Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Enam Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
6-EN'AM:
Hamd hep Allah'a, ki başların üstündeki
gökleri ve ayakların altındaki yeri yarattı ve karanlıkları ve nuru yaptı. Şu
halde onun bunlar üzerindeki mülk ve saltanatı, sahipliği, yalnız var
olduklarından sonraki tedbir ve olgunlaşmaları, sonra gelen arızalar üzerinde
cereyan eden, zâtı ve tabiatlarına mahkum bulunan bağımlı ve hasta bir mülk ve
sahiplik değil, daha önce yaratma ve yapma ile bütün varlıklarına da hâkim olan
bir mülk ve saltanattır. Ve bunun için bütün hamd ve senâ, bütün ululama ve
teşekkür ancak ve ancak Allah'ın hakkıdır. Zât ve sıfatı bakımından Allah'a
mahsustur.
Kur'ân'da beş sûrenin başında güzel kelimesi
zikredilmiştir. Birinci olarak Fâtiha'da "Hamd âlemlerin Rabb'i olan
Allah'a mahsustur." İkincisi bu sûrede "Hamd, gökleri ve yeri
yaratan, karanlıkları ve nuru var eden Allah'a mahsustur." Üçüncüsü Kehf
sûresinde "Hamd, kuluna Kitab indiren Allah'a mahsustur". Dördüncüsü
Sebe sûresinde "Hamd, göklerde ve yerde bulunanların hepsi kendisinin olan
Allah'a mahsustur". Beşincisi Fâtır sûresinde
"Hamd, gökleri yaratan, melekleri elçiler
yapan Allah'a mahsustur" buyurulmuştur ki hepsi Fâtiha'daki "hamd,
âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur." hamdiyle âlemlerde ilâhî
mülkiyetin çeşitleri ile açıklama ve izahıdır.
Mâide sûresinin sonundan geçilerek burada
görülüyor ki, gökler ve yer hakkında "halk" (yaratmak), karanlıklar
ve nur hakkında "ca'l" (yapmak) denilmiştir. Tefsirciler diyorlar ki
" = ca'l" de " = halk" gibi bir inşâ ve yaratmadır. Şu
kadar ki "halk", tekvînle ilgili inşâya tahsis edimiş ve bir takdir
ve tesviye mânâsını da içine alır. Yani halk (yaratma)da, yaratılanın her
yönüyle özel kaderlerini yoktan var eden ve takdir eden öncü bir kapsayıcı ilim
ve ona göre gerek maddesiz ve gerek bir maddeden yapma ve düzen verme mânâsı
vardır. Ve bu şekilde fıtrat (tabiat) anlamı, halk (yaratma) ve hilkat
(yaratılış) anlamından bir cüzdür. Ca'l (yapma) ise bu âyette olduğu gibi
tekvînî inşâ ile "Allah, bahîre diye bir şey yapmamıştır" (Mâide,
5/103) âyetinde olduğu gibi teşrîî inşâdan daha genel olduğu gibi, bundan başka
"ca'l"de bir tasyîr (değiştirme) ve tazmîn (boynuna yükleme) mânâsı,
yani mef'ûlün diğer bir şey ile zarflık veya gâiyyet (gâyelik) veya
başlangıçlık veya diğer herhangi bir sebeple münasebeti mânâsı da vardır ki, bu
şey arada kâh gizli bir kayıt olarak ve kâh ikinci bir mef'ûl şeklinde kelâmın
esası olarak düşünülür. Birincide "ca'l", gizli bir şekilde de olsa,
mukayyed bir mef'ûle teallûk eder. "Karanlıkları ve nuru var etti";
"Ve ikisinin arasına bir engel koydu" (Furkân, 25/53); "Orada
(yerde) sabit dağlar var etti" (Ra'd, 13/3); "Bize katından bir koruyucu
ver." (Nisâ', 4/75) âyetlerinde olduğu gibi. İkincisinde ise "Geceyi
dinlenme zamanı yapmıştır." (En'âm, 6/96); "Parmaklarını kulaklarına
tıkarlar" (Bakara, 2/19) âyetlerinde olduğu gibi iki mef'ûle teallûk eder.
Ve yerine göre bu ikinci şeyin bir gizli kayıt veya kelâmın esası olup
olmadığını ayırmak gerekir ki, bu mânâlar dilimizde "yapmak" ve
"kılmak" kelimeleriyle ifade olunabilir. Nitekim karanlık yaptı,
aydınlık yaptı, geceyi gündüz, gündüzü gece yaptı, karanlığı hoş olmayan,
aydınlığı hoş kıldı denilebilir.
Demek olur ki, karanlıklar (zulümât)ın ve
nûrun mec'ûliyet (yapılmışlığ)i, birinin diğeri ile ard arda gelmesi, gökler ve
yerdeki şeylerin varlığı, yaratılış gayesinde birer karşıt hadise olmaları
itibariyledir. Ve bundan zulmetin kendisinin, nur gibi, varlığa ait bir şey ve
aslî yokluğun mevcut şeyler olması ve eşya nazar-ı itibare alınmaksızın
zamanın, gece ve gündüzün, hadd-i zatında mevcut bulunması lazım gelmez. Demek
ki Mâni'cilerin dediği gibi zulumât (karanlıklar)ın ve nûrun biri şerri
yaratan, biri hayrı yaratan iki ilk başlangıç olmaları şöyle dursun; bunlar,
göklerin ve yerin yaratılışı dolayısıyle ikinci derecede ve dolaylı olarak var
edilmiş, nisbî ve izafî birer hadiseden başka bir şey değildirler. Zulümâtın
nûrdan önce getirilmesi, yaratılmış şeylerde aslî yokluğun melekelerden önce
olmasına işarettir. "Zulümât"ın çoğul, "nûr"un tekil olarak
gelmesi de, zulmetin çokluk, şirk ve ayrışım ile ilgili bulunduğuna ve bunda
tek ve tekliğin çoklukta kaybolmasına; nûrun ise tevhid ile ilgili olduğuna ve
bunda çokluğun tekde kaybolduğuna bir tenbih gibidir. Ve bu çoğul ve önce
getirme ile tekil getirme ve geriye bırakmada, zulümât ve nûrun, gökler ve yer
karinesine ayrıca bir güzel kabul edişi (hüsn-i tekabbülü) de vardır. Sonra
karanlıklar ve nurdan maksad, gece ve gündüzün birbirini izlemelerinde
görüldüğü üzere hissedilen iki zıt hadise olduğu açıktır. Zira lafızların
lugattaki hakikatleri budur. Bununla birlikte nûr, ferahlığa; karanlık,
kederlere sebep olmak bakımından, bunlar küfür ve iman, cehalet ve ilim, keder
ve sevinç, şer ve hayır gibi maneviyatta imandan da uzak değildirler. Ve hatta
bu mânâlarda mecâz-ı müteâref (meşhur mecaz) olmak üzere kullanılırlar. Bundan
dolayı tefsirciler bununla tefsir etmişler, Vahidî de, zulümât ve nûrun
hissedilen ve anlaşılan her ikisini içine aldığını göstermiştir ki umûm-ı mecâz
demek olur. Hakikatte bilgi ve tevhid delili olan nûrun yalnız objektif (âfâkî
= nesnel) ve maddî bir hadise olmasında ısrar etmek doğru değildir. Bundan
subjektif ve objektif, maddî ve manevî olmanın bir anlaşması, bir kavuşma
bakışı vardır ki, biz ona idrak, görme ve vicdan şuuru ismini veririz. Şu halde
nûrda, her halde, bir mânâ gözetilmeli , hissedilen ve akla uygun olan
toplayıcı bir genel mânâ düşünülmelidir. Hislerin çeşitliliğine rağmen nûrûn
tekil olarak gelmesi de hepsinin, şuurun nurunda ve idrakte toplandığını
anlatır.
İşte Allah öyle âlemlerin Rabbidir ki maddiyât
ve mâneviyâtiyle gökleri ve yeri yaratmış, karanlıkları ve nûru yapmıştır.
Sonra bütün bu nimetlere nankörlük edip küfredenler O yaratan Rab'larına bu
yaratılmışları veya bunlardan bazılarını denk tutuyorlar. Bir kısmı tutuyor
eşyanın tabiatına tapıyor bir kısmı tutuyor yıldızlara, güneşe tapıyor. Bir
kısmı tutuyor hayır ilâhı, şer ilâhı, Yezdan ve Ehremen diye karanlığa ve nûra
tapıyor, bir kısmı tutuyor sıcağa, ateşe tapıyor, bir kısmı tutuyor taşlara,
topraklara, madenlere ve bunlardan yaptıkları putlara tapıyor, bir kısmı
tutuyor bitkilere ve hayvanlara tapıyor, bir kısmı insanlara tapıyor. Bir kısmı
tutuyor Firavun ve Nemrud gibi azgın Tağutlara tapıyor. Bir kısmı da İsa ve
anası veya Melekler gibi Allah'ın kullarına tapıyorlar. Ki bütün bunların
yaratıcı Allah'a karşı ne büyük bir küfür, ne kadar bir utanmazlık olduğu
açıktır.
2-Acaba bunlar bu küfür ve inkârın
sorumluluğunu hiç düşünmüyorlar, o yüce yaratıcının kendilerine hiçbir şey
yapamayacağını mı sanıyorlar? Ey insanlar! O öyle bir Allah'tır ki, sizin
hepinizi bir çamurdan yarattı. Allah, yeri yarattığı zaman üzerinde hayattan
hiçbir eser yoktu, o hayatsız yer maddelerinden çamur, çamurdan da bitki,
hayvan, insan yarattı ve sonra o insanın sulbünden o çamurun bir seçim örneği
olarak çıkardığı "değersiz bir su" içindeki zerreciklerden devamlı
bir sülâle olarak sizleri yarattı ve yaratmaktadır. Sizin ilk maddeniz bir
çamurdan ibarettir. Onu insan yapan Allah'tır. Burada meşhur tefsir budur:
Allah Teâlâ insanları Âdem'den, Âdem'i de bir çamurdan yaratmıştır. Fahreddin
Râzî der ki: "Bence bunda diğer bir vecih daha vardır. Şöyle ki, insan, meni
ile hayız kanından yaratılmıştır .Bunlar ise kandan, kan da gıdalardan doğar.
Gıdalar da ya hayvansal veya bitkiseldir. Hayvansal olduğu takdirde o hayvanın
doğuş niteliğindeki durumu, insanın doğuşundaki hali gibidir. Kala kala
bitkisel gıdalar kalır. Bundan dolayı sabit ki insan, dolayısıyla bitkisel
gıdalardan, bitkisel gıdalar da şüphe yok ki çamurdan doğmuştur. Ve o halde her
insan bu şekilde başlangıçta çamurdan yaratılmıştır. Çamurdan döl suyu, döl
suyundan kalb, beyin, karaciğer ve diğerleri gibi sıfatta, sûrette, renkte,
şekilde çeşitli cihazlar ve uzuvlar doğması ve teşekkül etmesi ise kendi
kendine olabilecek bir şey değildir. Bu benzersiz sanatı ancak hikmetli bir
takdir edici ve merhametli idarecinin takdir ve tedbiri ile mümkün
olabilir." Çünkü yok, kendi kendine var olamaz. Kendiliğinden doğma
(jeneraspon spontane), sebepsiz, illetsiz hudûs (oluş) mümkün değildir ve
batıldır. Özellikle böyle bir seçme ile böyle bir insan vücudunun tesadüfen ve
cahilce bir şekilde meydana gelmesi öncelikle batıl ve mümkün değildir.
Râzî'nin bu hatırlatması hâl-i hazırda görülen ve bilinen hayatî olayları
düşünmekle yalnız Âdem Aleyhisselâm'ın değil, her insanın çeşitli devirler
içinde çamurdan ayıklanmakla yaratılmış olduğunu göstermesi ve Âdem'in
yaratılışının aydınlatma ve açıklaması itibariyle gerçekten önemi hâizdir.
Ancak bu müşahede, meşhur tefsirde olduğu gibi ilk insanın, ilk menî'nin
yaratılışını bir izah olmak üzere düşünülmedikçe meselenin bütün inceleğiyle
kavranılmış olacağı şüphelidir. Zira insan türünün yeryüzünde ilk yaratılışına
kadar çıkılmayınca, her insanın menîden önce çamurdan yaratılmış olduğu
hakkıyla ortaya çıkamaz. Çünkü her ferdin yaratıldığı baba menisi ve annenin
hayız kanı, topraktan aldığı gıdasından öncedir.
Bundan dolayı insanın yaratılışı
"Menîden, hakir bir sudan" (Secde, 32/8) dır. Dölde menînin, rahimde
hayız kanı ve yumurtanın yaratılışı da menşeinin bitkisel olması dolayısıyla
toprağa ve suya borçlu ise de, bunların kana benzeşmesi daha önce o döl ve
rahimin hayatî tabiatına, bu da doğduğu meni ve hayız kanına borçludur. Şu
halde meseleyi her yönden tahlil (analiz) etmiş olmak için çamurun, insan
yaratılışının başlangıcı olması ilk menî ve hayız kanının yaratılışına kadar
döndürülmek gerekir ki, bu da birinci olarak Âdem'in yaratılışını düşünmekle
mümkün olur. Bu münasebetle zamanımızın fennî teorilerini bir gözden geçirmek
faydalı olacaktır:
Bugünkü teorilere göre gerek hayvansal ve
gerek bitkisel hayatın başlangıcı son analizde bir "sellûl"e yani bir
hücreye dayanmaktadır. Bir bitki, bir hayvan, bir insan bedeninin bütün doku
uzuvları, mikroskop ile muayene olunabilen gayet küçük yuvarlak veya uzun bir
takım hücrelerin ince bir sanatla dokunmasından meydana gelmiştir. Hayat ve
canlılığın ilk örneği bu hücrededir ki, biz bunları insanlar hakkında Âdem'in
sırtından çıkarılan zerrecikler diye düşünebiliriz. Hücre, hücreden doğarak
çoğalır. Bir hücre, hava, su ve diğer yeryüzüne ait maddelerle gıdalanır ve
onlar hücrenin içinde organizmaya benzeşir. Bundan diğer hücreler doğar ve tümünden
de bir canlı beden dokunur, meydana gelir. Ve bu şekilde bitki türleri, hayvan
türleri ve bu arada insanlar birli veya ikili olarak kendi esas hücresi
üzerinde bir sülale (soy) takip ederler. Bir insanın oluşumunun başlangıcı olan
ilk hücre, anasının rahminde bir yumurta hücresiyle onu aşılayan bir menî
hücresinin oluşturdukları aşılanan bir hücre olmak üzere mutalaa olunur ki
horoz tohumuyla aşılanmış bir tavuk yumurtası bunun tam değilse de zahirî bir
örneği gibidir. Şimdi, her hücreye "kendi tabiatiyle kendisi
yaratıyor" demek, yoktan, sebepsiz, illetsiz bir eser tasavvur etmek
olduğu için nasıl bir çelişki ve mümkünsüz ise, "bütün üretken hücrelerin
yaratıcısı ve bunları bir beden olarak dokuyup vücuda getiren yapıcısı da ilk
hücredir" demek de ondan daha büyük bir çelişki ve mümkünsüzlüktür. Çocuğu
yaratan ve yaşatan kendisi veya anası - babasıdır zannetmek gibi açık bir
cahilliktir. Şüphe yok ki bir hücreden bir menînin karışımından yüzlerle,
binlerle, milyonlarla milyarlarla hücre yaratan ve bunları dokuyarak vasıfları
ve şekilleri, faydaları ve tabiatları, çeşitli uzuv ve aygıttan oluşmuş
mükemmel bir beden, bir hayat makinesi halinde işleten ince sanat, bunların
hepsi üzerinde hâkim olan bir üstün ilâhî kudretin en mükemmel şahididir. Ve
böyle olduğu Kur'ân'ın bir çok âyetlerinde de gösterilecektir. Fakat bu âyetten
çıkan mesele, yalnız bundan ibaret kalmıyor. O ilk hücrenin menşeinin ne olduğu
da gösteriliyor ki, bütün hayatı yaratananın kudreti, o bir hücreye ait olması
gibi bir yanlış anlaşılmaya da meydan kalmasın. Bugün fenciler diyorlar ki,
hayat ve canlılık böyle bir hücreye, bir tohuma dönücüdür ve Pastör deneyine
göre de gerek bitkisel ve gerek hayvansal her canlı, her organizma muhakkak
kendi cinsinden böyle bir tohum ile geçmiştir. Yani bir sülaledir.
"Jenerasyon spontane" (kendi kendine doğum) yoktur ve olamaz.
İlletsiz, sebepsiz bir hadisenin olamayacağını anlatan bu ifadeden birçokları
yanlış sonuçlar çıkarmış ve yaratıcı kudreti inkâra kadar varmışlardır. Halbuki
bu noktada fennin genişce tahlil edemediği ve bununla beraber kısa yoldan
halleylediği ikinci bir safha vardır. Zira yeryüzünün ve yeryüzü üzerinde
hayatın kadîm (ezelî) olmayıp fen ve mantık bakımından bilindiği gibi,
"hücrenin bileşik ve yaratılmış ve buna göre sonradan olma" olduğu da
kesin olarak bilinmektedir. Hatta organik kimyada ve ilm-i ensac (dokubilim)da
hücrelerin terkipleri ve şekilleri ile ilgili bir hayli bilgi de vardır. Cansız
birtakım basit maddelerden canlı bir organik hücre meydana gelmiş bulunuyor. Gerçi
fen bilimleri bu maddelerin sanatla terkibinden bir hücre yapamıyor. Fakat
hücrenin bileşik ve yaratılmış ve sonradan olma olduğu da her şüpheden uzak
olarak biliniyor. Zaten zincirleme doğum tasavvuru da her hücrenin oluş ve
sonluluğunu tasavvur etmektir. Şu halde, "hücre içinde hücre ve daha önce
yeryüzünde ilk insan veya ilk hayvan veya ilk bitki hücresi nasıl ve nereden
yapılmıştır?" sorusu vardır. Buna karşı beşer fenni: "Nasıl
yapıldığını henüz bilmiyorum, fakat şurası muhakkaktır ki her halde yeryüzünün
basit maddelerinden yapılmıştır. Bu nokta ilmen ve aklen kesindir. Zira
terkiplerinde yeryüzünde bulunabilen basit maddeler görülüyor." cevabını
vermekte ve bu noktada mesele kimyadan ve hayat bilgisinden "ayıklama
kanunu" ile ilâhî hikmet sahasına geçmektedir. Sebepsiz, kendi kendine
"sonradan olma" mânâsına "Jenerasyon spontane" doğum veya
bizzat doğum hadd-i zatında çelişki olduğu için, akıl ve ilim bakımından
zorunlu olarak imkansız ve aynı zamanda hücrenin sonradan olma ve yaratılmış
olduğu da kesin olarak bilindiğinden, bu konuda Pastör teorisi daha çok felsefî
demek olan "ayıklama" düşüncesine gerek göstermeden fenni, doğrudan
doğruya yaratıcının kudretine dayandırmıştır. Çünkü ayıklamayı bahis konusu
etmenin sonucu da bunu isbattan başka bir şey değildir. Yoksa "her canlı
kendi cinsine mahsus bir tohumdan olur. "Jenerasyon spontane"
yoktur" diyen Pastör bu sözü ile başlangıç hücrelerinin kıdem ve
ezelîliğini iddia etmek gibi bir çelişkiyi benimsemek istememiştir. Pastör
bilirdi ki canlı hücreler ilmî bakımdan en fazla olarak yüz derece ısıya bile
tahammül edemez, yok olur. Hatta bundan dolayıdır ki deney yerine koyduğu
şişelerindeki suları ve onlardaki organik maddeleri bu şekilde dezenfekte
etmiştir. Şu halde jeoloji ilmine göre sonradan oluşan ve bir zamanlar binlerce
derece ısı içinde bulunan yeryüzü üzerinde kadîm ve ezeli bir canlı hücrenin
varlığını nasıl kabul etmiş ve düşünmüş olabilir? Şayet ettiyse böyle bir
iddianın ne ilmî kıymeti olur? Şu halde ilkel hücre her halde sonradan olmuş ve
yeryüzü maddelerinden oluşmuştur. Fakat kendi kendine doğum ve oluş da batıl
olduğundan bunun yaratma ve var edilmesi bizzat yaratıcı Teâlâ'nın ezelî
kudretine dayalı, ona delil ve şahittir. Bu konuda ilk hücrenin yeryüzüne diğer
gök cisimlerinden gelip gelmediğini varsaymaya kalkışmak da sözü uzatmaktan
başka bir şey değildir. Hasılı insan içinde insanın, hücre içinde hücrenin
doğum ve oluşumu ile hayat özünün devam etmesi gıdalanmakla ilgili,
gıdalanmanın ise yerden, çamurdan yaratılarak gelen bir tahvil ve temsil gıdası
demek olduğu açıktır. Bu şekilde yere ait maddelerin beşerin yaratılışına,
kısmen de olsa, bir başlangıç olduğu da açık ve yaratıcının kudretini bu tahvil
ve temsil şeklindeki ayıklamadan anlayarak meseleyi kısa kesmek de mümkündür.
Ancak bunun yaratıcı sebebini gıdalanma ve temsil kudretinde farzetmek, bu
kudreti de sırf o insan veya o hücrenin daha önceki bir insan veya hücreden
kalıtım yoluyla geçen hayatla ilgili kuvvetin eseri olarak düşünmek mümkün ve
hatta alışılmış bulunduğundan bu hal içinde insanın başlangıçta çamurdan
yaratılmış olması esasına henüz karışıklık ve benzerlikten uzak bir şekilde
açığa kavuşmuş nazariyle bakılamaz. Ve Pastör'ün görüşünü takip edenler de bu
devam eden bölüm içinde yaratıcı sebebi, ilk hücrenin sahip bulunduğu canlıya
ait güçde gözetebilirler. Fakat mesele, yer üzerinde ilk oluşan hücrede mütalaa
olunur. Hem de sebepsiz, illetsiz olma, kendi kendine doğma mümkünsüz olduğu ve
hücrenin kadîm (evveli olmayan) ve ezelî olamayıp zorunlu olarak sonradan olmuş
bulunduğu unutulmayarak mütelaa edilirse; o zaman gerek Pastörcüler ve gerek
ıstıfa (ayıklama) cılar, herkes zorunlu olarak itiraf etmek zorundadırlar ki,
beşerin ilkel maddesi, yer maddelerinden, yerin çamurundandır. Fakat beşer o
çamurun süzülmüş, ayıklanmış bir şekil ve sûretidir. "Menîden,
çamurdan". (Mûminûn, 23/ 12)
İşte Allah o yaratıcıdır ki insanları
başlangıçta böyle bir çamurdan yarattı, sonra bir ecel kaza etti, takdir ve
hükmedip bizzat icra mevkiine koydu, her dünyaya gelene ölümüne kadar bir ecel
ile vakit tayin etti ki, her eceli yetenin ölmekte olduğu açık ve hepinizin
bildiği ve gördüğü bir husustur. Bundan başka takdir ve isimlendirilmiş bir
ecel, bir ecel-i müsemmâ da onun katında, onun huzurunda vardır. Ki bu da bu
dünya hayatındaki güzel-çirkin bütün fiillerin ölümden sonra sorumluluk vakti,
yani saat ve kıyametin eceli, yahut ölümden sonra dirilmenin eceli ki, bu henüz
kaza edilmemiş, fiilî durumu gördüğümüz bir durum değil, gâibdir. Fakat takdir
edilmiş ve isimlendirilmiştir. Sonra Allah'ın huzurunda muhakkak icra ve infaz
edilecek. "Bir bölük cennette, bir bölük ateştedir" (Şûrâ, 42/7)
durumu ebedî olarak ortaya çıkacaktır.
Yukarlarda da geçtiği üzere ecel, bir vakit
veya o vaktin sonu demektir. Mesela "Şu borç, bir sene vakitle sınırlandırılmıştır"
denildiği zaman bir sene bir eceldir. Sonra "eceli geldi" denildiği
zaman da, "senenin sonu geldi" demek olur. Ve bu âyette her iki mânâ
caizdir. Bununla beraber birincide vakit, ikincide son mânâsı daha uygundur. Şu
halde insanın dünyada eceli demek, ölümüne kadar ömrünün müddeti veya onun
sonu, ölüm ânı demektir. Öldüğü anda bu ecel gelmiş ve yetmiş olur. Herhangi
mânâ tasavvur edilirse edilsin bu ömür, bu ecel birdir. Bir kere tahakkuk eder.
Bir insan için bu ölüme kadar iki ecel tasavvuruna imkan yoktur. Ve ölüm, her
ne sebeple olursa olsun, ecel yetmiş, ömür bitmiş olur. Ve artık ona,
"ecelsiz öldü" demek çelişkiden başka bir şey değildir. O gün
anlaşılır ki, ezelde takdir edilen ve vakti kararlaştırılan bu, bugün tahakkuk
edip fiilen kaza edilen, yerine getirilen de budur. Fakat bunun kazasıyla, bu
ecel yetmekle insanın , vücûdun her şeyi, her iş bitmiş olmaz. Bundan sonra da
diğer bir ecel, bir son gelecektir. Bu ecel de bu müddetin sonunda ve Allah'ın
huzurunda iyi ve kötü her sorumluluk son bulacak, soru ve hesap tamam olup
dünya hayatının bütün defterleri kapanacak, ondan sonra ya ebedî olarak sevap
veya ebedî olarak azab devresi gelecektir. Ve işte burada "takdir edilmiş
ecel O'nun katındadır", bu sonuç, bu nihayettir ki, buna kıyamet, saat,
ölümden sonra Allah'ın dirilteceği gün, toplanma günü, suâl günü, hesap günü,
ceza günü, kıyamet günü, ayırma günü denilir. "Ve şüphesiz ahiret yurdu,
işte asıl hayat odur" (Ankebût, 29/64) bu aralıktan itibaren tecelli ve
tahakkuk edecektir. Ve artık buna son yoktur. Ölüm ecelinden başka bir ecel
olan bu ecel-i müsemmâ (takdir olunan ecel), ecelin nihayet mânâsı itibariyle
ahiret bölümünün başlangıcı olan saat ve vakit mânâsı düşüncesiyle de ölümden o
saate kadar olan "berzah" müddetiyle tefsir edilir ki meâl birdir.
Doğru ve mûteber tefsir, bu mânâlardır. Bununla birlikte bazı tefsirciler diğer
farklı görüşler de söylemişlerdir ki, bunlardan -özellikle- bazılarını
hatırlatalım:
1- Ebu Müslim demiştir ki: "Kaza olunan
birinci ecel geçmişlerin, yani vefat eden şahıslar ve geçmiş ümmetlerin
ecelleridir. İkinci ecel de henüz vefat etmemiş bulunanların ölüm ecelleridir
ki bunu ancak Allah bilir". Buna göre bahis konusu her şahıs için ancak
bir ölüm eceli demek olur ki, kelimelerinin nekre (belirsiz) getirilmelerine
göre zahirin tersidir. Birinci ecel herkesin geçen ömrünün miktarı, ikinci ecel
de kalan ömrünün miktarı demek de böyledir. Hatta bizce burada birinci eceli,
şahısların eceli; ikinci eceli "Her bir ümmet (millet) için bir ecel
vardır" (Ârâf, 7)34) âyetinin delaleti üzere milletlerin eceli; yani
birisi ferdî ölüm eceli, diğeri millî ölüm eceli olmak üzere düşünmek de akla
gelir. Fakat rivayet edilen önceki mânâ bunu içine alır. ikisini de içerir.
2- Bazıları da demiş ki, her insanın iki eceli
vardır. Birisi tabiî eceller, ikincisi ihtirâmî (yok etmekle ilgili) eceller.
Tabiî ecel şudur: Mizac, dış arızalardan korunmuş olsaydı ömrünün kalan müddeti
felan zamana kadar varacaktı. Yok etmekle ilgili ecelde, boğulma, yanma,
zehirli böcek sokma vesâire gibi dış etkenlerden güç bir sebep ile meydana
gelendir. Fahreddin Râzî bunu İslâm filozoflarının görüşü diye nakletmiştir ki,
maksat tabiblerdir. Tabibler arasında bir tabiî ömür teorisi vardır. Ve nitekim
tabiblerimizin dilinde tabiî ecele, ecel-i müsemmâ (takdir edilmiş ecel);
yoketmekle ilgili ecele de, ecel-i kazâ (kaza eceli) demek âdet olmuştur. Böyle
bir telakki, ölüm öncesi hayatta sebeplere, sağlık bilgisine, tedaviye, dışa
ait korunmalara riayetin faydalarını göstermek açısından faydalıdır. Fakat bunu
iki ecel diye anlamak doğru değildir. Yani bir insanın, biri tabiî (doğal),
biri yok etmekle ilgili olmak üzere iki eceli yoktur. Ya doğal veya yok etmekle
ilgili bir eceli vardır. Zira fiilen vâki olacak olan ecel, bunların ancak
biridir. Diğeri bir imkandan ibarettir. İmkan şekilleri çeşitli ve hatta sonsuz
olabilir. Fakat vâki olan birdir. Hakikaten ömür, ecel de o vâki olandan
ibarettir. Allah'ın takdir ve kaza ettiği de odur. Allah'ın bildiği şaşmaz; O
mümkünü mümkün, vâkî olanı vâkî olan olarak bilir. Şu halde tabiî ve helakle
ilgili ecel ayırımı; mümkün ecel, vuku bulan ecel diye bir ayırım yapmak
gibidir. Dış sebeplerin helakiyle ölenin tabiî olarak ölmesi mümkün olduğu
gibi, tabiî olarak ölenin de haricî sebeplerle ölmesi düşünülebilir. Fakat, o
her halde bunların yalnız biriyle ölecektir. Halbuki ecel denildiği zaman
mümkünü değil, vuku bulanı anlamak gerekir. Vuku bulan, vâki olmadan önce henüz
imkan sahasındadır. Şu halde henüz ölmeyen bir kimsenin korunma sebeplerine
uyması meşru ve hatta görevdir. Fakat vuku bulanın, vâki olmasıyla imkan sahası
kapanmış, ecel tahakkuk etmiştir. Bundan dolayı o zaman da görev, vuku bulana
teslim olmaktır. Sonra "tabiî ömür" sözü de soyut bir teoridir. Ölüm,
her ne olsa, bir yok etme ve tahrip etme olmaktan çıkmaz. İhtiyarlama, esasen
bir helak etme eseridir, yoksa tabiatın tabiat olmak üzere gereği,
devamlılıktan başka bir şey değildir. Dışa ait tesir ile yok etme bahis konusu
olmayınca, tabiî ömrün sonsuz olması gerekirdi. Demek ki hüküm, tabiatte değil,
tabiatı yaratandadır. O halde tabiat sözü bir yanıltma ve şüpheye düşürmedir.
Bu gibi sözlerle insanlar kesin bir olgu olan ölümde bile şüphelere düşer
dururlar. Nitekim buyuruluyor ki: Sonra, ey kâfirler siz tutar şek ve tereddüt
edersiniz ha! Yani Allah Teâlâ'nın sizi ve sizin ilk maddenize varıncaya kadar
bütün asıllarınızı yaratan yaratıcı ve size takdir ve hükmettiği ecel gelinceye
kadar hayatınızı veren bir hayat verici kâdir olduğu, nefsinizdeki görülen
eserlerle sabit ve muhakkak. Ve böyle maddeler yaratmaya ve onlarda hayatlar
icad etmeye ve sonra bu hayatı dilediği ecele kadar sürekli kılmaya gücü yeten
yaratıcı Allah'ın, bu yaratma ve diriltmeyi bir daha yapmaya kudreti öncelikle
belli bulunduğu halde, siz kalkar Allah'ın kudretinden şüphe eder, niteliğini
kavrayıp anlayamadığınız şeylerden dolayı, Allah katında tayin ve takdir
edilmiş olan bu ecel-i müsemmâda, bu sorumluluk günü hakkında şüpheler,
tereddütler çıkarır, Allah'a küfürler eder, kendinizi, yahut göğe veya yere
mensub yaratıkları Allah'a denk tutarsınız öyle mi?
3- Halbuki O Allah hem göklerde, hem yerde
ibadet edilen bir Allah'tır. Sizin sırrınızı, cehrinizi, gizlinizi, açığınızı
bilir. İyi kötü, gizli aşikâr her ne kazanıyor, her neyi hak ediyorsanız onu da
bilir. O takdir edilen ecel gelince hak ettiklerinizi tamamen verir.
4-Ey Muhammed bu kâfirlere Rablerinin
âyetlerinden, yani Allah Teâlâ'nın ilâhlık ve birliğine, kudret ve hükümlerine
delalet eden tenzilî (indirmeğe ait) veya tekvînî (yaratmaya ait) delillerinden
hiçbir âyet de gelmez ki, ancak onlar yüz çevirmiş bulunurlar, iltifat
etmezler.
5-Bunun için hakkı, yani Kur'ân'ı, kendilerine
gelince yalanladılar. Böyle en büyük hakkı yalanlayanlar diğerlerine nasıl
iltifat ederler? Fakat onlara, ne ile alay etmekte bulunduklarının müthiş
haberleri muhakkak gelecek.
6-Hak ile alay etmenin ne olduğunu o zaman
anlayacaklardır. Görmediler mi onlardan önce biz ne kadar karn helak ettik?
KARN, iki mânâya gelir. Birisi zamandan bir
müddete yakın olan ümmet, bir zaman ahalisi olan sosyal toplum ki
"Ümmetlerin en hayırlısı benim zamanımdaki ümmetimdir" hadis-i şerifi
bu mânâyadır. Bunda sivrilmek veya yaklaşmak mânâsı vardır. Bu yaklaşma veya
fertlerin birbirine yaklaşması veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi
büyük bir şahsiyete yaklaşması düşünülür.
Diğeri de zaman müddetinin kendisine denir ki,
asır gibi çoğunlukla yüz sene takdir edilmiştir. Burada maksat, öncekidir. Yani
biz, zaman zaman ne sivrilmiş ümmetler, ne topluluklar helak ettik ki bu
yeryüzünde size vermediğimiz güç ve kuvveti onlara vermiştik. Yani yeryüzünde
onlara öyle mekan ve vatan verdik ve o vatanda onları öyle yerleştirdik,
kararlaştırdık ve kendilerine öyle kuvvetler, âletler, servetler vermiştik ki,
ey Mekke'liler, size o kadar kuvvet, güç ve kudret vermedik. Ve üzerlerine
göğü, semanın feyzini göndermiş de göndermiştik. Ve nehirleri öyle yapmıştık ki
altlarından akıyor da akıyordu. Yani böyle cennet gibi vatanlarda üstlerinden
altlarından nimetlere gark olmuş olarak ucuzluk, bolluk içinde, nehirler,
bağlar, bahçeler, meyveler arasında safa ile yaşıyorlardı. Derken biz o
ümmetleri günahları sebebiyle mahvettik, yok ettik. O kuvvetler, bu servetler
kendilerini kurtaramadı, hepsi mahvoldu. Ve arkalarından yerlerine diğer
nesiller, başka toplumlar meydan getirdik ve ortaya koyduk. Hasılı Allah Teâlâ
sizden önceki Âd ve Semûd ve diğerleri gibi kavimleri, günahları yüzünden helak
edip ecellerini yetirmeye ve yerlerine başkalarını koyup onlarla yeryüzünü
düzeltmeye ve imar etmeye kâdir olduğu gibi, size de böyle yapmaya kâdirdir.
Bundan anlaşılıyor ki, ümmetlerin ecellerinin gelmesinde günahların ve
hataların sebep oluşu mühimdir. Ve bu ecel, sorumluluk ecelinden bir andır.
Bununla beraber böyle olması ne onun takdir edilmiş olmasına engeldir, ne de
ecelin birden fazla oluşunu gerektirir. Ancak şu sabit olur ki, bir ümmet
vazifelerinde kusur etmezse, onun pek uzun müddet devam ve bakası mümkün
olacaktır. Ve herhalde helak olan ümmetlerin helak oluş sebepleri kendi
günahları olmuştur.
7-Ey Muhammed biz yukardan senin üzerine
kâğıtta yazılı mücessem bir kitap indirseydik de, onlar gözleriyle gördükten
başka, ona elleriyle de dokunsaydılar, o küfre alışmış olanlar mutlaka,
"Bu açık bir sihirden başka bir şey değil" derlerdi. kaydı, dokunma
hissinin, görme hissinden daha yakın ve daha kuvvetli olduğunu ve yalnız gözün
aldanabileceği yerde dokunmanın aldanmayacağını işaret eder.
Bu âyetin iniş sebebi Abdullah b. Ebi Ümeyye
olmuştur. Resulullah'a karşı açıkça inat ederek, "Sana iman etmem, tâ ki
göğe çıkasın, sonra bir kitap indiresin ki, onda; 'Aziz olan Allah'dan Abdullah
b. Ebi Ümeyye'ye' diye yazılmış olsun ve bana, seni tasdik etmemi emretsin ve
bununla beraber bunu da yapsan tasdik edeceğimi sanmıyorum" demişti. Fakat
sonra iman etmiş ve Tâif'te şehit olmuştur. İşte nefislerinde hakka inanmamak
kararını verip hak delillere iltifat etmeyen ve bundan dolayı Peygamber'in
doğruluğuna inanmayan ve inanmak istemeyen kâfirler, peygamberliği bir sihir,
bir göz boyacılığı, bir hilekârlık kabilinden göstermek istedikleri için
Muhammed Aleyhisselâm'ın mucizelerine ve özellikle Kur'ân'ın i'cazı karşısında
ilk söz olarak: "Bu açık bir sihir" dedikleri gibi, istedikleri
şekilde, elleriyle tutulur mücessem bir kitap, bir mektup da indirilmiş olsa
ona da aynı şekilde: "Bu açık bir sihir" derlerdi.
8-Ve hatta dediler ki, bunun üzerine (bu
kitabın yahut bu kitap ile beraber Muhammed'in üzerine) açıktan açığa bir melek
indirilse ya!. Mademki melek iniyormuş, indirilse de biz de görsek ya! Nadr b.
Haris, yine Abdullah b. Ebi Umeyye, Nevfel b. Halid, Hz. Peygamber'e "Ey
Muhammed, biz sana asla inanmayız, meğer ki bize Allah tarafından bir mektup
getiresin, beraberinde de dört melek gelip o mektubun Allah tarafından olduğunu
ve senin onun Resulü olduğuna şahitlik etsin" demişlerdi. Nitekim
"Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil
miydi?" (Furkân, 25/7) de gelecektir. Halbuki dedikleri gibi bir melek
indirseydik, her iş bitirilirdi. Olacak olur, kıyametleri kopardı. Sonra
kendilerine göz açtırılmaz, bir an mühlet verilmezdi, derhal mahvolurlardı.
Peygamber'in haber vermek, Allah'ın azabından korkutmak için gönderildiği azab
hemen tatbik edilmiş bulunurdu ve peygamber gönderilmesinin hikmeti, mânâsı
kalmazdı. Çünkü meleği hakiki suretiyle görmeye güçleri yetmez, yıldırım
çarpmaktan daha müthiş bir şekilde helak olurlardı. Özellikle ki o Kur'ân'ı
getiren Cibril'dir. Ve onun bir sayha (bağırma)sı bir memleketi mahvetmeye
yeterli olmuştur. Peygamberler içinde bile pek nadir kişiler onu gerçek
sûretiyle çok az görebilmiştir. Vahy sırasında Peygamber'in nasıl bir baskı
içinde kendisinden geçtiği de bilinmektedir.
9-Bunun için biz onu (o gönderdiğimiz
peygamber'i beşer değil, dedikleri gibi) melek yapsaydık, mutlaka onu bir adam
yapar, bir erkek şekline koyar da gönderirdik. Nasıl ki Resulullah'a da Cebrail
çok defa Dihyetü'l-Kelbî şekline girerek inerdi. Bazan da Peygamber'le beraber
sahabeye de gayet beyaz elbiseli ve çok siyah saçlı bir adam şeklinde
görünürdü. Üzerinde hiçbir yolculuk alâmetleri görünmez ve Sahabe'den hiçbiri
de tanımazdı. Vahy hadislerinde "Ve bazan melek bana bir adam gibi
görünürdü" buyurulduğu malûmdur. Cebrâil'in bir Arab şeklinde geldiği;
imanı, İslâmı, ihsanı, sorarak İslâm'ı öğrettiği de meşhurdur. Ve nasıl ki Hz.
Meryem'e "doğru bir erkek" (Meryem, 19/17) şeklinde görünmüştü. Aynı
şekilde Hz. İbrahim'e ve Hz. Lût'a melekler misafir şeklinde gelmişlerdi.
Bunda buyurulması dikkate şâyândır. Bununla
meleğin, kadın şeklinde gönderilmesi ihtimali bulunmadığı -özellikle-
anlatılmıştır. Zira bu kâfirler, melekleri kadın şeklinde hayal ediyorlardı. Bu
gibi bâtıl inançlardan yasaklamak ve çekindirmek için gönderileceği bahis
konusu olan meleğin kadın şeklinde gönderilmesi ise, o kanaatı desteklemek
demek olacağından, hikmetin zıddı fiilî bir çelişki olurdu. Melekler gerçekte
onların hayalleri gibi dilber kızlar değildir. Hatta onlara karşı kadın
şeklinde görünmeleri bile muhtemel değildir. Buna işaret edilerek buyurulmuştur
ki: Peygamber'i melek gönderecek olsaydık, herhalde bir erkek şekline kor da
gönderirdik. Ve şimdi onları yaptıkları hileyi o zamanda biz kendilerine yapmış
olurduk; onları aynı güçlüğe ve hileye fazlasıyla düşürmüş olurduk. Şimdi
Peygamber, beşer olduğundan dolayı kendilerine benzer göstererek "Bu da
sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir" (Mûminûn, 23/24) diye hile
ve inkâra kalkışan kâfirler, o zaman da meleği insan şeklinde görecekler ve
ona: "Biz senin melek olduğunu ne bilelim, sende bizim gibi bir
beşersin" diyeceklerdi. Melek olduğuna inanmayacaklar, getirdiği delilleri
dinlemeyecekler, peygamberliğini kabul ve tasdik etmiyeceklerdi. Fazla olarak
bu şüphe ve güçlük yalnız onların hileleri olmakla kalmayacak, Allah
kendilerini böyle bir karışıklık karşısında bulundurmuş olacaktı.
10- Ey Muhammed, kasem olsun ki, senden önce
bir çok peygamberlerle alay edildi de onlarla eğlenenleri, alay sebebi
saydıkları gerçek sarıp kuşatıverdi. Alaylarının vebal baskısı altında
mahvoldular.
11-Şu halde sen o kâfirlerin yalanlama ve
inatlarından müteessir ve ümitsiz olma da, onlara şöyle de: Yeryüzünde gezip
dolaşın da, sonra bakın hakkı yalanlayanların sonu nasıl ve ne imiş? Allah,
onları nasıl yerlere geçirmiş görünüz de ibret alınız.
Bu emirlerle gösteriliyor ki, önce mekanla
ilgili hareket; ikinci olarak, bunun altındaki zamanla ilgili hareket ile
olayların niteliği, yeri ve mertebelerinde olduğu gibi müşahede; üçüncü olarak,
bu müşâhedede baştan sona gelen veya sondan başa giden bir tertip akımı içinden
sonun niteliğinde durmakla onu almak ve idrak etmek; dördüncü olarak, buna
kıyas ile şahidden görünmeyen (gâib)e geçiş ve bakış, fikrin, itibarın aslî
şartlarındandır.
Şimdi bu ibretin sonucunu açıklamak için
buyuruluyor ki:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
12- De ki: "Göklerde ve yerde olanlar
kimindir?" "Allah'ındır" de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine
yazmıştır. Sizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır.
Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar.
13- Gecede, gündüzde barınan her şey O'nundur.
O, işitendir, bilendir.
14- De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var
eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'tan başka dost mu
tutayım?" "Ben İslâm olanların ilki olmakla emrolundum" de ve
sakın Allah'a ortak koşanlardan olma.
15- De ki: "Eğer Rabbime isyan edersem,
büyük bir günün azabından korkarım".
16- O gün kimden azab giderilirse, kuşkusuz
Allah ona rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.
17- Allah sana bir zarar dokundurursa, onu
yine kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundursa,
kuşkusuz O, herşeyi yapabilendir.
18- O, kullarının üstünde tam hâkimdir. O,
hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır.
12- "De ki, yerde ve göklerdekiler
kimindir? Yine de ki: Allah'ındır." Burada birinci olarak gösteriliyor ki,
ilmin hakikatının başı, illet (sebeb)in idraki; ilmî araştırmanın başı da
sebebi araştırmaktır. Ve kalbin inanması, illet ile ma'lûl (sebep ile illetli)
arasındaki nedensellik nisbetinin niteliğini anlamaktadır. İkinci olarak
gösteriliyor ki, ilmi araştırmaların iki önemli esası vardır: Biri soru sormak,
diğer cevap vermektir. Bilmek için ilk önce ne aradığını bilmek, sorusunu tayin
ve tasvir etmek lazımdır. Gerçi sorunun tasviri, yani meseleyi ortaya koyuş,
ilmin yarısıdır denir. Demek ki ilk görev göklerdeki ve yerdeki şeylere bakıp,
bunlardaki değişmeleri görmek ve hepsinin sebebini araştırıp, "bunlar
kimin?" sorusunu sormak ve buna nefsinde "Allah'ın" cevabını
almaktır. Üçüncü olarak, bu soru ve cevabın, "de ki, de ki..." diye,
gayet sade bir şekilde öğretme emri de iki gerçeği işaret eder? Birincisi
gösteriyor ki, bu soru ve o anda bu cevap da Allah Teâlâ'nın insan kalbine bir
emri ve ilhâmıdır. O, "bunu sor" ve arkasından da " şu cevabı ver"
diye emrediyor.
Bu şekilde bunlarda Allah'a delalet eden
subjektif (içedönük) alametler oluyorlar. Ve Allah'ın iç olaylarda hâkim
bulunduğunu isbat ediyorlar. İkincisi, demek ki göklere ve yere bakanlar için
bu soru son derece zorunlu ve açık olduğu gibi, buna "Allah'ın" cevabını
vermek de o kadar zorunlu ve açıktır. Zira göklerin ve yerin değişimlerini ve
etkilendiklerini görmek ve bunların bir yönetici sahibe muhtaç olduğunu
hissetmek, Allah'ın varlığını duymak demektir. Zaten "Allah" demek,
bunların tüm sebebi, yaratıcısı, sahibi, hâkimi demektir. O halde bu soruya
karşı "lillâh" (Allah'ındır) cevabı, açık bir tahlilî önermeden
ibarettir.
İşte bu şekilde önce bütün mekânlı varlıkları
içine alan gökler ve yer ile mekan ve mekanlı hadiseler, sonra, "Gece ve
gündüzde barınan her şey O'nundur" âyetiyle zaman ve zamanlı olaylar
gösterilerek ve Allah Teâlâ'nın hem mekan ve mekanlılara, hem de zaman ve
zamanlılara sahip ve malik olduğu beyan edilerek, yapıcı olan Allah'ın ispatı
ve ahiret meselelerinin gerçeği ve özü anlatılmıştır ki, sûrenin başındaki
"Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve nûru var etti" fıkraları da
mekanlı ve zamanlı bu iki görüş noktasını özetlemiş ve "halk"
(yaratma) ve "ca'l" (var etme) hükümleriyle de sebeplik (illiyet) kanunu
ve sebeplik (illiyet) mânâsına işaret edilmiş olmakla bu âyetler, o âyetin bir
gelişmesidir.
Bu cevaptan sonra sıra, bu eşya (varlıklar)
dan ve bu sebeplik nisbetinden Allah Teâlâ'nın zâtî ve manevî sıfatlarına delil
ve şahit getirerek anlamaya ve ona göre her yerde sorusunu tasvir ve cevabını
tahrir ede ede Allah'ı düşünerek zaman üzerinde başlangıç (mebde) dan son
(meâd) a yürümeye gelir. Bunun için buyuruluyor ki:
O Allah ki kendine rahmeti yazdı. Yani bütün
yaratılmışlara sahip ve hâkim, acımaya ve kızmaya eşit olarak kâdir ve her ne
isterse yapmak onun karşı konulmaz hakkı olduğu ve onun üstünde etkileyecek bir
gerektirici ve hak ölçü bulunmadığı halde, bizzat kendini lutuf ve ihsan
yoluyla bütün mülküne rahmeti benimseyip kendi mukaddes zatına - istiyerek-
zorunlu kıldı, rahmeti ahlâk edindi. Bütün bu varlıkları rahmetiyle yarattı ve
bütün hadiselerin cereyanı O'nun rahmet satırları oldu. Şu halde Allah ile
yaratıkları arasındaki yaratma ve Rab'lık nisbeti, Allah tarafından evvelen ve
bizzat gelen ve beklenen hüküm ve tesir rahmetten ibarettir. Gazap hükümleri
evvelen ve bizzat Allah'ın ahlâkının gereği değil, yaratma yönünden, yani
halkın, gerek kendi aralarındaki çoğalma nisbeti ve gerek ilâhî ahlâktan
uzaklaşmaları gereği olarak ikinci derecede ve tâli bir şekilde sonradan eklenir.
Ve bu eklenme de ilâhî rahmetin gereğidir. Acının yaratılması, kendiliğinden
kastedilmiş değil, tatlıya yön vermek, onun hükmünü muhafaza etmek ve gelip
geçici lezzetlerden ebedî lezzetlere geçmek içindir. Allah Teâlâ'nın rahmetinin
cümlesindendir ki insanları da başlangıçta sağlam fıtrat üzere yaratmış, akıl,
seçenek ve hürriyet vermiş, içte ve dışta alametler koymak, peygamberler
göndermek, kitaplar indirmek ile bilgi ve tevhidine hidayet eylemiş, rahmet ve
rızasının gereklerine davet, öfke ve azabına sebep olan hallerden
çekindirmiştir. Allah Teâlâ'nın kendine rahmeti yazmış olmasından dolayıdır ki,
bu rahmeti, nimeti ve hürriyeti kötüye kullanıp, böyle Allah'tan yüz çeviren,
Allah'ın fıtratını değiştirmeye ve bozmaya kalkışan, âyetlerden ve delillerden
uzaklaşan, kitapları yalanlayan ve peygamberlerle alay eden, özetle ilâhî
ahlâkın zıddına, gazabı gerektirecek şeyleri benimseyenler hakkında ceza
vermekte acele etmez, tevbe ve sığınmayı kabul eder, yoksa sizi de çoktan o
mahvolan ve yok olanların yanına gönderirdi. Fakat yine Allah'ın rahmeti
kendine yazmış olmasından dolayıdır ki bu mühlet tanıma sonsuza dek gidemez,
elbette bunun tayin edilmiş bir eceli vardır. Ve elbette Allah, rızasının tersi
olan bu cüretleri gadap hükümleriyle karşılayacak, rahmetinin nizamını sonsuza
kadar devam ettirecektir.
Ey yalanlayıcılar, bunun için kasem olsun ki o
rahmân ve rahîm olan Allah kıyamet gününe kadar (o akibetlerini göreceğiniz)
geçmişteki yalanlayıcılarla beraber hepinizi kabirlerde ve mahşer yerinde toplayacak
da rızasına doğru gidenleri ebedî rahmetiyle sevindirirken, sizin de şirk ve
günahlarınızın cezasını verecektir. Bunda, bu toplamada ve bu kıyamet gününün
geleceğinde hiç şek ve şüphe yoktur. Nefislerine zarar verenler, yani
kendilerinin ilâhî rahmetten sermayeleri olan aslî fıtratı, selîm aklı, özel
yeteneği kötüye kullanmakla kaybedenlerdir ki onlar bu gerçeğe inanmazlar. Ve
bu şekilde kendi kendilerine zulmetmiş olurlar. İyi bilmeli ki gün bugün, saat
bu saat değildir. Bugün tatlı görünenler yarın acı, bugün acı gelenler yarın
tatlı olabilir. Zaman denilen bir şey vardır, şimdiki zamanı gelecek takip
eder. Gecelerin gündüzleri, gündüzlerin geceleri gelir.
13-Gökler ve yer Allah'ın olduğu gibi gece ile
gündüzde sakin olan (gecelerin karanlığı ve gündüzlerin ışığı içinde mesken
tutan, gizli açık, durgun ve hareketli) her şey de O'nundur. Ve O semî' ve
alîmdir: Bütün duyulanları tamamiyle işitir ve her şeyi tamamiyle bilir. O'ndan
gizli kalacak ne bir söz vardır, ne de bir fiil. Şu halde öfkeden önce, rahmeti
kendine yazmış ve bundan dolayı rahmeti, öfkesini geçmiş olan Allah'tan
başlangıç olarak öfke (gadab) gelmiyor diye, sonuç olarak da gelmez, nefislerin
kötü kullanılmasının hiç sorumluluğu olmaz sanıp da nefslere zarar vermemeli,
ahirete inanmalı ve o gün için çalışmalıdır.
14- Ey Muhammed, De ki: Ben, Allah'tan
başkasını mı velî tutacağım? Gökleri ve yeri yaratan, bütün fıtratları yapan
Allah'tan başkasına mı gönül verip dostluğuna sığınacağım, mabut tanıyacağım?
Halbuki o yaratan, yarattıktan başka yedirir de, rızık verir, faydalandırır da;
buna karşılık kendisi yedirilmez, yemek ve faydalanmadan ve her türlü
ihtiyaçtan uzak ve ihtiyaçsızdır.
Böyle kendiliğinden zengin ve kendiliğinden
ihsan edici olan yaratanı bırakıp da, kendisi muhtaç olanlara, başkasından
faydalanma durumunda bulunanlara tapmak, aklen bile ne kadar çirkin ve aptallık
olduğu da açıktır.
FÂTIR = kelimesi, "fatr" kökünden
ism-i fâildir ki, "fıtrat" bunun binâ-i nev'i veya hâsıl-ı
masdarıdır. Dilimizde de pek çok kullanılan bu kelimenin mânâsını biraz
açıklıyalım: İbnü Abbas'dan rivayet edilmiştir ki, "Ben, demiş, fâtırın
mânâsını iyice bilmiyordum. Nihayet bana iki ârâbî bir kuyu hakkında muhakemeye
geldiler, birisi 'Ben başladım, ilk ben kazdım' dedi." İbnü'l-Enbârî de
şöyle açıklamıştır ki: "Fatr"ın aslı, bir şeyi başlangıcında
şakketmek, yarmaktır". Bundan anlaşılır ki, dilimizdeki
"yaratmak" kelimesi daha çok bununla ilgilidir. Ve bunun izahı şudur.
Sonradan olan varlıklar, olay vücuda gelmezden yokturlar, görünmezdirler.
Göklerde ve yerde varlıklar ve sûflî cisimler bütün maddî kâinatı bir tarafa
bırakarak mutlak feza düşünüldüğü zaman ve mesela sakin ve tenha bir yerde göz
yumulduğu veya karanlık bir yerde veya bir gecede çevreye bakıldığı zaman
hiçbir noktada bir yarık, bir delik görünmez, hepsi karanlıkta, yoklukta,
bitişik, kapanık, bitişmiş bir halde bulunur ki, insanlara mutlak yokluk ancak
bu şekilde açıklanabilir. Nitekim "Kuşkusuz göklerle yer bitişik idi, biz
onları ayırdık" (Enbiyâ, 21/30) âyeti gelecektir. Ve sonra bu hâl içinde
bir noktadan bir varlığın belirdiği, mesela bir ışığın, bir yıldızın doğduğu an
tasavvur edilirse bunun o noktada fezayı yarıp orada bir varlık, bir delik, bir
pencere gibi zuhur ettiği görülür. Ve işte sonradan olan varlıkların ilk varlık
ânı, yok olan fezanın böyle bir yarılışıdır. Bu yarılma, bu yarış
"fatr" ve bu ilk yarılıştaki varlık hali bir fıtrattır. Yaratmak ve
yaratılış da budur. Şu halde fıtrat, bir öncül ilim ile takdir etmek mânâsını
da içine almış olan "halk" (yaratma) anlamının ikinci cüz'üdür. Ve bu
itibar iledir ki, yaratmak (halk) ve yaratılış (hilkat), fatr ve fıtrat eş
anlamlı olarak kullanılır. Yoktan yaratılış böyle olduğu gibi, bir asli
maddeden yaratılış da böyledir. Bir maddeden diğer bir cismin, bir varlığın
ortaya çıkması ilk önce böyle bir yarılma ile başlar. Bir yarılma ki, hem
önceki maddeyi, hem de fezayı yarmıştır. Bir varlıktan, diğer bir varlığın
kopması; bir tohumdan bir çimenin çıkması; bir hücreden bir hücrenin doğması
hep bir yarılmadır. Bu yarılma, önceki maddeye göre bir yıkım ve bozulma, fakat
ondan çıkan yeni varlığa göre de bir ıslah yarılması ve varlıktır. İlk yarışsız
maddeyi çıkarışta ise, hiçbir bozma mânâsı yoktur. O, sırf iyi olan bir
ayırmadır. işte ilk önce mekanlıkta açık olan bu mânâ dolayısıyla, herhangi bir
şeyin madde ile gerek geçmiş olsun ve gerek olmasın bilfiil olan ilk icad ve
var etmeye "fatr" ve ilk varlığına ait durumuna "fıtrat" adı
verilmiştir ki, bu fıtratın devamı içindeki uyuma da "tabiat" ismi
verilir. Bunun için fıtrat, tabiattan öncedir. Tabiatın mânâsı, fıtrat hâlinin
devamı ve tekrarı mertebesinden başlayan bir uydusudur.
İşte "göklerin ve yerin yaratıcısı"
olan Allah hem bütün fıtratları yapar yaratır, hem de onların tayin edilmiş
olan devamları ve birbiri ardısıra kesilmeksizin sürmeleri için muhtaç
oldukları doğal ihtiyaçlarını da bahşeder, lutfeder. Ve kendisi her ihtiyaçtan
uzaktır. Bu yaratma ve ihsanına karşı kullarından, yarattıklarından hiçbir
fayda maksadı gözetmez. Ancak ikinci durumda ebedî rahmetine ulaşmakla onları
gadabından korumak için kendine, emirlerine ve hükümlerine teslim olmayı ve
uymayı ister.
Ey Muhammed, De ki: Bana, müslümanların
(Allah'a nefsini teslim etmekle ihlâs üzere uyanların) birincisi olmam
emredildi. "Ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma" buyuruldu. Bana
bu emir ve yasak son derece kesin ve kat'îdir.
15- De ki: Eğer bu emir ve yasağa uymazsam
herhalde büyük bir günün azabından korkarım.
16- Her kim ki o gün kendisinden azab
döndürülür ve defedilirse, (Âsım'dan Ebu Bekr Şu'be rivayeti, Hamze ve Kisâî
kırâeti malum sigasıyla okunduğuna göre mânâ: " Ondan Allah azabı bertaraf
ederse") işte Allah o kimseye hakikaten rahmet etmiştir. Ve işte o açık
bir kurtuluş, o açık, kat'î halâs, o aranan büyük murad da budur.
17-Ey insan, bir de Allah sana bir durr (yani
bir acı, bir hüzün, bir korku veya bunların birine veya hepsine sebep olacak
hastalık, fakirlik veya diğerleri gibi bir sıkıntı, bir baskı) dokundurursa,
onu o Allah'tan başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, yani
zararı defeder veya lezzet, sevinç veya bunların birine ve her ikisine sebep
olan sıhhat, zenginlik, zafer gibi bir fayda verirse, O, her şeye kâdirdir de.
Şu halde onu devam ettirmeye ve kaldırmaya da kâdirdir.
18- Kısaca o kâdir, kullarının üstünde
kahredicidir. Alttan tesir etmeye çalışır ve mağlub olması ihtimalli bir
etkileyici değil; her yönden üstün, daima galip ve kahredici bir kâdirdir. Ne
zararına karşı konulabilir, ne de hayrı engellenir; zarar, O'nun zararı; hayır,
O'nun hayrıdır. Ve O fiilerinde hikmet sahibi; kullarının hallerinden haberdar
ve bilendir. Hem tek hikmet sahibi ve haberdardır ki, O hikmet sahibi ve
haberdar olmasaydı, hikmet ve hayır nişaneleri nereden gelirdi? Şu halde böyle
zararları açan, hayrı kuşatan, kâdir (güçlü) ve kâhir (kahredici), hikmet
sahibi ve haberdar olan bir Allah'ın karşısına başkası nasıl dost, yakîn
edinilir de tek başına ve ortak olarak tanrı tanınabilir...
Bu hakîm ve habîr fasılası (âyet sonu oluşu)
ve bu hikmet ve hayır noktasında hikmet ilminin en mühim esasını teşkil eden
hakkın şahidi ve menât-ı yakîn (kesin ilişki yeri) meselesi ile Muhammed
Aleyhisselâm'a ait peygamberliği yerleştirmek, tesbit etmek siyakında
buyuruluyor ki,
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
19- De ki: "Şahitlik yönünden hangi şey
daha büyüktür?". De ki: "Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve
bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine
ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten
şahitlik eder misiniz?" De ki: "Ben buna şahitlik etmem".
"O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak
tuttuğunuz şeylerden uzağım"de.
20 - Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler,
Peygamber'i, kendi oğullarını bildikleri gibi, bilirler. Kendilerine yazık
edenler var ya! İşte onlar iman etmezler.
21- Allah'a iftira ederek yalan uydurandan
veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki
zalimler kurtuluşa eremezler.
22- O gün hepsini mahşere toplayacağız. Sonra
Allah'a ortak koşanlara: " Hani nerede o Allah'a ortak saydığınız
ortaklarınız?" diyeceğiz.
23- Sonra, (Onlar): "Rabbimiz, Allah'a
yemin ederiz ki, biz müşriklerden değildik" demekten başka bir özür
bulamayacaklar.
24- Bak, vicdanlarına karşı nasıl yalan
söylediler! O uydurdukları putlar da kendilerinden kaybolup gitti.
19-24-Rivayet ediliyor ki Mekke'liler:
"Ey Muhammed, Allah senden başka bir peygamber bulamadı mı? Biz, seni
tasdik eden bir kimse görmüyoruz. Yahudilere ve hıristiyanlara da senden
sorduk, onlar da kendilerinde senin peygamberliğine dair bir haber olmadığı
fikrinde bulunuyorlar. Şu halde bize senin peygamberliğine şahitlik edecek bir
şahit göster" demişler ve bu âyet, bu sebeple inmiştir.
Şahitliği en büyük olan hangi şeydir, de.
Allah, de. Benimle sizin aranızda o şahit. Asıl şahitlik, hakkın huzuruna kesin
ilim, şahitliği yerine getirmek de o ilmi haber verme ve tebliğdir. Kesin ilmin
ilgili yeri ve başlangıcı sözde, zihinde, vicdanda değil; zihnin vuku bulana ve
bizzat kendisine uygunluğunda, yani hakkın kendisindedir. Hakkın kendine
şahitliğidir ki, kesinliğin hakikatini oluşturur. Binlerle, yüzbinlerle kişi
bir şey hakkında, "şu şöyledir" diye ittifakla şahitlikte bulunsalar,
eğer gerçekte o şey öyle değilse, bunlar yalancı şahitten başka bir şey
olmazlar. Çünkü şahitlikleri, hakkın kendine şahitliğine dayanmış değildir.
Halbuki "Allah, kendisinden başka ilâh yoktur, diye şahitlik etti"
(Âl-i İmrân, 3/18) âyetinde açıklandığı üzere, hiçbir şeyin Allah'ın ilmi
dışında bizzat kendisi yoktur. Varlıkların kendilerine şahitlikleri de, Allah
Teâlâ'nın kendine ve onun hakkında onlara şahitliğine dayanmaktadır. Bütün
deliller, tecrübeler, istidlaller Allah'ın şahitliğine dönmek ve birer hak
alâmet olmak itibariyledir ki, ilim ifade ederler. Hiçbir kalb ve vicdan da
kendi nefsinde Allah'ı şahit göstermeden kendi kendine hiçbir şey hakkında
şahitlik edemez, hatta kendine bile şahitlik edemez. Yani o vicdandaki ifade
vicdanın değil, vücudun bir ifade ve şahitliği olması sebebiyledir ki kesin
olur. Kesin bilginin, kendi kesinliği de kendi vücûdunda, kendi aynîliğinde
bulunur. O var olduğu yerde var, yok olduğu yerde yoktur. Onun kendi varlığı,
kendi aynîliği ise, Allah'ın ilmindedir. Ve onun bir ifadesi, bir alâmetidir.
Sübjektif ve objektif hiçbir şey Allah'ın şahitliğine dayanmadan ve bir ilâhî
şahitlik olmadan kendine şahitlik edemez. Allah'ın şahit olmadığı şahitlik
bulunamaz ve Allah şahit gösterilmeden hiçbir şahitlik yapılamaz. Hasılı
Allah'tan büyük bir şey ve Allah'ın üstünde hiçbir bilgin ve haberdar olan
düşünülemez. Ve Allah'tan büyük şahit de tasavvur olunamaz. Allah'ın şahitliği
de her şeyden önce lutfettiği kesin ilim ile ortaya çıkar. O da bahşettiği
kalbde bulunur. Ve onun şahidi önce Allah ile kendisi olur. Peygamberlik vahyi
iş bu "de ki, de ki" emirlerinin gösterdiği üzere zorlayıcı bir hakkı
koyma, bir özel yaratılış olarak Allah Teâlâ'nın gözle görünürcesine bir emri
ve şahitliğidir. Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberlik de herşeyden önce
Allah Teâlâ'nın kendi zatındaki ilmi ve Muhammed aleyhisselâmın kalbindeki
şahitliği ile sabittir. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın Resulü olduğunu ve bu
davada doğru kişi olduğunu henüz hiç kimse bilmez, hiç kimse şahitlik etmezse
Allah şahittir. Onu Muhammedî kalbteki şahitliğiyle isbat eden Allah, dilerse
bütün içlerde ve dışlarda da kendisine şahitlik ettiği sayısız ve hesapsız
şahitler yaratarak isbat eder ve nitekim etmiştir. İyi bilmek gerekir ki
peygamberlik vahyi sadece bir ilham almak değil, ilâhî zorlama ile bir ilâhî
şahitliği almak ve aldığını kesin zorlama ile gözle görürcesine bilmektir.
Bunun için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed, en büyük şahitliğin, Allah'ın
şahitliği olduğunu söyle ve Allah'ı şahit getirerek de ki, "sizinle benim
aramda şahit O'dur". ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, bununla karşımdaki
sizleri ve gaibte (ortada olmayan) bunun eriştiği ve vasıl olduğu herkesi korkutayım,
o korkunç sonuçtan korunmak için sakındırayım. Demek ki Kur'ân'ın hükümleri,
onun indiği zamanda mevcut olanlara mahsus değildir. Onlardan sonra kıyamete
kadar, gelecek olanları da tamamen içine alır. Ancak Kur'ân'ın yetişmediği,
kulaklarına erişmediği kimseler cezalandırılmazlar.
Böyle söyle ve o müşrikleri korkutmak için
şunu da ilave et: Muhakkak Allah'ın emrinde başka ilâhlar var diye gerçekten
siz mi şahitlikte bulunuyorsunuz? Gerçekten siz mi buna şahitlik ediyorsunuz?
Ben ona şahitlik etmem, de!. Ben, ancak: "Allah tek bir ilâhtır" diye
şahitlik ederim. "Allah'tan başka ilâh yoktur diye şahitlik ederim"
ve herhalde ben sizin Allah'a ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım, de. Bundan
anlaşılıyor ki bir kimse İslâm'a girerken "Ben şahitlik ederim ki
Allah'tan başka ilâh yoktur, ve şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve
resulüdür" şehadetinden sonra, "ve ben sizin ortak tuttuğunuz
şeylerden uzağım" âyetinin delaleti üzere açıkça da diğer dinlerden uzak
olduğunu bildirmelidir. Bununla beraber "hiçbir ilâh yoktur"
olumsuzluğu esas itibariyle bu uzak olmayı içermiş bulunduğundan âlimler bu
açıklık kazandırmaya müstehab demişlerdir.
Yahudi ve hıristiyanların Muhammed
Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr etmelerine gelince: "Kendilerine
kitap verdiklerimiz onu, oğullarını bildikleri gibi bilirler." (Bakara,
2/146) âyetinin tefsirine bkz.
Son zamanlarda tertip ettirilmiş olan ve
"Tarih-i İslâm" diye tercüme edilen ve bastırılan eserin müellifi
İtalyan Kaytano demiş ki: "Muhammed hiçbir zorluk karşısında yılmamış, hiç
ümitsizliğe düşmemiş, kanaati asla sarsılmamıştır. Onda öyle bir kendine
güvenme vardır ki, bunun sırrı anlaşılamamış ve kendisiyle beraber gömülüp
gitmiştir". Belliki bu söz gerçeği hem itiraf etme, hem de bozmadır.
Belliki bir insanın bu derece kendisine güvenmesi düşünülemeyeceğinden buna bir
sır diye isim vermiştir. Bu sır, onun kendine güveninin sırrı değil, Hakk'a,
Allah'a güveninin sırrıdır ki, o da nebîlik ve Resullüğü ve Allah'ın emir ve
şahitliği ile peygamberliğine olan kesin bilgisi ve davasındaki doğruluk ve
sadakatının delilidir. Resulullah, hiçbir zaman nefsine güvenmemiş, daima ve
daima Allah'a ve Allah'ın tebliğlerine dayanmış ve güvenmiştir. "Allah'tan
başkasını mı dost edineceğim?" (En'âm, 6/14), "Ben İslâm olanların
ilki olmakla emrolundum" (En'âm, 6/14),
"Allah, benimle sizin aranızda
şahittir." (En'am, 6/19), "Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz
olan Allah'a dayandım. hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş
olmasın. "Gerçekten Rabbin her şeyin koruyucusudur." (Hûd, 11/57),
"Ben, işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları görür."
(Mümin, 40/44) demiştir. Rivayet edilen dualarında da geldiği üzere: "Ey
göklerin ve yerin Rabbi olan Rabbim sona söz veririm ki, beni nefsime havale
etme, zira sen beni nefsime havale eder, kendime bırakırsan, nefsim beni şerre
yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır." diye dua eden Resulullah'a nefsine
güvendiğine dair yapılan isnat iftiradan başka ne olur? Nefse güvenmek, kendini
bilmemek, Allah'ı tanımamak, kendini ve kendi isteklerini hak başlangıç, ilâh
edinmekten başka bir şey değildir. Kur'ân, baştan başa, bunun bir cahillik ve
sapıklıktan ibaret olduğunu ispat ve daima Allah'a tevekkül ve dayanma emirleri
ile doludur. Daima Allah'a kulluğa davet eden ve kendisinin Allah'ın kulu ve
Resulü olduğuna şahit getirip duran Peygamber (s.a.v)'in peygamberliğini inkâr
etmek için, ona böyle bir ilâhlık davası isnadı ne kadar açık bir iftira, sonra
buna bir sır tasavvuruna kalkışılması ne garib bir sapıklıktır. Eğer nefse
güvenmekten maksad, doğruluğuna güveni, peygamberliğine iman ve bilgisindeki
kesin gücü ise, doğruluk ve kat'i iman da nefse dayanmak değil, hakka
dayanmaktır. Doğru sanarak ve inanarak vuku bulanın tersini söyleyen kimseye
doğru denemez. Doğru olan kimsenin de doğruluğuna emin olabilmek için nefsine,
inancına değil, hakka bağlanmış olması ve hakkı temsil etmiş bulunması lazım
gelir. Bir insan için güvensizlik, güvenememek ve güvenilememek büyük bir
rezillik, şüphe ve tereddüt müthiş bir kalb hastalığı ve büyük bir felakettir.
Fakat nefse güvenmek de bir meziyet ve fazilet değil, ondan daha kötü bir gurur
ve aptallıktır. Bunu bir meziyet gibi kabul edenler, Allah'ı bilmeyen ve
kendilerini hakkın kendisi sanan gururlu kişilerdir. Ne garip bilgisizliktir
ki, ayağını bir yere dayamadan dikilemediğini pek âlâ bilen ve dayanmak için
bir desteğe göz atıp duran bu kibirliler, nefse güvenmekten bahsederler ve bunu
bir fazilet gibi tavsiye ederler. Halbuki nefse güvenmek çürük bir tahtaya
dayanmaktır ve hiçbir şeye itimat etmemektir ki, böyleleri, hiç kimse için
güvenmeye değer olamazlar. Kendi dışından nefes alıp vermeye muhtaç olan bir
fâni kişinin kendine güveni davası kadar gülünç ne düşünülebilir? Evet insan,
güvenmeli ve güvenilir olmalıdır. Bu, hem ihtiyaç, hem bir vazifedir. Ve bunun
içindir ki insan, ne olursa olsun, kulluktan çıkamaz. Fakat güvenip dayanılan
şey ne kadar kuvvetli ve güvene layık olursa, itimadın kıymeti de onunla uyumlu
olur. Nefis, bugün olmazsa yarın yıkılır. O, kendi kendine dayandığı zaman,
birinde olmazsa, ikincisinde aldanır ve aldatır. Akıl da hiçbir ilkeye
tutunmadan, hiçbir şey bilemez. Âlemde herhangi bir şeye dayanılsa, sonucu yine
dayanıksızlıktır, çünkü fânî (ölümlü)dir. Ölmeyecek diri, ancak Allah
Teâlâ'dır. Ve bundan dolayı itimadın fazileti, ancak Allah'a itimattadır. Ve
ancak Allah'a itimat edenlerdir ki "Kopmayan, sağlam bir kulpa
yapışmıştır". (Bakara, 2/256) ve bunlar kendilerini Hakk'a teslim eden ve
Hak uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen sadıklar, samimi kimselerdir. Allah'ı
bilmeyen ve Rabbini kendinde görmek isteyen güvensizler de bunu anlayamazlar,
bir nefse güvenme sanırlar. Kendine güvenme ile nefsi feda etme arasındaki
çelişki de açık olduğundan şaşarlar, Allah'a dayanma deseler Hakk'ı itiraf
etmiş olacaklarından çekinirler; bilmiyoruz bu bir sır, bir bilmece derler, bir
türlü iman edemezler. İtalyan tarihçisi de: "Muhammed'de bir sır vardı ki,
bu sır bütün varlığıyla Hakk'a dayanmasının, Allah'a teslim olma ve uymasının
sırrıdır. Ve işte bu sır, bu nâmûs-ı ekber (büyük sır sahibi, Cebrail), nebîlik
ve peygamberliktir. Onun bir Allah Resulü olduğunda şüphe yok. Fakat peygamber
olmayanların da o Cebrâil'i görmelerine ve bu sırrın iç yüzünü
anlayabilmelerine ihtimâl yoktur" deseydi doğru söylemiş olacaktı. Fakat
İslâm tarihinden, Muhammed Aleyhissilâm'ın hayatından hem bu hakikati anlamış,
hem de Allah'ı ve peygamberliği tasdik etmiş olmamak için tahrif etmeden
söyleyememiştir. Peygamberlikten daha önce haberdar olmuş bulunan kitap ehlinin
Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini oğullarını bildikleri gibi bildiklerine;
fakat kendilerine yazık etmiş, fıtrat vergisi olan iman yeteneklerini kaybetmiş
olduklarından dolayı Hakk'a iman edemediklerine bu da bir misal teşkil
etmiştir. Bunun üzerine Allah'a iftiranın ne büyük bir zulüm olduğu ve Allah
Teâlâ'nın her şeye şahit olmasına rağmen, yalan söyleyen yalancıların neticede
yalanlarını inkâr durumuna düşecek, alçak, acıklı bir düşüklük ve sorumluluğa
tutulmuş olacaklarını beyan ile korkutmaya devam edilip buyuruluyor ki:
"Allah'a iftira ederek yalan uydurandan
veya âyetlerini yalanlıyandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki
zalimler kurtuluşa eremezler."
Meâl-i Şerifi
25- İçlerinden seni dinleyenler de vardır,
fakat biz, onu anlamalarına engel olmak için kalblerinin üstüne örtüler, kulaklarının
içine de ağırlık koyduk. Onlar, bütün delilleri görseler bile yine ona
inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışırlar. Ve o kâfirler:
"Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" derler.
26- Onlar, insanları Kur'ân'a iman etmekten
menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini
mahvediyorlar ama farkında değiller.
27- Onların, ateşin üzerinde durduruldukları
zaman: "Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabb'imizin âyetlerini
yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık" dediklerini bir görsen!
28- Hayır, daha önce gizleyip durdukları
karşılarına çıktı da ondan, yoksa geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeyi
yapmaya dönerlerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar.
29- Dediler ki:" Dünya hayatımızdan başka
bir hayat yoktur, biz diriltilecek değiliz".
30- Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman
onları bir görsen! Rableri onlara şöyle der: "Bu, bir gerçek değil
midir?". Onlar da: "Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir" derler.
Rableri de onlara: "Öyleyse inkârınız sebebiyle azabı tadın!" der.
31- Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar,
gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyamet günü ansızın gelince onlar,
günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: "Dünyada yaptığımız
kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!" Bakın yüklendikleri günah ne
kötüdür!
32- Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir
şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır.
Aklınızı kullanmaz mısınız?
25- Ebu Süfyân, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe,
Ümeyye, Ebu Cehil ve arkadaşları Resulullah'ı Kur'ân okurken dinlemişler,
Nadr'a demişler ki: "Ey Kâtîle'nin babası Muhammed ne diyor?" O da:
"Kâbe'yi, Beyti yapana kasem ederim ki ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor.
Ve benim geçmiş asırlardan size söylediğim gibi öncekilerin masallarını
söylüyor" demiş. Nadr'ın şiirleri varmış, Acem diyarında Rüstem ve
İsfendiyar hikayeleri gibi bir takım hikayeler toplayıp manzum hâle getirmiş,
Kureyşlilere okur, dinlerlermiş. Ebu Sûfyân: "Ben onun söylediklerinin
bazısını doğru buluyorum" demiş, Ebu Cehil de: "Sakın bunun hiçbir
şeyini ikrar etme" demiş, o da: "Ölüm bana ondan daha kolaydır"
demiş ve bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.
FIKIH, bir şeyi, bir sözü sebep ve hikmetiyle
zevkine vararak anlamak ve hatta tatbik edecek şekilde anlamaktır.
"Ekinne" kelimesi, " =
kinân" kelimesinin çoğuludur ki kat kat örtüler demektir. Herkesin
tanımadığı garip ve çirkin örtüler mânâsını ifade eder. Yani biz de kalblerine
kat kat ve görülmedik örtüler koymuşuzdur ki, dinledikleri Kur'ân'ı fıkhî
zevkle anlamalarına engeldir. Ve hatta kulaklarında bir ağırlık vardır,
dinlediklerini iyice duymazlar bile. Burada Bakara sûresinin "Allah
onların kalblerini mühürledi" (Bakara, 2/7) âyetinin anlamı vardır. Gerçi
hak kulaklara izinleri olmadan girer. Fakat kulağın kulak olması ve onun
ardında açık bir kalb bulunması ve Allah'ın izni de şarttır. Hak ne kadar açık
olursa olsun engelli kulaklara ve kalplere giremez; duymak, anlamak da
yaratılışta Allah vergisi olan bir yetenektir. Ve sonra Allah tarafından bir
engel konulmamasına bağlıdır. Allah bunlara da yaratılış bakımından kulak ve
kalb vermemiş değildir. Fakat o kalbler öyle birikimlere sarılmış ve öyle bir
hilkat ve tabiat içinde örtülmüş kalmış ve bundan dolayı yaratılışlarında hakka
yönelmiş olan kabiliyetleri öyle kapanmış, sona ermiştir ki, bundan böyle hak
delili dinleseler değil ya, görseler bile yine inanamazlar. Aslî fıtratı
kapatan bu örtüler, bu engeller, akılların, sihir, masal gibi yanlış usullere
tutulması, batıl inanışlara saplanması; nefislerin isteklere ve ihtiraslara
bürünmesidir ki, herhangi bir şahısta bunlar mühürlenip tabiat (huy) haline
geldi mi artık onda hakkı anlamak ve kabul etmek kabiliyeti kalmaz, iman etme
yeteneği söner. Yaratılıştaki bu yetenek ve istidadın derecesi şahıştan şahısa
değişir. Kiminde süratli, kiminde ağır, kiminde şiddetli, kiminde hafiftir.
Kiminde az, kiminde daha çok bir zamanda söner veya gelişir. Bu değişme
derecesi, bizzat ilâhî irade ve istek eseridir. Ancak herkes derecesine göre
verilmiş olan fıtrî gücün başından, sönebileceği zamana kadar geçecek zaman
zarfındaki seçiminden, kötü veya iyi kullanımından sorumludur. Ölümden sonra
kimse bir şey kazanamayacağı gibi, bir Ruhânî ölüm demek olan kabiliyetin sona
ermesi ve alışkanlığın yerleşmesinden sonra da böyledir. Gözler bakar, kulaklar
dinler, fakat hiç yeni bir şey duymaz, her ne alırsa tabiatı onu eski aldığı
kararlarına benzetir. O artık onun için yeni bir gerçek değil " eskilerin
masalları" olur kalır. Ölüm Allah'ın emir ve iradesiyle olduğu gibi,
engellerin konması ve kabiliyetin sönmesi de Allah'ın emir ve iradesiyledir.
Bunun için "biz yaptık" buyurulmuştur. Bu da kulun kabiliyeti müddeti
içindeki istek ve seçimine dayanacak olan sorumluluğa aykırı değildir. O
engelleri koyan Allah olduğu halde sorumluluk neden, sorusu akla gelmez.
Yukarda "kendilerine yazık edenler" beyanıyla bu şüpheye yer olmadığı
gösterilmiştir. Bu nokta ayakların kayacağı yerler olduğundan dikkat etmek
gerekir. Herkes bilmelidir ki, ilk önce kendisine Allah'ın rahmeti olarak az
veya çok bir ecel ile, bir yaratılış sermayesi verilmiştir. Bu, bir gün olur
tükenir, bu kötüye kullanılarak bitirilirse Allah bir daha vermeye mecbur
değildir. Bir gün gelir ki bütün engelleri önüne yığar ve ondan sonra bu kötüye
kullanmanın sorumluluk devri gelir. Şu halde fırsat elde iken ve onun azlığına
çokluğuna itiraz etmeyerek o rahmeti büyütmeli, ebedî rahmete ermelidir.
(Bakara Sûresine bak.) Yoksa bu âyette gösterilen kâfirler gibi yetenekleri kapanınca
taptaze en güzel nimetler önlerine konur da tadamaz, "bunlar eskimiş
kokmuş şeylerdir" diye mücadele eder.
"Esâtîr" kelimesi kökünden alınmış
bir çoğul sîga (kipi)dır ki, tekili "üstur" ve "üstüre"
veya estır", "estire" veya "estara"dır. Yahut 'in çoğulu
"sütûr", "sütûr"un çoğulu" estar",
"estar"ın, çoğulu da "esâtîr" dir. Bunun kendi lafzından
tekili olmayan "abâdîd" ve "şemâtît" gibi bir çoğul ismi
olduğu da söylenmiştir. Fahreddin Râzî der ki, "Çoğunluk, "yani
öncekilerin yazdıkları şeyler" diye tefsir etmişlerdir. İbnü Abbas,
"esâtîru'l-evvelîn"in mânâsı: demiştir ki, "öncekilerin
yazdıkları sözleri" demektir. Bazıları "esâtîr"ın, türrehât yani
hurafeler, batıllar, uydurma, saçma, masal demek olduğunu söylemişlerdir. Fakat
bu, tefsir değil, mânâdır. "Esâtîr", saçma sapan şeyler demek olduğu
için değil, öncekilerin masalları Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi faydasız
sözler olduğu içindir ki "esâtîru'l-evvelîn", türrehât (uydurma,
saçma sapan şeyler) ile tefsir olunmuştur... Demek ki önce "esâtîr"
kelimesinin asıl mefhûmu yazılmıştır. Bunun bir hurafe (uydurma) olup olmaması
ise kelimenin delalet ettiği mânâsı değildir. Esas itibariyle yazılmış olan bir
şeyin tesbiti ve istenilen önemli bir haber vermeyi içermesi gerekir. Şu nokta
haber verilmesi gerekli bir husustur ki, "esâtîr"in tekili olarak,
zikredilen üstur, üstûre, estır, estıre, estare kelimelerinin, Yunanca
"isturya" kelimesiyle ilgili olduğu açıktır. Frenkler de buna
"istuvar = histoire" demişlerdir. Biz de bugün bunu tarih diye
tercüme ediyoruz. Şu halde "esâtîr'in asıl mânâsı bugünkü tabirimizce
"tarihler" demektir. Anlaşılıyor ki Arapça'da üstûre, estıra gibi
tekil kelimelerin kullanılması nâdirdir. Genellikle "esâtîr"
kullanılmış ve bunun için takdîrî çoğulluk gösterilmiştir. Ve kelimenin ucme
(aslı Arapça olmayan kelime)den Arapçalaştırılmış olduğu da açıklanmıştır. Yani
esâtîr, Arapça'dır. Fakat "ustûre"nin Arapça olup olmadığı
şüphelidir. Üstûre Yunanca, "doğru haber ve haber alma" diye tarif
edilen "isturya"nın aynı değilse, herhalde ikisi ortak bir asla
döner. Nitekim Farsça'da "muhkem = sağlam" demek olan
"üstuvar" kelimesi de bu asla dahildir. Hasılı "esâtîr",
Frenklerin "istuvar" dedikleridir. Bu da bugün "tarih" diye
terceme edildiğine göre "esâtîru'l-evvelîn", eskilerin tarihi
(tarih-i kadim) demek olur. Ancak bunda tarih kelimesinin ifade ettiği vakit
tayini mânâsı olmayarak mutlaka geçmiş zaman, önceki zaman mânâsı vardır. Zira
vakit tayini mânâsıyla tarih, İslâmî bir kelimedir. Ve Frenklerin
"istuvar" kelimesinde esasen bu mânâ yoktur. Ve demek ki,
esâtîru'l-evvelîn deyimi de kelimelerin mânâsına göre turrehât (saçma sapan),
hurafeler demek değildir. Bunlar esâtîr içinde bir çok efsaneler bulunduğundan
ve daha doğrusu "esâtûru'l-evvelîn" efsane halinde kaldığından saçma
sapan ve uydurmalar mânâları, esâtîru'l-evvelîn deyiminin bir gereği olmuş ve
bunun hafifletilmişi olarak "esâtîr, kelimesi de Araplarca uydurmalardan
kinaye olarak kullanılmıştır. Ve bunun için "Kamus"ta da
"esâtîr"in "nizamsız söz" yani "saçma" mânâsına
geldiği gösterilmiştir. Nitekim zamanımızda da tarih-i kadim (eski tarih) ve
hatta tarih kelimelerini vâhî, boş şeyler mânâsına kullananlar vardır. "O
tarihe karışmış, bu artık tarih olmuş" denildiği zaman, yalan olmuş, masal
olmuş, sadece lâfta kalmış, yahut adı, ismi yerleşmiş, meşhur olmuş
mânâlarından her biri kastedilebilir. Bu şekilde Araplarca esas olarak
"mestûrât-ı evvelîn" demek olan "esâtîru'l-evvelîn"
Türklerin masal, Yunanlıların "misus", Frenklerin "mit" dedikleri
eski kahramanlık hikayeleri, geçmiş zaman efsaneleri, destanları olarak
düşünülmüş ve uydurma, hurafeler mânâsında kullanılmıştır. Şimdiki zamana,
geçmişe bağlanmadan hiçbir şey bilinmez, geçmişi şimdiki zamana bağlıyarak
olaylar içindeki zaman cereyanını bir devamlı satır haline koyan tarih de
şüphesiz ki istüvar (tarih) olan satırlardan ibarettir. Bu satırların tarih
olabilmesi de içinde bulunduğu olayları geçmişten elde ettiği bilgilere ve
haber almalara bağlamasıyladır. Bu olaylar ise, yalnız dereden tepeden
sözlerden ibaret olmayıp, fikirleri ve düşünceleri, zamanın içine aldığı
düşünceleri ve hayalleri de içine alır. Çünkü bir zamanda vuku bulan bir hayal
dahi o zamanın olaylarındandır. Halbuki vuku bulma zamanı, yazma zamanına göre
geçmiş zaman olduğu gibi, esas itibariyle yazma ve satıra geçirme sanatı da
geçmiş zamana göre sonradır. Şu halde yazılanlar, şimdiki zamanı geçmişe
bağlarken, geçmişteki yazılanları takip etmek mecburiyetinde bulunduğu gibi,
yazı sanatının ortaya çıkmasından itibaren başlayan ilk yazılanlar da kendinden
önce gelen ve yazılmamış olan geçmiş zamanları dil ve fikir bakımından elde
ettiği haberlerden ve eserlerden alarak yazmaya mecburdur. Bunun içindir ki,
geçmişlerin tarihi ilk önce en çok ağızlarda dolaşan sözler olarak satıra
geçmiş ve sonra da sadr (göğüs) dan satıra geçerken nice nice değişmelere
uğramış olur. Şu halde esâtîr, mestûrât, istuvar, tarih, masal ve hurafeler
demek olmadığı halde, bunların daha öncesi bulunan esâtîru'l-evvelin,
geçmişlerin tarihi, masal ve efsane ile eşanlamlı gibi olmuştur.
Yunanlılar, masallar, tarihî efsaneler yazmayı
bir edebî sanat saymışlar ve bu şekilde bir çok tanrılar ve yarı tanrılar ve
eski kahramanlık hikayeleri yazmışlardır ki, Frenkler bu sanata ve bunları
inceleme ilmine "Mitoloji" derler ve bunu "istuvar fabuleuse=efsânevî
tarih" ve "siyans de mit=masallar ilmi" diye tarif de ederler ve
bundan en çok "Hindû-yi Avrupâî" dedikleri Hind, Fürs, Yunan, Latin,
Cerman, Islav, Selt kavimlerinin ilk masallarını kastederler. Ve bunları ilkel
insanların hislerini, hayallerini, düşüncelerini, inançlarını, bilgilerini
anlamak için delil ve ilmin ilkel kaynakları sayanlar da Tarih, Felsefe, Dinler
bunlardan çıkmıştır derler. Ve Felsefe Tarihinde, Dinler Tarihinde Mitolojiye
önemli bir esas gözüyle bakarlar. Böyle demenin, tarih masaldır, felsefe
masaldır, ilim ve din masaldır demek olmadığı ise açıktır. Fakat birçokları
bundan Tarihin, Felsefenin, İlmin, Dinin ve özellikle dinin bir masal demek
olduğu kuruntusuna kapılarak yeni yeni masallar uydurmakla yeni tarihler, yeni
felsefeler, yeni dinler, ilimler icad ve keşfedilebileceği zannına kapılmışlar;
hak dinin bir gerçek olduğunu, hayallerin, masalların bile gerçeğin yansıması
ve sapması demek olduğunu anlamamışlardır. Bunlar, hak ve batılı ayırmayarak
bütün dinlere "esâtîru'l-evvelîn "(geçmişlerin masalları) ve
hurafeler derler. Ve böyledir diye mücadele ederler. Bu da kalblerinin
hurafelerle dolu olmasından ve bu engeller içinde gerçeği anlama fıtrî
kabiliyetini kaybetmiş bulunmasından doğar. İşte bu âyet bize gösteriyor ki
Kur'ân "bu ancak geçmişlerin masallarıdır" diyen kâfirler de
bunlardan ve bunların öncülerindendir. "Esâtîru'l-evvelîn" demekle de
şöyle demiş oluyorlar: "Evvela diyorlar, Kur'ân ilâhî bir vahiy, bir hak
kitap değil, bunun kaynağı, ilham kaynağı eskiden yazılmış olan satırlardan ve
mektuplardan ibaret, Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor. Şu
halde bu bir mucize değil, hatta bunda yeni bir hakikat olmadıktan başka hiçbir
gerçek de yoktur. Zira bu sadece 'masallar' değil, 'geçmişlerin masalları'ndan,
'geçmişlerin masalları' gibi hakikatte mânâsı olmayan boş satırlardan, yalan
hurafelerden, masallardan ibarettir. O, bunları yazdırıp yazdırıp
söylüyor" diye bir sataşma da yapıyorlar. Furkan sûresinde geleceği üzere
"Öncekilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine
okunuyor" (Furkan, 25/5) diyorlar. Kalblerinin bozukluğundan dolayı
"ahsenü'l-hadis" (sözlerin en güzeli) olan hak kelâmı ile geçmişlerin
masallarını ve hurafelerini ayıramayacak ve farkedemeyecek bir halde
bulunuyorlar ki, beşeriyeti gerçekleri bozan hurafelerden kurtarıp Allah'tan
başka bir şeye tapılmamasının lüzumunu öğreterek doğru yol olan gerçeğin
caddesine götüren ve bir mucize beyan eden dil ile hidayet eden Kur'ân ile
Muhammed (s.a.v.) beşeriyete ne getirmiş diyenler de bunların öğrencileridir.
26-27- Öbürleri ise hem Kur'ândan,
Peygamber'den yasaklarlar, halkı Hakk'a imandan menederler, hem de kendileri
uzak kaçarlar. böyle yapmakla ise ancak kendilerini helak ederler de haberleri
olmaz. Sen bunların, bu kâfirlerin, yalanlayıcıların ateşe tutuldukları,
tutulup da ah geri döndürülseydik de Rabbımızın âyetlerini, olayları ve
sonuçları vuku bulmadan önce haber veren delilleri ve işaretlerini
yalanlamasaydık. Biz de o müminlerden olsaydık dedikleri zaman hallerini bir
görsen..! O ne feci, ne kötü bir sonuç olacaktır. Başlangıçta hakkı inkâr edip
yalanlayanlar, yanlış yola gidenler, neticede böyle ateşe düşer, hatalarının
cezalarını görürler ve gördükleri zaman yaptıklarına ister istemez pişman
olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek arzusunda bulunurlar. Fakat zanneder
misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi ve
doğru bir iman eseridir?
28-29- Hayır, bundan önce gizledikleri
kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine
vurulur da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları içindir. Yoksa geri çevrilmiş
olsalardı yine dönecek, herhalde yasaklandıkları yasakları yapacaklardı. Şüphe
yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç defalar
başları sıkışmış, pişmanlıklar göstermişlerdir de ilk fırsatta yine eski
yaptıklarını yapmışlardır. Ve demişlerdir ki:
30-31- Sen bunların, bu kâfirlerin,
yalanlayıcıların ateşe tutuldukları, tutulup da ah geri döndürülseydik de
Rabbımızın âyetlerini, olayları ve sonuçları vuku bulmadan önce haber veren
delilleri ve işaretlerini yalanlamasaydık. Biz de o müminlerden olsaydık
dedikleri zaman hallerini bir görsen..! O ne feci, ne kötü bir sonuç olacaktır.
Başlangıçta hakkı inkâr edip yalanlayanlar, yanlış yola gidenler, neticede
böyle ateşe düşer, hatalarının cezalarını görürler ve gördükleri zaman
yaptıklarına ister istemez pişman olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek
arzusunda bulunurlar. Fakat zanneder misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki
pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi ve doğru bir iman eseridir? Hayır,
bundan önce gizledikleri kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri
karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları
içindir. Yoksa geri çevrilmiş olsalardı yine dönecek, herhalde yasaklandıkları
yasakları yapacaklardı. Şüphe yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde
yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç defalar başları sıkışmış, pişmanlıklar
göstermişlerdir de ilk fırsatta yine eski yaptıklarını yapmışlardır. Ve demişlerdir
ki: Hayat, şu bizim içinde bulunduğumuz alçak hayattan, dünya hayatından
ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha dirilecek, yeniden dirilip bir daha
hayata gelecek değiliz ya... Ahireti görseler de dönseler yine böyle diyecekler
ve öyle yapacaklardı.
Küfür ve isyanlar bunlara bu kadar devamlı bir
huy olmuştur. Bunun için ne dönebilirler, ne döndürülürler. Öyle diyen
yalancıların, Rab'larının, yani Hak Teâlâ'nın huzuruna sevkedilip
durduruldukları zaman hallerini bir görsen !... Neler olacak neler !... Allah,
muhakkak ezelî hitabiyle: Nasıl bu ölümden sonra dirilme hak değil miymiş?
diyecek. Evet ey Rabb'im hakmış, Rab'ımıza kasem olsun ki hakmış (doğruymuş),
diyecekler. Allah muhakkak buyuracak ki: Öyle ise şimdi acı mı tatlı mı azabı
tadınız, çünkü siz buna inanmıyor inkâr ediyordunuz. Ebedî zarara daldılar o
kimseler ki Allah'a kavuşmayı, Allah'ın huzuruna varacaklarını yalan saydılar.
Tâ vakit ve saat kendilerine ansızın gelinceye kadar inkâr ettiler de o zaman
vay başımıza gelenlere, eyvah bu konudaki kusurlarımıza. Ey hasretlerimiz, gel
gel, tam sırasıdır, dediler. O durumdaki bütün ağırlıklarıyla günahlarını
sırtlarına yüklenmiş bulunurlar. Bakınız, ne kötü bir yük, ne çekilmez veballer
yükleniyorlar. Bu âyette, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenlerin
diğer bir halleri açıklanmıştır ki, birisi hüsran, birisi de büyük günahlar,
veballer çekmektir.
HÜSRAN, büyük sevabın, devamlı nimetin elden
çıkmasını ve kaybolmasını görmek. VİZR ve VEBAL de büyük azabın içinde
kalmaktır. Allah Teâlâ, kudsî ruha cevherini bu cismani âleme göndermiş ve ona
şu gördüğünüz cismani aletleri ve cesetle ilgili edevâtı vermiş, akıl ve
düşünce ihsan etmiş ki, bu aletleri ve edevatı, bu hisleri ve melekeleri
kullanmakla büyük faydaları, ölümden sonra ortaya çıkacak hak bilgileri ve
faziletli ahlâkı kazansın. Şu halde insan bu alet ve edevatı, bu aklî ve fikrî
kuvvetini şu sınırlı ve helâk edici lezzetleri ve şu bitmeye mahkum saadetleri
kazanmakta kullanırsa, ömrünün sonuna geldiği zaman telafisi mümkün olmayacak
şekilde zararlara gark olduğunu görür. Çünkü bütün sermayesi boşa gittiği gibi,
hoşa gider sandığı ve kazanmaya koştuğu kazancı da boşa gider, kesilir. Artık
elinde ne sermayeden bir şey kalır, ne de kârdan. Bu ise inkârı hiç mümkün
olmayan açık ziyandır. Bir insan ölümü ne kadar normal görürse görsün, hatta
isterse onu hayatın acılarına karşı bir kurtarıcı gibi karşılamak istesin, onun
için bu zararı görmek ve bunun can yakan acılarıyla gözlerini kapayıp en büyük
lezzet bildiği bu âleme ebedî bir hüzünlü ümitsizlik içinde hasretle veda edip
gitmek kaçınılmazdır. Fakat bu zarar ve hasret, bu ebedî acı, öldükten sonra dirilmeyi
ve kıyameti inkâr eden ve bu dünyanın aceleci saadetini ve gelip geçici
lezzetlerini, saadetin sonu ve olgunlukların nihayeti sayanlara mahsustur.
Öldükten sonra dirilmeye ve kıyamete iman etmiş olan ve ahiret günü için
lüzumlu ve önemli hazırlıkları elde etmeye koşan iman ehline gelince: Bunlar, o
ayrılık ânında, gurbet ayrılığından vicdanının sevgilisi olan cânânın semtine
(Allah'ın huzuruna) doğru davet olunmuş bir yanmış âşık Ruhuyla uçar giderler.
Saat, zamanın kısımlarından az bir bölümün
ismidir ki, gece ile gündüzün yirmi dört bölümünden bir bölümdür. Elif-lâm ile
(es-sâatü) de hesap ve sorumluluk günü olan kıyamet gününün ismidir. O gün
hesabın süratine binaen, "bir hesap saati" demektir. İkinci bir
görüşe göre de kıyametin koptuğu zamanın ismidir ki Allah'tan başka kimsenin
bilmediği bir saatle ansızın bastıracağından dolayı böyle isim verilmiştir.
Allah katında bilinen saat demek olur. Nitekim âyette de "ansızın"
buyurulmuştur. Anılan hasret ve hasret çekmenin başladığı ölüm zamanı da, ahirete
geçişin bir başlangıcı ve girişi olmak itibarıyla ölüm de kıyamet cinsinden
sayılıp o ad ile anılmıştır.
32-Hayatı, dünya hayatından ibaret sananlar
anlamalı ki dünya hayatı, yalnız dünya hayatı olma bakımından eğlence ve
oyundan başka bir şey değildir. Dipsiz, sonu karanlık bir gafletten, faydasız
oyuncaktan ibarettir. Bunun geçiş anlarını, lezzet sayılan şeylerini bir lahza
düşünüp de ölümü göz önüne getirenler bunda asla tereddüd etmezler. Bunun
içindir ki hayat, dünya hayatıdır diyenlerin en büyük zevki, onu ve sonucunu
unutmak için boş şeylerle eğlenmekte, oyunlarla vakit öldürmekte bulurlar.
(İbnü Âmir kırâetine göre şeklindedir) Ve herhalde dâr-ı uhrâ, ahiret evi, son
vatan, ahiret hayatı evi, eğlence ve oyundan, küfür ve günahlardan korunan müttakîler
hakkında hayırlıdır. Çünkü o devamlı hayat, halis faydalar, ebedî lezzetlerdir.
Şu halde, ey insanlar akıl etmez misiniz, aklınız yok mu ki dünya hayatının ne
olduğunu düşünüp de takvaya (Allah korkusuna) sarılasınız. İbnü Kesir, Ebu Amr,
Âsım'dan Ebu Bekir Şu'be, Hamze, Kisâî, Halefû'l-Âşir kırâetlerinde okunduğuna
göre: Hayat, dünya hayatından ibaret deyip de öldükten sonra dirilmeyi ve
kıyameti inkâr edenlerin hiç aklı yok mu ki bu kadar gaflete dalarlar da
eğlence ve oyun arkasında koşarlar ve bu sevda ile Allah'ı Peygamber'i, ahireti
inkâr eder, küfür ve günahlardan sakınmazlar.
Kâfirlerin yalanlama ve patırtılarına karşı
Resulullah'ı teselli ve takviye etmek için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
33 - Onların söylediklerinin seni üzdüğünü
elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat, o zalimler
Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
34- Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı.
Kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya
sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki
sana, peygamberlerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir.
35- Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır
geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da
göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah
dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!
36- Daveti ancak dinleyenler kabul ederler.
Ölülere gelince, Allah onları diriltir, sonra O'na döndürülürler.
33- Ey Muhammed, biz çok iyi biliyoruz. (Nâfi
kırâetinde ) Onların söylemekte oldukları sözler herhalde seni üzüyor, fakat
üzmesin. Çünkü onlar hakikatte seni yalanlamazlar. (Nâfi ve Kisâî kıraatlerinde
if'âl bâbından okunduğuna göre, "seni yalana nisbet etmezler, sana yalancı
demezler") Ve fakat zalimler Allah'ın âyetlerini inkâr ederler.
Rivayet ediliyor ki Ebu Cehil: "Biz seni
yalanlamıyoruz, sen bizim kanaatimize göre doğrusun. Biz ancak senin
getirdiğini yalanlıyoruz" demiş. Aynı şekilde Kureyş'ten Hâris b. Âmir: "Ey
Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak
yerimizden olacağız, bundan dolayı iman etmiyoruz" demiş ve bu âyet de
bunlar sebebiyle inmiştir. Muhammed (s.a.v.)'in hayatını ve ahlâkını az çok
bilen kâfirlerin inkârlarında kendi vicdanlarına karşı tutunabildikleri
şüphenin bütün durumu şudur: "Hz. Muhammed kendi vicdanında yalancı
değildir. O, bile bile, kimseyi aldatmaya yeltenmez, nebilik ve peygamberlik
iddiasını da uydurma ve aldatma yoluyla yapmamıştır. Belki nebilik ve peygamberliğin
sıhhatini hayal etmiş ve kendi vicdanında kendinin peygamber olduğuna inanmış,
bu iman ve inanç ile bu iddiada bulunmuştur. Fakat onun inandığı nebîlik ve
peygamberlik, haber verdiği yeniden dirilmek ve kıyamet gibi şeyler, hadd-i
zatında ve gerçekte olamayacak ve inanılamayacak şeylerdir. Şu halde davası
yalan değil, yanlıştır. O, aldatmaz, fakat aldanmış, o peygamber değil, fakat
kendini peygamber sanmıştır" derler. Son Avrupa tarihçi veya
filozoflarının çoğunlukla iddiaları da budur: "Hz. Muhammed, kendi
vicdanında, kendi nebilik ve peygamberliğinin doğru ve hak olduğuna emin idi.
Vefatına kadar da bu iman ve itimadı hiç sarsılmadı, bu bir tarihî
gerçektir" diyorlar. Bununla beraber peygamberliğine iman da etmiyorlar.
Çünkü nebilik ve peygamberliğin haddi zatında vuku bulan hak bir iş
olabileceğine inanmıyorlar. Nebilik ve peygamberliğin vuku bulan bir iş
olabileceği kabul edildiği takdirde, ilim ve tarih bakımından peygamberlik ve
mucizelerinin delilleri diğer peygamberlerden daha çok açık ve zahir bulunan
Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr etmenin açıktan açığa bir
düşmanlık etme olduğunu biliyorlar. Bunlar böyle kendi gönüllerinde nebilik ve
resulluk olamaz, dünya hayatından başka hayat, ölümden sonra dirilme mümkün
değildir gibi kişisel bir baskı, bir ukde tutmuşlar ve kendi deyimlerince bu
düğümden, bu ukdeden Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberliğin de mümkün
olmadığını ve bundan dolayı Hz. Muhammed'in Ruhî sadakatine ve faziletli
ahlâkına rağmen peygamberliğine inanmasında yanlış bulunduğunu iddiaya
kalkışıyorlar. İşte Allah Teâlâ bu âyette gösteriyor ki, bütün bu şüpheler, bu
yalanlama ve inkârlar doğrudan doğruya Hz. Peygamber'e değil, Allah'a yönelik
bir yalanlama ve inkârdır. Gerçekte mümkün olan ve makul olmayan hiçbir çelişkiyi
gerektirmeyen nebîlik ve risaleti, yaratma ve ölümden sonra tekrar diriltmeyi
imkansız saymak Allah'a ve Allah'ın kudretine inanmamaktan doğar. Bu da her
tarafta açık ve seçik olan hakkın delillerinin, Allah'ın âyetlerinin haklarını
teslim etmemek, delaletlerini inatçı bir şekilde inkâr etmek haksızlığından
ileri gelir. Bu ise nefse bir zulümdür. Böyle zulme alışan ve hakkın
delillerine bütün inceliğiyle kıymet vermeyen zalimler, bütün âlemlerin Allah'a
ve Allah'ın kudretine delalet edip duran açık deliller olduğunu inkâr ederler.
Ve bu şekilde Kur'ân'ı ve Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini de inkârcı
bir surette reddederler." Kur'ân ve Muhammed yok" demezler, fakat
Kur'ân âyetlerinde, Muhammed Aleyhisselâm'ın yaratılışında ortaya çıkan hakkın
delillerinin Allah'a ve Allah'ın ilim ve kudretine açık delaletini tanımazlar,
"Bunlar, Allah'ın eseri değil, Muhammed'in eseri" derler. Hasılı
yalanlamaları, bizzat Muhammed Aleyhisselâm'ın şahsına değil, Allah'ın
kudretini ve kudretinin delillerini inkâr etmek zulmüne döner ki, bu da
zalimlerin âdetidir. Ve bundan dolayı bu haksızlığın, bu cüretin cezasını
verecek olan Allah, çekecek olan da kendileridir.
34- Ey Muhammed, kasem olsun ki senden önce
birçok peygamber böyle zalimler tarafından yalanlandılar da, yalanlanma ve ezâ
edilmelerine karşı sabır ve sebat ettiler. Nihayet kendilerine yardımımız
erişti. Şu halde sen de bunları örnek al ve yardımımız gelinceye kadar sabret,
böyle sabredenlere Allah'ın yardımı erişir. Allah'ın kelimelerini, vaadlerini değiştirebilecek
hiçbir kuvvet yoktur. Allah, gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz
geçmişti: "Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek
olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." (Saffât, 37/171-173), "Allah,
elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz diye yazmıştır", (Mücadele,
58/21) buyurmuştur. Bu kelimeler, bu vaadler her halde yerini bulacaktır.
Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden, onların hallerinden ve mühim
olaylarından hayli bilgi de geldi.
Ki bu âyet de işte onlardan biridir.
35- Eğer o kâfirlerin, zalimlerin yüz
çevirmeleri sana çok ağır geliyor, gözünde büyüyor, sabır ve tahammül edilmez
bir şey gibi görünüyorsa, sen kendi başına, yerin derinliklerine işler bir
delik veya gökte üstüne çıkacak bir merdiven bulup da onlara tek bir âyet, iman
ettirecek bir harika getirmeye gücün yeterse hiç durma yap. Allah dilemiş
olsaydı hepsini doğruluk üzerinde toplar, hepsine iman nasip eder, imanlı bir
tek toplum yapardı. Mademki yapmamış, demek ki dilememiştir. O dilemeyince de sen
hangi âyeti getirsen, hangi harikayı göstersen iman ettiremezsin. Şu halde
sakın cahiller güruhundan olma, onları imana getirmek için hemen yerlere geçip
veya göklere çıkıp da bir âyet, bir zorlayıcı mucize arayacak derecede
hırslanma da sabret.
36-Çünkü davete, duyanlar, işitme gücü
bulunanlar icabet eder. Ölüleri de Allah ba's eder, diriltir. Şu halde bugün
duymayanlar yarın duyabilirler, bugün iman etmiyenler yarın edebilirler. Sonra
da duyan duymayan, iman eden etmeyen hepsi Allah'a döndürülürler, hayır veya
şer cezalarını bulurlar.
Evet, ölü gibi duygusu olmayan, işitmek
istemiyenler, Allah'ın bu kadar açık âyetlerini hiçe saydılar ha!
Meâl-i Şerifi
37- Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize
indirilmeli değil miydi?" De ki: "Şüphesiz ki Allah, bir mucize
indirmeye kâdirdir, fakat çokları bilmezler".
38- Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki
kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda
toplanırlar. 39- Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve
dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola
koyar.
37-*} Ve: "ona Rabbinden bir âyet
indirilse ya" dediler. İnen âyetleri duymadılar inkâr ettiler de,
Peygamber'e kendi gönüllerince bir âyet ve alâmet, bir mucize indirilmesini hor
görür bir itiraz şeklinde talep ve temenni ettiler. Ey Muhammed sen de ki:
Allah bir âyet, bir alâmet, bambaşka bir mucize indirmeye şüphesiz kâdirdir.
İndirmezse güçsüzlüğünden değil, hikmetindendir. Ve fakat onların çoğu
bilmezler. İlim, şanlarından değildir. Âyeti, delili ve alâmeti farketmezler,
ondan alınması gereken ilmi almazlar. İneni anlamadıkları gibi, ineceği de
anlamazlar. İstediklerinin kendilerine faydalı ve peygamber göndermesinden
kastedilen hikmeti, korkutma ve teklife uygun olup olmayacağını ve indirilmekte
olan ve bunca akla uygun delilleri içeren âyetlerden istidlâl edemeyen ve
faydalanamayanların tek olaylardan hiç istidlâl edemeyeceklerini, faydalanamayacaklarını;
delil ve âyetin asıl önemi, olayları olmadan önce anlatmasında olmak
itibariyle, istenilen tek olay ve harikanın bir delil değil, bir medlûl, bir
sonuç olacağını ve bundan dolayı olayın kendisinin hadd-i zatında dağların başa
geçmesi gibi bir musîbet ve bela olabileceğini ve özellikle inkârcıların bütün
ihtiyarî güçlerini reddederek inkârlarını zorlayıcı bir şekilde söküp alacak ve
giderecek olan bir olayın, bir kudret âyetinin kendilerini kahredecek ve yok
edecek bir fiilî musîbetten başka bir şey olmayacağını ve bunun ise kendilerine
değil, ancak başkalarına bir ibret ve âyet olacağını bilmezler de öyle cahilce
temennîlerde bulunurlar ve dediklerinin yapılmasını Allah'ın kudretini inkâra
ve hak âyetleri yalanlamaya vesile edinirler. "O Peygamber de ona şöyle
bir mucize inse ya!" derler, dururlar. Gerçi içlerinde bilenler ve
heveslerine uyup sırf inat ve serkeşlik için böyle diyenler de vardır. Fakat
çoğu bilmezler. Peygamber ise cahillere, azgınlara uymak için değil, bildirmek
ve haber vermekle Allah'ın azabından korkutmak ve irşad etmek için
gönderilmiştir. Eğer onlar duysalar bilselerdi vuku bulan şeyde Allah'ın
kudretine delalet eden fiilî alametler mi yoktur?
38- Ey inkâr edenler, yerde debelenen hiçbir
hayvan, ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin benzeriniz ümmetler
olmasın. Bu âyetin sevki iki şekilde düşünülür: Birisi ilmi ve ahirete imanı
olmayıp, hayatı, bu dünya hayatından ibaret sananların genellikle hayvanlardan
fazla bir meziyete sahip olmadıklarını anlatmaktır ki "İşte onlar
hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık" (Ârâf, 7/179) âyetindeki gibidir.
Nitekim ikinci âyet de bunu açıklar. Diğer bir şekil de: Allah Teâlâ'nın
delillerinin gücünü anlamak için, diğer hayvanların yaratılışlarında ve hayat
tarzlarında insanların istifade edeceği pek çok sırlar bulunduğunu
hatırlatmaktır. Ki çoğunlukla tefsirciler bu şekli tercih etmişlerdir. Yani
hepsi sizin gibi başlangıçta topraktan yaratılmış, bir hayat tarzına mazhar
edilmiş, bir nizam altına alınmış; hepsi sizin gibi rızıkları, ecelleri
biçilmiş, takdir edilmiş zamana kadar yer içer, gıdasını alır; hepsi sizin gibi
birbirine çeşitli şekiller içinde bir benzeşme ve cinsiyet taşır. Hepsi sizin
gibi toplanır, birbirleriyle tanışır, yanaşır veya kaçar, koklaşır veya
döğüşür. Hepsi sizin gibi birbirinden doğar, ürer; hepsi sizin gibi bir asıldan
çıkar, çoğalır, çeşitlenir. Yaratanın kudreti, hükmü ve tesiriyle tekden çıkan
bu çeşitlenme ve ayrışma içinde hepsi sizin gibi bir hayvanî hayat yaşayan
çeşitli bölükler ve farklı sınıflardır. Yerde sürünenleri, havada uçanları ile,
her çeşit size, bir benzeme yönünü içererek, hepsi sizin denginizdir. Siz de
sınıflarınız ve çeşitli özelliklerinizle onların bir benzerisiniz; hepsi, ilâhî
takdir ve Allah'ın tedbiri dairesinde özel nizamlar ve hükmedici kanunlar
altına konulmuş korunan haller, kurala bağlı işler, görünen ve yürüyen hususlar
sizin gibi birer ümmet ve bundan dolayı size birer ibret dersidirler. Hepsi
aslî yaratılışları ve varlık nizamlarıyle ilâhî kudretin birer deliller manzumesi
ve hikmet kitabının âyetleridirler. Biz kitapta hiçbir şeyi geride bırakmadık
ve kusur işlemedik, hiçbir şeyi eksik bırakmayıp, hepsini nizamına bağladık,
kitaba yazdık. Bütün hilkat bir kitap ve bütün varlıklar o kitap muhtevasının
kelimelerini ve delalet ettikleri şeyleri ifade eden nakışlar (süsler) ve
yazılardır. Âlemde cereyan edecek olan bütün yaratıkların, iri ufak, yüksek ve
alçak her şeyin durumları levh-i mahfûzda tamamen ve açık bir biçimde yazılmış,
hiçbiri ihmal edilmemiştir. "Allah'ın ilk yarattığı kalem" ve
"Olacak şeyleri kalem yazmış bitirmiştir" . Hak ilim kalblere o
kitaptan nazil olur. Ve ilk kalemin yazdığı bu yazı, tesbit ettiği bu nizam
sayesindedir ki varlıkları tetkik etmek ve incelemekle bilgiler, ilimler, fikirler
edinilir, kitaplar yazılır ve tasnif edilir, geçmiş ve geleceğin kanunları
sezilir. Hadiselerin gidişatından ezel ve ebedin kelimeleri ve âyetleri okunur.
Ve hele yerde hareket eden hayvanların, kanat denilen iki basit yelpaze ile
yerden kalkıp göğe doğru fırlayan, uçan kuşların hareketlerinde ve kaderlerinde
etken olan kudret nizamının, hareket kanununun ve hayatın, bunların
sonuçlarının inceleme ve tetkikinden bütün bunları temsil eden insanlığın ne
gibi hayatlara aday olduğunu ve bu konuda ne kadar ilâhî hüküm ve tekliflerin
cereyanına uymak zorunda bulunduğunu ve Allah'ın yazdığı yazıların kesinliğini
ve sırf hayvanî hayat yaşamak isteyenlerin bunlardan ve kendi tabiat ve
yaratılışlarından ne kadar gaflet ettiğini az çok anlamak mümkün olur. Bu böyle
olduğu gibi Kur'ân'da da insanlığın muhtaç olduğu deliller ve ilâhî
tekliflerden hiçbir önemli şey terk ve ihmal edilmemiş, hepsi kısaltmadan
uzatmaya veya uzatmadan kısaltmaya giden bir güzel beyan ile muhkem ve
müteşabih çeşitli şekiller, açık veya gizli deliller ve işaretler içinde
hatırlatılmış ve ihtar edilmiştir ki "ancak sizin gibi birer
ümmettirler." ihtarı da bu cümledendir. Bunlar gösterir ki Allah Teâlâ'nın
gayb kudretinde, levh-i mahfuzunda bulunmayan ve bulunamayacak olan hiçbir âyet
yoktur. O kâdir olan Allah yaratılışa, kanun koymaya ait, kavlî ve fiilî her
âyeti indirebilir. O'nu da kitabına yazmış, nizamına bağlamış hiçbir ihmal ve
kusur etmemiştir. Fakat âyetin faydalı olması, az çok bir benzerlik ifade
ederek çeşitli şekiller içinde benzerden benzere delalet etmesinde ve
dolayısıyla bir tafsilatı özetlemesinde ve bir bütünlüğe işaret etmesindedir.
Olayları yalnız tafsilatından okumak ve her olayı tek tek düşünmek ve bilhassa
yaşamak istiyenler hiçbir âyet okuyamazlar. Bizzat olayların içinde boğulmuş kalmış,
kendileri başkalarına ibret olmuş olurlar. Mesela filanın başına dağ yıkılmış,
filanı yıldırım çarpmış, bunu teker teker düşünmekte hiçbir mânâ yoktur. O,
kalemin kuruduğu bir olaydır. Onun bir ibret olabilmesi, benzer dağların,
benzer başlara yıkılıp düşebileceğini ve Allah'ın buna kâdir olduğunu ve bundan
dolayı bundan sakınmak ve korkmak lazım geldiğini anlatması itibariyledir.
Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu görüp de ondan uçma kanunlarını ve o kanunları
yazan Allah'ın kudretini anlamaya çalışanlar içindir ki, kuşların uçması bir
âyet olur. Bütün hayvanların böyle birer âyet olduğunu anlamayan ve
benzerliklerden sonuç çıkarmaya çalışmayanlara ne kadar âyetler indirilse
boştur. İndirilen bu kadar âyetlere aldırmayıp da, "bir âyet indirilse ya"
diyenler, âyeti anlar ve dinler olsalardı, gözleri önünde benzerleri olan
hayvanlardan gereği gibi ibret dersi alırlar ve nasıl bir hayvanî hayat
yaşadıklarını anlarlardı da, Allah Teâlâ'nın neler yaratmaya kâdir bulunduğunu
ve hayatın içinde bulundukları dünya hayatından ibaret olmadığını takdir
ederler ve öyle dünya hayatına sarılıp Allah'ın âyetlerini yalanlamaz ve inkâr
etmezlerdi. Allah'ın kudretini anlamalı ki, ne yerde sürünen hayvanlar takdir
edilmiş olan hayatlarını yaşamak için muhtaç bulundukları rızıktan mahrum
kalırlar, ne de havada uçan kuşlar Allah'ın yazdığı sınırları geçebilirler.
Hepsinin halleri ve hareketleri korunmuş, hayat serüvenleri bütün zamanlarıyla
"Ümmü'l-kitab"da yazılmış ve zabtedilmiştir. Debelenir koşarlar, uçar
sekerler. Sonra bütün bu ümmetler Rab'ları huzurunda toplanırlar. Ahirete
sevkedilir, âlemlerin Rabbinin büyük huzurunda toplanırlar da o zaman
birbirlerinden acılarını çıkarırlar. Nebevî hadiste geldiği üzere boynuzsuzlar
boynuzlulardan öclerini alırlar. hiçbir hayvan yoktur ki hakkında bu yazılmamış
bulunsun, bu sonuç başına gelmiyecek olsun.
39-Kitapta hiçbir şey eksik bırakılmadığı
halde bizim âyetlerimizi yalanlayanlar ise, sağırdırlar. Onları duymazlar,
gereği gibi düşünecek ve anlayacak şekilde işitmezler ve bundan dolayı
"geçmişlerin masalları" derler. Ve âyetlerden saymazlar da başka âyet
isterler. Ve dilsizdirler. Hakkı söyleyemezler. Ve onun için davetine icabet
edemezler. Türlü türlü karanlıklar içindedirler. Küfür, cahillik, inat, taklit,
nefsin isteği ve ihtiras karanlıkları içinde önlerindekini görmezler,
karanlıkta yuvarlanır giderler. Evet Allah kimi dilerse onu sapıklıkta bırakır.
Onda dalâlet yaratır. Kendi yolundan sapıtır. Sapıklık onun devamlı tabiatı
olur kalır. Allah'ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah'ın
söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah'ın göstermediğine kimse bir şey
gösteremez, Allah'ın şaşırttığını kimse yola getiremez. Ağız, dil, göz, kulak
verdikten sonra da Allah dilerse o dili söyletmez, o göze göstermez, o kulağa
işittirmez. Gerçi yukarda geçtiği üzere Allah kendine rahmeti yazmış, hidayet
fıtratı üzere yapmıştır. Önce bizzat, O'ndan zorla saptırmak gelmez. Allah'ın
saptırması, kulun sapıklığı istemeye yönelik bir kötü seçimi ile ilgilidir.
Fakat yerde sürünen hayvanlar ile havada uçan kuşların farklılığı kabilinden
fıtratın derecelerinin farklılığı, sırf onun istemesinin eseri olduğu gibi,
kulun istemesinin yerine gelmesi ve onun basması ve mühürlemesi de sırf onun
istemesinin eseridir. Bazısında yüzlerle talebten sonra basmadığı sapıklığı,
diğer bazısında bir kaç talep ile basar. Ve her kimi dilerse onu doğru bir yola
koyar ki, üzerinde yürüyen doğruca gider, maksadına erer.
Allah'ın âyetlerini yalanlayan, doğru yolundan
kaçınan ve Allah'dan başka mabudlara tapınan müşriklere, yaratılışta zorunlu
olarak tespit edilmiş bulunan birlik âyetini tasdik ile, kendi nefislerindeki
yalan çelişkilerini açıklamak ve sonuçlarını göstermek için, ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
40- De ki: "Kendinizi hiç düşündünüz mü,
Allah'ın azabı size gelse veya kıyamet vakti gelse, Allah'tan başkasına mı
yalvarırsınız? Eğer sözünde doğru kimselerseniz cevap verin".
41- Hayır, yalnız o Allah'a yalvarırsınız. O
da dilerse kaldırılmasını istediğiniz belayı kaldırır ve o zaman ortak
koştuğunuz şeyleri unutursunuz.
42- Şüphesiz ki senden önceki ümmetlere de
peygamberler gönderdik. Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile
yakalayıp cezalandırdık.
43- Hiç olmazsa kendilerine baskınımız geldiği
zaman olsun, yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalbleri katılaştı ve şeytan
yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi.
44- Kendilerine hatırlatılanları
unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o
nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik.
Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler.
45- Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi.
Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
40- Bu deyim Arap dilinde benzeri bulunmayan
bir soru ve teaccüb kelimesidir ki, derin bir hayret ortaya koymak sûretiyle
"bana haber veriniz" mânâsını ifade eder. Kâideye göre bunun tam
mânâsı: "sen kendinizi gördün mü söyle" demek gibi görünürse de,
Nahiv ilminde bu şekilde fail ve mef'ûl olmayıp, kıyasa uymayan bir terkip
olduğu beyan edilir. Ve "sen seni gördün mü? "sen, sizi gördünüz
mü?" yerinde bir tekit ve tefsir mânâsında bulunduğu ve tümüyle
"acaib, haydi haber ver veya haber veriniz" meâlinde kullanıldığı
gösteriliyor. de "hemze" soru içindir ki, teaccüp (şaşma) ve ihbar
(haber verme) bunun gereğidir. Bu fiil, gözle görmeden veya "görmeye
isabet etmek, ciğere nüfuz etmek" mânâsına re'y ve itikaddan veya iki
mef'ûlüne teaddî eden ef'âl-i kulûbdan, bâbında bâkî ilim mânâsına görüş
veyahut babında bâkî olmayıp haber verme mânâsına olan ilmî görüş olmak üzere
dört iştikak (türeme) ile kullanılır. İlk üçünde kelimenin aslından olan ikinci
hemze ya tahkik veya beyne beyne teshil ile okunur ve hazfi caiz olmaz. Ve
muhatabın değişmesine göre gibi, tâ harfi (fâil zamiri) değişir ve fâili
gösterir, buna gibi, kâf 'ın bitişmesi caiz olmaz. Fakat haber verme mânâsına
ilmî görüşten olduğu zaman hemzenin tahkiki ve beyne beyne teshili, hazfi ve
elife ibdâl ile meddi de caiz olur. Nitekim çoğunluk (cümhur) kırâetlerinde
tahkîk ile, Nâfi ve Ebu Cafer'de teshil ile, Kısâî'de ıskât ile ve Verş'de
ibdâl (hemzenin elife çevrilmesi) ile okunmuştur ki, bu ibdâl Sarf ilmi
kâidesine aykırı olmakla beraber Arap kelâmında vardır. Sonra iş bu "bana
haber verin" mânâsında muhatabın değişmesine göre gibi tâ 'nın, önceki
gibi değişmesi caiz olduğu gibi, tâ müfred müzekkerdeki hâli üzere meftûh
(üstünlü) kalmakla beraber, muhatabın değiştiğine işaret için sonuna gibi
çeşitli şekilde bitişik kâf 'ın katılması da caiz olur ki, bu durum, bu fiile
mahsustur. Buna göre kelimesi yerinde olarak "bana haber veriniz"
demektir. Yani zamiri, mef'ûl değil, fâilin değiştiğine delalet eden bir
harftir. Basralıların izahı budur. Fakat Kisâî bunun birinci mef'ûl makamında
olduğuna kâni olmuştur. Bu şekil ile mânâ yine "bana haber verin"
olmakla beraber ile , ile arasında esas itibariyle ince bir zevk farkı vardır.
Kalbin vâki'de kendine ve kendinde meydana gelen şeylerle ilgili vicdanından,
yani bir şuûra şuurdan; ise mutlak bir şuur vicdanından sormak ve soruşturmak
demek olur. Nitekim bu âyette sorusu bu subjektif fiil olan dua ile ilgili
vicdana yönelmiş. "Allah'tan başkasına mı dua ediyorsunuz?"
buyurulmuştur. Gelecek olan âyetinde de "Allah'tan başka bunları size geri
verecek tanrı kimdir" (Enâm, 6/46) buyurulmuş, nefislere dışlarından vâki
olacak gelmelerle ilgili vicdana yöneltilmiştir ki, Kısâî mezhebi hem Nahve ait
kıyasa uygun, hem de bu ince farkı açığa çıkarmış olması bakımından bizce daha
çok dikkate şayandır.
Ey Muhammed, müşriklere de ki: Genellikle her
biriniz kendinizi gördünüz, anladınız mı? Kendinize, vicdanınıza gerçekten
şuurunuz var mı? Varsa şunu bana söyleyiniz, haber veriniz bakayım! Eğer size
Allah'ın -dünyada yıkılıp gitmiş ümmetlere gelen- azabı gelirse, veya geleceği
kesin olan saat gelir, başınıza kıyamet koparsa, Allah'tan başkasına mı dua
eder ve sığınırsınız? Yani vicdanlarınızın derinliklerine inerek kendinizi iyice
yoklayınız, tartınız bakayım, böyle yok edici dert ve felaket karşısında
bulunduğunuz veya içine düştüğünüz acıklı ve müthiş bir zamanda nasıl bir ruh
hali içinde bulunursunuz? Bütün ümitleriniz silinir, ölmüş gibi tamamen
ümitsizliğe mi düşersiniz? Yoksa henüz canınız çıkmadıkça yine bir kurtuluş
ümidi besler, derinden derine bir kurtarıcıya sığınma hissiyle inler misiniz?
Eğer inlerseniz, o zaman samimi kalbinizden kime sığınır, kime çağırır
yalvarırsınız? Allah'a mı, yoksa Allah'tan başka tanrı tanıdığınız putlarınıza
mı? Eğer siz doğru kimselerseniz gerçekte Allah'tan başka ilâhlar vardır
iddiasında yalancı değilseniz söyleyiniz, öyle bir zamanda Allah'tan
başkasından ümit bekler, Allah'tan başkasına dua ve niyaz eder misiniz?
41- Hayır, ancak Allah'a dua edersiniz, her ne
umarsanız O'ndan umar ve yalnız O'na niyaz edersiniz, O da dilerse dua
ettiğiniz azabı, sıkıntıyı açar, başınızdan defeder, ve o zaman siz Allah'a
ortak tuttuğunuz şeyleri unutur, evvelce tapındığınız diğer ilâhlarınızı o
müddet içinde terkeder, hatırınıza bile getirmezsiniz. Çünkü zararı açmaya gücü
yeten tek merci ancak Allah olduğu akılların yaratılışında ve vicdanın
derinliklerinde mevcuttur. İşin ciddiliği ve korkunun dehşeti diğerlerini siler
süpürür ve o zaman Allah'tan başkasının hiç olduğunu vicdanlar açıktan açığa
duyar, akıllar idrak eder, yeter ki akıl kalmış, vicdan donmamış bulunsun.
42-Ey Muhammed, sen emin ol ki senden önce bir
çok ümmetlere biz peygamberler gönderdik. Böyle tanımadılar, küfrettiler de biz
de onları şiddetli fakirlik, geçim darlığı ve hastalıklar ve âfetlerle sıktık,
fakirlik ve zaruretle tuttuk baskı yaptık. Ki tazarru etsinler, düşüklüklerini
anlayıp isyanlarına tevbe etsinler, affımıza sığınsınlar, yani bu hâl içinde
tevbe ve tazarru etmeleri mümkün ve muhtemel idi.
43- Şimdi baskımız kendilerine geldiği sırada
boyun eğip, sığınsalardı ya, ve fakat sığınmadılar, gittikçe kalpleri
katılaştı. Uyanma kabiliyetlerini kaybettiler, fakirliğe ve zarurete alıştılar.
Şeytan da yapıp durduklarını alladı pulladı kendilerine hoş gösterdi.
Yaptıklarını fena diye değil, iyi yapıyoruz diye yapmaya, şerri hayır, günahı
sevap saymaya başladılar. Artık tevbe ve dönüş ihtimali kalmadı, vicdanlar
dondu, akıllar tutuldu, azıttılar da azıttılar.
44-Başlangıçta fakirlik ve ihtiyaç, mahlûkun
aslî yokluğunun gereği ve mahiyetinin lüzumlu unsurudur. Onu defeden ve yok
eden de Allah'ın rahmetidir. O rahmetin eksilmesi ile ortaya çıkan fakirlik,
zaruret ve sıkıntı ise, isyanlar ve serseri insanlara hadlerini ve kendi kendilerine
bakıldığı zaman durumlarının gereğini hissettirerek ve göstererek kurtuluş ve
kulluk hissi uyandıracak bir fiilî alâmet ve ilâhî hatırlatıcıdır. Ve bundan
dolayı ihtar ettiği mânâyı anlayanlar için bir nimettir. Fakat bunun, bu ihtar
edici kuvveti ve irşad edici delaleti devamlı değil, belli bir müddet ile
sınırlanmıştır. Bunun için böyle bir ilâhî sıkıntıya tutulanlar, onu ilk önce
nimet bilmeli ve süratli bir şekilde uyanarak nefsin baş kaldırmasını kırmalı
ve kulluk aczini hemen anlayıp tevbe ve yalvarış ile Allah'a sığınmalı ve ıslah
yoluna dönmelidir. Bu uyanıklılık ne kadar çabuk olursa, dünya ve ahiret
faydası da o kadar mühim olur. Bunu anlayıp tevbekâr olanlar dünyada olmazsa,
herhalde ahirette istifade ederler. En şiddetli olan ilk tesir anları geçtikçe
ihtarın kuvveti azalır, daha çok kuvvetlendirmeye ihtiyaç duyulur ve gittikçe
uyanma ihtimali azalır ve zor elde edilir. Nihayet o sınırlı müddet biter,
sıkıntının bütün uyarıcı kuvveti de tükenir, bir alışkanlık ve tabiat haline
gelir ve kalb öyle katılaşır ki, artık ondan sonraki başkaldırma alabildiğine
şiddetlenir. Artık baskı ve şiddetin hiçbir terbiye edici hassası kalmaz. Bunun
için terbiye edici bir hikmet ve maksatla tatbik olunacak baskı ve şiddet, uzun
ve devamlı olmamalıdır. İlâhî hikmet, baskıyı, şiddeti ve nihayet azab etmeyi,
fesadı ıslah, kötülükleri sınırlama, durdurma ve temizlemek için tatbik eder.
Fakirliğin ve zaruretin kaynağı olan kötülüklere karşı baskıyı artırmak ise, o
kötülükleri çoğaltmak demek olur. Bunun kurtulma ihtimali varsa, zorlamada
değil, kolaylaştırmadadır. "Bir şey sıkıştığı zaman genişler"
Sıkıştırma ile katılaşmış olan kalbleri yumuşatırsa, kolaylaştırma ve
genişletme yumuşatabilir Ve artık bu genişletme ve genişleme onlara ya
kurtuluşu kazandırır veya patlatır bitirir. Ve her iki takdirde kötülükler
sonsuz bırakılmış, kötülerin arkası alınmış olur. Şu halde o katı kalbliler ne
zamanki hatırlatıldıkları ibretleri unuttular. Evvela derece derece
kolaylaştırmayı ifade eden peygamberlerin hatırlatmaları, ikinci olarak tevbe
ve teslimiyet telkin eden şiddet ve zaruret ihtarlarını düşünmek ve uyanık
olmak ihtimalleri kalmadı. O zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. O
şiddet ve sıkıntıdan sonra onlara öyle bir hürriyet ve refah verdik ki, maddî
manevî bütün engelleri kaldırdık, her taraftan üzerlerine nimetler saldırdık,
iyi kötü her şey kendilerine bol bol açık bulunuyordu. Her türlü rahatlar,
sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefalar önlerinde âmâde idi. Ne arzu
etseler bulacak ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Kendilerine, kendi
iradelerinden başka yasaklayacak ve kayıtlayacak hiçbir şey görünmüyordu. Öyle
serbest bir imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki
nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna
ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş
olduklarına hükmettiler. hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz oldular. Her şey
kendilerininmiş, Allah ve ahiret yokmuş gibi zevk ve sefaya daldılar,
keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, "gel keyfim gel"
dedikleri sırada kendilerini birden bire bastırıp yakalayıverdik. O saat iblis
gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve tam mahrumiyet içinde donakaldılar.
Bundan böyle onlar, sonsuz bir hasret içindedirle
45- Artık o zulmeden, şükür yerine küfreden
kavmin ardı alındı, kökü kesildi. Arkalarında hiç kimse bırakılmadı, hepsi yok
edildi ve bu şekilde zulümlerine son verildi. Böyle zalimleri bile her türlü
hatırlatmayı yaptıktan ve Allah'ın her türlü rahmet eserini gösterip her
imtihandan geçirdikten sonra azab etmek ve yok etmek ve yeryüzünü bu türlü
zulüm ve şerlerden kurtarmak elbette Allah'ın kulları için pek büyük şükranlara
layıktır. Her nimet gibi bunun da hamd ve şükrü âlemlerin Rabb'i olan
Allah'adır, O'nun hakkıdır.
Ey Muhammed, sen Allah'a hamdet de, hamd
etmeyen nankörlere:
Meâl-i Şerifi
46- De ki: "Söyleyin bakalım, eğer Allah
kulaklarınızı ve gözlerinizi alır da kalblerinize mühür vurursa, Allah'tan
başka onları size getirecek tanrı kimdir?". Dikkat et, âyetlerimizi nasıl
türlü türlü açıklıyoruz, sonra da onlar yüz çeviriyorlar?
47- De ki: "Söyler misiniz bana! Size
Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helak
olur?"
48- Biz peygamberleri, ancak rahmetimizin
müjdecileri ve azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz. Artık kim iman
edip durumunu düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da
olmayacaklardır.
49- Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince,
yapmakta oldukları fenalıklar yüzünden onlara azap dokunacaktır.
46- De ki: Şunu bana haber veriniz. Eğer Allah
kulaklarınızdaki işitmek ve gözlerinizdeki görmek gücünü alıverir, duyan
kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir, ve kalblerinizi
mühürleyiverirse, yani mühürler, hayır ve hidayeti anlamayacak bir hale koyar
veya deliler gibi akılları giderir veya hiçbir şey duyamayacak şekilde
kalblerinizi öldürür, bütün şuurunuzu alıverirse, Allah'tan başka onu size
getirecek ilâh kim?. Yani işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar
kalbleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz değil mi? İnsanlığınızın en
şerefli güçleri olan bu araçları size veren Allah dilerse sağırlar, körler,
yanılanlar, delirenler, uyuyanlar, bayılanlar, ölenlerde yaptığı gibi sizden
yine alabilir. Bunu da görüyor, biliyorsunuz değil mi? Allah bunlardan birini
veya hepsini alırsa, sağırların kulakları, körlerin gözleri açıldığı, delilerin
ayıldığı, uyuyanların uyandığı gibi dilediği zaman yine verebiliyor. Bunu da
görüyorsunuz değil mi? Peki ama Allah bunları alır ve vermek istemezse size onları
alıp getirecek geri verebilecek hiçbir kimse, Allah'tan başka hiçbir kudret
düşünülebilir mi? Ve hele sizin ilâh diye tapındıklarınızdan birinin bunları
iade edebilmesine imkan var mıdır? Hayır, değil mi? O halde Allah'ın varlığını
ve birliğini ve kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz? Ve nasıl olup da Allah'tan
başka ilâh var diyorsunuz. Ve nasıl oluyor da öldükten sonra dirilmenin ve
kıyametin imkanına ve bunları Resulüne tebliğ edebileceğine inanmıyorsunuz?
Ey muhatab, bak biz âyetleri nasıl tasrif ediyoruz,
nasıl çeşitlendiriyoruz? Ve nasıl şekilden şekle koyuyoruz. Bir vücutta
kulaklar yapıyoruz, gözler yapıyoruz, kalbler yapıyoruz, bunları alıyoruz
veriyoruz; bir kalbe hem kulaktan, hem gözden, hem de kendinden nişanlar
veriyor, delaletler telkin ediyoruz. Onlara hem varlıklarını duyuruyoruz, hem
yokluklarını; aynı bir mânâyı kâh kulaklara koyuyoruz, kâh gözlere sokuyoruz,
kâh doğrudan doğruya kalbe bırakıyoruz. Bir mânâ, kâh bir ses olup kulaklarda
çınlıyor, kâh bir nakış olup gözlerde parıldıyor, kâh bir acı ve tad veya sırf
bir akıl olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir nakış, bir akıl, kâh geçmişleri
çekip getiriyor, kâh geleceklere çekip götürüyor, kâh bir nimetin cazibesi ile
istekleri çekip imrendiriyor ve kâh bir cezayı uzaklaştıran şeyle nefretler,
korkular saçıyor; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli nitelikler
içinde diziliyor, kulaklara dökülüyor; doğru ve eğri, kırık veya kırık olmayan
hareketler, sükunetler bir ışık ile çeşitli şekiller kazanıp gözlere sokuluyor.
Bütün bunlar aynı bir mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup kalblere
iniyor, zihinde izlenim bırakıyor, derken o şuur ve idrak o kalbten yine aynı
mânâ ile harekete geçiyor, çeşitli, birbirine benzer, birbirinin aynı şekiller
ve nitelikler ile nefislerden, bedenlerden birer fiil olarak çıkıyor. Önceki
gibi ağızlardan ses, ellerden yazı olarak yavaş yavaş yayılıyor ve bütün bu
tasarruflar ve değişmelerde o kulakları, gözleri, kalbleri, vücutları
birleştiren aynı mânâlar sabit ve aynı medlûller ebedî kalıp gidiyor. Fezanın
derinlikleri, zamanın uzaması içinde kalblerde duyulup hafızalarda tutulan,
dillerde söylenip kulaklarda işitilen, ellerle sayfalara yazılıp gözlerle
görülen, ağızlarla okunan ve bu şekilde tekrar tekrar yayılıp yaşayan ve fakat
bunların hiçbirine girmiş olmayıp o derinlikleri ve uzunlukları kaldırarak bir
noktada, bir vicdan parıltısında toplayan o ebedî mânâlar ve değişmez
hakikatlardir ki tek olan Allah Teâlâ'nın varlığını, kudret ve tasarrufunun
kemalini gösteren hak âyetlerin aslı, zât ve hak sıfatının ifadesi olan ve
Allah'ın tebliği ve ifadeye gücü yeten en belağatlı bir mütekellim (konuşan)
olduğunu da isbat eden Kur'ân'ın, Kelâmullah (Allah kelâmın)ın kendisidirler.
Bakınız Allah o âyetleri Kur'ân'ında ne tertiplere, ne üslûblara, ne nazımlara
koyuyor: Kâh yapmaya, kâh yoketmeye, kâh iadeye yönlendiriyor. Kâh tek bir
tenbih ve ihtar yapıyor, kâh hisleri harekete getirip teşvikler, korkutmalar
saçıyor, kâh gökleri ve yeri gezdirip ufukları dolaştırıyor, kâh kalblerin,
vicdanların derinliklerine indirip iç dünyaları gösteriyor, kâh aklî prensipler
tertibiyle mantıklar içinde görünmeden görünmeyeni anlatıyor. Kâh aynı
anlayışı, aynı haberi, aynı müşahedeyi, aynı âyeti bir bediî sanat ile şekilden
şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetler yapıyor ve
kâh çok çeşitli âyetleri bir âyete döküp genişleri kısaltıyor. Özetle hakikatin
durumlarını nasıl bir harf, bir kelime hâline getiriyor, o harfleri ve
kelimeleri nasıl sîgâ (kip)lara çekiyor da, o açık deliller ile kendi varlığını,
birliğini, tasarruf kudretini kulaklara, gözlere, kalblere nasıl tebliğ ediyor?
Sonra da onlar bu âyetlerden nasıl yüz çeviriyorlar?
47- Ey Muhammed de ki: Vicdanınızı iyi tartın
da şunu bana iyi haber veriniz: Eğer size Allah'ın azabı hiçbir delil ve
alameti olmaksızın birdenbire veya önce deliller ve emarelerini göstererek
açıktan açığa gelirse, zalimler güruhundan, yani küfrü iman yerine koyan sizden
başkası mı helak olacak? Hayır.
48-49-Bir de o kâfirler peygamberliğin
mahiyetini ve görevlerini, peygamberlerin gönderiliş hikmetini bilmezler de,
Peygamber'den vazife ve selahiyeti dışında şeyler isterler. Halbuki biz öteden
beri gönderdiğimiz peygamberleri başka değil, ancak birer müjdeci ve Allah'ın
azabından korkutucu olarak göndeririz. Bütün peygamberler kavimlerini
sevindirecek şeyleri haber verip müjdelemek ve zarar verecek şeyleri haber
verip korkutmak ve sakındırmak, itaatları ve itaatların sevabını, günahları ve
günahların cezasını haber vermek ve tebliğ etmek için gönderilir. Yoksa haber verilen
şeylerin meydana gelmesi ve meydana getirilmesine onların asla karışma hakları
yoktur, o Allah'a aittir. Peygamberin görevi acı ve tatlı doğru haberler
vermektir. Şu halde kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiçbir korku
yoktur.
Bu bilindikten sonra dâvayı açıklıyarak ve o
kâfirlerin sorularına cevap olarak ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
50- De ki: "Size Allah'ın hazineleri
benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de
demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile
gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?"
51- Rablerinin huzurunda toplanacaklarından
korkanları Kur'an'la uyar. Onlar için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir
şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.
52- Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah
akşam Rab'lerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu
değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovduğun
takdirde zalimlerden olursun.
53- Biz onlardan kimini kimi ile, "Allah
aramızdan bunlara mı lutfunu layık gördü" desinler diye, işte böyle
imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?
54- Âyetlerimize inananlar sana geldikleri
zaman onlara şöyle söyle: Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine
yazdı. Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe
eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir".
55- Suçluların tuttuğu yol açığa çıksın diye,
âyetleri işte böyle genişçe açıklıyoruz.
50-51-Kırâet: kelimesi Âsım'dan Şu'be, Hamze,
Kîsâî ve Halefü'l-Âşir'e göre "yâ" harfi ile şeklinde okunur.
kelimesi de Nâfi ve Ebu Cafer'e göre "lâm"ın nasbı ile şeklinde
okunur.
"HAZAİN" kelimesi, dilimizde
"hazine" veya "hazne" denilen "hizâne"
kelimesinin çoğuludur ki, ellerin erişemiyeceği bir şekilde mal biriktirilen,
saklanılan mekânın adıdır. Yani mânâ: "Ben, Allah'ın kudret hazineleri
bendedir, bana teslim edilmiştir, ben onlarda tek başıma veya izinli olarak
dilediğim gibi tasarruf ederim, diyemem, böyle bir iddiada bulunmam" demektir.
Buna göre âyetler indirmek veya azab indirmek veya dağları altın yapmak vesaire
gibi şeyler bana ait değildir. Bana: "Sen, Allah tarafından elçiysen
Allah'tan iste de bize dünya saadetlerini bol bol versin, yoksa peygamberliğine
inanmayız." demeye hakkınız yoktur. Onlar benim elimde değil, Allah'ın
elindedir. Dilediğine mülk veren, dilediğinden mülkü alan, dilediğini üstün
kılan, dilediğini zelîl eden "biyedihi'l-hayr" (hayır elinde olan)
O'dur. Ben gaybı da bilmem. Bilgim dışında bulunan Allah'ın fiil ve bilgilerini
bilirim diye iddia da etmem. Kahinlik taslamam. Diğer bir âyette de "Eğer
ben gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı.
Ben, sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim" (Ârâf, 7/188)
şeklinde gelecektir. Şu halde bana: "O kıyamet ne zaman?" veya
"Azab ne zaman?" gibi gayba ait sorular sormanızın da bir mânâsı
yoktur. Ben size "bir meleğim" de demem; bir melek olduğumu da iddia
etmem. Bundan dolayı "Yahut göğe çıkmalısın" (İsrâ, 17/93) diye beşerde
âdet olmayan göğe çıkmak gibi olağanüstü fiilleri bana teklif etmeye veya benim
meleklerde bulunmayan yemek içmek gibi insana ait vasıflarımı peygamberliğime
engel sayıp, "Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda
geziyor?" (Furkân, 25/7) demeye de hakkınız yoktur. Ben başka bir şeye
değil, ancak bana gönderilen vahye uyarım, ona tâbi olurum. Gayba dair verdiğim
haberler benim kendimden değil, Allah'dan bana gelen vahiylerdir ve Allah'ın
ilmini tebliğdir. "Allah gaybını, dilediği peygamberden başka bir kimseye
bildirmemiştir. Çünkü O, onların önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar."
(Cinn, 72/26-27) âyetinin delaletine göre Allah gaybına hiç kimseyi haberdar
etmez ve hâkim kılmaz. Ancak seçtiği ve emîn kıldığı Resul müstesnadır. Ona önünden
ve arkasından korucular koyar, temin eder ve o şekilde ona görmediği ve
bilmediği bazı gaybları vahyeder, haber verir; haberin içeriği o Resulün
yanında hazır olmadığı, görünmediği halde, vahy ve haber fiilî bir şekilde
görünür ve hayır bulunur. Ve onun bizzat bilmediği gayb, bu sayede âyet ve
alametiyle bildiği olur. Vasıta ile de olsa, bilinen şey her yönüyle gayb
olmaz. Bilinen, mutlak gayb değil, haber verilen gaybdır. Bunun içindir ki,
beşer ilminin hepsi bir haber, bir önerme mahiyetinde ortaya çıkar ve beşer
ilminin hakkı, haber vermesi, hakkın zatı değil, âyet ve alametinin kalbde
hazır olmasıyla bir kelâmî delalettir. Ve bunun zamanı Hak Teâlâ'nın kendine
şahitliğidir. Hissedilen ve görünenlerde bile kulaklara, gözlere ve onlar
aracılığıyla kalbe gelen eşyanın zatı değil, eşyanın alametleridir. Ve en açık,
en sarih âyet, hakkın kelâmı; en açık ilim de Hakk'ın haber vermesidir. Vahiy
de Allah kelâmı olan Hakk'ın âyetlerinin kalbe zorla girmesidir. Peygamberlik
de Allah'tan vahiy almak ve gereğince amel etmekten ibarettir. Peygamber vahiy
ile Hakk'ın âyetlerini görür ve haber verir. Elbette duyan, duymayana karşı
delildir. Ve peygamberlerle peygamber olmayanların farkı, gözlülerle körlerin
farkı gibidir. Körler göremedikleri, şeyleri ancak görenlerin haber vermelerini
dinleyerek duyma yoluyla istifade edecekleri gibi, peygamber olmayanlar da
peygamberlerden öyle istifade edebilirler. Körlere gözlülerin delilleri ve
alâmetleri olan renkleri anlatmak mümkün olmaz. Sağır ve deli değillerse
önlerindeki uçurumu söyleyerek sakındırıp korundurmak ve duyma âletleri ve kalb
sayesinde doğru yolları anlatmak mümkün olur. Bunun için buyuruluyor ki:
Kör ile gören eşit olur mu? Şimdi siz bir
düşünmez misiniz, de! Ve bu vahy ile o kimseleri korkut ki, Rablerinin
huzurunda toplanmaktan korkarlar. O halde ki kendilerinin ondan, âlemlerin
Rabbinden başka ne bir dostları, ne de bir şefaatçileri yoktur. Gerek vukuuna
inanmakla olsun ve gerek imkan ve ihtimal üzerine şek ve tereddütle olsun
kalblerinde böyle bir haşr (toplanma) korkusu, bir ahiret hissi bulunduğu
halde, korunmayan veya korunmasını bilmeyen, dolayısıyla muttakî olmayanları
korkut, ki bunlar belki korunurlar. Yani bunlar içinde bu sayede ittika edecek,
korunacak olanlar vardır. Gerçi haşr ve ahireti tamamen inkâr edenler yahut
ahirete inanmakla beraber Allah'ın azabından kendilerini kesin kurtarabilecek
Allah'tan başka yakınları veya şefaatçıları bulunduğuna kat'i şekilde inanmış
bulunanlar, mesela putlarının ve diğer ilâh tanıdıklarının ve babalarının,
dedelerinin, pirlerinin ve Allah'ın izni olmadan peygamberlerinin Allah'a karşı
kendilerine sahip olup şefaat edeceğine inanmış olanlar korkutulmaları mümkün
değilseler de, Allah'dan başka dost ve şefaatçıları olmadığına inanan veya
ihtimal verenler, korkmaları ve tesir altında kalmaları mümkün olanlardır.
52-Böyle gereğince korunmayanları korkutma
emrinden sonra, muttakîlere ikram ve müjdelemek için buyuruluyor ki: Ve şöyle
muttakîleri kovma ki sabah akşam (yani her zaman) Rablerine dua ve ibadet
ederler ve ederken sırf onun (o âlemlerin Rabbinin) cemalini, rızasını
isterler. Samimi niyet ile ve ancak Allah'a dönerek daima dua ve ibadet
ederler. Onların hesaplarından hiçbir şey sana ait değil. Senin hesabından
hiçbir şey de onlara ait değildir, ki muhasebe vazifesi veya endişesiyle onları
koğasın. Şu halde koğma, ki zalimlerden olursun.
Rivayet ediliyor ki Kureyş'in ileri
gelenlerinden birtakımları Hz. Peygamber'e uğramışlar, yanında Suheyb, Cenab,
Bilâl, Ammâr, Selmân ve diğer fakir müslümanlar bulunuyormuş. "Ey
Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların
arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından kovsan biz senin meclisine gelir
konuşuruz, belki de uyarız" demişler. Resulullah "Ben müminleri
kovmam" (Şuarâ, 26/114) buyurmuş. "O halde biz geldiğimiz zaman
bunları kaldır, gittiğimiz zaman yanında oturt" demişler. Hz. Ömer de
"Ey Allah'ın Resulü yapsan bakalım ne olacak?" demiş. Sonra onlara
ısrar etmişler ve bunun yazılmasını istemişler, Resulullah da yazılması için
bir sayfa ile Hz. Ali'yi çağırtmış ve bu âyet " "e kadar bu sebeple
nazil olmuştur. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) sayfayı atmış ve Hz. Ömer
sözünden dolayı özür dilemiştir. Selman ve Cenab (radıyallahu anhümâ)
demişlerdir ki, "Bu âyet bizler hakkında nazil oldu, Resulullah bizimle
beraber oturur ve biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar
yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Kehf sûresinde
"Nefsini, sabah akşam, rızasını istiyerek Rablerine yalvaranlarla beraber
tut" (Kehf, 18/28) âyeti nazil oldu ve bundan dolayı biz kalkmadan,
kalkmayı terk buyurdu ve dedi ki: "Hamdolsun Allah'a ki, ümmetimden bir
kavim ile beraber nefsime sabrettirmemi bana emretmeden beni öldürmedi, hayat
sizinle, ölüm sizinle".
53-Zira böyle bir fitne ile, yani kovmaya ve
hakarete layık sanılan fakirleri ve zayıfları iman ve ihlas ile memnun ve ikram
etmek gibi bir imtihan iledir ki onların bir kısmını diğer kısmıyla imtihan
ettik. Şunları mı Allah aramızdan lutuf ve nimetine layık gördü? desinler diye
fitneye düşürdük, birbirleriyle denedik. Nefislerine, mevki ve zenginliklerine
mağrur olarak diğerlerinin ve özellikle düşkün fakir ve zayıflar kısmını hakir
görenleri, bir gün gelir Allah onlarla sınar, kendilerine vermediğini onlara
verir, karşılarına çıkarır, gururlarını kırar. O zaman onlar o nimetlerin esası
bir ilâhî ihsandan ibaret olduğunu, Allah Teâlâ'nın dilediğine dilediğini
vermekte olduğunu anlıyarak kulluk aczlerini idrak eder ve Hakk'a nefislerini
teslim edip tevbekâr olurlarsa, bu imtihanda kazanmış olurlar. Fakat kibir ve
gururlarını yenecek yerde büsbütün azıtır ve servetlerimiz veya asaletlerimiz
veya zekalarımız, ilimlerimiz, sosyâl mevkilerimizle bizler dururken Allah
böyle düşkün, züğürt, bayağı kimseleri mi bizim önümüze düşürecek veya
karşımıza çıkaracak? Böyle şey olmaz diye fazilet ehlinin faziletini inkâr
etmeye ve Allah'ın takdirine karışmaya kalkıştılar mı, bu artık onların imtihanda
kaybettikleri, zamanın değişmesinin en derin uçurumlarına yuvarlanmaya
başladıkları gündür. Ve işte Allah o gururluları, zalimleri bu sonuca getirmek
için böyle bir fitne ve imtihana düşürmüştür. Temsili gösteriyor ki bu
imtihanın çeşitli şekilleri bulunmakla beraber başı ve en önemlisi maddeyle
gururlananların küfür ve günahkârlığına, sakınmasızlığına karşılık fakirlere ve
zayıflara Allah'a iman ve ihlas nimetinin lutfedilmesidir. Ve bu âyet bunu
açıklamakla "sakın kovma... yoksa zalimlerden olursun" yasağının sır
ve hikmetine işaret etmiştir.
Acaba Allah şükreden kullarını onlardan ve
herkesten daha iyi biliyor değil midir? Ki bu gururlu nankörler, o samimi
korunanlara Allah'ın nimet vermesini uzak görüyor ve onların kovulmalarını
istiyorlar? Şu halde sakın onları kovma!
54- "Âyetlerimize inananlar sana
geldikleri zaman onlara şöyle söyle: 'Selam olsun size, Rabb'ınız rahmeti kendi
üzerine yazdı, sizden biri bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından
tevbe eder kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, merhamet
edendir." diyerek bu şekilde müjdele!
55- Böyle tâ yukarılardan beri gelen duruma
uygun açıklamalarla biz âyetleri açıklarız ve günahkârların yolunun tamamen
ortaya çıkması için kırâetine göre: "günahkârların yolunu senin açıklığa
kavuşturman, kesip atman içindir" ki daha açıklayacağız:
Meâl-i Şerifi
56- De ki: "Şüphesiz ki bana, Allah'tan
başka yalvardıklarınıza ibadet etmem yasaklandı". De ki: "Sizin
çarpık isteklerinize uymayacağım, (eğer uyarsam) o zaman sapıtmış olur, doğru
yolda gidenlerden olmamış olurum".
57- De ki: "Ben Rabbimden apaçık bir
delile dayanmaktayım, siz ise onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz
azab benim elimde değildir, hüküm ancak Allah'a aittir, gerçeği O anlatır ve O,
hakkı bâtıldan ayırdedenlerin en hayırlısıdır".
58- De ki: "Sizin çabuk gelmesini
istediğiniz azab benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki durum herhalde
sonuçlanmış olurdu. Allah, zulmedenleri en iyi bilendir".
59- Gaybın anahtarları O'nun katındadır,
onları O'ndan başkası bilmez, karada ve denizde olanları O bilir ve bir yaprak
düşmez ki, onu O bilmesin; ne toprağın karanlıklarında bir tane, ne de kuru ve
yaş hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi açıklayan Kitap'ta bulunmasın.
60- Sizi geceleyin ölü gibi uyutan, gündüzün
ne yaptıklarınızı bilen, sonra ölüm ânı gelinceye kadar gündüzleri sizi
uyandırıp kaldıran O'dur. Sonunda da dönüşünüz ancak O'nadır. Sonra bütün
yaptıklarınızı size O haber verecektir.
61- O, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür
ve size koruyucular gönderir, sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit
elçilerimiz, hiç eksiklik yapmadan, onun canını alırlar.
62- Sonra da gerçek Mevlâlarına döndürülürler.
Dikkatli olun, hüküm ancak O'nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.
63- De ki: "Bizi bu tehlikeden kurtarırsa
elbette şükredenlerden olacağız" diye gizli ve aşikâr O'na yalvarıp
dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?
64- De ki: "Allah, sizi ondan ve bütün
sıkıntılardan kurtarır, sonra da siz yine ortak koşarsınız".
65- De ki: "O'nun üstünüzden ve
ayaklarınızın altından azab göndermeye, yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin
kiminize hıncını tattırmaya gücü yeter". Bak, âyetlerimizi nasıl inceden
inceye açıklıyoruz ki, onlar iyice anlasınlar.
66- Kavmin o (Kur'ân'ı) yalan saydı, halbuki o
gerçektir . De ki: " Ben sizin vekiliniz değilim".
67- Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı
vardır, siz de onu yakında bileceksiniz.
56-59- Nâfi, İbnü Kesir, Âsım, Ebu Ca'fer
kırâetlerinde "sad" ile, geri kalanların kırâetlerinde
"dad" ile okunur ki, birisi 'dan, diğeri 'dandır. 'nın aslı, bir işi
tamamiyle ayırmak, ayırıp bitirmektir ki, "kesip atmak" diye de
söylenir. kelimesinin kökü de yasaklamak (men'etmek) tir.. Bâtılı yasaklaması bakımındandır
ki, hüküm denilmiştir. "Kasas" ve "kıssa"dan kelîmesi, bir
haberi tebliğ etmek yerine getirmektir ki, Türkçe " ayıtmak" denilir.
Bunu "ayıltmak" masdarıyle karıştırmamalıdır. Kazâ, sözler ve fiiller
veya her ikisi ile olur. "Kass" ise sözlü olur. İz gütmek"
mânâsına da gelir ve o zaman fiilî olur. Özetle hüküm ve hakimiyette, kaza ve
kadılıkta biri ilmî, biri amelî (pratik) iki durum vardır. "Kass"
daha çok bunun ilmî tarafına, "kaza" da daha çok pratik ve icra
tarafına bakar. Ve hak ve batılı ayırmak, bunların sonuçlarıdır. Şu halde
burada hem teşriî (kanun koyma ile ilgili) ve ilmî, hem de icraî ve amelî hüküm
ve hakimiyetin ancak Allah'a mahsus ve ilâhî hükmün hem hak, hem hayır olduğu
anlatılmıştır.
De ki: Evdiğiniz şey, "Sen peygambersen
gökten başımıza taş yağdır veya bize acıklı bir azab getir." (Enfâl, 8/32)
diye acele istediğiniz azab benim elimde olsaydı, benim aramla sizin aranızda
iş kesilir biterdi, bana kalsa ben onu hemen yapardım. Fakat Allah, zalimleri
ve onlara yapacağını daha iyi bilir. Çünkü bütün gaybın anahtarları O'nun
katındadıdır.
"MEFTAH", mim'in fethiyle mekân
(yer), açılacak yer demektir. Mim'in kesriyle de "miftah" âlet ismi
olup anahtar demektir. Yani daha açılmamış, vücuda gelmemiş, bizim ilmimiz
ulaşmamış o kadar gayb hazineleri vardır ki bütün bunların kapıları veya
anahtarları ancak Allah'ın katında, Allah'ın elindedir. Onları, O'ndan başka
kimse bilmez. O, bütün bu gaybları bildiği gibi, hâl-i hazırdaki bütün
varlıkları da, bütün teferruat ve kısımlarına varıncaya kadar bilir. Mesela
karada ve denizde ne varsa hepsini de bilir. Ve hiçbir yaprak düşmez ki
herhalde onu bilmesin ne yerin karanlıklarına düşer bir tane, ne yaş, ne de
kuru hiçbir şey yoktur ki herhalde hepsi Allah'ın katında bir açık kitapta
olmasın. Görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, bütünler ve kısımlar,
büyük küçük, düşme ve karar bulma, hareket ve durgunluk, hayat ve ölüm, hasılı
olmuş olacak, gizli açık her şey bütün genişliği, bütün inceliğiyle gayet açık
ve düzgün bir kitaptadır. Yani Allah'ın ilminde veya Levh-i mahfûzdadır. Hem
müfredâtı hem nizamların silsilesi ile Allah katında belli ve kaydedilmiştir.
Kara ve deniz olaylarından sonra düşme
olaylarının yaprak ve tane ile temsil olunması, bütün gök cisimlerinin birer
yaprak ve tane gibi "durma kanunları" na tabi bulunduğuna dair bir
delaleti içerir. Ve dikkate şayandır ki bu delalet, varlıklardan nasıl ve ne
şekilde okunabilirse, Kur'ân'dan da o kadar okunabilmektedir. Doğrudan doğruya
cisimlerin duruş ve hareketleri ifade olunmayıp da yaprağın ve tanenin
duruşunun açıklanması, hem Allah'ın bilgilerinin çokluk ve inceliğini tasvir
etmek, hem de insanlara göre durma kanunlarının yapraklar ve tanelerde açık ve
seçik bir cereyan ve cisimlerde gizli ve istidlâle dayalı olduğuna ve yerde
karanlıklara bir tane düşmesinin gök boşluğunda cisimlerin duruş ve
hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil edebileceğine bir işarettir. Bu âyetin
önce görünmeyenden görünene, düşünülenden hissedilene, sonra derece derece
hissedilenden düşünülene, görünenden görünmeyene giden öyle bir ince tertip
vardır ki, bunun ne açıklaması biter, ne incelikeri tükenir.
60- O Allah, o kâdirdir ki geceleyin sizi
vefat ettirir; uyutur, kendinizden geçirir, nefislerinizi sizden alır,
kabzeder, ve o halde gündüzün kazandığınız, elinizle yaptığınız, elde ettiğiniz
şeyleri, siz bilmezken, O bilir.
CERH , asıl lugatta, bilindiği üzere, bir şeye
tesir icra edip zedelemektir. Bunun gereği olarak ele geçirmek, kazanmak
mânâsında da bilinmektedir. Nitekim bedenin el, ayak, diş, dil gibi etkili ve
âmil uzuvlarına "câriha" ve "cevârih" adı verilir ki,
"kâsibe" (kazanan) ve "kevâsib" (kazananlar) demektir. Ve
burada cerh, bu mânâyadır. : "Kötülükleri kazandılar" demek olduğu
gibi. İbnü Atıyye, asıl mânâsıyla cerh (yaralamak)den olmasının ihtimal
dahilinde bulunduğunu söylemiştir. Fakat kazanmak ve çalışmak mânâsı hem bunu
içerir, hem makam karinesi (durumu) ile ortaya çıktığı gibi genellikle
tefsirlerin rivayeti de budur. Yani, siz o gün uyumazdan önce organlarınızın
hareketleriyle birtakım tesirler icra etmiş, işler yapmış, maddî veya manevî,
hayır veya şer birtakım şeyler kazanmış bulunuyorsunuz ki, bunlar sizin
amellerinizdir. Bedenininizin, organlarınızın yıpranması, yaralanmış olması da
bu kazanılmışlar cümlesindendir. Siz gündüzün uyanık iken kazandığınız ve hatta
kendi elinizle yaptığınız bu işlerin bir kısmını bilmezsiniz de, bazısını
bilirsiniz. Fakat gece oldu mu Allah düşünme yeteneğinizi sizden alır, siz ölü
gibi kendinizden geçersiniz, şuur ve idrakinize sahip ve malik olamazsınız. O
zaman gündüzün bildiklerinizi ve kendi eseriniz olmak üzere en yakın
bildiklerinizi bile bilemez olursunuz. Halbuki siz böyle ölü bir halde iken
Allah onların hepsini bilir.
Sonra gündüzün yine sizi diriltir. Bedeninizde
zedelenen, uzuvlarınızdan ölen kısımlarınızı uykuda haberiniz olmadan telafî
ederek yeniler ve sizden aldığı şuur ve idraklerinizi yine sabahleyin size geri
verip önceki gibi maddî ve manevî hayatınızla sizi tekrar diriltir, uyandırır
ve o zaman siz geceyi gündüzü farkeder, kendinizi ve geçmiş kazançlarınızı hiç
kaybetmemiş, arada hiçbir durgunluk fasılası geçmemiş gibi bilir tanırsınız.
Bunun, düşünüp anlayanlar için manevî hayat açısından açık ve seçik öldükten
sonra dirilme olduğu apaçık olduktan başka, maddî hayat bakımından da böyledir.
Her iki hayat, her gün, her gece ve hatta her ân böyle rûhânî ve cismanî bir
"öldükten sonra dirilme" içindedir. Bunu, birçokları mecazî bir mânâ
ile dirilme kabul ederlerse de ciddî bir şekilde ilmî bir gözle bakıldığı
zaman, bunun tam mânâsıyla bir "ba's" (dirilme) olduğu ortaya çıkar.
Bir yaprağın, bir tanenin, bir taşın düşmesiyle yıldızların hareketlerindeki
düşme ve genel çekim aynı mânâda nasıl bir ve ondan bunları çıkarmak nasıl ilmî
ise, uyuyup uyanmaktan öldükten sonra dirilmeyi anlamak ondan daha açık bir
gerçektir. Gayet normal bir mesele gibi görünen uyuyup uyanmak meselesi, gerek
organların görevleri ilmi ve gerek psikoloji ilmi açısından son derece dikkate
şayan ve öneme haizdirler. Her gün yıpranıp ölen organ kısımlarının ve her gece
duran ilmî idraklerin tekrarlanması ve aynılarının geri verilmesi içinde, gidip
gelerek aynı hayatı devam ettirme ve aynı nefsin şahsiyet ve birliğini ifade
edip durması, ilâhî hikmet ilmi bakımından, ruhun bizzat bir ve ebedî oluşuna
delaletten önce Allah'ın varlığına, bâkî oluşuna, birliğine, tekrar ve iade
edilen ruh ve cisme ait tam mânâsıyla öldükten sonra diriltme kudretine delalet
eden şahidler ve kesin delillerdendir ki, bununla ölümden sonra dirilmenin
yalnız mümkün olması değil, bilfiil vaki olduğu da görülüp durmaktadır. İşte
Allah, insanları her gece böyle vefat ettiriyor ve onlar uyurken maddî manevî
neleri varsa hepsini biliyor ve ertesi gün aynen iade edip diriltiyor ki,
takdir edilmiş bir ecel tamamlansın, yazılmış olan vakit, ömür tamam olsun. Bu
böyle olduğu gibi, sonra o saat gelince dönüşünüz yine O'nadır. Nihayet yine
yalnız O'na dönersiniz. Ondan sonra da O size bu hayatta yaptıklarınızı haber
verecektir.
61- Ve O, kullarının üstünde tek güçlüdür. O,
yokluğu varlık ile, varlığı, yok etmek ve bozmakla ve her şeyi zıddıyle,
aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık, geceyi gündüz, gündüzü gece, sıcağı
soğuk, soğuğu sıcak ile kahreder. Ve üzerinize koruyucular gönderir.
Onlar, sizi ve amellerinizi muhafaza ve
kontrol ederler. Ki bunlar: "Onların her birini önünden ve arkasından
izleyen melekler vardır, onu Allah'ın emriyle korurlar" (Ra'd, 13/11);
"(İnsan), hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini
zabteden (bir melek) bulunmasın" (Kâf, 50/18); "Muhakkak ki
üzerinizde koruyucu (melek)lar vardır. Şerefli yazıcılar. Her yaptığınızı
bilirler" (İnfitâr, 82/10-12) âyetlerinde açıklanan meleklerdir ki, din
lisanında "hafeza (koruyucu) melekler" denilir. Filozoflar,
"çeşitli unsurları ve zıt tabiatları karıştırıp birleştirerek bunlara bir
mizac ve özel duygular vermesi ve bu mizac ve hisler ile onları tedbirli bir
nefsi, his, hareket ve düşünce kuvvetini kabul etmeye yetenekli kılması Allah
Teâlâ'nın kahrediciliği, yani kudretinin her kudretin üstünde kahrediciliği ve
galibiyeti cümlesindendir. Ve hafaza (koruyucu melekler)dan maksat, o nefisler
ve tedbirli ruhlar, o güçler ve rûhî melekelerdir" demişlerdir. Fakat bu
izahın eksik olduğunda şüphe yoktur.
Nihayet herhangi birinize ölüm geldiği, ölümün
sebepleri eriştiği zaman, onu da tarafımızdan elçilerimiz öldürür, emrimizle
ruhunu alırlar. (Hamze kırâetinde imâle ile okunur). Tefsircilerin bir kısmı,
bu "Resuller"in, bu ölüm meleklerinin, yine "koruyucu melekler"den
ibaret olduğuna kâni olmuşlar ve "hafeza"yı "ölüm
meleği"nin yardımcılarından saymışlardır. Fakat çoğunluk, ölüm elçileri
olan ölüm meleği ve yardımcılarının, koruyucu elçilerinden başka olduğunu
söylemişlerdir. Özet olarak her yönüyle ilâhî hükmün altındasınız. Hayatınız,
ölümünüz Allah'ın emri ile ve Allah'ın koruma ve kontrol ve ölüm elçileri,
görevlileri elinde cereyan eder. Ve bu elçiler kusur etmezler. Ne korumada, ne
ölümde zerre kadar bir kusur etmez, vazifelerini yapar, Allah'ın emrini
geciktirmeden yerine getirirler.
62- Sonra o ölenler hep hak mevlaları
(efendileri, dostları) olan Allah'a döndürülürler. Hiçbirinde ne kendilerinin,
ne diğer batıl dostların hüküm ve tasarrufu kalmaz, hepsi ister istemez
Allah'ın hükmüne teslim edilirler. Dikkatli olunuz ki hüküm ancak Allah'ındır
ve O, hesap görenlerin en süratlisidir. Dileyince bir anda bütün kâinatın
hesabını görüverir.
63-64- De ki: Kimdir o ki sizi karanın ve
denizin karanlıklarından kurtarır? Öyle bir haldeki (Yakûb kırâetinde'nun
sükunu ve şeddesiz olarak okunur) siz ona açıktan açığa ve gizliden gizliye
yalvararak şöyle dua edersiniz: (Âsım'dan Ebu Bekr Şu'be rivâyetinde
"havf"den okunur). Yani siz ona şiddetli bir korku içinde ümitlenip
yalvararak şöyle dua eder ve sığınırsınız. Kasem olsun ki eğer o, bizi bundan
kurtarırsa muhakkak biz şükredenlerden olacağız, dersiniz. (Âsım, Hamze, Kisâî,
Halefü'l-Âşir kırâetlerinin dışındaki kırâetlere göre okunur ki, muhatab
sigasıyla "kurtarırsan" demektir) De ki: O Allah'tır ki sizi o karanlıklardan
ve her sıkıntıdan kurtarır durur, sonra siz döner O'na ortak koşarsınız,
sözünüzü yerine getirmez, şükretmezsiniz, (Nâfi', İbnü Kesir, İbnü Âmr, İbnü
Zekvân ve Yakub kırâetlerinde okunur).
65- De ki: O Allah'ın size üstünüzden ve
ayaklarınızın altından bir azab göndermeye, üstten azab, yıldırım düşmek, taş
yağmak, tufan olmak gibi gök âfetleri; ayakların altından azab da, zelzele
olmak, yerin göçmesi, su ve ateş çıkması gibi yer âfetleri hakkında açıktır.
İbnü Abbas hazretleri valilerin zulmü, terbiyesizlerin kötülüğü, demiştir ki
üstten azab, alttan azab demektir. Bazı tefsirciler de baştan veya alttan gelen
hastalıklar ve musibetler ile tefsir etmişlerdir. Âyet, hepsini ihtimali içine
almaktadır. veya sizi fırkalara ayırmaya, (ŞİYA' kelimesi, şia'nın çoğulu, şîa
da birbirlerinin arkasından giderek bir emîre veya reise taraftar olan fırka
demektir) veya sizi fırka fırka birbirinize geçirmeye, yani her biri bir
başkana taraftar olmuş ve çeşitli isteklere ayrılmış muhtelif fırkalara
parçalayıp birbirinizle çarpıştırmaya, ve bir kısmınıza, diğer bir kısmınızın
(öldürme ve başka şeyler gibi) kötülük ve şiddetini acı acı tattırmaya gücü
yeter. Ve bunlara gücü yeten ancak odur. "Bak, âyetlerimizi nasıl inceden
inceye açıklıyoruz ki, akıllarını başlarına alsınlar." Bu âyetlerin
muhtevasında yukarda geçen bazı âyetlerin mânâları değişik diğer bir şekil ve
surette ifade edilmiş olduğundan burada bunun hikmeti beyan buyurulmuştur.
66- De ki: Ben sizin üzerinize bir vekil
değilim. Allah'ın kudreti bana tevdi ve havale edilmiş değildir. Şu halde ne
onun size yapacağı azabı yapabilirim, ne de sizi ondan muhafaza edebilirim. Ben
ancak bir Resulüm, bir elçi, bir haberciyim, Allah'ın vahyettiği emirleri,
haberleri ve hükümleri O'nun adına nisbet ederek haber verir, tebliğ ederim.
67- Her haberin, her haber verilen şeyin
kararlaştırıldığı bir zaman vardır. Sizin azabınız da bu cümledendir. Siz de
başınıza geleceği yakında bilirsiniz. Böyle de!
Meâl-i Şerifi
68- Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe
dalanları gördüğün zaman hemen onlardan uzaklaş ki, ondan başka söze dalsınlar.
Eğer şeytan bunu sana unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk, o zalimler
topluluğuyla oturma.
69- Allah'tan korkanlara o zalimlerin
hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat bu bir hatırlatmadır. Gerekir ki
sakınırlar.
70- Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen
ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin
kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmamasını, kendisi için Allah'tan
başka hiç bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat. O,
azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar
kazandıkları şey yüzünden helake uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr
ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azab vardır.
68-69-70- HAVD, eğlence tarzında ve aşırı
derecede dalmak demektir. Nisâ' sûresinde geçen "Allah size Kitap'da
indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay
edildiğini işittiğiniz zaman, onlar (bu sözü bırakıp) başka bir söze dalıncaya
kadar onlarla beraber oturmayın" (Nisâ, 4/140) âyeti de bunun tefsiri
olduğundan, hitabın, genel hitap olduğunu, dalmanın ve yüz çevirmenin
mânâlarını açıkça göstermiştir. Şu halde bazı lüzumsuz yere söz uzatanların
kuruntuya düştükleri gibi, bundan ilâhiyât meselesinde derinleşme ve
incelemenin, istidlâl ve münazaranın Allah'ın âyetlerine dalmaktır diye haram
olduğunu çıkarmaya kalkışmamalı, ancak delil ile uğraşırken mânâdan gaflet
edecek derecede dalgınlığa da düşmemelidir. Hasılı ey mümin, hadlerini
bilmeyerek âyetlerimize dalıp eğlenenleri, kötülemeye girişenleri, inkâr ve
alay etmeye kalkışanları gördüğün zaman, (ki Mekke'de Kureyş müşrikleri böyle
yapıyorlardı), onlardan çekil, yanlarında oturma. (İbnü Âmir kırâetinde
tef'ilden ) şayet şeytan sana unutturursa, seni meşgul eder, bu yasaklamayı
unutmana sebep olursa, ki bu ihtimal, hitabın her mümine genel olması
dolayısıyladır. Hatırladıktan sonra o zalimler güruhuyla beraber oturma.
Zalimîn = denmesi lafa dalma (havd) mefhumunda sınırı aşma mânâsı bulunduğuna
işaret etmek ve yasaklama sebebini genelleştirme ile bütün zalimlerle beraber
oturmanın da yasaklandığını açıklamaktır.
Dinlerini eğlence ve oyuncak edinen ve dünya
hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak!. Yani dünya hayatına dalıp, din
işlerini keyif ve isteklerine göre eğlence ve oyun kabilinden tutanlar veya din
adına eğlence ve oyun gibi gönül eğlendirip aldatmaktan başka faydası olmayan
şeylere tutunanları veya sorumlu oldukları hak dini dünya hayatına aldanarak,
sonucu ve ahireti hesaba katmayarak eğlence ve oyuncak yerine koyup alay
edenleri veya dini, dünyaya ait gayeleri için eğlence edinenleri, özetle
dinleri oyuncaktan ibaret olan ve dini oyuncak sayanları terket, bunlarla
birlikte olma, ve onlara karışma.
"Bunları bırak" emri, "onlarla
birlikte olmayı ve onlara karışmayı yasaklama" ve "Bırak onları,
kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın, oynasınlar"
(Zuhruf, 43/83) kabilinden onları bir tehdit ve korkutma (inzar) olduğuna ve
yoksa "korkutma, bir şey söyleme" demek olmadığına işaret edilerek
buyuruluyor ki: "hiç kimsenin, kazandığı şey yüzünden kendisini helake
atmaması gerektiğini, kendisi için Allah'tan başka hiçbir dost ve hiçbir
şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat."
Meâl-i Şerifi
71- De ki: "Biz Allah'ı bırakıp da bize
fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru yola
kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim? Arkadaşları, bize gel, diye doğru
yola çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların ayartarak
uçuruma çektikleri ahmak gibi mi olalım?". De ki: "Allah'ın
gösterdiği yol, yegane doğru yoldur. Bize, bütün âlemlerin Rabb'ine teslim
olmamız emrolundu".
72- Bize: "Namazı dosdoğru kılın, Allah'a
karşı gelmekten sakının" (diye emredildi), toplanacağınız yer O'nun
huzurudur.
73- Gökleri ve yeri, yerli yerince yaratan
O'dur. Bir şeye "ol" dediği gün hemen oluverir. O'nun sözü haktır.
"Sûr"a üfürüldüğü gün de mülk ancak O'nundur. O, gizliyi ve açığı
bilendir. O, hikmet sahibi, her şeyden haberdardır.
71-72-73- De ki: Biz, (ilâhlık sıfatlarının
hepsine sahip ve her menfaat ve zarara gücü yeten) Allah'dan vazgeçerek, bize,
kendi kendilerine ne menfaat ve ne zarar bile veremiyecek olan şeylere, cansız
putlara, aciz yaratıklara, yapılmış şeylere mi yalvaracağız? Ve Allah bize
hidayet ettikten, doğru yolu gösterdikten sonra arkamıza mı döneceğiz?
"Bize gel" diye kendine çağırıp duran arkadaşları varken, yeryüzünde şaşkın
ve sersem kalarak şeytanların arzu ve hevese çekip şaşırttığı şaşkın kişi gibi
mi olacağız? Bunun nüzul sebebi, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman'ın iman
etmeden önceki hâli olduğu hakkında bir rivayet vardır ki, Peygamberimiz,
babası ve diğer ashab kendini müslüman olmaya davet ettikleri halde, o tersine
tutmuş, babası Hz. Ebu Bekir'i puta tapıcılığa davet etmeye kalkışmıştı
deniliyor.
De ki: Rehber ancak Allah rehberidir, ancak
Allah hidayetidir, ki hidayettir. Ve bize özellikle âlemlerin Rabbine teslim
olalım ve bağlanalım ve namazı dosdoğru kılınız, ve Allah'dan layıkıyla
korkunuz, diye emrolundu ve buyuruldu ki, "nihayet hepinizin haşrolup
toplanacağınız ancak O'dur". Ve O, o yaratıcıdır ki, gökleri ve yeri hak
ile (yerli yerince) yarattı. Gökler ve yer gerçekleşmiştir, yaratılmış
oldukları kesindir, yaratıcılarının ancak Allah olduğu muhakkaktır. Ve bütün
bunların Hak'la yakından ilgileri, Hakk'a delaletleri, Hakk'ın eseri oldukları
kesindir. Şu halde batıl, hiçbir zaman sebep ve yaratılış gayesi olmaz. Ve bu
gökler ve yerin yaratılışı, eğlence ve oyuncak, batıl, yersiz ve hikmetsiz
olamaz. Hepsi Hak'ta toplanacak ve Hak Teâlâ'nın huzurunda haşrolunacaktır. Ne
zaman olacak denilirse "O, 'ol!' diyeceği gün hemen olur" sözü, O'nun
hak kelâmdır, "ol" dediği gün, olacaktır. Ve sûra üfürüldüğü kıyamet
borusu çalındığı gün mülk, hüküm ve saltanat tamamen ve bağımsız olarak O'nun,
ancak O'nundur. Çünkü sûr üfürüldüğü gün meydana çıkacak olan gayb (gizliy)ı ve
yıkılacak olan bugünkü görülenleri bilen O'dur. Ve hikmet sahibi O, her şeyden
haberdar olan O'dur.
Böyle de ve o hikmet sahibi ve her şeyden
haberdar olanın haber vermesiyle şunu an:
Meâl-i Şerifi
74- İbrahim, babası Âzer'e demişti ki:
"sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir
sapıklık içinde görüyorum".
75- Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu (muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.
76- Üzerine gece bastırınca, bir yıldız
gördü:"Rabb'im budur" dedi. Yıldız batınca da:" Ben batanları
sevmem" dedi.
77- Ay'ı doğarken gördü: "Rabb'im
budur" dedi. O da batınca: "Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu
göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum" dedi.
78- Güneş'i doğarken görünce: "Rabb'im
budur, bu hepsinden büyük" dedi. O da batınca dedi ki: "Ey kavmim!
Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım".
79- "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri
yoktan var edene çevirdim ve artık ben asla Allah'a ortak koşanlardan
değilim".
80- Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da
onlara dedi ki: "Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah hakkında benimle
mücadele mi ediyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum, ancak
Rabbimin dilediği şey hariç. Rabbim ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünmez
misiniz?"
81- "Hakkında hiçbir delil indirmediği
halde, siz Allah'a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak
koştuklarınızdan nasıl korkarım?" Eğer bilirseniz söyleyin, bu iki
topluluktan hangisi güven içinde olmaya daha layıktır?
82- İman edenler ve imanlarını zulüm ile
karıştırmayanlar... İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
74- Mâide Sûresinin 69. âyetinde de
açıklandığı üzere "İbrahim ümmeti" (millet-i İbrâhim) olan
"Haniflik" ilk önce ve bizzat Sâbie'nin karşılığı oluyordu. Sâbie
ise, "ashâbı eşhâs" (şahıslara tapanlar) ve "ashâb-ı
heyâkili'n-nücûm" (yıldız heykellerine tapanlar) olarak iki kısma
ayrılıyor ve her ikisi de rûhâniyet taassubuna ve meleklere kulluk etme fikrine
dönüşüyor ve bundan bir tarafta cisimli beşeri rûhânîlikten soyutlamakla
aşağılanıyor; diğer taraftan beşerî tağut (azgın)ların ortak koşma ve tanrılık
davasına vesile yapılıyordu. Ve İbrahim aleyhisselâm bunları kırmak için
gönderilmişti. Burada göreceğiz ki önce puta tapanların açık sapıklıkları,
ikinci olarak yıldızlara tapanların nazarî sapıklıkları açıklanarak ve beşerin
melekûte ulaşması gösterilerek Allah'ı birlemenin isbatı ile Hanifliğin esası
tesbit edilmiş ve beşerî nübüvvet anlatılmıştır. Ve nihayet metafizik
unsurların, melek ve şeytan gibi gizli kuvvetleri beşer ilâhı sayarak
tanrılıkta ortak eden ruhlara tapanların felsefî sapıklıklarını iptal eden
tevhid delilleri açıklanmıştır.
İbrahim Aleyhisselâm'ın faziletini itiraf
etmeyen millet yok gibidir. Arap müşrikleri onun evlatları ve mensubları
olduklarını ikrar etmek sûretiyle üstünlüğünü itiraf ediyorlardı. Yahudiler,
hıristiyanlar ve müslümanlar da onu büyüklemişler ve yüksek kadrini itiraf
etmişlerdir. Bu büyük mevki, böyle âlemin çoğunluğunun faziletini ve yüksek
mertebesini itiraf etmesi, Hz. İbrahim Halil aleyhisselâm kadar hiç kimseye
nasib olmamıştı. "Allahım, Muhammed (s.a.v)in ve yakınlarının şereflerini
daima yücelt, İbrahim ile yakınlarının şereflerini yüceltiğin gibi Şüphesiz
bütün hamdler ve yücelikler ancak sana mahsustur". "Allah'ım,
Muhammed (s.a.v)'e ve yakınlarına bereketlerini artır, İbrahim ve yakınlarına
bereketlerini artırdığın gibi. Şüphesiz bütün hamdler ve yücelikler sana
mahsustur". Bunun sebebi, "Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size
verdiğim sözü tutayım" (Bakara, 2/40), "Ancak sana ibadet ederiz ve
ancak senden yardım bekleriz" (Fâtiha, 1/5) âyetlerinin delaletince Rab
ile kul arasındaki fıtrî sözleşmedir. İbrahim aleyhisselâm bu kulluk ahdini
tutmuş ve Allah Teâlâ buna kısaca da, genişce de şahitlik etmiştir. Kısacası
iki âyettedir: Birincisi "Rabbi bir zaman İbrahim'i bir takım kelimelerle
sınamış, o da onları tamamlamıştı" (Bakara, 2/124) âyeti ki, onun kulluk
ahdini tamamladığına dair bir ilâhî şahitliktir. İkincisi de "Rabb'i ona:
'islâm ol' dedi. O da: 'Âlemlerin Rabb'ine teslim oldum' dedi" (Bakara,
2/131) âyetidir.
Tafsîle gelince: Hz. İbrahim, Allah'ın
birliğini ispat ve ona ortak koşmayı yıkmak için birçok yerde, birinci olarak
babasıyla "Sen putları tanrı mı ediniyorsun?" (En'âm, 6/74) ve
"Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan
şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 19/42) diye. İkinci olarak kavmiyle
hemen yukarda meâli arzedilen En'âm Sûresinin 76-81 nci âyetlerinde geçen
mücadelesi ile. Üçüncü olarak zamanının hükümdarı ile "Benim Rab'im
yaşatır ve öldürür" (Bakara, 2/258) diye münazara etmiş, Dördüncü olarak
kâfirler ile "Nihayet (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların
büyüğünü bıraktı" (Enbiyâ, 21/58) âyetinin delaletine göre putlarını
kırarak, fiilî bir şekilde tartışma yapmış, sonra kavmi "Onu yakın,
tanrılarınıza yardım edin" (Enbiyâ, 21/68) demişler, ateşlere atılmış.
Sonra "Muhakkak ki ben rüyamda seni kestiğimi görüyorum" (Saffât,
37/102) diye Allah'ın emrine oğlunu adamış, hasılı kalbini irfana, dilini
burhana, bedenini ateşe, çocuğunu kurbana, malını misafir ve iyilik yapmaya
teslim ve tahsis ederek kulluk ve sevgide kahramanlığını ispat etmiş ve sonra
"Benden sonrakiler, içinde beni iyi dille anılanlardan eyle, beni Naîm
cennetinin vârislerinden kıl, babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan
biriydi, yaratılanların diriltilecekleri gün beni rezil etme, o gün ne mal, ne
de oğullar fayda verir" (Şuarâ, 26/84-88) diye Rabbine yalvarmış ve niyaz
eylemiş ve bundan dolayı Allah Teâlâ'nın lutuf ve ihsanı da duasına icabet
etmek suretiyle isteğinin yerine getirilmesini ve tahkikini gerektirmiştir.
Arap müşrikleri de anılanın üstünlüğünü itiraf ettiklerinden dolayı onlara
karşı "De ki: biz Allah'ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere
mi yalvaralım?" (En'âm, 6/71) davetini ispat ve açıklama sadedinde Allah
Teâlâ Hz. İbrahim'in kavmiyle olan tartışmasını ve ilâhî melekûte nâil oluşunu
bir delil ve geçmişten bir örnek, bir ibret dersi olmak üzere hatırlatmakla ve
işin başında puta tapıcıların apaçık sapıklıkların da hatırlatmak sûretiyle
buyurmuştur ki:
Öyle de ve şunu hatırlat hani İbrahim babası
Azer'e (veyahut Yakub kırâetinde "râ = "nın zammiyle okunduğuna göre,
İbrahim'in babasına: "Ey Âzer!") putları bir sürü ilâh mı tutuyorsun?
Muhakkak ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti. Ruh
sahibi olan beşerin gerek insan heykeli olsun ve gerek yıldız ve melek heykeli
farz edilsin, cansız putlara karşı alçalma ve tapınma ne açık bir sapıklıktır.
İbrahim bunu babası veya babası yerinde amcası olan Âzer'den başlayarak
kavminin yüzüne vurmaktan ve onları irşad etmekten çekinmemişti.
Bu âyette Hz. İbrahim'in babasının isminin
"Âzer" olduğu anlaşılıyor. Tarih kitaplarında ise Süryanice
"Târah" olduğu meşhurdur. O halde Yakub ve İsrail gibi, biri isim,
biri lakab olmak üzere "Âzer" ve "Târah" diye iki ismi var
demektir. Râğıb "Müfredât"ında, "Âzer'in, Târah'ın Arapçalaşmışı
denilmiş olduğunu da nakletmiş ise de, bunu tefsirciler hiç dikkat nazarına
almamışlardır. Bu derece büyük bir değişme ile Arapçalaştırmada ucme (Arapça
olmayan kelime) kokusu kalmamış olacağından kelime "hatem" gibi
munsarif olmak gerekirdi. Bazıları da Âzer'in, Hârezm lugatı ve şeyh-i herim
yani pek kocamış ihtiyar demek olduğunu ve bir de bir put ismi olduğunu dahi
söylemişlerdir. Bazıları da demiştir ki, İbrahim Aleyhisselâm'ın babası
Târah'tır, Âzer de amcasıdır. Amcaya ve dedeye de baba denilir. Nitekim
Kur'ân'da Yakub'un çocuklarından hikaye edilerek "Senin tanrın ve ataların
İbrahim, İsmail ve İshak'ın tanrısı olan tek tanrıya kulluk edeceğiz"
(Bakara, 2/133) buyurulmuştur. Ve Hz. İsmail, Hz. Yakub'un amcası olduğu halde
baba denilmiştir, Şîa'nın tercih ettiği görüş budur. Bunlar, "Hz. İbrahim
ve babası, Hz. Peygamber'in dedelerindendir. Halbuki "Secde edenler
arasında dolaşmanı da (görüyor)" (Şuarâ, 26/219) âyetinin delaletine göre
Peygamber'in ecdadında kâfir yoktur. Âzer ise kâfirdir. Bir de bu âyetten ve
bilhassa Yakub Kırâetine göre, Hz. İbrahim Âzer'e ismini söyleyerek ve
sapıklığını yüzüne vurarak hitap ettiği gösteriliyor ki babaya iyilik ve ihsan
bir dinî görev olduğu halde İbrahim aleyhisselâm gibi bir büyük peygamberin
babasına böyle eza ve cefa edici bir seslenişi caiz görmiyeceği açıktır. Şu
halde bu iki engelleyici karine gösterir ki Âzer, İbrahim'in gerçek manasıyla
babası değildir" diyorlar. Fakat bunlar Kur'ân'n zahirine karşı zorlama ve
taassubdur. Zira Hz. Peygamber'in nesebine asla sifah (ahmak, cahil, müsrif)
karışmamış, hepsi nikahtan gelmiş olduğunda tereddüt yoksa da "secde
edenler arasında dolaşmanı da (görüyor)" âyetinde sulbî hareketler mânâsı
kesin olmadığı gibi, Hz. İbrahim'in tutumu da "Eğer anne ve baban seni,
bilmediğin bir şeyi bana ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme, dünya
işlerinde onlara gayet iyi davran" (Lokman, 31/15) mefhumundan haric
değildir. Sonra tarih kitaplarında meşhur olan Târah isminin kaynağı nihayet
yahudi ve hıristiyan haberlerine, bu da Tevrat'a dayanmış olabilir. Bu ise
Kur'ân'ın Âzer şeklindeki haberine karşı koyabilecek bir kuvveti hâiz değildir.
Onlar Kur'ân üzerine değil, Kur'ân onlar üzerine koruyucu ve gözcüdür.
İbnü Cerir tefsirinde açıklandığı üzere
Muhammed b. İshak demiştir ki: "Âzer, Hz. İbrahim'in babasıdır. Ve Kûfe
civarında Kûsâ kasabası ahalisinden bir adam olduğu bize zikredilen haberler
cümlesindendir." Ebu Hayyân tefsirinde de, "marangoz, müneccim
(astrolog) ve mühendis olduğunu ve Nemrud'un da yıldızlara ve geometriye merakı
olduğundan, onun yanında ilgi ve alakaya mazhar olduğunu zikretmişlerdir. Ve
Kûfe civarında Kûsâ denilen bir kasabadan idi, Mücahid böyle demiştir. Ve Hz.
İbrahim de bu kasabada doğdu, denilmiş. Bundan başka Âzer'in Harran halkından
olduğu da söylenmiştir" diye nakletmiştir. "Mu'cemü'l-Büldân"da
Kûsâ üç yerdedir. Babil toprağında, Irak civarında, Mekke'de. Irak Kûsâ'sı
ikidir: Kûsettarîk, Küserrubâ, İbrahim Aleyhisselâm'ın kabri ve doğumu
buradadır. Ve bunların ikisi de Bâbil toprağındadır. Hz. İbrahim burada ateşe
atılmıştır.
Şimdi, mevcut ve hayal edilen herhangi bir
şeyin hayalini temsil eden, yapılmış cansız putların önünde insanlığı
aşağılayan puta tapıcıların açık sapıklığı hatırlatıldıktan sonra, buna sebep
olan ve heykele tapanlar denilen yıldıza tapmaların da nazarî sapıklıklarını
göstermek ve bir beşer olan Hz. İbrahim'in
Allah'ın lutfuyla bütün göklerin ve yerin
hükümranlığına ulaşmasını ve bilgi sahibi olmasını, bu sayede insanlığı
Allah'dan başkasına esir ve mahkum olma kaydından kurtarmakla, insanlığın
yüzünü doğrudan doğruya ve yalnız Allah'a yöneltmek için Allah'ı birlemeyi ve
Hanifliği nasıl ispat ettiğini ve anlattığını açıklamak için buyuruluyor ki:
75- Ve işte böyle açık bir gösterişle biz
İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Yıldızları, Ay ve Güneş'i
ile gökleri ve yeri gözüne gösterdikten başka, tümüyle bütün âlemin bir mülk,
bir saltanata tabi olan bir memleket olduğunu ve bu memleketi zabt ve idare
eden rablık sırlarını ve hükümranlık saltanatını kalbine bildiriyorduk. Bütün
bunlar yerde bir cismanî beşer olan İbrahim'in ruhunda şekilleniyor ve tahakkuk
ediyordu. İbrahim görüyordu ki yer ve zamanıyla bütün bu âlemleri toplayıp
İbrahim'in nefsine indiren, maddeleri ve maneviyatıyla ona bağlayıp hepsini
birden idare ve tedbir eden rabbani kudret, hepsinin sahibi ve hâkimi bulunan,
ortak ve benzeri olmayan bir tek kudretten ibarettir. Ve İbrahim, ona gökteki
yıldızlardan daha uzak değildir. Yıldızların gökte birer yerleri, mevkileri
varsa, yerdeki İbrahim'in, hepsinin üstünde bir şerefi vardır. Böyle bir şerefi
taşıyan bir mahlukun ve onun kavminin ve hemcinsinin, o hakiki malik gerisinde
herhangi bir mahluka kul, köle olup alçalması pek büyük bir sapıklık, pek
tehlikeli bir küfür, bir nankörlüktür. İşte İbrahim'e bu hükümranlığı
gösteriyorduk ki öyle desin, ve tam inananlardan olsun.
76-Şu halde İbrahim ne zaman ki gece, karanlığıyla
başına çöküp ortalığı örttü, o zaman bir yıldız, gezegenlerden bir yıldız
görerek bu benim Rabbim ha! dedi. Evvela bir yıldızın, bir insanı terbiye
edebileceğini uzak görerek etrafındakilere bir tariz yaptı. Çok geçmeden o
yıldız geçip batınca, ben, batanları sevmem dedi. Bununla ilâhlık ve kullukta
sevginin en mühim esas olduğunu, fakat haraket etme ve batmanın tesir delili
değil, yaratılmışlık, etkilenme, mahkum olma, sonradan yaratılmışlık ve yok
olma delili olduğunu ve bundan dolayı, batanın tanrı olamayacağını ve batana
sevgi göstermenin sonu boşa çıkacak bir sapıklık olduğunu ve Rabb'ın bunda
etkili ve bunu hareket ettirici olan ve zevalden uzak bulunan bir yaratıcı
kudret olması gerektiğini anlattığı gibi, özellikle batma ve doğmaya dikkat
nazarını çekmekle yıldızların batmalarından dolayı onların yerine putları
koyanların sapıklıklarını, ve çelişkilerini de gösterdi. Zira batmalarından
dolayı asıllarının yeterli olmadığını teslim ettikleri halde, o batanların
yapılmış heykellerine saygı göstermek ne büyük çelişkidir.
77-Bunun ardından ne zamanki Ay'ı doğarken
gördü, aynı mânâ ile bu benim rabbim ha! dedi. Bu da batınca hem rabbine olan
imanını açıklayarak "bu benim rabbim" sözlerinin benimseme olmayıp,
hasmı susturma ve reddetme olduğunu anlatmak, hem de, her an Rabb'ına olan
ihtiyacını itiraf etmek suretiyle hidayetini nasip ettiğine teşekkür etmek için
dedi ki: Hiç şüphe yok Rabb'ım bana hidayet etmese, ben de muhakkak o sapıklar
güruhundan olacaktım. Çünkü bütün mesele, ruh ve cismin, iç ve dışın birleştiği
bir ân içinde ortaya çıkan bir duygu ve idrake dayanıyor. Bu, görüş ve gösteriş
olmaz veya fâni olanı ebedî zannetmek gibi bir isabetsizlik oluverirse sapıklık
muhakkaktır. Ve birden bire Ay'ın parlaklık ve çekiciliğine kapılıvermek de
hayli zor. Şu halde doğru ve isabetli olan, akıl ve idraki veren Allah
Teâlâ'nın bir anlık başarılı kılması ve hidayeti olmasa, karanlıktaki insanlık
Ay'a da tapacak, yıldıza da tapacak, puta da tapacak.
78-Bundan sonra ne zaman ki Güneş'i doğarken
gördü. Ve üzerindeki gecenin karanlığı tamamen açılıp gündüzün sabahına erdi.
Bu benim rabbım ha! Bu hepsinden büyük, dedi. Ve daha büyük bir tariz (taşlama)
yaptı. Sonra bu da batınca, muhakkak ben, sizin Rabbime ortak koştuğunuz
şeylerden uzağım.
79- Ben hanif, tertemiz bir Allah'ı birleyici
olarak bütün varlığımla, yüzümü bütün içeriğiyle şu gökleri ve yeri yaratan
yüksek ve kudsî zata döndürdüm. Ve ben, müşriklerden değilim, dedi. İlerdenberi
müşriklere asla iştirak etmediğini açıklayarak, tevhide kesin inancını ilan
etti ve Hanifliği de ispat ve takrir eyledi.
80-81-82- Kavmi de kendisine karşı mücadele ve
hafif görmek suretiyle delil yarışına kalkıştılar, üstün gelme fikrine
düştüler. Cevap olarak İbrahim onların sözlü ve fiilî mücadele ve tehditlerini
de hafife alarak ve sevgi açısından ve sonra korku açısından ilâh ve kul
olmanın hükümlerini anlatarak tam üstünlüğünü temin eden şu delil ile dedi ki:
"Allah beni doğru yola çıkarmışken, siz hâlâ benimle O'nun hakkında mı
tartışıyorsunuz? BenO'na ortak tanıdığınız şeylerden korkmam, Rabbim
dilemedikçe onlar bana birşey yapamaz, Rabb'imin ilmi herşeyi kuşatmıştır,
iyice bir düşünmez misiniz? Hem Allah'a eş koştuklarınızdan nasıl korkarım ben?
Siz, hakkında Allah'ın bir delil indirmediği şeyi O'na ortak yapmaktan
korkmazken! Şu halde iki taraftan hangisi güvenilmeye daha layık? Eğer
biliyorsanız söyleyin. İman edip, inançlarına hiçbir haksızlık karıştırmamış
olanlar, işte onlar güvenlik içindedirler, doğru yolda olanlar da
onlardır."
Meâl-i Şerifi
83- İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e
verdiğimiz delillerimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak
Rabbin hikmet sahibidir, bilendir.
84- Biz ona İshak'ı ve Yakub'u da hediye
ettik: Hepsine de doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nuh'a ve onun
soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyub'a, Yusuf'a, Musa'ya ve Harun'a da yol
göstermiştik. Biz güzel davrananlara böyle karşılık veririz.
85- Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'a da
(hidayet ettik). Hepsi de salih kullarımızdandı.
86- İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut'u da
(hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.
87- Babalarından, çocuklarından ve
kardeşlerinden bazılarını da (üstün kıldık). Onları seçtik ve doğru yola
ilettik.
88- İşte bu, Allah'ın doğru yoludur.
Kullarından dilediğini o doğru yola iletir. Eğer onlar Allah'a ortak
koşsalardı, yaptıkları bütün amelleri boşa giderdi.
89- İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm
(hikmet ve hükümranlık) ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Bunlar, ona
inanmayacak olurlarsa, yerlerine, onu tanımamazlık etmiyecek bir toplum
getiririz.
90- Bunlar, Allah'ın hidayet ettiği
kimselerdir. Sen de onların hidayetine uy. De ki:"Ben ona karşılık sizden
bir ücret istemiyorum. O, sadece bütün âlemlere bir öğüttür.
83- Ve işte şu, yani o görme ve kesin inanma
ve bu hidayet ve delil, bizim büyüklük delilimizdir. Biz bunu kavmine karşı
İbrahim'e verdik. Kendilerini yıldızlardan ve hatta yıldızların suret ve
heykellerinden daha düşük bir mevkide görerek, insanlığı zelil eden kavmine
karşı İbrahim'in, yıldızlardan, Ay ve Güneş'ten, gökler ve yerden daha yükseğe
geçerek doğrudan doğruya "gökleri ve yeri yaratan"a yönelecek ve
Allah'tan başkasına boyun eğmeye tenezzül etmeyecek derecelerde yüksekliğini
ispat ve üstünlüğünü temin eden bu delil, İbrahim'in kendisinin değil, büyük
şan sahibi Allah'ındır. Biz büyük şan sahibi olan
Allah kimi dilersek derecelerini yükseltiriz.
Şu halde bu, İbrahim'e mahsus bir durum değildir. Allah'ın seçmesine mazhar
olan büyük Allah dostlarının büyüklerinde cereyan eden bir sünnettir. Ey Muhammed,
hiç şüphe yok senin Rabbin böyle bir hikmet sahibi, böyle bir bilendir.
84-88-Bak İbrahim'e daha ne verdik. Ona İshak
ile Yakub'u da ihsan ettik. Hepsini hidayete erdirdik, doğru yolda başarılı
kıldık, emîn kıldık. Daha önce Nuh'a hidayet etmiştik. O da puta tapanlarla
uğraştı ve onlara üstün geldi. Şu halde İbrahim, kendi hidayetinden başka hem
büyük dedesinin, hem de çocuklarının hidayete ermesiyle de bahtiyar oldu. Ve
neslinden Davud ve Süleyman'a da hidayet ettik. Bu kelimesindeki zamirin bahis
konusu İbrahim olması bakımından ona râci olması, yani ilerde geleceği üzere
ondört peygamberin İbrahim Aleyhisselâm'ın neslinden olması ortaya çıkıyor.
Fakat Lut Aleyhisselâm, İbrahim'in neslinden değil, kardeşinin oğlu ve aynı
şekilde Yunus Aleyhisselâm'ın da onun neslinden olmadığı ve ibâre (metin) de
zamirin yakına dönüşümü de asıl kaide gereği olduğu için, bir çok tefsirciler
bunu zikri yakın olan Nuh Aleyhisselâm'a göndermişlerdir. İbnü Abbas,
"Gerçi bütün peygamberlerin içinde Hz. İbrahim'e ne ana, ne baba
tarafından doğum itibariyle katılmayanlar vardır. Nitekim Lut kardeşinin
oğludur. Bununla beraber hepsi İbrahim'in nesline dayanır. Çünkü amca da
babadan sayılır." demiştir ki, bu mânâ sözün gelişine daha uygundur. Nuh'a
gönderildiği takdirde bu yoruma ihtiyaç kalmazsa da, o zaman konunun sevki
İbrahim'den Nuh'a değiştirilmiş olacaktır. Bununla beraber âyeti, cümlesine
bağlamak da caizdir. O zaman bunlar, "onun neslinden" kapsamında
dahil olmaksızın Hz. İbrahim'e yardımcı olarak bahşedilmiş olur. Ve gerçekte
insanın kendi sulbünden gelen evladına da "nesli" denilmez ve iki
kardeş olan İsmail ve İshak karşılığı da bu bağlamayı gerektirir. Dikkate
şayandır ki bu âyetlerde onsekiz peygamber zikredilmiş ve bunların zikri bir
güzel sınıflandırmaya tâbi tutularak Hz. İbrahim etrafında toplanmıştır. Hz.
Nuh puta tapanlarla uğraşan ilk peygamber, İshak ve Yakub bütün İsrailoğulları
peygamberlerinin aslı, bu arada baba oğul mülk ve saltanat ile seçkin, imtihan
ve güzel sabır ile seçkin, iki kardeş, âciz bırakma kuvveti, heybet ve ezici
güç, kitap ve özel şeriat ile seçkin, zühd ve ruhaniyet ve fedekârlıkta örnek
olmuştur. İlyas, İdris Aleyhisselâm olduğu hakkında bir rivayet varsa da
İsrailoğulları peygamberlerinden olması daha tercih edilir. Harun Aleyhisselâm
soyundan olduğu nakledilmiş ve "İlyas b. Yasin b. Firhas b. Azzar b.
Harun" denilmiştir.
Hızır olduğu da söylenmiştir. Zira İsa ve
Hızır gibi İlyas'ın da henüz hayatta olduğuna dair bazı eserler vardır. Ebu
Hayyan tefsirinde der ki: "İlyas, İsa'ya yakın olarak zikredilmiştir.
Henüz ölmemiş olmakta ortaktırlar". İlyas'a yahudiler ve hıristiyanlar
"İlya" derler. Yuhanna İncili'nin baş taraflarında, "Yahudiler
Oruşilim'den Yahya'ya 'sen kimsin?' diye soru sormak üzere kahinler ile Levîliler
gönderdikleri zaman onun şahitliği budur: yani ikrar edip inkâr etmeyerek: 'Ben
Mesih değilim' diye ikrar etti ve ona: 'Öyle ise nesin, İlya mısın?' diye
sorduklarında o da: 'değilim' dedi. 'Sen o peygamber misin?' dediklerinde:
'hayır' diye cevap verdi. 'Öyle ise Mesih yahut İlya, ya o peygamber olmadığın
halde, niçin vaftiz ediyorsun?' dediler" diye yazılmıştır ki İlya, İlyas;
o peygamber de peygamberlerin sonuncusu Muhammed Aleyhisselâm'dır. İlya,
Rafizîler tarafından "Ali" ismine de tatbik edilmiştir. Hitabın Hz.
Peygamber'e yönelmiş olması itibariyle peygamberin dedesi olan ve İshak ve
Yakub zincirinin karşılığında bulunan Hz. İsmail diğer bir sınıfın başlangıcı
olarak buraya bırakılmış ve teker teker faziletleri bakımından Elyesa, Yunus,
Lut Aleyhisselâm da onunla beraber bir sınıfta sayılmıştır. Elyasa , Yuşa b.
Nûn'dur, diyenler olmuşsa da Elyesa' b. Ahtub b. el-Acuz'dur, diye tashih
ediliyor. (Bu kelime Hamze, Kisâî ve Halefu'l-Âşir kırâetlerinde lâm 'ın
şeddesiyle şeklinde okunur).
89- İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm
(hikmet ve hükümranlık) ve peygamberlik verdiğimiz kimseler, şu halde buna
şunlar küfrederlerse, yani bu üçüne veya (kitap ve hükmü içine alması
bakımından daha özet olmak üzere) Kureyş kâfirleri hiç iman etmezlerse hiç
önemleri yoktur. Şüphesiz ki biz o kitap, hüküm ve peygamberliğe öyle bir kavmi
vekil yapmışızdır ki, bunlar onu hiçbir zaman inkâr etmezler. Daima iman ve
şükür ile sarılır, güven ve hidayete mazhar olurlar. Mekke kâfirlerine karşı
Ensar ve Medine'lileri; arap kâfirlerine karşı diğer kavimlerin müminleri;
bütün kâfirlere karşı bütün Âdem oğullarından peygamber, sahabe, tâbiîn ve her
mümin ve hatta melekler bu kavimdendir.
90- İşte ey Muhammed! Bu anılan ve seçilip
kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verilerek âlemlere üstün tutulmuş olan
iyilik severler ve salihlerdir ki Allah kendilerini "işte güven onlarındır
ve doğru yolu bulanlar da onlardır." âyeti delaletince hidayete
erdirmiştir. Şu halde sen ancak onların hidayetine uy. Geçmişten örnek olmak
üzere bunların hepsinin tuttukları iman tevhidi, doğruluk, dine bağlılık,
fazilet ve cömertlik, kitap, hikmet, peygamberlik, özetle hidayet yolunu tut,
başkalarına bakma! Bu kelimesinin sonundaki sakin he zamir değil, hâ-i sekit
(sekte hâsı)dır. Yani vakıf halinde dal 'ın harekesini muhafaza eden mücerred
bir harftir. Bunun için sâkin (harekesiz) okunur. Ve Hamze, Kisâî, Yakub,
Halefü'l- Âşir kırâetlerinde vasıl hâlinde hazfedilir, okunmaz. Ancak İbnü Âmir
kırâetinde "hüdâ" kelimesine râci zamirdir. Vasıl halinde esre ile
veya med ile okunur.
Ve işte İbrahim kıssasını anmanın hikmet ve
gayesi budur. Bunlara uyup yüzünü ancak Allah'a tut ve hiçbir şeyden
korkmayarak ve başkasından hiçbir şey beklemiyerek Allah'ın hükümlerini tebliğ
et. Onlar gibi sen de, De ki: Ben, bu iş, bu tebliğ karşılığında sizden bir
ücret, bir karşılık istemem, o Kur'ân başka bir şey değil, bütün akıl sahibi
âlemlerine Allah tarafından bir hatırlatma ve uyarıdır. Bu bir ferde, bir
sınıfa veya bir kavme mahsus değildir. Allah için herkese, muhtaç ve sorumlu
oldukları şeyleri hatırlatmaktır, genel bir rahmettir.
Meâl-i Şerifi
91- Onlar: "Allah insanlara hiçbir şey
göndermemiştir" demekle, Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar. De ki:
Musa'nın insanlara aydınlık ve hidayet olmak üzere getirdiği, sizin parça parça
kâğıtlara çevirdiğiniz, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz;
sizinle babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz
Kitab'ı kim gönderdi? (Onlara karşı sen) "Allah" de. Sonra onları
bırak, boş laflara dalarak oyalansınlar.
92- Bu Kitap (Kur'ân), kendinden önceki
kitapları tasdik eden, şehirler anası (Mekke) halkını ve çevresindeki bütün
insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ahiret gününe iman
edenler bu Kitab'a da iman ederler ve onlar namazlarına da devamlıdırlar.
93- Allah'a karşı yalan uyduran, yahut
kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde: "bana vahyedildi" diyen
ve: "Allah'ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim" diye
iddiada bulunandan daha zalim kim olabilir? O zalimlerin halini ölüm şiddeti
içindeyken bir görsen! Melekler onlara ellerini uzatırlar ve:" Ruhunuzu
teslim edin. Bugün, Allah'a karşı haksız şeyler söylediğinizden ve O'nun
âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla
cezalandıralacaksınız" derler.
94- Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki
gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda
bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına,
şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün
bağlar artık kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.
91-*} Allah'ı hakkıyle takdir etmediler, celâl
ve cemâl sıfatlarını layıkıyla tanımadılar. Her şeye gücünün yettiğine, rahmân
ve rahîm olduğuna iman etmediler, nimet ve rahmetinin kadrini bilmediler,
hukukuna riayet, ilâhlık şanına hürmet etmediler, hasılı takdirsizlik ve
nankörlük yaptılar. Çünkü, Allah insanlara hiçbir şey inzal etmedi, dediler.
Böyle demekle yalnız insanlık hakkında bir takdirsizlik değil, Allah hakkında
takdirsizlik ettiler, insanlara Allah'ın en büyük rahmet ve nimeti olan vahyi,
peygamber göndermeyi mutlak bir şekilde inkâr etmek küstahlığında bulundular,
Sâbîliğe saptılar ve öyle bir şekilde saptılar ki hissedileni ve makûl olanı
tanımayan sofestaîlerin ve beşeri ilâh tanımak istiyenlerin: "Allah, biz
insanların işine karışmaz" dedikleri gibi, Allah'ın beşere indirdiği
hiçbir şey yokmuş veya beşerde her ne varsa Allah'tan başkası tarafından veya
beşerin kendisinden imiş gibi söz ettiler. Şüphe yok ki bu gibi çirkin söz
söylemeye cür'et etmek bir nankörlük huyundan, bu da nankörlüğün kötülüğünü ve
Allah'ın büyüklük ve kudretini takdir edememekten ileri gelen, çirkin bir
cahillik ve ahlâksızlıktır. Allah dediği zaman ne dediğini bilmeyen, bu büyük
ismin ne kadar sonsuz bir kudret ve kemal ifade ettiğini gereği gibi
düşünmeyenlerdir ki böyle cüretlerde bulunurlar. "Allah, beşere bir şey
indirmedi" sözü, bir müşrik sözü olduğu ve yukardan beri anlaşılageldiği
üzere Mekke müşriklerinin de bu fikirde bulunduğu açıktır. Fakat bunu Medine'de
yahudilerin hahambaşılarından Mâlik b. Sayf'ın söylemiş olmasıdır ki bu âyetin
inmesine sebep olmuştur. Şöyle ki:
Mâlik b. Sayf, iri ve şişman bir adammış.
Resulullah'ın yanına gelmiş, konuşurken Resulullah kendisine: "Musa'ya
Tevrat'ı indiren Allah'a and vererek soruyorum, 'Allah şişman bilgine buğzeder'
diye Tevrat'ta buluyorsun değil mi? Halbuki sen şişman bilginsin, Yahudilerin
yedirdiği şeylerden şişmanlamışsın" buyurmuş. Orada bulunanlar gülmüşler,
Malik b. Sayf kızmış, Hz. Ömer'e dönüp: "Allah hiçbir beşere bir şey
indirmemiştir" demiş, Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkârda
mubâlâğa etmek için, öfkesinden müşrikler gibi hepsini inkâr edivermiş. Sonra
bu sözünden dolayı yahudiler tutmuşlar kendisini başkanlıktan indirip yerine
Kâb b. Eşref'i geçirmişler. Bu âyetin, nüzul sebebinde meşhur olan çoğunluk
görüşü budur. Bundan dolayıdır ki sûrenin başında açıklandığı üzere bu âyet, bu
sûrenin Medine'de sonradan inmiş olan birkaç âyeti cümlesinden olduğu rivayet
edilmiştir. Gerçekte yukardan beri sözün geliş şekli, müşriklere karşı olduğu
halde, burada yahudi de ilave edilerek buyuruluyor ki:
Öyle diyen takdirsizlere karşı de ki: Musa'nın
insanlar için bir nur olarak, bir hidayet olarak getirdiği kitabı (yani
Tevrât'ı) kim inzal etti? O nur ve hidayet ki siz onu kırtaslar yapıyorsunuz,
aydınlanıp amel edecek yerde parça parça kağıtlara koyuyor, kuru evrak haline
getiriyorsunuz, bunları meydana çıkarıp gösteri yapıyor ve bir çoğunu
gizliyorsunuz. Yani gizliyor ve bozuyorsunuz, meydana koyduklarınızla da amel
etmiyor, kalbinize koymuyorsunuz. Fakat İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde
gâib (üçüncü şahıs) kipiyle okunur ki, "onu kağıtlar yapıyorlar,
istediklerini meydana çıkarıp, bir çoğunu gizliyorlar" demektir. Bunda
yahudilerden hitap (ikinci şahıs) ile değil, gıyab (üçüncü şahıs) ile tâbir
buyurulmuştur. Eğer öbür kırâet olmasaydı, bu âyetin de Mekke'de ve müşrikler
sebebiyle inmiş olduğuna hükmedilebilirdi. Ancak bu şekilde Tevrat'ın inzalinin
ve yahudilerin durumlarının müşriklere karşı nasıl bir çelişki maddesi olarak
söylenilebileceği sorusu vârid olurdu. Fakat bunun da sebebi yok değildir.
Çünkü Mekke müşriklerine göre de Musa'ya Tevrat'ın inişi ve yahudilerin durumu,
herkesçe bilinmekteydi. Onun için "Eğer bize kitap indirilseydi, biz
onlardan daha doğru yolda olurduk." diyorlardı. Şu halde bu iki kırâetin
toplamı bize, şunu ifade eder ki, âyetin inmesinde hem yahudilerin, hem
müşriklerin sebep olmaları vardır. Her ikisi de Muhammed Aleyhisselâm'ın
peygamberliğini inkâr için "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi"
demişlerdir. Fakat esas nüzul sebebi yahudinin söylemesi olmuş ve sözlerinin
çelişki maddesi önce Tevrat ve takdirsizliklerinin misali de ona karşı
aldıkları vaziyet ile gösterilmiştir Bundan başka daha genel olmak ve Kur'ân'a
da temas etmek üzere buyuruluyor ki:
Bir de size, ne kendinizin, ne atalarınızın
bilmediğiniz ilimler öğretildi. Şu halde, bunları size indiren, öğreten hakiki
öğretici kim? Ey Muhammed, o takdirsizler buna ne derlerse desinler, sen
Allah'dır, de. Sonra onları bırak, daldıkları bâtıl içinde oynaya dursunlar.
92- Bu Kur'ân da, bizim indirdiğimiz öyle bir
kitaptır ki, mübarektir. Feyzi, cihanı tutacaktır. Önündekini tasdik edici,
teyid edici ve iyiyi kötüden ayırıcıdır. Ondaki nûr ve hidayet bunun
tasdikinden geçerek artacak, kuvvetlenecek ve gelişecektir. Biz onu bunun için
(yani âlemleri hatırlatmak, bereket ve tasdik için) ve bir de Ümmü'l-Kurâ'y
(şehirlerin anasın)ı ve bütün çevresindeki kimseleri uyarasın diye indirdik. Ve
ahirete iman eden, sonlarını kurtarmak isteyenlerdir ki buna iman ederler, ve
bunlar namazları üzerinde koruyucu kesilirler. Bütün şehirlerin anası, merkezi
demek olan (Ümmü'l-kurâ) Mekke'nin bir ismidir ki cihanın merkezi, bütün
yaratılmışların kıblesi demek gibidir. Uyarma, Mekke'nin kendisine değil,
halkına olacağı bilindiğinden mânâ, mecaz veya mecaz isnadı suretiyle
"Ümmü'l-kurâ halkı" demektir. da buna karinedir. Şüphe yok ki
"Mekke" denilmeyip de "Ümmü'l-kurâ" denilmesi, Mekke'yi
âlemdeki bütün şehirlerin bir mutlak merkezi gibi düşündürmek içindir. Ve
bundan dolayı de, merkez ve çevre karşılığıyla bütün yer çevresinde
bulunanların hepsi demek olur. Bununla beraber "Ümmü'l-kurâ"
merkezlik mânâsı dikkat nazarına alınmaksızın "Mekke" demek gibi
düşünülürse, 'dan Mekke çevresi, Mekke civarı, bundan da nihayet Arap
Yarımadası düşünülür. Bu ihtimale göre Kur'ân'ın nüzul hikmeti yalnızca Mekke
ve Arap Yarımadası halkının uyarılmasına mahsusmuş gibi bir kuruntu akla
gelebileceğinden "Mekke ve etrafını uyarman için" buyurulmadığı gibi,
"Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" de buyurulmayıp atıf vâvı ile
"ve Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" buyurulmuş ve bununla
Kur'ân'ın nüzulünün, Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğinin yalnız Arap
milletini uyarma hikmetine mahsus olmadığı ve bir âyet yukarısındaki "O
Kur'ân, âlemler için ancak bir uyarmadır" mânâsıyla, bereketlerinin
kapsamının genişliğinden gaflet etmemek gerektiği ve özellikle "Ey
Muhammed! Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik" (Sebe', 34/28) âyetinin kapsamı anlatılmıştır. Fakat gariptir
ki bütün bunlara karşı yahudilerden bir grup, bu "ve Ümmü'l-kurâ ve
etrafını uyarman için" âyet-i kerimesinden Hz.Muhammed (s.a.v)in yalnız
Araplara gönderilmiş bir peygamber olduğunu delil getirmeye kalkışmışlar, yani
onun peygamberliğini itiraf etmekle beraber her millete değil, Araplara mahsus
bir peygamber olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bunlar yahudilerden
"İseviyye mezhebi" adıyla anılırlar ki, bugün aydın geçinen
avrupalılardan bir kısmının Arap olmayan müslümanlar arasında bu yahudi
fırkasının mezhebini ve politikasını yaymaya çalıştıklarını görüyoruz. Beşerde
vuku bulmuş bir iş olan peygamberliği inkâr etmenin, Allah'ı gereği gibi takdir
etmemekten doğan bir cüret, bir nankörlük ve herhangi bir peygamberin
peygamberliğini ve herhangi bir kitabın inmesini kabul ettikten sonra bütün
peygamberleri ve kitapları tasdik ve teyid eden ve onlardan daha açık ve daha
feyizli olarak indirilmiş bulunan mübarek Kur'ân'ı ve Muhammed Aleyhisselâm'ın
nebîliğini inkâr etmenin ise bundan başka açık bir çelişki olduğu anlatılmakla
peygamberlik işi tespit ve teyid ediliyor. Ve peygamberlik meselesinin Allah'ın
sıfatları meselesinin bir dalı olduğunu, irfan ve ahlâk, sorumluluk duygusu ve
âkıbet endişesi ile ilgisini tesbit ettikten sonra, Allah'a yalan isnad eden,
yalan yere peygamberlik iddia eden veya Allah'a, Peygamber'e rekabet etmeye
kalkışan iftiracılar, yalancılar, sahtekârlar ve haddini bilmezler hakkında
korkutma ve uyarma olarak da şöyle buyuruluyor :
93-94- Ve kimdir o kimseden daha zalim ki,
Allah'a yalan iftira etmiştir. Mesela yalancı Müseyleme (Müseylemetû'l-kezzab)
ve Esved Ansî gibi, "Allah beni peygamber gönderdi" diye yalandan
peygamberlik iddia etmeye veya Amr b. Luhay ve benzerleri gibi kendi kendine
din uydurmaya, hükümler koymaya kalkışmış veya herhangi bir şekilde Allah'a
karşı yalan uydurmuş, Allah'a ilgisi caiz ve layık olmayan bir şey isnat etmiş,
veya kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, bana vahyedildi, demiştir. Özetle
ya herhangi bir şekilde bir yalan iftira etmiş veya özellikle vahy iddiasıyla
iftira etmiştir. Diğer bir mânâ ile: "Bana vahyolundu, ona hiçbir şey
vahyolunmadı" demiş, kendine vahiy iddia etmiş ve Peygamber'e vahyi inkâr
etmiştir. Yalanın iki büyük çeşidini toplamış, yoğa var, vara yok diye kat kat
büyük bir yalan söylemiş demek olur. Ve o kimseden ki, Allah'ın indirdiği
âyetler gibi ben de indireceğim, demiştir. Allah ile rekabete, Kur'ân'ın
benzerini yazmaya, Peygamber'le boy ölçüşmeye kalkışmıştı. Nitekim Tâif'li Nadr
b. Haris ve yardakları, "Eğer istesek bunun (Kur'ân'ın) aynısını biz de
söyleriz" (Enfâl, 8/31) demişler, "Ekin ekenlere, ekmek yapanlara,
pişiriş pişirenlere, lokma edenlere kasem olsun" diye saçmalar
söylemişlerdir. Ve işte şu zikrolunan misaller bu âyetin nüzulüne sebep
olmuşlardır ki, bunların bazısı Mekke'de, bazısı Medine'de vaki olmuş
bulunduğundan bu âyetin de Mekke olaylarına da işaret ederek Medine'de indiği
rivayet edilmiştir.
Ey muhatap sen bir görsen bütün bu zalimlerin
gamerât-ı mevte düştükleri, ölümün pençelerine geçip şiddetten şiddete
atıldıkları, ve melekler ellerini uzatarak, haydi bakalım canlarınızı çıkarın,
yahut kendinizi kurtarın. Bugün siz hakaret ve zillet azabıyla
cezalanacaksınız, çünkü Allah'a karşı doğru olmayanı söylüyordunuz, ve
ayetlerine karşı kibirleniyordunuz. Gururunuza yediremiyor, onlara imandan,
düşünmeden kaçınıyordunuz, ve gördünüz ya ey zalimler bugün, bize ilk defa sizi
yarattığımız gibi teker teker, yalnız başınıza geldiniz, ve size verdiğimiz
şeylerin hepsini arkanızda bıraktınız. O şefaatçilerinizi de sizinle beraber
görmüyoruz. Onları ki siz, kendinizde ortakdırlar diye sanmıştınız. Varlığınız
üzerinde bunların ilâhlık hissesine sahip birtakım ortaklar olduklarını ve
Allah'a karşı size şefaat edeceklerini sanıyordunuz. Artık aranızda ebedî
kesilme vâki oldu. Nâfi', Hafs, Kisâi, Ebu Ca'fer'den başkasının kırâetinde
nûn'un ötresiyle okunduğuna göre, artık aranız sonsuza dek açıldı, bütün
ilişkiler kesildi, tarumar oldu, ve zannettiğiniz o hayaller, o kuruntular
sizden kaybolup gitti, diye tarafımızdan hitap tebliğ edildiği zaman görsen!..
Neler olacaktır neler!...
Bunları gözönüne getirmeli de Allah'a karşı
haksızlıkta, takdirsizlikte bulunmamalıdır. Gerçekte:
Meâl-i Şerifi:
95- Şüphesiz ki taneleri ve çekirdekleri yaran
Allah'tır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkaran O'dur. İşte Allah
budur. O halde nasıl yüz çevirirsiniz?
96- Karanlığı yarıp tanyerini ağartan O'dur.
Geceyi, dinlenmek için; Güneş'i, Ay'ı (vakitlerinizi) hesaplamak için
yaratmıştır. İşte bu, her şeye galip gelen ve her şeyi bilen Allah'ın
takdiridir.
97- Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu
bulasınız diye yıldızları sizin için yaratan O'dur. Şüphesiz biz, bilen bir
toplum için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık.
98- Sizi bir tek candan yaratan O'dur. Sonra
sizin için bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır. Biz âyetlerimizi, anlayan
bir toplum için apaçık beyan ettik.
99- Gökten suyu indiren O'dur. Onunla her
çeşit bitkiyi çıkardık, o bitkiden bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri
üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları,
zeytin ve nar (bahçeleri) çıkarıyoruz. (Bunların) kimi birbirine benzer, kimi
benzemez. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerinin olgunlaşmasına bakın!
Bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.
100- Onlar, Allah'a cinlerden de ortak
koştular. Halbuki onları yaratan O'dur. Bilgileri olmadan O'na oğullar, kızlar
uydurdular. O'nun şânı onların uydurdukları sıfatlardan münezzeh ve yücedir.
101- Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur.
Eşi de olmadığı halde, nasıl olur da çocuğu olur? Her şeyi yaratan O'dur. Ve O,
herşeyi bilendir.
95- Kelimesi İbnü Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan
Ravh kırâetlerinde ism-i fâil sîgasıyla şeklinde okunur.
Allah, taneleri ve çekirdekleri yarandır.
Ölüden diri çıkarır, ve diriden ölü çıkarandır, işte Allah budur. Böyle bütün
tabiatlar üzerinde hâkim olur yaratıcı ve yoktan var edicidir.
FALK , yarmak, çatlatmaktır. HABB
"habbe"nin; NEVÂ da çekirdek demek olan "nevât" ın çoğulu
yerinde cins ismidir. Habb, tane, ot tohumlarına; nevât, çekirdek de ağaç
tohumlarına delalet eder. Bununla beraber ot ve ağaç ikisi de bitkisel olduğundan,
nevâtı tanenin içindeki bitkisel maya gibi düşünmek mânâ bakımından daha uygun
olacaktır ki, bir tanenin içindeki öz, bu maya, bir hurma veya üzüm tanesinin
içindeki çekirdek gibidir. Buna nevât kelimesinin küçültülmüşü olarak
"nüveyye" de denilir ki Fransızların "nuvoyya" deyimi
bundan alınmış görünür. Bakınız bir tane, bir çekirdek bir yere düşer, bir
müddet geçirince Allah o tane, o çekirdek içinden bir hareket, bir basınç, bir
filizlenme meydana getirir, onu altından, üstünden yarar, çatlatır; sükûn
halini, hareket haline; bitişme halini, ayrılma haline çevirir, Üstteki
çatlaktan bir çenekli veya iki çenekliler olarak havaya yükselen ağaç,
altındaki çatlaktan toprağa geçen ve saçak denilen ağaç çıkar ve o tane, o
çekirdek, önce böyle biri yukarı yükselen, biri aşağıya inen iki çeşit tabiatta
bulunan iki ağacın bitişme sebebi olur. Parmakla eziliverecek kadar ince ve
yumuşak olan o saçaklar, sert çuvaldızların, sivri bıçakların nüfuz edemeyeceği
derecede sert olan yerleri ve bazı zaman kaskatı taşları bile çatlatır,
aralarına girer ve sonra bir bitki, bir ağaç üzerinde o kadar şaşırtıcı ve
mükemmel bir şekilde çeşitli tabiatlar kazanır ve bu çeşitli tabiatların hepsi
öyle bir ahenk ve nizam ile işler, çalışır ki acaiblik ve inceliklerinin açıklama
ve izahı tükenmez. Bir tabiattan yarılıp çıkan kabuk, ağaç, öz, damar, kök,
gövde, dallar, yapraklar, çiçekler, ışıklar bu çeşitli tabiatların her biri
bütün tabiat kuvvetleri üzerinde hüküm ve tesir icra eden ve sanat ve güç
açıklayan yaratıcı kudretin aciz bırakan delillerinden olan birer âlemdirler.
Bunları daha geniş bir zevk ile seyretmek istiyenler bitkilerin anatomisini,
dokularını, uzvî maksatlarını incelesinler ve mutalaa etsinler. Sonra çatlaktan
çatlağa, fıtrattan fıtrata geçen, sıfatları, özellikleri, renkleri, şekilleri,
tadları, tabiatları çeşitli olan bu farklı cisimlerin ortak mesaîlerinden aslî
gaye olan meyve doğar. Bir tane veya bir çekirdek yerine kat kat kutular,
kaplar içinde yüzlercesi meydana gelir. Ve her biri olgunlaşınca yeni bir âlem
olmak için bittiği yerden kopar, topraklara katılmak üzere yere atılır. Çıkış
yeri bir ve tabiatın, yıldızların, mevsimlerin, unsurların tesirleri, şartları
eşit olduğu halde bir taneden, bir çekirdekten bu kadar çeşitli cisimler ve
tabiatların çatlayıp çıkması, tabiatların ve unsurların değil, hikmet sahibi
merhametli, güçlü ve dilediğini yapan, varlığı kendinden olan Allah'ın takdir
ve tedbirinin eseri olduğunda şüphe yoktur. Toprakta çekirdekten bunları
bitirip çıkaran yaratıcı kudret ne ise, yine toprakta bunlardan çekirdeği
bitiren yaratıcı kudret de odur. Gerek taneyi, çekirdeği yararak bitki ve
ağaçlar çıkarmak ve gerek bir yarılmadan tane, çekirdek yaratmak, her iki
mânâsıyla "taneyi ve çekirdeği yaran" O'dur. Şu halde doğrudan doğruya
topraktan tane ve çekirdeği yaratıp çıkaran da O'dur. O, böyle ölüden diri
çıkarır. Diriden ölüyü çıkaran da O'dur. Ve bu mânâ hayvanlarda daha derin ve
daha büyük şümûl ve güzellik ile açıktır. İşte Allah bu yarma ve fıtratı yapan,
ölüden diri ve diriden ölü çıkaran ve tabiatlar üzerinde hakim olan mutlak
güçlü, dilediğini yapandır. Şu halde ondan nasıl çevrilir de başkasına
taparsınız? Yahut O'ndan, O'nun hükmünün ve kudretinin tesirinden nerede
kurtulacaksınız? Gerek hayatta olun, gerek ölümde; gerek hayvanlara karışın,
gerek otlara; gerek yere geçin, gerek göğe çıkın; gerek karanlıkta bulunun
gerek aydınlıkta; hasılı hiçbir halde, hiçbir noktada onun elinden
kurtulamazsınız.
96-Zira sabahı çatlatan; karanlıkları yarıp
sabah yapan, aydınlığı aksettirip tan attıran O'dur. O geceyi dinlenme yeri
yapan; dinlenecek, istirahat edecek bir sükûnet okyanusu, Güneş ve Ay'ı da
hesap yapmıştır. (Âsım, Hamze, Kîsâî ve Halefü'l-Âşir'den başka imamlar
okunur). Yokluk karanlığını yarıp tan attırarak yoğu var eden ve ufku, sabah ve
güzellikle açıp vücuda, hayata uyanıklık, hareket ve faaliyet veren ve
geceleyin bunları gizliyerek heyecanlarını teskin etmek ve yorgunlukları
dinlendirmek için bir sükûn perdesi çeken yine O'dur. Gündüzün alameti olan
Güneş ve gecenin alameti olan Ay bunların yapıcısı ve âmili değil, hesap
vasıtalarıdır. Hepsi hesaplı yapılmıştır. Ve insanlar faaliyet ve sükûnlarının
hesabını vermekle mükellef bulunduklarından, Allah Teâlâ miktarlarını ve
sayılarını tayin ve tahsis ederek hesabı da yaratmış, Güneş ve Ay'ı bu hareket
ve sükûnun hesabına birer alamet yapmıştır. bütün bunlar, bu çatlamalar, bu
yapıcılar, bu hesaplar o aziz ve alîmin takdiridir. Ne hesapsız, takdirsiz,
gelişi güzel, keyfe göre oluvermiş bir tesadüftür, ne de yaptığını bilmeyen kör
bir tabiatın birbirini takip etmesidir. Böyle bir varlık ve yokluk, karanlık ve
aydınlık, hareket ve sükûn gibi ikisi de bir yere gelmek ihtimali bulunmayan
çeşitli ve çelişkili tabiatların her birine birer belli ölçüyü tahsis ederek
birer sınır koyup, sonsuz ihtilaflarına rağmen hepsini bir telif ve terkib
nizamı içinde kesin bir hesap ile yürütmek, elbette hiçbir tabiata boyun
eğmeyen eşsiz bir üstünlüğün ve kudretin, gizli ve açığı gören, bilen, sonsuz
bir güçlü ilmin sahibi olan bir aziz ve bilenin açık eseri ve güzel yapısıdır.
Şu halde o yaratıcı ve var edici olan Allah yalnız kâdir (güçlü) değil, ortak
ve benzeri yok bir üstün ve bilgindir de. Bunu hesaba almayıp da ondan yüz
çevirmek ve onun izzeti altında ve ilminde bulunan tabiat veya hayata veya
astronomiye ait güçlere bağlanıp tapmak ve sonra onun hesabından kurtulmak
nasıl mümkün olur? Halbuki:
97- O hem öyle bir Allah'tır ki, sizi
yıldızlar için değil, yıldızları sizin için, yani kara ve denizin
karanlıklarında bunlarla doğru yolu bulasınız, bunların delaletiyle hedefinizi,
yönlerinizi ve kıblenizi, maddî manevî yolunuzu doğrultasınız diye yapmıştır.
Şu halde bunlar size ilgileri bakımından üzerinizde hakim ve idareci birer
mabud değil, menfaatlerinize hizmet veren birer hidayet fanûs (cam kap)u ve rahmet
alametleridirler. Şüphe yok ki biz bilgi sahibi olanlar için bu âyetleri
açıkladık. Birinci olarak gökteki yıldızlar gibi nokta nokta ayırt edilerek
veciz bir şekilde çoklukla zikir ve beyan edilen bu âyetler herkese hidayet
olmakla beraber öyle ilmî noktalardır ki bunlardan ilim ehli olanlar, bilmek
şanından bulunanlar istifade ederler. İkinci olarak bunların hilkat kitabında,
toprak ve denizde, yer ve gökte, bitkilerde ve hayvanlarda, hava boşluğu ve
astronomide o kadar çok tafsilatı vardır ki, bunlardan faydalanmak da ilim ehli
olanlara, ilmî kabiliyeti bulunanlara mahsustur. Bundan dolayı müslümanlar, bu
prensipleri esas kabul ederek Botanik, Zooloji, Aritmatik, Astronomi,
Meteoroloji, Gökbilim, Matematik ilimlerini öğrenmeye çalışmalıdırlar. Hasılı bu
Kur'ân âyetleri o kadar geniş bilimleri içerirler ki bunun açıklama ve
tafsîlinde "De ki: Rabb'imin sözlerini yazmak için deniz mürekkeb olsa,
bir aynı da ona ilave edilse Rabb'imin sözleri bitmeden, denizler
tükenirdi" (Kehf, 18/109) âyetinin hükmü geçerlidir.
98- Yine o öyle bir Allah'tır ki sizi
başlangıçta bir nefisten yarattı. Bir candan, bir Âdem'den neş'et ettirdi,
üretti. (Nisâ sûresinin başına bak.) sonra bir müstekar (karar yeri) ve
müstevda (emanet yeri) var. Çeşit çeşit.
MÜSTEKARR ve MÜSTEVDA, istikrar (yerleşme) ve
istîda (emanet bırakma) mânâsına mimli masdar veya yerleşme yeri veya emanet
yeri mânâsına yer ismi olur. Yani hepiniz bir nefisten meydana gelmiş olduğunuz
halde her birinizin bir istikrar haliniz, bir istîda haliniz var. Sırt
omurgasından rahime, rahimden dünyaya, dünyadan kabre, kâh yerleşme, kâh emanet
olarak bırakılma, iki nöbetleşen hâl içindesiniz; yahut kiminiz istikrar yeri,
kiminiz istîda yeri, bazınız erkek, bazınız dişi. Yahut kiminizin yerleşme yeriniz,
kiminizin emanet bırakma yeri var; bazınız döl sahibi, bazınız rahim sahibi;
bazınızın karargâhı, evi, vatanı var, bazınız gurbette, yolculukta veya göçebe.
(İbnü Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan Ravh kırâetlerinde kaf'ın esresiziyle ism-i
fail olarak okunur ki bu şekilde ism-i mef'ûldur. İstikrar lazım olduğunda
ism-i mef'ûl olamaz. Fakat istîdâ iki mef'ûlüne ta'diye eder ki birisi emanet
bırakılan şey, diğeri de kendine emanet edilen şeydir. Ve bunun ikisine de
"müstevda" denilir ve burada birincisidir . Şu halde bu kırâete göre
mânâ: Hepiniz bir nefisten meydana getirilmiş olduğunuz halde kiminiz yerleşmiş
bulunuyor, istikrar halinde; kiminiz de henüz emanet halinde. Yani kiminiz
henüz çıkış yeri olan sulb (bel omurgasın)dan ayrılmamış orada duruyor; kiminiz
rahime tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor. Diğer bir mânâ ile: Kiminiz,
rahimde yerleşmiş; kiminiz henüz sulbde emanet bulunuyor. Yahut kiminiz bilfiil
yaratılmış; kiminiz de henüz kuvve (his=duygu) halinde. Yahut kiminiz kararını
bulmuş, erginlik ve kemaline ermiş, kiminiz de henüz velayet ve vesayet
altında. Yahut kiminiz yerleşmiş; medeni veya ikamet eden; kiminiz yolcu veya
gezegen nihayet bir kısmı ölmüş, bir kısmı dünyada. Hasılı kaynak bir, oluş
çeşitli, yapıcı ve durumlar, birbirini takib etme de ve değişim içinde hem
birlik, hem halinde değişik de değişik! Şu halde normal bir bakış açısıyla
bakıldığı zaman ilim ve fenin en büyük kanunu olan tabiatın muntazam bir
şekilde birbirini takip etmesi kaidesi gereğince bu çeşitlenme ve değişmenin
olamaması ve bu neş'etin bulunamaması gerekirdi. Eğer bu olaylar olmasaydı da
mesele tabiat itibariyle teorik olarak düşünülseydi, bu meydana gelmelere
mümkün olmayan bir çelişki gözüyle bakılması lazım gelirdi. Halbuki âleme göre
bile, tek kaynaktan çok ürün ve birbirine uymayan şeyin meydana gelmesi olağan
bir iştir. Ve olay, olaydır. Demek ki olayın sebebi, madde ve kaynağın tabiatı
değil, yaratıcıdır. Maddeye ve kaynağın tabiatına eklenen her hadisede yeni bir
yaratma vardır. Yani maddesiz icat etme gibi zât ve yaratıcının sıfatından
başka hiçbir şarta dayanmayan bir yolun icadı, bununla beraber bu icadı, geçmiş
icada uydurarak ve bağlayarak onu büyüten ve artıran bir takdir ve bir güzel
sanat vardır. Maddeyi kendi tabiatında devam ettirmeyip de yarmak ve ona onda
bulunmayan bir çeşitlenme ve değişim vererek tekden çok, uyandan uymayan ve
uymayandan uyan çıkararak birçok dallar ve çeşitli şubeler meydana getirmekte
de ilk maddeyi yoktan icat etme gibi madde ve maddenin tabiatı dışından gelen
açık bir yaratma ve tesir, yaratıcının varlığına, ilim ve kudretine delalet
eden bir güzel sanat okunur ki, bunun delalet çeşitleri tabiatın mânâsı olan
istikrar ve birbirini takip etmenin zıddı olup, onu tamamen veya kısmen
değiştiren yeniliklerin, değişimlerin varlığıdır. Her istîdâ (emanet bırakma),
her yenilik, her sonradan oluş, her ârız oluşlar, her değişim bir yaratma
delili ve bunun için de her devamlılık, her birbirini takip etme, her uygunluk,
her nizâm, bir sanat delili'dir. "Bir"in çok, değişkenin uygun olması
bir çelişki olduğu halde, "bir"den çok, uygundan değişken yapılması
ancak yaratma ve meydana getirme ile mümkün olur. Bazıları yoktan ebediyi
yaratmayı illet (sebep) ve tezâyüf-i illiyet (sebebin daralması) kâidesine zıt
zannederler. Tabiate göre bir de yoktan yaratmak, yokluğun sebebi mânâsına
tefsir edilmesine göre bu zan doğrudur. Çünkü yokluğun sebebi, sebebin yokluğu
demek olacağından, bu takdirde ne sebep kalır, ne de sebebin baki olması.
Halbuki olaylar için sebep gereklidir. Tabiat, sebep farzedildiği zamanda da
her başkalaşım ve değişim noktasının ebediliğe ve illetin daralması kanununa
aykırı olduğu açık bir olaydır. Fakat yaratmada sebep, yaratıcı olmak üzere
düşünüldüğü zaman, ne sebebin ebediliği, ne de sebenin daralması, hiçbiri
diğerine zıt olmamış olur. Ve hatta yaratma anlayışıdır ki, bu kanunu tesbit ve
teyit eder. Ancak sebebin daralması, sebep olunanın sebebe dayanması ve
sebepten fazla bir kudret ifade edememesi mânâsına anlaşılmalı, sebep olunanın
muhakkak sebebine uygunluğu mânâsına telâkki edilmemelidir. Zira illetlinin
illetine uygunluğu da mümkün değildir. Bir okka, bir okkayı çekemez. Hakiki
illeti malûlünün dengi olamaz. Bir fark ve üstünlüğü içermek gereklidir. Sebep
illetlisine kendinden bir şey vermez, onda eserini yaratır. Yoksa sebep
tükenir, sebebin ebedîliği kalmaz. Ve bunun için sebep, malûlün aslı değil,
yaratıcı ve var edicisidir. Tohum ve ağaç, baba ve evlat, kökler ve dallar
birbirinin sebep ve malûlü değil; sebep ve müsebbebi, yani oluş yolu ve emanet
edilen yeridir. Bunların emanet bırakılması ve devamlılıkları da beka ve
sebebin daralmasının, yaratıcı olan Allah'ın varlığının ve tesirinin çeşitli
delaletleridir. Kök ile dal arasında değişim ve farklılık ne kadar çok ve
devamlılık ve birbirini takip etme ne kadar az olursa, orada tabiatın hükmü o
kadar az ve yaratıcının tesiri o ölçüde çok görünür. Gerçi en az hareket ve
sükûn gibi iki zıt mânâya kabiliyetten uzak olan sükûn ve mutlak istikrar
içinde bulunan hiçbir madde yoktur. Ve hatta yalnız hareket bile tabiatın küllî
(tümel) kanunu olan birbirini takip etme ve yeknesaklığa aykırı, yenilik ve
değişim ifade eden bir zıtlık ve istida (emanet bırakma)dır. Fakat maddenin
parçalarındaki bu başkalaşma ve değişim çoğunlukla gizli olduğu için, yalnız
madde fikrine doğru inildikçe tabiatın hükmü daha açık ve madde ebedî ve
devamlı gibi anlaşılır. Bununla beraber basit maddelerde değişme hissedildiği
zaman da, basitlikleri sebebiyle, yaratmak mânâsı daha büyük bir açıklıkla
görülür. Bu şekilde cansız maddeler ve madenler üzerindeki yaratma mânâsı
bitkilere, hayvanlara doğru geçildikçe artan bir ölçüde artar, yaratmanın
delilleri daha çok ortaya çıkar. İnsanlığın üremesi ve insana mahsus hayata
gelince, insan ferdleri arasındaki durumların farklılığı hepsinden çok olduğu
için, burada kudret ve yaratıcının sanatı, delilleri daha çok, daha geniş ve
bununla beraber birleştirme ve açıklamanın çokluğundan doğan tasavvur ve
içeriği daha problemdir. İşte "karar yeri ve emanet yeri", bütün bu
delilleri ve âyetlerin delalet şekillerini, bütün açıklık ve ilmî ayıklamasıyla
gösteren bir kanundur. Ve hiçbir filozof, hiçbir felsefe "ıttırat
(birbirini takip etme) ve teğâyür (birbirine uymama)" korunma ve değişme,
ebedîlik ve daralma kanununu bu kadar güzel ve bu kadar genişlik ve ayıklamasıyla
özetleyememiştir. Şu halde burada önce insan cinsinin tek mânâsını içine alan
Hz.Âdem'in yaratılış ve oluşunun durumu ile hiç meşgul olmadan her ailede, her
kavim ve kabilede gördüğünüz vechile bir asıldan, bir ırktan birçok kimselerin
devamlı olarak üremesi ve çoğalıp gittiklerini ifade eden üreme kanununun
işaret ettiği çeşitlenme ve değişim çokluğu kesinlikle isbat eder ki, Allah
Teâlâ yalnız menşe (kaynak)lerin yaratıcısı değil, bütün genişliğiyle her çeşit
oluşumların da yaratıcısıdır. Görülüyor ki "karar yeri ve emanet
yeri"nin analiz ve açıklaması o kadar yüksek ve derin bir hikmet
düstûrudur ki, bununla öbür âyetlerin delalet vecihlerindeki en ince bir
başlangıç, açıklama ve izah yapılmış bulunmuyor. Şu halde bunu anlamak, diğer
âyetleri de açıklamak ve genişletmek demek olacağı ve bu da onlardan daha
derin, daha ince bir ilmî uzmanlığı gerektireceği cihetle buyuruluyor ki:
Biz bu âyetleri fıkıh ehli (anlayışlı) olan,
nefsinde ince ve derin bir anlayışı bulunan hikmet sahibi kimseler için
açıkladık. Yani açıklamadan istifade edebilmek için sadece ilim ehli olmak
yeterli değil, kendini bilmiş olmak da şarttır. Yukarılarda da geçtiği üzere
"fıkh" asıl lugatta bir şeyi sebep ve hikmetiyle anlamak, ince
anlayış ile anlamak mânâsınadır ki, bunda "nefsi bilmek" mânâsı da
yer almıştır. Bununla şuna işaret edilmiştir ki, bundan önceki âyetlerin ilmî
açıklamasının şartlarından biri de, insanların kendilerini ve nefislerinin
hallerini tanımalarıdır. Normal ilim ehli olanlar kendilerini bilmeyi hesaba
katmadan herşeyi anlayıverdiklerini sanırlar. Halbuki objektif deliller,
subjektif delillerle bilinir ve doğru karar ikisinin uyuşmasıyle verilir. Şu
halde insanî gelişme ve subjektif hayat anlaşılıp farkedilmedikçe objektif
gelişme hakkındaki ilim sağlam olmaz. İnsana has gelişme ise, bitkisel ve
hayvansal gelişmeden daha derli toplu olduğu için kendini bilmek daha zor ve
kendini unutmamak şartıyla objektif mütâlaa zor olduğundan ve "karar yeri
ve emanet yeri"nin analizi bu açıklamayı da içine aldığından birincisinde
"bilen bir kavim için" ile yetinildiği halde burada "derin
anlayışlı bir kavim için" buyurularak daha çok tahsis edilmiştir .Şu halde
kendini bilmiyenler için ne kadar açıklama yapılsa boştur. Nefsini bilenler
için de gerçekte mevcut olan açıklamayı anlamak için bu âyet en büyük tetkik ve
tahlil anahtarıdır. Ve hatta böyle nefsini bilenler yine bu âyetteki düstûrun
işaret ettiği etraflıca alâmetlerin kendisidirler. Bunun için ince
anlayışlılara bu derli toplu nokta hatırlatıldıktan sonra aynı düstur içinde "taneyi
ve çekirdeği çatlatan" anlayışını açıklama ve seçim silsilesi ve gelişmeyi
açığa çıkarmak ve bu konuda unsurları bir etkin başlangıç gibi düşünenleri
reddetmek için, en mühim hayatî esaslar olan ve bir zamanlar basit ve ebedî
sanılan suyun inmesinden başlamak suretiyla bunun üzerinde tecelli eden ve
insan toplumunun hayatının devamı ve saadetinin esaslarıyla ilgilenen rahmet
âyetleri ve kudret delilleri gayet ilmî ve bununla beraber gayet hissî bir
analiz ve sentez ile herkese gösterilerek şöyle buyurulmuştur:
99- Ve yine O, öyle bir Allah'tır ki,
yüksekten bir su indirdi. Şimdi kudret ve rahmete bakın ki, biz büyük şân
sahibi bir su indirdik de, bununla her şeyin bitkisini çıkardık. Tane ve
çekirdeklerin, her türlü bitkinin insanlar ve hayvanlar gibi bitki ile
gıdalanan veya madenler ve diğerleri gibi bitkilere gıda olarak onlara
dönüşecek ve aynîleşecek olan her şeyin bitkiselliğini, bitkisel gücünü,
yetişme ve gelişme özelliğini fiile çıkardık. Ve bundan dolayı ondan (o
bitkiden veya o şeyden) taze bir yeşillik, bir çim çıkardık. Bir yeşillik ki,
ondan birbirine binmiş taneler çıkarırız. Buğday, arpa, çavdar gibi tahıl
başakları havadan hücum edecek düşmanlara karşı harp nizamı almış, mızraklarını
uzatmış süvari bölükleri gibi ne güzel birikmiştirler. Ve hurma ağacından,
tomurcuğundan da, yakınlara sarkmış salkımlar olur. Ve daha türlü üzümlerden
bağlar (yani üzüm bağları), ve zeytin ve nar, birbirine hem benzeyen, hem de
benzemeyen. (Bu benzeyiş ve benzemeyiş kaydı, yukarda istikrar (yerleşme) ve
istîda (emanet bırakma) ile ifade olunan birbirini takip etme ve zıtlaşma
düstûrunun mantık nokta-i nazarından daha açık bir ifadesidir). Şimdi bunun bir
meyve verdiği zamanki ham meyvesine bakın, bir de kemâle erişine. Arada ne
büyük bir fark vardır ve bu farkta ne önemli bir terbiye feyzi, ne açık bir
terakkî feyzi!.. Her halde bunda iman edecek olanlar için (Allah'ın varlığına,
birliğine, kudretine ilâhlık hikmetine delalet eden) bir çok âyetler vardır.
Suyun inmesi, bitkilerin, çimin çıkartılması,
"indirdi", "çıkardık" diye geçmiş zaman kipiyle (mazi
siğasıyle) ifade edilmiş olduğu halde, "birbirine binmiş taneler"
kısmı "çıkarırız" diye gelecek zaman kipiyle ve kelimesinin sıfatı
olarak güç hâlinde gösterilmesi ve tomurcuğun, salkımların bu minvâl üzere bunlara
atfedilmesi dikkate şâyândır. Bununla Mekke'de bu âyetin indiği sırada İslâm
dininin henüz o çim, o tomurcuk misalinde olduğuna, Kur'ân'ın gökden inen bir
rahmet bulunduğuna müminlerin gelecekleri o cennetler ve olgunlaşmış meyveler
gibi olacağına da işaret edilmiştir.
Fahreddin Râzî der ki: Burada önce hububat,
sonra hurma, üzüm, zeytin, nar dört çeşit ağaç zikredilmiş ve ekin (ziraat),
ağaçlardan öne alınmıştır. Çünkü ekin gıda, ağaçların meyveleri yemiştir. Gıda
ise yemişten öncedir. Sonra hurma, diğer yemişlerden öne alınmıştır. Zira
hurma, Araba göre gıda yerindedir. Bir de filozoflar, hurma ağacıyla hayvan
arasında bir çok hususta benzerlik bulmuşlardır ki, bu kadar benzerlik, diğer
bitki türlerinde bulunmaz. Bu mânâya işaret olarak Peygamberimiz (s.a.v.)
demiştir ki: "Halanız Nahle'ye (hurmaya) ikram ediniz. Çünkü o Âdem'in
tînetinin kalıtımından yaratıldı". Hurmanın arkasından da üzüm
zikredilmiştir. Zira üzüm, meyve türlerinin en şereflisidir. İlk ortaya çıkan
filizlerinden son haline kadar kendisinden faydalanılır. Filizinden ilk
zamanlarda incecik yeşil iplikler çıkar ki ekşimtrak lezzetli bir tadı vardır.
Ve bundan yemek yapmak da mümkün olur. (yaprağından edilen fayda da
bilinmektedir) Sonra koruk çıkar ki, bu da gerek hastalara ve gerek sağlamlara
hoş bir yiyecektir .Bundan ince zevk, safralılara faydalı şuruplar da yapılır.
Yemeklere konacak ekşi de kaynatılır ki ekşili kaynatılmışların en
lezzetlilerindendir. Tam üzüm olunca da yemişlerin en tatlısı, en iştahlısıdır.
Yaş üzümü askıya asarak bir sene veya daha çok biriktirip saklamak da mümkün
olabilir. Ve bu gerçekten biriktirilip saklanan yemişlerin en tatlısıdır. Sonra
üzümden yenilecek dört şey yapılır: Kuru üzüm, pekmez, sirke, şarap. Bu dört
şeyin faydalarını anlatmak ise ciltlerle kitaplara dayanır. Gerçi şarabı şeriat
haram etmiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Allah bunun hakkında "İnsanlar
için bazı faydalar vardır, ancak (içki ve kumarın) günahları faydalarından çok
büyüktür" (Bakara, 2/219) buyurmuştur. Üzümün en güzel şeyi çekirdeğidir.
Doktorlar bundan bir takım tertipler yaparlar ki zayıf ve nemli mideler için
çok büyük faydaları olur. (Gerçekten zamanımız doktorları da üzüm
çekirdeklerinin çiğneyip ezerek yemek, şartıyle faydalarının çok büyük olduğunu
beyan etmekte bununla ittifak halindedirler) Hasılı üzüm "yemişlerin
sultanı" denmesine değer bir meyvedir. Aynı şekilde zeytinden de
faydalanmak pek çoktur, tanesi yenir, yağının da yemek ve diğer hususlarda ne
kadar büyük faydası ve çok kullanılır olduğu malûmdur. Nara gelince, nar gerçekten
acaip bir meyvedir. Bu önce dört şeyden oluşmuş bir cisimdir. Kabuğu, zarları,
çekirdeği, suyu. İlk üçü yani kabuğu, zarları, çekirdeği, soğuk, kuru, yoğun,
tutucudur. Hem bu sıfatlarda çok kuvvetlidir. Suyu ise bunların zıddına olarak
gayet tatlı, yumuşak ve yumuşaklığa çok yakın bir içecektir. Ve huyu, tabiatı
mutedil olanlara çok uygundur. Zayıf mizaçlı olanları takviyesi vardır. Bir
yönden gıda ve bir yönden de ilaçtır. Şu halde nar, düşünüldüğü zaman üç
kısımındaki tam yoğunluk ve suyundaki yumuşaklık ve itidâl ile yaratıcı Teâlâ
bunda iki değişik zıddı toplamış gibidir. Yani bunda "benzeyen ve
benzemeyen" mefhûmundaki uygunluk ve zıtlık kanununun açık bir örneği
vardır.
100-Hasılı herşeyin gerek başlangıcında ve
gerek gelişme süresinin her lahzasında hem ilim ehline, hem ince ve hikmetli
anlayış ehline, hem bütün iman yeteneği olanlara Allah Teâlâ'nın ilâhlık
eserleri, kudret ve tek oluşunun delilleri açık ve doludur. Böyle iken Allah'a
cinleri türlü türlü ortaklar yaptılar. Cin genel adı altında bulunan, gözlerden
gizli karanlık yaratıklara veya gözle görünmez, tabiat ötesi kuvvetlere ve
rûhânî cevherlere ilâhlıktan veya rablıktan veya yaratıcılıktan pay vererek
Allah'a denk veya daha aşağı ortak yaptılar. Kimi meleklere, kimi şeytan
cinsine, kimi hepsine çeşitli adlarla taptılar veya zâtî kudret ve tesir isnat
ettiler. Tefsircilerin beyanına göre buradaki "cin", melekleri ve
şeytanları da içine alan bir genel mânâda kullanılmıştır. İbnü Abbas demiştir
ki: "Cin kelimesi, istitar (gizlenme- örtünme) den türemiştir. Melekler ve
bütün rûhânîler de gözle görünmezler ve sanki gözlerden gizli gibidirler. Bu
yorum iledir ki İblis de cinden sayılır. Meleklere ve rûhânîlere de cin
denilmiştir". Yukarda putlar ve yıldızlar gibi hissedilen ve fizikî şeylerden
ortak kabul edenlerin, puta tapanların, yıldızlara ve heykellere tapanların
sapıklıkları beyan olunduktan sonra, burada da bunların felsefî kaynağı olan
ruha tapanların sapıklıkları, yani melekler, şeytan, akıl, nefis, madde,
kuvvet, tabiat gibi gizli ve fizik ötesi sebeplere bağlananların ve bunları
"üç tanrı" ve "aracı" sayanların sapıklıkları beyan
olunmuştur. Bazı tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet, "melekler,
Allah'ın kızlarıdır" diyenler dolayısıyla nâzil olmuş ve meleklere
"cin" denilmiştir. Meleklere Allah'ın kızları demek de cevherî
ortaklığı gerektiren doğurtma fikriyle Sâbie mezhebindekilerin meleklere
tapmalarıyla ilgilidir. İbnü Abbas'dan bir rivayete göre de iş bu "Allah'a
cinleri ortaklar yaptılar", Saffât sûresindeki
"Onlar, Allah ile cinler arasında bir soy
bağı uydurdular" (Saffât, 37/158) âyetinin de delaleti üzere, Allah ile
şeytan arasında bir soy ilgisi gerektiren karşıt iki kardeş gibi sayarak,
"Hayırların yaratıcısı Allah, şerrin yaratıcısı şeytandır" diyen zındıklar
hakkında nazil olmuştur ki, bu şekilde birinci olarak Mecusîlerin inancına ve
ikinci olarak buna benzeyenlerle ilgili olur. Zira bütün Mecusîler, bu âlemdeki
bütün tüm hayırlar nûrdan ve diğer deyimle tanrıdan, bütün şerler de zulmetten
ve diğer deyimle Ehremen'dendir, diye bir ikiliğe kâni olduklarından genel
mânâda "Seneviyye" adını almışlardır. Ve esas itibariyle Zerdüşt'ün
"Zend" hitabına nisbetini ifade eden Farsçadaki "zendik" ve
Arapçada "zındık" ve bunun çoğulu olarak "zenâdıka" bütün
Mecusîlerin lakabıdır. Bütün Mecusî mezheplerinde anası ve kız kardeşi gibi
mahremleri (kendileriyle evlenilmesi dinen haram kılınanları) ile evlenmek
helâl sayıldığı gibi, yine Mecusîler içinde haram ve helal hükümlerine
inanmayan "Hurremdînîler" denilen eski bir "İbâhiyye mezhebi"
ve aynı şekilde bütün kadınlarda ve mallarda, ot, su, mer'a gibi şeylerde
ortaklığı kabul eden ve "Mezdekiyye" denilen bir "İştirâkıyye
mezhebi" de bulunduğu üzere, zındık özellikle dinsiz ve inançsız mânâsına
da âdet olmuş ise de, esasen zındıklar Zerdüşt'ün "Zendevasta" isimli
eseri dolayısıyla bütün Mecusîler demektir. Mecusîlerin, hissî bir görüş işaret
eden nur ve zulmet isimleriyle ifade ettikleri bu ikilik inançları sûrenin
başında "karanlıkları ve aydınlığı var eden. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine
başkalarını eşit sayıyorlar" yüksek sözü ile detaylı bir şekilde
kötülendiği gibi "Yezdan" ve Ehremen veya Hürmüz ve Ehremen diye
fizik ötesi ve manevi bir görüş ifade eden şirkleri de burada cin denilmesiyle
kötülenmiş ve reddolunmuştur. Çünkü Ehremen İslâm'da İblis denilendir. Ve
İblis, "Cinlerden olan İblis Rabbinin emrinden çıkmıştı" (Kehf,
18/50) âyeti delaletince cindendir. Gerçi tefsircilerin ve "el-Milel
ve'n-Nihal"de Şehristânî'nin beyanları üzere Mecusîlerin bu konuda bir çok
ihtilafları vardır. İçlerinden biri hayır başlangıcı, biri şer başlangıcı olan
iki esasın ikisinin de aynı derecede ezelî olduğunu kabul eden ve tam mânâsıyla
Seneviyye olan Mânivviyye ve Mezdekiyye gibi mezhepler bulunduğu gibi, bu iki
asla tam denk olmak üzere üçüncü bir asıl daha ekleyerek teslis (üçleme
inanış)i kabullenen Disaniyye ve Merkûniyye gibi mezhepler de vardır. Ve
Mecusîlerin pek çoğu ve özellikle Kiyumresiyye, Zervaniyye, Zerdüştiyye,
Meshiyye gibi asıl ve eski Mecusîler bu iki zıt aslı, varlığın vücûbu ve kudret
açısından aynı derecede tutmadıkları ve çünkü Ehremen'in ezelî olmayıp tesadüf
veya doğum veya yaratma veya mesh suretiyle sonradan olma olduğunu söylemiş
bulundukları için, Mecusîlikle Hıristiyanlık arasında bir şirk dini tutan
Maniviyye tarzında tam mânâsıyla Seneviyye değildirler. Fakat bütün bunlarla
beraber yine hepsi ve hatta hayır başlangıcı olan nur ile şer başlangıcı olan
zulmet veya Ehremen'in ikisinin de Allah Teâlâ'nın yaratma ve icadıyla sonradan
olma olduklarına kâni olan Zerdüştîler de dahil olduğu halde, hepsi bu âlemi
idare etmede Allah'a Ehremen'i ortak yapmakta, yani hayır Allah'tan ve şer
İblistendir, davasında birliktirler ve bu mânâ ile genel olarak
Seneviyyedirler. Şehristânî der ki: "Bütün Mecusîler, hayır ve şerri, fayda
ve zararı, kurtuluş ve fesadı aralarında tamamen paylaşmış yani birisi yalnız
hayır başlangıcı, biri de yalnız şer başlangıcı olan iki esası kabullendiler,
birine nur ve birine zulmet, Farsça olarak Yezdân ve Ehremen adı
verdiler." Bu konuda bunların birçok mezhepleri varsa da, Mecusî
meselelerinin hepsi iki kâide üzerinde toplanır. Birincisi nurun zulmet ile
anlaşma sebebi; ikincisi de nurun zulmetten kurtuluşu meselesidir. Anlaşmayı
başlangıç, kurtuluşu son sayarlar. Bütün Mecusîler, bu şekilde, iki esas ispat
ederler. Bununla beraber asıl Mecûsîler, bu iki aslın ikisinin de ezelî ve
ebedî olması caiz olamayacağına, nûrun ezelî, zulmetin sonradan olma olduğuna
kânidirler. Sonra da bunun "sonradan olma" hususunda ihtilâf ederler.
Aslı şer olan Zulmet veya Ehremen'in sonradan oluşu, Nûr ve Yezdan'dan mı oldu?
Hayrın başlangıcı olan Nur veya Yezdan cüz'î bir şey meydana getirmiyorsa,
nasıl olur da aslı şer olan Ehremen'i meydana çıkarır? Bunu o ortaya
çıkarmamışsa, kim çıkarabilir? Ortaya çıkarılmamış değilse terkip ve anlaşma
nasıl mümkün olur? İşte bunlar Mecusîlerin çıkmaya ait noktalarıdır".
Kiyumresîlere göre, Nur, benim bir muhalifim olsa nasıl olur, diye bir düşünmüş
ve huyu nûra uygun olmayan bu kötü fikirden zulmet hasıl olmuş ve buna Ehremen
denilmiş. Ehremen, şer, fitne, fesat, zarar veren huylu olduğundan Nura karşı
çıkıp tabiatı ve sözü ile ona muhalefet etmiş ve bundan dolayı Nurun askeriyle
Zulmetin askeri arasında savaş olmuş, sonra melekler araya girmiş, süfli âlem
Ehremen'in olmak üzere anlaşmışlar. Bu antlaşma, yedi bin sene sürecek, sonra
Ehremen âlemi boşaltıp Nura teslim edecekmiş. Zervânilere göre de Nur, önce
hepsi nurdan birtakım rûhânî şahısları keşfetmiş, fakat Zervan adındaki en
büyük şahıs bir şeyde şüpheye düşmüş ve bu şüpheden Ehremen şeytan meydana
gelmiş. Bazı Zervânîler de demişler ki, büyük Zervan, bir oğlu için 9999 sene
hüzünle inlemiş, olmamış; sonra "her halde bu âlem hiçbir şey değil"
diye kendinde bir fikir oluşmuş ve bundan dolayı o merakından Ehremen ve bu
ilminden Hürmüz ikiz olarak doğmuş. Hürmüz, çıkış kapısına daha yakın iken
Ehremen şeytan hile edip anasının karnını yarmış ve önce çıkıp dünyayı
zaptetmiş. Zerdüşt de bu iki aslın zıddı olup âlemin varlıklarının iki
başlangıcı olduğunu, bunların anlaşmasından bileşikler ve bu bileşiklerden
çeşitli şekiller meydana geldiğini ve bununla beraber bu iki zıddın ikisi de
Allah Teâlâ'nın yaratması ve meydana getirmesiyle oluştuğunu ve bu karışım ve
bileşimin yaratıcısının Allah Teâlâ olduğunu ve bundan dolayı Allah'ın tek
olup, zıddı, dengi ve zatında ortağı bulunmadığını söylemişse de aslı şer olan
Ehremen'in zıddıyle beraber yaratılışını ve bunların karışımını tek olan Allah
Teâlâ'ya nisbet ettiği halde Ehremen'in varlığını Allah'a nisbet etmek caiz
değildir diye ısrarı noktasında anılan susmaya mecbur olmaktan ve çelişkiden
kurtulamamış ve bir de tek olan ilk yaratıcının gerisinde, biri hayrın
yaratıcısı, biri de şerrin yaratıcısı iki zıt başlangıç kabul etmekle âlemin
idaresinde birincisi ilk yaratıcı ve mizacının sebebi olan tek Yezdan (tanrı);
ikincisi hayrın başlangıcı olan mahlûk Nur veya Hürmüz veya Melek; üçüncüsü
şerrin başlangıcı ve mahlûk olanı Zulmet veya Ehremen veya İblis olmak üzere üç
idareci tanrı farzeden üçgen bir şirke de düşmüştür ki, bu şirk bir zıddı, dengi
ve ortağı olmayıp tek olan yaratıcı, biri de onun yaratıp meydana getirdiği ve
sentez yaptığı Melek ve Şeytan iki mahlûk başlangıcın sentez özeti ve bu
âlemdeki hayır ve şerrin, kurtuluş ve fesadın, temizlik ve çirkinliğin ortak
yaratıcısı bir yaratılmış tanrı olmak üzere, bir yönden ortaksız yaratıcı,
ezelî bir tanrı; bir taraftan da ikiz bir Melek ve Şeytan ortaklığından ibaret
bir sonradan olma tanrı arasında düşünülmüş çelişkili bir Senevî şirki
durumundadır. Şu halde Zerdüşt yalnız hayır, Allah'tan ve şer İblisten demek
tarzında Senevîlik ile kalmamış, hayır Melekten, şer İblis'ten olmak üzere
hayır ve şer Melek ve İblis ortaklığından, bu ortaklık da Allah'dan demek
tarzında bir senevîliğe kani olmuşlardır.
Bu açıklamadan anlaşılır ki İbnü Abbas hazretlerinden
nakledilen nüzul sebebinde Zenadıka hayır yaratıcısı ve şer yaratıcısı iki
kardeş Senevîliği, "Onlar , Allah ile cinler arasında bir soy bağı
uydurdular" (Saffât, 37/158) âyeti delaletince neseb deyimleri bütün
Mecusî mezheplerinin esaslarına işareti içerir. Hem hepsinin bir Senevîlilikte
toplandığını göstermiş, hem de Mecusîlik yerine Zenâdika lakabını seçerek
özellikle Zerdüştlere dikkat nazarını çekmiştir. Şu halde âyetteki Cin diğer
Mecusîlere göre yalnız Şeytana sarfedilmiş olması gerekirse de bazı
Zervânîlerle Zerdüştlere göre Ehremen'e ve Hürmüz'e yani Şeytan ve Meleğe, Cin
ve Peri'ye şâmildir. Ve bu mânâ ile âyet, nakledilen nüzul sebebinin ikisine de
uygun olduktan başka sözün gelişinden anlaşıldığına göre, gerek Senevviyye ve
gerek teslis (üçleme) ve gerekse diğer şekillerde olsun fizik ötesi ve rûhânî
şirklerin hepsini açıkça içerir. Ve bu içeriği açıkça anlatmak içindir ki
"bir ortak olarak" değil "cinlerden ortaklar"
buyurulmuştur. Bundan başka "cinlerden ortaklar" fizikî mahiyette
fail tasavvur olunan tabiat kuvvetleri gibi, gizli ve örtülü sebeplere bağlı
felsefî ve felsefe dışı şirklerin de türlerini içerebilecektir. Zira cinnin
genel anlamında yalnız görünmeyen ve ancak bir şekile girme halinde görülebilen
kuvvetler ve soyut rûhâniyet değil, gözle görülmek şânından olmakla beraber
örtülü ve gizli bir halde bulunan büyük küçük cisimler, şahıslar ve gizli
topluluklar bile dahil olacaktır.
Hasılı Allah'ı gereğince takdir etmeyen
kâfirler ona cinleri türlü türlü ortaklar tuttular, halbuki onları Allah
yarattı. Yani cinler de Allah'ın yaratığıdır. Nitekim o müşriklerin çoğu bunu
esas itibariyle itiraf ederler. İtiraf etmeyenlerin de etmesi gerekir. Şu halde
yaratılanı yaratanına ortak ve rakib saymaya kalkışmanın ve Allah'ın izni
olmaksızın cinlerin âlemde ve insanlar üzerinde bir tesir yapabileceklerini
farzetmenin ve bu şekilde yaratanın yarattığına karşı bir âcizliğine ihtimal
vermenin büyük bir aptallık, sapıklık ve açık bir haksızlık olduğu aşikârdır.
Bu mânâya göre kelimesinin sonundaki zamir cine râcidir. Ve bunda cinlerin de
akıl sahibi olduklarına tenbih vardır. Bu zamirin cinne değil nun fâili olan
müşriklere gönderilmesi de ihtimal dahilindedir. Ve bu şekilde mânâ şu olur:
Halbuki bu müşriklerin kendilerini yaratan cinler değil Allah Teâlâ'dır. Bundan
dolayı yaratana karşı cinleri ortak saymaya kalkışmak ve onlarda Allah'ın izni
dışında bir tesir hayal etmek ne büyük küfürdür. Halbuki bir takımları,
cinleri, perileri, gizli kuvvetleri Allah'a ortaklar saydılar. Bir takımları da
Allah'a oğullar ve kızlar uydurdular. Allah hakkında doğma ve doğurma hayal
ettiler ve bu şekilde Allah'tan doğmuş erkek ve dişi ilâhlar uydurdular ve
bunları Allah'ın oğulları veya kızları diye ilâh cinsinden sayıp tanrı
edindiler, Allah'ı bunlarla, bunları putlarla temsil etmeye kalkıştılar.
"Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap müşrikleri ve Sâbieleri bu
cümleden olduğu gibi, "Hürmüz ve Ehremen Allah'ın oğullarıdır" diyen
bazı mecusîler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" diyen bazı Yahudiler,
"Mesih Allah'ın oğludur" diyen hıristiyanlar da bu cümledendir.
Yaratmada ortaya çıkma ve meydana getirmeyi kabul eden filozoflar da bunlara
benzer. Hep bunları hiçbir ilme dayalı olmayarak ve ne dediklerini bilmiyerek
uydurdular. Allah'a ortak, oğul veya kız evlat uydurmaya kalkışanlar
"ilâh" ve "oğul" dedikleri zaman ne söylediklerini bilmeyen
cahiller ve iftiracıdırlar. "İlâh ikidir veya üçtür" diye Allah'a
zatında veya sıfatında veya fiillerinde, az veya çok, denk veya aşağı, eşit
veya zıt bir ortak, bir arkadaş veya rakib sayanlar, ne dediklerini bilmez
cahiller, iftiracılar olduğu gibi; oğul veya kız çocuk isnat edenler de aynı
şekilde ne dediğini bilmeyen ortak ve aynı cins isnat etmiş cahiller ve
iftiracılardır.
Şanı yüce olan Allah kendini bunlardan tenzih
eder ve O'nun yüce zatı, bunların böyle cahilce ve iftira edercesine
vasıflandırmalarından mukaddes ve yücedir. Gerek zıtlık, gerek benzerlik ve
aynı cinstenlik şekliyle olsun, her çeşit ortaklık ve aynı şekilde aynîlik ve
aynı cinstenlikle ortaklığı gerektiren doğurmak ve doğmak gibi vasıflar haddi
zatında ilâhlık vasfına uymayan, ilâh anlayışıyla çelişkilidirler. Bunlar bir
çeşit noksan, acizlik ve ihtiyaç ifade eden sonradan olma vasıflardır. İlâhlık
gerçeği ise, her noksandan uzak ve yüce bir kemâldir. Şu halde Allah'ın zatı ve
hakikati hakkında ortaklık ve çocuk mümkün değildir. Ve bunu anlamak için başka
bir delile ihtiyaç da yoktur. Bizzat ilâh anlayışı bu imkansızlığı ispata
yeterlidir. Zira ilâh anlayışında en yüksek bir yücelik ile bir yaratıcılık ve
güzellik vasfı vardır.
101-Allah'ın ortak ve çocuğu nasıl olabilir
ki, O, bütün göklerin ve yerin, benzersiz yaratıcısıdır. Bütün ulvî ve sûflî
âlemden hiçbiri yokken, örnek olacak, aynîlik ifade edecek kanun, asıl , madde,
şekil, nümune, örnek denecek hiçbir şey mevcut değilken, ilk önce bunları
benzersiz meydana getiren ve yaratan, her türün ilk ferdini, ilk örneğini
yaratıp yoktan vücuda getiren ve böyle icat etme âdeti ve zatına mahsus fiilî
sıfatı olan ve bundan dolayı misali, eşi ve benzeri bulunmak ve tasavvur
edilmek ihtimali olmayan ve onun varlığı ve icadı olmadan bir yokun vücuda
gelmesi ve herhangi bir şeyin var olarak ayakta durması mümkün olmayan yüce
yaratıcıdır.
Bilinmektedir ki ibda, örneği geçememiş olan
bir şeyi meydana getirmek ve yapmaktır. Nisbî ibda' az çok bir örnek ile ilgili
olabilirse de, hakikî ibda hiçbir örnek ve asıl ile geçilmiş olamaz. Böyle
hiçbir örneği geçmeden icad olunan örneksiz güzel ve fevkalâde şeye ibda
edilmiş veya bedâet (güzellik)le sıfatlanmış mânâsına bedî' denildiği gibi,
bunu meydana getiren ve ibda âdeti olan mübdi (yapıcıy)e da bedî' denilir ki,
musrih mânâsında sarih, müsmi' mânâsında semî' gibi, müf'îl veya fâil mânâsında
feîldir. Ve buna bedî' denilmesinde, mübdi isminin ifade etmediği bir devam ve
sabit olmak mânâsı vardır. Ve her iki mânâ ile bedî denildiği zaman bir
örneksizlik, benzersizlik, güzellik ve fevkalâdelik anlamı vardır ki, bütün
gökler ve yer böyle bedâyi (güzellikler) ile dolu bir güzelliktir. Bununla
birlikte her ne olursa olsun icad edilmiş olan şeylere bedî denilmesi, ancak
geçmiş örneği olmamak bakımından izafî (göreli) ve nisbîdir. Bir emsalsiz şeyi
meydana getiren, benzerlerini de getirebilir. Ve birçok emsalsiz şeyler
bulunabilir. Şu halde hakiki mûcid, bedî-i mef'ûl değil, bedii fâildir. Yani
daima icad eden, hakikî mübdi (gerçek mûcid)dir. Bu nükteden dolayı
"göklerin ve yerin yaratıcısı" isim tamlamasıyla gökler ve yerin de
örneksiz yaratılmış olmasına işaret edilmiş olmakla beraber, baştan sona kadar
denk ve benzeri bulunmak ihtimali olmayan tek ve emsalsiz yaratıcının gökler ve
yer değil, onların eşsiz yaratıcısı olan Allah Teâlâ olduğu açıklanmış,
göklerin ve yerin izafî güzellikleri benzersiz yapıcının varlığını ve yaratma
sıfatını kendilerinde az çok temsil eden bir misal ve uygunluk ifade eden bir
delalet olarak değil, ancak malûlun yapıcı illetine, sonradan olanın
yapıcısına, sanatın sanatkârına delaleti gibi nisbî ve intikâlî bir iltizâmî
(benimsemeli) delalet ile delil ve alamet olarak ifade ettikleri ve Allah
denildiği zaman bütün emsalsiz yaratılmışların yaratıcısı olan tek var edicinin
anlaşılması gerektiği gösterilmiştir.
Burada şunu iyi düşünmek gerekir ki, ibdâ'ın
tarifinden anlaşıldığı üzere bediî bir eser demek gelecekteki bir örneği
değilse de, geçmiş bir örneği olmayan benzersiz bir eser demektir. O, bir
kanun, bir mukayese ile vücuda gelmez. İlk örnek onunla başlar, aynîlik,
çeşitlenme, kanun ondan sonra meydana gelir. Bununla beraber, yokluğun kendi
kendine var olması, zatı itibariyle yok olanın bizatihi var olması, yani bizzat
olma (tekevvün bizatihi) mümkün değildir, bir açık çelişkidir. Yalnız maddi
sebep, yani bilfiil yok olan, bir şeyin düşünce halinde bulunduğu bir asıl ve
kaynaktan kendi kendine fiile çıkması veya yalnız sûrî (gösterişten ibaret)
sebep, yani yok olan bir şeyin yalnız bir örnekten yine yapıcısız kendi kendine
bir şekil kazanması veya her ikisi de yeterli değildir. Düşüncede gerek
bulunsun, gerek bulunmasın, bilfiil mevcut olmayan herhangi bir şeyin var
olması, herhalde bir yapıcı sebebe, yani onu fiilen icad edecek bir mûcide
(icat ediciye) muhtaçtır. Ve ancak o zamandır ki, bizatihi tekevvün (kendi
kendine olma) çelişkisi kalkmış olur. Bir fâilin maddî veya sûrî sebebe bir şey
ilave etmesiyledir ki yeni bir varlık tasavvuru mümkün olabilir. Yoksa yine
kendi kendine olma çelişkisi ortaya çıkar. Şu halde gerçek mânâsıyla yapıcı
sebebi, yoğu var eden, vücûd yapan bir güç sahibi var demektir ki, gerek az çok
bir örneği ihtiva eden bir asıl ve maddeden çıkarma ve yapma suretiyle olsun,
gerek bununla beraber diğer bir örneği taklit etme şekliyle olsun, ikisinde de
bizzat mevcut olmayan bir şeyi bilfiil var yapmak ve bundan dolayı varlığa
yepyeni bir şey eklemek vardır. O halde maddî sebep ve görünüşten ibaret olan
sebeb (illet-i sûriyye), yapıcı sebepten ihtiyaçsız olmadığı halde, yapıcı
sebep gerçekte bunlara muhtaç değildir ve başlı başınadır. Bunun için olayların
sonradan olmasında maddî ve sûrî sebep atılabilir ve fakat yapıcı sebep
atılamaz. Ve gerçek yapıcı sebep fiilinde ne maddî sebebe, ne de görünüşten
ibaret olan sebebe, kanuna, mahkûm ve muhtaç değildir. O maddesiz veya
örneksiz, yahut hiçbiri olmaksızın da icad yapabilecek tek fâil, tek icadçıdır.
Yani tam mânâsıyla yaratıcıdır. Fiilinde madde ve şekilde muhtaç olmayan
yaratıcı fâilin eserine kendi zatından bir madde veya şekil ve örnek verdiğini
farzetmek de çelişki olur. Demek ki hakiki yaratıcı, tam yaratma ile yaptığı
ilk güzel eserini icad ederken ne kendinden bir parça ayırıp dışarı fırlatmak
gibi bir değişim yapmış, ne de kendinden bir örnek edinip kendini taklit ve
temsil etmiş olamaz. Zira değişim, maddî illetde; benzeyiş de sûrî illetde
düşünülebilir. Halbuki yaratmada bunlar yok, ancak fâil ve fiil vardır. Şu
halde yaratıcı fâile göre sebebin değişimi, ortaya çıkma, doğma, yok olma ve değişiklik
yok, ancak bâkî olma ve fiil vardır. İlk mahlûkun yaratılmasından sonradır ki,
maddî sebep ve sözde sebep düşünülebilir. Ve bunun için ilk yaratılmış eser
olan ilk mahlûk ile yaratıcı fâil arasında ne bir ortaya çıkma ve ayrılma
düşünülebilir, ne de zât ve sıfat bakımından fiilen bir ortaklık, bir
hemcinslik, bir aynîlik bulunabilir. Madde ve misal böyle yaratılan ilk mahlûk
ile başlar. Güçler, benzeyişler, kanunlar, türler, cinsler ona döndürülür. O,
benzeyen ve benzemeyen şeylerin aslı ve kaynağıdır. Değişim ve benzeyiş,
gelişme hep ondan sonradır. Ve ona eklenmiş olan her değişim, farklılık,
yenilik, tekamül de yaratıcı fâilin baştan bir yaratmasıdır ki, buna
"ol" emri denilir, eşsiz eserlere de "Allah'ın kelimesi"
denilir. Bu şekilde gerçek fâil hiçbir dengi geçmeyen yaratma fiiline göre
yaratıcı; örneği geçen ve o örneğe benzemekle beraber bir ayrılık ve farklılık
ifade eden ve cüz'î yaratmayı içermiş olan fiiline göre de yapıcıdır. Maddî
sebebi yaratması itibariyle var eden ve sözde sebebi yaratması itibariyle de
tasvir eden (ressam)dir. Hâlik (yaratıcı) ve bâri (yaratan) isimleri de
hepsinden geneldir. Yaratma (halk), var etme, icat (ibdâ) ve yapma (inşâ)dan
daha geneldir. Ve unutulmamak gerekir ki bu yapmadaki çeşitli şekillere yakın
benzerlikler hakiki fâile değil, örneği geçmiş olan ilk yaratığa benzeyiştir.
Fâilin sanatı hepsinde yaratmadır. Hatta inşâ etmedeki benzerlik de O'nun
yaratmasıdır. Hasılı küllî (tümel) veya cüz'i (tikel) bir yaratma olmadan
hiçbir şey kendi kendine yoktan vücûda gelemez. Bunun için yaratma ve yaratıcı
delilleri daima varlıkların değişik olmalarında, sonradan oluşlarında,
yeniliğinde, hasılı yaratma noktalarındadır. Varlıkların benzeyişleri içindeki
farklılık ve değişim ile cüz'î yaratılış noktaları, sırf yaratmanın ve
yaratıcının varlığının delilleri, burhan ve kudretinin alametleridir.
Varlıklara basiret gözüyle bir bakılacak olursa görülür ki, başlangıçta
yaratmaya dayanmayan hiçbir şey bulunmayacağı gibi, sonunda da cüz'î yaratmaya
dayanmayan hiçbir şey yoktur. Ve bunun içindir ki, varlıkların parçalarından
hiçbiri tasavvurî ve temessülî ilim ile tamamen bilinemez, tam ayrıntılarıyla
tarif olunamaz. Bilinirse görmekle bilinir veya bazı şekilleriyle düşünülür. Ve
bunlardan toplamındaki mutlak yaratma derhal anlaşılır ki, bu bakış, gökler ve
yer toplamına bir bakıştır. Ve bunun için burada doğrudan doğruya yalnız
yaratmayı göstermek için "göklerin ve yerin yaratıcısı" buyurulmuş,
"o ikisinde olanlar" diye içerikleri eklenmemiş, onlar daha sonra "her
şeyi yarattı" ile gösterilmiştir.
Şimdi yukarda İbrahim kıssasında zikredilen
ufûl (yıldız, Ay vb. batması) ve hudûs (sonradan olma) ve bundan önceki
âyetlerde açıklanacak halk (yaratma), ölüden diri ve diriden ölü çıkarma, ca'l
(meydana getirme, yapma) ve tahsis, inşâ (yapma), istikrar ve istidâ (emanet
bırakma), inzal (indirme) ve inbat (yerden bitirme), teşâbüh (benzeşme) ve
benzememe, ismar (meyve verme) ve ikmal (tamamlama) kavramlarından sonra, ibdâ'
(icad etme), icad eden, örneksiz olarak icad etme kavramları da iyice tasavvur
edilir ve düşünülürse, bütün gökler ve yerin icadının bir mucidi bulunduğu ve
onun bunları sırf fiil olan ve hiçbir örneği geçmeyen icadıyla icad etmiş
olduğu ve bundan dolayı o mucidin o gökler ve yerde, yani bütün âlemde hiçbir
dengi ve örneği bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan eşsiz
güzelliklerin mucidi, hakiki bir yaratıcı olduğu ve doğrudan onun icadına
dayanmayan hiçbir hadisenin mevcut olamayacağı kesin şekilde sabit olur ki işte
Allah o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Ve bunu sâbiîler, Zerdüşt
dininde olanlar, yahudi ve hıristiyanlar da teslim ve itiraf ederler. Böyleyken
tutarlar da bir de ona çocuk uydururlar. Ve düşünmezler ki, doğmak da icad
etmeye dayanan ve var etmeden sonra olan bir değişmedir. İcadın mûcidi, benzeşmeden
uzak olduğu halde, baba ve çocuk arasında bir ortaklık unsuru, zât, sıfat ve
fiillerde bir hemcinslik ve benzerlik vardır.
Ve bunun içindir ki, Allah'a çocuk isnat
edenler, o çocuğa ilâhlık da isnad eder, ilâh diye tapınırlar. Çocuk isnadı,
şirk isnadını gerektirir. Halbuki yok olanın, kendi kendine var olması imkansız
olduğu gibi, kendi kendine doğması da imkansız olduğundan babanın bir çocuk
doğurması ve ona kendisinden cevherî (asla ait) bir parça ve bir misal verip
kısmen maddî ve şekil itibariyle bir sebep olabilmesi, o babada bir değişim ve
etkilenmeyi meydana getiren mucid (icad edici) fâilin bir fiil var etmesine
dayanmaktadır ki, ilâh da o mucid fâildir. Özetle ilâh, mûcid ve yaratıcı,
benzeme ve hemcins olmaktan uzak demek olduğu halde aynı zamanda ona çocuk,
hemcinslik ve benzerlik isnat etmek bir çelişkiden başka bir şey değildir. Ve
ne dediğini bilmemektir. Şu halde göklerin ve yerin var edicisi olan böyle bir
icad etme gücüne sahip ve âlemlerin tümüne benzeme ve hemcinslikten uzak bulunan
ulu mucidin (yaratıcının) aynı ve örneği bulunabileceğini ve onun zatında bir
bölünme ve ayrılma, bir değişme, bir eksilme veya artma ve herhangi bir ihtiyaç
hasıl olabileceğini varsaymak ve benzersiz bir fâil olan mucidin herhangi bir
yaratığı meydana getirmesi için kendini parçalayarak bir çocuk çıkarmaya muhtaç
olacağı anlayışında bulunmak ne büyük çelişki ve cahillik, ne kadar açık bir
iftiradır? Doğmak ve doğurmak, ancak ibda (var etme)dan sonra, gökler ve yer
dahilinde düşünülebilir. Halbuki göklere ve yere bile çocuk isnat etmek akla
uygun değilken, onların ulu mucidine bir hemcinslik ve denklik ifade eden oğul
ve kız isnadı nasıl düşünülür ve caiz görülür? Her halde doğum ve ortaya çıkma
(sudûr) davası batıldır. İcad etmeye, doğurtma demek gerçekten bir çelişki ve
cahilliktir. O icadın mucidinin çocuğu nasıl veya nereden olur ki? Bir hanımı,
bir eşi yoktur. Halbuki çocuk için anne lazımdır. Gerçi baba olmadığı halde
yalnız bir anne ile çocuk tasavvur olunabilir. Nitekim bir anadan türeyen
-mo-nomer- birtakım canlılar vardır. İsa'da da bu inkâra aklen hak yoktur.
Fakat anasız çocuk düşünülemez, böyle bir düşünce çelişki olur. Zira çocuk
kavramında ana zorunludur. Bunun için Allah'ın bir çocuğa vâlid, yani baba
olmasını tasavvur ederken o çocuktan önce ona anne ve Allah'a hanım ve eş
olabilecek dişi bir eş tasavvur etmek gerekir. Halbuki her türlü sonradan olma
ve ihtiyaç kusurlarından uzak, göklerin ve yerin yaratıcısı olan tek celâl
sahibi Allah'ın bir eşi, bir karısı olması imkansızdır. Şu halde Allah'ın bir
ana olması imkansız olduğu gibi, doğurma yoluyla bir çocuğa baba olması da
imkansızdır. Yani ne ana olması mümkündür, ne de baba. Ve bu imkansızlık onun
noksanından, kısırlığından değil, icadın mucidi olduğundan dolayı mutlak
kemalinden ve noksansızlığındandır. O bütün gökleri ve yeri yaratmış, her
dilediği şeyi de yaratmıştır.
Göklerin ve yerin bütün içeriğini, bu arada
babaları, anaları, çocukları ve bu arada ona baba ve ortak olduğu iddia
edilenlerin hepsini ve İsa'nın yaratılışı, onlardan ortaya çıkan yaratıkların
da hepsini O yaratmıştır. Basit maddeler de O'nun mahlûku, bileşikler de O'nun
mahlukudur. Madde de O'nun mahlûku, sûret (şekil) de O'nun mahlukudur. Cisimler
de O'nun mahluku, ruhlar da O'nun mahlukudur. Hissedilenler de O'nun mahlûku,
düşünceler de O'nun mahlukudur. Görünen âlem de O'nun mahluku, görünmeyen âlem de
O'nun mahlukudur. Hayır yapanlar da O'nun mahlûku, şer işleyenler de O'nun
mahlukudur. Cinler de O'nun mahluku, insanlar da O'nun mahlukudur. Hasılı
kendisinden başka bugüne kadar vücûde gelen bütün mâsivâ (Allah'dan başka her
şey) O'nun icadı ve yaratmasıdır. O ancak kendisini yaratmamıştır. Çünkü
kendisi ezelî ve ebedî olarak vâcibü'l-vücûd (varlığı zatının gereği), diri ve
kayyûm (herşeyi tutup koruyan)dır. Bir de ortak yaratmamıştır. Çünkü O'nun
ortağının bulunması imkansızdır. Yaratılanın, ezelî yaratıcıya ortak olması da
mümkün değildir; kendisi için bir sonuçsuzluk, bir eksiklik değil, mutlak
kemâldir. Varlık ve kudret açısından böyle olduğu gibi, O, herşeyi de bilendir.
Ondan hiçbir şeyin gizlenmesine de imkân yoktur. "Her şeyi yarattı" ifadesinden
sonra zamir ile "O, onu bilendir" buyurulmayıp da "Her şeyi
bilendir" diye "şey" kelimesinin nekre (belirsiz) olarak izhar
edilmesi, bu iki şeyin şümul ve faydalanmada farklı olduklarına işaret eder.
Çünkü "Her şeyi yarattı" da "şey"den Allah'ın kendisi aklen
müstesnâdır. "Her şeyi bilendir" de ise müstesna değildir. Yani
Allah, hem kendini, hem kendinin dışındakileri, herşeyi tamamiyle ve aynıyle
bilir. Onun ilmi, şekillenme, örneğe bağlanma ve bir şekle girme suretiyle
değil, aynî ve ihata edicidir. Ve hatta her şeyin aynı ve kendisi Allah'ın
ilmindedir. Onun için yaratma ve icad etmeye gücü yeten ancak O'dur. Halbuki
O'nun dışındakiler, O'nun gibi her şeyi bilmez. Şu halde var olma ve gücü yetme
bakımından hiçbir şey Allah'a denk olamayacağı gibi, ilim itibarıyla de
öyledir. Ne göklerde ve yerde, ne de parça ve bölümlerinde, ne cisimlerde, ne
ruhlarda; ne meleklerde, ne şeytanda, ne insanda; ne açıkta, ne kapalıda,
kısaca bütün kâinatta Allah'a ne bir denk, ne de hemcins veya ortak yoktur. Ve
olması ihtimali de yoktur. Allah'a ortak tasavvuru, bilgisizlik ve çelişkiden
ibaret ve mümkün olmayanı tasavvurdan başka bir şey değildir. Çocuk tasavvuru
da şirk tasavvurundan ortaya çıkmıştır.
Ey bunları işitenler:
Meâl-i Şerifi
102- İşte Rabbiniz Allah bu! O'ndan başka ilâh
yoktur; O, her şeyin yaratanıdır. O'na kulluk edin, O her şeye vekildir.
103- Gözler onu göremez, O ise bütün gözleri
görür; O, lütuf sahibidir, her şeyden haberlidir.
104- Muhakkak size Rabbinizden basiretler
(kalb gözleri) geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük
ederse zararı kendisinedir. Ben sizin bekçiniz değilim!
105- İşte böylece âyetleri türlü türlü çevirip
açıklıyoruz ki, onlar sana: "Sen bunları bir yerlerden okuyup
öğrenmişsin" desinler ve bilen bir toplum için de onu iyice beyan edelim.
106- Rabbinden sana vahyedilene uy. O'ndan
başka ilâh yoktur. Ortak koşanlardan da yüz çevir.
107- Allah dileseydi, ortak koşmazlardı. Biz,
seni onlar üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin!
102- İşte odur ki, yani şu anılan sıfatın
mevsûf (sıfatlanan)ı, göklerin ve yerin icad edeni, eşden, çocuktan uzak, her
şeyi yaratan, herşeyi bilen en mukaddes ve ulu zattır ki, O da Allah'tır. Zâtı
ve sıfatı bakımından ibadete layık hak bir ilâhtır. "Allah" denince
ancak onu anlamalıdır. Rabbınızdır; sahibiniz, terbiyeciniz, veli nimetinizdir.
"Rab" denince de ancak O'nu anlamalıdır. Başka ilâh yok, ancak O
vardır. Başkasının mabud olmaya, ibadet ve kulluk edilmeye hakkı yoktur. Bu
hak, ancak O'nundur. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Bunu tekrar
sanmamalıdır. Zira birinci "her şeyin yaratılması", geçmişe ait, bu
ise geleceğe bakmaktadır. Yani bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu
gibi, bundan böyle gelecekte de herşeyin yaratıcısı O'dur. İlâhlık, mabudluk da
yoktan varedicinin yaratıcının hakkıdır. Şu halde siz de ancak O'nu mabud
tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk ediniz de ondan başkasına tapmakla kendinizi
düşürmeyiniz. O, bütün bu sıfat ile beraber her şey üzerine ve herşeye karşı
vekildir de. Her hususta ve her şeye karşı O'na dayanılır ve tevekkül olunur ve
her iş O'nun tasarruf ve idaresine teslim edilir. Yani bütün yaratıklardan her
birinin de Allah'ın yaratmasıyla asil olduğu bir hakkı vardır. Ve bu şekilde
bir sebepler âlemi ve insanın o sebepler ile ilgisi de vardır ki, Allah onların
hepsini hak ve adaletle yaratmıştır Ve insanın, hem yaratıcısının, hem
kendisinin ve hem onların hakkını teslim etmesi gerekir. Bununla beraber
insanın hakkı bu sebeplerden hiçbirine kesinlikle mahkum olmamasıdır. Sebeplere
hâkim olamayan ve onlara tapma mevkiinde bulunan insanlar her şeyden ve o
ölçüde Hak'tan ve yaratıcıdan uzaktır. Çünkü sebepler bir kaç şeyden ibaret
değil, sayılamayacak kadardır. Bunların hepsine boyun eğmekle ne onların hakkı
verilir, ne insanın, ne de yaratıcının. Zira hiçbir şey, hatta insan ve
melekten resul (elçi)ler de yaratıcının yerini tutacak vekil olamaz. Fakat
yaratıcı hepsinin üzerinde Rab ve malik olduğu gibi, her şeye karşı vekildir
de. O, her şeye karşı, her şeyin hakkını müdafaa eder ve hakkı yerine getirir,
işleri ve menfaatları düzeltir ve tanzim eder. Hem kendi adına aslî velayet,
hem yaratıkları adına vekillik velayetini toplayan, her hususta emîn ve mutemed
olan bir yöneticidir. Bunun için özellikle O'na kullukla, O'nun haklarına ve
emirlerine uymakla her şeyin hakkı yerine getirilir. Ve O'na dayanmak ve teslim
olmak, O'ndan yardım istemek, ve emir almakla kendisinden başka herhangi bir
şeyin, herhangi bir sebebin hükmüne galebe olunup her ihtiyaç bitirilebilir. Şu
halde eğri ve çıkmaz yolları bırakıp da tevhid ve ihlâs ile doğrudan doğruya
bir Allah'a kulluk etmek yalnız bir hak ve vazife değil, aynı zamanda Allah'tan
başkasına karşı mağlub olması ihtimali olmayan bir dayanma noktasından sonsuz
bir kuvvet ve yaratılmışı yaratana yaklaştıran çok yüksek bir şeref ve
hürriyet, ebedî bir saadet feyzi kazanmaktır. "Sadece Allah taraftarları
kurtuluşa ermişlerdir" (Mücâdele, 58/22), "Muhakkak ki, Allah
tarafları üstün geleceklerdir" (Mâide, 5/56) neticesine ermektir.
"Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım bekleriz" (Fâtiha,
1/5) anlaşması bu, doğru yol budur. Ve bundan dolayı hiçbir şeye değil, ancak
Allah'a dayanarak yalnız Allah'a ibadet ve kulluk ediniz, bütün ümit ve
sevginizi ve bütün korku ve haşyetinizi ona bağlayarak ve her işinizi ona
ısmarlayarak, bütün istek ve seçimlerinizi onun emirleri ve irşadlarına
bağlayarak hareket ediniz. Ona samimi ibadetle dünya ve ahirete ait
ihtiyaçlarınızın yerine getirilmesine çalışınız. O'nun yaratması ve emri,
yardım ve izni olmadan ne insanlar, ne cinler hiçbiri bir iş göremez.
103-Gerçi O'nu bütün gözler anlayamaz ve hatta
kendinden başka hiçbir göz O'nu kavrayıp ihata edemez ve fakat O, gözlerin
hepsini idrak ve ihata eder, görür, bilir. Gözler kendini anlayamazken, onları
anlayan, anlatan, gören, gösteren, gerçeği bilen ancak O'dur. Burada dış idrak
meselesine de dikkat çekilmiştir. Bir canlının kendi dışındaki görülenleri
görebilmesi ve anlaşılanları anlaması için, öyle bir şaşırtıcı iş ve öyle bir
şerefli durumdur ki, akıl bunun en derin noktasını anlayamaz. Bütün hakimler ve
filozoflar bunu izah etmekten âcizdirler. Mesela gözümle karşımda bir minare
görüyorum, ne gözüm minareye kadar gitmiş ve ne minare gelip gözüme girmiştir.
Bununla beraber benim gördüğüm, yalnız o minareden yansıyan ışığın içerdiği ve
küçücük gözüme bastığı hurda minare resminden ibaret de değildir. Ben,
gözümdeki minare resmini değil, uzaktaki büyük minarenin kendisini görüyorum ve
gözümü yumduğum zaman da onu bende değil, olduğu yerde idrak ediyorum. Hatta
dikkat edilirse görme aracı kabul edilen ışık bile bana, benim gözüme kavuşması
anında ışık oluyor ve o zaman parlıyor ve görme dediğin olay da o zaman meydana
geliyor. Ve o anda ben, yerindeki minareyi algılıyorum. Bu nasıl olabiliyor?
İşte bu dış idrak işinin sır ve mahiyeti akılların, idrak ve kavrayışının
dışındadır. Bütün fen ilimleri, felsefeler, bunu ihata edebilmekten uzak kalmış
ve filozoflar bu noktada ya şaşkınlık veya safsatadan başka bir şey
yapamamıştır. Bununla beraber bu, vaki olan bir iştir. Ve benim minareyi
gördüğüm bir gerçektir. Allah Teâlâ bunu yapmış ve yapmaktadır. Ve akılların
algılayamadığı bu gerçeğin en derin noktasını ve mahiyetini idrak ve ihata eden
de ancak O'dur. Gözler onu idrak ve ihata edemezken, O gözleri idrak ve ihata
eder ve aynı gerçek bütün idrak edilen şeylerde böyledir. Ve O lutuf sahibi ve
her şeyden haberdardır. Ve lutuf sahibi ve her şeyden haberdar olan ancak odur.
İdrakin nuru gibi her lutuf O'nundur. Her şeyi bilen, her doğru haberi veren
ancak odur. Bundan dolayı hem O'nu dürbünlerle, teleskoplarla aramaya
kalkmamalı, hem de gözler görmüyor diye, gözlerden, gönüllerden uzak,
ihtiyaçlardan, dileklerden, doğru doğru haberdar olmaz sanıp da O'ndan
dönmemeli, eğri yollara sapmamalıdır. O lutuf sahibi ve her şeyden haberdar
olan en görmeyen gözleri görür, en gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden,
gönüllerin hiç kimselere açılamayan sırlarından ve eğilimlerinden haberdardır.
O, onlara kendilerinden yakındır. O'na ibadet etmek ve işleri ısmarlamak için
şart, O'nu görmek değil, O'nun görmesi, lutuf sahibi ve her şeyden haberdar
olması ve O'na ihlas ve tevhid ile zât ve sıfatlarına, fiilerine ve lutuflarına
iman edilmesidir.
104- Şimdi ey Hak Mabud'dan dönüp Hak resulü
yalanlayanlar, muhakkak size Rabbinizden basiretler -kalb gözüyle görülecek
uyarıcılar, şahitler- geldi. Göze göre basar (görme) ne ise, kalbe göre basiret
de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görücü kuvvet denilen görme nûruna
göz (görme duyusu) denildiği gibi; kalbin görmesine sebep olan ve dilimizde
kalb gözü de denilen algılayıcı kuvvete ve özellikle bunun zekâ, anlayış ve
firaset denilen, görünür ve görünmez bir işe dikkat ve nüfuz ile, gereği gibi
idrak eder bir derecede açık ve parlak olması haline "basiret"
denilir ki, bir ilâhî nurdur. Aynı şekilde baş gözüyle hasıl olan ve görmek
denilen tam ve kâmil anlayışa "basar" denildiği gibi, kalb gözüyle
hasıl olan tam ve kâmil idrake, gerçek ve şüphesiz bilgiye de
"basiret" denir. Bundan başka basiret, delil, hüccet ve burhana,
şahide, dikkat ve iman ile ibret alınacak hidayet sebeplerine de söylenir.
Çünkü bunlar, idrak gücünü kuvvetlendirir, basiret ve idrake sebep olur. Ve bu
mânâca basiret, önceki mânâları da içine alır. Çünkü basiretin kendisi de en
büyük delil, en büyük şahid ve beyyine, en büyük ibret dayanağıdır ve onsuz
hiçbir şey idrak olunamaz. Burada da basiretler, ya birinci mânâya veyahut onu
da içine alan bu üçüncü mânâya olarak Kur'ân ve özellikle yukarda vâsid olan
açık âyetlerdir. Görülüyor ki, bu âyetler basar (görme) ve basirete dikkat
nazarını çekerek, genel bir şekilde, doğrudan doğruya hakkı bilmeye ulaşmanın
idrak ile olacağını göstermiştir. Bu âyet ile işaret olunuyor ki, müşriklerde
basiret fiili yoksa da, idrak gücü Allah tarafından bütün beşer yaratılışına
verilmiştir. Ve sonra Muhammed (s.a.v)'in kalbine vahyedilen açık âyetler ile
de bütün o idrakleri kuvvetlendirecek ve ikinci mânâ ile bizzat basîret ve tam
idraki oluşturabilecek olan ilâhî deliller tebliğ edilmiştir. Ve şu halde
herkesin bu basiret nurlarına karşı kalb gözlerini yummayıp kendindeki idrak
gücüne bakması ve bu şekilde basîretlerden istifade ederek bilfiil basîrete ve
gerçek bilgiye erme görevini seçmesi kalmıştır. Şu halde her kim kalb gözüyle
bakar, Rabbinden gelen bu delilleri basiret ile hakkı görmek ister de iman
ederse bu kendi lehinedir, kendi menfaatinedir. Ve her kim körlük eder, kalb
gözünü yumar, kör olursa, bu körlük ve nankörlük de kendi aleyhinedir, kendi
zararınadır. "Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat sînelerdeki kalbler
kör olur" (Hacc, 22/46) âyetinin delaleti üzere asıl körlük göz körlüğü
değil, kalb körlüğüdür ki, bundaki zararın sınırı ve sonu yoktur. Ey kalb gözü
kör olanlar! Bu takdirde ben de sizin üzerinize bir koruyucu değilimdir. Yani
Allah, verdiği idrake, gönderdiği delillere körlük eden sizin gibi nankör
kâfirlerin, müşriklerin ihtiyarî fiillerinde koruyucusu ve himayecisi değildir,
tersine karşısındadır. Yakında geleceği üzere gözlerini ve kalblerini çevirir.
Körlük ve sapıklık yaratır, kendilerini körükörüne taşkınlıklara, karanlıklara
bırakır ve bundan koruyacak ve karanlıklardan nûra çıkaracak diğer bir dost
koruyucu da mümkün değildir. Körü körüne rastgelene sarılırsanız, onlar da sizi
tutar, karanlıktan karanlığa, zarardan zarara, sürüklerler. Kısaca her şeyin
koruyucusu ve yaratıcıların en hayırlısı olan Allah, "İman edenlerin dostu
olup, onları karanlıklardan nûra çıkarır". (Bakara, 2/257) Müşriklerden
uzak ve kâfirlerin düşmanıdır. Çünkü bunlar ,Allah'ın koruma ve himaye için
verdiği ve gösterdiği basiretlere körlük etmiş, Allah'ın muhafaza ve korumasına
tenezzül etmemiş ve çekinmişlerdir. Ve bu hususta sorumluluk kendilerine
aittir. Görülüyor ki, burada ibsar (bakmak) ve âmâ (kör olmak) fiilleri kullara
isnad edilmek ve bunlardan birini tercih ve seçmekle koruma görevinin kula ait
olduğu anlatılarak, yaratanı birleme meselesine karşı kuruntuya düşülebilecek
olan bir cebr (zorlama) sorusunun halliyle büyük bir uyarma vardır. Basiret
körlüğü eden kimselere kendi "ene"si, yani benliği, bizzat muhafız
olmadığı gibi, yüce yaratıcı da onlara hafîz (koruyucu) şerefli ismiyle muamele
etmez.
Ve işte bizim anladığımıza göre Allah
Teâlâ'nın gönderdiği basiretlere körlük ve hakkına nankörlük eden kâfirlere,
müşriklere karşı "Kim körlük ederse ben size bekçi değilim."
buyurması bu mânâ iledir. Ve âyette "Sizin Rabbiniz" (üçüncü
sahıştan) mütekellimine (birinci şahsa) iltifat (dönüş) vardır. Burada
tefsirciler "hafîz" (koruyucu) şerefli ismini ceza veya mükafat
vermek üzere amelleri kontrol ve muhafaza eden "rakîb" mânâsıyla
tefsir ettiklerinden dolayı, bu âyet Peygamber'in lisanı üzere varid olmuştur,
diyorlar. Ve bunu: "Ey Muhammed! De ki, sizin üzerinize koruyucu, yani
amellerinizi, kontrol ve koruyarak azarlayacak olan rakîb (kontrolcü) ben
değilim, Allah'tır, ben ancak bir elçiyim" meâlinde tefsir ediyorlar.
Fakat biz bu yorumu pek de uygun bulmuyoruz.
105- Ve işte biz böyle âyetleri türlü türlü
çevirip açıklarız. Gerçek vecihleri ve çeşitli şekilleriyle ifade eder
i'cazkâr, güzel bir nizam ile halden hale devam ettirir, şekilden şekle
koyarız. Bir taraftan nurlar saçar, gözlerden geçirir, basiretler açarız; diğer
yönden bunları layık olmayan gözlere göstermez, basiretleri bağlar, körlük ve
karanlıklar içinde bırakırız. Bu tasrif ve tasarrufu şu sonuç ve hikmet için
yaparız ki sen ders görmüşsün, çok okumuşsun (yani bu, âyetler ve Kur'ân tahsil
etmeye ve incelemeye dayanan birçok ilimler ve bilgiler ile ilgilidirler. Bir
ümmî okuma yazma bilmeyen bunları bilemez ve bunlar vahyile de olmaz. Demek ki
sen kimsenin haberi olmadan gizlice ders almışsın) desinler. İbnü Kesir ve Ebu
Amr kırâetlerine göre müdârese etmişsin, yani kitap ehli, okumuş birtakım
kimselerle müzakere etmişsin, bu bilgileri o şekilde ediniyorsun ve
söylediklerini vahyile değil, o müzakere ile söylüyorsun desinler. İbnü Âmir
kırâetine göre okunması halinde, bunlar, yani senin okuduğun şeyler zamanı
geçmiş, bugün için hükmü kalmamış eski şeyler desinler. Hasılı bunlardan birini
söyleyerek, hem Kur'ân'ın önemini ve senin bir ilm-i ledünnîy (Allah bilgisi ve
sırları ilmin)e ermiş olmanı gizli kapaklı itiraf, hem de vahy ve peygamberliği
inkâr ile küfür ile Allah'a ortak koşmada ısrar etsinler. Buna karşılık biz de
bu âyetlerin mânâsını bilecek olanlara, ilim şanından bulunanlara beyan edelim
ve açıklıyalım:
106-107-Ey Muhammed! Sen Rabb'inden sana
vahyedilene uy. O'ndan başka ilâh yok, O'na bak, ve müşriklerden yüz çevir, ne
derlerse desinler bakma. Allah dileseydi onlar da müşrik olmazlardı, imanı
isteklerine bırakmaz, ortak koşmaktan korur, zorla mümin yapardı. Mademki
müşriktirler, demek ki Allah imanlarını dilememiş ve onları şirkten ve şirkin
gereklerinden korumamıştır. Biz seni onların üzerine bekçi de tayin etmedik. Şu
halde ne onları ortak koşmaktan, ne başlarına gelecek felaketten
koruyabilirsin, ne de bundan dolayı sorumlu olursun. Ve sen onlar üzerine vekil
de değilsin. Onlar tarafından vekil değilsin ki, iyilik veya kötülüklerine,
işleri idare etmek için onlara bakasın. Allah'ın vekili de değilsin ki,
şirklerinden dolayı üzerlerine çullanıp Allah'ın onlara yapacağı azarlama ve
cezayı veya düzeltmeleri yapmak yetkisini taşıyasın. Kısaca sen ancak Allah'ın
emirlerini ve hükümlerini tebliğ ve haber vermekle yükümlü bir elçisin. Bunun
için Rabb'ından sana ne vahyedilirse ona uy ve Allah'a ortak koşanlara bakma.
Ey inananlar!
Meâl-i Serifi
108- Onların Allah'tan başka yalvardıklarına
sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler. Biz, her
ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O,
onlara ne yaptıklarını haber verir.
108- Ey müminler, Allah'tan başkasına
yalvaranlara, tapanlara sövüp de cahillikle atılarak Allah'a sövmelerine sebep
olmayın. Yani onlara taptıkları, kendilerince hürmet ettikleri şeyleri
karıştırarak mesela "kahrolsun taptığınız" veya "dini şöyle
böyle" gibi bir sövme ve küfretmekle hitap ederek söğerseniz,
vicdanlarına, hissiyatlarına basmış olursunuz. Onlar da kızarak ve
bilgisizliklerinden dolayı ayniyle karşılık verdikleri zannında bulunarak,
"biz de sizinkine" diye, sizin söylediklerinizi iade eder ve bunun
ona denk olmadığını bilmezler ve bu şekilde hak sınırını aşarak Allah'a sövmüş
olurlar. Ve siz bu küfretmeye sebep olmuş olursunuz. Şu halde siz onların
küfürlerine, şirklerine söveceğiz diye böyle küfretmeye sebep olmayın. Küfretme
ve sövme, genelde ahlâka uygun bir şey olmadığı gibi, aslı itibariyle batılı,
küfrü hakir görmek ve değersiz göstermek gibi meşrû ve güzel sayılmış da olsa,
böyle küfretmeye ve küfrün artmasına sebep olacak olan sövme ve küfretmeye
sebeb olmak sûretiyle bir küfür demektir. Bundan dolayıdır ki, Fıkıh
kitaplarında, her kim olursa olsun, dinine küfretmek elfâz-ı küfür (küfür
lafızların)den sayılmıştır.
Hasılı, herhangi bir milletin, ne kadar batıl
olursa olsun mukaddes saydıkları şeylere sövmekten sakınmalıdır. Biz, böyle her
ümmete amelini süslemişizdir. Kimisinin iyiliğine başarı, kimisinin kötülüğüne
alçaltma olmak üzere her birine çeşitli duygular, karekterler, zevkler,
telakkiler vererek yaptıklarını hoş göstermişizdir. İşin aslı hayır olsun, şer
olsun, küfür olsun, iman olsun, taat olsun, isyan olsun, hepsi, yaptıklarını
beğenerek, güzel kabul ederek yaparlar. Ve sevdiklerini müdafaa etmek için
heyecanlara düşerler. Hoşlanıp hoşlanmamak gibi duygular isteğe bağlı değil
zorlamakladır. Gerçek ve hayrın yolu, sırf zevk ve duygularda değil, yukarda
açıklandığı üzere basiretlerdedir. Basireti bırakıp da yalnız zevk, süs ve
duyguların arkasından gidenler, birçok kötü şeyleri iyi kabul ederek yapmaya
mecbur olurlar. Allah, onları yanlış telakkilerinden korumaz, tersine
kendilerine iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterir. Hepsi yaptığını kendi lehine iyi
yapıyorum diyerek yapar. Fakat yalnız onların değer yargılarıyla ve özellikle
Allah'ın rızasını gözetmeyip yalnız süse, zevke uyan telakkileriyle ve yalnız
kendi hoşlanmalarına dayanan amelleriyle iş bitmez. Sonra dönüşleri,
müracaatları, hepsinin Rabb'ı, işin sahibi olan Allah Teâlâ'da biter. O süsün
ilk neşesi geçer, nöbet sonuna, neticelerine gelir. O ilk oluşun bir son oluşu,
öldükten sonra bir dirilmesi ve o zaman âlemlerin Rabbi'nin huzurunda bir
dikilmesi vardır. O zaman âlemlerin Rabb'i onların önce yaptıkları amellerinin
ne olduğunu kendilerine derhal haber verir. O günde süslü görüp beğenerek
yapmayı âdet haline getirdikleri işlerin süslü mü, süssüz mü, acı mı, tatlı mı,
güzel mi, çirkin mi, ne olduğunu sonunda anlarlar.
Şimdi müşriklerin bazı işlerini haber vermek
ve Allah'ın, işlerin dönüş yeri olduğunu açıklamak sûretiyle buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
109- Müşrikler, kendilerine bir mucize gelirse
ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler.
De ki: "Mucizeler ancak Allah katındadır". Onlara mucizeler
geldiğinde de iman etmeyeceklerini siz nerden bileceksiniz?
110- Biz onların kalblerini ve gözlerini
çeviririz de, onlar, ilkin iman etmedikleri gibi, gene de iman etmezler. Biz de
onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın bırakırız.
109-110- Müşrikler güçlerinin yettiği en
kuvvetli yeminlerle Allah'a yemin de ettiler ki, herhalde kendilerine bir âyet,
istedikleri bir mucize gelse (bu cümleden olarak Safa tepesi altın olsa)
muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet edildiğine göre bazı müminler
de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri âyetin inmesiyle iman edecekleri
ümidine düştüler. Ey Muhammed De ki: Âyetler ancak Allah'ın katındadır. Yani
onlara gücü yetecek olan ancak O'dur. Dilediğini açıklar, dilediğini açıklamaz,
hiçbiri benim kudret ve isteğimle değildir. Siz bilmezsiniz ki, O istedikleri
âyet geldiği zaman da iman etmezler. Ve biz onların gönüllerini ve gözlerini
çeviririz. Gönülleri bir tarafa, gözleri başka tarafa döner, hayret ve tereddüt
içinde kalırlar. İlk defa iman etmedikleri gibi, yine hakkı anlamaz, âyeti
görmezler, iman etmezler. Ve kendilerini basiretsizlikleri ile tuğyanları
içinde bırakırız, körü körüne yuvarlanır giderler. Yani ilk önceki
imansızlıkları, iman sebebi olacak mucizeler olmadığından değil, inat ve
azgınlıklarından ve hak, doğru âyetleri görmemezlik ettiklerinden dolayıdır. Ve
bundan dolayı Allah onları küfür azgınlıklarına bırakmaya takdir etmiştir.
Allah onları bu taşkınlıktan korumayacak, müminlere verdiği hidayeti ve iman
yardımını vermeyecek, körlüklerinde bırakacak, bastıracak, "Kim körlük
ederse, ben sizin üzerinize bir bekçi değilim" sırrı tamamen ortaya çıkacaktır.
Onun için bir âyet değil:
Meâl-i Şerifi
111- Eğer biz onlara melekleri indirseydik,
ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik,
Allah'ın diledikleri hariç, yine de inanacak değillerdi, fakat çokları bunu
bilmezler.
111- Hatta biz onlara bütün melekleri indirmiş
olsak. "Bize melekler indirilmeli değil miydi?" (Furkan, 25/21),
"Bize melekleri getirmeliydin" (Hicr, 15/7) diye istedikleri mucizeyi
göndersek, Ve ölüler kendilerine söylese, "Babalarımızı diriltip getiriniz
de şahitlik etsinler" (Duhân, 44/36) diye istedikleri mucize de yapılsa,
ve üzerlerine her şeyi kefil olarak toplasaydık da, "Allah'ı ve bütün
melekleri kefil olarak getir" (İsrâ, 17/92) diye istedikleri mucizeyi de
göstersek, Allah dilemedikçe hiçbir zaman iman etmeleri ihtimali yoktur. Ve
bundan dolayı onlara âyet indirmek boşunadır. Ve fakat pekçoğu bilmezler. Her
türlü mucize gelse Allah dilemeyince hiçbir şey yapamayacaklarını bilmezler de,
sadece kendilerine güvenir, azgınlık ve inatlarında kalmak için öyle yalan yere
yemin ederler. Bunun için sen onlara bakma ve imanlarına ümit edip, istedikleri
mucizeyi istemeye kalkma da, "Mucizeler, Allah katındadır" (En'âm,
6/109) de, Allah'a bırak!
Meâl-i Şerifi
112- Biz böylece, her peygambere insan ve cin
şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar birbirini aldatmak için süslü sözlerle
vesvese verirler.
Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık
onları iftiraları ile başbaşa bırak.
113- Bir de ahirete iman etmeyenlerin kalbleri,
o yaldızlı söze kansın, ondan hoşlansın ve işledikleri suçları işlemeye devam
etsinler diye böyle yaparlar.
114- Allah, size Kitab'ı (Kur'ân'ı) açıklanmış
olarak indirdiği halde, ondan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap
verdiklerimiz, o Kur'ân'ın, gerçekten Rabbin katından hak olarak indirilmiş
olduğunu bilirler. O halde sakın şüphe edenlerden olma.
115- Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de
adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O,
işitendir, bilendir.
116- Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna
uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a
uyarlar ve saçmalarlar.
117- Şüphesiz ki Rabbin, yolundan kimlerin
saptığını çok iyi bilir. O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.
112-113-Ey Muhammed! Böyle, yani her ümmete
amellerini süslediğimiz gibi, yahut sana onları düşman kıldığımız gibi her
peygambere de insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Sevgi ve ülfeti veren
Allah olduğu gibi, düşmanlık ve nefreti veren, dostu dost, düşmanı düşman yapan
da Allah'tır. Ve düşmanı bulunmak, peygamberler arasında yalnız sana özgü
değil, hepsinde cereyan eden bir kuraldır. İnsan ve cin şeytanları her
peygambere düşman olagelmiştir. "İnsan ve cin şeytanları"
tamlamasının, "beyaniyye" veya "lamiyye" olması hakkında
iki görüş vardır: Beyaniyye olduğuna göre, "insandan olan şeytanlar ve
cinden olan şeytanlar" demek olur. Ve şeytanların bir kısmının insan
cinsinden, bir kısmının da cin cinsinden olduğu anlaşılır. Lamiyye olduğuna
göre de "insanlara mahsus", yani insanlara musallat, insan aldatmaya
mahsus şeytanlar; "cinne mahsus", cinnîleri aldatmaya mahsus
şeytanlar demek olur. Ve bu şekilde şeytanın, ne insan, ne cin değil, üçüncü
bir cins olduğu ve fakat bir kısmını insana, bir kısmı da cinne musallat olmak
üzere iki çeşidi bulunduğu anlaşılır. İkrime, Dahhâk, Süddî, Kelbî gibi bazı
tefsirciler izâfetin lamiyye olması ve başkalık ifade etmesi asıl olduğundan
dolayı, şeytanların insan ve cinden başka bir cins ve hepsinin İblis'in
çocukları olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat İbnü Abbas'dan Ata, Mücâhid, Hasen
ve Katâde beyaniyye izâfeti tercih ederek demişlerdir ki, şeytan, insan ve
cinden herhangi bir isyancı ve inatçıdır. Yani gerek insan ve gerek cinden
olsun serkeş, kibirli, fitneci, inatçı, ele avuca sığmaz, kaypak, yola gelmez
olanların hepsine şeytan denilir. (Bakara sûresi 14.âyetin tefsirine bkz.) Adı
geçenler demişlerdir ki, cinden de şeytanlar vardır, insanlardan da şeytanlar
vardır. Ve cinden olan şeytan mümini aldatmaktan aciz kalınca inatçı bir
insana, yani bir insan şeytanına gider ve mümini aldatmaya teşvik eder. Ve
böyle insanlardan şeytanlar bulunduğuna şunu delil göstermişlerdir: "Hz.
Peygamber (s.a.v.) Ebu Zer (r.a)'e: 'Cin ve insan şeytanlarından Allah'a
sığındın mı?' buyurmuştu. Ebu Zer: 'İnsanın da şeytanları var mıdır?' dedi.
'Evet onlar, cin şeytanlarından daha şerlidir' buyurdu."
İşte birçok tefsirciler, bu âyette bu mânâyı
tercih etmişlerdir. Çünkü âyetin gelişi, kâfirlerin düşmanlık ve düşüklüklerine
karşı Resulullah'a teselli verme hakkındadır. Şu halde insan şeytanları, göze
görünür şeytan insanlar; cin şeytanları da göze görünmez, bakışlardan gizli
şeytanlar demek olur. Bilinmektedir ki ins, insan türü, beşer, âdemoğlu
demektir. Tekilinde "insî" denilir. Ve buna karşı olan cin de
alışılmamış, gizli, rûhânî bir yaratık demek olur ki, bunun tekiline de
"cinnî" denilir Ve iki sayfa önce açıklandığı üzere cin biri daha
genel, biri daha özel olmak üzere iki mânâ ile tefsir edilmiştir Fîruzâbâdî
"Besâir" inde bunu şöyle özetleyerek demiştir ki: Cin hakkında iki
türlü görüş vardır:
Birincisi: Cin mutlaka duyuların hepsinden
gizlenmiş olan rûhânîlere denilir ki, insan karşılığıdır. Bu şekilde melekler
ve şeytanlar cinin içine dahil olur. Şu halde melekler ile cin arasında mutlak
umum ve hususluk vardır. Her melek cindir, her cin melek değildir.
İkincisi: Cin, rûhânîlerin bir kısmına
denilir. Çünkü rûhânîler üç kısımdır:
1- Hayırlılardır ki, meleklerdir.
2- Şerlilerdir ki, şeytanlardır.
3- Hayırlıları da şerlileri de içine alan
ortadakilerdir ki, özel mânâsıyla cin taifesidir.
Demek olur ki, burada cin, insan karşılığı
zikredildiği "Kâfirler, cinleri Allah'a ortaklar yaptılar" (En'âm,
6/100),
"Cinlerden olan İblis ise Rabb'inin
emrinden çıkmıştı" (Kehf, 18/50) âyetlerinde olduğu gibi genel mânâya sarf
edilmiştir. "Cin şeytanları" izâfet-i beyâniyyesiyle de melekler ve
diğer hayırlı cinler, çıkarılmıştır. "Kamus"ta anıldığı üzere
"ins", bir insanın özellikle hissettiği hâlis dost ve ahbablarına da
denir ki, "enîs" (dost) demek gibidir. Beşer türüne insan ve ins
denilmesi de işte bu karşılıklı anlaşma mânâsı itibariyle bir insanın veya bir
kısım insanların arkadaşlıklarından kayıp ve bakışlardan gizli bulunan
yabancıları ve perde arkasında hareket edenleri de "ins" karşıtı olan
"cin" kavramına sokmak gerekecektir. Bu şekilde genel anlamıyla cin,
yukarda geçtiği üzere üç çeşit rûhânîler ile beraber beşer türünden bir kısmını
da içine almış bulunur. Ve bu beşer kısmı, diğerine göre cinnin özel mânâsı ve
özel mânâsıyla insin en yakını karşıtı demek olur. Gerçi seleften, cinnin bu
mânâsı açıkça nakledilmiş değilse de, meşhur olduğu üzere ins ve cinnin
toplamına (sekaleyn) denilmesi bu konuda açık gibidir. Çünkü bu en azından bazı
cinlerin de insan gibi ağırlığa haiz olduğuna işaret eder. Halbuki rûhânîler,
gerek soyutlar ve gerek ecsâm-ı lâtife (latif cisimler) diye tarif edilsin, her
iki değerlendirme de maddîler karşıtı olduklarından bilinen mânâsıyla ağırlık
kavramından hariçtirler .Ve bundan dolayı (insanlar ve cinler) her halde ruh ve
akıl sahibi olan ve yoğun maddeyi içeren, biri anlaşma dairesinde anlaşılan ve
açık; biri de anlaşma dairesinden gizli ve örtülü iki karşıt ağırlık demek
olur. Ve özellikle gizli topluluklar halinde hareket eden beşer kısmının, esas
sözlük itibariyle "cin toplumu" kavramında bulunuşu hususunda şüphe
yoktur. Ancak cin anlayışını buna tahsis etmek, alışılmış ve alışılmamış bütün
beşer türünden başka gizli cin yoktur, demek de doğru değildir. Zira "Cinleri
de daha önce (vücudun gözeneklerine) nüfuz eden güçlü bir ateşten
yarattık" (Hıcr, 15/27) âyeti gereğince cinlerin yaratılışı insanlardan
öncedir. Ve bu âyette de cin, açıklandığı üzere, genel mânâda kullanılmıştır.
Ve Allah Teâlâ ilâhî hikmetiyle her peygambere, insan ve cin şeytanlarını
düşman kılmış ve bu düşmanlık, peygamberlerin gönderilişinin bir gereği, bir
hikmeti , cereyan eden bir sünneti olmuştur. Ve nitekim "Kâfirler, bunu
başkalarından öğrendin desinler ve bilen bir kavme açıklayalım diye âyetleri
genişçe izah ederiz" (En'âm, 6/105) âyeti ile de buna işaret buyurulmuştu.
Peygamberlere düşman olan ve bir kısmı
görünen, bir kısmı görünmeyen bu insan ve cin şeytanları birbirlerine gurur
için, aldatmak için söz yaldızı (içi bozuk, dışı süslü aldatıcı sözler)
vahyederler.
Yani vahyeder gibi süratli bir îmâ ve işaretle
öyle yalancı, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki
süsüne bakanlar aldanırlar, şeytanlıklarına hayran olurlar. (Vahyin çeşitleri
ile mânâsı ve tarifi Nisâ sûresinin sonlarında "Şüphesiz Biz Nuh'a ve
ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik"
(Nisâ, 4/163) âyetinde açıklanmış idi, oraya bak.) Yani genel mânâda vahy, biri
hak vahiy, biri batıl vahiy olmak üzere iki çeşittir. Ve bunun ikisini de içine
alan en umûmî mânâsıyla vahiy, "süratli bir işaret ile söz" demektir.
Gerçek vahiy, hak vahiy ve ilâhî zorlama olmakla beraber, süratli bir îmâ ve
işaretle gizli şekilde verilen batıl telkinlere de mecazî olarak vahiy denilir.
Şeytanlıkla olanlar da vahiy veya ilhamı hep bu mecazî mânâda kullanarak falan
ve falandan şeytanlık icra ederler, ilham almış derler. Ve işte şeytanların bu
şeytanlığı, peygamberlere düşmanlık ve gerçek vahiye rekabet için birbirlerine
dayanmaktaki ve aynı zamanda gurur ile aldatıcı, yaldızlı sözler uydurup telkin
etmekteki süratlerini anlatmak için bu âyetteki îmâ, bu mecazî anlamda
söylenmiş ve fakat "gurur için yaldızlı söz" karîne-i mâni'a
(engelleyici karîne)sı konularak doğru fiil gafletten ve kötü anlamadan korunmuştur.
Özet olarak her peygambere düşman olan insan
ve cin şeytanları öyle yaparlar. Ve fakat Rabb'ın dilemiş olsaydı o şeytanlar
bunu (bu düşmanlığı, bu süratli telkini, bu yaldızı, bu bozgunculuğu )
yapamazlardı. Ya onlara o kudreti vermez veya verdiği halde engel olur,
yaptırmazdı. Demek ki onların bunu yapabilmeleri ve yapmaları da Rabb'ının
dilemesiyledir. Ve demek ki bunda onun bir hikmeti vardır. Şu halde sen onları
iftiralarına bırak. Bırak ki, belalarını bulsunlar. Onlar o yaptıklarına
aldanmak için ve ahirete, âkıbete inanmayanların gönülleri ona, (o telkin
ettikleri yaldızlı söze veya o gurura) meyletsin diye, ve bu imansızlar ondan
hoşlansınlar, rızalarıyla kendilerini beğensinler, o yaldıza gönül verip hayran
olsunlar diye, ve işlemekte bulundukları fenalıkları işlesinler diye yaparlar.
Ki bütün bu fenalıkların başında Allah'tan başka hakem aramak suçu vardır. Şu
halde senin onlara diyeceğin şudur:
114-115- Allah'tan başkasını mı hakem
isteyeceğim? Halbuki o size bu en mükemmel Kitab (Kur'ân)ı açıklanmış olarak
(yani hiçbir şüphe ve başka şeylere benzeyişe mahal kalmayacak şekilde fasılalı
âyetleriyle hak, bâtıldan ayırd edilerek beyan edilmiş ve açıklanmış bir halde)
indirdi, hükmünü açıkladı. Allah'ın hükmüne karşı, hükmüne müracaat
edilebilecek hiçbir hakem tasavvur olunamayacağı gibi, ilâhî hükmü anlamak ve
tebliğ etmek için de diğer âyetlerin, mucizelerin delaleti, icazı, kitabın
mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Onların sadece bir
icazdan ibaret olan delaleti, mücmel (kapalı), belirsiz, açıklamasız ve
devamsızdır. Kitabın mucizesi ise onların hepsinin icaz delaletini içerdikten
başka açıklanmış, vazıh, mufassal ve daimdir de. Mesela "Ay'ın
yarılması" (şakk-ı kamer) mucizesinden "Muhammed, Allah'ın
Resulü'dür" hükmü ancak kısaca ve bir an için anlaşılır. Ve bundan
istifadenin gerek açıklığı ve gerek devamı kelama dayanır. "Kıyamet
yaklaştı, Ay yarıldı" (Kamer, 54/1) sûresi ise aynı hükmü daha geniş icaz
vecihleri ile açıkça ve sarih bir biçimde ifade eder. Ve her zaman için ifade
eder. Ve herhangi bir hakimin hükmü, sözlü ve fiilî olabilirse de asıl açık
hüküm, sözlü hükümdür. Ve özellikle ilâm ve tescil edilen sözlü hükümdür ki,
bir değil, binlerce fiile sebep ve misal teşkil eder. Kısaca kitabın mucizesi,
Allah'ın hükmüne delalet için, diğer mucizelerin üstünde açık ve derin, yüksek
bir delildir. İşte burada bu mânâ hatırlatılarak buyuruluyor ki, Allah size
diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve bu
şekilde hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi
şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de, aramızda haklıyı haksızı
ayırmak için Allah'ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem
seçeceğim? Hayır, asla! Rivayet edildiğine göre Kureyş müşriklerinin bir problemleri
olduğu zaman bir kâhini hakem yapıp, hükmüne uymak âdetleri olduğu gibi
Resulullah'a da:"Seninle aramızda yahudi bilginlerinden ve istersen
hıristiyan piskoposlarından bir hakem seçelim, bakalım onların kitabında sana
dair bir şey varsa bize haber versinler" diye bir teklifte bulunmuşlardı
ki, bu âyetle buna cevap verilmiştir.
Ve bizim kendilerine kitap verdiğimiz kimseler
bilirler ki, muhakkak o Kitab (yani Kur'ân) Rabb'ından hak ile indirilmiştir.
Şu halde sakın şüphelenenlerden olma, şüpheliler gibi birtakımlarının
inkârlarından etkilenip de başka hakem teklif edenlere rıza gösterme.
"Allah'tan başka bir hakem mi isteyeyim?" de. Hiç şüphesiz bu kitap
sana Rabb'ından indirilmiş hak bir kelimedir. Ve senin Rabb'ının kelimesi,
doğru söz olmakta da tam, adaletçe de tam, son derece tamdır. Yani Kur'ân,
ihbârî (haberle ilgili), inşâi (dilek kipine ait) iki yönü içine alan bir Allah
kelâmıdır ki, birinde istenen doğruluk, birinde istenen de adalettir. Kur'ân
haberleri ve vaadleri yönüyle tamamen doğrudur, gerçeğin kendisidir; yalandan,
şüpheden uzaktır. Kanunları ve hükümleri yönüyle de tamamen adalettir,
doğruluğun kendisidir, zulümden, eğri büğrülükten uzaktır. Rabbinin
kelimelerini değiştirebilecek, ona karşı hakimlik, ayırtmanlık, düzelticilik
edecek hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O'nun kelimelerini kaldırıp
yerine daha doğru ve daha adaletlisini koyabilir, ne de aynısını. Söz, O'nun
sözü; kanun, O'nun kanunu; kitap, O'nun kitabı; hüküm, O'nun hükmüdür. Şu halde
Allah'tan başka hakem isteği nasıl düşünülür ve caiz görülebilir ki, O, daima
hem işiten, hem bilendir de. Gizli, açık her sözü işittiği, her şeyi bildiği
gibi iddiacıların davalarını işitir, niyetlerini ve maksatlarını bilir. Ve
bütün yargılanacakların görünüşlerini bildikten başka, görünmeyen yanlarını da
bilir. Öyle yargılar ve öyle hüküm verir. Artık kim O'nun hükmünü bozabilir? Ve
kim O'nun hükmünden kurtulabilir? Allah'ın hükmü böyle. Diğerlerine gelince:
116-117- Eğer sen yeryüzünde bulunanların
çoğunluğuna itaat edecek, uyacak, onlardan hakem yapacak olursan, seni Allah'ın
yolundan, şeriatından saptırırlar. Çünkü onlar hükümlerinde ilme, hak delile
değil, ancak zan ve vehme tâbi olurlar. Ne inançlarında kesinlik, ne
kanunlarında, ölçülerinde haklılık, ne de hükümlerinde isabet bulunur. Ve onlar
başka değil, ancak kendi mızraklarıyla ölçer, kişisel, nefsânî ölçü ve
tahminleriyle keyiflerine göre hüküm verir, yalan söylerler. Mesela
"Allah, beşere bir şey indirmedi" derler, Allah'a ortak ve çocuk
isnat ederler, putları ve heykelleri yakınlaşma aracı sayarlar. Haklıyı haksız,
haksızı haklı, çıkarırlar, helale haram, harama helal derler. Leşi helal
sayarlar, deveyi ve benzerlerini haram ederler. Gerçekte yalnız Rabb'ındır ki,
en çok bilen O'dur. Yolundan sapanı bilir. Doğru yolda gidenleri en iyi bilen
de O'dur.
Şu halde, Allah'tan başka hakem ve hâkim
arayanlara uymayın ve Allah yolundan şaşmayın da:
Meâl-i Şerifi
118- Eğer Allah'ın âyetlerine iman
ediyorsanız, Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yiyin.
119- Size ne oluyor da Allah'ın adı anılarak
kesilenlerden yemiyorsunuz? Halbuki O size, mecbur kalmanızın dışında haram
olan şeyleri genişce açıklamıştır. Doğrusu birçokları bilmeden keyiflerine
uyarak insanları doğru yoldan saptırıyorlar. Muhakkak ki, Rabbin, sınırı
aşanları çok iyi bilir.
120- Günahın açığını da, gizlisini de bırakın!
Günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekecekler.
121- Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış
olanlardan yemeyin, çünkü onu yemek yoldan çıkmaktır. Şeytanlar, dostlarına,
sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız,
muhakkak ki, Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.
118-119- Üzerine yalnız Allah'ın ismi anılmış
olan şeylerden yiyin. Ki Allah bunu size mubah kılmıştır. Eğer Allah'ın
âyetlerine gerçekten inanıyorsanız? Böyle yaparsınız, bu âyetlerin hükmüne de
inanır, bu yemeyi mubah bilirsiniz. Başka ad tanımaz, Allah'ın hükmünden
başkasına uymazsınız. "Anılanlardan" buyurulması gösterir ki, yenecek
şeyler "besmele"li şeylerden olacaktır. Fakat "besmele"
çekilenlerin hepsi de yenebilecek değildir. Bu konuda açıklama vardır. Bunun
için buyuruluyor ki: Üzerine Allah'ın ismi zikredilmiş şeylerden size ne oluyor
da yemeyeceksiniz? Allah size, zorunlu olduğunuz şey hariç olmak üzere, haram
kıldığı şeyleri açıklamış, haramı helaldan ayırt edip beyan etmişken, besmele
çekilmiş şeylerden yememenize, yani yemeyi caiz görmemenize bir sebebiniz,
deliliniz bulunma ihtimali var mıdır ki, bunlardan yemiyeceksiniz? Bu açıklama
yukarda Bakara sûresinde "Şüphesiz ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini,
bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı" (Bakara, 2/173) ve
daha geniş olarak Mâide sûresinde "Size leş... haram kılındı" (Mâide,
5/3) âyetlerinde geçmiştir. Bu sûrede geleceği üzere "Üzerlerine Allah'ın
ismi anılmamış olanlardan yemeyin" (En'âm, 6/121) âyeti ile başlayıp,
biraz sonra "De ki: Bana vahyolunanlarda, yiyen bir kişinin yediği her
hangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum. Ancak..."
(En'âm, 6/145) âyeti ile tamamen özetlenmiştir ki, inişe göre bu sûre, tertibe
göre de öbürleri öncedir. Ve her biri, başkasını teyit edici ve açıklayacıdır.
Şu da şüphesizdir ki, birçokları bir ilme
dayanmayarak sırf keyif ve istekleriyle sapıtırlar. Allah'ın hükmünü aramayarak
ve onu bildiren bir doğru delili, fikir ve incelemesine ciddî olarak esas
tutmayıp, kendi keyfini, eğilimlerini, gönlünün istemesini veya istememesini
ölçü kabul ederek harama helal, helale haram der ve bu şekilde halkı şaşırtır,
saptırırlar. Her halde sınırı aşanları çok iyi bilen, (kimlerin hak sınırdan
batıla, helalden harama geçmiş olduklarını en çok bilen ve cezalarını verecek
olan) ancak Rabbindir. Ey Muhammed! Şu halde siz onun emrini dinleyin, Allah'ın
ismi anılmış şeylerden yeyin.
120- Ve günahın açığını da, gizlisini de terk
edin. Kötü fiilin açığını da yapmayın, gizlisini de. Günahın açığı, kötü fiilin
açığı deyimi, ilk önce iki mânâyı içine alır: Birisi açıktan açığa, alenî
olarak yapılan kötü fiil; diğeri de, isterse gizli yapılsın kötülüğü, kötü
olduğu açık ve besbelli olan fiil demektir. Buna karşılık günahın gizlisi de
iki çeşit demek olur ki, birisi gizli yapılan kötü fiil, birisi de isterse
açıktan yapılsın kötülüğü gizli, yani fenalığı baştan açıktan açığa anlaşılmaz,
sonradan meydana çıkar ve bundan dolayı ilk önce günah olduğunun anlaşılması
bir delil ve habere dayanan kötü fiildir. Bundan başka bir fiil ya zina,
hırsızlık vesaire gibi uzuvlar ile yapılır veya inançsızlık, hased, kibir gibi
sırf kalb ile yapılır. Ve "günahın açığı ve gizlisi" deyimi bu farkı
da içerse, bu öncekilerin içinde dahildir. Kısaca günah, kötülük, kötü fiil
demektir. Ve bunun bir zahiri (görüneni) vardır, bir de batını (görünmeyeni).
Zahiri, ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi açık ve belli olan; batını da
buna karşılık ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi gizli olanıdır. Kendisini
gizli olması da ya sırf kalbe ait işlerden olmasıyla olur veya tenhada
yapılmasıyla olur. Ve bunların hepsinden sakınmak gerekir. Çünkü ne olursa
olsun günah kazananlar, kazandıkları günahlarıyla ilerde cezalanacaklardır. Şu
halde açık olanın cezası var da, gizli olanın cezası yok zannetmemeli,
hepsinden sakınmalıdır.
Bu âyet, bütün haram olanların hükümleri
hakkında bir tümel (küllî) esası beyan etmektedir.Yani Allah'ın yasakladığı,
haram kıldığı şeyler, açıktan açığa herkesin anlayıvereceği açık fiillerden,
açık kötülüklerden ibaret değildir. Öyle gizli ve batınî fenalıklar da vardır
ki, herkes için keşf ve değerlendirmesi, anlama ve idraki zor veya imkansızdır.
Ve işte Allah'ın açıklayıp ve beyan ettiği haramların, günahların bir kısmı ve
hatta çoğunluğu böyle insanların kendi akılları ve takdirleriyle anlayıp idrak
edemiyecekleri gizli kötülüklerdir ki, bunlar ancak şeriatin gelmesi, haber
vermesi ve Allah'ın irşadı ile bilinebilir. Ve bu şekilde herkes için aklen
açık ve malum bulunan kötülüklerden başka, aklen gizli ve batın olan birçok
kötülükler de dinen açık ve malum bulunur. Ve hepsinin zararından, cezasından
çekinmek, ancak şeriata yapışmakla mümkün olur. Ve böyle şer'î açıklama ile
"Helal açıktır ve haram da açıktır." Bununla beraber bu ikisinin
ortasında şüpheli görülecek gizli bazı şeyler daha vardır ki, bunlar da gizli
günaha dahildirler. Bunları anlayıp terkedebilmek de "Seni şüpheye
düşüreni, seni şüpheye düşürmeyene bırak" hadisinin delaletince, açık,
belli ve kesin şekilde bilinen şer'î bir beyan ve ilmî bir asla ictihad ile
irca edilerek ve katılarak şüpheli tarafın atılması ile mümkün olur ki, nefse
ait isteklere dayanmakla ilme dayanma farkının en çok dikkatle gözetileceği
nokta da bu noktadır.
121-Kötülük ne olursa olsun kötü, onu
kazananlar için sonunda cezayı gerektirici bir zarar verici olduğundan, Allah
Teâlâ günahın açığını da, gizlisini de terketmeyi emreder.
Ve bunun için gelecekte açıklanan ve beyan
olunan haramların fenalığı ve haram oluşunun hikmeti hepinizin nazarında açık
olmasa bile, Allah'ın ilmine dayanarak ve emrine uyarak günahın açığını da,
gizlisini de açıkta ve gizlide gözünüzle ve gönlünüzle terk ediniz. Ve üzerine
Allah'ın ismi zikredilmedik şeyden yemeyiniz. Bunun yenmesi, içilmesi düşünülen
her şeye umûmî olması ihtimali yok değildir. Nitekim bir görüşünde Atâ'nın bu
umûma tutunarak: "Gerek yiyecek ve gerek içeceklerden her ne olursa olsun
Allah'ın ismi anılmamış olan her şey haramdır" dediği de nakledilmiştir.
Fakat diğer fakihlerin hepsi ve başka bir görüşünde Atâ da bundan maksadın
kesme ve boğazlama meselesi olduğunda ittifak etmişlerdir. Hakikatte gelecek
olan 145. âyet de bunu gerektirmektedir. Şu halde ism-i mevsûl ve şer'î ahd ile
boğazlanması düşünülen hayvanlardan ibaret olur. Ve üzerine Allah'ın ismi
anılmayan, boğazlanması ve yenmesi düşünülen ve fakat üzerine Allah'ın ismi
anılarak boğazlanmamış olan, yani besmelesi olmayan şeyler demektir. Bu da
zahiri üzere üç şeye muhtemel olur:
1- Leş ki, kesilmeden ölmüştür, besmelesizdir.
2- Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilmiş
olandır ki "Allah'tan başkası için kesilen"dir.
3- Kesilmiş, fakat ne başkasının, ne de
Allah'ın ismi anılmamış olandır ki, buna "metrûkü't- tesmiye"
(tesmiyesi (Allah'ın isminin anılması) terkedilmiş) denir. Ve bunda iki hâl
mümkündür: Birisi Allah'ın ismi hatıra gelmekle beraber, anılması terkedilmiş
olandır ki, buna "amden metrûku't-tesmiye" (bilerek tesmiyesi
terkedilen) denir. Biri de unutulduğundan dolayı terkedilmiş olandır ki, buna
da "unutarak tesmiyesi terkedilmiş" denilir. Ve "üzerine
Allah'ın ismi anılmayan" âyetinin mutlak zahirine göre, unutarak tesmiyesi
terkedilenin de diğerleri gibi yenmesinin haram olduğu görünür. İbnü Ömer, İbnü
Sîrîn ve daha bazılarından, Davûd-i Zahirî'den bu görüş rivayet edilmiştir.
Gerçi leş ve Allah'tan başkası için kesilen bu yasaklamada, tesmiye bulunmamak
mânâsı ile dahil olduklarından dolayı, bunun bilerek tesmiyenin terk edilmesine
şümûlü hepsinden açık ise de, göreceğiniz vech ile unutmanın girmesine engel
vardır. Hatta İmam Şâfiî daha geniş ve açıklanmış olan 145. âyette tesmiyenin
terkedilmiş olması açıkça gösterilmediğinden dolayı onun zahirini, bunun
zahirine tercih ederek buradaki "üzerine Allah'ın ismi anılmayan"
kısmını, "Allah'tan başkası için kesilen" kısmına tahsis etmiş ve
kesen müslüman ve kitap ehli olduğu takdirde gerek isteyerek ve gerek unutarak
besmelesi terk edilenin yenmesinin helal olduğunu söylemiştir ki, bu görüş İbnü
Ebî Leylâ ve Evzâî gibi daha bazı kimselerden de rivayet edilmiştir. Fakat
avlama ve kesmeyle ilgili olarak Mâide ve Hacc sûrelerinde varid olan "Ve
üzerlerine Allah'ın adını anın" (Mâide, 5/4), "Kurbanlıklar sıra sıra
dizilip boğazlanacakları zaman, mutlaka Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp
canları çıkıncada onlardan yiyin" (Hacc, 22/36) ve burada bu "Üzerine
Allah'ın ismi anılmayandan yemeyin" yasağıyla, kendisinden önceki
"Üzerine Allah'ın ismi anılandan yiyin" emrinin tam
karşılaştırılmasından kesme ve avda tesmiyenin farz oluşu çok açık belirgin
olarak anlaşılmakta olduğu ve kurtuluş mümkünken tercihe gitmek de caiz
olamayacağı için, tesmiyenin farz oluşuna ve tesmiyeyi terk etmenin haramlığına
doğrudan doğruya delalet eden bu âyetlerin mânâsını ihmal etmek elbette kabule
layık görülemez. Hakikatte İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri de: "Eğer
müslüman tesmiyeyi kasten terk ederse yenmez, unutur da terk ederse yenir"
demiştir ki, İmam Mâlik'ten de Mâlikî mezhebince en seçkin rivayet budur. İbnü
Atıyye bunun cumhur (çoğunluk) görüşü olduğunu söylemiştir. Hz. Ali'den, İbnü
Abbas'dan, Mücahid'den, Atâ b. Ebî Rabah'tan, Sâid b. Müseyyeb'den, İbnü Şihab
ve Tavus'tan rivayet edilmiştir ki, bu zatlar, "Üzerine tesmiye olunup da
kesilenin yenmesinde sakınca yoktur" demişlerdir. Bir de Hz. Ali, yani
besmele meselesi ancak din üzerine dayanmıştır, demiş, İbnü Abbas da:
"Müslümanın Allah'ı anması kalbindedir ve Allah'a ortak koşmada ismin
faydası olmadığı gibi, dinde de unutmanın zararı yoktur" demiştir ki,
bilerek terk etmenin zararını ifade eder. Doğrusu dikkat olunursa bu âyetin
unutmaya değil, ancak bilerek terk etmeye yönelmiş olduğu anlaşılır. Çünkü
unutana fasık denilmiyeceği üzerinde ittifak edilmiştir . Fısk, ancak
kastetmeye nisbet olunur. Burada ise buyuruluyor ki, ve şu muhakkak ki bu,
herhalde bir fısktır, (emre uymaktan çıkmaktır). Ve hatta şimdi görüleceği
üzere bazı hallerde dinden çıkmak ve şirke düşmektir. Yani kurbanlık ve av
üzerine Allah'ın ismi anılmamak veya anılmayandan yemek her biri de bir fısk
(itaatsizlik)tır. İşte "yemeyin" yasaklaması, böyle fısk ile sebep
gösterilerek tekit buyurulmuştur ki, bu, hem tesmiyeyi terk etmekten
yasaklamayı, hem de yemekten yasaklamayı içine alır ve kastetmeyi gerektirir.
Şu halde boğazlamada besmele çekmek, hem bir şart olarak farzdır, hem de oruçta
imsak farz olduğu halde unutup yemekle bozulmadığı gibi, unutmakla tesmiyeyi
terk etmek de boğazlamayı ifsad etmiş olmaz. Burada besmele denilmeyip de
tesmiye denilmesinin de sebebi vardır. Zira tesmiye, Allah ismini herhangi bir
sekilde anmaktır ve besmeleden daha geneldir. Mesela "Allahü ekber"
(Allah en büyük) veya "sübhanallah" veya "lâilâhe illallah"
demek de bir tesmiye, bir anmadır. Arapçadan başka lisan ile de olabilir.
Besmele ise veya sadece demektir ve özel bir tesmiyedir. Âyetlerde emredilen de
mutlak Allah'ın anılması olduğundan farz, besmele değil, tesmiye (Allah'ın
anılması)dir. Fakat bu tesmiyenin besmele ile olması da sünnettir. Ve
boğazlamada tesmiyenin sünneti sadece demektir. "Bismillâhi Allahü
ekber" demek daha faziletlidir. Yemekte tesmiyenin sünneti de ' dir. (Bkz.
Mâide sûresinin 3-5 inci âyetleri)
Özetle üzerine Allah'ın ismi zikredilmeyen
şeyi yemeyiniz ve bunun açıkça başka fenalığını ve açık bir zararını
anlamasanız bile, herhalde bir fısk (itaatsizlik) olduğunu, gizli ve manevi
zararı ve bir cezası bulunduğunu muhakkak biliniz. Ey müminler şu da muhakkak
ki şeytanlar, dostlarına sizinle mücadele etmeleri için vahyeder gibi, gizli
gizli telkinlerde bulunurlar. Bu emirlerin aksine olarak Allah'ın ismi anılanı
yemeyin de anılmayanı yeyin, derler. "Şeyâtîn"den maksadın, gizli
şeytanlar, İblis ve askerleri, yani cin şeytanları; bunların dostlarından, maksadın
da insan şeytanları ve tâbileri olduğu açıktır. Bir de İkrime'den bir rivayette
denilmiştir ki, "şeyâtîn"den maksat, inatçı mecusîler, dostlarından
maksat da Kureyş müşrikleridir. Bunlar arasında cahiliyye devrinde dostluk ve
yazışmalar cereyan ederdi. Leşin haram olmasının nazil olması üzerine İran
mecusîleri, Kureyş müşriklerine: "Muhammed ve ashabı, Allah'ın emrine
uyduklarını sanıyorlar, sonra da kendilerinin kestiğinin helal, Allah'ın
kestiğinin haram olduğu kanaatinde bulunuyorlar" diye yazmışlardı. İşte şeytanlar
insanlara böyle telkinler ile leşleri, görünür görünmez pislikleri yedirmeye ve
Allah'ın emrinin tersine sevk etmeye çalışırlar. Ve şayet siz onlara itaat
edecek olursanız, muhakkak ve muhakkak müşrik olursunuz. Bunun için boğazlanıp
veya avlanarak yenecek şeyler üzerine Allah'ın ismini anmamak veya üzerine
Allah'ın ismi anılmayan şeylerden yemek sadece bir fısk olarak kalmaz. Şirk
veya şirke sebep de olur. Halbuki mümin, müşrike benzer mi?
Meâl-i Şerifi
122- Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine
insanlar arasında yürüyecek bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp,
ondan çıkamayan kimse gibi olur mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü
gösterilir.
122- "Kâfirlere yaptıkları böyle süslü
gösterilir." Yani yukarda "Her ümmete amelini süslemişizdir"
(En'âm, 6/108) buyurulmamış mıydı? İşte kâfirlere amellerinin süslenmesi
böyledir. Şeytanların yaldızlı telkinleri itibariyle şeytanlar tarafından ve o
telkinler esnasında yaratma yoluyla da Allah tarafındandır. Ve bu süsleme yüzündendir
ki, kâfirler yaptıklarını beğenir ve karanlıklardan çıkamazlar.
Hem bu, yalnız Mekke'lilere mahsus da
değildir:
Meâl-i Şerifi
123- Böylece, her kentte ileri gelenleri,
oranın suçluları yaptık ki, orada hileler çevirsinler. Halbuki bunlar, kötülüğü
başkasına değil kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar.
124- Onlara bir âyet geldiği zaman:
"Allah'ın peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe iman
etmeyiz" derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir.
Suçlu olanlara, yaptıkları hilelerinden dolayı Allah katından bir zillet ve
şiddetli bir azap erişecektir.
123- Böyle (yani bu süsleme şekliyle amelleri
kendilerine süslenen şeytan ve şeytan dostu, Peygamber düşmanı büyük kâfirler
gibi) her karye (her köy ve kent, her belde ve her memleket) de de ileri
gelenleri o memleketin mücrimleri (suçluları) kıldık ki, o memlekette
kötülükler yapsınlar, hileler, hilekârlıklar yapsınlar. Halbuki onlar, o hileyi
başkalarına değil, ancak kendilerine yapıyorlar, başkalarını aldatıyoruz
sanıyorlar, halbuki kendilerini aldatıyorlar da haberleri olmuyor. Bulunduğu ve
özellikle başında bulunduğu memlekette hakka ve o memleketin halkına karşı
kötülük yapan, hile ve hilekarlıkla entrika çeviren o büyük mücrimler bilmezler
ki, aldattıkları vatandaşlar başkaları değil, yine kendileridir. Onların
zararları, aldanmaları, kendilerinin zararları, aldanmalarıdır. Bilmezler ki,
halkın zararı, memleketin zararıdır ve memleketin zararı, herkesten önce
başında bulunanların zararıdır. Bilmezler ki, o memleket düşünce, ilk önce
düşen kendileri olacaktır. Bilmezler ki, Hak Teâlâ aldanmaz. Hakka kötülük
yapmaya çalışanların o kötülükleri, "Kötü tuzak, ancak sahibine
dolanır" (Fâtır, 35/43) âyeti gereğince sonunda kendilerini kuşatır,
başlarına patlar. Bu âyet, Resulullah'ın yaşadığı zamanda yalnız Mekke'nin ve
Arabistan'ın değil, dünyanın her memleketinin böyle fesat ve fenalık içinde
bulunduğunu, mücrimlerin, hilekarların yüze çıkıp, ileri gelenlerin en hilekar
mücrimlerden ibaret olduğunu ve bütün bunların düşmeye ve azaba mahkûm
olduklarını açıklamakla beraber, Mekke müşriklerinin düşmanlık, kötülük ve
bozgunculuklarına karşı teselli etmek, diğer taraftan cihanşümûl olan
peygamberlik görevinin önemini hatırlatmak ve her memleketin ileri gelenlerine,
bütün dünyanın işlerini yürütenlere büyük bir ders vermektedir.
124-Bakınız bu büyük mücrimlerin kibirlerine,
hakka karşı mücadelelerine, hilelerine, şuursuzluklarına ki, bir taraftan,
kendilerine bir âyet gelirse muhakak iman edeceklerine güçleri yettiği kadar
yemin ettiler, diğer taraftan kendilerine bir âyet (Resulün doğruluğuna delalet
eden bir alâmet) geldiği zaman da, Allah'ın resullerine verilenin aynısı bize
verilinceye kadar biz buna asla inanmayız dediler. Kendilerine peygamberler
gibi Cibril gelip vahiy ve peygamberlik verilmedikçe ve bu şekilde nebîlik ve
resûllüğü, peygamberlerden sadır olan mucizeleri kendi nefislerinde görüp ve tecrübe
etmedikçe, her ne delil gösterilirse gösterilsin Peygamber'e ve peygamberliğe
inanmayacaklarını söylediler. Rivayet edildiğine göre Velid b. Muğire,
"Peygamberlik hak olsaydı, ben ona senden layık olurdum, çünkü ben senden
büyüğüm ve senden zenginim" demişti. Ebu Cehil de: "Abdümenâf
oğulları bizimle şeref konusunda yarıştılar, nihayet tam 'feres-i rihân' yani
koşuda denk iki at gibi olduğumuz sırada: 'bizden bir Peygamber var ona
vahyolunuyor' dediler, vallahi biz buna asla razı olmayız ve ebedi olarak tâbi
olmayız. Meğer ki ona geldiği gibi bize de vahiy gelsin" demişti. Ve daha
diğer birçokları da kendilerine vahiy ve peygamberlik verilmesini
istemişlerdir. "Hayır, onlardan her biri, kendisine apaçık sahifeler
verilmesini istiyor" (Müddessir, 74/52).
Sonra birtakımları da ilim ve fen adına,
"Eğer nebilik ve peygamberlik mümkün olsaydı bu kadar ilim ve fennimizle
bizim o peygamber denilenlerden daha öncelikle peygamber olmamız ve
peygamberliği nefsimizde görüp, tecrübe edebilmemiz gerekirdi. Mademki biz
peygamber olamıyoruz ve peygamberliği kendimizde deneyemiyoruz, o halde bir
örneğini nefsimizde ilmî olarak görüp, tecrübe edinceye kadar aklî, naklî her
ne delil gösterilirse gösterilsin hiçbir kitaba inanmayız, hurafe der
geçeriz" diyegelmişlerdir.
Allah risaletini yani peygamberlik görevini
(İbnü Kesir ve Hafs'tan başka kırâetlere göre risaletlerini) kime vereceğini
daha iyi bilir. Mücrim (suçlu) olanlara Allah yanında küçüklük ve yaptıkları
hile sebebiyle gayet şiddetli bir azab isabet edecektir. Kibir ve
büyüklenmelerine karşılık Allah'ın huzurunda düşüklük ve hakaret, hilelerinden
dolayı da şiddetli azap ile karşılaşacaklar ve azaba uğrayacaklardır.
Kısaca:
Meâl-i Şerifi
125- Allah kimi hidayete erdirmek isterse,
onun gönlünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe yükseliyormuş
gibi, göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Allah, inanmayanları işte böyle pislik
içinde bırakır.
126- İşte Rabbinin doğru yolu budur. Şüphesiz
biz, hatırlayıp ibret alan bir kavim için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık.
127- Onlar için Rableri katında selâmet yurdu
vardır. Yaptıkları iyi amellerden dolayı, Allah onların dostudur.
125-126-127-Kırâet : İbnü Kesir kırâetinde
"yâ"nın sükûnu ile şeddesiz , şeklinde, diğer kırâetlerde ise şeddeli
olarak okunur; şeklindeki "meyyit" ve "meyt" gibi, mânâ
birdir. Nafi ve Âsım'dan Ebu Bekir kırâetinde ... "râ"nın kesriyle
şeklinde, diğer kırâetlerde fetha ile şeklinde okunur. Biri doğrudan doğruya
sıfat-ı müşebbehe, biri de mübâlağa olarak masdarla tavsîfdir ki, son derece
dar ve ciddî olarak darlık, tıkanmış kalmış ve açılmaz, geçilmez tıkanıklık
demektir. İbnü Kesir kırâetinde 'ın sükûnu ile "suûd"dan şeklinde;
Âsım'dan Ebu Bekir kırâetinde "elif" ile den şeklinde; diğerlerinde
(sad ve ayın teşdidi ve elifsiz olarak) okunur ki, öbürünün aslı bunun aslı da
'dür.
Şimdi Allah her kime hidayet diler, doğruca
kendine erdirmek isterse İslâm için gönlünü açar. Hakkı ve hak teklifleri kabul
için nefsine öyle bir yetenek verir ki, iman ve itaatle göğsü genişler, kalbi
ferahlanır, neşeli olur. Bilinmektedir ki göğüs genişliği kuvvete, teneffüs ve
tahammüle delalet eder. Göğsün açılması, geniş geniş nefes alması da kalbin
ferahlanmasını gerektirir. Ve bu şekilde göğsün ferahlanması, hem kuvvet ve
tahammülden, hem de sevinme ve ferahlanmadan kinaye olur. Burada İslâm için
göğsün açılması da, nefse hakkı seve seve kabul etmeye hazır, engel ve
zıtlıktan arınmış bir yetenek bahş etmekten kinayedir. Nitekim Peygamber
(s.a.v)'e bu göğsün açılması hakkında soru sorulduğu zaman buyurmuştur ki,
"Bir nurdur ki, Allah onu müminin kalbine atar, o da onunla ferahlanır,
açılır". Bunun üzerine Ashab: "Ey Allah'ın Resulü, onun tanınacak bir
emaresi var mıdır?" demişler, Resulullah da: "Evet, ebedilik evine
yönelme, aldanma evi (dünya evi)nden uzaklaşma ve ölüme, gelmeden önce,
hazırlanmaktır" buyurmuştur.
İşte Allah, hidayetini istediği kimsenin
kalbine böyle bir nur verir, o kimse de iman ve İslâm ile son derece sevinir ve
genişler. Hakkı kabul ve hak teklifleri yerine getirmekten canı sıkılmaz, zahmet
ve ıstırap duymaz, tersine neşe ve sevinç duyar. Allah kimi de yolundan
şaşırtmak ve saptırmak dilerse, göğsünü daraltır, sıkar, son derece tıkar
bunaltır. Hem öyle normal ve kısaca bir yokuşa değil, sanki dik yukarı göğe
tırmanıyormuş gibi olur. Göğe tırmanmak kendisine nasıl yapılması mümkün
olmayan bir yük ve zahmet ise, iman ve İslâm, hakkı kabul ve itaat etmek de ona
o derece güç gelir. İslâm ve doğruluk deyince canı sıkılır, daralır, bunalır.
"Of" der, dayanır, tıkanır, yan büker, yoldan çıkar, içinden çıkılmaz
bataklara batar gider. O artık genişlemeyi, doğrulukta ve selamette değil,
eğrilikte ve felakette arar. İşte Allah, iman etmeyenlerin üzerine pisliği, o
son derece nefret ve tiksinmekle karşılanması lazım gelen küfür, azab ve
ıstırabını böyle göğsün daralması ve kalb tıkanmasıyla yükler ve tahsis eder.
Böyle yardımsız bırakmakladır ki, Allah onları küfür pisliğinin, küfür azabının
istilası altında bırakır. Ve bu (yani islâm) göğsün genişlemesi ile hakka itaat
ve uymak Rabbinin dosdoğru, eğilmez, bükülmez yoludur, artık tefekkür edecek,
düşünüp anlayacak olanlar için bu yolun bütün alametlerini, nişanlarını,
belliklerini Kur'ân'da şüphesiz açıkladık ve beyan ettik. Bunları düşünen,
hatırda tutup hayatında tatbik ederek giden kavim, zümre için hepsinin Rabb'ı
olan Allah Teâlâ katında bir "dârüsselâm" (selâmet evi) vardır. Ve
Allah onların o hayatta yaptıkları amelleri sebebiyle velîsi, veliyyü'l-emri,
dostu, yardımcısıdır. es-Selâm Allah'ın güzel isimlerinden bir isim veya
"selâmet" mânâsına masdar veya diye selam verip almanın ismidir ki,
bu üç mânâdan her biriyle her korkudan sâlim "selamet evi, selamet
vatanı" demek olur. O halde:
Şimdi şunu iyi düşün:
Meâl-i Şerifi
128- (Allah), onların hepsini topladığı gün,
cinlere: "Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der.
İnsanlardan cinlerin dostu olanlar da şöyle derler: "Rabbimiz! Biz
birbirimizden faydalandık. Nihayet bize tayin ettiğin vademize ulaştık". Allah
da:"Sizin durağınız cehennemdir. Orada, Allah'ın dilemesi müstesna, ebedi
olarak kalacaksınız" der. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi
bilendir.
129- İşte biz böylece, kazandıkları
günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına dost yaparız.
130- (Allah) "Ey cin ve insan topluluğu!
İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi
uyaran peygamberler gelmedi mi?" deyince onlar: "Kendi aleyhimize
şahidiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir
olduklarına şahitlik ettiler.
128-129- Düşün ki, bir gün gelecek Allah o
insan ve cinnin hepsini bir yere toplayacak. Ey cin topluluğu, ey cin cemaati,
ey gizli şeytan cemiyetleri, insanlardan çoğuna göz diktiniz. Çok aldatıp ve
sapıttınız, pek çoklarını azıttınız, insanlıktan çıkardınız, cin sürüsüne
kattınız da yardımcılarınızı toplumunuzu çoğaltınız ha! diyerek haşredecek. O
cin toplumunun insanlardan olan dostları da o halde diyecek ki: Ey Rabbimiz,
biz birbirimizden faydalandık. Cinler, insanlara şehvet yollarını ve
vasıtalarını gösterdiler. Hile, tuzak, yalan söyleme, yalan haberler, sihir ve
efsun usullerini, eğri yollardan gidip yalan dolanla iş yapmak, fesat saçıp
gizlenmek çarelerini öğrettiler. Bu şekilde insan, cinden faydalandı, zevkler,
sefalar yaptı. İnsanların bunları rızalarıyla kabul etmelerinden ve kolaylık
göstererek yardımda bulunmalarından da cin faydalandı, murad ve maksadına erdi.
Şu halde bu konuda sorumluluk yalnız cin dostlarımızın değildir. Doğrusu biz
birbirimizden istifade ettik. Ve bizim için tayin ve tesbit ettiğin ecelimize
yettik, bize verdiğin mühletin sonuna erdik. Yani sûrenin başında "Belli
bir süre (Allah'ın) kendi katındadır. Böyle iken siz hala şüphe
ediyorsunuz" (En'âm, 6/2) diye beyan edilen ecel-i müsemma (belli süre),
bu müddetin sonu, bu haşr ve kıyamet günü geldi çattı diye günahlarını itiraf
etmekle cin dostlarına yardım ve sorumluluklarına ortak olacaklar. Allah da ne
diyecek bilir misiniz? muhakkak diyecek ki ve hatta ezelde demiştir ki, o ateş,
cehennem ateşi, oturacak yeriniz ikametgâhınız, yatağınızdır. Orada insan ve
cin hepiniz ebedî olarak kalacaksınız, ancak Allah'ın dilediği müddet müstesna.
buyurulmayıp da, buyurulmasından anlaşılır ki, cehennemde ebedî kalmaktan bu
istisna bazı şahıslara değil, bazı zamanlara aittir. Ve beyan olunduğuna göre
Allah'ın dilediği bazı zamanlar kâfirler, ateşten çıkarılıp soğuğa, çok soğuğa
atılacak, sonra yine ateşe döndürüleceklerdir. Şüphesiz ki Rabb'ın, hem hikmet
sahibi, hem her şeyi bilendir. Yaptığını hikmetle sağlam yapar, insan ve cin
bütün hepsinin de gizli açık bütün hallerini ve layık oldukları cezaları bilir.
Hükmünü, isteğini bilerek verir. İşte Allah'ın hepsini öyle diyerek haşredeceği
ve cin dostu insanın öyle, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Rabb'ının da böyle
dediği günü düşün. Ve işte biz zalimleri kazanageldikleri (kazanmayı âdet
edindikleri) kazançları sebebiyle birbirlerine böyle dost yaparız. Kazançları,
âdetleri birbirine benzeyenler, birbirlerini görmeseler bile uzaktan uzağa
birbirlerine dost olurlar, birbirlerini müdafaa ederler ve sorumluluklarına
katılırlar. İnsan ve cinden olan zalimler, haksızlar da kazançta ortaklık ve
benzerliklerinden dolayı biri diğerini mazur göstermek isterken haşir günü
günahı itiraf etmede, sorumluluk ve cezada birbirlerine iştirak ederek, hem
kendi cürümlerini ikrar, hem dostları aleyhinde şahitlik ederler ki, ilâhî
hikmet ilminde bu bir kuraldır. Bunun için haşir gününde Allah "Ey cin
toplumu, insanlardan çoğunu yoldan çıkardınız" diye cin topluluğunu insan
hesabına azarladığı zaman cin hiçbir cevap vermediği halde, onların insanlardan
olan dostları, dostlukları gereğince ortaya atılarak sorumluluğu üzerlerine
alarak cinleri mazur göstermeye çalışırken birbirlerinden istifade ederek
müştereken günahkâr olduklarını itiraf edecekler ve bu şekilde, cinnin ayrı,
insanın ayrı bir topluluk değil, hepsinin bir toplum, aynı vicdan, aynı kazanç,
aynı sorumluluk taşıyan ve aynı cezayı haketmiş bulunan bir sosyal toplum
olduklarını ikrar ve isbat edeceklerdir. Ve hikmet sahibi ve her şeyi bilen
âlemlerin Rabbinin de "Ateş duracak yerinizdir, orada ebedî olarak
kalacaksınız, Allah'ın dilediği hariç" hükümünü verirken hepsine birden şu
azarlama hitabını yapacaktır:
130-135-Hele şu halde bulunan zalimler nasıl
kurtuluşa erebilirler ki:
Meâl-i Şerifi
136- Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan
Allah'a bir hisse ayırmakta ve kendilerince: "Bu, Allah'a ait; şu da
ortaklarımıza ait" demektedirler. Ortakları için olan hisse Allah'a
ulaşmamakta, fakat Allah'a ayrılan hisse ortaklarına ulaşmaktadır. Verdikleri
hüküm ne kötüdür.
137- Yine ortakları, müşriklerden çoğuna
evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler, hem de
dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde
onları, uydurduklarıyla baş başa bırak!
138- Zanlarınca dediler ki:"Bunlar
dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası
yiyemez. Bunlar da sırtına binilmesi yasaklanmış hayvanlar." Bir kısım
hayvanları da üzerlerine Allah'ın adını anmadan boğazlarlar. Bütün bunları
Allah'a iftira ederek yaparlar. Allah onları iftiralarıyla cezalandıracaktır.
139- Dediler ki: "Bu hayvanların
karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır".
Eğer ölü doğarsa o zaman hepsi onda ortaktır. Bu nitelemelerinden dolayı Allah
onların cezasını verecektir. Çünkü O hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
140- Bilgisizlik yüzünden beyinsizce
çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira
ederek haram kılanlar muhakkak ki, ziyana uğradılar. Bunlar, doğru yoldan
sapmışlardır; hidayete erecek de değillerdir.
136- Müşrikler, diğer zulümlerinden başka bir
de tuttular Allah'a yarattığı şeylerden, hasılat ve hayvanlardan bir hisse
ayırdılar. Buna karşılık bir hisse de uydurdukları ortaklara ayırdılar da
kendilerince, şu Allah'ın, şu da ortaklarımızın, dediler. Fakat ortaklarına ait
olan Allah'a ulaşmaz, Allah uğruna sarfedilmez. Allah'a ait olan ise
ortaklarına ulaşır, onlar uğruna sarfedilir. Bundan dolayı netice itibariyle hiçbirinin
hayrı olmaz, hepsi yok olur gider. Bunların hükümleri ne fena hükümdür!
Allah'ın yarattığına başkalarını ortak etmek, Allah için dediklerinde de
Allah'ın şeriatını değil, kendi kanaatlarını esas edinmek ve sonra uydurup,
uydukları ortaklarını Allah'a tercih edip sonunda Allah için hiçbir şey
yapmamış olmak ve Allah'ın yarattığı ve kendilerine nasip ettiği mâl ve menâli
(varı yoğu) bu şekilde boşu boşuna sarf ve yok etmek, hiçbir hayır kazanmamak,
ne cahilce, ne zalimce, ne talihsizce bir hükümdür, ne büyük zarardır!
Rivayet edildiğine göre Arap müşrikleri ekip
diktikleri ekinlerden ve yetiştirdikleri deve, sığır, koyun, keçi
hayvanlarından bazı şeyleri kendi fikirlerince Allah için, bazı şeyleri de
diğer ilâhları adına tayin eder, ayırırlar ve bir şahsın gelirlerinden böyle
iki çeşit masraf çıkardı. Allah için dediklerini misafire ve fakirlere, diğer
ilâhları için ayırdıklarını da onların masraflarına ve huzurlarında yapılacak
âyine, kesilecek kurbanlara hizmetçi ücreti ve başka şeylere harcarlardı. Sonra
bakarlar Allah için diye ayırdıkları iyi çıkar, yetişip büyürse dönerler onu
ilâhlarına tahsis ederler. Fakat ilâhları için ayırdıkları iyi çıkarsa, onu
onlar adına bırakırlar. "Allah zengindir, bunlar fakirdir" derler. Ve
bu şekilde ilâhlarını Allah'a tercih ederler ve Allah için ayırdıklarını onlara
sarfederler, fakat onlar için ayırdıklarını Allah için sarfetmezlerdi ki, işte
bu âyetlerde Arap müşriklerinin akıl ve fikir kabul etmez cahillik ve
sapıklıklarına, iktisadî ve sosyal hayatlarındaki perişanlıklarla ilgili bazı
kötülükleri açıklanırken, önce bu âyet ile bu âdet ve mezhebe işaret olunarak,
bunun amelî açıdan bütün kötülüklerin esası ve aslî sebebi olduğu
gösterilmiştir .Bununla beraber âyetin ifade şekli iyice düşünüldüğü zaman
anlaşılır ki, bu yalnız Arap müşriklerinin bu âdet ve mezhebini tasvir etmek
değil, bütün müşrikliğin amelî bakımından milletleri yok yere masraflara
soktuğu ve nasıl ekonomik hastalığa düçar edip, dînî, dünyevî perişanlıklarla
akıbet zararına sürüklediğini göstermektedir. Burada iman ile şirki, önce biri
inanca, biri amele ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç
açısından Allah'ı birleyen bir müminin Allah'tan başka hakem ve Allah'ın
hükmünden başka hüküm tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o
ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah'tan başkasının
hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah'tan başkasının
hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan
Allah'ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir.
Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur.
İnanç bakımından böyle olan Allah'ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel
açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil
bir müslüman olur. Ve "âkıbetü'd-dâr" (dünya yurdunun sonu) onun, o
inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o
zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda
bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin
uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek
mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak
kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından
muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki
gerektireceğinden yukarda
"Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak
müşrik olursunuz" (En'âm, 6/121) buyurulmuştu. Kısaca tevhidin ilk amelî
neticesi her yaptığı masrafı yalnız Allah için yaptıran amelî bir ekonomidir.
Şirke gelince, inanç açısından şirk, Allah'tan başka gizli veya açık tapacak
tanrı, hükmüne uyulacak hakem tanımak demek olduğu için, bir müşrik
hareketlerinde bazan Allah'ı da hesaba katmak his ve ihtiyacından uzak
kalamamakla beraber, çoğunlukla kendisine daha yakından etkili saydığı diğer
tanrıları, ortakları adına yürür ve bunun için kazancında Hakk'ın hükmüne
aykırı emeller takibettiği gibi, harcamasında da zararlı, haksız ve beyhûde
olarak o ilâhları adına birtakım vergilere ve masraflara mahkum olur. Ve artık
onun bütçesinde iki masraf vardır: Birisi Hakk'ın varlığının zatî varlığından
dolayı, sırf kendi şahsi duygusuyla ihtiyaç hissettiği cüz'î bir hak ve hayır
masrafı; birisi de şirk hükmünün yüklediği beyhude, boş ve hayırsız sırf
tüketim olan masraftır ki, memleketleri yıkan, milletleri ezip harab eden
hayatî ve ahlâkî krizlerin, sosyal ıztırapların en önemli sebeplerinden biri
olan kriz ve ekonomik sefaletin sebebi özellikle bu masraftır. Bu, o masraftır
ki, hiçbiri Allah için olmaz, boşuna tüketimden, sayılmaktan başka bir şey
ifade etmez. Tersine Allah için ayrılan kazançları da kendine çeker, sarfına
veya güzel sarf edilmesine engel olur. Ve artık bu durumda bulunanların hiçbir
hayırları olmaz. Bütün işleri ve bütün kazançları şeytanlar uğruna boşu boşuna
telef olur gider. Ve işte "Fakat ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz,
Allah'a ait olan ise ortaklarına ulaşır" kavramı, bütün şirkin bu kötü
sonucuna işaret etmekte ve hatırlatmaktadır. Bunun için buyuruluyor ki:
137- Ve böyle iki çeşit masrafa sevk edip,
Allah için ayrılanı da şirk uğruna sarf ettirerek ekonomik felaketi artırmak ve
buna sebep olan o çirkin şirk hükümlerini süsleyip hoş göstermek sûretiyledir
ki o taptıkları ve adlarına masraflar yaptıkları ortakları, o insan ve
şeytanları, müşriklerin çoğuna evlatlarını öldürmeyi süsledi ve hoş gösterdi.
Kazandıklarını çektiler, zaruretlere düştüler, akıllarını, fikirlerini,
hislerini kuruntularla ifsat ettiler, haşyet-i imlâk yani züğürtlük korkusu ve
birtakım bâtıl zorlamalar ile yetişmiş evlatlarını öldürmeyi, putlara kurban
etmeyi, kızlarını diri diri mezarlara gömmeyi, çocuk düşürmeyi ve bu şekilde
kendi nesillerini kendilerine kırdırmayı bir iktisad, bir akıl, bir namus, bir
din işi gibi iyi bir şey diye telkin ettiler. Ve bu süslemeyi o ortaklar, iki
maksat için yaptılar: Müşrikleri helak etmek için ve dinlerini karıştırıp
bozmak için, ki burada kastedilen Hz. İbrahim ve İsmail'den kendilerine miras
kalan dinleridir. Ve fakat Rabb'ın dilemiş olsaydı bu süslemeyi veya bu öldürme
işini yapamazlardı. Mademki yapıyorlar, demek ki dilememiştir. Ve demek ki
Rabb'in onların dünya ve ahirette helâk edilmelerini dilemiştir. Şu halde sen
onları uydurdukları iftiralarına bırak. Bırak ki, yok olsunlar.
138-Bunlar bu şekilde birtakım hükümler
uydurarak bir de dediler ki: şunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir,
bunları bizim dilediklerimizden başka kimse yiyemez. Bu sırf kendi
zanlarıncadır. Çünkü onlardan kendilerinin dilemediği nice kimseler yer ve
diledikleri nice kimseler de yiyemez. Gerek yaratılışa ve gerek kanun koymaya
hâkim olan irade, onların değil, Allah'ındır. Onlar ise bu hükmü verirken Allah
tarafından hiçbir delil ve hüccete dayanmış değil, yalnız kendi kanaatlerince
böyle söylemişlerdir. Şunlar da dediler, birtakım hayvanlardır ki, sırtları
haram edilmiştir: Binilmesi, yük yükletilmesi ve her hangi bir şekilde
kullanılma ve faydalanılması haramdır. Yani beş nesil doğuran deve, putlara
adanan deve, soyundan on döl alınan devedir. (Bak. Mâide, 5/103. âyet) Şunlar
da diğer bir hayvanlardır, dediler ki, bunlar üzerlerine Allah'ın ismini
anmazlar. Putları adına keserler veya üzerinde hacca gitmez, "lebbeyk
Allahümme" demezlerdi. Hep bu hükümleri, bu taksimi Allah'a iftira ederek
uydurdular. Yapageldikleri, âdet edindikleri iftiralarıyla Allah onların
cezalarını verecektir.
139-140- Bir de dediler, şu hayvanların
karınlarındakiler, kendilerince sırtları haram edilen beş nesil doğuran
develerin, putlara adanan develerin, gebe develerin yavruları, sadece
erkeklerimize helal, kadınlarımıza haramdır. Fakat bu haram oluş, o hayvanların
karınlarındaki yavruları diri olduğu takdirdedir. Ve şayet ölü ise, ölü
doğarsa, o zaman erkek kadın hepsi bunda ortaktırlar. Böyle dediler ve bu
şekilde kadınlara yalnız ölü hayvana iştirak edebilmekten başka bir hak
tanımıyarak zulüm ve hakaret ettiler. Allah onlara bu vasıflandırmalarının (bu
helal ve haram vasıflarının) cezasını verecektir. Çünkü O, hikmet sahibi ve her
şeyi bilendir. Böyle haksızlıkları cezasız bırakmaz.
Hassâf'ın "Kitabû'l-Evkâf"ında
naklettiğine göre Hz. Aişe (r.anhâ) kız evlatlarını mahrum ederek yalnızca
erkek evlatlara yapılan vakıfları da bu cahiliye (İslâm öncesi) âdetine
benzetmiş ve bu âyeti okumuştur.
Kısaca, kadınları ancak ölmüş hayvana layık
farzedip bu derece düşük görmek ve mahrum etmek de evlat öldürmek gibi cezayı
gerektirir ve ziyandır. Hiç şüphe yok ki, ilimsizlikle beyinsizlik ve aptallık
yüzünden evlatlarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine ikram ettiği helal rızkı,
Allah'a iftira ederek, haram edenler muhakkak zarardadırlar. Bunlar muhakkak
doğru yoldan sapmışlardır ve asla doğru yola gidenlerden değildirler. Bu hâl
ile kurtuluşa ermelerine imkan yoktur.
Halbuki:
Meâl-i Şerifi
141- Asmalı ve asmasız (üzüm) bahçeleri,
hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine
benzer ve benzemez biçimde yaratan O'dur. Her biri meyve verince meyvesinden
yiyin, hasat günü de hakkını (zekat ve sadakasını) verin; ama israf etmeyin,
çünkü O, israf edenleri sevmez.
142- Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı).
Kimi yük taşır, kiminin yününden döşek yapılır. Allah'ın size verdiği rızıktan
yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın (peşinden gitmeyin); çünkü o, sizin için
apaçık bir düşmandır.
143- Sekiz çift: Koyundan iki, keçiden iki. De
ki: "(Allah), iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki
dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Eğer doğru iseniz bana ilimle haber
verin."
144- Ve deveden iki, sığırdan iki. De ki:
(Allah), "İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki
dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Yoksa, Allah'ın size böyle vasiyet
ettiğine şahitler mi oldunuz? (O'nun yanında mıydınız?). Böyle hiçbir bilgiye
dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim
kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez"
145- De ki: "Bana vahyolunanda, (bu haram
dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak leş,
veya akıtılmış kan, yahut domuz eti - ki bu gerçekten pistir- yahut Allah'tan
başkası adına kesilmiş bir hayvan olursa, bunlar haramdır. Ama kim çaresiz
kalırsa, (başkasının hakkına) tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere
(bunlardan yiyebilir)" Çünkü Rabbin çok bağışlayandır, merhamet edendir.
146- Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları
haram kıldık. Sırtlarında, yahut bağırsaklarında bulunan, ya da kemiğe karışan
yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram ettik.
Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru
söyleyenleriz.
147- Eğer seni yalanladılarsa, de ki:
"Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Bununla beraber O'nun azabı da suçlu
toplumdan geri çevrilmez."
148- Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki:
"Allah dileseydi ne biz ortak koşardık, ne de atalarımız ortak koşardı,
hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan önce yalanlayanlar da böyle
söylemişlerdi de sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: "Yanınızda bize çıkarabileceğiniz
bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece
saçmalıyorsunuz."
149- De ki: "En kesin ve üstün delil,
Allah'ındır. Allah isteseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi."
150- De ki: "Haydi, Allah bunu yasak etti
diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin.". Eğer onlar şahitlik
ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimi yalanlayanların ve
ahirete inanmayanların keyiflerine uyma. Çünkü onlar Rablerine başkasını denk
tutuyorlar.
141-142- Halbuki Allah o yüce yaratıcıdır ki,
ma'rûş ve gayrı ma'rûş cennetler, yani yapılı yapısız, çardaklı çardaksız,
köşklü köşksüz bağlar, hurmalıklar, ekinler ki her birinin yemişleri farklı,
birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytinler, narlar meydana getirdi. Yani bütün
bunları yenilmesi ve faydalanılması için yarattı. Bu âyetin bir benzeri yukarda
geçmişti. Fakat orada, Yüce yaratıcının varlığına, gücüne ve öldükten sonra
dirilmeye delil olması yönünde geldiği için, sonunda icad ve icad gayesine
dikkat çekmek amacıyla "Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin
meyvesine bakın" (En'âm, 6/99) buyrulmuştu. Burada ise, onu hatırlatmakla
beraber, müşriklerin rızk konusundaki baskı ve iftiralarına, yasaklayıp haram
kılma iddialarına karşılık, yüce Allah'ın, yaratmasındaki ihsan ve iyiliği
ortaya koyma ve ürünlerle hayvanlardan yararlanmada helal ve mübah oluşun asıl
olduğunu belirtmek üzere gelmiş bulunduğu için buyruluyor ki: her biri meyve
verdiği zaman meyvesinden yiyin, bunda serbestsiniz. Bununla beraber hasat günü
hakkını da verin, muhtaç olanlara da yedirin.
Gerek yerken ve gerek hakkını verirken israf
da etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. Öyleyse "Büsbütün eli açık
da olma; sonra kınanır, pişmanlık içinde kalırsın" (İsrâ, 17/29) hükmünce
tutumlu olmak ve müşriklerin düştüğü iktisadî sefaletten sakınmak gerekir.
Görülüyor ki burada, ürünlerin hasat günü,
yani kesilip toplandıkları vakit, yerine getirilmesi gerekli olan değişmez bir
hak bulunduğuna işaret edilmekte ve bunun verilmesi emredilmektedir. Ancak bu
hakkın ölçüsü ve kimlere verilmesi gerektiği açıklanmayıp mutlak ve kapalı
bırakılmıştır. Bunun zekat, yani öşür ve yarım öşür olduğu hakkında rivayetler
varsa da, zekat âyetleri Medine'de nazil olmuş bulunduğuna göre, Mekke'de nazil
olan bu âyetteki hakkın, ondan başka bir vacip sadaka olduğu ve miktarının
belirlenmesinde, mükellefin israftan kaçınması kaydıyla kendi takdirine
bırakılmış olduğu; bununla beraber, sadece hayırseverlik gereği verilecek
nafile bir sadaka değil, bunda bir yükümlülük de bulunduğu açıklanıyor ki, yine
Mekke döneminde nazil olan Zâriyât sûresindeki "Onların mallarında dilenci
ve yoksul için bir hak vardır" (Zâriyât, 51/19) âyeti, aynı şekilde Meâric
sûresindeki "Onların mallarında, isteyene ve isteyemediği için mahrum kalmışa
belli bir hisse vardır" (Meâric, 70/24-25) âyeti, bunun daha genel bir
açıklaması demektir ki, "sâil" (dilenci) ve "mahrum"a
(yoksula, dilenemediği için mahrum kalana) verilecek bir hak olduğunu gösterir.
Bununla beraber bu âyetteki hak, mutlak olduğu için, zekat emrinin yerine
getirilmesiyle, bu hakkın da yerine getirilmiş olacağı, yani bu emrin, öşrü de
kapsadığı açıktır.
"Cennât" üzerine atfedilmiştir.
Önceki âyette ürünlerin, bundan sonra da hayvanların genel olarak helal olduğu
açıklanıyor.
HAMULE, 'nın fethasıyla, yük götüren, ağırlık
çeken yüklü demektir ki, çektiği yüke 'nın ötresiyle "humule"
denilir. Bunu, dilimizde fethalı olarak (hamule) şeklinde söyleyenler, yanlış
söylerler.
FERŞ, döşek demektir ki, burada kastedilen,
döşek gibi yere döşenen, yatırılıp kesilen veya yünlerinden, kıllarından
döşekler, yaygılar, sergiler, postekiler yapılan veya yeryüzüne serilip yayılan
demektir. Yani en'âm denilen yumuşak (huylu) hayvanlardan da hamule ve ferş;
yükler taşıyan ve yatırılıp kesilen şeyler yarattı. Allah'ın size helal kılıp
rızık yaptığı şeylerden yiyin şeytanın izlerine uymayın. Uyup da, Allah'ın
helal olarak belirlediği rızıklarınızı, müşriklerin: "Şu bahiredir
(binilmez, sütü sağılmaz devedir), haramdır; şu sâibedir (puta adanmış devedir,
sağılmaz ve binilmez) haramdır" dedikleri gibi (Bkz. Mâide, 5/103) haram
kılmağa, kendi kendine helal-haram hükümler koymağa veya başkasının hakkına
tecavüz etmeğe kalkışmayın. "Şeytan, sizin için apaçık bir
düşmandır."
Yukarda geçtiği üzere Arap müşrikleri, Allah'a
iftira ederek, ürünler gibi hayvanların da bazılarını; kâh erkeğini, kâh
dişisini, kâh dişinin rahmindekini haram kılıyorlardı. İslâmî hükümler nazil
olmaya başlayınca Resulullah ile mücadeleye kalkıştılar. Rivayet edildiğine
göre hatipleri Mâlik b. Avf b. Ebi'l-Ahvası'l-Cüşemi idi. "Ey Muhammed,
demişti, duyduk ki sen birtakım şeyleri helal kılıyormuşsun." Resulullah
da buyurmuştu ki: "Siz birtakım şeyleri aslı olmadan haram kıldınız. Yüce
Allah, şu sekiz eşi yenilmesi ve istifade edilmesi için yaratmış olduğu halde,
sizin dediğiniz haram kılma nereden geldi, erkeğinden mi dişisinden mi?"
Bu sual üzerine Mâlik b. Avf. erkeğinden diye sebep gösterse, erkeğin hep haram
olması gerekecek; dişisiden diye sebep gösterse, bütün dişilerin haram olması
gerekecek; rahimi sebep gösterse, ikisi de öyle olacak; haramlığı beşinci veya
yedinci yahut herhangi bir nesile tahsis etse, bu neden, ne için? Hayret içinde
kalıp susmuş. "Niye konuşmuyorsun?" buyrulmuş. Mâlik: "Hayır,
sen söyle ben dinleyeyim" demişti. İşte "Hamule ve Ferş" olarak
yaratılan ve yenilmesi helal kılınan hayvanlar açıklanarak buyruluyor ki: Yani,
aşağıda olduğu gibi sekiz eş yarattı ki:
143-144-145- ZEVC: Cinsinden bir diğeri ile
beraber bulunan demektir ki, bunlardan her biri, diğerine göre zevc, yani eş, kendi
kendine fert diye adlandırılır. Ve bundan dolayı zevc ikisinin değil, ikiden
birinin diğerine göre ismidir. İkisine birden "zevcân, zevceyn"
denilir. Şu halde zevc, tam anlamıyla bizim "çift" dediğimiz değil,
"eş" yani bir çiftin her bir tekidir. Mesela "sekiz çift"
dediğimiz zaman "onaltı eş" anlaşılır. "Semâniyete ezvâc"
ise, âyette açıklandığı üzere ikisi koyun, ikisi keçi, ikisi deve, ikisi sığır
cinsinden olmak üzere, erkek ve dişi dört çift, fakat sekiz eştir. Bu âyetlerde
görülüyor ki "en'âm" (hayvanlar) denilen bu sekiz eşin helal oluşunu
ispat ve anlatmak için burada pek güzel bir "tahric ve tenkîh-i
menât" usulü gösterilmiştir. Önce sekiz eş, diye bir sayma, ikinci olarak
koyun, keçi, deve ve sığır olmak üzere dört cins, bunların birbirlerine
benzerliklerine göre ikişer ikişer gruplandırma; üçüncü olarak, her grup ve
çiftten haram sayılması muhtemel olan erkeklik, dişilik veya rahimde bulunmak
üzere özelliklerini ayrıntılı bir şekilde belirleme; dördüncü olarak, bunların
hiçbiri ile haram olmanın bir ilgisi ve temayülünün varlık veya yokluğunun
karşılıklı lüzumu, devamlılığı ve yansıması olmadığını açık bir şekilde
göstererek, hiçbirinde yaratılış bakımından haram olma sebebinin bulunmadığını
ve bundan dolayı ne erkeğinin, ne dişisinin haram olmadıklarını ispat etmiştir
ki, işte usûl ilminde açıklandığı üzere, bir müctehidin fıkhî kıyas ile ictihad
edip dini hükümler tesbit etmesinin esası da böyle "tahric ve tenkih-ı
menât"tır. Bu ilmi metod, bu âyetlerde, böyle en güzel bir şekilde
gösterildikten sonra, helal ve haram meselelerinde yalnız bu aklî metodun, yani
kıyasın yeterli olmayacağını ve kıyasın ilmî ve fıkhî olmak için menâtın, yani
illetin, sabit bir asıla, değişmez bir kurala dayanması gerektiğini, bu sabit
aslın da başka bir ölçü ile değil, ancak vahiy ile sabit olabileceğini anlatmak
için fasl-ı hitab olmak üzere şöyle buyruluyor: Ey Muhammed, de ki: "Bana
vahyedilmiş olanda yiyecek olan kimseye haram kılınmış bir yiyecek bulmuyorum
ancak, leş olması, yani tezkiyesiz olarak, Türkçesi bısmıl olmayarak
(besmelesiz) ölmüş bulunması ki, kendi kendine ölmüş, boğulmuş, taşla veya
odunla vurularak öldürülmüş, yüksekten düşmüş, boynuzlanmış, canavar
parçalayarak ölmüş hayvanların hepsini içine alır. (Bkz: Mâide, 5/3) Yahut,
dökülmüş kan olması ki, ciğer, dalak ve kesimden sonra damarlarda kalmış olan
kan kalıntısı bunun dışındadır. Yahut domuz eti olması çünkü domuz eti
pisliktir, yani mutlaka necistir, pistir. Bu gerekçeden anlaşılır ki, ne kadar
pis şeyler varsa hepsi öncelikle haramdır ve haram oldukları açıktır. Nitekim
"Onlara çirkin şeyleri haram kılar" (A'râf, 7/157) âyetiyle bu genel
bir nassa bağlanmıştır. Ve bu şekilde "çünkü o pisliktir" ifadesi leş
ve dökülmüş kanın haramlığına da delalet yoluyla sebep olmaktadır. Mâide
sûresinde geçtiği üzere şarap da "rics" (pislik) olduğu için, buna
diğer alkollü içkiler de dahildir. Yukarda geçen "Günahın açığını da
gizlisini de bırakın" (En'âm 6/120) âyetinin mânâsı da gösterir ki
"rics" de, zahir ve batın, yani açık ve gizli olmaktan daha geneldir.
Şu halde yalnız dış görünüşüyle pis olanlar değil, bâtınen (mânen, görünmez)
pis olanlar da haramdır. Yahut bir fısk olması, yani onunla Allah'tan başkasına
haykırılmış olması müstesnadır ki, bunlar haramdırlar. Allah'tan başkasına
haykırılmış olmak demek, Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilenler
demektir. Bununla beraber kaydı, "Kesilirken üzerine Allah'ın adı
anılmayan hayvanları yemeyin. Çünkü onu yemek, yoldan çıkmaktır." (En'âm,
6/121) buyruğu gereğince bilerek Besmele'yi terketmenin; aynı şekilde Mâide
sûresinin 3. âyetindeki "Putlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal
oklarıyla şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (insanı yoldan
çıkaran kötü şeylerdir)" buyruğu gereğince putlar üzerine kesilen
hayvanlar ile kumar kısmetlerinin de "Allah'tan başkası adına
kesilenler" kabilinden olduğuna işarettir. Sonra her kim çaresiz bulunur,
helal bir yiyecek bulamaz da aşırı açlık hâlinde zorunlu olarak bunlardan yemek
mecburiyetinde kalırsa bağî ve mütecaviz olmadığı, yani diğer bir zor durumda kalmış
kimsenin elindekini almadığı ve yemekte zaruret miktarını aşmadığı takdirde
Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, merhamet edendir; bundan sorumlu tutmaz.
(Bakara, 2/173 ve Mâide, 5/3 âyetlerine bkz.) Demek ki, çaresiz için yemek
hususunda haram olan hiçbir şey yoktur; ancak "saldırganlık" ve
"aşırılık" sınırlaması vardır. Şu halde zor durumda bulunmayanlar
için saldırganlık ve aşırılık öncelikle haramdır. Şu halde, önceki dört şeyde
özetlenen haramlar, zor durumda kalanın dışındakilere mahsus olduğu halde, başkasının
hakkına tecavüz ederek malını yemek ve bir de zarurette zarurete göre,
genişlikte genişliğe göre sınırı aşıp israf etmek, genel olarak herkese
haramdır. İnsanın yiyeceğine, malına, hukukuna tecavüz, böyle herkese genel
olarak haram olunca, kendine tecavüzün daha çok öncelikle ve kuvvetle haram
olduğu da ister istemez anlaşılır. Aynı şekilde bütün bu açıklamalarda insana
açık ve gizli olarak zarar veren herhangi bir şeyin de haram olduğu ve
genellikle haram olma sebebinin pislik, kötülük, saldırganlık ve aşırılık, bu
dörtten birine, bunların da insana maddî veya manevî, açık veya gizli zarar
anlayışına, bunun da ilâhî hükme dayandığı ve bunların ayrıntılarını bundan
önceki âyetlerde gösterildiği üzere "tahrîk-i menat" veya
"tenkîh-ı menat" veya "tahkîk-i menat" ile bu asıllara
döndürerek anlamak gerektiği de anlaşılır ki, bunlar, gerek diğer âyetlerde,
gerek peygamberimizin sünnetinde etraflıca açıklanmıştır. Yırtıcı canavarların,
kuşların, pis böceklerin ve zehirlilerin haramlığı da hep bu sebep ve asıllarla
ilgilidir. İşte bu şekilde burada Resulullah'a olunan vahiyde, haram kılınan
yiyeceklerin bu istisnalarla sayılıp açıklanan şeylerle sınırlı bulunduğu
bildirilmiştir. Demek ki Mekke'de bu âyetin inmesine kadar, yiyeceklere ait
olarak, bunlardan başka haram bulunmadığı muhakkaktır. Acaba sonradan oldu mu
olmadı mı? Gerçi bu âyet, diğer hususlarda olduğu gibi, yiyecek hususunda da
daha sonra diğer haram kılmaların vahyolunmasına aykırı ve engel değildir.
Nitekim Mâide sûresindeki açıklamalar iniş bakımından bundan sonradır. Bununla
beraber birçok müfessir, bu âyetin muhkem âyetlerden olduğunu nakledip
açıklamaktadır. Şu halde bu konuda Kitab ve Sünnette bundan sonra gelen
açıklamalar, bu âyetin dışında bir şeyi haram kılmamış, yani bundaki sınırlamayı
neshetmemiş; aksine bunu açıklayıp teker teker saymıştır. Nitekim Bakara sûresi
Medine'de nazil olduğu halde onda da "Allah size sadece... haram
kıldı." (Bakara, 2/173) diye yine "kasr" ile gelmiştir. Bunun
için, bazılarının dediği gibi, buradan istisna münkatıdir, bu ise kasr ifade
etmez, demesi de geçerli olmaz. Çünkü ittifakla "kasr" edatıdır. Şu
halde mat'ûmât (yenecek şeyler) tabirinin meşrubatı (içecekleri) da kapsadığı
kabul edilirse, "rics" kavramı içinde şarap ve diğer sarhoşluk veren
şeylerin de haramlığına, daha Mekke'de iken işaret buyrulmuş demektir. Bununla
beraber bu sûrede bu âyetin Medenî olan birkaç âyet arasında bulunduğu hakkında
da bir rivayet vardır. Bu durumda âyetin, muhkem âyetlerden olduğu daha iyi
anlaşılır. Yani hükmünde hiçbir nesh olmadığı muhakkaktır. Ancak böyle olması
"pislik, kötülük, saldırganlık ve aşırılık" sebeplerinin bazı
şeylerde gerçekleşmesi gizli olabileceği için, leş, akıtılmış kan, domuz eti,
"Allah'tan başkası adına kesilenler" ve herkesçe bilinen pisliklerden
başka şeyleri kapsayıp kapsamadığı bakımından yoruma gerek duyulan bazı
yönlerinin bulunmasına da engel değildir.
146-Hz. Peygambere vahyedilen böyle. Daha önce
Yahudi olanlara da her tırnaklıyı haram kıldık. Zufur, tırnak demektir. Fakat
Arapçada çeşitli hayvanların tırnaklarına ayrı ayrı isimler verilmiş olduğu
için zufur kelimesinin kullanılması, tamamen lisanımızdakinin aynı değildir.
Mesela at ve katır gibi tek tırnaklıya "hâfir"; sığır davar ve ceylan
gibi çatal tırnaklıya "zılf"; deveninkine "huff";
canavarların pençesine ve yırtıcı kuşların çengellerine "mıhleb" ve
diğerlerine "zufur" denilir. Bunların hepsine de gerçek olarak
"zufur" denilir mi, denilmez mi? Bu konu ihtilaflıdır. Kamus'ta der
ki: "Mıhleb yırtıcı canavarların pençesine ve yırtıcı kuşun çengeline
denir ki, kaynak veya çıynak tabir olunur." Bir görüşe göre mıhleb, avcı
olan kuşun; zufur ise avcı olmayanın çıynağına denilir. Demek ki, bu görüşe
göre, mesela çaylağın çengeline bu sebeple, zufur denmez; ama meşhur görüşe
göre zufur mıhleb'den daha geneldir. Şu halde serçe, tavuk ittifakla
"zî-zufur" (zufurlu); atmaca, şahin ittifakla "zî-mihleb"
(mihlebli), ihtilafla "zî-zufur" (zufurlu) da dahildir. Sonra hâfire,
zılfa zufur veya zî-zufur denilmesinin mecaz olduğu da tefsirlerde açıklanıyor.
Ancak mecâz olmakla beraber, böyle isimlendirildiği de inkâr edilmiş değildir.
Ve işte bu mânâda zufur, bizim tırnak tabirimize uygundur. Daha sonra dilimizde
tırnak, böyle hepsinden genel olduğu ve tek tırnaklı, çatal tırnaklı da
denildiği halde, mutlak sûrette "tırnaklı hayvan" sözünden örfte kedi
köpek vb. yırtıcı hayvanlar akla gelir. Fahruddin Râzî bu âyette de bu
mânâsının anlaşıldığını söylemiş ve "zî-zufur"u mıhlebli yırtıcı
hayvanlar ve kuşlar ve avcı hayvanlar ile tefsir etmiştir. İbnü Abbas, Mücahid,
İbnü Cübeyr, Katâde ve Süddî'den ise bunun aksine deve ve deve kuşu, ördek, kaz
vb. gibi parmakları açık olmayan hayvanlar diye nakledilmiştir ki, Zeccâc'ın
tercihi de budur. İbnü Zeyd, bundan maksadın, bilhassa deve olduğunu; Dahhâk
ise deve kuşu ve yaban eşeği olduğunu söylemiştir. Gerçi bu tahsisler âyetin
geneline göre zayıf ise de, bunları da kapsadığını açıklamış olması bakımından
özel bir önemi vardır. Kelbî, "kuşlardan her mıhlebli, hayvanlardan her
hâfirli, yırtıcılardan her azı dişli" demiştir. Kutebî "burada zufur,
hâfir yerindedir. Buna hayvanlardan her hâfiri bulunan dahil olur. Hâfire
istiâre yoluyla zufur adı verilmiştir" demiş; Sa'leb, "avlanmayan
zufurlu, avlanan mıhleblidir" demiş; Nakkaş da: "Bu değişmez değil,
çünkü aslan zufurludur" demiş. Zemahşerî de: "deve, kuşlar ve yırtıcı
hayvanlar gibi parmaklı olanlar" diye tefsir etmiştir ki, birçok
tefsircinin tercihi de budur. Ve bunda beygir gibi tek tırnaklılar dahil
değildir. Bütün bunlardan anlaşıldığına göre tabirinin deveyi kapsaması
çoğunluğun görüşüdür. Fakat, isterse mecaz olsun hâfir'e de zufur denildiği
inkâr edilmiş değildir. Bundan dolayı bizim anladığımıza göre sığır ve koyun
dahil olmamak üzere gerek beygir gibi tek tırnaklı olsun, gerek parmak veya
parmak belirtileri bulunsun, tırnağı bulunan hayvanların genelini kapsamış
olmalıdır. Çünkü burada zufurlu, sığır ve koyun ile karışık gibi
zikredilmiştir. Yahudiler, geviş getirmekle beraber çatal tırnağı bulunan
hayvanların helal ve bu iki özellik bulunmayan hayvanların haram olduğunu
söylemekte olduklarına göre sığır, koyun, keçi ve benzeri gibi hem geviş
getiren, hem çatal tırnaklı olanlardan başkası kendilerine haram olmuş oluyor.
Bu şekilde deve geviş getirse de çatal tırnaklı olmadığından; domuz çatal
tırnaklı ise de geviş getirmediğinden; beygir, eşek, katır vesairede ikisi de
bulunmadığından haram oluyorlar. Genel olarak kuşlar ve balıklarda dahi bu iki
özellik bulunmadığından onların da haram olması gerekiyor. Halbuki balık haram
kılınmamış olduğu için, yahudilerin kendi ifadeleri, kendilerine haram
kılınanların tarifi konusunda doğru değil demektir. Şu halde Kur'ân'da
balıkları kapsamamak ve sığır ve koyun karşılığı olmak üzere buyurulması, hem
bu yönü hatırlatma, hem de yahudiler hakkındaki haram kılmanın kapsamının çokluğunu
ve baskının şiddetini açıklamış olma bakımından, domuz ve yırtıcı hayvanlarla
birlikte tek tırnaklıların, devenin ve bütün kuşların da kendilerine haram
kılındığını göstermektedir. O halde mânâ şudur: Yahudilere sığır ve koyun dahil
olmamak üzere diğer tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. sığır ve
davardan da her ikisinin iç yağlarını, don yağlarını onlara haram ettik. Ancak
her ikisinin sırtlarının veya bağırsaklarının taşımış olduğu yağlar yahut bir
kemiğe karışmış olan yağlar -ki kuyruk yağı böyledir- bu üçü haram kılınmadı.
Şu halde onlara haram kılınan sığır ve davar iç yağları, gömlek yağı denilen
don yağıyla böbreklerin taşıdığı yağlar demek olur. Yahudilere olan bu yasağı
saldırganlıkları sebebiyle onlara ceza olarak yaptık, yoksa aslında bunların
hepsi kendilerine haram değildi. Bir zamanlar bıldırcın etleriyle
beslenmişlerdi. Sonra saldırganlık ve zulümleri; peygamberleri öldürme, faiz
alma, hak yolundan engelleme, haram yeme, helalı haram, haramı helal sayma gibi
saldırganlıklarından dolayı, sonradan kendileri birçok temiz rızıklardan mahrum
edildiler. "Yahudileri yaptıkları zulümden, çok kimseyi Allah yolundan
çevirmelerinden dolayı, kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara
yasakladık." (Nisâ, 4/160. âyete bkz.) Ve muhakkak ki biz doğru söyleriz.
Haber vermede de, iyi ve sakındırıcı şeyleri vaad etmede de doğru söyleriz. Şu
halde böyle saldırganlığa ceza olarak "yasak" haberi ve uyarısının da
doğruluğunda şüphe yoktur. Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal
sayanlar, sonunda baskı ve mahrumiyetle (yoksunlukla) cezalanırlar.
147- Bunun için ey Muhammed. Seni
yalanlarlarsa -özellikle yahudiler- "Hayır, bize haram kılınanlar böyle
değildi veya bu yasaklama, saldırganlığımızın cezası olarak değil, ta aslından böyleydi.
Bu haram kılma ve ceza vahyi, bu haber ve tehdit yalandır" diyecek olursa
"İsrailoğullarına bütün yiyecekler helaldi..." (Âl-i İmran, 3/93
âyetine bkz.) De ki Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Zorlamayı ve baskıyı
sevmez; her günaha karşı sorgulayıp cezalandırmaz, tevbeyi kabul eder, rahmeti
öfkesinden geniş ve öncedir. Bununla beraber günahkârlar topluluğundan O'nun
şiddetli baskısı ve azabı geri çevrilemez, uzaklaştırılamaz. Genellikle
günahkârlara ne kadar zaman tanınırsa tanınsın, günahta devam ettikleri halde
sonunda o geniş rahmetten yoksun ve bir azaba mahkum olurlar ki, bu red ve
inkâr edilemez. Şu halde saldırganlığa ceza olarak yasağın genelleştirilip
şiddetlendirilmesi inkâr olunamayacağı gibi, o geniş rahmet ile başlangıçta
kazandıkları genişlik ve serbestliğe güvenip aldanarak hakkı yalanlamak
sûretiyle büyük suç işleyen günahkârlar da, başlangıçta cezalandırılmasalar
bile, sonunda ilâhî baskı ve azab ile, genişlikleri darlığa, seçme
serbestlikleri de zorlamaya dönüşerek şiddetli azabı tatmaya mecbur olurlar. Ve
bundan kurtulmaya imkan bulamazlar.
Sözün kısası, Yüce Allah'ın rahmeti çok geniş
olmakla beraber, günahkârlara er veya geç azabı da kesindir. Şu halde Allah'ın
iradesini ilgilendiren şeylerin bazılarının ceza ve azab olduğu da muhakkaktır.
İlâhî takdirde insan için serbestlik de var, zorlama da vardır. Yukardan beri
anlaşılageldiği ve özellikle âyetiyle özetlendiği üzere, ilâhî, buyruklar, emir
ve yasak, helal ve haram, sevap ve ceza mecburiyette değil serbestlikte vardır.
Tâat, bu buyruklara serbestçe uymak; günah ise bu buyruklara yine serbestçe
karşı gelmektir. Böyle serbest davranışları ve kulun dilemesini yaratmayı
takdir, İlâhî iradeyi, kulun iradesine bağlamak ve tertib demek olduğundan,
bunlar da kaza ve kaderdir, sırf zorlama değildir. Gerçi Allah dilemeyince
kimse bir şey yapamaz. Ancak, suçun takdir edilmesi ve ilâhî iradeye yakınlığı
Allah'ın rızası değil, suçlunun rızası bakımındandır. Nitekim "Ondan
hoşlansınlar ve işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler.." (En'âm,
6/113) buyrulmuştur. Rahîm olan Allah, günaha razı olmadığı için ona ceza ve
azab takdir ettiği şeyleri de günah olarak takdir eylemiş. Bunları seçebilmek
için insanlara anlama ve sezme yeteneği, peygamber, kitab, akıl ve hikmet de
vermiştir. Buna karşı günahkârın arzu ettiği suç ve günaha izin vermesi de,
günaha rızasından değil, kulun rızasını yerine getirme ve dilediğini
gerçekleştirerek sorumluluğunu ortaya koymak içindir. Ve bu isteğin yerine
getirilmesi, kulun rızası olduğu için, başlangıçta bir rahmet ve fakat, o
günah, Allah'ın hoşlanmadığı ve katında cezayı gerektiren bir iş olduğu için de
sonuç itibariyle bir azabtır. Ve bundan dolayıdır ki, Allah'ın suçlulara zaman
tanıması ve dileklerini yerine getirmesi, sonuç olarak onlara acil cezadan daha
büyük ve önlenmesi imkansız bir azab ve cezaya terk ve rıza demek olduğundan
"İşte kâfirlere yaptıkları, öyle süslü gösterilmiştir" (En'âm,
6/122), "Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları, uydurdukları
şeylerle başbaşa bırak." (En'âm, 6/112), "Allah isteseydi ortak
koşmazlardı." (En'âm, 6/107) buyurulmuştur. Madem ki Allah'ın dilediği
şeyler arasında rahmete karşılık ceza ve azab da muhakkaktır, o halde Yüce
Allah'ın her irade ve yaratmasının, her yönden rızasını gerektirdiği ve
sakıncasının bulunmadığı söylenemez. Allah'ın rızasının delilini iradesi
hakkında değil, emir ve yasağında aramalıdır. Şu halde "Eğer Rabbin
dileseydi onu yapamazlardı." buyurulduğundan dolayı "Allah
istemeseydi filan günah yapılamazdı; mesela yalan söylenemezdi; o halde
günahta, yalan söylemekte sakınca yoktur, Allah buna razıdır" şeklinde bir
yaklaşımla Allahın açıklamalarını yalanlamaya kalkışmak, bile bile ateşe
atılmaktır.
148-Böyle iken bu inkâr, mümkün olmayan ilâhî
tebliğlere karşı o şirki alışkanlık edinmiş olan müşrikler, "Allah dilemiş
olsaydı ne biz ne de atalarımız müşrik olmaz ve hiçbir şeyi haram
kılmazdık" diyecekler. "Diyecekler" buyrulmasından anlaşılıyor
ki bunlar, bunu, bu âyetlerin inmesi sırasında daha söylememişler, fakat bundan
sonra muhakkak söyleyecekler ve bu onların gelecekte bir küfürleri olacaktır.
Şu halde bu âyet, öncekiler gibi onların geçmişteki olaylarını değil,
gelecekteki sözlerini, suçlarını, olmadan önce haber verme ve cevabını
göstermedir. Gerçekten müşrikler daha sonra bunu söylemişler ve bu haberin
doğruluğu da gerçekleşmiştir. Nitekim Nahl sûresinde "Allah'a ortak
koşanlar, 'Allah isteseydi ne biz, ne de atalarımız, O'ndan başka hiçbir şeye
tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık' dediler." (Nahl, 16/35)
âyeti mâzi siğasıyla bu gerçekleşmeyi açıklamıştır ki, bunlar, Kur'ân'ın, Allah
katından gerçek bir vahy olduğunu apaçık göstermektedir. Yani müşrikler bu
doğru delillere karşı şirk ve haram kılmadan vaz geçmemek ve seni yalanlamak
için tutunacak hiçbir şey bulamayacak ve ancak şirk ve haram kılmama kötülüğünü
inkâr ve Allah tarafından tasvibini iddia ederek diyeceklerdir ki: "Allah,
bizim müşrik olmamızı ve bahsedilen ürün ve hayvanlardan hiçbir şeyi haram
kılmamamızı dilemiş olsaydı biz bunları yapamazdık; ya bize seçme hürriyeti
vermez, hepimizi imana mecbur kılar veya bize yardım eder, imanı tercih ettirir
ve daha ne yapar yapar şirk ve haram kılmaya engel olurdu da ne biz, ne de
atalarımız müşrikliği ve o haram kılmayı istesek de istemesek de yapamazdık.
Fakat biz bunları atalarımızdan beri yaptık. Demek ki şimdiye kadar bizim
hakkımızda Allah, geçmişimiz için bunun zıddını dilememiş, bizim dilediğimiz bu
müşrikliği ve haram kılmayı dilemiştir." İşte bu şartlı önermenin anlamı
ve mantıkî sonucu budur. Ve bu kadarla bu söz doğrudur. Ve "Rabbin
dileseydi onu yapamazlardı." ilâhî sözünün mânâsıdır. Bundan doğru bir
sonuç almak gerekince, "artık ne yapalım cezamıza razıyız" demek
gerekir. Fakat sözün gelişinden anlaşıldığına göre, onlar bunu itiraza bahane
ederek "Madem ki geçmişimiz için Allah başka dilememiş, böyle dilemiş ve
biz böyle yapmışızdır; demek ki bunlar bizim rızamız gibi Allah'ın da rızasına
uygundur. Ve yalnız bir uydurmamız değil, Allah'tandır. Çünkü Allah razı olup
dilemesiydi biz nasıl iftira eder, yalan söyleyebilirdik; o halde geleceğimiz
için de bunda bir sakınca yoktur.
Şu halde şirk ve haram kılmanın yasak ve suç
olduğuna inanmayız, önce yaptık yine yaparız; eğer bunda bir kötülük var da
Allah razı değilse, bundan böyle bizi zorla ve fiilen önlesin, yoksa biz kendi
isteğimizle vaz geçmeyiz" gibi bâtıl bir sonuç çıkarmak isteyecekler ve
böyle derken, her yaratmayı dilemenin, mutlak rızayı ve sakıncasız olduğunu ve
kaderin zorlamayı gerektirmeyeceğini; olayların hepsinin ve mümkün olan her
insan fiilinin onun lehine ve çıkarına olmadığını ve mesela Allah'ın iradesiyle
ateşin insanı yakabildiğini ve zehirlerin öldürübileceğini; aynı şekilde Allah,
bir yalancının yalan söylemesine ve bir iftiracının iftira etmesine müsaade
etmiş olmakla, yalanın gerçek olmayacağını ve bunun gibi, yaratma ve ilâhî
irade ile, müşrikin şirke ve haram kılmaya imkan bulmasından şirk ve haramın da
aslen sabit olması gerekmeyeceğini ve dün sakıncası görülmeyen bir şeyin veya
fiilin, yarın sakıncalı görülebileceğini; geçmişte fiilen gerçekleşen olaylara
bakarak, İlâhî irade ve kaderin hükmü bir dereceye kadar bilinmiş olsa bile,
geleceği ilgilendiren ilâhî takdirin ve kaderin hükmünün, insanlar için gizli
ve bilinmeyen olduğunu; bununla beraber bu şirk ve haram kılma yüzünden
evlatlarını öldürmek ziyanına düşünlerin geçmişleri hakkında da bunların kötülüğünü
inkâr etmelerinin yalan olacağını; aynı şekilde yine geçmişte peygamberleri ve
Hakk'ın delillerini inkâr edenlerin nice cezalar gördüklerini ve sonra ilâhî
iradeyi tek delil kabul ederek, şirki red ile imanı ve helalin tasdikini yalnız
ona bağlamak, tevhidin hakikatini ve Yüce Allah'ın tek yaratıcı ve hâkim
olduğunu, şirk ve haram kılmaya hiçbir delil ve kanıt bulunmayacağını dolaylı
yoldan itiraf demek olduğu halde, tevhidden şirki, helal kılmadan haram
kılmayı, iradeden zorlamayı anlama ve isbata kalkışmanın nasıl bir çelişki
olduğunu düşünmeyecekler ve anlamak istemeyeceklerdir.
İşte ey Muhammed, böyle -bu yalanlama gibi-
yani öyle diyecek olan ve öyle söyleyerek ortak koşmanın ve ürün ve hayvanları
haram kılmanın Allah tarafından yasaklanmış ve azab ve cezayı gerektiren suç
olduğunu inkâr edecek olan Kureyş müşriklerinin fiilerinden zorunlu yaptırım
ile engellenmemiş ve haber verilen ceza ve azabı henüz tatmamış olduklarından
dolayı, bâtıl zanlarına göre, varsayımlar ile doğrudan yanlış ve bâtıl sonuçlar
çıkararak seni yalanlamaları gibi- dir ki bunlardan öncekiler -yani geçmiş
peygamberlerin ümmetleri- ceza ve azabımızı tadıncaya kadar yalanlama işini
yaptılar da, sonunda o inkâr ettikleri azabımızı tattılar. Şu halde, o
müşriklerin geleceği geçmişe kıyas ederken geçmişte ceza olmadı zannetmeleri de
yalandır. Ey Muhammed, sen öyle diyecek olan müşriklere şöyle de yanınızdan bir
ilim; delil göstermeğe değer bildiğiniz bir şey var mı ki, bize onu
çıkarasınız? Yoksa bu dolaylı yoldan çıkardığınız sonuç ilim değil, cehalettir.
Bu söylediğiniz kazıyye-i şartıyye (şartlı önerme) den çıkarmak istediğiniz
sonuç çıkmaz. Bununla, şirk ve haram kılmada isabetinizi ispat değil, nihayet
gerçekte müşrik olduğunuzu, ürün ve hayvanları haram kılmış bulunduğunuzu ikrar
ve yalancılığınızı ispat etmiş oluyorsunuz. Bu sözde ilme değil zan ve
kuruntuya uyuyorsunuz. Atalarınızdan beri bu yalan ve iftiraya imkan
bulabildiğinizden, yalancılığınızın emri vaki olmasından, yalanın da gerçekte
doğru olması gerektiğini ve İlâhî iradeye uygun bulunduğunu varsayıyorsunuz. Ve
siz başka bir şey yapmıyor, ancak kendi gönlünüze göre varsayımlarda bulunuyor,
yalan söylüyorsunuz. Hakkı ve doğruyu nefsin gerçeğe uygunluğunda değil,
gerçeğin nefse uygunluğunda arıyor ve apaçık olan ilmî ve gerçek deliliyle ve
ölçüsüyle ölçmüyor, sadece kişisel eğilimlerinizle ölçüyor, nasıl arzu ve
tahmin ederseniz hak öyle olur varsayıyorsunuz da, istememeniz, görmemeniz,
anlamamanız, inkâr veya değiştirmenizle gerçek değişir sanıp kendinizi
aldatıyorsunuz. Hatta kendi eyleminizi ve öznelliğinizi bile tam anlamıyla
değerlendirmiyor, serbestçe yaptığınız işlerle İlâhî iradenin, sizin iradenizi
takip ettiğini ve bu yüzden birçok hatalar ile üzüntüler, zararlar çektiğinizi
düşünmeyip kuru inkâr ile sorumluluktan kurtulacağınızı sanıyorsunuz.
149-Ey Muhammed, şu halde, en kesin ve üstün
delil Allah'ındır, de. Yani madem ki siz ilme ve gerçek delillere önem vermeyip
hayatınızın istediği varsayımlarda bulunuyor ve delil olmaya değer bir bilginiz
olmadan, eyleminizin yalanınızın cezasını inkâr ediyorsunuz, o halde
aleyhinizde "O'nun azabı, suçlu toplumdan geri çevrilmez" (En'âm,
6/147) hükmünü uygulamak için suçluluğunuz, iftiracılığınız, yalancılığınız
davasını en güzel şekilde ispat edecek, son derece açık, sağlam ve değişmez,
bozulması ve geçersiz kılınması mümkün olmayan delil, Allah'ındır. Çünkü Allah,
dışta ve içte bu kadar deliller, geçmiş ve şimdiki toplumlarda birçok ibret
örnekleri ortaya koymuş ve geniş rahmetiyle size göz, kulak, akıl, anlayış ve
dilediğini seçme yeteneği vermiş, Kitap ve Peygamber göndermiş "Doğrusu
size Rabbinizden basîretler (gönül gözleri, gerçekleri anlama yetenekleri)
geldi. Artık kim gerçeği görürse yararı kendisine, kim de gerçeğe kör olursa
zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bekçi değilim" (En'âm, 6/104)
buyurmuş, davranışlarınızın kötülüğünü ve onları rıza veya razı etmeyle
hoşlanarak zevkinizle, kazanmanızla ve bu durumda sorumluluğu, lezzeti ve
üzüntüyü size ait olmak üzere yarattığını ve bunun sonunda bir haşr ve ceza
gününün geleceğini ve zalimlerin kurtulaşa eremeyeceğini anlatıp, bu helal ve
haram hükümlerini açıklamak ve sonunda sözünü bildirmek ve sizin bunlara karşı
tutunmak isteyeceğiniz bu istidlâlinizin (herhangi bir delile dayanarak sonuç
çıkarmasının) boş ve geçersiz olduğunu bildirmiştir. Bir de İlâhî delilin
etkisini ve güzelliğini anlamalı ki, siz bunun karşısında tutunacak, söyleyecek
bir şey bulamıyorsunuz da, Allah'a karşı yalnız Onun iradesiyle lehinize delil
gösterip sonuca varmak istiyorsunuz; bu ise tamamen sizin aleyhinize bir
delildir. Bu bakımdan en kesin ve üstün delil (hucceti bâlığa) Allah'ındır.
Çünkü "Allah dileseydi biz bu şirk ve haram kılmayı yapamazdık"
demek, Allah'ın iradesine karşı gelebilecek hiçbir irade olmadığını itiraf
etmektir. Bu ise Allah'ın ortağı olmadığını ve Allahtan başka ibadet edilecek
bir varlık, bir yaratıcı ve mutlak hâkim bulunamayacağını ve bütün şirk
davalarının geçersiz olduğunu itiraf etmektir. O halde siz bu istidlâl ile şirk
ve haram kılmanın doğruluğunu ispata kalkışmakta çelişki içindesiniz. Kendi
davanızı bozup geçersiz kılıyor ve tevhîdi ispat etmiş bulunuyorsunuz; sonra da
dönüp bununla şirki ispat ve tevhidi bozduğunuzu zannedip, peygamberi
yalanlamaya kalkışıyorsunuz. Şu halde bu ilâhî irade delili sizin lehinizde
değil, tamamen aleyhinizde en kesin ve üstün olan İlâhî bir kanıttır. Aynı
şekilde şunu unutmamak gerekir ki siz, Allah'ın iradesinin ayrıntısını, geçmiş
ve gelecekteki tecellilerini ve alakalarını tamamen bilemezsiniz, onu ancak O
bilir. "Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları O'nun yanındadır."
(En'âm, 6/59) ve siz, O'nun iradesinden değil, kendi iradenizden
sorumlusunuzdur. Ve Allah'ın geniş rahmetiyle bazı fiillerinizde size irade
verdiği ve sizin hakkınızda kendi iradesinin bir kısmını sizin iradenize, istek
ve kazancınıza bağlı ve ilgili kıldığı ve "Ama kim mecbur kalırsa,
başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan (bunlardan) yemesinde bir günah
yoktur" (Bakara, 2/173) buyruğunca, mükellefiyet ve sorumluluğunuzun bu
kısma ait olduğu da muhakkaktır. Allah dilemeden sizin hiçbir şey
yapamayacağınız nasıl apaçık ise, Allah'ın bazı şeyleri de sizin dilemeniz
üzerine ve sizin rızanız ve isteğinizle yaptığı ve bu şekilde de birçok şeyler
yarattığı daha açıktır ki, işte sizin sorumluluğunuz bu noktada, geniş rahmeti
ve suçluların cezalandırılması bu noktadadır. İman ve ibadet de bu türdendir. O
halde sizin sorumluluğu inkâr etmek için kendi iradenizi bırakıp da Allah'ın,
ayrıntısını bilmediğiniz iradesiyle istidlal etmeniz veya Allah'ın sizin
iradenize bağladığı iradesini aksine değiştirmeye kalkışıp iradenizi Allah'ın
iradesine bağlamanız ve şu halde O dilemeseydi biz müşrik olmazdık; o halde O
dilemeyince iman etmeyiz demeniz, Allah'ın tamamen aleyhinizde açık ve kesin
bir delilidir. Çünkü Allah'ın iradesini tutanak ediniyorsunuz, hem de Allah'ın
dilemediğini diliyorsunuz. Niçin müşrikliği, yalancılığı beğenip tercih
ediyorsunuz da, imanda, doğrulukta zorlama istiyorsunuz. Sonra da şirkinizin,
iftiranızın cezasını işittiğiniz zaman, Allah imanımızı dilemedi ki, iman
edelim, diyerek itiraza kalkışıyorsunuz. Ne biliyorsunuz ki, siz iman etmek
dilerseniz Allah dilemeyecekti? Niye bilmiyorsunuz ki, Allah size dileyin dedi
de siz dilemediniz? Madem ki irade Allah'ındır, elbette Allah'ın dilediği olur,
dilemediği olmaz, bu muhakkaktır. O halde siz dileseniz de dilemeseniz de şirk,
batıl ve müşriklerin kurtuluşa ermeyeceği, günahkârların ve yalancıların ceza
göreceği de muhakkaktır. Evet Allah herkese genel olarak doğru yolu dilemiş
olsaydı müşrik olsun, olmasın hepinizi doğru yola iletir, imanda başarıya
ulaştırırdı. Fakat siz de biliyorsunuz ki, hepinizi doğruya iletmemiştir;
kiminiz doğru yolda, kiminiz sapıklıktadır. Ayrıntıların belirlenmesinde
ihtilaf etseniz bile, şunda ittifak edersiniz ki, karşı çıkan çıkmayan (muhalif-muvafık),
inanan ve inkâr eden hepiniz doğru yolda değilsinizdir. Demek ki Allah
hepinizin genel hidayetini, topluca doğru yola ulaşmasını dilememiş, hidayet
isteyene hidayet, sapıklık isteyene de sapıklık dilemiştir. Şu halde ilâhî
irade de bir kısmınızın, yani doğru yolda olmayanların kurtuluşa ermeyeceği
ceza ve azab göreceği belli ve muhakkaktır. O halde ceza ve azabı inkâr edenler
doğru yolda değildirler. Ve bunların ceza ve azab göreceklerini red ve inkâr
etmek de mümkün değildir. İşte bu hususta ilâhî irade ile istidlalden alınacak
doğru sonuç budur. Yoksa müşriklerin, suçluların ve yalancıların gerçekte var
olmalarından, yani Allah'ın bunları yaratması ve kendi dilekleri olan
suçluluklarını irade etmiş olmasından o suçun, o yalanın, o şirk ve haram
kılmanın da Allah'a ve Allah'ın emrine, rızasına isnad edilmesi gerekmez. Allah
katında suçlunun suçluluğu muhakkak, suçu ve suçunun cezası da muhakkak;
yalancının yalancılığı muhakkak ve ilâhî iradeye uygundur, rızasına uygun
değildir. Fakat söylediği yalanın anlamı pratikte gerçekleşmez. Allah'ın ne
iradesine, ne de rızasına uygun değildir. Çünkü yalanla ilâhî irade ilgili
olsaydı yalan olmaz gerçek olurdu. İşte şirk ve haram kılma, ürün ve hayvanlar
da böyledir. Müşrik var, suçu da var, cezası da vardır. Bunlarla ilâhî iradenin
ilgisi vardır, fakat müşriğin iddia ettiği, Allahın ortakları olması ve haram
yalandır.Bunlarla ilâhî iradenin ve ilâhî rızanın ilgisi yoktur. Ceza da
bundandır.
150-Ey Muhammed! Allah'ın açık ve kesin
deliline karşı hiç delilleri olmayan ve tutunmak isteyecekleri ilâhî irade dahi
aleyhlerinde bulunan o müşriklere Haydi bu iddia ettiğiniz haram kılmayı
Allah'ın yaptığına tanıklık eden şahitlerinizi getirin de. Yani bu ürün ve
hayvanlar atalarımızdan beri Allah'ın iradesiyle haramdır diye müşrik halkı
aldatan şeytanlarını ve kodamanlarını da hazır etmelerini söyle ki delilin
tebliği tamam olsun. Bunun üzerine eğer gelip "Evet bu ürün ve hayvanları
Allah haram kıldı, biz buna Allah için şahidiz" diye tanıklık ederlerse
sen onlarla beraber tanıklık etme. Bizim âyetlerimizi yalanlayanların ve
ahirete iman etmeyenlerin ve kendilerinin Rabbi olan yüce Allah'a başkasını
denk tutanların hiçbirisinin keyiflerine uyma. Yani öyle tanıklık edecek
olanlar bütün bu haldedir, hak delilleri yalanlarlar. Yalanda sakınca
görmezler, Allah'a bile ortak koşar, haktan saparlar ve böylelerinin yapacağı
tanıklık, sırf gönüllerinin keyfinden, yalancı şahitlikten başka bir şey olmaz.
Görülüyor ki bu, fasılasıyla bu âyet, sûrenin birinci âyetine bir terci
(döndürme) olmuştur. Şu halde "Bu böyledir; çünkü Rabbin, halkı habersiz
iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir." (En'âm, 6/131) gerçeği ve
"De ki: Ey kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de
yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu (nu)n sonunun kime ait olacağını
bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, asla kurtuluşa eremezler." (En'âm,
6/135) iyi ve sakındırıcı şeylerin vaad edilmesi tamamen pekiştirme ve
sağlamlaştırma ve inkârcıların geçmişte, gelecekte her çeşit haksızlıkları ispat
ve her türlü tutamakları iptal olunduğu bu noktada, baştan buraya kadar özet
bir bakışı geriye döndürme daha ihtar edilerek tevhid ve peygamberliğin
doğruluğu ve açıklığı en güzel bir şekilde vurgulandıktan sonra, dosdoğru yol
olan Allah'ın dininin esasını oluşturan emirler ve yasaklar, bilhassa
kapsadıkları haramlık açısından özetlenerek buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
151- De ki: Rabbinizin size neleri haram
kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin,
fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz
veriyoruz. Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere
Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Düşünesiniz diye Allah size bunları
emretti.
152- Yetimin malına yaklaşmayın; yalnız
erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir ve
uygun şekilde harcayabilirsiniz). Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Biz
kimseye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz. Söylediğiniz zaman da,
yakınınız da olsa âdil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Öğüt alıp
düşünesiniz diye Allah bunları size emretmiştir.
153- İşte benim doğru yolum budur; ona uyun.
Sizi O'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için
Allah size böyle tavsiye etmiştir.
151- Geliniz de size Rabbinizin asıl haram
kıldıklarını okuyayım. İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki: Bu âyetler diğer
mukaddes kitapların hiçbirinden neshedilip yürürlükten kaldırılmamış muhkem
ayetlerdir. Bunlar, âdemoğullarının hepsine haramdır. Ve "Kitabın anası
olan muhkem (açık anlamlı) âyetlerdir" (Âl-i İmran, 3/7) Bunlarla amel
eden cennete girer, etmeyen cehennem. Kâ'bü'l-Ahbar da demiştir ki: Bu âyetler
Tevrat'ın başlangıcıdır. Bu şekilde bütün şeriatler bunlar üzerinde toplanmış,
bunların Musa Aleyhisselâm'a indirilen "kelimât-ı aşere" (on emir)
olduğu da söylenmiştir. Bunu Bükaî isimli eserinde şöyle açıklar: Yani bu
âyetler yüce Allah'ın Musa aleyhisselâma yazdığı "elvahı cevher" de
ilk yazdığı on âyeti kapsamaktadır ki şunlardır: Şirkten, yalan yere yemin
etmekten, ana babaya karşı gelmekten, öldürmekten, zinadan, hırsızlıktan, yalan
ve iftiradan, başkasının elindekine göz dikmekten nehiy (yasaklama);
cumartesiye saygı ile emir'dir. Görülüyor ki, bu (sayılanlar) dokuzdur. Bütün
bunların birincisi de sûrenin başından beri açıklanagelen tek Allah inancıdır
ki, bu şirk'in yasaklanması içinde olmakla beraber, üçüncü âyetle bilhassa
açıklanıp özetlenmiştir. Şu halde bunlar önce ve sonra bir esasta yer almış
olan ve hak dinin esaslarını meydana getiren ve yüzyıllar boyu gelen
toplumların değişmesiyle değişmeyen on hükümdür. Şöyle ki: O'na hiçbir şeyi
ortak koşmayınız. İman açısından Allah'a herhangi bir şeyi, hiçbir şekilde
ortak iddia etmeyiniz, amel açısından Allah'a isyan ve itaatsızlık olan hususta
başkasına itaat etmeyiniz. Ve anne babanıza ihsan, yani baba ve ananıza iyilik
ve güzellik ediniz. Burada haramların yani yasakların açıklanacağı söylenmiş
iken böyle bir emrin, yasaklamalar arasında ne münasebetle getirilmiş olduğu
sorusu akla gelebilir. Fakat, önce haramları aşağıda olduğu gibi okuyayım
denilip de birtakım yasaklar ve emirler anlatıldığı zaman, işte o haramlar bu
açıklamalar içindeki yasaklardır demek olur. Ve maksadın yalnız haramları
değil, onlarla sıkı ilgisi bulunan emirleri de açıklamak olduğu anlaşılır.
İkinci olarak, bununla şu da gösterilmiş olur ki, haram yalnız açıkça
yasaklamadan değil, bazen emirden de anlaşılır. Bundan dolayı usul ilminde şu
kaide tesbit edilmiştir ki: Bir şeye emir, zıddının haram kılınmasını
gerektirir, eğer haram kılmamak emirden kastedileni ortadan kaldıracaksa;
değilse kerahetini gerekli kılar. İşte gerek bu ve gerek gelecek olan emirleri
de hep böyledir. Şu halde "ana babanıza ihsan ediniz" emri,
"onları asla incitmeyiniz" nehyini de gerekli kılar. Yani ana babayı
incitmek o kadar haramdır ki, akıl ve hayale getirilecek şey değildir. Onlar
hakkında ancak ihsan vazifesi düşünülmelidir ve ancak o yapılmalıdır. Üçüncü
olarak, bu ifade şekli şuna da işaret eder ki, ana babaya ihsan bu kadar yüksek
bir görev olmakla beraber, Allah'a ortak koşmayı gerekli kılmamalıdır. Yani ana
baba, evlatlarının Allah'a isyan etmesiyle memnun olacaklar ise, onları bu
şekilde memnun etmeğe çalışmak, Allah'a şirk anlamına geleceğinden,
yasaklanmıştır ve haramdır. Nitekim Lokman sûresindeki "Eğer onlar seni,
hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara
itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman, 31/15) âyeti ve
benzerleri ile bu açıklanmıştır.
Yoksulluktan dolayı çocuklarınızı da
öldürmeyiniz. Bu da haramdır. Ana babaya ihsan evladın görevi olduğu gibi,
evladın hayat hakkına tecavüz etmemek, korumak da ana babanın görevidir. İsrâ
sûresinde "Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyiniz" (İsrâ,
17/31) buyrulmuştur ki, buradaki bir delaleti izahtır. Çünkü "fiilen
yoksulum, besleyemeyeceğim" diye çocuğu öldürmek haram olunca, fakir
değilken, fakir olmak korkusu ile öldürmenin haram olacağı öncelikle anlaşılır.
Ve işte bunların her biri bir âyette hükme bağlanmıştır. "Bilgisizlik
yüzünden beyinsizce, çocuklarını öldürenler muhakkak ki, ziyana
uğradılar..." (En'âm, 6/140) buyruğundan da anlaşıldığı üzere Arap
müşrikleri, kız çocuklarını diri diri kabirlere gömüyorlardı ki, buna (kızını
diri diri gömmek) tabir olunur. Ve bunu bazısı cahiliye gayretiyle, bazısı da
yoksulluk nedeniyle veya korkusuyla yapıyorlardı ve gerçekte asıl sebep bu
korkuydu. Bu düşünceyle idi ki, şeytan onlara çocuk öldürmeyi hoş gösteriyordu.
Gerçekte evlada karşı meydana gelen bu cinayete çoğunlukla etken olan en önemli
sebep, beslemek endişesidir. Bunun karşısında diğer sebepler sözünü etmeyecek
kadar hükümsüzdür, azdır. Şu halde bilhassa bu sebebin reddiyle diğer zayıf
sebepler ve vehimlerin reddedilmiş olacağında şüphe yoktur. Sonra bu yasak,
Arap müşriklerinin kız evladı hakkında âdetlerini, bilhassa amaç edinmekle
birlikte, hükmünün onlarla sınırlanmış olmadığı ve çocuk düşürmek cinayetlerini
de kapsadığı açıktır.
Kısacası, gerek yoksul olunuz ve gerek zengin,
gerek zayıf olunuz gerek kuvvetli, evlada bakmakla yoksul kalmaktan korkup,
onları herhangi bir şekilde öldürmeyiniz. Sizi ve onları rızıklandıran,
besleyen ve besleyecek olan biziz. Yani siz değilsiniz. O halde rızık elde
etmeğe gücünüz yetmemesi nedeniyle açlığa veya ölüme mahkum olduğunuza hükmedip
de öldürme cinayetini işlemeye kalkışmayınız. Ve kötülüklere yaklaşmayınız.
Gerek açığı olsun, gerek gizlisi. Yani zina ve livâta (homoseksüellik) gibi her
çeşit fuhuş, gerek rezil müşriklerin yaptıkları gibi açık genelevlerde olsun ve
gerek seçkin denilenlerin yaptıkları gibi dost tutarak gizli bir şekilde olsun,
hepsi haram olduktan başka bunların başlangıcı, sebebleri ve yolları da
haramdır. Açık veya gizli fuhşu yapmak şöyle dursun, onlara yaklaşmayınız bile.
"Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık bir kötülüktür..." (İsrâ, 17/32)
buyruğunca, "Fahişe"den anlaşılan zinadır; fakat "fevâhiş"
diye çoğul getirilmesi, zina türünden olan her çeşit kötü işi, yani dilimizdeki
ifadesiyle her nevi fuhşiyyatı (her tür kötülüğü) kapsadığını ifade eder.
Bundan dolayı bazı müfessirler bunu, genel olarak (günah, suç) ile tefsir edip
"Günahın açığını da gizlisini de bırakın" (En'âm, 6/120) buyruğuna
döndürmüş ise de, gerek âyetin ifade şekli ve gerek rivayet açısından bu mânâ
burada pek açık değildir. Özellikle bunun çocuk öldürme ile mutlaka birisini
öldürme yasakları arasında söylenmesi gösteriyor ki, bunda da bir öldürme
mânâsı, vardır. Yani fuhşiyyat özünde bir büyük suç ve cinayet olmakla
birlikte, bir de evlat öldürme hükmündedir. Çünkü zina sonucu doğan çocuk,
tehlikelerle ve ölümle karşı karşıyadır, ölü hükmündedir. Nitekim Resulullah
azl hakkında bile "Bu gizli bir öldürme (diri diri gömmek)dir"
buyurmuştur. Şu halde fuhşiyyatın gizli açık ne kadar katillikleri kapsadığını
anlamalı.
Allah'ın haram kıldığı, yani İslâm ile olsun
andlaşma ile olsun, kanını korunmuş ve muhterem, katlini haram kıldığı herhangi
bir kimseyi de öldürmeyiniz. Ancak sabit bir hak ile olursa başka. Müslüman bir
kimse aleyhine bu hak peygamberimizin: "Müslüman bir kimsenin kanı helal
olmaz. Ancak şu üç sebepten birisi ile olur: İmandan sonra küfür, evlendikten
sonra zina ve haksız yere bir kimseyi öldürmek" hadisiyle açıklandığı
üzere üç sebeple sabit olur. Maide sûresinde ise gayri müslimi de kapsamak
üzere: "Kim, bir cana kıymamış yahut yeryüzünde bozgunculuk yapmamış
birisini öldürürse" (Mâide, 5/32) diye de özetlenmiş ve "Allah ve
Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmağa çalışanların cezası ya
öldürülmeleri, ya asılmaları..." (Maide, 5/33) buyrulmuştur. Bu
bozgunculuğun müslümandan ortaya çıkması durumunda hak sebebi dörde ulaşmış
olur. Kısaca diğer şeylerde helal asıl, haram ayrı bir delil ile sabit olursa
da nüfus bunun aksinedir. İnsan öldürmede asıl olan haram olmaktır. Helal
olması ayrı bir delil ile sabit olur.te bu emri ve yasağı, bu beş buyruğu
Rabbiniz size tavsiye etti, lütuf ve rahmetiyle kesin bir şekilde emredip ahid
verdi. (Nisâ sûresindeki 11. âyetine bkz.) Ki akıl edesiniz. Yani bu yasaklanan
haramların kötülüğüne bu tavsiyelerin faydası, aklı olanlar için apaçık ortada
olduğundan siz akıllarınızı kullanmakla nefislerinizi bağlayıp bu haramlardan
menedesiniz.
152- Ve yetim malına yaklaşmayınız. Hiçbir
şekilde saldırmayınız; bu da haramdır. Ancak kuvvetlerine erinceye, rüşdüne
ulaşıncaya kadar -koruma, artırma ve zamanında teslim gibi- en güzel şekilde
yaklaşma -mümkün olan en güzel velâyet ve vesayet- müstesnâ. O zaman "Eğer
onlarda bir olgunluk görürseniz, hemen mallarını kendilerine verin."
(Nisâ, 4/6. âyete bkz.) Ölçüyü ve teraziyi denk ve tam tutunuz. Hem eksik veya
fazla ölçü kullanmayınız, hem de ölçer ve tartarken eksik veya fazla
yapmayınız, ağdırmayınız ki, eksiği fazlası haramdır. Şu halde yetim malı
olmasa bile başkasının hakkına tecavüz de haramdır. Şu kadar ki biz bir kimseye
gücünden başkasını teklif etmeyiz. O halde adalet ve eşitlik aslında zor bir
şey ise de, buna da gücünüz kadar uymakla yükümlüsünüz, gücünüzün yetişmediği
affedilmiştir. Ve söz söylediğiniz zaman âdil olunuz. Yani gerek hüküm vermede,
gerek şahitlikte ve gerekse herhangi bir hususta bir söz söylediğiniz zaman
hakkını, doğrusunu söyleyiniz. Adalet ve hakka aykırı söylemeyiniz ki, bu da
haramdır. Lehinde veya aleyhinde söyleyeceğiniz kimse isterse akrabanızdan
olsun. Yine doğru söyleyiniz, taraf tutmayınız. Ve Allah'ın ahidlerini yerine
getiriniz; gerek Allah'ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri,
yasakları ve gerek sizin Allah'a veya Allah adına başkalarına verdiğiniz
ahidleri, nezirleri, yeminleri, akidleri, geçerli olan her çeşit taahhütleri
tamamen yerine getiriniz- Ahdi bozmak da haramdır. Görülüyor ki, bu emirden
anlaşılan vücûb ve zıddının haramlığı, iman ve amel hududunun kapsadığı her
çeşit emirleri ve yasakları ile bütün ahidleri içine almaktadır. Şu halde
"günahın açığını da gizlisini de bırakın" emri ve buraya kadar geçen
ibadetler, helal ve haram vs. hükümleri hep burada dahildir. İşte bunları, bu
teklifleri Rabbiniz size tavsiye -ve te'kîden emir- etti ki öğüt alıp
düşünesiniz. Bunları iyice hatırınızda tutasınız ve içindeki derin kapsamı
düşünesiniz ve gereğini yerine getiresiniz.
153- Ve işte bu, yani yukarıdan beri
açıklanagelen tek Allah inancı ile şu iki âyette Allah'ın tavsiye ettiği bu
emirler ve yasaklar, bu on hüküm benim dosdoğru yolumdur. Doğrudan doğruya
tuttuğum yolum; caddem, dinimin esası ve açık ve geniş yolumdur. Bunun için siz
de buna, bu benim yoluma uyunuz ve türlü türlü yollara gitmeyiniz. Çeşitli
dinler, mezhepler, bid'at ve sapıklık olan çeşit çeşit yollar arkasında
dolaşmayınız ki Sizi parça parça edip Allah yolundan dağıtmasın. Dârimî'nin
Müsned'inde de kaydedildiği üzere İbnü Mes'ud Hazretleri demiştir ki:
"Resulullah bize bir düz çizgi çizdi, 'bu rüşd yoludur' dedi. Sonra bunun
sağından ve solundan birçok çizgiler daha çizdi 'bunlar da birtakım yollardır
ki, her birinde bir şeytan vardır, ona çağırır.' dedi. Sonra da bu âyetleri
okudu". Kısaca Allah'a gidilir sanılan birçok yollar vardır. Nitekim
"Allah'a yol, yaratıkların nefisleri kadardır, yani o kadar çoktur"
denilmiş. Fakat bütün bunların içinde gerçekten Allah yolu, Allah'a ulaştıran
ve Allah'ın koyduğu, Allah ve elçileri tarafından davet olunan hak yol, doğru
yol bir tanesidir ki, taraftarlarını toplayan, birleştiren, dağıtmayan,
aldatmayan tevhid yoludur. Herhangi bir hususta hak birdir, bâtıl çoktur. Gerçi
her bir olanın hak olması gerekmezse de, hak mutlaka birdir. Çeşitli yer ve
zamanlarda hakkın hükmü farklılık gösterebilir. Dün hak olanın her zaman için
hak olması gerekmez. Batıdaki bir kimse için hak olanın, doğudaki için de hak
olması gerekmez. Ve bu şekilde hak çok olur gibi zannedilebilirse de her
birinde hakkın hükmü birdir, çok olmaz. Şirk, kökünden bâtıldır. Sonra hiçbir
zaman farklılık ve değişiklik göstermeyen ve ilâhî dinlerin, semavî kitapların
hiçbirinde nesh edilmiş olmayıp hepsinde emir ve tavsiye edilmiş olan birtakım
asıl hükümler vardır ki, bütün dinler bu noktada ittifak eder. İşte yukarda
açıklanan on hüküm de bu çeşittendir. Bu âyetle açıklanıyor ki, bu emirler ve
yasakların ilgisi yalnız muhataplara mahsus değil, Hz. Peygamberi de kapsar. Ve
Resulullah bunları sürekli olarak yerine getirmiştir. Yüce Allah'ın öteden beri
emri ve tavsiye ettiği bu prensipler, Peygamberin doğrudan doğruya tuttuğu
yoldur. Ve Peygamberin tuttuğu yol Allah yoludur. Ve Allah yolunu bulmak
isteyenler, Peygambere uyup, bunları tutmalıdır. Ve bunun esası "Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmayınız" buyruğunca tek Allah inancında birleşmektir.
Bu birleşme de Peygambere uymakla gerçekleşir. Çünkü "Allah'a verdiğiniz
sözü tutun" emri, ancak bu şekilde uygulanır. Bu hükümleri yerine
getirmeyen ve bunlardaki haramlardan kaçınmayan; yani Allah'a ortak koşan veya
ana babaya kötülük eden veya evladını öldüren veya fuhuş ve kötülük yapan veya
haksız yere insan öldüren veya yetim malına el uzatan veya ölçüyü, teraziyi
denk ve tam tutmayan, başkasının hakkına tecavüz eden veya söz söylediği zaman
adalet ve haktan ayrılan veya Allah'ın ahidlerini yerine getirmeyen veya
Peygamber yoluna uymayıp, türlü türlü yollara saparak tevhidden ayrılan
kimseler ayrılığa düşer , perişan olurlar. İşte bunu, Peygamber yoluna uymak ve
diğer farklı yollara uymamak hususunu Allah size tavsiye etti ki korunasınız.
Kötülüklerden sakınıp ayrılık ve aykırılıktan kurtularak tevhid dairesinde
İlâhî korumada bulunasınız. Çünkü ittifak (birlik), ilâhî bir kuvvettir. Birlik
olanlar, ayrı olanlara daima üstün gelirler. Fakat bâtılda ve kötülükte
birliğin hükmü de çabuk kaybolmaktır. Gerçek kuvvet, hakta birleşmektir. Bu da
Peygambere uymak ve bu esaslara tutunup, daima birlik yönünü tutmakla olur.
Evet bunları böyle öteden beri tavsiye ettik:
Meâl-i Şerifi
154- Sonra iyilik edenlere(nimetimizi)
tamamlamak, her şeyi açıklamak ve doğru yola iletici ve rahmet olmak üzere
Musa'ya Kitab'ı verdik ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına inansınlar.
154-Evet onları önde ve sonda tavsiye ettik.
Sonra da Musa'ya kitabı -Tevratı- tamamen yaptığı ihsan üzerine -yani o tavsiye
olunan hükümleri güzel bir şekilde tebliğ ve tatbik etmesi üzerine- yahut gerek
Musa ve gerek ona uyarak güzel ahlâk edinen, yaptığını güzel yapan ve bu
şekilde o tavsiyeleri de güzelce uygulayan herhangi bir kimseye nimeti
tamamlamak ve her şeyi açıklamak, yani Allah'ın ahidlerini yerine getirmek için
dinde muhtaç oldukları her şeyi, ayrı ayrı açıklamak ve bir hidayet ve rehber
ve bir rahmet olmak için verdik ki onlar -Musa'nın toplumu olan o İsrailoğulları-
Rablerinin, yani yüce Allah'ın huzuruna varacaklarına iman ederler. Öldükten
sonra dirilmeye inanıp mükafat ve cezayı tasdik ederler. Bu böyle iken,
yahudiler saldırganlıklarının cezasını nasıl yalanlarlar?
Tevrat böyle olduğu gibi şimdi:
Meâl-i Şerifi
155- İşte bu (Kur'ân) da mübarek bir
Kitap'tır. Onu biz indirdik. Ona uyun ve Allah'tan korkun ki, size rahmet
edilsin.
156- (Onu size indirdik ki:) "Kitap,
sadece bizden önceki iki topluluğa (yahudi ve hıristiyanlara) indirildi; biz
ise, onların okumasından habersizdik (o kitapları okuyamıyor ve dillerini
anlayamıyorduk)" demeyesiniz.
157- Yahut: "Eğer bize kitap
indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk", demeyesiniz.
İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın
âyetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir?
Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle
cezalandıracağız.
155-156- İşte bu da, bu Kur'ân da büyük bir
Kitaptır. Bir Kitap ki, onu biz indirdik. Bir Kitap ki, mübarek, feyz ve
bereketine sınır yoktur. Şu halde buna uyun ve karşı gelmekten sakının ki
rahmetimize erebilesiniz. Biz bunu indirdik ki Kitab ancak bizden önceki iki
topluma -yahudi ve hıristiyanlara- indirildi. Ve şüphesiz biz onların
öğretiminden kesinlikle habersizdik; o kitabın anlattığı bilgi ve hükümlerden
habersiz bulunuyorduk, demeyesiniz, kıyamette böyle özür beyan etmeyesiniz.
Yani yukarda tavsiye edilen genel hükümleri bildiren Kitabın şu topluma veya bu
topluma indirilmiş olması, o Kitabın sadece onlara ait olmasını ve hükümlerle
yalnız onların yükümlü olmasını gerektirmez. Gerçi Kitabın inmesinden hiç
haberi olmamak bir özür oluşturursa da, yahudilerin Tevrat'ında ve
hıristiyanların İncil'inde olduğu gibi, bir defa iniş gerçeği duyulup
yaygınlaştıktan sonra "Biz O kitabın dilini bilmiyoruz, okuyup anlayamayız
ve konuları da her zaman bilmiyoruz" diye özür ileri sürmek de caiz olmaz.
Bir Kitabın inişi duyulduktan sonra, her toplumun onu öğrenmesi ve genel hükümlerini
bellemesi mümkündür. En azından o toplum içinde bazıları, onun dilini ve
anlaşılması için gereken şartlarını, imkan ölçüsünde öğrenip, diğerlerine de
sözlü veya yazılı olarak tebliğ edebilirler. Arap müşrikleri arasında da söz
konusu hükümleri kapsayan semavî Kitaplardan bir veya iki Kitabın, daha önce
iki topluma inmiş bulunduğu ve bu şekilde yahudi ve hıristiyanların Ehl-i Kitab
oldukları biliniyordu; bununla beraber onlar, bunların genel hükümlerinden
habersiz bulunuyordu. Bu habersizlik, onlar için aslında müşriklikte ısrar
açısından bir özür olmamakla birlikte, okuyup yazmaları, mektep- medreseleri
olmayan ümmî (okuma yazma bilmeyen) bir toplum olduklarından dolayı, Arab
müşriklerinin çoğunluğuna nisbetle, bu habersizlikte bir özür şüphesi
bulunabilirdi. İşte herkese feyz ve bereket ve rahmetin genelleştirilmesi için
indirilen Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesi,
Kıyamet gününde, o haşr ve neşr, o ceza ve
azab gününde, bu gibi özür ve bahanelere imkan bırakmamak ve kitabın
hükümlerinin sadece indirildiği topluma has olmadığını, onun inmesi
işitildikten sonra onu okuma ve okutmasıyla, öğretimiyle uğraşmayıp,
hükümlerinden habersizliğin bir özür sayılmayacağını kesin bir şekilde anlatmak
gibi bir hikmeti de taşımaktadır.
157-Bu mübarek Kitap indirildi ki, yarın
ahirette öyle özür beyan etmeyesiniz veyahut Bize Kitap indirilmiş olsaydı
muhakkak biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk. Daha iyi anlar, daha iyi
uygular, daha doğru giderdik demeyesiniz. Gerçi Kitabın hükümleri geneldir ama,
ne yapalım ki, kendi dilimizde olmadığından biz onlar kadar olamadık, yoksa bu
halimizde bile birçok hususlarda zekamızı, üstünlüklerimizi göstermiş olan
bizlere, bir de kendi dilimizde bir kitap verilmiş olsaydı, neler yapmaz, ne
başarılar göstermezdik! Ne çare ki Allah vermedi, diye özür ve övünmeye
kalkışmayasınız. Artık muhakkak ki size Rabbinizden, benzersiz bir beyyine
(açık delil) ve büyük bir hidayet rehberi ve rahmet geldi. Bunun üzerine
Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve insanları onlardan çeviren; hem doğru yoldan
sapmış, hem de başkalarını saptıran kimselerden daha zalim, daha haksız kim
olabilir? Halkı, âyetlerimizden çevirenleri, bu çevirmeyi, sapıtmayı âdet
edindiklerinden dolayı azabın kötüsüyle cezalandıracağız.
Bunlar, böyle sapıtmayı alışkanlık edinenler:
Meâl-i Şerifi
158- (İnanmak için) ille meleklerin gelmesini,
yahut Rabbinin gelmesini, ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi
bekliyorlar? Ama Rabbinin (azab) işaretlerinin geldiği gün, daha önce iman
etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda
sağlamaz. De ki: "Bekleyin; biz de beklemekteyiz."
158- Onlar başka bir şeye değil, ancak
kendilerine o meleklerin, "Melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi
canlarınızı çıkarın!' (der)" (En'am, 6/93) buyruğunca, ellerini uzatıp
canlarınızı çıkarın bakalım diyecek olan ölüm veya azab meleklerinin gelmesine
yahut Rabbinin gelmesine, kıyamet kopup "Melekler sıra sıra dizili olduğu
halde Rabbin geldiği zaman, ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün
insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr,
89/22-23) buyruğunca, haklarında en son ilâhî hükmün ortaya çıkmasına, veya
Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesine "Üzerimize gökten taş yağdır"
(Enfâl, 8/32), "Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin"
(İsrâ, 17/92) dedikleri şekilde başlarına taş yağması veya göğün parçalanıp
üzerlerine düşmesi veya kıyamet alametlerinin ortaya çıkması gibi fiilen yok
olmaya delalet eden ve kendilerini inanmaya mecbur edecek olan birtakım
alametlerin gelmesine bakarlar, bunlardan birisi olmayınca iman etmezler. Fakat
O gün ki, Rabbinin bazı âyetleri gelecektir. Ondan önce iman etmiş veya
imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o günkü imanı fayda
vermeyecektir. Can çekişme halinde olduğu gibi o gün artık teklifin zamanı
geçmiş, sorumluluk zamanı başlamış, iman ile kazanılması mümkün hiçbir hayır
kalmamış olur. "Hışmımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir
fayda sağlamadı" (Mümin, 40/85) buyruğu üzere cezanın açıkça görüldüğü
böyle yeis (ümitsizlik) zamanında iman kabul edilmez ve hiçbir fayda vermez.
İmanın kabul olunması hazır ve gözle görülende değil, gayb ve gelecekle ilgili
olmasında, âşikâre değil delilli olmasında ve gelecek için bir hayır kazanmağa
imkan bulunacak kadar önce bulunmasındadır. Olacak olmaya başladıktan sonra
inanmakta fayda yoktur. Olacağa, olmadan önce inanmalı ki, zararından kurtulmak
için işe yarayacak hazırlıkta bulunulabilsin. Mesela "Bir gün gelecek ki,
inkârcıların, yalancıların, kötülerin, suçlu günahkârların cezası verilecek;
bir gün gelecek ki, alım satım olmayacak, dostluk, şefaat yapılmayacak, kimse
kimseden bir iyilik görmeyecek" denildiği zaman, "Öyle şey mi olur,
hele bakalım, o gün gelsin de çaresine bakarız" deyip de inanmayan, inanıp
da öyle bir güne yarar bir iyilik kazanmayan kimseler, o günün geldiğini görüp,
içine düştükleri zaman, ister istemez inanırlarsa da, o gün bu imandan
kendileri için hiçbir fayda olmaz, iş işten geçmiş bulunur. Kısaca, Yüce
Allah'ın iki türlü "âyetleri" vardır. Bir kısmı gelecekteki olayları
yokluklarında, yani gerçekleşmeden önce haber verip bildiren âyetler ve
delillerdir ki, sonunda faydası olacak iman, bu âyetleri onaylayıp inanmaktır.
Ahiret bununla kazanılır. Peygamber, Kitap, ilim bu âyetlerdendir; mümin ve
kâfir farkı bu âyetlere göredir. Yüce Allah'ın diğer bazı âyetleri de vardır
ki, bunlar olayların fiilen gerçekleşmeye başladıklarını ve ilâhî kudretin
halen tecellisini gösterirler ve önceki âyetlerin tercümesi ve tasdikçisi
doğrulayıcısı olurlar. Bunlar gelince hükmünü zorunlu olarak yerine getirir,
inanmama ihtimali kalmaz, fakat inanmanın faydası olmaz. Bundan kurtulursa önce
haberi olup da inanan ve ona göre korunabilenler kurtulurlar. Şimdi, önceki
âyetler türünden olan Kur'ân'ın bu âyeti ve bu bölümü bu şekilde gösteriyor ki,
bu ikinci kısım âyetler de bir gün olup gelecektir. Ve bu gün bu âyetleri
yalanlayan ve halkı doğru yoldan saptıranlar o gün o inanmadıkları olayları
görüp inanacaklar, fakat onlara olmadan önce iman etmeyen veya imanında bir
hayır kazanmayanlara o gün imanları hiçbir fayda sağlamayacaktır. Şu halde
imanlarından kesin olarak yararlanabilecek olanlar o günden önce iman etmiş ve
imanında hayır kazanmış olan, yani iman ile ameli salihi toplamış
bulunanlardır. Bununla beraber, önce iman etmiş, fakat bir hayır kazanmamış
olanlar, aynı şekilde sonraki imanın da olsun bir hayır kazanmaya imkan bulmuş
olanların imanlarının faydasız kalmayacağı da anlaşılıyor, Çünkü cümlesi
cümlesine atfedilmiştir. Bu şekilde nefyi, imanın öne geçmesi veya imanda hayır
kazanmak, bu ikisine tekrar ile müteallık olarak nefse sıfat olduğundan o gün,
ne imanın öne geçmesi, ne de imanda hayır kazanmak, hiçbirisi bulunmayan
kimseye imanın faydası olmayacağını ifade eder. Şu halde hem imanın öne geçmesi
(önceden iman edilmesi), hem imanda hayır kazanmak, ikisi veyahut en az birisi
bulunan o gün, Mu'tezile'nin dediği gibi imanı fayda etmez denemeyecektir.
Aksine, mefhum-ı muhalifinden (zıt anlamından), bunların birisinin bile
faydadan uzak olamayacağı anlaşılır. Zıt mânâ ile istidlâl (delil göstererek
sonuç çıkarma) caiz olmadığına göre, bunlardan birinin faydası bu âyet ile
ispat olunamazsa da bu âyet ile inkâr da edilemez. Bununla beraber diğer
âyetlerde ve hadislerde bunlardan birinde de faydadan uzak olmayacağını
gösteren delaletler yok değildir.
Burada şu noktayı da hatırlatmağa değer
buluyoruz: Görülüyor ki âyette cümlesinde kaydı var, buna atfedilen cümlesinde
bu kayıt yoktur. Usûl ilminde ve Arapça kitaplarında da açıklandığı üzere,
matufun aleyhin kaydını ma'tufta da gözönüne almak zorunlu değildir. "Âlim
olan Zeyd ve Amr bana geldi." denildiği zaman Amr'ın da âlim olması
gerekmez. Böyle olduğu halde Keşşâf ve diğer birtakım tefsirciler bunu;
"Yani, önce iman etmemiş veya etmişse de o imanda bir hayır kazanmamış
bulunan kimseye o günkü imanı yarar sağlamaz" diye tefsir etmişlerdir ki,
bunun özeti, âyeti "daha önce iman etmemiş veya imanında daha önce hiçbir
hayır kazanmamış..." mânâsında düşünmektir. Bunda ise hayır kazanmak
kısmında bile imanın o günden önce olması şart koşulmuş, fakat hayrın
kazanılması da o günden önce olmakla şart koşulmamış demek olur. Şu halde
imansız hayır, faydalı olamazsa da, eskiden imanı olan, o gün bile imkan bulur
bir hayır kazanabilirse faydasını görmesi düşünülebilir. Gerçekte Akaid
âlimleri, yeis halinde iman kabul edilmezse de, yeis halindeki tevbe kabul olur
demeleri de buna uygundur. Ancak buna karşı o gün hayır kazanmak mümkünse,
imana niçin faydalı olmasın; değilse, iman gibi hayır kazanmanın da o günden
önce olması gerekmez mi, sorusu sorulur. Ve bu düşünce iledir ki, hem imanın,
hem hayır kazanmanın o günden önce olması gereği akla gelir. Bu şekilde ise
âyet "daha önce iman etmemiş, veya daha önceki imanında önceden hiçbir
hayır işlememiş...." anlamında demek olur. Mânâ bu olduğu takdirde gelecekte
birinci kısmın hiç hükmü yok demektir. Çünkü o zaman yalnız geçmiş imanında
hiçbir fayda olmayacak demek olur. Nitekim Mutezile böyle anlamışlardır.
Halbuki mânâ bu olsaydı "imanında hiçbir hayır kazanmamış olan bir kimseye
imanı fayda vermez" denilmesi yeterli olurdu. Şu halde biz
"kazanmak" kısmında "önceden" kaydını, gözönüne almayı,
karine olarak görmüyoruz ve zahire göre kayıtsız olarak mülâhaza etmek
gerektiğini söylüyoruz. Ve öyle anlıyoruz ki, bu bazı âyetlerin gelmesi hayır
kazanmayı genelde imkansız kılmayacaktır. Mesela ölüm hastalığında olduğu gibi
olay tamamlanmadan iman edip, hayır kazanmanın mümkün olduğu kısa bir zaman da
bulunabilecektir. Ve o halde bir kâfir, o gün alametlerin ortaya çıkması
üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kazanmağa imkan da bulabilirse, yeis
(ümitsizlik) ve ceza tamamen gerçekleşmemiş olduğundan, bu imanın da fayda
verebilmesi düşünülür. Yani imanın kabul edilebilmesi ve faydalı olabilmesi
için, mutlaka o imandan sonra bir hayır kazanmağa imkan bulunmalıdır. Kıyamet
alametleri gibi yeis belirtilerinin ortaya çıkmasından önce, uygun durumda
imanın kabulü için, sadece imanı kazanmak yeterli olabilecektir; fakat o
alâmetlerin çıkmasından itibaren iman için fiilen hayır kazanmış olmak da
şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Çünkü olay tamam olunca ceza ve yeis tamam
olacak, hayra imkân kalmayacak ve artık imanın da bir faydası olmayacaktır.
Sözün kısası, âyetteki birinci kısmında iman o günden önce olmakla
kayıtlanmıştır. Ancak hayır kazanmış olsun olmasın imanı sâbık (önceden var)
demektir. İkinci kısımda ise imanı, hayır kazanmakla kayıtlıdır. Fakat gerek
iman ve gerek kazanmak "önceden" olmakla kayıtlı değildir. İmanı
sâbıkla hayır kazanmaya ihtimal olduğu gibi, o günkü iman ile mümkün olduğu
taktirde, hayır kazanmaya da ihtimali vardır. Ve tekrar, bu iki karşılıklı
husus arasındadır. Ve işte o gün bunların hiçbirisine sahip olmamış kimsenin
imanı asla yarar sağlamayacaktır. Hayır kazanmaya yakın sabık (önceden var
olan) iman, kesin olarak makbul ve faydalı; sabık olan mücerred iman veya hayır
kazanmaya yakın lâhık (sonradan olan) imandan her biri de faydadan uzak
olmayacaktır.
"Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu
görür". (Zilzâl, 99/7) Şu halde iman ve hayır kazanmak önceden olmalı;
bununla beraber herhangi bir acı verici olayın alâmetleri başlamış da olsa,
tamam olmadan tam ümitsizliğe düşmemeli, o zaman olsun hemen iman edip hayır
kazanmaya acele etmelidir. Mesela kıyamet alâmetleri ortaya çıkmaya başlamış da
olsa, henüz kopup bitmemişse, iman ile salih amelden vazgeçmemelidir. Fakat,
önceden imanı olmayanların ve hayır kazanmaya alışmamış bulunanları, o gün bu
imkandan da yararlanabilecekleri çok şüphelidir. Hele inkâr ve yalanlamayı,
sapıklığı ve hak yoldan saptırmayı alışkanlık etmiş olanlar, olay tamam olup
hiçbir şey yapmak imkanı kalmayıncaya kadar iman ve hayra yanaşmaz, bunu da
atlatacağız sanırlar. Ondan sonra iman edecek olsalar da, imanlarının bir
faydası olma ihtimali kalmaz. Şimdi onlar bugün gelmeyecek zanneder ve
geleceğini haber verip bildiren Allah'ın âyetlerini yalanlarlar da olayın
alâmetlerinden başka hiçbir şeye değer vermezler ama, mutlaka o gün gelecek ve
o âyetler (alâmetler)de ortaya çıkacaktır. Ey Peygamber! "Gözleyiniz, biz
hiç şüphesiz gözlüyoruz" de. Yani siz müşrikler o üç şeyden dilediğinizi
gözleyiniz ki, ne beklediğinizi göresiniz. Biz müminler, sizin o kötü sonunuzu
görmek için onları tam bir inançla gözlüyoruz, diye onları korkut ve müminleri
müjdele. Gerçekte "Bedr" den itibaren bu korkutma ve müjdenin
gerçekleşmesi görülmeğe başlamıştır.
Şüphesiz:
Meâl-i Şerifi
159- Dinlerini parça parça edip, grup grup
olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a
kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.
160- Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin
on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır;
onlar haksızlığa uğratılmazlar.
159- Muhakkak ki dinlerini parçalayıp
ayıranlar, dinin bazı hükümlerini tanıyıp, bazısını tanımayarak parçalayan veya
dinlerini gerçek tevhidde toplamayıp, çeşitli emeller, mabudlar, metbûlar
(kendisine uyulan) ve türlü türlü yollarla çatallandıran veya din, insanın iç
dünyasına ve ruhuna aittir, dışına ve cismine karışmaz din insanın filan işine
hakim ise de filan işine karışmaz; din başka, millet başkadır, demek gibi bir
tavırla dinlerini birçok işlerinden ayıranlar. Hamze ve Kisâî kırâetlerinde
okunduğuna göre, bu şekillerden biriyle hak dinlerinden ayrılmaya kalkışanlar;
gücünü birlik için değil, ayrılık için harcayanlar ve grup grup olanlar, yani
her biri ayrı bir başkana ve başka bir duygu ve isteğe taraftarlık ederek grup
grup olup ayrılığa düşenler ki, müşrikler baştan başa böyle oldukları gibi
yahudi ve hıristiyanlar da böyle olmuşlar ve ne yazık ki, müslümanlar da her
düşüş dönemlerinde bu durumlara düşmüşlerdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)
buyurmuştu ki: "Yahudiler yetmiş bir gruba ayrıldı, birinden başka hepsi
cehennemdedir. Hıristiyanlar yetmiş iki gruba ayrıldı, birinden başka hepsi
cehennemdedir. Ümmetim de yetmiş üç gruba ayrılacaktır, birinden başka hepsi
cehennemdedir." "O bir tane kurtulan grup kimlerdir ya
Resulallah" sorusuna karşı da: "Onlar benim ve ashabımın üzerinde
gittiğimiz yolda gidenlerdir" buyurmuştu. Bundan da anlaşılır ki yahudilerden
bir, hıristiyanlardan bir, müslümanlardan bir olmak üzere üç kurtulmuş grup
(fırka-ı nâciye) yoktur. Her zaman için bir kurtulmuş grup vardır ki, o da
peygamberin ve ashabının yürüdükleri hak yol ve sıratı müstakim (dosdoğru yol)
olan tevhid yolunda yürüyenlerdir. Diğerlerine gelince: Sen onlardan hiçbir
şeyde ilgili değilsin. Dinlerini ayıranlar ve grup grup olanların
ayrılıklarından, durumlarından ve felaketlerinden ne sorumlusun, ne de
haklarında Allah'tan bir şey sorup istemeğe yetkilisin; ne onların sana
tutunmağa ve gittikleri yolu sana isnad etmeğe hakları vardır, ne de senin
onlara şefaat etmeye yetkin. Onlara yapılacak iş, uygulanacak emir, yalnız
Allah'a aittir. Ne yapacağını ancak O bilir. Sonra zamanı gelince O, onlara ne
yaptıklarını haber verecektir. O zaman
160- Allah'a bir hasene (iyilik) ile gelmiş
olana onun on misli iyilik vardır. Bazı tefsirciler bu on misli takdirinin
belli bir sayı ile sınırlama anlamında olmayıp "Sen bana bir iyilik
yaparsan, ben on katını yaparım" denildiği gibi, genel olarak katlanmadan
kinâye olduğunu söylemiş ve bu konuda: "Mallarını Allah yolunda
harcayanların durumu her başağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren bir
danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir." (Bakara, 2/261)
âyetini delil göstermişlerdir. Diğer tefsircilere göre ise, aşere (on),
açıklamanın en azıdır ki, en az bire on muhakkaktır, demek olur ve açık olan da
budur. Hangisi olursa olsun, demekki sevap, bir hak kazanmaktan ibaret değil,
bir üstünlüktür. İlâhî lutuf bir iyiliğe fazlasıyla kat kat ecir ve sevap
verecektir. Şu halde, iyilik ne güzel şeydir ve İlâhî rahmet ne kadar geniştir.
Demek ki herkes yaptığı iyiliğin mutlaka birkaç mislini ve en az on katını
alacaktır. Yeter ki yaptığı iyilik olsun. O halde bir diğerinin daha fazla
olmasından dolayı lutuf ve ilâhî ihsanı kıskanmaya ve niçin falana bin verdi
de, bana on verdi diye itiraza kalkışmaya hak yoktur. Kötülük ile gelmiş olan
da ancak o kötülüğün misliyle (dengiyle) cezalanır. Yani affolunmayıp
cezalandığı zaman, fazla değil, yaptığı kötülüğün tam dengi bir kötülükle ceza
görür, aynı adaletle muamele edilir. Ve hiçbirine zulmedilmez. Ne iyilik
sahiplerine, yaptıkları iyilikten eksik ecir ve sevap verilir, ne de kötülük
sahiplerine, kötülüklerinden fazla ceza verilir. Buna karşı küfür (inkâr) dünya
gibi geçici bir kötülük değil mi? O halde sürekli azab cezası bunun nasıl bir
dengi olur? Bu ceza, suçtan fazla olmayacak mı? denemez. Çünkü küfür, Allah'ın
emrini red ve inkârdır. Hakkı bir an bile inkâr etmek ebedî yalandır. Kâfirin
her küfrü ve küfrünün her ânı ebedi bir kötülüktür. Başka bir deyimle, Hakk'ın
herhangi bir emrine karşı inkâr, Yüce Allah'ın rahmetinden ebedî bir
kesilmedir. Elbette bu ebedî kötülüğün, ebedî kesilmenin cezası da ebedî
azaptır. İlâhî rahmete ulaşmak için, sınırlı bir zaman zarfında verilen bir
fırsatı, bir sebebi toptan reddetmek, o rahmetten ebedî olarak yoksunluk demek
olduğu ne kadar açıktır.
O dinlerini parça parça edenlere:
Meâl-i Şerifi
161- De ki: Rabbim, beni doğru yola iletti.
Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine. O, ortak koşanlardan
değildi.
162- De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım
ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.
163- Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu
ve ben müslümanların ilkiyim.
164- De ki: Allah herşeyin Rabbi iken, ben
O'ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi
(günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra
dönüşünüz Rabbinizedir. O, ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.
165- Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size
verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün
kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan,
esirgeyendir.
161- Şöyle de: Muhakkak ki beni Rabbim bir
sırat-ı müstakîme; doğru ve düz bir caddeye istikametin kendisi olan, dosdoğru
bir dine yani hanif hali, bir Allah'a yönelmiş olan İbrahim milletine hidâyet
etti. Ve İbrahim, müşriklerden değildi. Onun milletine mensup olduğunu iddia
eden Mekkeliler ve yahudiler ile hıristiyanlar gibi dini ayıranlardan değildi.
162-KIYEMEN: Kıyam mânâsına ve mübalağa
şekliyle masdarla nitelemedir. Fethası, şedde ve kesresiyle kırâetleri de
vardır ki, pek doğru ve sabit demektir. Bu sağlam dinin amelî özelliğini özetle
açıklamak için şöyle de: Muhakkak benim namazım ve ibadetlerim, yahut
kurbanlarım ve hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır.
Hepsi Allah içindir.
163- O'nun hiç ortağı yoktur. Yani her ibadet,
her iş bu inanç, bu niyet ve ihlas ile yapılmalıdır. Ve bana ancak bu, bu
tevhid ve ihlas emredildi. Ben ise müslümanların ilkiyim, yani Allah'ın emrine
teslim olanların birincisiyim, en önündeyim. Bu cümle Hz. Peygamberin,
kendisine emredilen İlâhî emirlere süratle uyup yerine getirmesini ve o
emirlerin kendine mahsus olmayıp, herkese bunların emredildiğini ve bütün
müslüman olanların ona uyması gerektiğini açıklamaktadır.
164-İnkârcıların Hz. Peygambere: "Ey
Muhammed! Gel bizim dinimize dön, dünya ve ahiret ne istersen biz kefil
oluruz" ve müminlere: "Geliniz, bizim yolumuza gidiniz, günahlarınız
bizim boynumuza olsun" demelerine karşı de ki: Allah her şeyin Rabbi iken
ben O'ndan başka bir Rab mi isteyeceğim? Halbuki herkes hiçbir şey kazanmaz ki,
sorumluluğu kendi üzerine olmasın hem vebal (günah) yüklenen hiçbir kimse
diğerinin vebalini (günahını) çekmez. Yani ne günah yapmakta, ne de cezasını
çekmekte vekalet (vekillik) cereyan etmez. Herkes yaptığı günahı kendi yapar ve
cezasını kendi çeker. Şu halde birinin diğerine "Sen şunu şöyle yap da
günahı, cezası yalnız benim boynuma olsun" demesi yalandır. Günah yapan
yaptığının cezasını çeker; öyle deyip yalan söyleyen, günaha teşvik eden de, bu
yalanının, bu teşvik ve aldatmasının, bu kötü taahhüdünün cezasını çeker.
Başkasının günahını yüklenmeyi üzerine alan bu yalancı müteahhid, kendi
taahhüdünün cezasını çekmekle diğerini kurtaramaz. Şurası açıktır ki, böyle
demek, günahın failinden başka kimseye zararı olmaz demek değildir. Ancak her
fiil, fâiline (yapıcısına) nisbet olunur ve her günahın, ilgili olanlara ilgisi
oranında alâkası bulunur, demektir. Sonra, siz ne kadar ihtilâf ederseniz
ediniz, sonunda hepinizin dönüş makamı Rabbinizdir. Hepinizin Rabbinize bir
dönüşü, bir dönümü olacaktır. O zaman O size ihtilâf etmekte olduğunuz şeyleri
haber verecektir. O vakit, sonucu görecek, akı karayı seçecek, acıyı tatlıyı
tadacaksınız. Şu halde bugün dünyada herhangi bir işi yapacağınız zaman, başka
düşünceleri, farklı dinleri, mezhepleri, arzuları bırakınız da, yaptığınız,
yapacağınız işin, bağlanacağınız din ve mezhebin, Allah katında ne olduğunu
düşünerek ve bu son sorumluluğu hesab ederek, samimi bir niyet ve ihlâs ile
hareket ediniz.
165-Ve O, O Allahtır ki, sizi yeryüzünün
halifeleri kıldı. Bu yeryüzünde nice ümmetler gelmiş geçmiş, Peygamberlerin sonuncusunun
gönderildiği siz insanlar, siz Muhammed ümmeti, hepsinin halefi olmuş,
yerlerine konulmuş bulunuyorsunuz. Allah'ın bundan böyle yeryüzünde, sahiplik
edecek, yönetecek ve hükümleri uygulayacak olan görevlileri, sorumluları
sizsiniz. Yüce Allah "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara,
2/30), İlâhî buyruğunun Âdem'e takdir ettiği ve meleklere bile nasib etmediği
bu yüksek makam ve şerefe, bundan böyle topyekün sizi tayin edip bu ağır
sorumluluk ve emaneti size verdi. Ve bazınızı diğerinin üzerinde dereceler ile
yükseltti. Bir kısmınızı akıl, ilim, şeref, makam, mal ve rızık gibi birtakım
özelliklerde birçok derecelerle diğerlerinin üzerine çıkardı ki size verdiği
şeylerde hepinizi imtihan etsin, imtihan muamelesi yapsın, verileni yerinde güzelce
kullanmakla şükredip etmeyeni ayırsın. En güzel amel yapanları seçsin de,
gelecekte vereceğini ona göre kazancınızla versin. Bu âlem, böyle bir imtihan
âlemi ve yarışmadır ve bugünkü durum, dünkü imtihanın bir sonucudur. Yarınki
durum da bu imtihanın bir sonucu olacaktır. Ve bu şekilde Muhammed ümmeti,
yalnız kendi fertleri ve sınıfları arasında değil, topyekün halef olduğu geçmiş
ümmetler ile de bir imtihana tabidir ve onlardan ibret alıp yarışmayı kazanmak
ihtiyacındadır. Ve derecelerinin farklı olması da bu imtihan ve müsabakanın
gereklerindendir. Bunun sonucunda nice yükseklerdekiler düşebilir .Ve nice
aşağıdakiler çıkabilir. Bunun için üst derecede bulunanların tehlikeleri daha
çok, sorumlulukları daha ağırdır. O halde dünyada mevki ve mertebe yüksekliğine
mağrur olmamalı, hakkıyla çalışmalıdır. Çünkü yüksekten düşmenin acısı daha
büyük, küçükten büyümenin zevki daha yüksektir. Ey Muhammed şüphe yok ki
Rabbinin cezası çabuktur. Verdiği nimet sermayesinin hakkını yerine getirmeyen
ve şükrünü yapmayan inkârcılara ve başkaldıranlara, ne kadar yüksek mevkide
olurlarsa olsunlar, Rabbin dilediği zaman bir anda belalarını verir. Zaten her
gelecek olan yakındır. Bununla beraber şüphe yok ki, O muhakkak gafûr
(bağışlayan), rahîm (merhamet eden) dir. Görevine çabalayan, imtihanda başarılı
olmaya çalışan şükür ve tâat sahiplerinin kusurlarını bağışlar, ayıplarını
örter ve sonunda kendilerini çeşitli rahmet ve saadetle umduklarına kavuşturur.
Şimdi bir bu sûrenin Mekke'de nazil olduğu zaman, bir de ondan sonra İslâm
Tarihinin safhaları düşünülürse, bu âyetin geleceğe yönelik ne kadar mucizeleri
ihtiva ettiği ve daha etmekte bulunduğu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde
ortaya çıkar. Demek ki Hz. Muhammed (s.a.v)in peygamber olarak gönderilmesiyle
insan hayatına bütün geçmiş ümmetleri de geçecek yeni bir tarih açılmıştır.
"En'âm" sûresi burada bitti. Şimdi
bu âyetin içine aldığı halife kılma ve imtihanın, geçmişten beri oluş şeklini
canlandırıp açıklayacak olan "A'raf" sûresini dinleyelim:
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Enam Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.