anlatması mümkün olur. Fakat sağır ve dilsiz olduğu halde
üstelik akılsız da olursa son derece perişan ve çaresiz bir durumda kalır.
Bununla beraber kendisine ve başkasına karşı yine de mutlak bir kötülük olması
da lazım gelmez. Lâkin kulağı var hakkı duymaz, duymak istemez; dili var, hak söylemez,
söylemek istemez; aklı var, fakat hakkı anlamaz, anlamak istemez. Böylesine
sağır, böylesine dilsiz, böylesine akılsız kimseler yok mu, işte onlar
hayvanların hayvanı, fenaların fenası ve gerçekte gerek kendilerine ve gerekse
başkalarına karşı şerlerin şerridirler. Birçok canlılardan üstün olmalarına ve
öteki canlılardan ayrıcalık kazanmalarına sebep olmak üzere Allah'ın
kendilerine ihsan ettiği yetenek ve özellikleri, hakkı anlamak için verilen bu
güçleri böylesine geçersiz kılıp dumura uğratanlarda hayır namına hiç bir şey
yoktur.
23- Evet, şayet Allah bunlarda bir hayır bilse
idi, yani bunlarda hayır cinsinden olmak üzere yeteneklerini hakkı araştırmaya
ve anlamaya harcayacakları, hakkın âyetlerinden yararlanacakları Allah'ın ezeli
ilminde sabit olsa idi ve böylece gerçekte mukadder olsa idi Allah, elbette
onlara işittirirdi. Dikkatle dinler, Allah Resulü'nün söylediği hakikatleri
anlarlardı. Ona iman edip itaat ederlerdi. Lâkin böyle olmadı, onlar hakkın
sesini işitmediler, demek ki Allah işittirmedi ve o halde demek ki gerçekte
bunlarda hiçbir hayır yoktur. Ve bunlar böyle iken bunlara işittirmiş olsa idi
yine de mutlaka dönecekler, yüz çevirip gideceklerdi. Duyup işittiklerinden
asla yararlanma yoluna gitmeyeceklerdi. Hak duygusundan, yani kalb ile tasdika
mecbur olduktan sonra bile o işin icrasına, uygulamasına yanaşmayacaklardı.
İrtidat edecekler ve hiç duymamıştan daha fena olacaklardı. Ve artık burada
"Ne olurdu Allah, bunların yüz çevirmesine meydan vermeseydi de cebren
yaptırsaydı?" denemez. Çünkü meselenin özü, cansız varlıklarınki gibi katı
bir zorunluluk konusu değildir; işitme, konuşma ve akıl gibi kuvvetlerden
yararlanma, onları yerli yerinde kullanma, ilâhî emirler ve sözle yapılması
istenen cüz'î ve hayatî görevler ve hareketler konusudur. Bu alanla ilgili bir
meseleye karşı öyle bir sual, konu dışına çıkmak olacağından çelişki demek
olur.
Velhasıl böyle zorlamadan başka birşey
dinlemeyen şerirler gibi olmayın da: ü
Meâl-i Şerifi
24- Ey iman edenler! Peygamber sizi, size
hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resul'e icabet edin. Ve
bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O'nun huzurunda
toplanacaksınız.
25- Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden
yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. Ve bilin ki, Allah'ın cezası
şiddetlidir.
26- Düşünün ve hatırlayın o zamanları ki, hani
bir vakitler siz yeryüzünde güçsüzdünüz, hor görülen bir azınlıktınız.
İnsanların sizi hırpalamasından korkuyordunuz, öyle iken O, sizi barındırdı ve
sizi yardımıyla destekleyip güçlendirdi ve şükretmeniz için temizlerinden rızık
verdi.
24- Allah'a ve Resule icabet edin (onu duyun
ve ona uyun), özellikle size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman onun
emrine seve seve icabet edin. Çok dikkat çekici bir ifade tarzıdır ki, davet
fiili, hem Allah'a, hem Resul'e isnad edildiği halde diye tesniye sigası (ikil
kipi) ile değil şeklinde tekil olarak zikredilmiştir ve üstelik Allah'a değil,
Resul'e isnad edilmiştir. Zira davet birdir. Allah'ın daveti peygamberinden
dile gelecek ve Resul'ün daveti de Allah'ın davetinden başka birşey
olmayacaktır. "Sizi ihya edecek," yeniden hayat verecek, hayatınıza
sebep olacak, bitki ve hayvan halinden çıkarıp, insanlığın aday olduğu hür, mutlu
bir hayata kavuşturacak ve ebedi hayata sizi hürriyetinizle yükseltecek bir
ilim veya amel demektir ki Hz. Peygamber, zaten buna davet için gönderilmiştir.
İnsanlara kulak, dil ve akıl da bunun için verilmiştir. Peygamber, Allah'ın
vereceği öyle bir hayat yoluna davet edeceği cihetle davet ettiği ve kulağınıza
böyle bir davet geldiği vakit hemen istekle icabet ediniz. Ve biliniz ki Allah,
muhakkak, kişi ile kalbinin arasına girer. Ona kalbinden, kalbine ondan daha
yakın ve hakimdir. Ondaki hâli gönlünden, gönlündeki hâli ondan daha iyi bilir
ve daha yakından hükmü altına alıp, sahip olur. Kudreti o kadar geçerlidir ki,
yalnızca kişi ile başkaları arasına değil, onunla kalbi arasına bile girer.
Düşünen "ben" ile düşünülen "ben" arasına girer ve bu iki
benliği birbirinden ayırır. İnsanı bir anda gönlündeki emellerinden mahrum
bırakıverir. Azim ve iradesini bozar ve ters yöne çevirebilir. Kanaatlerini,
zevklerini değiştiriverir. Onunla kalbinin arasını öyle ayırır ve öylesine açar
ki, bunlar birbirinin zıddı kesilir, insanı kendi kendisine düşman eder. Kişi
ile kalbinin arasına öyle girer ki, aklını elinden alıverir, bütün şuurunu yok
ediverir. Kendi kendini duymaz, kendi kendinin farkına varmaz hale getirir ve
nihayet canını alır, öldürüverir. Bunun için Allah sizinle kalbiniz arasına
perde çektiği ve ölüme davet ettiği vakit, ona icabet etmemeye ve emrine karşı
koymaya imkân bulamazsınız ve bir nefes sonra başınıza ne geleceğini
bilemezsiniz. O halde kalbinizle aranız açılmadan, canınız elinizden alınmadan,
fırsat elinizde iken Allah'ın Resulü, sizi ihya edecek, ebedi hayata
yükseltecek bilgi veya amellere davet ettiği zaman, hiç ihmal etmeden hemen ona
gönüllü olarak icabet ediniz, onun emrine seve seve koşunuz. Şunu da biliniz
ki, kesinkes siz O'na haşrolunacaksınız", başkasına değil, yalnızca
Allah'a toplanacaksınız da amellerinizin mertebesine göre cezasını
çekeceksiniz. Şu halde "kalbimizden ve canımızdan ayrılırsak, ne
olur?" demeyiniz de itaat ve icabet etmekten geri kalmayınız.
25- Ve bir de o fitneden korkunuz ki,
kesinlikle içinizden yalnızca zulmedenlere isabet etmez. Yalnızca işi yerinden
oynatanlara mahsus bir musibet olmakla kalmaz, aksine genelleşir de hepinizi
içine alır. Bazı günahlar vardır ki, zararı umuma şamil olur. O günahın sebep
olacağı fitne ve karışıklık, getireceği sıkıntı ve bela, yalnızca o günahı
işleyenleri ve işi yerinden oynatanları yere sermekle kalmaz, o zalimlerle
birlikte o işe bulaşmamış, o günahı işlememiş olanlara da isabet eder, birçok
suçsuzları da gelir bulur. Kurunun yanında yaşı da yakar. Mesela; yasakların
duyurulmasında, iyiliği emir ile kötülükten menetme gibi konularda yağcılık
yapmak, akide ve inanç ile cihad konusunda tembellik ve gevşeklik göstermek bu
çeşit günahlardandır. Bir hadisi şerifte de ifade buyurulduğu üzere: Bir
geminin dibini delmeye uğraşan bir kişinin fiili, öyle bir boğulma olayı
meydana getirir ki, bu fitne o geminin içinde bulunanlardan yalnızca onu
delenleri ve onlara yardım edenleri değil, hiç haberi olmayanlara varıncaya
kadar hepsine isabet edecek şekilde bir musibet halinde ortaya çıkar. Belki bu
işten hiç haberdar olmayanlar, daha hazırlıksız yakalanacaklarından dolayı daha
zararlı çıkarlar. Bundan dolayı böyle umumi fitnelere meydan vermemek için,
işin başından itibaren iyi korunmak, muhtemel gelişmelere karşı önceden
tedbirli olmak, ictimai hadislerde kontrolü elde tutmak o gemide bulunanların
hepsine farz-ı kifaye olan bir görevdir. İçlerinden bir kısmı bu görevi yerine
getirdiği zaman, hepsi kurtulur, hiçbirisi aldırmayıp gemi delindiği zaman ise
hepsi musibete uğrar. Fakat dikkat edilmek lazımgelir ki, gemiyi delene mani
olalım derken, bütün gemidekileri harekete geçirmek ve karışıklık çıkarıp,
geminin dengesini bozarak, onun devrilmesine meydan vermemek de gerekir. Evvela
farz-ı kifayenin ifasını yüklenen görevliler bu görevi farz-ı ayn gibi icra
edecekler. Mesela geminin kaptanı ve tayfaları gibi ki, "İyiliği emretmek
ve kötülüğü önlemekle görevli yönetici kadro" yani, idarenin başında olan
"ümmet", görevini tam yapacaktır. (Böyle bir yönetim kadrosu yoksa
veya var da görevini tam olarak yapmıyorsa farz ihmal ediliyor demektir.)
İkincisi, herkesin kendi kendini toplumsal görevlerini yapıp yapmamaktan hesaba
çekmesidir. Üçüncüsü, umumî gelişmelerin ve gidişatın akışından gaflet etmemek,
gidişatı dikkatle izlemek ve gelişmelerin seyrine zamanında müdahale ederek,
olaylara yön vermek ve hiçbir zaman kontroldan çıkmasına izin vermemek lazım
gelir. Nizam ve intizam ile iyi niyet ve hüsn-i ahlâk ile bu murakabeyi
sürdürmek lazımdır. Bu ise her müminin kendi nefsinde Allah ve Resulü için
itaat ve icabeti gerektirir. Ayrıca fitne meydana gelmemesi için kendine ve
sorumlu olduğu cemaatına özen göstermesi ve gafletten sakınması yükümlülüğünü
getirir. Bundan anlaşıldığına göre, umumî fitne yalnızca cürmü işleyen
zalimlerin cezası değil, aynı zamanda ona meydan veren gafillerin de cezasıdır.
Son nefese kadar çalışıp da fitneye engel olamayanlara gelince; "Rabbinize
karşı bir mazeret olmak üzere" (A'raf 7/164) gereğince Allah katında mazur
olurlar. Mamafih o zalim ve gafillerin içinde bulunup onlara yakınlık
gösterdiklerinden ve komşuluk ettiklerinden dolayı dünya hayatında o musibet
çerçevesinin dışında kalmamaları da ihtimal dahilindedir. Ahiret hayatında ecir
alırlarsa da dünyada sıkıntı çekerler ve bunların çektikleri sıkıntı, o
sıkıntıya sebep olan zalimlerin daha şiddetli azap görmelerini icap ettirir.
Bunun için fitne ve sıkıntı zalimlerden başkasına isabet etmez sanmayınız ve
ondan korununuz. Ve şunu iyi biliniz ki, Allah azabı çetin olandır. O'nun
cezasının şiddetinden dolayıdır ki, yalnızca zalimlere mahsus ve münhasır
olmakla kalmaz, onların çevresinde bulunan yakınlarını da kaplar.
26-İşte bunları böyle size tek tek açıklayan
ve "sakınınız!" emrini tebliğ eden Peygamber'in ne kadar ihya edici
bir davette bulunduğunu anlayınız. Ve işin önemini daha iyi anlamak için o
vakitleri hatırlayınız ki, hani siz gayet azınlık idiniz, yerde ezilmek
isteniyordunuz. Mekke'de iken Kureyş'in elinde hemen ezilebilecek zayıf bir
azınlık idiniz. Veya daha önce Farslar ve Bizanslılar açısından önemsiz
görülen, küçümsenen ve onların idareleri altında ezilen bir topluluk idiniz.
İnsanların sizi ezip geçivermesinden korkuyordunuz. Çevredeki insanlar size
böylesine bir kin ve öfkeyle bakıyorlardı ve siz onlardan kendinizi koruyacak
durumda da değildiniz, sizin için güvenli bir yer de yoktu. Daha sonra Allah
sizi yerleştirdi, yuva sahibi yaptı. Medine'ye göç ettirip, iskân eyledi,
emniyet ve asayiş verdi, ve sizi yardımıyla güçlendirdi. Ensar'ı size yardımcı
yaptı, melekler ile imdat eyledi ve Bedir'de zafer ihsan edip güçlendirdi ve o
kâfirlere karşı sizi destekledi, helâl ve güzel nimetlerden size rızıklar ihsan
etti, ganimetler nasip eyledi. Hasılı o ezilmişlikten, o aşağılanmışlıktan
kurtarıp, böyle şanlı ve şerefli bir hayata geçirdi, ki, şükredesiniz. Bu
nimetleri hatırlayıp şükrünü eda edesiniz.
O halde:
Meâl-i Şerifi 27- Ey iman edenler! Allah'a ve
Resul'e hainlik etmeyiniz ki, bile bile kendi emanetlerinize hıyanet etmiş
olmayasınız.
28- Ve iyi biliniz ki, mallarınız ve
evlatlarınız birer imtihan aracından başka birşey değildir. Allah katında büyük
ecir vardır.
29- Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten
sakınırsanız, O, size bir furkan (hakkı batıldan ayırdedecek bir anlayış) verir
ve günahlarınızı örtbas eder, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.
27- Ey iman edenler! şeklindeki bu hitapların
böyle iman özelliği ile ardarda tekrar edilmesi, gelecek emir ve tenbihlerin
önemini ve onlara son derece özen göstermek gerektiğini açıklamak ve bunlara
özen göstermenin imanın gereği olduğunu bilhassa anlatmak gibi bir özel
belağatı içerir.
Ey müminler! Allah'a ve Resule hıyanet
etmeyin, iman zimmetinize verilmiş olan ilâhî hükümlere ve Resulün sünnetine
saygısızlık ve riayetsizlik etmeyin. Bunlar size hayat veren hükümlerdir,
onlardan dolayı şükretmekten geri kalmayın, nankörlük etmeyin. Onlara sadakat
ve bağlılıktan ayrılmayın. Dinde laubali olmayın, dinin emir ve yasaklarına
sırf gösteriş olsun diye uymayın, can u gönülden benimseyerek uyun, ganimetten
mal kaçırmak veya düşmana gizli sırlar iletmek gibi davranışlarla ahlâkınızı
lekelemeyin. Hasılı, dinî görevlerinizi ciddiyet ve samimiyetle yapın. Allah ve
Resulü'ne hıyanet ederseniz kendi emanetlerinize hıyanet edersiniz. Bir kere
Allah ve Resulü'ne hıyanet etmeye başladınız mı artık kendi aranızda da mala,
cana, ırza ve namusa hıyanet etmeye başlarsınız. Hakka, hukuka, vatana ve milli
görevlere de hainlik etmeye başlarsınız
28- ve o halde siz bilirsiniz. Bile bile
hıyanet edenlerden olursunuz. Bundan dolayı da birbirinize olan güveniniz yok
olur. Kimsenin kimseye güvenmediği bir toplum olursunuz. Siz kendinizden emin
olamazsanız diğerleri sizden hiç emin olamazlar. O vakit emniyet ve güven
büsbütün ortadan kalkar. Başınıza işte o sözü edilen büyük fitneler kopar.
Bunun için Allah'a, Resulü'ne hıyanet edip de kendi kendinize hıyanet
edenlerden olmayın. Gerçi mümin, mümin olmak bakımından hıyanet etmez, hainlik
ve yalan müminde huy haline gelmez. "İki özellik vardır ki, müminde huy
haline gelmez, bunlar hıyanet ve yalandır." hadisi şerifinde bu iki
hasletin müminde huy ve tabiat haline gelemeyeceği haber veriliyor. Ancak mümin
gaflet edebilir, maişet derdiyle, mal ve evlat endişesiyle bazen böyle bir
zaafa düşebilir. Böyle bir durumda biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız sırf
bir fitnedir, sizin için fitneden başka bir şey değildir. Sizi meftun eder,
günaha ve belaya sokabilir. Onlar böyle durumlarda birer dert ve imtihandır.
Allah ise, ancak O'nun yanında büyük ecir olduğu kesindir. Ki O'nun verdiğini
hiç bir kimse veremez, O'nun kazandırdığını hiç bir şey kazandıramaz. Şu halde
ne mala, ne evlada, ne de başka bir şeye meftun olup da hıyanet tehlikesine
düşmeyin, düşüp de o büyük ecirden mahrum kalmayın.
29-Şöyle ki:
Ey müminler! Siz Allah'a ittika ederseniz, her
hususta hıyanetten sakınır, takvaya sarılırsanız o sizin için furkan yapar.
Size bir ayırım gücü ihsan eder. Maddî ve manevî alanda öyle bir farklılık ve
imtiyaz bahşeyler ki, "Allah, pisi temizden seçer ayırır." (Enfâl
8/37) gereğince açık ve kapalı alanlarda hakkı hak olmayandan, iyiyi kötüden,
temizi pisten ayırır, sizi her türlü fenalıklardan uzak tutar ve farklı duruma
getirir.
"Furkan": Fark ve temyiz veya fârık
demek olduğu gibi, sabah anlamına da gelir. Nitekim derler ki, "Şöyle
yapıp duruyordum ta sabah oluncaya kadar" demektir. Bu mânâya göre demek
olur ki: Sizi gecenin karanlığında bir tanyeri gibi parlak ve aydınlık bir
toplum yapar, farklı ve imtiyazlı bir duruma getirir, parlatır da parlatır, şan
ve şerefinizi bir nur gibi ufuklar yapar, ve seyyiatınızı toptan keffarete
uğratır, ayıplarınızı iyice örter, dünyada kimseye göstermez. Ve size mağfiret
eder, ahirette de günahlarınızı bağışlayıp mağfur kılar. Ve Allah pek büyük
ihsan ve kerem sahibidir. Lütfuyla bunları yaptığı gibi daha neler neler yapar.
Allah'ın lütfunun ne kadar büyük olduğunu
özellikle bir misal ile anlamak için ya Muhammed!
Meâl-i Şerifi
30- Hani bir vakitler, o kâfirler, seni tutup
bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı da,
onlar tuzak kurarken Allah da karşılığında tuzak kuruyordu. Öyle ya, Allah
tuzakların en hayırlısını kurar.
31- Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman,
"işittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, eskilerin
efsanelerinden başka bir şey değildir" diyorlardı.
32- Bir vakit de, "Ey Allah, eğer bu
Senin katından gelmiş bir hak kitap ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar
yağdır veya bize daha acı bir azap ver" demişlerdi.
33- Halbuki sen içlerinde iken Allah, onlara
azab edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azab edecek
değildir.
34- Şimdi ise Allah'ın kendilerine azab
etmemesi için neleri var ki? Oysa Mescid-i Haram'dan menediyorlar. Üstelik onun
hizmetine ehil kişiler de değiller. Çünkü onun hizmetine ehil olanlar ancak
müttakilerdir. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
35- Kâbe huzurunda onların duaları ise ıslık
çalıp el çırpmaktan başka birşey değildir. O halde inkârınızdan (ve
nankörlüğünüzden) dolayı bu azabı tadın bakalım.
36- Mallarını, Allah yolundan engellemek için
sarfeden o kâfirler, hiç şüphesiz yine onu sarfedecekler. Varsın sarfetsinler,
sonra o yüreklerine inen bir acı olacak, sonra da mağlup olacaklar. Zaten
kâfirler toplanıp cehenneme gönderilecekler.
37- Allah, murdarı temizden ayırdetmek için ve
bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmek ve
topunu birden cehenneme koymak için böyle yapar. İşte bunlar o hüsran içinde
kalanların ta kendileridir.
38- O kâfirlere de ki: Eğer bu işe son
verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak. Yok yine karşı koymaya başlar,
isyana dönerlerse, önceki ümmetlere uygulanan kurallar kendilerine de
uygulanacak. (Artık o ilâhî uygulamayı beklesinler.)
30- Sen de o vakti hatırla ki, hani o kâfirler
sana mekir kuruyor, hile yapıyorlardı seni tutup bağlasınlar diye, veya seni
öldürsünler, hepsi birlik olup katletsinler diye veya seni Mekke'den sürüp
çıkarsınlar diye planlar yapıyor, tuzaklar kuruyorlardı. Suikastlar tertip
ediyor, bir takım oyunlara girişiyorlardı. Hicret öncesinde ve Hicret sırasında
Mekke'deki durum bu idi.
Genellikle müfessirler olayın meydana gelişini
şöyle nakletmişlerdir: Müşrikler Medine'den bir grup insan (Ensar)ın, İslâm'a
girip Hz. Peygamber'e biat ettiklerini işitince hemen telaşa kapıldılar.
Darü'n-Nedve denilen Mekke Şehir Meclisini toplayıp orada durumu müzakere
ettiler. Yaşlı bir adam suretinde bir İblis de "Ben Necidliyim,
toplantınızı işittim, ben de aranıza katılmak istedim. Herhalde benim de
söylenecek bir iki faydalı sözüm olabilir." diyerek aralarına girdi. Sonra
müzakereye başladılar. Ebu'l-Buhturî "Benim görüşüm" dedi, "onu
bağlar, bir odaya hapsedersiniz ve bütün giriş çıkışları kaparsınız, sadece bir
delik bırakır, ona oradan yiyecek içecek uzatırsınız. Ta ölünceye kadar böyle
devam edersiniz". O ihtiyar "Ne fena fikir". Onun kavminden size
silah çekip gelenler olur, onu elinizden kurtarırlar." dedi. Hişam b. Amir
de "Benim görüşüm, onu bir deveye bindirip aranızdan uzaklaştırmak, Mekke
dışına çıkarmaktır. Artık orada ne yaparsa yapsın, size bir zararı
dokunmaz." dedi. Yine o ihtiyar, o Necidliyim diyen adam "Ne fena
fikir! Gider başka kavimleri baştan çıkarır, sonra da onları toplayıp gelir,
sizinle harb eder." dedi. Nihayet Ebu Cehil "Ben o fikirdeyim ki, her
aileden birer delikanlı alırsınız ve onlara birer kılıç verirsiniz, hepsi bir
anda vurur, onu öldürürler, kanı bütün kabilelere dağılmış olur. Haşimoğulları
da bütün Kureyş ile savaş yapamaz ya! Şayet diyet isterlerse onu da
öderiz" dedi. Bunun üzerine o ihtiyar "Bu yiğidin teklifi doğru."
dedi. Buna karar verip dağıldılar. Derhal Cebrail gelip, durumu Hz. Peygamber'e
haber verdi ve hicret emrini iletti. Peygamber Efendimiz de Hz. Ali'yi yatağına
yatırdı ve Hz. Ebubekir ile beraber gidip mağaraya sığındı. Düşmanlar
hazırlıklarını tamamlamış, etrafı kuşatmıştı ve her yanı gözetliyorlardı. Sabah
olunca yatağa doğru hücum ettiler, fakat karşılarında Ali'yi gördüler. Hiç
beklemedikleri birşeydi, hayret içinde donup kaldılar.
Onlar öyle mekirler ediyorlardı ve hâlâ
mekirlerine devam ediyorlar, ona karşılık Allah da mekirler düzenler. Önce
onlara yaptıkları mekirden bir ümit verir, sonra da mekirlerini boşa çıkarır,
kendi başlarına geçirir. Nitekim onlara mekir yapmaları ve tertibat almaları
için müsaade etti, uğraştırdı, yordu fakat bütün çabalarını sonuçsuz bırakıp
gizlice Hz. Peygamber'in hicretini sağlayıverdi. Sonra yine onlara ümit verip
Bedir'e kadar getirdi, müslümanları gözlerine az gösterdi, onlar da hemen
saldırıya geçtiler ve göreceklerini gördüler. Evet Allah işte böyle mekre karşı
mekreder ve fakat Allah, mekredenlerin hayırlısıdır, hayrülmakirindir. Ona
karşı hiçbir mekrin hükmü yoktur. O bütün mekircilerin mekrini iptal edip
geçersiz kılıverir. Onun mekri de hayırdan ve hikmetten hâli (uzak) değildir.
Bundan dolayı O'na "makir" veya "mekkar" diyemezsiniz.
çünkü O, hayrülmâkirindir. Allah'ın işi, hadd-i zatında bir hile ve tuzak
olmaktan, bir mekir olmaktan çok uzaktır ve münezzehtir. O'nun işi, mekri
savuşturmak ve geçersiz kılmaktan ibarettir. Mekircilerin mekrini önlemek
bakımından umuma hayır olduğu gibi, mekircilere hadlerini bildirmek ve bir
kısmının tevbe edip o işten vazgeçmesine sebep olmak bakımından da bizzat o
mekri yapanlar için bile hayırdan başka bir şey değildir. Şu halde, bu ilâhî
fiile "mekir" denilmesinin sebebi, mekircilerin mekrine karşılık
olmak üzere onların haberi olmadan ve bütün tahminlerin dışında bambaşka bir
tedbirle onların çabalarını boşa çıkarması bakımından bir müşakeledir, bir
yanıltmadır. Yoksa Allah'a gerçekte doğrudan doğruya "mekir" isnad
edilemez ve "makir" denilemez. Buradaki mekir de tıpkı Âl-i İmrân
Sûresi'ndeki (3/54) gibi mekre karşı alınan bir tedbir ve bir müşakeledir. Bu
anlamda olmak üzere ilâhî mekirden söz edilebilir. Bunda da "yani Allah'ın
mekredenlerin en hayırlısı olduğu" tenzihinin unutulmaması lazımgelir.
31-O makirler öyle kâfirler idi ki, onlara
Bizim âyetlerimiz, yani "Biz, eğer bu Kur'ân'ı bir dağ üzerine
indirseydik, onu darmadağın olmuş görürdün..." (Haşr, 59/21) gereğince
Kur'ân tilavet olunduğu zaman, işittik, işittik derler, dileseydik biz de bunun
aynını söylerdik, bu eskilerin efsanelerinden başka birşey değil, şeklinde
ileri geri konuşur dururlar. (En'âm Sûresi'ndeki (6/25) âyetinin tefsirinde
"esâtir" kelimesine bkz.). Orada da geçtiği üzere ilk önce Mekke
müşriklerinin akıl hocalarından olan Nadr b. Haris söylemiş ve bir çokları da
ondan duyup tekrarlamışlardı. Öyle dediler, lâkin yıllar boyu uğraştıkları
halde bir türlü onun aynını veya benzerini söyleyemediler. Söyleyemedikleri
için de türlü türlü mekirlere başvurdular, suikastlara, savaşlara kalkıştılar.
Asırlar geçti, onlar gibi düşünen niceleri
aynı şeyleri geveleyip durdular fakat onlar da Kur'ân'ın bir benzerini
söyleyemediler. Bunlar da onlar gibi, dolambaçlı yollardan gidip, başka başka
mekirler peşinde koşmaktan öte bir şey yapamadılar.
32- Ve yine hatırla o vakti ki, hani onlar Ya
Allah! Dediler eğer bu Kur'ân Senin katından gelmiş bir hak kitap ise",
(yani peygamberin dediği gibi Allah tarafından indirilmiş bir hak kelâm ise),
Sen bizim başımıza gökten taş yağdır, veya bize başka bir acı azab gönder.
Allah'ın âyetlerini açıkça inkâr eden ve küçümseyen o hilekâr kâfirlerin
küfürlerindeki şu inadı ve inadın eseri olan küçümseme ve istihzayı bir
düşün...
Rivayet olunduğuna göre, bunu da Nadir b.
Haris söylemiş idi. "Bu eskilerin efsanelerinden başka birşey değil!"
dediği zaman Hz. Peygamber, ona "Yazıklar olsun sana, bu Allah
kelâmıdır." buyurmuştu. Buna karşılık olarak o da "Eğer bu Kur'ân
gerçekten Allah kelâmı ise, bizim bunu inkâr etmemize bir ceza olmak üzere
Allah ya başımıza gökten taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir
azab göndersin." diyerek sözünde ısrarlı olduğunu açığa vurmak, küfür ve
inkârında iddialı olduğunu göstermek ve Kur'ân'ı küçümsemek istemişti. Böylece
aslında hak ettikleri azabı ağızları ile istemiş ve itiraf etmiş, öbürleri de
bunu kabul ve tasvip etmiş bulunuyorlardı. O halde Allah neden hemen o anda hak
ettikleri azabı onlara vermedi?
33- Halbuki, ey Muhammed, sen onların içinde
iken Allah onlara azab edecek değildi. Sen onlar için rahmetin kendisiydin,
senin bulunduğun yere azab indirmek imkân ve ihtimal dahilinde değildi. Ayrıca
onlar tevbe ve istiğfar ederlerken veya edeceklerken de Allah onlara azab vermezdi.
Yani Sen içlerinden çıksan bile onlar tevbekâr olup istiğfar ettikleri takdirde
veya içlerinde istiğfar edip imana gelenler veya gelecekler varken de onlara
öyle köklerini kazıyacak bir azab erişmezdi. Nitekim hiçbir kavim,
peygamberleri içlerinden alınmadan toplu azaba uğratılmamıştır. İyiler içinden
de kötüler zuhur edip, zulüm yapmaya ve zulümde aşırı gitmeye başladığı zaman,
zulüm ve isyanın olumsuz etkisiyle meydana gelecek olan fitnenin zararı iyilere
de dokunduğu gibi, kötüler içinde fevkalade iyiler zuhur etmeye başladığı
zamanlarda az da olsa o iyilerin yüzü suyu hürmetine o kötülerin hak ettikleri
ceza ve azab affa veya tehire uğrar. Kötüler azabı celbettiği gibi iyiler de
rahmeti celbeder.
Hasılı böyle söyledikleri zaman o kâfirlerin
başlarına taş yağdırılmaması veya başka türlü bir elim azab ile
cezalandırılmamaları, onların onu hak etmediklerinden dolayı değil, Allah
Teâlâ'nın, Resulü'ne ve istiğfarı söz konusu olanlara büyük lütfundan
dolayıdır. Çünkü içlerinde peygamber varken veya istiğfar eden veya edecek
olanlar bulunuyorken azab etmek, Allah'ın sünnetine uygun değildir. İşin içyüzü
bu idi.
34- Yoksa Allah'ın onlara azab etmemesi için
neleri vardı? Üstelik o haldeydiler ki, Mescid-i Haram'dan insanları
engelliyorlardı ve engellemeye devam ederlerken onun evliyası da değillerdi.
Mescid-i Haram'a ait hizmetleri yürütmek için ehliyet ve liyakatleri, özellikle
velayet hakları da yoktu. Çünkü onun velileri müttakilerden başkası değildir.
Şirkten korunan ve Allah'dan başkasına ibadet etmeyen takva ehlinden başkasının
Beytullah'da velayet hakları olmaz. Ona sahip olmak, onun işlerinde tasarruf
etmek hak ve salahiyeti ancak orada tevhid ile ibadet edecek olan
müttakilerindir. Ve lâkin onların çoğu bunu bilmezler. Yani o müşriklerin bir
kısmı, içlerinden pek azı, kendilerinin liyakatsizliğini ve Mescid-i Haram'a
velayet etmek hakları olmadığını ve bu hakkın müttakilere ait olduğunu ve
bundan dolayı ona sırf bir zorbalık ile müdahele etmekte olduklarını bilirler.
Ve onlar bunu bile bile inad ederlerse de ekserisi işin içyüzünü bilmezler de
"Biz Kâbe'nin valileri, mütevellileriyiz, şu halde dilediğimizi sokar,
dilediğimizi sokmayız." derler. Çoğu bilgisizlik yüzünden, pek azı da bile
bile inat ve zorbalıkla müttakileri ziyaretten ve tavaftan menediyorlardı.
35- Ve zaten Beytullah'ın yanında dua ve namaz
namına yaptıkları şey de ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey
değildir.
"Mükâ": Islık veya ıslık çalmak
demektir ki, gerek yalnızca dudakla ve gerek parmak yardımıyla üflemek ve
öttürmekten daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı genellikle üflenip, çalınan
düdük seslerini de içine alır.
"Tasdiye": Esasen sada veya sadd
kökünden yapılmış bir kelime olarak ses çıkartmak, veya engelleyip vazgeçirtmek
demektir ki, her iki bakımdan da birini çağırmak veya eğlenip oynamak gibi bir
maksada yönelik olarak el çırpmaya tasdiye denilir.
Rivayet olunuyor ki, bunlar erkek ve kadın,
açık saçık elele tutuşur, Kâbe'nin etrafında dolaşırlar ve ıslık çalıp el
çırparlardı. Böylece ibadet ediyoruz diye çalar oynarlardı. Hora teperler ve
yaptıklarını alkışlarlardı. Bir de Hz. Peygamber, Beyt-i Şerif'e gelip ibadet
etmek, namaz kılmak ve Kur'ân okumak istediği zaman, onlar genellikle böyle
ayin yapmakta aşırı giderlerdi. Kendileri de güya namaz kılıyor ve dua ediyorlarmış
gibi nümayiş yaparlar ve gürültü çıkarırlardı. Böylece Hz. Peygamber'in
huzurunu kaçırırlardı. Ve bu yaptıklarını da kendileri için bir ibadet
sayarlardı. Bu halleriyle bunların Beytullah konusunda nasıl velayet hakları
olur? Ve Mescid-i Haram'a musallat olup, orada Allah'a ibadet eden asıl hak
sahibi müttakileri engellemeye kalkışan bu edepsizlerin, cahillerin, gasıpların
ve kâfirlerin şu halleriyle neleri vardır ki, Allah onlara azab etmesin.
Madem ki, haliniz budur ey kâfirler öyleyse
bundan böyle o azabı tadın. Çünkü hep küfürde direnip durdunuz, istiğfar da
etmediniz.
36- Şurası bir gerçektir ki, onlar insanları
hak yoldan çevirmek için, Allah yolundan engellemek için mallarını sarfederler.
Bu âyet Bedir Savaşı için mallarını sarfeden, bu cümleden olmak üzere her biri
her gün on deve keserek müşrik askerlerini doyuran Kureyş zenginleri hakkında
nâzil olmuştur. Ayrıca Uhud, Hendek vs. savaşlardaki harcanan paraları ve
onların sonuçlarını da dile getirmiş olmaktadır. Yani şurası kesindir ki, küfürde
inat ve ısrar edenler, insanları Allah yolundan, hak dinden engellemek için
mallarını sarfediyorlar. bundan böyle de sarfedecekler, sarfetmeyi sürdürsünler
bakalım sonra o mallar kendilerine hasret olacak, boşuna harcanmış, telef
edilmiş olacak, boşa harcanmış olduğunu anlayacaklar ve eyvah diyecekler sonra
da mağlup olacaklar. O zamana kadar "Savaşta yenmek de vardır, yenilmek
de" hükmü uyarınca kâh galip, kâh mağlup olurlarsa da en sonunda
kesinlikle kaybedecek taraf onlar olacaktır, en nihayet hakka mağlup
olacaklardır, ve o kâfirler yalnızca cehenneme sevkedilecekler, orada
toplanacaklardır.
37-Ki Allah, çirkini güzelden ayırsın,
müttakilere vaad olunan furkan tam anlamıyla hasıl olsun, iyilerle kötüler
biribirinden ayrılmış olsun. Ve çirkin kısmını birbirinin üzerine katsın,
üstüste ekleyip bindirsin, habis mallarını da sırtlarına yükleyip hepsini
üstüste yığsın, sıkıntı ve zahmet verecek şekilde yığsın topunu birden
cehenneme dolduruversin. İşte bunlar o hüsrana uğrayanlardır. Yani hasirler,
hüsran içinde kalanlar diye olsa olsa bunlara denilir.
38-Ey Muhammed! O inkâr edenlere söyle ki: eğer
vazgeçerlerse, bulundukları bu halleri bırakıp hakka teslim olmayı kabul
ederlerse geçmiş günahları mağfiret olunur. Ve eğer yine dönerler, Peygamber
ile savaşa kalkışırlarsa önlerinde öncekilerin sünneti, âdet ve gelenek olarak
geçti. Onlara anlatıldı ve işittiler ki, Peygamberlerine karşı gelen kavimler
nasıl kahra uğrayıp helak oldular. Yine gözleriyle gördüler ki, Bedir'de
peygambere karşı gelenler, ne hallere uğradılar. Bunlar yeterince misal değil
midir? Şu halde peygambere karşı direnenlerin yolunu tutarlarsa, onların
uğradıkları akıbete uğramayı beklesinler: "Allah şu hükmü vermiştir ki;
Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz. (Mücadele 58/21) "And olsun
ki, peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımız hakkında şu vaadimiz geçmiştir:
Onlar elbette yardım görecekler ve kesinlikle bizim ordumuz galip
gelecektir" (Saffat 37/171, 172, 173) "And olsun Tevrat'tan sonra
Zebur'da da yazdık ki, yeryüzüne kesinlikle salih kullarım mirasçı
olacaklardır." (Enbiya 21/105).
İnananlara şunu da söyle:
Meâl-i Şerifi
39- Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla
Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki,
Allah yaptıklarını görür.
40- Yok vazgeçmez de tekrar eskiye dönerlerse
artık bilin ki, Allah sizin yardımcınızdır. O ne güzel mevla, ne güzel
yardımcıdır.
39-Savaşmaktan vazgeçmeyip devam ederlerse siz
de savaşa devam edin, o kâfirlere karşı savaşın, ta ki, şirk ve puta tapmaktan
doğan ayrılık gayrilik kalmayıncaya, fitne iyice ortadan kalkıncaya kadar ve
din bütünüyle Allah'ın dini oluncaya kadar savaşmaya devam edin. Allah'ın
kullarını başkalarına mahkum tutan batıl dinler, Hak din karşısında yıkılıp
gitsin, hak hakim olsun da fitne ve eziyetle kimse gerçek mabuddan başkasına
itaat ve boyun eğmeye zorlanmasın. Yalnızca burada "hepsi" ilavesi
var. Bu âyetin bir benzeri Bakara Sûresi'nde geçmektedir, ancak orada kelimesi
yoktur. (Bkz. Bakara 2/193) ayrıca Bakara'da ( "dinde zorlama yoktur"
(Bakara, 2/256) âyetinin tefsirine bkz.)
Bu kıtal üzerine, fitneden ve Allah'dan
başkasına tapmaktan vazgeçerlerse şurası muhakkak ki Allah, yaptıklarını
görmektedir. Ona göre iyi bilsinler ki, ecirlerini verecektir.
40-*} Yok eğer yüz çevirirlerse, yani
küfürlerinden dönmez ve Hz. Peygamber ile savaşmaya son vermezlerse Siz de iyi
biliniz ki, muhakkak Allah, sizin mevlanız, veliniz ve yardımcınızdır. Şu halde
onların düşmanlıklarından korkmayınız, Allah'a dayanınız, O ne güzel Mevla, ne
güzel yardımcıdır. Ki, sahip çıktığı kaybolmaz, yardım ettiği mağlup olmaz.
Böyle biliniz ve buna göre hareket ediniz:
Meâl-i Şerifi
41- Şunu da biliniz ki, ganimet olarak
aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da
peygambere ve ona yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara
aittir. Eğer siz Allah'a iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı o gün, iki
ordunun karşı karşıya geldiği o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere
iman getirmiş iseniz bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki, Allah, herşeye
kâdirdir.
42- O vakit siz vadinin yakın bir yamacında
idiniz, onlarsa uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Öyle
ki, şayet onlarla sözleşmiş olsaydınız, öyle bir buluşma yeri için mutlaka
anlaşmazlık çıkarırdınız. Fakat olması gereken (zafer)in olması için Allah
böyle takdir etti. Tâ ki, helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak
olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın. Kesindir ki
Allah, işitendir, bilendir.
43- Hani o vakitler Allah sana uykunda
(rüyanda) onları az gösteriyordu. Eğer Allah sana onları kalabalık gösterseydi
korkacaktınız ve savaş konusunda anlaşmazlığa düşecektiniz. Fakat Allah böyle
bir şeyden sizi uzak tuttu. Çünkü O, gönüllerde yatanı da bilir.
44- Ve işte onlarla karşılaştığınız vakit
onları sizin gözünüze az gösteriyordu, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu.
Çünkü Allah o mukadder olan işi yerine getirecekti. Bütün işler Allah'a
döndürülür.
41- "Ğunm": Esasen bir şeye sıkıntı
ve zahmet çekmeden nail olmak veya düşmandan doyumluk almak mânâlarına gelir ve
alınan doyumluğa da isim olarak söylenilir ki, "ganimet" kelimesi de
her iki bakımdan aynı anlama gelir. Şeriat ıstılahında ise ganimet, küffardan
savaşla ve zor kullanılarak alınan maldır. Şu halde isterse harbin sonunda
yapılan barış anlaşması gereğince olsun, düşmandan alınan mala ganimet adı
verilmez. Lâkin "fey" adı verilir. Bundan dolayı ganimet kelimesi fey
kelimesinden daha özel bir anlam taşır.
Ve biliniz, yani gereğince amel etmek üzere
malumunuz olsun ki, aldığınız ganimet ne şeyden olursa olsun, isterse bir iğne
veya iplikten ibaret bulunsun, bu sûrenin başında da beyan olunduğu üzere her
şeyden önce "Enfâl Allah'a ait" olduğundan onun beşte biri sırf Allah
içindir. Ve Peygamber içindir, ve ona yakınlığı olanlar içindir, ve yetimler
içindir, ve miskinler (yani yoksullar) içindir, ve yolda kalmış yolcular
içindir.
İlk önce ganimetin beşte birini Allah için
ayırmak, onu da beş hisseye ayırıp, bu âyette açıklandığı gibi, bu beş gruba
taksim etmek gerekir. Yani Allah, kendi hakkı olarak zikrettiği beşte biri,
yine beşe ayırıp önce Resulullah'a, sonra da sırasıyla zikredilen bu insanlara
verilmesini emreder.İşte bu sûrenin ilk âyetinde "Enfâl, (yani
ganimetler), Allah'a ve Resul'e aittir." hükmünün ayrıntılı olarak
açıklaması budur. Herşeyden önce enfâlin ve ganimetlerin hepsi Allah'ındır. Şu
halde hepsi gaziler elinde emanettir. Bu ilâhî hükme göre, hepsinin kamu
yararına sarfolunması gerekir. Fakat ilâhî hüküm, siz gazileri, diğer
milletlerin geleneklerinde olduğu gibi, özel menfaatlerinizden de büsbütün
mahrum etmez. Ancak ganimetten beşte birinin Allah için ayrılması ve kamu
yönetimi tarafından, açıklandığı şekilde toplum yararına sarfedilmesini
emreder. Ganimetin beşte birden geriye kalan beşte dördünü de siz gazilere
bırakır. Şu halde gaziler, dilerlerse haklarını isterler. O zaman ganimetin
onlar arasında taksimi vacip olur. Veya her biri dilerse kendi hakkından
dilediği kadarını taksimden önce veya sonra yine Allah için terk edebilir.
Çünkü hak sahibi, kendi hakkında dilediği gibi tasarruf etmekte hür ve
serbesttir. Bu husus onların kendi isteklerine bırakılmış olduğu gibi,
Resulullah'ın vefatından sonra onun beşte birden olan hissesi de din âlimleri
tarafından değişik görüşlerin öne sürülmesine sebep olmuştur. Bu konudaki
ictihadların ayrıntısı Fıkıh kitaplarına aittir. Bu âyetin Bedir gününde veya
Bedir'den bir ay üç gün sonra meydana gelen Beni Kaynuka gazvesi sırasında
nâzil olduğu hakkında iki rivayet vardır.
Eğer siz Allah'a ve iki ordunun karşı karşıya
geldiği, müslüman ve kâfirlerin çarpıştığı gün, o furkan günü (yani hak ile
batılın ayrıldığı Bedir günü) kulumuza indirdiğimiz şeylere, ki bunlar vahiy
âyetleri, yardım melekleri ve ilâhî nusret ve zaferdir, işte bunlara iman etmiş
hakiki müminler iseniz biliniz ki, bu böyledir. Yani enfâl ve ganimetin bu
şekilde taksim olunması gerekir. Bunun böyle olduğunu bilin, ona göre gereğini
yaparsınız. Ve Allah her şeye kâdirdir. O gün gözlerinizle gördüğünüz gibi,
çoğa karşı aza, kuvvetliye karşı zayıfa zafer ve nusret vermeye kadir olan
Allah, daha nelere, nelere kâdirdir ve siz O'nun emrine uyar, hükmüne uygun
hareket ederseniz size daha neler neler verecektir.
42-Hani bilirsiniz ya! O vakit siz vadinin
beri kıyısında, fena bir yerde idiniz, onlarsa öte kıyısında daha müsait bir
yerde idiler kervan ve süvarileri de sizden daha aşağıda, -sahilde- idiler.
Yani kervan bir taraftan sizin etki alanınızda demekti, fakat diğer cihetten
bunlar düşman ordusunun size saldırmasını gerektirecek, aynı zamanda savaşa
hırsla girmelerini tahrik edecek bir sebepti. İşte bu durum, sizi korkutuyor ve
işinizi güçleştiriyor ve sizin için bir tehlike oluşturuyordu. Hasılı, gerek
asker sayısı, gerek taktik, gerek arazi durumu, gerekse araç, gereç ve donanım
bakımından görünüşte düşman güçlü, siz de gayet zayıf bulunuyordunuz. İki ordu
arasında her bakımdan büyük bir fark vardı. Öyle ki eğer daha önceden sözleşmiş
olsa idiniz, yani o gün orada savaşmak için siz onlara, onlar size vaad etmiş,
söz vermiş olsa idiniz, aranızda meydana gelecek bu farkı önceden bilmiş olsa
idiniz, o sözünüzde anlaşmazlığa düşerdiniz, mutlaka ihtilaf ederdiniz. Bu
vaziyeti görünce cesaret edemez, verdiğiniz sözden döner, zaferden de ümidinizi
keserdiniz. Yani onlara üstün gelmeyi düşünmek şöyle dursun, karşılarına
çıkmayı bile göze alamazdınız, savaştan kaçınırdınız. Şu halde iş size ve sizin
anlayışınıza ve görünürdeki sebeplere bağlı kalsa idi, aradaki bu büyük
farklılıklardan dolayı bu başarı ve zaferin meydana gelmesine imkân yoktu. Ve
lâkin bunu Allah yaptı, öyle bir sözleşme olmaksızın ve sizi kendinize
bırakmaksızın, iki tarafı öyle bir duruma düşürüp birbirine çattırdı ki, Allah,
o fiil alanına çıkan emri, o harikulade olayı, o olması gereken işi, oluş
alanına yansıtarak hak ile batılı ayıran ve Allah dostları ile düşmanlarını
açık seçik ortaya koyan o furkanı yapsın, bir muhkem kazıyye kılsın, vaad
ettiği nusret ve zaferi bir kesin delil ile isbat ve tesbit etsin. Ta ki, helak
olan bir açık belgeye dayalı olarak helak olsun, yaşayan da yine bir açık
belgeye dayalı olarak yaşasın.
Bedir olayı, Allah'ın öyle açık bir âyeti ve
öyle kesin bir belgesidir ki, hem Kureyş müşriklerinin ölüleri ve mağlupları
gibi ilâhî emre karşı gelenler ve Resulüne düşmanlık güdenlerin, yani helak
olanların veya olacak olanların ebedi helakine, hem de müslüman gazi ve
şehitleri gibi Allah'a ve Resulüne itaatle maddi anlamda zafer, manevî anlamda
ebedî hayat ve kurtuluşa ermek demek olan kurtuluşa gözle görülür ölçüde bir
kesin belgedir. Ve artık ne ölünün, ne dirinin, ne kâfirin, ne müminin Allah'a
karşı ortaya koyabilecek bir delili ve O'nun hükümlerine itiraz olabilecek bir
mazereti yoktur. Ve bu beyyine, bu kesin belge ile de sabittir ki, hiç şüphesiz
Allah işitendir, bilendir. Dostlarının ve düşmanlarının her söylediklerini
işitir, onların niyyet ve itikatlarını, maksat ve art düşüncelerini bildiği
gibi, onlar hakkında ne yapacağını da bilir. Bu âyetin sonu, yukarıda geçen
"Onları sen öldürmedin lâkin Allah öldürd" (Enfâl 8/17) âyetinin
sonunu hatırlatır ve o sonu tekitli olarak tekrar eder. Hasılı harikalar ve
mucizeler birer tesadüf eseri değiller.
43- Düşün ki, o vakit uykunda (veya yatağında
veya gözünde) Allah onları sana sayıca az gösteriyordu. Bu işle ilgili olmak
üzere evvela bir rüya gösteriyordu ki, bu rüya işin başlangıcı ile sonucu
arasında bir bağlantı olduğunu ve olayın büsbütün tesadüfe bağlı bulunmadığını
belgeler. Ayrıca o çokluğu, azınlık olarak gösteriyordu. Sen de bunu haber
verip ashabı teşci ve teşvik ediyordun. Bu da bir aldanma ve aldatma değildi.
Bir hikmeti, bir maslahatı içeriyordu.
Gerçekten de eğer sana onları (aslında
oldukları gibi) çok gösterseydi, elbette yılgınlık gösterecektiniz, ve elbette
o konuda münakaşa edecek, birbirinizle didişecek ve anlaşmazlığa düşecektiniz.
Savaşı göze alıp almamak hususunda görüş ayrılığına düşecektiniz; kiminiz
sebat, kiminiz firar taraftarı olacaktınız. Ve lâkin Allah, selamet ihsan etti.
Sana onların dış görünüşüyle kalabalıklarını değil, hakikatteki zayıflıklarını,
değersizliklerini gösterdi. Sizi yılgınlığa düşürmedi ve aranızda çıkacak
muhtemel bir anlaşmazlığa meydan vermedi ve selamette tuttu. İşin başlangıcı
ile sonunu başarılı kılıp selamete erdirdi. Muhakkak ki O, sinelerde gizli sırları
da bilir. Gönüllerde ne vardır, ne olacaktır ve ne gibi sebep ve şartlarla
değişik hallere uğrayacaktır hepsini tamamıyla ve hakkıyla bilir.
44-45- Ve yine onlarla karşı karşıya
geldiğiniz sırada da onları gözünüze az gösteriyordu, gözünüzü yıldırmıyordu.
Peygamber'in rüyasını, böylece görünüşte de doğruluyordu ve sizi her türlü
korkudan selamette tutuyordu, size cesaret veriyor, yüreklendiriyordu. Sonra da
onları gözünüzde büyütmüyordu. Hatta Abdullah b. Mesud, yanındaki arkadaşına
"Nasıl onları yetmiş kişi kadar görüyor musun?" demiş, o da "yüz
kişi kadar görüyorum" demişti. Sizi de onların gözünde azaltıyordu.
Nitekim Ebu Cehil o sırada "Muhammed ve ashabı "bir deve yiyimi"
yani bir lokmacık" demişti. Bu henüz savaş başlamadan, cüretlerini arttırmak,
gurur ve saygısızlıkla gayrı muntazam bir surette kıtale çattırmak için idi ki,
savaşa başladıktan sonra gözlerinde müminleri birdenbire büyütmüş,
çoğaltıvermişti. Âl-i İmrân Sûresi'nde de geçtiği üzere "göz görüşüyle
kendilerinin iki katı kadar görüyorlardı." (Âl-i İmran, 3/13) yani üçyüz
onüç kişi olan müslümanları iki bin kişi gibi görüyorlardı, kalplerine korku
giriyor, ödleri kopuyordu. Her iki tarafın kalbleri üzerinde durmadan değişip
duran bu duygular, aslında normal göz yanılmalarının çok üstünde ve ötesinde
bizzat Allah'ın iradesi ve hükmüyle meydana geliyordu. İşte bu durum bile
Allah'ın kudretini gösteren başlı başına bir mucizeydi. Allah Teâlâ, yalnız
müminleri akıbeti ve hakiki kuvveti görebilen bir gözle baktırıyordu ve işte
böyle tarafları birbirinin gözünde az ve zayıf gösteriyordu ki, o fiil alanına
çıkan emri kesinlikle meydana getirsin. Yani hükmettiği ve olmasına karar
verdiği olayı, iki tarafı birbirine çattırmak suretiyle oluş sahasına çıkarsın,
sonuçları itibariyle harika bir zafer olan harbi tam bir emr-i vaki, bir oldu
bitti yapsın. Böylece yukarıda da geçtiği üzere o emri, yani İslâm'ı aziz kılan
ve küffarı zelil eden furkan harikasını gerçekleştirsin.
Bu ifade ile şunu anlatmak isteriz ki,
buradaki 'dan maksat, iki ordunun karşılaşması emridir, öncekinden murad da
furkandır. Buna da daha önceki âyetlerde "yevmelfurkan",
"yevmel-tekalcem'ân" ile işaret edilmiştir. Demek ki, Bedir Savaşı,
başlangıcı bakımından da bir ilâhî mucize eseridir, sonucu bakımından da
mucizedir. Baştan sona bütün aşamaları ve cereyan şekli ile de birçok
harikaları içinde barındırmaktadır. Şu halde bütünüyle bir ilâhî mucize ve
beyyinedir. Bütün işler de ancak Allah'a irca olunur. Yani yalnızca bu ve bunun
gibi olağanüstü olan işler ve oluşlar değil, size sıradanmış gibi görünen işler
dahi Allah'a irca olunur, O'na döndürülür. Her iş eninde sonunda O'na dayanır.
Bunun için:
Meâl-i Şerifi
45- Ey iman edenler, bir düşman topluluğu ile
karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça zikredin ki, kurtuluşa
eresiniz.
46- Ayrıca Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Ve
birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider.
Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
47- Çalım atarak ve halka gösteriş yaparak
yurtlarından çıkanlar ve Allah yoluna engel koyanlar gibi olmayın. Allah
onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
Size savaş açmış bir cemaate çattığınız zaman
(yani kâfir olduğu bilinen veya ne olduğu bilinmeyen herhangi bir cemaatle harp
vaziyetinde karşı karşıya geldiğiniz vakit), gerek toplu halde, gerek teke tek
olsun, ister sayıca sizden çok, ister az olsunlar, siz hemen sebat edin, geri
çekilmek veya başka bir geri çizgide yeniden mevzilenmek durumu dışında, sakın
yüz çevirmeyin ve Allah'ı çokça zikredin. (Savaşırken O'nun yardımına sığınarak
ve ihsan edeceği zaferi gözeterek kalbinizle ve dilinizle O'nu çok çok anın ki,
Allah'ın zikri ile moral ve kuvvet kazanasınız). Muradınız olan nusret ve sevaba
erebilesiniz. Yoksa galip bile gelseniz sevaba eremezsiniz. "Bütün işler
eninde sonunda Allah'a irca olunacak" olduğundan dolayı hiçbir şey, savaş
dahi, insanoğlunu Allah'ı anmaktan alıkoymamalıdır. Kul, özellikle bela ve
musibet zamanlarında, ümitsizliğe düşmeyip Allah'a iltica etmeli ve her ne hâl
içinde olursa olsun Allah'ın lütfuna güvenerek, kalbini kötü duygulardan
arındırmaya çalışmalı ve bütün varlığıyla Allah'a yönelmelidir. Gerçek kurtuluş
buna bağlıdır. Bunun için sebat gösteriniz ve Allah'ı zikrediniz.
46- Ayrıca Allah'a ve Resulü'ne itaat
eyleyiniz, ve aranızda niza etmeyiniz ki, feşele düşersiniz, yani, zayıf,
tembel, çekingen ve korkak olursunuz, salaklaşır, yılgınlaşırsınız ve
rüzgârınız kesilir, havanız söner, ağırlığınız kaybolur, devletiniz elden
gider. Ve sabırlı olunuz. Zira Allah, kesinlikle sabredenlerle beraberdir.
Beraber olduğu için de sabredenlere zafer ihsan eder.
47- Ve o mağrurlar gibi olmayın ki,
diyarlarından çalım satarak, kibirli ve gururlu bir şekilde halka gösteriş yaparak
çıktılar. Ve onlar Allah yolundan menediyorlardı. Allah yoluna engeller koymaya
çalışıyorlardı, İslâm'a ve imana girmek isteyenlere engel oldukları gibi,
müminlerin Kâbe'yi ziyaret ve tavaf etmelerine de engel oluyorlardı. Halbuki
Allah, onların bütün amellerini muhittir. Her ne yapmışlarsa, yapıyorlarsa
hepsini ilmiyle ve kudretiyle kuşatmıştır. O'nun hükmünün, O'nun takdirinin
dışına çıkamazlar. Ruveys rivayetine göre okunur. Yani "Sizin hepinizin
amellerinizi muhittir." Hiç birinizin iyi veya kötü hiçbir işi, hiçbir
ameli yoktur ki, O'na ulaşmasın, O'nda son bulmasın, O'nun ilmi, O'nun hükmü ve
hakimiyeti çerçevesine girmiş olmasın. Sonuç itibariyle ahiret sevabı veya
ikabı ile taltif veya cezalandırılmasın. Böylece her yaptığınız veya
yapacağınızla Allah Teâlâ'nın kuşatması altında bulunduğunuz halde nasıl olur
da bunu düşünmeden çalım atmaya, böbürlenip şımarmaya, riya ve gösterişe
kapılarak halka caka yapmaya ve haddinizi aşmaya kalkarsınız?
Nitekim Müşrikler Mekke'den böyle çıkmışlardı.
Cuhfe'ye vardıkları zaman Ebu Süfyan'ın gönderdiği adam geldi, "Geri
dönünüz, kervan tehlikede değil, selamette." dedi. Bu haber üzerine Ebu
Cehil, "Hayır, vallahi ta Bedir'e kadar varıp şaraplar içmeyince,
çengilerle cariyelerle saz çalıp eğlenmeyince ve oradaki Araplara ziyafetler
çekip yemekler yedirmeyince, kesinlikle dönmeyeceğiz." dedi. Gerçekten de
ta Bedir'e kadar geldiler. Ancak yedikleri kılıç darbeleri, içtikleri de ölüm
şerbeti oldu. Sazları feryad u figan, kucakladıkları da azab ve hüsran oldu.
İşte o şımarıklığın, o kibir ve gururun, o
riya ve gösterişin akıbetine misal olmak üzere:
Meâl-i Şerifi
48- Şeytan, onlara amellerini güzel gösterdiği
zaman, "Bu gün insanlardan size galip gelecek yoktur, ben de size
yardımcıyım." demişti. Fakat iki tarafın karşı karşıya geldiği görününce
arkasını dönüp kaçtı ve şöyle dedi: "Ben sizden kesinlikle uzağım. Ben
sizin göremeyeceğiniz şeyler görüyorum ve ben Allah'dan korkarım. Ayrıca
Allah'ın azabı çok çetindir."
49- O sırada münafıklar ve kalblerinde
hastalık bulunanlar, (müslümanlar hakkında) "şu adamları dinleri
aldattı" diyorlardı. Oysa her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, Allah
galiptir, güçlüdür ve hikmet sahibidir.
50- Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve
sırtlarına vura vura ve "Tadın bakalım cehennem azabını!" diye diye
canlarını alırken hallerini bir görmeliydin.
51- İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana
getirdiğiniz bir sonuçtur. Hiç şüphesiz Allah, kullarına hiçbir şekilde zalim
biri değildir.
48- Düşün o vakti ki, Şeytan onların, o
kibirli müşriklerin yaptıklarını süsleyip püsleyip kendilerine sunmuştu ve
demişti ki: Ben bugün sizinle beraber iken, size yardımcı iken insanlardan size
galip gelecek kimse yoktur. Yani o şeytan, o aldatıcı gurur ve nefsaniyet, o
habis benlik ruhu, kendi içlerinde veya karşılarında temessül ederek onlara bu
kuruntuyu yaldızlayıp gönüllerine bırakmış ve hayallerinde güzel göstermişti
ki, bu sayıca üstünlük, bu hazırlık ve bu kuvvet onlarda mevcut iken
karşılarında Muhammed ve ashabı değil, kimse tutunamazdı. Vehimlerine öyle
söylemiş ve onlara bu zannı vermişti. Eğer onlar hareket ve amellerinde kendine
uyar, ardına düşerlerse bu hayal kendilerinden ayrılmayacaktı, daima
kendileriyle birlikte bulunacak, her dara düştükçe onları kurtaracaktı.
Ne zaman ki, iki cemaat birbirleriyle
karşılaşıp birbirini yakından gördüler, yani harbe tutuşup göz göze, göğüs
göğüse geldiler ve çarpışmaya başladılar; meleklerin, ilâhî ve ruhânî
kuvvetlerin müminlerin safında ve imdadında olduğu gerçeğinin tecellisini
görünce, şeytan gerisin geri kaçtı gitti ve ben sizden beriyim, uzağım dedi.
Sizinle hiçbir ilişkim yoktur, başınıza geleceğe karışmam, kesinlikle ben sizin
göremeyeceğiniz şeyler görüyorum, gerçekten de ben Allah'dan korkarım. Şurası
muhakkak ki, ben hakkın karşısına duramam, işin sonu korkunç görünüyor, haliniz
pek yaman olacağa benziyor karışmam. İşte böyle diyerek o şeytan, o gurur ve
hayal, işin tam can alıcı noktasında onlardan uzaklaşıp gidiverdi. Ne kadar
dikkat çekicidir ki, şeytan çekilirken habersizce bırakıp sıvışmamış da
fenalıklarını yüzlerine vurmuş, onları büsbütün ümitsizliğe attıktan başka
önceki tatlı hayaller yerine acı endişeler saçarak ve daha savaşın
başlangıcında iken tehlikeyi gözlerinde büyütüp, telaş ve ızdıraplarını
arttırarak gerisin geri çekilip gidiyor. Nasıl çekilmez ve nasıl korkmaz ki,
Allah, azabı şiddetli olandır.
49- O vakit münafıklar ve kalblerinde hastalık
bulunanlar, henüz iman ile mutmain olmayıp, kalblerinde bir çeşit şüphe veya
tereddüt kalmış olanlar da diyorlardı ki, şunları dinleri mağrur etti, yani
müminleri dinleri aldattı, mağrur etti de takat getiremeyecekleri bir işe
giriştiler. Üçyüz küsur fakir fukara kalktılar da bin kişilik güçlü bir düşmana
karşı çıktılar. Bir taraftan Medine'deki münafıklar, diğer taraftan Kureyş
askerleri içinde bulunan birtakım şüpheci müşrikler işte böyle diyorlardı.
Medine münafıkları içinden Muattib b. Kuşeyr'den başka Bedir'e katılan kimse
olmamıştı. Mekke'li müşrikler arasında bazı gizli müslümanlar vardı. Fakat
henüz kalblerindeki imanları kuvvet bulmamış ve böyle bir şüphe ve tereddütten
dolayı hicret etmemiş olan birtakım kimseler bulunuyordu. Bunlar müşriklerle
beraber sürüklenip gelmişlerdi. Gönüllerinde "şayet müslüman askeri çoksa
belki o tarafa geçeriz, azsa kavmimizle beraber döner geliriz." gibi bir
takım gizli niyetler taşıyorlardı. Sonra Bedir'de müslümanların sayıca çok az
olduklarını görünce, "O!... Bunları dinleri aldatmış." diyerek
müşrikler safında kalmaya karar vermişlerdi. Ve halbuki her kim Allah'a
dayanır, Allah için vazifesini yaparsa, Muhakkak ki, Allah güçlüdür ve hikmet
sahibidir. Şu halde O'nun izzeti, gücü, kuvveti, şanı ve şerefi, kendisine
güvenip dayananı zelil ve perişan etmez. O'nun hikmeti de dostlarına rahmet ve
sevap, düşmanlarına da zillet ve ikap ettirir. Mümin ölse bile Rahmân olan
Allah'ın rahmetine kavuşur, ebedi hayata ve necata erer. Kâfir ise zelîl ve
perişan olarak hüsrana uğrar. Ve nitekim imanlarında tereddüt gösterip, Allah'a
değil de sayıca çoğunluk olan tarafa güvenenler ve küffar ile beraber olanlar
Bedir'de kâfirler safında öldüler ki: Kays b. Velid b. Muğire, Ebu kays b.
Fakih b. Muğire, Haris b. Zem'a İbnil-Esved, Ali b. Ümeyye ve As
ibni'l-Münebbih ibni'l-Haccac bunlardan idi, diye rivayet olunmuştur.
50- Ey Muhatap! Sen o kâfirleri, melekler
onların yüzlerine ve kıçlarına vurarak ve haydi bakalım tadın ateş azabını,
51- işte bu, kendi ellerinizin sunduğu
cürmünüz, bir de Allah'ın kullarına hiçbir şekilde zalim olmaması sebebiyle
böyledir, diyerek, canlarını alırken bir görecek olsaydın, ne feci bir şey
görmüş olacaktın! Acaba o sırada bunların o feci halleri ortada değil miydi,
görülmüyor muydu? O halde "görecek olsa idin" diye görülmemiş bir
feci olayı bu tarzda tasvir buyurmanın hikmeti nedir?
Bu şekilde bir tasvir, özellikle şunu
gösteriyor ki; kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun hakikatte
neler çektiğini ve nasıl yanarak gittiğini dışardakilerin görüp müşahede etmesi
mümkün değildir. Bunu ihtar ederken şuna da işaret ediyor ki, kâfirin ruhu,
dünyaya yönelik iken bedeninden kabzolunduğu nezi' halinde, dünyadan döner
ahirete yönelir ve halbuki o, küfründen dolayı ahiret âleminde karanlıklardan
başka bir şey müşahede etmez. Dünyaya ve cismani hazlara şiddetle muhabbetinden
dolayı o vakit bu ayrılık anında, bu kopmadan ve uzaklaşmadan öyle bir elem ve
hasret duyar, öyle bir acı çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her
türlü nurdan mahrum olarak önünde azab, ardında lanet olarak o karanlığa
atılır. Ve artık yeniden dirilişinde de mahşer yerinde haşrolunuşunda da bu
minval üzere acıları sürer gider.
Bunların bu gidişi:
Meâl-i Şerifi
52- Tıpkı Firavun'un izinden gidenlerle
onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini tanımadılar,
Allah da kendilerini günahları yüzünden tutuklayıverdi. Çünkü Allah çok
kuvvetli ve azabı çok çetin olandır.
53- Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar
kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır. Gerçekten de Allah
hakkiyle işiten, herşeyi bilendir.
52- Bu, yani bu âdetin böyle olması, bütün
bunların başlarına gelen cezaların ve ikabın böylece kendi amellerine,
dayanması şu iki sebep iledir ki, Allah Teâlâ bir kavme, bir topluma ihsan
ettiği nimeti durup dururken değiştirecek değildir. Ta onlar kendilerindekini
değiştirinceye kadar. Yani onlar o nimete erdikleri zaman kendilerinde o nimete
sebep ve vesile olan fıtri misakı, ahlâk ve güzel amelleri, kendileri bozup
değiştirinceye kadar, huylarını değiştirinceye kadar Allah'ın o nimeti
değiştirmesi, Allah'ın âdetlerinden değildir. İlâhî âdet kişisel sebeplere
dayalı olarak verdiği nimetin değişmesini de yine kişisel huyların ve
davranışların değişmesi sebebine bağlamıştır. Ki insanın sorumluluğu da buna
dayanır. Sebeplerin birincisi işte budur. İkincisi de Allah kesinlikle herşeyi
işitir ve bilir. Çünkü Allah herkesin içyüzünü bilir, ne söylediğini de işitir.
Onun gözünden hiç kimse birşey kaçıramayacağı için, O da ona göre hesaba çeker.
Şu halde akıl ve irade, küfür ve iman , ahlâk ve amel gibi kişisel sebeplere
bağlı olan nimetlerin dışındaki doğrudan doğruya alınıp verilen nimetler bu
konunun dışındadır. Hiç şüphe yok ki, bu konuda bütün kişisel sebeplerin
kıymeti, nimet veya nimet sayılan şeylerin gerçek yüzünü tanıtan âyetleri
tanıyıp tanımamaktan ileri gelmektedir. Bir kimsenin kendi fıtratını ve
fıtratla ilgili ahdini bozması ve kendisine varid olan sezgi ve delillerin
yardımıyla hakkı duymaması ve duymak istememesi elindeki nimetin değişmesine
sebep olur. Yine bir kavmin kendi içinde veya dışında bulunan ve kendilerine
ilâhî ahkamı tebliğ eden hak rehberlerinin davetini duymak ve tanımak
istememesi, toplumsal şuur ve zihniyetlerinde öyle bir bozukluktur ki, bu da
onların ellerindeki nimetlerin değişmesine ve elden çıkmasına sebep olur.
İşte bu huy ve şahsiyet değişikliği:
Meâl-i Şerifi
54- Tıpkı Firavun'un izinden gidenlerle
onlardan öncekilerin gidişi gibi, Rabblerinin âyetlerini yalanladılar. Biz de
onları günahları yüzünden helâk ettik. Firavun ile arkasından gidenleri suda
boğduk. Hepsi de zalim idiler.
54- "Tıpkı Firavun'un izinden gidenlerle,
onlardan öncekilerin gidişi gibi." (Ârâf Sûresi 7/136. âyetin tefsirine
bakınız.) Bütün bunların hepsi zalim idiler.İç dünyalarında inkâr ve küfrü
adeta iman ve tasdik yerine koymuş ve böylesine sübjefktif bir değişme ile
kendi helaklerine sebep olmuş ve kendi kendilerine zulmetmiş zalim kavimler
idiler.
Meâl-i Şerifi
55- Allah katında kımıldayıp debelenen
canlıların en kötüsü, inkara saplanıp da bir türlü iman etmeyenlerdir.
56- Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın
halde her defasında antlaşmalarını bozarlar ve bundan hiç çekinmezler.
57- Bundan dolayı onları harpte yakalarsan,
kendilerinden sonrakilere de gözdağı olacak şekilde ağır bir cezaya çarptır,
belki ibret alırlar.
58- Eğer bir kavmin, sözleşmeye aykırı bir
hainlik yapmasından korkarsan, savaştan önce aynı şekilde antlaşmayı bozduğunu
kendilerine bildir. Çünkü Allah hainleri sevmez.
59- O kâfirler ileri geçip kurtulduklarını
sanmasınlar. Onlar kesinlikle (bizi) aciz bırakamazlar.
60- Siz de gücünüzün yettiği kadar onlara
karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve cihad için atlar hazırlayın ki, onlarla
hem Allah'ın düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca Allah'ın bilip
de sizin bilmediğiniz daha başkalarını korkutasınız. Allah yolunda her ne
harcarsanız onun sevabı size eksiksiz ödenir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.
61- Eğer onlar barıştan yana olurlarsa, sen de
barıştan yana ol! Ve Allah'a güven. Çünkü işiten ve bilen O'dur.
62- Eğer sana hile yapmak isterlerse, muhakkak
ki sana Allah yeter. Seni yardımıyla ve müminlerle güçlendirecek olan O'dur.
63- Müminlerin kalplerini birbirlerine O
ısındırdı. Yoksa yeryüzünde ne varsa sen hepsini harcasaydın yine de onların
kalblerini (böylesine) ısındıramazdın. Lâkin Allah, kalplerini kaynaştırdı.
Muhakkak ki, O azizdir, hakimdir.
55-56- Onlar ki, kendileriyle sözleşme yaptın,
sonra onlar her defasında her sözleşme ve muahede sonrasında sözlerinde
durmayıp antlaşmayı bozarlar ve bozmaktan da sakınmazlar. Hiç çekinmeden hemen
sözleşmeyi bozarlar. Ve sözleşmeyi bozmaktan dolayı, böyle bir alçaklığı
yapmaktan dolayı hiç de arlanıp utanmazlar. Böylesine şerli ve böylesine ilkel
yaratıklardır. Eğer azıcık anlayışları ve saygıları olsa idi ahdi bozmanın ne
fena bir şey, ne kadar küçültücü ve alçaltıcı bir hareket olduğunu, güven
duygusunun ortadan kalkmasına sebep olan toplumların güvenliği açısından ne
kadar zararlı bir şey olduğunu hisseder de birazcık olsun bundan çekinirlerdi.
Hz. Peygamber, Benî Kurayza Yahudileri ile bir
sözleşme yapmıştı: Aleyhinde bir davranışta bulunmayacaklardı. Yani Resulullah
ve müslümanlar aleyhinde hiç kimseye yardım etmeyecekler ve destek
vermeyeceklerdi. Böyle iken Bedir Savaşı'nda müşriklere silah yardımında
bulundular, sonradan da unuttuk, hata ettik, dediler. Sonra yeniden bir
sözleşme daha yapıldı, onu da Hendek Savaşı'nda bozdular. Reisleri olan Kâ'b b.
Eşref, Mekke'ye gitti, orada müşriklerle bir ittifak antlaşması yaptı. İşte bu
âyetin nüzul sebebi bu olaylar olmuştur. Bununla beraber Tebrizi Tefsiri'nde
nüzul sebebinin Kureyş'den Abdüddar oğulları olduğu da nakledilmiştir.
57- İmdi bunları, işte bu sözlerinde
durmayanları savaşta ele geçirirsen bunlarla arkalarındakilere gözdağı verecek
şekilde bozguna uğrat, perişan et, yani bunlara öyle ceza ver ki, arkalarında
bunlar gibi ahitlerini bozacak olanlar ve bozma niyeti taşıyanlar, iyice korksunlar
da bozmaktan vazgeçsinler. Umulur ki, geridekiler düşünür, taşınırlar da ona
göre hareket ederler. Akıllarını başlarına alırlar. Önlerinde olup bitenlerden
ibret ve ders alırlar da sözden caymanın fenalığını unutmazlar, bunun
getireceği sonucu akıllarından çıkarmazlar.
58- Bir de şu var ki, bir kavmin hıyanet
edeceğinden korkarsan yani kendisiyle antlaşma yaptığın bir kavmin o antlaşmayı
bozacağını hisseder, ortada olup bitenlerden ve su yüzüne çıkan belirtilerden
bunu kesinlikle anlarsan ve böyle bir hıyanete uğratılacağından korkarsan doğru
ve düz bir yoldan açıkça onlara sen de nebzediver. Yani ahtlerini dosdoğru bir
şekilde ve açıkça yüzlerine fırlatıp atıver.
"Nebz": lügatte bir şeyi kaldırıp
atıvermektir. Şeriat dilinde ise bir devletin antlaşma yaptığı başka bir
devletle ilişkilerini kestiğini haber verip ilan etmesidir. Yani öyle
korkulacak bir hıyanetin alâmet ve belirtilerini görüp anladığın takdirde
antlaşmanın geçersizliğini, aranızdaki ilişkiyi kestiğini ciddiyet ve
doğrulukla ve açıkça kendilerine resmen bildir. Böylece antlaşmanın
geçersizliği taraflarca resmen ve eşit olarak bilinsin de ona göre, hareket
edilsin. Sözleşme geçerliliğini sürdürüyor varsayılırken böyle bir ilan
yapmaksızın ve feshi bildirmeksizin kesinlikle onlarla savaşa girişme, savaşa
tutuşmakta acele etme. Zira muhakkak ki,Allah, hainleri, hainlik edenleri
sevmez. Onların yaptığı gibi, resmen dost ve müttefik görünüp de gizlice ahdi
bozmak, antlaşmayı çiğnemek bir hainlik olduğu gibi, açıkça ve doğrudan doğruya
sözleşmeyi nebzetmeden, duyurup ilan etmeden savaşı başlatmak da yine bir
hainliktir. Bundan sakınmak gerekir.
59- Ve böyle kâfirler asla kendilerini
sebketmiş, (yani kaçıp kurtulmuş,) arkalarından yetişilip yakalanamaz
zannetmesinler. Kesinlikle onlar aciz bırakamazlar. Ne Allah'ı, ne seni, ne de
arkalarından koşup yetişecek olan hak ve adalet ehlini aciz bırakamazlar,
yıldıramazlar. Bundan dolayı, sözleşmenin feshedildiği kendilerine ilan
edildiği zaman, onlar daha önce ahitlerini bozmaya karar vermiş olduklarından,
kendilerini ileri geçmiş, hıyanetlerinin cezasından kaçıp kurtulmuş
zannetmesinler. Siz de onlara yaptığınız ilandan dolayı onları uyandırırız,
önce davranmış bulunurlar da kendilerine yetişmekten aciz kalırız zannında
bulunmayın. Nitekim muhatap siğasıyle kırâetleri bu mânâda sarihtir.
Mâide Sûresi'nde de "Sözlerini bozdukları
için onları lanetledik ve kalblerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar. Uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden pek azı
hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma. Çünkü
Allah güzel davrananları sever." (Mâide, 5/13) buyurulmuştur (bu âyetin
tefsirine bkz.) Hainler ne yaparlarsa yapsınlar hıyanetlerinin cezası mutlaka
kendilerini bulur ve bulmalıdır. Bundan dolayı bütün olacakları hesaba katarak,
ve göz önünde bulundurarak öyle antlaşmayı boz.
60- Ve ey müminler! Hepiniz onlar için kuvvet
olabilecek her şeyden ve bağlı atlardan gücünüzün yettiğince hazırlayın. Yani
savaş için kuvvetli olmanıza sebep olabilecek her neye gücünüz yetiyorsa onu
hazırlayın, her zaman hazırlıklı olmaya bakın. Bedir'de olduğu gibi, aletsiz ve
hazırlıksız bulunmayın. Bu hazırlık ile Allah'ın düşmanı ve aynı zamanda sizin
de düşmanınız olan o düşmanları, o Mekke müşriklerini ki, onlardan başka daha
nicelerini ki; Onları siz bilmezsiniz, (sayılarını veya düşmanlık derecelerini)
Allah bilir. İşte bütün bunları irhab edersiniz, yani yapmış olduğunuz
hazırlıklarla bunları korkutur, sindirirsiniz. Gücünüz yettiği ölçüde bu
korkutmayı gerçekleştirecek bir halde kuvvet hazırlayınız. Ve Allah yolunda
sarfedeceğiniz her şey size ecir olarak aynen ödenecekir. Ve siz hiçbir şekilde
zulme, haksızlığa uğratılmazsınız. Ameliniz boşa giderilmez, kesinlikle
faydasını görürsünüz, sevabından zerre kadar eksik bırakılmazsınız. "İki
bağın ikisi de yemişlerini vermiş ve hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır."
(Kehf, 18/33).
61- Ve eğer onlar, (o nebz veya çekingenlikten
dolayı) barışa meyil gösterirlerse sen de barışa meylet. Zira asıl maksat savaş
değil, barış ve selamettir.
Nitekim bu konuda şöyle denilmiştir:
"Barış ve uzlaşma ortamında sen
dilediğini seçer alırsın."
"Savaş ise onun esintisinin bile sana
getirdiği acı yeter."
Bundan dolayı karşı tarafın barışa meyil
göstermesine karşılık sen de barıştan yana olmalısın. Ve Allah'a tevekkül et,
O'na güven ve O'na sırtını daya. Acaba bunların asıl maksatları savaş da gizli
bir oyun peşinde oldukları için mi barıştan yana görünüyorlar? Acaba bana bir
hile mi yaparlar? diye korkma. Muhakkak ki, herşeyi işiten, bilen yalnızca
O'dur. Şu halde onların gizli niyetlerini, gizlice yaptıkları fısıldaşmaları
işitip bilecek olan Allah olduğu gibi, onların cezasını verecek olan da yine
O'dur. Bundan dolayı:
62- Şayet sana, barış yüzünü gösterip savaş
maksadı güderek hile yapmak murad ederlerse muhakkak ki, sana Allah yeter,
gözeticin, yardımcın ve koruyucun olarak Allah sana yeter. O sana kafi gelir.
Zira o Allahdır ki, seni kendi nusretiyle ve bütün müminlerle destekledi,
63-64- ve müminlerin kalblerini ısındırıp,
kaynaştırdı. Eskiden onların aralarında öyle ayrılık, birbirlerine karşı öyle
nefret kin, düşmanlık ve intikam hissi vardı ki, yeryüzündeki servetin hepsini
sarfetmiş olsaydın, yani herhangi bir kimse bu kadar serveti bu uğurda harcamış
olsaydı, onların kalplerini böylesine birleştirip kaynaştıramazdın, o ülfeti, o
anlaşmayı ve yakınlaşmayı meydana getiremezdin. "Kalpleri arasını"
sözüyle ifadeyi vurgulamak, bilhassa şuna işaret ediyor ki, böyle servet
harcamakla çeşitli insanları zahiren bir araya getirmek mümkün olabilirse de
kalplerini, vicdanlarını barıştırıp yakınlaştırmak bununla kabil olmaz. Ve
lâkin Allah, aralarını böylesine kaynaştırdı. Kalpleriyle ve kalıplarıyla
onları birbirlerine dost etti, kudreti sayesinde aralarındaki açıklığı kapattı,
tevhid imanı ile öyle bir muhabbet ve ülfet verdi ki, hak ve hakikat açısından
içleri ve dışları bir tek şahıs gibi kaynaşmış bir hâl aldı, muhkem bir kale
gibi bir ictimai bünyeye sahip oldular. Bunlar İslâm'a girip Resulullah'a
biatten önce aralarında öfke, kin, haset ve düşmanlık duyguları içinde
yüzüyorlardı. Birbirlerini öldürüp, mallarını yağma eden ve sürekli kan
davalarıyla bir türlü bir araya gelemeyen, anlaşamayan ve uzlaşamayan çeşitli
kavim ve kabilelerden insanlar idi. Özellikle Ensar'ın iki ayrı kolu olan Evs
ve Hazreç kabileleri arasında pekçok düşmanlık konusu cerayan etmiş ve öyle
olaylar olmuştu ki, tarafların büyüklerini kırmış geçirmiş, boyunlarını iğne
ipliğe çevirmişti. Ne zaman ki, Allah Teâlâ onlara bütün o eski düşmanlıkları
unutturdu, o kin ve öfkeyi gönüllerinden sildi ve yerine bir kardeşlik sevgisi
ve karşılıklı dostluk duygusu koydu işte o zaman tam anlamıyla dost ve kardeş
oldular. Allah ve Resulullah sevgisiyle birbirlerine kenetlendiler ve hepsi tek
yürek, tek bilek haline gelip huzura erdiler ve nihayet Ensar oldular ve
Muhacirin ile kardeş oldular. Allah Resulünün arkasında hakkın tek vücut halindeki
desteği oldular. Kendilerinde "Attığın zaman sen atmadın Allah attı."
sırrı zahir oldu. Şüphesiz O, bir güçlüdür ki, kudretine sınır bulunmaz,
iradesine karşı durulmaz. Öyle bir hakimdir ki, dilediğini nasıl yerine
getireceğini bütün incelikleriyle bilir ve hükmünde isabetsizlik olmaz.
Meâl-i Şerifi
64- Ey Peygamber! Sana Allah yetişir, arkandan
gelen müminlerle beraber.
65- Ey Peygamber! Müminleri cihada teşvik
eyle. Eğer sizden sabredecek yirmi kişi olursa ikiyüze galip gelirler ve eğer
sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar hakkı
ve akıbeti düşünmeyen anlayışsız bir kavimdirler.
66- Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve
sizde bir zaaf olduğunu bildi. O halde sizden sabredecek yüz kişi olursa ikiyüz
düşmana galip gelirler, sizden bin kişi olursa Allah'ın izniyle ikibin düşmana
galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.
67- Hiçbir peygamberin, yeryüzünde ağır
basmadıkça (kesin zafere ulaşıp üstün gelmedikçe) esirleri olması layık
değildir. Siz dünya malını istersiniz, oysa Allah ahireti kazanmanızı murad
eder. Allah azizdir, hakimdir.
68- Eğer Allah'dan bir yazı (hüküm) bulunmasa
idi aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu.
69- Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve
hoş olarak yiyin ve Allah'a karşı gelmekten sakının. Muhakkak ki, Allah
bağışlayıcıdır ve merhamet edicidir.
65- Ey Nebi! Senin hasbin, yeterin Allah'dır,
sana uyan müminlerle beraber. Bunda iki mânâ yüklüdür: Birisi; Allah sana da,
onlara da yeter. İkincisi; sana Allah ve onlar yeter. Şu halde başka birşeyden
endişeye kapılmadan Allah'a sığınarak vazifenize bakınız, demek olur. Bu âyetin
Mekke'de otuzüç erkek ve altı kadından sonra kırkıncı olarak Hz. Ömer'in
İslâm'a girişi üzerine nâzil olduğu dahi söylenmiş ise de, çoğunluğun beyanına
göre; Bedir'de savaş başlamadan önce "Beydâ" denilen yerde nazil olmuştur.
Ey Nebi! Müminleri düşmanla savaşa
"tahrid" et. İyice ta'lim edip, eğitip, hazırla ve teşvik eyle. Bu
âyette, daha önce yukarıda geçen "zahf" ve "sebat" ile
ilgili âyetlerdeki ıtlakın bir tahsisi ve takyidi vardır. Şöyle ki: Eğer sizden
yirmi tane sabreden olursa ikiyüze galip gelirler ve eğer sizden yüz kişi
olursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler.
Şu halde bu nisbete kadar düşman karşısında
sabır ve sebat göstersinler. Bu ölçüde ve böyle bir azim ve iman ile sabra
alışsınlar, ilâhî nusrete güvenip mücahede eylesinler. Daha fazlasından
mükellef değiller. Sabır ve sebat ile ilgili emirler sınırsız da değildir. Bu
nisbetin böyle iki bölüm şeklinde ve sayıyla ifadesi iki nükteye dayanmaktadır:
Birincisi, fazlasıyla kendilerine güvenmek için bir moral takviyesidir. Yani bu
nisbetin sadece yirmi ve ikiyüz gibi küçük gruplara mahsus olmayıp, çoğaldıkça
da aynı oranın geçerliliğini anlatmaktır.
İkincisi İslâmiyet'in başlangıcında askeri
birliklerin teşkilatlanmasındaki temel unsuru belirtmeye işarettir. Demek
oluyor ki iman, bir mümini kâfire karşı on kattan daha fazla büyülten ve güçlü
kılan bir kuvvettir. Ve bu kuvvet tek kişi olduğu zaman değil, en az yirmi
kişilik bir grup oluşturdukları zaman kendini gösterir ve ortaya çıkar.
Bu, yani bu galip gelme o kâfirlerin gerçekten
anlayışsız bir kavim olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar başlangıcı ve sonucu
anlamazlar: Allah'a ve ahirete imandan uzaktırlar, savaşları, müminlerinki
gibi, Allah rızası için, Allah'ın emrine uymak için ve îlâyı kelimetullah
(Allah kelimesini yükseltmek) niyyetiyle değildir. Hamiyyet-i cahiliyye denilen
kavmiyyet (ırkçılık) uğruna ve şeytanca maksatlarla düşmanlık ve yağma içindir.
Onların gözünde dünya hayatı ve nimetleri herşeydir, ahiret hayatı ise bir
hiçtir. Güçlü bir kalb ve gerçek bir azim ile cihada atılmazlar. Bundan dolayı
hayatın ve harbin gerçek amacına ve özüne vakıf olan müminlerin bir tanesi,
onların onuna karşı koymaya ve galip gelmeye adaydır. Bu iman ve bu azim ile
sabır ve sebat gösterip bütün gayretlerini ortaya koymalıdırlar. Bundan
anlaşılıyor ki, ilk müslümalar çok büyük bir kudsi kuvvete erişmiş ve çok ağır
bir sabır göstermekle mükellef bulunuyorlardı. Böyle bir mazhariyete ermiş
bulunan üçyüz küsur kişilik Bedir mücahitlerinin karşısında bin kişilik müşrik
ordusu hakikaten ne kadar az bir sayı ne kadar küçük bir sayı eder. Çünkü
kuvvet bakımından müslümanlara denk olabilmeleri için, bu ölçüye göre, en az
üçbin kişi olmaları gerekirdi.
66- Şimdi Allah sizden o yükü, o teklifi çok
hafifletti, ve gerçekte sizde bir zayıflık olduğunu bildi. Yani savaş gücü
bakımından içinizde bedenen veya sabır ve moral yönünden bir takım zaafları
olanların varlığı sebebiyle öylesine sabır ve tahammül mükellefiyetinin bundan
böyle umum için uygun olmadığı kendini gösterdi. Gerçi böyle olacağını Allah
Teâlâ ezelden bilirdi. Fakat zamanı şimdi geldi, durum bütün yönleriyle olduğu
gibi açığa çıktı ve bilindi. Müslümanlar çoğaldıkça içlerinde zayıf olanlar da
bulunduğundan, daha önceki çile çekmiş sadakat sahibi müminlerde olduğu gibi,
birin ona karşı koyması ve savaştan kaçmaması ve eğer bu durumda bile firar
ederse "Allah'ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı" (Enfâl, 8/16)
hakkındaki ilâhî hüküm hafifletilmiştir. Şu halde bundan böyle sizden yüz adet
sabırlı kimse olursa ikiyüz kişiye galip gelirler, ve sizden bin (sabırlı) kişi
olursa ikibine karşı Allah'ın izniyle galip gelirler. Ve Allah sabredenlerle
beraberdir.
Allah'ın yardımına ermek için her halükârda
sabır en büyük şarttır. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nisbetinden daha fazlasına
sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terkedenler firarî sayılmazlar.
Fakat silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip
savaştan kaçanlar, "Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemi
boylayanlardan" olurlar. Yani bu âyetin hükmünü hak ederler. Bunda da en
az yüz kişilik bir bölük olmak şartı geçerlidir. Bundan anlaşılır ki, bu
tahfîf, birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak
için değildir, ikiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip
olmadığını ve mendup olduğunu bildirmek içindir. Şu halde müslümanlar, iki
kattan daha fazla bir düşmana karşı savaşı kabul etmemekten dolayı günahkâr
duruma düşmezler. Genel anlamda savaşa güç yetirme meselesinde esas nisbet
ikiye birdir. Bununla beraber daha sonradan da İslâm Tarihi'nde Allah'ın
izniyle birin on misli düşmana ve daha ziyadesine galip geldiği nice savaşlar
vardır. Hasılı, Allah'ın yardımı savaşa hazırlık ve savaş sırasında gösterilen
sabır ve sebata göre vaad olunmaktadır. Şimdi de harbin sonucuna gelelim:
67- Hiç bir peygamber için yeryüzünde ishan
edinceye kadar esirleri olmak doğru değildir.
İshan : Aslında kalınlık demek olan
"sihan" ve "sahenet" kökünden kalınlaştırmak demektir.
Ağırlık da sehanetin gereği olmak bakımından "filanı hastalığı veya yarası
ağırlaştırdı, yerinden kımıldamaz oldu" anlamına denilir. Sonra bu
anlamdan alınarak, savaşta düşmanın esas kuvvetlerini iyice vurarak, gücünü
kırmak ve askerlerini yerinden kımıldayamaz hale getirmek, kesin bir yenilgiye
uğratmak durumuna dahi "ishan" adı verilir. Şu halde buna göre âyetin
mânâsı şu demek olur: Hiçbir peygamber için bulunduğu ülkede küfrü kahredip
İslâm'ı yüceltecek şekilde küfür ehline karşı kesin zafer elde edip, hak
kuvvetlerinin istila ve istikrarını sağlayıp, yaptığı savaşta Allah
düşmanlarını iyice kırıp kuvvetlerini yok edinceye kadar esirleri bulunması,
yani askerlerinin esir tutmakla meşgul olması doğru ve meşru bir hareket
değildir. Ancak ishan hasıl olduktan sonra esir alması meşru olabilir.
"Nihayet onları iyice alt ettiğinizde bağları sıkı sıkıya elinizde tutun,
aldığınız esirleri ister bağışlayıp salıverin, isterse fidye alın."
(Muhammed, 47/4) âyetinde de alınan esirlere nasıl davranılacağı konusu
açıklanmıştır.
Öyle yapmakla, yani esir alma peşinde koşmakla
siz dünya arazını (malını) murad ediyorsunuz. İçinizde ishandan önce esir
tutmaya bakanlar, onun fidyesinden faydalanmak, geçici bir dünya malı, dünya
menfaati elde etmek gibi dünyevi bir maksat gözetirler. Allah ise ahireti murad
ediyor. Küfrün kahra uğrayıp dinin izzet bulmasını ve bu sayede ahiret
hayatınızın selamette olmasını, buna göre sevap ve ahiret selametini
gözetmenizi emrediyor. Şu halde ishandan evvel esir almak isteyenler Allah
Teâlâ'nın emir ve iradesine, yani rızasına aykırı hareket etmiş olurlar.
Halbuki Allah azizdir, hakimdir. Emir ve iradesine karşı gelmenin sonu çok
tehlikelidir. Emrinde mutlak bir hikmet vardır. Bunun için öyle tam bir ishan
meydana gelmeden esir almak istemeniz ahiretiniz açısından tehlikeli olabilir.
68- Allah'dan bir kitap sebketmemiş,
yazılmamış olsa idi, ictihaddaki bir hatadan dolayı itap etmemek veya Bedir
Savaşı'na katılanlara azap etmemek veya açıkça yasaklanmamış olan bir işi
yapanı cezalandırmamak gibi bir ilâhî hüküm, Levh-i Mahfuz'da yazılmış olmasa idi
aldığınız o şeyde (yani ele geçirdiğiniz esir fidyeleri sebebiyle onun yerine),
size mutlaka büyük bir azab dokunurdu. Hasılı Bedir Savaş'ında esir tutmakla
meşgul olmak ve esirlerden fidye almak maksadını amaç edinmek büyük bir tehlike
idi. Çünkü henüz düşman ordusu üzerinde tam bir hakimiyet, gerçek anlamda bir
ishan hasıl olmuş değildi, henüz İslâm'ın gücü bütün katılığıyla ağır basmış
değildi. O sırada düşmanın biraz uyanık davranması size büyük bir felaket
getirebilirdi. Fakat Allah sizi korudu. Nitekim genellikle bu ince noktaya
dikkat edilmediğinden dolayı daha sonra Uhud Savaşı'nda bunun çok zararı
görüldü. Her halde Bedir'de esir ve fidye alınmamak daha sıhhatli bir iş
olacaktı. Fakat madem ki, alındı ve Allah tehlikeden korudu, şu halde:
69- Artık aldığınız o ganimetten helâl ve
temiz olarak yiyin, yani mubah olarak faydalanın. Bu uyarıdan dolayı onun haram
olduğunu sanmayın da yukarıda açıklandığı üzere onun özel hükümlerine riayet
ederek faydalanın, ve Allah'a karşı gelmekten sakınınız, emirlerine ve
yasaklarına uymaya özen gösteriniz, sizi hatalardan koruması için O'na
sığınınız. Zira Allah muhakkak gafurdur, rahîmdir. Yani ittika ettiğiniz
takdirde o hatayı, yani sizin izinsiz olarak esirlerden fidye almayı mübah
kabul etmenizden dolayı işlediğiniz kusuru mağfiret eder, tevbenizi kabul
buyurup sizi rahmetine mazhar eyler.
Şimdi:
Meâl-i Şerifi
70- Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki:
"Eğer Allah sizin kalblerinizde bir hayır bulursa, sizden alınandan daha
hayırlısını size verir ve günahlarınızı bağışlar. Çünkü Allah
bağışlayıcıdır."
71- Eğer sana hıyanet etmek isterlerse iyi
bilsinler ki, bundan önce Allah'a hainlik ettiklerinden dolayı Allah onların
ezilmelerine imkân verdi. Allah her şeyi hakkıyla bilen hüküm ve hikmet
sahibidir.
72- Gerçekten de iman edip hicret eden,
mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad veren, onları barındırıp yardım
edenler, işte bunlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İman ettiği halde henüz
hicret etmemiş olanlar, hicret edinceye kadar onlar üzerinde herhangi bir
velayet hakkınız yoktur. Bununla beraber dinde sizden yardım isterlerse,
sizinle arasında antlaşma bulunanlar aleyhine bir durum olmadıkça, onlara
yardım etmeniz de üzerinize borçtur. Allah bütün yaptıklarınızı görüp duruyor.
73- Kâfirler de aslında birbirlerinin dostları
ve yardımcılarıdırlar. Eğer siz de öyle yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne
ve fesat çıkar.
74- O kimseler ki, iman ettiler, hicret
ettiler ve Allah yolunda cihada katıldılar, bir kısımları da onları barındırıp
yer, yurt sahibi yaptılar ve yardıma koştular, işte bunlar hakkıyla mümin
olanlardır. Bunlara bir mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır.
75- Daha sonradan hicret edip sizinle beraber
savaşa katılanlar da sizdendirler. Bir de akraba olanlar, Allah'ın kitabına
göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir.
70-71-Elinizde bulunan esirlere de ki; Aslında
esirlere bu şekilde hitap edilmesinin istenmesi, onların gönüllerini almak
için, onlara iyi muamele edilmesi içindir. Burada hükmün umumi olduğunda hiç
şüphe yoktur.
Fakat Abdullah b. Abbas Hazretleri'nden gelen
bir rivayete göre: bu âyetin nüzul sebebi, babası Hz. Abbas hakkındadır. Şöyle
ki:
Bedir Savaşı'nda Abbas da esirler arasında
bulunuyordu. Beraberinde yirmi ukiyye de altın vardı ki, bir ukiyye kırk dirhem
ve toplamı da sekizyüz dirhem demektir. Bunu müşrik askerlerini doyurmak için
yanına almıştı. Çünkü kendisi Bedir'e katılan Kureyş ordusunun iaşesini
üstlenen on kişiden biri idi. Fakat sıra kendisine gelmeden esir düşmüştü.
Bunun üzerine Abbas, ben zaten daha önceden müslüman idim, fakat bana baskı
yaptıkları için istemeye istemeye bu savaşa katıldım, dedi. Peygamber Efendimiz
bu dediğin doğru ise Allah zaten sana bunun ecrini verecektir, lakin işin dış
yüzü bizim aleyhimize idi, dedi. Bundan sonrasını Hz. Abbas'ın kendisi
anlatıyor ve diyor ki; sonra Resulullah'tan benden fidye olarak aldığı o
altını, bana geri vermesini istedim, o da o zaman buyurdu ki; "Aleyhimizde
kullanmak için alıp yola çıktığın şeyi mi istiyorsun? Hayır olmaz." dedi.
Ayrıca peygamber, iki kardeşim oğlu Âkıl b. Ebi Talib ile Nevfel b. Hâris'in de
fidyelerini benim ödememi istedi. O zaman ben, ey Muhammed! Sen beni Kureyş'ten
dilenecek bir durumda bıraktın, dedim. Bunun üzerine Resulullah, hani Mekke'den
yola çıkarken zevcen Ümmü'l-Fadl'a başımıza ne geleceği belli değil, nolur
nolmaz deyip teslim ettiğin, şayet bana birşey olursa, bu senin ve
çocuklarınındır, diyerek ona verdiğin altın nerede?" deyince, ben
"Nereden biliyorsun?" dedim. O da "Rabbim haber verdi." buyurdu.
O zaman "Allah'a yemin ederim ki sen hak peygambersin. "şehadet
ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur." Vallahi o parayı Allah'dan başka
kimsenin görmediği, gecenin karanlığında teslim etmiştim. Allah biliyor ya, ben
senin peygamberliğine hep şüphe ile bakıyordum. Şimdi madem ki, bunu haber
verdin, artık hiçbir şüphem kalmadı dedi. Daha sonra Hz. Abbas'ın, bu âyetin
meâline işaretle şöyle dediği de rivayet ediliyor: "Allah bana o
altınların yerine daha hayırlısını verdi; şimdi yirmi tane kölem var, en
aşağısı yirmi bin ile müdarebe (ortak iş) yapıyor. Ayrıca Allah bana Zemzem'i
de ihsan etti ki, karşılığında Mekke'nin bütün mal varlığını verseler yine de
istemem. Bundan böyle ben hep Rabbimin mağfiretini gözlüyorum".
72- Bunlar, (bu Muhacirin ile Ensar)
birbirlerinin velileridirler. Bir kısmının öbürüne velayeti vardır. Birbirine
mirasçı olurlar. Birbirlerinin işlerine bakar, düzene koyarlar. İman edip de
henüz hicret etmemiş olanlar, şu anda dâr-ı harbde bulunan ve oranın tebaası
durumunda olan müminler ise onlar hicret edinceye kadar sizin onlara velayet
namına hiçbir şeyiniz yoktur. İşlerine müdahele edemezsiniz. Bununla beraber
sizden din konusunda yardım isterlerse onlara yardım etmeniz üzerinize borç
olur, vacip olur. Ancak sizinle aralarında bir misak (yani antlaşma bulunan bir
kavim aleyhine bir durum söz konusu) olmamalıdır. Zira antlaşma yapmış
olduğunuz bir kavmin aleyhine olacak bir şekilde o müminlere yardım ederek,
antlaşmayı geçersiz kılmanız ahde vefasızlık olur. Bu da sizin için caiz olmaz.
Nasıl olabilir ki, Allah bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır.
73- Kâfir olanlar bile birbirlerinin
velileridir. Sizinle değil, hepsinin de değil, ama bazılarının arasında miras
ve yardımlaşma sürer gider. Şu halde onların müminlerle bir ilişkileri yoktur.
İsterse akraba olsunlar mümin ile kâfir arasında velayet ve veraset cereyan
etmez. Bir de her kâfirin her kâfire velayet ve veraseti de olmaz. Din ayrılığı
ve diyar başkalığı ikisi de mirasa engeldir. Eğer siz bunu yapmazsanız (yani
birbirinize velayet ve yardım işinde dayanışma içinde olmazsanız, bunu şu
açıklanan esaslar dairesinde icra ve ifa etmezseniz veya karmakarışık eder de
içinden çıkılmaz hale getirirseniz) yeryüzünde çok büyük bir fitne ve fesat
olur. Ki siz bunun büyüklüğünü takdir edip kestiremezsiniz. Bu açıklamada
müminler, Muhacirler ve Ensar ve Muhacir olmayan diğer müslümanlar olarak
taksim olunduktan ve aralarındaki dayanışma bağlantısının esasları
belirlendikten sonra bunların imandaki kemal mertebelerinin hakikatini ortaya
koymak sadedinde buyuruluyor ki
74- onlar ki, iman ettiler ve hicret
eylediler, yani yerlerini yurtlarını, mallarını ve akrabalarını bırakıp
vatanlarından çıkıp geldiler ve Allah yolunda cihada katıldılar, Allah'ın dini
uğrunda, Allah rızası için ceht ve gayretlerini esirgemeyip sabır ve tahammül
gösterdiler, çeşitli zahmetlere katlanıp nefislerini mahrumiyetlere atmak
suretiyle bu uğurda bir yarışa girdiler . Onlar ki, iyva eylediler, Allah
Resulünü ve Muhacirleri kendi evlerinde misafir edip barındırdılar, onlara yer
yurt verip iskan ettiler, yerleştirdiler, ve yardım ettiler, onlarla birlik
olup düşmanlarına karşı savaş konusunda her bakımdan yardım ettiler. Ensar
oldular işte bunlar, yani Muhacirler ile Ensar işte bunlardır, hakkı ile
müminler bunlardır ki, imanlarını sûrenin başında da beyan olunduğu üzere,
gerektiği şekilde hakkıyla özüne erdirmişlerdir, işte bunlar içindir ki, eşsiz
bir mağfiret ve değerli bir rızık vardır. Bu rızkın ne sorumluluğu var, ne de
minneti. Buradaki "işte bunlar hakkıyla mümin olanların ta
kendileridir" ifadesindeki tahsisi ve kasrı, mutlak olarak yalnızca o
zamana veya bu zamana mahsus bir hakiki kasr zannetmemelidir. Bu kasır hicret
farz iken dâr-ı harbi terketmeyip hicret eylemeyenlere göre edenlerin durumuna
ait izafî bir tahsistir.
75-Çünkü Bundan sonra, (yani sizin
hicretinizden sonra) iman edip de hicret eyleyenler ve sizinle beraber cihada
katılanlar, şimdi bunlar, bu üç özelliği taşıyanlar da sizdendir. Size ektir ve
sizden sayılırlar. Ey müminler, bununla beraber bundan böyle zevil-erham
denilen akrabalar, Allah'ın kitabında mirasta birbirlerine daha evladırlar,
yabancılardan daha yakındırlar.
O akrabalık isterse ana tarafından olsun, yine
de akraba olmayanlara göre daha yakındırlar. Mümin bir akraba varken, böyle bir
akrabalığı olmayan bir mümin yalnızca din kardeşliği sebebiyle bir başka mümine
mirasçı olamaz. Yani Muhacirler ile Ensar arasında hicretin başında kurulan
kardeşlik anlaşmasının mirasla ilgili olan hükümleri bundan böyle geçersiz
olacak demektir. Müminler arasında miras yalnızca akraba olanlar arasında
geçerli olacaktır. Ve işte ilk hicret edenlerle daha sonra hicret edenler
arasındaki yegane fark budur. İkinci hicret döneminin Bedir'den sonra veya bu
âyetin nüzulünden sonra başladığını söyleyenler olmuş ise de en sahih olan
görüş Hudeybiye'den sonradır diyenlerin görüşüdür.
Şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir. Şu halde
bu hüküm ve yukarıdan beri ortaya konan hükümlerin sırrını ve hikmetini de
bilir. Bundan sonra gelecek Berâe (Tevbe) Sûresi içinde geçen hükümlerin de
sırrını ve hikmetini bilir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Enfal Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.