Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Bakara Suresi 2 - Elmalılı Hamdi Tefsiri
Ayrıca bu yahudiler vahiy ve nübüvvet
aleyhinde söz söylemiş olmak için vahyin vasıtası olan Cibrîl-i Emîn hakkında
"O bizim düşmanımızdır." diye düşmanlıklarını açığa vurmuşlardır ki,
buna karşı şu iki âyet nazil olmuştur:
Meâl-i Şerifi
97- Söyle; her kim Cebrail'e düşman ise iyi
bilsin ki, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın izniyle kendinden önceki vahiyleri
onaylayıcı, müminlere hidayet ve müjde kaynağı olmak üzere o indirdi.
98- Her kim Allah'a, Allah'ın meleklerine,
peygamberlerine, Cebrail ile Mîkâil'e düşman olursa, iyi bilsin ki, Allah da o
kâfirlerin düşmanıdır.
97-Bu âyetlerin nüzul sebebi olan bu
düşmanlığın nasıl meydana geldiği hakkında birkaç rivayet vardır:
Birincisi: Çeşitli yollarla gelen rivayetlerin
bütününden çıkan sonuca göre; Peygamber Efendimiz, Medine'ye hicret
buyurdukları zaman, Fedek yahudilerinin din büyüklerinden biri olan Abdullah
İbnü Suriya, münazara etmek için birkaç kişiyle birlikte Peygamber Efendimiz'e
gelmiş. Evvela; "Ey Muhammed! Uykun nasıldır?" demiş, "Zira ahir
zamanda gelecek o peygamberin uykusu bize haber verilmiştir."
Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz "Gözlerim uyur, kalbim uyumaz."
buyurunca, "Doğru." demiş. Sonra "Nutfe babadan iken çocuk
anasına neden benzer? Bunu da açıklar mısın?" demiş. Peygamber Efendimiz
"Kadının da suyu vardır, hangisi üstün gelirse benzerlik o tarafa
çeker." buyurmuş. O yine "Doğru" demiş. Sonra "İsrail'in
kendi nefsine haram kıldığı yiyecek ne idi, haber ver bakalım. Çünkü Tevrat'a
göre, bunu ümmî peygamber haber verecektir." demiş. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki; "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına
söylerim. Bilir misiniz ki, İsrail (Yakub) şiddetli bir hastalığa tutulmuştu,
hastalığı uzadı, o zaman Allah kendisine bu hastalıktan afiyet ihsan ederse en
sevdiği yiyeceği ve içeceği kendi kendisine haram olsun diye adakta bulundu ve
onu kendi nefsine haram kıldı: "Deve eti yemiyeceğim, deve sütü
içmiyeceğim diye adakta bulundu". Abdullah, buna da "evet"
dedikten sonra "Dördüncü ve son olarak bir şey kaldı, onu da söylersen
sana iman ettim gitti." demiş. "Sana hangi melek geliyor da Allah
tarafından bu senin söylediklerini sana getiriyor?" diye sorunca
Resulullah "Cebrail" buyurmuş. Bunun üzerine "O bizim düşmanımızdır,
o savaş ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikail'dir ki o, müjde,
ucuzluk, bolluk ve bereket getirir. Eğer sana gelen melek o olsaydı iman
ederdik." demiş. Hz. Ömer hemen sormuş "Bu düşmanlık ne zaman
başladı?" demiş. Abdullah İbn Suriya "Bunun başlangıcı çok eskilere
dayanır." demiş, "Buhtu nassar denilen bir adam tarafından
Beytülmakdis'in tahrip edileceğini Allah Teâlâ bizim peygamberimize vahyetmiş
bildirmiş ve onu tarif etmişti. Biz de aradık bulduk, onu öldürmek için adamlar
gönderdik. O zaman Babil'de henüz miskin bir çocuktu, fakat Cebrail 'Eğer Allah
sizi bunu öldürmeye muvaffak kılarsa, haber verdiği adam bu değilmiş demek
olur. Binaenaleyh bunu öldürmek fayda sağlamaz.' diyerek onu müdafaa etti,
sonra da o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, hükümdar oldu, bize harp açtı,
Beytülmakdis'i tahrip etti ve orada katliam yaptı. Bunun için biz Cebrail'i
düşman olarak tanırız." Bunun üzerine işte bu âyetler nazil olmuştur.
İkincisi: İnme sebebi, doğrudan doğruya Hz.
Ömer ile olan bir söyleşi üzerine olmuştur, şöyle ki: Medine'nin yukarı
tarafında Hz. Ömer'in bir tarlası vardı, ona gelir giderken yolu yahudilerin
dershanelerinin önünden geçerdi, o da ara sıra durur onları dinlerdi. Bir gün
"Ey Ömer!" dediler, "Muhammed'in ashabı içinde senin gibi
sevdiğimiz yok, diğerleri gelir geçer, hiç iltifat etmezler, canımızı sıkarlar.
Sen öyle yapmazsın, bunun için sana çok ümit besliyoruz". Bunun üzerine
Hz. Ömer, onlara sordu: "Sizce en büyük yemin nedir?" dedi. Onlar
"Tûr-i Sinâ'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân adına edilen
yemindir." dediler. Sonra Hz. Ömer, onlara bu suretle yemin vererek:
"Doğru söyleyin Muhammed'i kitabınızda buluyor musunuz?" diye sordu.
Onlar sustular, sükut ettiler, Ömer: "Ne oluyorsunuz, çekinmeyin söyleyin,
vallahi ben kendi dinimde şüphem bulunduğu için size soru sormuyorum."
dedi. Birbirlerinin yüzlerine baktılar, içlerinden biri kalktı, onlara:
"Söyleyin, yoksa ben söyliyeceğim." dedi. Bunun üzerine dediler ki;
"Evet, biz onu kitabımızda buluyoruz, lakin ona vahiy getiren melek
Cibril'dir, Cibril ise bizim düşmanımızdır, o hep azap, savaş, zelzele gibi
şiddetlerin sahibidir, eğer ona gelen melek Mikail olsa idi, herhalde iman
ederdik, çünkü o hep rahmete, merhamete, ucuzluğa, huzur ve selamete vekil
edilmiştir." Hz. Ömer yine sordu: "Tûr-i Sina'da Musa'ya Tevrat'ı
indiren Rahmân hakkı için söyleyin Allah katında Cebrail'in yeri nedir?"
Onlar dediler ki, "Cebrail sağında, Mikail solundadır." Bu cevap
üzerine Hz. Ömer: "Öyleyse şahid olun ki, Allah'ın sağındakine düşman
olanlar, solundakine de düşman olmuş olurlar ve bu ikisine düşman olanlar
Allah'a da düşmandırlar!" dedi ve olup bitenleri haber vermek üzere Hz.
Peygamber'in huzuruna geldi. Peygamber'in huzuruna vardığı zaman gördü ki,
Cibril ondan evvel vahiy getirmiş, Resulullah kendisine bu âyetleri
okuyuvermişti.
Üçüncüsü: Yahudilerin "Allah Teâlâ,
Cebrail'e, peygamberliği bize getirmesini emrettiği halde, o başkasına götürdü,
bundan dolayı ona düşmanız." dedikleri de rivayet edilir. Gerçekten de
âyetin mazmununa göre, düşmanlığın esas sebebi, Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in
kalbine indirilmesinden başka birşey değildir. Bunun da Allah'ın izniyle
yapıldığı ve aynı zamanda getirdiği Kur'ân'ın yalnızca şiddet ve azap değil,
daha önceki semavi kitapları tasdik edip desteklediği, ayrıca müminlere hidayet
ve müjdelerle dolu olduğu beyan buyurularak, onlar tarafından öne sürülen
sebeplerin gerçek sebepler değil, yalan olarak söylendiği ortaya konmuştur.
Fayda: "Cibrîl" kelimesi esasen
"cibr" ve "il" kelimelerinden oluşmuş İbrânîce bir
kelimedir ve Fahr-ı kâinat (âlemlerin öğüncü) Efendimiz'e vahiy getiren meleğin
ismidir. İbrânîce'de tıpkı Abdullah gibi ve rivayete göre aynı mânâda bir
izafet terkibi ise de Arapça Ba'lebek gibi mezcî (karışık) terkiplere benzer
bir tarzda kullanılmıştır. Âlemiyet (isimlik) ve ucme (Arapça olmayan) gibi iki
sebepten dolayı gayri munsariftir. Araplar bunu sekiz ayrı telaffuz şeklinde
söylemişlerdir ki, bunlardan en meşhuru dörttür ve bu dört vecih Aşere
kırâetinde vârid olmuştur:
1-Selsebîl vezninde "cebraîl", Hamze
ve Kisaî kırâetleri,
2- "Cebreîl" Ebubekr Şu'be
rivayetiyle Âsım kırâeti,
3- "Cebrîl" İbnü Kesir kırâeti,
4- "Cibrîl" cîmin kesriyle, geri
kalan altı imam, bir de Hafs rivayetiyle Âsım kırâeti ki, bizim kırâetimiz de
budur ve Hicaz lügatıdır. Diğer dört kırâet de "Cebraiyl, Cebrail, Cebral
ve Cebrîn" şeklindedir. Arapça'nın dışındaki bazı dillerde "Gabriyel,
Gabraiyl, Gabril" gibi isimler de aslında "cîm" harfinin Mısır
lehçesiyle okunmasından ibarettir.
Bu terkibin özel isim olma gerçeğini, bir an
için bir yana bırakır da kelimenin ne anlama geldiğini öğrenmek istersek, bu
konuda da çeşitli görüşler öne sürüldüğünü görürüz. İbrânîce'de
"cebr" abd, yani kul ve köle anlamına, "îl" de ilâh ve
Allah anlamına geldiğinden "Cebraîl" de "Abdullah"
(Allah'ın kulu) demek olur. Bununla beraber bazı tefsirciler bunun yani,
"Allah'ın ceberûtu" mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Gerçekten de
kelimenin Arapça "cebr" maddesiyle açıkça ilişkisi vardır. Buna göre;
Cibrîl, karşısında hiçbir kuvvetin engellemesine imkan olmayan ve eserlerinde
gerek ilmî, gerek amelî bakımından, her yönüyle kat'iyyet, zaruret, kesinlik ve
kaçınılmazlık sabit olan, hâsılı her meleğin, her ruhun, her kuvvetin ve her
gücün üstünde bulunan bir melek anlamına gelmektedir. Aslında vahiy olayı da bu
suretle ilmî kesinlik ifade etmektedir; şüphe ve tereddütlere, beşerin çaba ve
iradesiyle elde edilen bilgilerde olduğu gibi zan ve ihtimallere imkan
bırakmayan bir bilgi olduğundan, vahiy vasıtası olan meleğin bu isimle
anılması, aynı zamanda onun görevini de bir anlamda tarif etmek demek olur.
Buna ruh, ruhullah, emin ruh ve Rûhu'l-Kudüs denilmesi "Yüce arşın sahibi
katında itibarlı, güçlü, kendisine itaat edilen ve her yerde güven
duyulan" (Tekvîr, 81/20,21) özellikleri ile tanıtılması dahi bu mânâyı
teyid etmekte ve desteklemektedir. Bundan vahiy bilgisinin ve peygamberlere
verilen mucizelerin ne kadar büyük bir kesinlik ifade ettiğini anlamak da kolay
olacaktır. Bundan dolayı yahudilere karşı hitap edilirken, kendi dillerinde
bulunan bu ismin seçilmiş olması, buna karşı düşmanlık gütmenin ne kadar
anlamsız, ne kadar delilik ve ne kadar kâfirlik olduğunu anlatmak için ne büyük
bir belağat olmuştur. Artık âyetlerin mânâsını izaha geçebiliriz:
Ey Muhammed! Sen şöyle de ve benim tarafımdan
şunu ilan et ki her kim Cibrîl'e düşman ise karşıma çıksın. Aslında tefsirciler
bunun şart cümlesi olduğunda ittifak ediyorlar, fakat tefsircilerin çoğu, ceza
cümlesinin hazf edilmiş olduğunu, onun da "sebepsizdir, mânâsızdır",
yahut "kahrından ölsün, çatlasın gibi" bir takdire bağlı olduğunu,
daha sonraki kelimesinin yukardaki şart cümlesinin cezası değil, takdir ile
mahzuf olan ceza cümlesinin illeti olduğunu söylüyorlar. Keşşaf sahibi ise bundan
başka cezanın mahzuf olmayıp, bu cümlenin devamı olan cümlesi olabileceğini de
söylemiş ve buna göre meâlin "Bunun sebebi Allah'ın izniyle Kur'ân'ı sana
indirmesinden ibarettir." olacağını göstermiş ve nihayet bunun bir tehdit
anlamı taşıdığını da anlatmıştır. Lakin buna cümlesinde şartına ait bir zamir
bulunmadığından Arap dilinin kurallarına uygun düşmediği gerekçesiyle itiraz
edilmiştir. Ancak Zemahşerî, burada "bunun adavetinin sebebi" diye
bir müpteda ile bu zamirin mukadder olduğunu gösterdiğinden, Ebu Hayyan'ın bu
itirazına verilen cevabı da anlatmıştır. Demek oluyor ki, önceki şekilde ceza
hazf edilmiş, cezanın illeti, aynı zamanda ceza yerine kaim; ikinci şekilde ise
ceza mevcut, fakat arada bağlantı sağlayan bir müpteda hazfedilmiştir. Her iki
takdir şekline göre de bu sözün bir tehdit anlamı taşıdığını ve ikinci âyetin
bunu izah ettiğini unutmamak gerekir. Sebebin beyanı vesiledir, âyetin siyakı
ise asıl kınama ve azarlamadır. Bunun için biz siyakı gözönünde tutarak şu
takdiri daha uygun görüyoruz: "Söyle ve de ki; her kim Cibrîl'e düşman ise
Allah'a düşmandır". Çünkü o Cibrîl, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın
izniyle indirmektedir. Önündeki eski kitapları tasdik edip doğrulayıcı,
müminlere hidayet ve müjde olmak üzere.
"Kalbin üzerine" buyurulması iki
bakımdan dikkate şayandır:
Birincisi: "kalbine doğru"
buyurulmayıp ile irad edilmiştir; isti'lâ ifade ettiğinden, vahiy yoluyla
indirilen ilâhî bilgilerin, kalbde kendiliğinden doğan ilham ve sunûhatın,
birtakım basit duyguların meydana gelmesinde olduğu gibi, kalbe yalnızca bir
noktadan ilişivermekle kalmayıp, bütün kalbi, üzerinden çepeçevre kaplayıp
istila etmek suretiyle diğer duygu ve idraklerin cümlesini geçersiz kılarak,
gelip yerleşen ve her türlü kesinliğin üstünde, karşı konulamaz zorunlu bir
ilmî gerçeklik ifade eden ilahî hüküm, ilâhî mecburiyet demek olduğunu iyice
anlatmaktadır. Nitekim Cibrîl, vahiy getirdiği zaman, Resulullah'ı öyle sarıp
sıkıştırıyordu ki, canına tak ediyordu. Bunun için Rasulullah "Beni
takatsız bırakıncaya kadar sıktı." buyurmuştu. Buharî'nin başında Hz.
Aişe'den rivayet olunduğu üzere Ashab-ı kiramdan Haris b. Hişam "Ey
Allah'ın Resulü, sana vahiy nasıl geliyor?" diye sormuştu. Resulullah da
buyurdu ki, "Bazı zamanlar çan sesi gibi gelir, bu bana en şiddetlisidir.
Derken ses kesilir, ben de hepsini ezberlemiş olurum, bazı zamanlar melek bir
âdem şekline bürünür, bana söyler, ben de söylediğini bellerim." Hz. Aişe
bunu naklettikten sonra demiştir ki: "Gerçekten ben de gördüm, gayet soğuk
bir gündü, peygambere vahiy geliyordu, sonra vahiy kesildi, peygamberin
alnından ter damlaları dökülüyordu. İlk vahyin peygamberimize nasıl geldiği
Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde nakledilmişti. İşte burada "ilâ kalbike"
" veya "ileyke", hatta "aleyke" buyurulmayıp da
"alâ kalbike" buyurulması, özellikle vahyin, Resûlullah'ın kalbine
pek ziyade baskı yapan ve onu kuşatan en şiddetli kısmına işaret buyurulmuştur.
İkincisi: Bu sözü söylemeye Resulullah memur
olduğu için sözün gelişi ve dış görünüşü gereği olarak, Peygamber Efendimiz'in diliyle
ve mütekellim (birinci şahıs) sigasiyle "alâ kalbî" denilmesi
gerekirdi, yani sözü söyleyen Resulullah olduğuna göre, onun "benim kalbim
üzerine" demesi lazım gelirdi. Böyle iken muhatap sigası ile "alâ
kalbike" buyurmuştur ki, bu da bu sözü Resulullah kendi tarafından değil,
Allah tarafından aynen söylemeye memur olduğunu nass halinde ortaya koymak
içindir.
98-Özet olarak "Ey Muhammed! Sen değil,
ben söylüyorum, sen bunu ilan et! Her kim Cibrîl'e düşman ise şunu iyi bilsin
ki, o Cibrîl, bu Kur'ân'ı kendiliğinden değil, benim iznimle sana
indirmektedir. Üstelik ondan evvel gönderilmiş olan bütün ilâhî kitapları
tasdik edip destekleyici, onlar gibi rahmet ve hatta müminlere onlardan da
fazla hidayet ve müjde olarak indirmektedir. Şu halde Cibrîl'e düşmanlık etmek,
Allah'a, Allah'ın kitaplarına, müminlere olan hidayete ve müjdelere düşman
olmaktır. Zira her kim Allah'a, meleklerine, resullerine ve bilhassa Cibrîl ile
Mikail'e düşman olursa iyi bilsin ki, Allah da kâfirlere düşmandır. Yani
onların belalarını verecektir; onları yaşatması, onlara mühlet ve fırsat
vermesi onlar için bir nimet değildir, sadece ve sadece talihsizliktir. Ancak
tevbekâr olurlar da inananlar arasına katılırlarsa, o zaman söz konusu hidayet
ve müjdeden onlar da faydalanır, nimete ererler.
Bu emirden sonra Cenab-ı Hak, Resulünü, bir
daha te'yid ederek, yahudilerin son bir defa daha içyüzlerini ve ruh hallerini
bütün derinliğiyle bildiriyor ve nihayet onlara, bütün bu hal ve tutumlarından
vazgeçip yola gelmelerini rahimane bir belağatle tavsiye ediyor, şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
99- Şanım hakkı için sana çok açık âyetler;
parlak mucizeler indirdik. Öyle ki, iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan
başkası onları inkâr etmez.
100- O fasıklar hem bunları tanımıyacaklar,
hem de ne zaman bir ahd üzerine antlaşma yapsalar, her defasında mutlaka
içlerinden bir güruh çıkıp onu bozacak ve atıverecek öyle mi? Hatta az bir
güruh değil, onların çoğu ahit tanımaz imansızlardır.
101- Üstelik Allah tarafından onlara,
yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber gelince, daha önce kendilerine
kitap verilenlerden bir kısmı, Allah'ın kitabını sırtlarından geriye attılar,
sanki hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi yaptılar.
102- Tuttular da Süleyman mülküne dair
şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Halbuki Süleyman inkâr
edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir
öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki meleğe indirilen şeyleri
öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak sizi denemek için
gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden kimseye birşey
öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler
öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek
değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey
öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette
bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna canlarını
sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.
103- Şayet onlar iman edip de korunmuş
olsalardı, elbette Allah tarafından verilecek mükafat çok hayırlı olacaktı.
Keşke bunu bilselerdi.
99- Ey Resulüm! Şanım hakkı için, emin ol ki,
Biz sana gayet açık ve seçik, ilahî maksadı eğrisiz büğrüsüz, şeksiz şüphesiz
gösteren âyetler, mucizeler indirdik. Bu Kur'ân'ın, bilhassa tebliğden maksadın
ne olduğunu gösteren ve hakka davet eden muhkem âyetleri o kadar açık ve o
kadar seçiktir ki, zerre kadar akıl, idrak ve insafı olan buna iman etmekte
tereddüt etmez, dinden ve doğruluk yolundan çıkmış, ahdini bozmaya ve hep kötü
yolda gitmeye alışmış, inancı bozuk fasıklardan başka hiç kimse bunları inkâr
etmez. Bunu inkâra kalkanlar, sûrenin baş tarafında beyan olunan hep o hüsran
ehli olan fasıklardır. İşte bunlardan biri olan Malik b. Sayf, "Vallahi,
Muhammed'e iman etmemiz için bizim kitabımızda bizden ahd ve mîsak
alınmamıştır." diye inkâr etmişti.
100-Bunun hakkında şu âyet nazil olmuştur: Ya
onlar, o fasıklar, her ne zaman bir ahde girişir, bir söz verirlerse,
içlerinden bir fırka bu ahdi bozup atacak mı? Sadece bir fırka değil, hatta
bunların çoğunluğu imansızdırlar. Tevrat'a da iman etmezler, hiç dinleri
yoktur. Bunun için antlaşmalarını bozmayı günah saymazlar. Vaktiyle Tevrat'a ve
kendi peygamberlerine karşı kaç defalar ahitlerini bozdukları gibi, şimdi de
sana ve Kur'ân'a karşı öyle yapıyorlar. Daha düne kadar işte geldi, geliyor,
diye seninle iftihar ederlerken, bugün ondan vazgeçip sana vahyi getiren
Cibrîl'e bile düşman olduklarını ilan ediyorlar.
101- Üstelik Allah tarafından bunlara
beraberlerindeki kitabı tasdik eden ve destekleyen, yolunu gözleyip durdukları
bir peygamber, bir ahir zaman nebisi gelince, Kitap ehli olanlardan bir fırka
ellerindeki Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi büsbütün arkalarına
attılar da .
102- Süleyman'ın mülkü, yani Süleyman
Peygamber'in hükümet ve devleti aleyhine Şeytanların takip ettiği şeytanlıklara
ve Şeytanların okuya geldikleri efsun ve efsanelere uydular ve onun arkasına
düştüler.
"Tilv, tilâvet" iki mânâya gelir.
Birisi takip etmek, izlemek, bir şeyin arkasına düşmek ki, önceki
"tâli" tabirleri bu mânâyadır. Diğeri, satır satır okumak demektir
ki, bunun içinde bir önceki mânâ da vardır. Burada ikisi ile de tefsir edilmiştir.
Önceki mânâ daha kapsamlı olduğundan ve ikincisine de uygun düşeceğinden daha
fazla tercihe şayandır.
Bu şeytanlar nasıl şeytanlardı ve takip
ettikleri şeyler nelerdi? Bunlar hem cin şeytanı ve kötü ruhlar denilen gizli
şeytanlara, hem de insan şeytanlarına şamildir. Zira gizli şeytanların eserleri
de insan şeytanları üzerinde meydana gelir ve zahirdeki insan şeytanları, o
kötü ruhlardan aldıkları, onlardan öğrendikleri şeytanlıklarla işlerini
çevirirler. Tefsircilerden birçoğunun rivayetlerine göre: Süleyman (a.s.)ın
mülkünde fitne zuhur edip, hükümetini yitirdiği zaman, insan ve cin şeytanları
pek azıtmış, dinsizlik çok ileri gitmişti. Fitneyi çıkaran ve daha sonra
Süleyman (a.s.)'a mağlup düşen ve onun emrine girip, hükmüne tabi olan bu şeytanlar
"Sad Sûresi"nde, "bennâ', ğavvâs ve âherîn" (Sad, 38/37-38)
namiyle üç ayrı sınıf olarak gösterilmiştir. (Anılan âyetlerin tefsirine bkz.)
Demek ki, bunlar içinde birtakım desiseci sanatkarlar da vardı. İşte vahiy
kaynağından uzak olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan olaylar
hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım bilgiler edinirler ve bu bilgilerin her
birine yüzlerce yalan ve pislik karıştırarak gizli gizli yaymaya çalışırlardı.
Bu işlere alet etmek için kahinleri seçerler ve onlara çeşitli telkinlerde
bulunurlardı. Bu cinlerin bazı haberleri doğru çıktıkça kahinler bunlara
güvenir, ancak onlar bunun yanında binlerce yalan dolan da yayarlardı. Derken
bu kahinler, bu bilgileri kaleme aldılar, bu konularda kitaplar yazdılar. Cin
çağırma, sihir yoluyla gönül çelme hakkında türlü türlü sihir ve efsun (büyü)
kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek olaylar hakkında
habere benzer efsaneler, masallar, yalanlar ve dolanlar yaydılar. Tarih
olayları ve gerçekleri tahrif olunarak, halkın duygu ve düşüncelerini yanlış
yollara sevk edecek hurafeler yayınlanır ve bunlar arasına bazı bilimsel
gerçekler ve hikmetli sözler karıştırılarak, konular çok kötü bir şekilde
istismar edilirdi. Bu suretle cinler gaybı biliyor diye birtakım kanaatlar genellik
kazanmıştı. Bu şeytanların yalan ve dolanları yüzünden fitne çıkmıştı. Hz.
Süleyman'ın hükümdarlığı ve devleti bir müddet elinden çıkmıştı. Nihayet
Allah'ın izni ve yardımıyla Süleyman Aleyhisselâm bunlara galip geldi ve
üstünlük sağladı, hepsini hükmü altına alıp, tam anlamıyla kendisine bağlı
olarak birtakım hizmetlerde kullandı ve o zaman bütün bu kitapları toplatarak
tahtının altında bir mahzene kapattı. Hz. Süleyman'ın vefatından bir müddet
sonra hakikati bilen âlimler de kalmayınca şeytanlardan insan suretinde birisi
çıkıp "Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki, Süleyman b. Davut, bir peygamber
değil de bir sihirbaz idi, cinleri, şeytanları, rüzgarları hep sihirle büyüler
ve kullanırdı. O neye erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız,
sakladığı kitaplarını bulur, anlarsınız." dedi, o kitapların saklı olduğu
yeri gösterdi. Orayı açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar
sihir ve efsane kitapları idi. Bunun üzerine "Süleyman sihirbaz imiş,
hükümetini sihir ile idare edermiş." diye yalan ve iftiralar yayılmaya
başladı.
Diğer bazı müfessirlerin rivayetine göre, bu
kitaplar Hz. Süleyman'ın vefatından sonra hazırlanıp oraya konmuş, birçoğunun
üzerine Asaf b. Berhiya'nın ismi yazılmış ve onun eseriymiş gibi sahte imzalar
atılmış, hile ve desise ile çoğaltılıp yayınlanmış "Süleyman'ın
hükümranlığı aleyhine şeytanların uydurup ortaya sürdükleri şeylerin ardına
düştüler." âyeti bütün bu şeytanlıklara işaret etmektedir. Zaten Mısır'dan
beri İsrailoğulları arasında sihir ve hokkabazlık bilinirdi. Fakat durum bu
sefer bambaşka bir renk almıştı: Bir taraftan siyasî ve ictimaî entrikalarla
Süleyman (a.s.)'ın devleti aleyhine işletilmiş, diğer taraftan onun dünyayı
hükmü altına alışı, bu sihir ilmi sayesinde gerçekleşmiştir diyerek, yine onun namına
iftira edilerek sihir teşvik edilmeye çalışılmıştır. O derece ki, daha sonra
gelen İsrailoğulları, ona bir peygamber değil de çok iyi sihirbaz olan bir
hükümdar gözüyle bakarlarmış. Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları özellikle
devletlerini kaybettikten sonra, diğer milletler arasında gizli yollarla bu
çeşit yayınları teşvik ve terviç etmekten ve hüner şeklinde sihirbazlıkla
meşgul olmaktan geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki, Tevrat'ın haber verdiği
şekilde bekledikleri son peygamber Hz. Muhammed gelip, Tevrat'ın aslındaki
bilgi ve ilkeleri söz konusu etti, o zaman dönüp kendisiyle mücadeleye
tutuştular. "Nübüvvet yoluyla buna itiraz edemeyiz, bununla başa
çıkamayız, biz ne yapsak Cebrail kendisine haber veriyor." dediler ve
Cebrail'e düşman oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve
iftira yoluna saptılar, bu şeytancıl eserlere uymak suretiyle, "Süleyman,
Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi, sihirbaz bir hükümdardı, fakat
yaptığı sihirleri mucize gibi gösterirdi." diye ona iftiralar ettiler.
Buna göre Hz. Süleyman'ın -haşâ- kâfir olması lazım geliyordu. Çünkü sihrin bu
derecesinin küfür olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman kâfir değildi, fakat
önce ve sonra ona sihirbaz diyen o şeytanlar kâfir oldular, ki insanlara sihir
öğretiyor, sihir tâlim ederek yoldan çıkarıyorlardı. Âyetin bu kısmı, sihir
öğretmenin küfür olduğunu göstermektedir.
Sihir nedir? Esas lügat anlamıyla sihir, her
ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Nitekim fecir vaktinin
başlangıcına da ufuk çizgisinin inceliğinden dolayı "sîn"in fethi ile
"sehar" denilir. Bu anlamda, yani sebebi gizli olan ince şeyleri
bilmek ve tanımak anlamında sihrin küfür olmayacağı açıktır. Ancak dinî
geleneklerdeki anlamıyla sihir sadece bu demek değildir. Sebebi gizli olmakla
beraber, gerçeğin aksine tahayyül olunan yıldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık
yolunda cereyan eden herhangi bir şey demektir. Halk dilinde de bu anlamda
kullanılır; yani sihir denildiği zaman bu anlaşılır ve bu da çirkin bir şeydir.
Çünkü bunda esrarengiz bir şekilde hakkı batıl, batılı hak; hakikati hayal,
hayali hakikat diye göstermek vardır. Nitekim "İnsanların gözlerini
sihirlediler." (A'râf, 7/116), "Sihirleri sayesinde ipleri ve
sopaları onun hayalini büyüledi, çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydiler."
(Tâhâ, 20/66) buyurulmaktadır. Bununla beraber özel olarak bazı övgüye değer
şeyler ve gerçekler için iyi mânâda kullanıldığı da olur. Mesela;
"Muhakkak ki, bazı güzel sözler sihirdir." hadis-i şerifinde dile
geldiği gibi ki, buna "helal sihir" de denilir, üstelik caiz sayılır.
Demek ki, esrarengiz, gizli sebep ile incelik, dış görünüşü itibariyle
çekicilik ve bir de kötü maksat sihrin niteliğini belirler. Şu halde sihir,
herşeyden önce kendi özünde bir harika değildir. Yani değişik şart ve sebeplere
bağlı olarak alışılmışın tersine bizzat ilâhî iradeyle ortaya çıkan olaylardan
değildir. Onun her halde teşebbüs olunacak bir özel sebebi vardır. Şu kadar ki,
o sebep herkes için bilinmediğinden, olay bir harika gibi tahayyül
olunmaktadır. Bunun içindir ki, sebebi herkes için bilinmeyen herhangi bir
gerçek dahi, halkı aldatmak için kullanıldığı zaman bir anlamda sihir olur. Bu
sebebin nazarî olarak açıklanabilir bir halde bulunması şart da değildir. Az
çok taklit ile meydana getirilebilmesi de kafidir. Yaratılışta sebebi bilimsel
olarak açıklanamayan alışılmış veya alışılmamış olağanüstü olaylar ve garip
buluşlar ortaya koymak mutlak anlamıyla sihir olmaz. Fakat insanları aldatmak
için bunlardan istifade etmeye kalkışıldığı ve bu suretle duygu ve düşüncelere
etki edip dolandırıcılık yapılmaya çalışıldığı zaman bunlar da sihir özelliği
kazanırlar. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak sihrin köküdür.
Sihirbazlar ilimlerden, edebiyattan, felsefeden, teknolojiden, hatta tabiattaki
garip ve acîp yaratılışlardan sû-i istimaller ve istismarlar yaparak
yararlanmasını bilirler. Bu suretle gerçekleri gizlemek için yazılmış nice
felsefeler, nice romanlar, nice tarih kılıklı hezeyanlar vardır. Vaktiyle
hikmet ehli kimselerin "Sakın domuzların boynuna inci gerdanlıklar
takmayın!" şeklindeki nasihatları, ilmî gerçekleri ve yüksek hakikatleri,
bu gibilerin istismarından korumak içindi.
Buraya kadar gördüklerimizden de anlaşılıyor
ki, sihir çeşitlerini belirlemek kolay değildir. Bununla beraber Fahreddin Râzî
tefsirinde sihrin sekiz çeşidini saymıştır. Bazı açıklamalar ile oradaki
bilgilerin özeti şöyledir:
1-"Gildânî Sihri" ki, semavî
kuvvetlerle yeryüzüne ait güçlerin karışımı yoluyla meydana getirildiği
söylenen ve tılsım adı verilen şeylerdir. Gildânîler eski bir kavim olup,
yıldızlara taparlar ve bu yıldızların kâinattaki olayları yönetip yönlendirdiğine,
hayır ile şerrin, mutluluk ile bedbahtlığın bunlardan kaynaklandığına
inanırlardı. Bunların tılsım adı verilen bazı acaip şeyler yaptıkları
söylenmektedir. İbrahim Peygamber, bunların bu batıl inançlarını düzeltmek için
gönderilmişti ki, bunlar başlıca üç fırka idiler: Bir kısmı kâinatın ve
yıldızların kadîm (öncesiz) olduğuna ve kendiliğinden var olmuş bulunduğuna
kanî idiler ki, bunlar bilhassa "sâbie" adıyle tanınmış idiler.
Zamanımızın deyimiyle kâinatın ezelî olduğuna inanan bir nevi materyalistler demektir.
Anlaşıldığına göre gök ve tabiat bilimlerinde bir hayli ileri gitmişler ve bazı
sanayi gariplikleri meydana getirebilmişlerdi. Diğer bir kısmı, feleklerin
ulûhiyetine kâil olmuşlar ve her bir felek için bir heykel yapmışlar ve bunlara
tapmışlardı. Üçüncü bir kısmı da feleklerin ve yıldızların üstünde ve ötesinde
her şeyi yaratan fail-i muhtar (istediğini yapabilen) bir yüce yaratıcının
varlığını kabul ederler, fakat o yüce yaratıcının, o yıldızlara bu âlemde
etkileyici bir kuvvet bahşetmiş ve kâinatın yönetimi için onları görevlendirmiş
bulunduğuna inanırlardı. Bu inanç şekli de çoğunlukla tabîiyyûn mezhebine
(rabîiyyeciler = naturalizme) benzemektedir. Bize kalırsa, bu sihirde tabîiyyat
ile ruhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş bazı garip özellikleri
birleştirilerek uygulanmış olduğu anlaşılmaktadır.
2- Evham sahiplerinin ve kuvvetli kişilerin
sihirleridir. Bunlar öyle sanırlar ki, insanın ruhu terbiye ve tasfiye ile
kuvvetlenir ve tesir gücünü arttırır. İdraki, gizli kapalı şeyleri algılayacak
derecede gelişir, iradesi de kendi dışında birtakım olayları etkileyecek
derecede güçlenir. O zaman istediği birçok şeyleri yapar, eşyada, canlılarda ve
diğer insanlarda kendi bedenindeki gibi tasarruf eder. Hatta o dereceye varır
ki, bir irade ile bünye ve şekilleri değiştirebilir: İsterse öldürür ve yeniden
diriltir, varı yok, yoku var edebilir. Gerçekten de beden terbiyesi gibi ruh
terbiyesinin de birçok faydası olduğu inkâr edilemez. Fakat ruhun bu derece güç
kazanması, bir ilâhî ihsan olmadan, yalnızca çalışmayla elde edilebilir bir şey
olduğunu farzetmek evhamdan öte bir şey değildir. Birtakım kimseler, riyazat,
havas, rukye, muska, uzlet ve benzeri bazı yollara başvurarak, ruh ilminin bazı
garip olayları ile uğraşırlar ki, manyatizma, hipnotizma, fakirizm ve diğerleri
bu cümleden şeylerdir. Sihrin en aldatıcı ve en tehlikelisi de budur.
3- Ervah-ı ardıye (cinler)den yardım görme
yoluyla yapılan sihirdir ki, azâim ve cincilik dedikleri şey budur. Mutezile ve
son devir filozoflarından bazıları cinleri inkâr etmişlerse de bunlar kısa
görüşlü ve inkârda aceleci kimselerdir. Sanki kâinatta ruhanî ve cismanî hiçbir
gizli kuvvet kalmamış da hepsi keşfedilmiş ve sınırları belirlenmiş gibi
"cinlerin aslı yoktur" diye inkârı bastırmak, ilmî bir davranış
olamaz. Bu inkârcıların bir kısmına "dünyada daha bilmediğimiz gizli
kapaklı nice tabiat kuvveti vardır" deseniz, bunlar "evet"
demekte tereddüt etmezler de aynı mânâda olmak üzere "cin vardır"
deseniz, hemen inkâr ederler. Bunun için filozofların büyükleri cinleri inkâr
etmemiş ve "ervah-ı ardıye" adıyla anmışlardır. Fakat bunlarla belli
sebepler altında insanların ilişki ve bağlantı sağlayıp sağlayamıyacakları ilmî
bir şekilde tetkik edilip ortaya konmadan buna henüz hüküm verilemez. Lakin
bundan dolayı bu yolla yapılan ve yapılacak sihirlerin varlığını inkâr değil,
kabul etmek gerekir. Hatta bu günün ispirtizmacılarını bu cinlerden
sayabiliriz. İşte sihrin en meşhurları buraya kadar saydığımız bu üç kısımdır.
4- Tahayyülât, yani gözü yanıltmak ve el
çabukluğu denilen sihirlerdir ki, bunlara sihirden ziyade hokkabazlık ve
şa'beze adı verilir. Bunun esası duyuları aldatmadır. Bu tıpkı vapurda ve
trende giderken sahili hareket ediyor gibi görmeye benzer. Buna Arapça
"ahız bil'uyûn", bizim dilimizde de "göz bağcılık" denilir.
Bununla beraber göz bağcılığın daha gizli birtakım ruhî etkiler ile de ilişkisi
olabilir.
5- Hiyel-i sanâyi ile yapılan, aletlerden
istifade ederek acaip şeyler göstermek sûretiyle ortaya konan sihirdir ki,
Firavun'un sihirbazları böyle yapmışlardı. Rivayet olunduğuna göre, bunların
ipleri, değnekleri civa ile doldurulmuş, altlarından ısı verilince veya güneşin
etkisiyle ısınmaya başlayınca ısınan ipler ve değnekler hemen harekete geçip
kaymaya ve yürümeye başlarmış.
Zamanımızda fen ve tekniğin gelişmesi, gerek
mekanik, gerek elektronik açıdan bunlara birçok misaller vermeye elverişlidir.
Sinemalar bunun çok canlı bir misalidir. Bunların halk üzerindeki hayalî olan
etkileri bir sihir tesirinden daha az değildir. Hele işin aslını bilmeyenler
için...
6- Ecsam (cisimler) ve edviyenin, yani
birtakım kimyasal maddelerin ve ilaçların kimyevî özelliklerinden yararlanarak
yapılan sihirlerdir.
7- Ta'lik-i kalb (kalbi çelme) suretiyle
yapılan sihirdir. Sihirbaz şarlatanlık yaparak, türlü türlü övünme ile kendini
satarak, muhatabını kendine çeker, bir ümit veya korku altında onun kalbini
çeler, kendine bağımlı kılar, duygu ve düşüncelerine etki ederek, telkin altına
alır ve yapacağını yapar. "İsm-i azam duasını bilirim" der, "cin
çağırırım" der, "kimya bilirim, simya bilirim" der, icabında
hünerden, sanattan, paradan, kudretten, nüfuzdan, kerametten, ticaretten ve
menfaatten bahseder, karşısındakini dolandırır. Telkin yoluyla kalbleri
çelmenin işleri yürütmede, sırları gizlemede çok büyük tesiri vardır. En adisinden
en maharetlisine kadar çeşitli dolandırıcılıklar hep buna bağlıdır. Sihrin
öteki türlerinin etkili olması da aşağı yukarı sihirbazın bu konudaki
becerisine bağlıdır denilebilir.
8- Nemmamlık (koğuculuk), gammazlık
(fitnecilik) gibi el altından yürütülen gizli fitne ve tezvirat; akla, hayale
gelmez bozgunculuk, vasıtalı veya doğrudan tahrikler ve aldatmalar ile yapılan
sihirdir ki, halk arasında en bol ve en yaygın kısmı da budur.
Buraya kadar saydığımız sekiz kısım sihir,
dönüp dolaşır iki esasta toplanır: Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece
saçmalama ve iğfal olan söz veya fiil ile etki yapan sihir, diğeri de az çok
bir gerçeğin sû-i istimal edilmesiyle ortaya konan sihirdir. Sihrin bütün
niteliği, hayali hakikat zannettirecek şekilde insan ruhu üzerinde aldatıcı bir
tesir meydana getirmekten ibaret olduğu halde bunun bir kısmı tamamiyle hayal,
diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle karışıktır. Bundan dolayı her sihrin,
gerçek tesirden büsbütün yoksun olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Bu âyet-i
kerimede her ikisine işaret için, öncekine , ikinciye de ve bu cümlesine atıfla
buyurulmuştur. Yani bu şeytanlar sırf kendi uydurmaları olan sihri ve bir de
Babil'deki Harut ve Marut adında iki meleğe indirileni, insanlara ve o zamanki
İsrailoğulları'na ta'lim ediyor, öğretiyorlardı. İşte böyle yapmakla kâfir
olmuşlardı. Gerek mütekaddimînden, gerek müteahhirinden (eskilerden ve
yenilerden) bazı tefsirciler bu ""yı nâfiye telakki edip, mânâyı da
"Babil'de Harut ve Marut adındaki o iki meleğe sihirden bir şey indirilmedi,
Harut ve Marut hikayesi de bu şeytanların uydurduğu bir yalandır."
meâlinde göstermişlerdir. Âyetin aşağısındaki siyakı buna müsait olsa idi biz
de bunu tercih ederdik, fakat siyak buna müsait görünmüyor, aykırı düşüyor. Şu
halde biz de çoğunluğun açıklaması vechile "mâ" harfini mevsûl olarak
alıyoruz ki, bu hem âyetin zahir (açık) ifadesine uygun düşmekte, hem de
anladığımız kadarıyla derin hakikatleri içermektedir. Bu âyet evvela Harut ve
Marut kıssasının özünü ve içyüzünü açıklıyor ve bunun hadd-i zatında bir sihir
değil, ancak öğretim tarzı ve kötüye kullanılması cihetiyle sihir ve küfür
olacağını anlatıyor. Nitekim "o iki meleğe indirilen şey" hakkında
açıkça sihir tabiri kullanılmamış, ancak sihre atfedilmiştir. Bununla beraber
bunun şeytanlar tarafından öğretim tarzının küfür olduğuna ve bundan özel bir
sihir yapıldığına işaret kılınmıştır. Demek ki, "o iki meleğe
indirilen" hadd-i zatında bir sihir değil, fakat fesat ehlinin elinde
küfre vesile olabilecek bir şey iken, bu şeytanlar bunu yalnızca sihir için
öğretmişlerdir. Halbuki Harut ile Marut bunu öğretecekleri zaman "Biz bir
fitneyiz, yani bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması
da küfürdür. Şu halde sakın sen bunu belleyip de küfre girme!" demedikçe
ve bu yolda nasihat etmedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Gelişigüzel
herkese belletmezler, sû-i istimalden, küfürden, sihirden yasaklarlardı. Bu
şeytanlar ise öyle yapmadılar, tam aksine bunlarla herkese sihir öğretiyorlar.
Bu iki melek ve bunların öğrettikleri hakkında
birçok sözler söylenmiş, çeşitli görüşler ve bahisler ortaya konmuştur. Bütün
bunları görüp değerlendirdikten sonra bizim âyetten anladığımız şudur:
Bilindiği gibi, meleklerin insanlara öğretileri ya vahiy veya ilham demektir.
Harut ile Marut'un Cibrîl gibi vahiy meleklerinden olduklarına dair herhangi
bir delil yoktur. Bilakis âyet bunları her şeyden önce bilgi getiren melekler
değil, bilgi gönderilen melekler şeklinde gösterdiği için nüzulde aşağı
derecedeki meleklerden oldukları açıktır. Şu halde öğretilerinin de
peygamberlere gelen vahiy derecesinde olmayıp ilham cinsinden olduğu aşikardır.
İlham ise herkese olabilir. Demek oluyor ki, eski bir medeniyet merkezi olan
Bâbil şehri ahalisinden birtakım kimseler, iki şekilde, böyle iki ilahî kuvvet
ile ilhama mazhar olmuşlar, bu sayede hilkatteki gizli sırlardan bazı harika ve
acaip şeyler öğrenmişler ve öğrenirken bunların şerre de müsait olduğunu, şu
halde kötüye kullanılmasının küfür olacağını da öğrenmişlerdir. O halde bu iki
meleğe indirilen ve Bâbil halkından bir çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu
şeyler hadd-i zatında sihir değil idi. Fakat sihir olarak da kullanılabilir ve
böyle kullanılınca da katıksız küfür olurdu. Bunun için âyette bunun sihir
olduğu ifade edilmiştir. Aslında her bilgi böyledir. Hadd-i zatında ilmin hepsi
hürmete şâyandır. Fakat büyüklüğü ölçüsünde ve ilim olması bakımından hayra ve
şerre müsaittir. İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve yüksek olursa, şer ve
fitne ihtimali de o nisbette büyük olur. Bundan dolayıdır ki, hakikatin kendisi
olan hak dini ve doğru yolu isbat ve destek için Allah tarafından lutfedilen
mucizeler ve kerametler, diğer ilimler, hikmetler ve fenler bahane edilerek
âlemde ne kadar küfürler, ilhad ve melanetler yayılmıştır. Aslında bunların
hepsi küfür ve haram olan sihir cinsine dahil edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat
kendisindeki ilmî niteliğinden dolayı değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları
dolayısıyladır. İlimler iyiye kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye
kullanıldığı takdirde de ilaçlardan zehir elde edilir. Hatta bundan dolayı,
birçok din âlimleri, gerek bu âyetten, gerek genel olarak ilim hakkındaki diğer
âyetlerden şu sonucu çıkarmışlardır: Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur.
Hatta şerrinden korunmak için sihir bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak
haramdır ve hatta küfürdür. Bunun öğretimi de bu şarta bağlı bulunmak gerekir.
Nitekim âyette önce sihir öğretimi mutlak olarak küfür gibi gösterilmiş iken
cümlesiyle bu mutlaklık şarta bağlanmıştır. Hasılı sihrin niteliği asıl pratik
açıdan ve amelî bakımdandır ve sihir tatbikî bir ilimdir, bir şer ve tezvir
sanatıdır. Bu sanat pratikte ve tatbikatta bazı hakiki bilgilere dayalı
olabilir ve o bilgilerin kötüye kullanılması ile sihir yapılır. Mesela; bugün
elektrik konusu önemli bir bilim dalı, çok önemli bir tekniktir. Bunun kötüye
kullanılmasından ve şerre alet edilmesinden dolayı tatbikatta bundan birçok
sihirler yapılabilir. Lakin bunun böyle olmasından dolayı, elektrik ilminin
hadd-i zatında bir sihir olması lazım gelmez. İşte Babil'de Harut ile Marut'a
ilham ile öğretilen şeyler de buna benzer şeyler olduğu anlaşılıyor. Bunun için
âyette bunlar esasında meleklere mahsus kıymetli şeyler olarak gösterilmiş
fakat öğretim ve öğrenim şekliyle ve uygulamasında fitneye de müsait
bulunmasından dolayı şeytanî olan sihre dahil edilmiştir. Demek ki, sihir sırf
şeytanî bir şeydir ve bu başlıca iki kısımdır: Birisi şeytanların sırf
kendilerinden uydurdukları pisliklerdir. Diğeri ise Bâbil'deki gibi, esasında
meleklere mahsus olan bazı yüce bilgilerle acaip tekniklerin şeytanca kötüye
kullanılmasıdır.
Artık burada melekler sihir öğretir mi diye
bir soru sormaya ve buna cevap aramaya yer yoktur. İşte bundan sakınmak için
"mâ" yı nâfiye (olumsuz) yapmaya lüzum yoktur ve bu âyetin siyakına
da ters düşmektedir. Melek sihir öğretmez, fakat meleklerin hayır için
öğrettikleri ve ilham ettikleri gerçekler, küfür ehlinin ve şeytanların elinde
şer ve fitne çıkarmak için sihir olarak da kullanılabilir. Nitekim bunu evvela
Bâbilliler yaptılar. Anlaşıldığı kadarıyla bunlar, bu iki meleğin ilhamiyle
keşfedip belledikleri semavî ve arzî, ruhanî ve cismanî kuvvetleri ve bunların
kaynaştırılmasından meydana gelen bazı teknikleri, yıldızlara ve tabiata isnad
ederek küfre girdiler. Bu sebeple Gildanî sihri "tılsımat ve kalfatriyat"
adıyle değişik bir sihir şekli olarak meşhur oldu. Sonra birtakım şeytanlar da
Süleyman aleyhisselâmın devletine karşı, kısmen bunu, kısmen de kendi
uydurdukları tezviratı izleyip uygulamışlar ve bu şekilde siyasî, içtimaî
birçok fesatlar çevirmişler, hükümet ve devlet işleri için bu sihirleri bir
ilim diye yaymış ve ona değer kazandırmışlar, bu suretle küfürlerini icra
etmişlerdi. O zamanın İsrailoğulları bunları onlardan öğreniyorlardı ve
milletler arasında bu sihirle uğraşmayı kendilerine bir yol, bir meslek
edinmişlerdi. En nihayet Hz. Muhammed'in peygamberliği üzerine Kur'ân'ın i'cazı
karşısında Allah'ın kitabını arkalarına atarak büsbütün bu şeytanlara uydular.
Bu cümlenin bağlanmasında da ihtimalli vecihler vardır. Birçok tefsirci, bunu
Harut ve Marut fırkasına bağlayarak zamirin bu iki meleğe, zamirini de 'den
müstefad nasa, yani herkese göndermişlerdir. veya üzerine veya takdirinde
cümlenin cümle üzerine atfedilmesiyle daha yukarıya atfedilmiş olduğu da
zikredilmiştir. Lakin bizim tercihimiz bunun 'ye bağlı veya doğrudan doğruya
cümlesi üzerine ma'tuf ve zamirinin ile ifadesine dönüşmüş olmasıdır ki, buna
göre ortaya çıkan mânâ şudur: "Allah'ın kitabını arkalarına atıp,
Süleyman'a karşı o şeytanların takip ettikleri şeylere uyan ehl-i kitabın bu
fırkası, bu Yahudi zümresi, o kâfir şeytanların izlediği ve öğrettiği bu iki
çeşit sihir kitaplarından karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler
öğreniyorlar." Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifade
içindir. Yani bunlar bu yolla karı ile kocanın arasını bile ayırabilecek
fesatlar çeviriyorlar, bu tesiri meydana getiren sihirlerle cemiyet içinde ne
büyük fitneler çıkarılabileceğini artık siz kıyas ediniz. Karı ile kocanın
arasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma
neler yapmazlar; komşular ve hemşehriler arasında ne fitneler çıkarıp, halkı
birbirine mi düşürmezler? İhtilaller mi çıkarmazlar? Âyet bize gösteriyor ki,
sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir; fikirleri bozar, kalbleri çeler,
ahlâkı perişan eder, toplumların altını üstüne getirirler. Şu halde sihrin aslı
yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. Bununla
beraber bunları yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça kimseye bir zarar veremezler.
Çünkü gerçek tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatte, ne ruhta, ne yerde,
ne gökte, ne şeytanda, ne melektedir. Hakiki müessir ancak ve ancak Allah'dır.
Fayda ve zarar denilen şey de ancak O'nun izni ile meydana gelir. O halde her
şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı koymak
için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına atan bu
sihirbazlar çok iyi bilirler ki, Allah'ın kitabını verip de sihri satın alan
bir kimsenin, elbette ahirette hiçbir nasibi yoktur. Bunun sonu açıkça
hüsrandır. Celâlim hakkı için bunların, uğruna kendilerini sattıkları şey ne
kötü şeydir, amma keşke bunu biliyor olsalardı. Gerçi bunlar sihrin sonunu ve
onu yapan sihirbazın ahiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın sonunun
sadece hüsran olduğunu bilirler. Fakat yine de bu bilgilerine uygun hareket
etmedikleri için davranış biçimleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret
nasipsizliğinin ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilmezler. Aslında sihrin
asıl zararı başkalarından çok yapanlaradır. Ömürlerini nasıl çirkin şeylerle
geçirdiklerini bilmezler.
103-Allah'ın rahmetinin genişliğine ve
enginliğine bakınız ki, yine kendilerine şu rahimane öğütü indirmiştir: şayet
bunlar bütün bu günahlarla beraber iman etseler ve Allah'dan korkup bu
fenalıklardan sakınsalardı elbette Allah tarafından verilecek bir sevap, bütün
o yaptıklarından çok haklarında hayır olurdu. fakat bilir olsalardı.
Yukarıda görüldüğü üzere, Cenab-ı Allah önce
"Ey insanlar!" çağrısıyle bütün insanları, fıtrî bir misak olan
ibadete davet etmiş idi. İkinci olarak da "Ey İsrailoğulları!"
çağrısıyle Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi iki ümmetin kaynağı olan
İsrailoğulları'nı; büyük ve esrarengiz bir tarihin bütün ibretlerini derleyip
toplayarak, nimetleri ve felaketleri hatırlatmak suretiyle iman ve takvaya
davet ve bu arada İslâm dininin, eski kitapları destekleyip tasdik eden itikat,
ahlâk ve muamelat kuralları tek tek ele alarak açık seçik âyetlerle anlattı.
Şimdi bütün bunlara iman etmiş olan müminlere önce en esaslı bir sosyal ve dinî
terbiye kuralını öğreten bir nida ile hitap yöneltecek ve bu arada ehl-i kitab
kâfirlerinin bazı tutum ve davranışlarına da işaret edecektir.
Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
104- Ey iman edenler! "râine"
demeyin, "unzurna" deyin ve iyi dinleyin, kâfirler için elemli bir
azap vardır.
105- Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden
hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü,
rahmetiyle dilediğine mahsus kılar ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.
104-Kur'ân'da seksen sekiz yerde müminlere
"Ey iman edenler!" diye hitap buyurulmuştur. Oysa Tevrat'ta "Ey
miskinler!" diye hitap edilirmiş, nihayet miskinlik onların damgası olmuş,
güven ve emniyet de müslümanların akibeti olacaktır.
Ey iman şerefiyle şereflenmiş olanlar
"râinâ" demeyiniz de "unzurnâ" deyiniz, ve kulak veriniz,
dinleyiniz! râinâ "bize mürâat et" demektir.
Mürâât: Müfâale babından ra'y ve riayette
mübalağa veya müşareket ifade eder. Ra'y ve riayet, bir kimsenin, başkasının
işlerini çekip çevirmesi, yönetip tedbir etmesi, onun lehine olacak şeyleri tedarik
edip, ona fayda sağlaması ve korunmasına özen göstermesi demektir ki, hayvanat
hakkında gütmek, insanlar hakkında da siyaset adı verilen yönetmek anlamına
gelir. Nitekim siyaset ilmine, "ilmü'r-riaye" yani yönetim ilmi adı
da verilir. Mürâât da, riayet de mübalağa veya karşılıklı riayet demek olur.
Bir insanın haline müraat etmek, ne yapacağını, halinin nereye varacağını
gözetmek, murâkabe etmek, saygı ile dikkate almak mânâsına da gelir ki, bizim
dilimizde riayet bu anlamda kullanılır. Başlangıçta Peygamber Efendimiz
tarafından bir şey tebliğ ve tâlim buyurulduğu zaman, ara sıra müslümanlardan
bazıları yani "Bize riayet et ey Allah'ın resulü." derlerdi ve
bununla "Bizi gözet, acele etme, müsaade buyur ki anlayalım." demek
isterlerdi. Cenab-ı Allah, böyle demeyi, bu "râinâ" tabirini
kullanmayı yasaklayarak demeyiniz, bu tabiri kullanmayınız da
"unzurnâ" bize bak, bizi gözet, deyiniz ve söze de iyi kulak veriniz,
dikkatle dinleyiniz, iyi belleyip akılda tutunuz, buyuruyor ki, bunda çok ince
ve mühim bir edep öğretimi vardır. Gerek ilim öğrenmede, gerek diğer nasihat ve
tâlimatları anlama hususlarında Resulullah ile ümmeti arasındaki sosyal durumu
ve buna göre İslâm'daki velayet-i âmme (genel velayet) ilişkisinin özünü ve
hakikatini ve resmiyetteki teşrifât (protokol)ın asıl mahiyetini de ifade
etmektedir. demeyiniz. Acaba niçin?
Birincisi: Yahudiler arasında birbirlerine
sövmek için kullandıkları meşhur bir kelime vardı, "râînâ" derlerdi,
bu tabir Arapça "bizim çoban" demek olduğu gibi, İbrânî ve Süryanî dillerinde
"dinle a dinlenmeyesi, dinle a sözü dinlenmez herif!" gibi hakaret ve
alaya alma mânâsı ifade eden bir kelimeymiş. Müslümanların Hz. Peygamber'e
karşı böyle diye hitap etmelerini, yahudiler fırsat bilerek ve kendi
dillerindeki kelimesini andıracak şekilde ağızlarını eğerek, bükerek, sövmek ve
hakaret kastiyle "râînâ" demeye başlamışlardı. Sa'd b. Muaz
hazretleri, bunu işitmiş, "Ey Allah'ın düşmanları, lanet olsun size,
vallahi hanginizin, Resulullah'a karşı bunu söylediğini bir daha işitirsem boynunu
vururum." demiş, onlar da buna karşı "Siz böyle söylemiyor
musunuz?" diye kaçamak bir cevap vermişlerdi. Bunun üzerine işte bu âyetin
inmiş olduğu rivayet edilmiştir. Nisa Sûresi'nde "Yahudilerden bir kısmı
kelimeleri yerlerinden değiştirerek, dillerini eğerek, bükerek ve dine
saldırarak, peygambere karşı da, "işittik ve isyan ettik, dinle ey
dinlenmez olası, râinâ, derler". (Nisa, 4/46) âyeti bu hadiseyi açıkça
göstermektedir.
İkincisi: emri, ahmaklık ve kabalık mânâsına
"ruûnet" masdarından sıfatına da lafız olarak benzer bir kelimedir.
Bundan dolayı da bir çirkin cinâs vardır. Bu ise edebe aykırıdır. Her iki
sebeple nehiy, kelimenin çirkin olan ikinci bir anlamından dolayı sırf lafzî
anlamda bir edebe dayanmaktadır. Riayetle nazaret arasındaki mânâ farkından
dolayı değildir.
Üçüncüsü: "Mürâât" riayetten müfâale
vezninde olduğu ve iki kişi arasında müşareket ifade ettiği için, taraflar
arasında müsâvat, yani eşitlik var zannettirir. Bunu söyleyenler, sanki,
"Sen bize riayet et, sözümüze kulak ver ki, biz de sana riayet edelim, biz
de senin sözünü dinleyelim." demiş gibi olurlar. Böylece Resulullah'dan
karşılıklı bir riâyet ve gözetim talep etmiş olurlar. Halbuki Resulullah ile
ümmet arasındaki ilişki, öğretmen ile öğrenci, usta ile çırak, yöneticiler ile
halk arasındaki karşılıklı taahhütlere ve nisbeten eşit şartlara dayalı bir
ilişki değildir. O ilişkiyi karşılıklı şartlara dayalı böyle sosyal ilişkiler
cinsinden bir ilişki sanmak, peygamberlik makamının kadrini ve kıymetini
bilmemek, ayrıca toplum hayatının değişmez, zararlı ve terakkiye engel birtakım
esaslara dayandığını zannetmek demek olur. Nitekim "Sen onların heva ve
heveslerine uyma!" (Maide, 5/48) ve "Sakın o Resulü, kendi aranızda
birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın!" (Nûr, 24/63) buyurulmuştur. Şu
halde imandan sonra müminlerin sosyal durumlarını belirlemenin ve kendilerini
imanın hedeflediği maksatlara ve başarılı işlere, güzel hizmetlere sevkedecek
bir öndere uymanın en mühim vazifeleri olduğu; fakat bunu mürâât mânâsıyle
değil, nezâret mânâsıyle alıp, ona göre güzel sosyal edep ve terbiye kuralları
altında takip edip gerçekleştirmek gerektiği beyan buyurulmuştur. Demek ki,
Resulullah'a ait olan vazife mürâat değil, nazârettir. Mürâatın ise onun
ümmetine düşen bir vazife olması gerekir. Bunun için ümmet, lafzî ve manevi her
türlü kötü vehme düşmekten sakınmak için "râinâ" dememeli,
"unzurnâ" demelidir: Öğretilen ilme, tebliğ olunan hükümlere,
emirlere ve yasaklara iyi kulak verip dinlemelidir. Nezâret eden de nezâret
görevinin gereklerini iyi bilmeli, ona da ümmet tarafından bu vazife ihtar
olunacağı zaman, "bizi gözet" diye ihtar edilmelidir.
Dördüncüsü: Mürââtın aslı olan ra'y ve
riayette hayvanî bir gözetme anlamı vardır. Nazâret ise katıksız bir insanî
kavramdır. Şu halde müslüman ümmeti, hayvanî kavramlardan uzak durmalı ve
sakınmalı, insanî kavramları kabul edip, uygulamalıdır. Bunu yapmak da ümmetin
kabiliyetine bağlıdır. Nitekim "Siz nasıl olursanız öyle
yönetilirsiniz." buyurulmuştur. Âyetten çıkan sonuca göre; söz konusu
nazâreti talep etmek ve söz dinlemek ümmetin görevidir. Müminler başıboş,
terkedilmiş, nazâretsiz bırakılmaya razı olmamalı, kendilerine nazaret edecek
bir başkana, bir imama tabi olmalıdır. Bu suretle bir ümmet teşkil etmeliler,
fakat "râinâ" diye müraat isteğinde bulunmamalılar, kendilerinin sürü
yerine konulmasına razı olmamalılar. Aslında âyet mutlak anlamda olduğu için,
hem Asr-ı saadet'e, hem de bütün asırlara şamil olan bir hüküm taşır. Ümmetin
bizzat Resulullah'a karşı "unzurnâ" demeye izinli, hatta görevli ve
mecbur olduğuna bakılırsa, bu hak veya vazifenin diğer yöneticilere karşı
uygulanması öncelikle istenmekte demektir. Bu mesele akâid kitaplarında imamet
bahsi adıyle ve farz-ı kifaye olmak üzere söz konusu edilmiştir. Görülüyor ki,
müminlere imandan sonra ilk emir bu oluyor. Bu hitabın önemi İbrahim kıssasında
daha genişçe açıklanacaktır.
Ey müminler, görüyorsunuz ya,
"râinâ" demeyiniz, "unzurnâ" deyiniz ve iyi dinleyiniz,
itaat ediniz, yoksa kâfirlere elemli bir azap vardır.
105-İman yoluna girmeyip de küfür yoluna
gidenler, o elem verici azaptan hissedar olurlar, siz o kâfirlerden hayır
beklemeyin! Arzu etmez o kâfirler, ne kitap ehlinden ne de müşriklerden ki size
Rabbınızdan bir hayır indirilsin. Onların hiç biri, müminlerin Allah tarafından
bir iyiliğe, bir devlete nail olmasını istemezler. Bunun için peygamberinize
indirilen ve faydası umuma ait olan vahiy ve nübüvveti de sevmezler, buna karşı
bin türlü safsata ile büyüklük taslarlar ve Allah'ın lütfuna, ihsan ve
kudretine müdahale etmek isterler. Hiç bir şey yapamazlarsa "Bu Kur'ân iki
şehirden bir ulu kişiye indirilseydi olmaz mıydı?" (Zuhruf, 43/31) derler.
Allah ise rahmetini, dilediğine tahsis eder, rahmetiyle dilediği kulunu seçkin
duruma getirir. O böyle Rahmân olan bir fâil-i muhtar (başına buyruk)dır. ve
Allah çok büyük lütuf ve kerem sahibidir. Onun lütuf ve ihsanına sınır yoktur.
Şu halde siz Allah'ı böyle biliniz ve böyle inanınız, o kâfirlerin sözlerine de
kulak asmayınız. Onlar vahiy ve nübüvvete itiraz etmek için fer'î hükümlere de itiraz
etmeye kalkarlar. "Görüyorsunuz ya, Kur'ân'da nâsih ve mensûh da vardır.
Bir zamanlar Allah'ın emri denilen bir âyet veya bir hüküm diğer bir zaman
nesholunuyor, yerine başka bir âyet veya başka bir hüküm konuluyor. Bu Allah
kelâmı, Allah'ın hükümleri olsa böyle mi olur? Allah'ın kelâmında, Allah'ın
âyetlerinde, Allah'ın hükümlerinde nesih mi olur? Hiç Allah, kendi yaptığını
bozar mı? Söylediğini geri alır mı? Verdiği hükümden, koyduğu kanundan hiç
cayar mı?" derler. Bunu ilk önce yahudiler söylediler: Nesih mümkün olsa
Allah hakkında sözünden caymak, önce bilmediğini sonradan öğrenmiş olmak ve ona
göre karar değiştirmek "bed'a" gibi bir noksanlık lazım gelirmiş.
Bütün bunlar Allah hakkında muhal (imkânsız) olduğundan, nesih de imkânsız imiş.
Tevrat'ın ise hiçbir âyeti, Musa dininin hiç bir hükmü değişemez,
neshedilemezmiş. Bunun için İncil de, Kur'ân da Allah'ın kitabı değilmiş.
Hıristiyanlık ve İslâmiyet Allah'ın dini değilmiş.
Hıristiyanlara gelince, eskiden Hıristiyanlık
neshi inkâr etmiyordu. İncil'de, Tevrat'ın bazı hükümlerini nesheden ve mesela
cumartesi günü iş yapmayı yasak sayan hükmü değiştirip, bunu pazar gününe alan
âyetler bulunduğunu kabul ediyorlardı. Yine Hz. İsa'nın kendilerine yiyecek
içecek konusundaki eski yasakları kaldırdığına inanıyorlardı. Hıristiyanlar,
nesih meselesiyle ilgili olarak İslâm'a itiraz etmezlerdi. Fakat son zamanlarda
protestanlar ve daha sonra da katolikler, tıpkı yahudiler gibi, neshi inkâra
kalkıştılar ve hatta Kur'ân'daki "Allah'ın kelimelerinde değişme olmaz."
(Yunus, 10/64) âyetine dayanarak, istidlal bile yapmaya kalkıp, müslümanları
bununla susturmaya çalıştılar. Hintli Rahmetullah Efendi merhum bu bapta
cevaben "Izhârü'l-Hak" adıyla güzel bir eser yazmıştır. Sözün
açıkçası; eğer Hıristiyanlık İslâmiyet'e itiraz etmek için böyle bir iddiaya
kalkışırsa, her şeyden önce kendi kendisini inkâr etmiş olur. Çünkü
Hıristiyanlığın, Yahudiliğe muhalif olan pek çok dinî hükümleri bulunduğu
kesindir. Zaten böyle değilse Hıristiyanlığın varlığının mânâsı yoktur. Aynı soru
yahudiler için de söz konusudur. Çünkü Tevrat'ta da daha önceki peygamberlerin
şeriatlerine ait bazı hükümleri nesheden (kaldıran) âyetler mevcuttur. Cenab-ı
Allah, sırf kıskançlıktan kaynaklanan bu gibi bütün asılsız iddiaları iptal
etmek ve müminlere bir teşri'î temeli açıklamak üzere buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
106- Biz bir âyetten her neyi nesheder veya
unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki,
Allah her şeye kâdirdir.
107- Bilmez misin ki, hakikaten göklerin ve
yerin mülkü Allah'ındır, hepsi O'nundur. Size de Allah'dan başka ne bir dost,
ne de bir yardımcı vardır.
108- Yoksa siz peygamberinizi, bundan önce
Musa'ya sorulduğu gibi, sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Halbuki her kim imanı
küfürle değiştirirse artık düz yolun ortasında sapıtmış olur.
109- Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir
ki, sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice
belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden ve kıskançlıktan dolayı bunu
yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile, hoşgörüyle davranın tâ Allah emrini
verinceye kadar. Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.
110- Siz namazı hakkıyle kılmaya bakın ve
zekatı verin! Kendi nefsiniz için her ne hayır yaparsanız, Allah katında onu
bulursunuz. Muhakkak ki, Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.
111- Bir de "yahudi ve hıristiyanlardan
başkası asla cennete giremeyecek" dediler. Bu onların kendi
kuruntularıdır. Sen de onlara de ki; "Eğer doğru iseniz, haydi bakalım
getirin delilinizi."
112- Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak
yüzünü Allah'a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri
vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.
113- Yahudiler dediler ki, "Hıristiyanlar
birşey üzerinde değiller", Hristiyanlar da "Yahudiler bir şey
üzerinde değiller" dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Hiçbir bilgisi
olmayanlar da öyle onların dedikleri gibi dediler. İşte bundan dolayı Allah,
ihtilafa düştükleri bu gibi şeylerde, kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
106-Kırâet: , İbni Âmir kırâetinde nûnun zammı
ve sînin kesriyle okunur ki, insâhdandır. İbni Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde
birinci nûnun ve sinin fethaları ve ondan sonra bir hemze-i sakine ile şeklinde
okunur ki, tehir mânâsına olan nesee ve nesiedendir.
Şer'î usûl bakımından neshin dine uygunluğunu
isbat eden bu ayetin sevki, eski kitapların bazı hükümlerinin neshindeki cevaz
hakkında ise de söyleniş bakımından kelimesi umum ifade ettiğinden, bazı Kur'ân
âyetlerini de açıkça içine almaktadır. Şu halde Kur'ân âyetlerinde de nâsih ve
mensûh vardır. Bunun aksini iddia etmek, nassın zâhirini inkâr etmek olur.
Nesih lügatte değiştirmek, yani bir şeyin
yerine başkasını geçirmek, halef yapmak demektir. Nitekim (Nahl, 16/101)
âyetinde nesih, tebdil olarak ifade edilmiştir. Bununla beraber bu mânâ bazen o
şeyin kendisinde itibar edilir ki, buna izale, ilga, iptal denilir: "güneş
gölgeyi neshetti" demek onun yerine geçti, onun yerini aldı demektir ki,
buna, izale etti ve iptal etti de denilir. Bir başka âyette "Allah,
şeytanın attığını derhal iptal eder." (Hacc, 22/52) nesh işte bu
anlamdadır. Bazen de o şeyin yerinde itibar edilir ki, buna da nakl ve tahvil
denilir. Nitekim "nesahtü'l-kitab" kitabı istinsah eyledim demek, bir
kitaptakini diğerine geçirdim, ona nakletttim demektir. Yazıda nesih, mirasta
münasahe," ruhlarda tenasuh tabirleri de bu mânâyadır. "Siz her ne
yaptıysanız biz onları istinsah etmiştik." (Câsiye, 45/29) âyetindeki
istinsah da yine bu mânâya gelmektedir. Özetle, lügat bakımından nesih, izale
ve nakil mânâlarında müştereken kullanılır ise de her iki mânânın da esası
tebdil demektir.
Şeriat ıstılahında da nesih, herhangi bir
şer'î hükmün aksine sonradan başka bir şer'î delilin delalet etmesidir ki,
ilâhî bilgiye nazaran evvelki hükmün müddetinin sonunu beyan, bizim bilgimize
nazaran da zahiren bâki görünen o hükmü değiştirip ortadan kaldırmak demektir.
Her iki bakımdan da nesih, bir değişikliği bildirmek anlamına gelmektedir.
Bunda hiç bir zaman Allah'a nazaran caymak veya bilememek mânâsı yoktur. Bunun
içindir ki, ebediyet kaydiyle mukayyed (bağlı) hükümlerde nesih cereyan etmez.
Nesih ancak emirler ve yasaklar gibi inşâî bir mânâyı içeren vakıaya ilişkin
bir ihbar ve ilâm olmayıp, sırf icad olan ve yalnız bir iradeyi gösteren,
bununla beraber ebediyyeti nassa bağlanmamış bulunan konularda ve hükümlerde
cereyan eder. Cenabı Allah, varlık âleminde bu gün yarattığını yarın yok
ederek, diğer bir şeye dönüştürmekle ilmine, kudretine, iradesine hiçbir
noksanlık ârız olmayacağı gibi, şeriate ait âlemde de başka başka zamanlarda
başka başka şer'î hükümler inşa etmekle, mesela; geçmiş zamandaki bir emrin
yerine, şimdiki zamanda yasak koyan bir emir inzal buyurmakla ilminde ve
iradesinde haşa bir noksan değil, belki her birinde bir hikmetinin tecellisini
ve kemalini göstermiş olur. Ve bunda caymak mânâsını düşünmek bile kabil
değildir. Allah katında kararlaşmış bulunan herşey ve her hüküm yerli yerinde
gelmiştir. Ve hakikatte hiçbir kelimesi değişmiş değildir. Yaratılışta her anın
ayrı bir emri olsa ilahî ilmin zerre kadar değişmesini gerektirmez. Hasılı iman
hakikatleri, itikat esasları gibi, ihbarî olan ilmî ilkelerde nesih mümkün
değildir. Bunların bir anlık zamana bağlı olanları bile ezelî gerçekler
hükmündedir. "Şu şöyledir, filan vakit, filan şey oldu veya olacak."
denildi mi bu haberler, bu hükümler artık ezelden ebede doğrudurlar.
O vakitte o şey olmadı veya olmayacak
denilemez. Lakin "su iç, şarap içme, nikah yap, zina etme" gibi inşâî
olan şer'î hükümler, açıkça ebediyet kaydıyla kayıtlanmadıkça nesihleri
mümkündür. Bunlar bir an için meşru, başka bir an için gayr-i meşru
olabilirler. Bunların ebediyetleri zorunlu değildir, nesihleri de müddetlerinin
açıklanmasına bağlıdır. Önceki kısımlarda Kur'ân, Tevrat'ı ve diğer ilahî
kitapları tasdik edici, teyit edici ve destekleyicidir, ayrıca daha fazlasıyla
tefsir edici ve açıklayıcıdır. İkinci kısımda ise Kur'ân, onlardaki birtakım
hükümleri kaldırarak, her zamana göre uygulanacak hükümleri ve teşri (kanun
koyma) usullerini içeren yeni ve mükemmel bir hoşgörülü şeriat getirmiştir.
Şurasının unutulmaması gerekir ki, tevhid inancı gereğince yaratılış âleminde
olduğu gibi, teşri âleminde de icat ve inşa, ancak Cenab-ı Allah'a ait bir
sıfattır. Kullar nihayet O'nun yaratmasıyla ve O'nun gösterdiği âyetlerin ve
delillerin ışığında kendi bilgi kapasitelerine göre bir tasarrufa izinlidirler.
Yoksa Allah'ın yaratmış olduğu kanunlar, kul iradesiyle kaldırılamaz. Neshin
şeriat ıstılahındaki bu tarifi de yine bu âyetin delaletidir ve bu konunun
tafsilatı "Usûl-i fıkıh" ilmine aittir. Gelelim âyetin mânâsına:
Yahudiler, Allah nesih yapamaz ve şu halde
böyle yeni yeni hükümler getiren bir vahiy indiremez mi diyorlar? Yalan
söylüyorlar ve yanlış biliyorlar. Zira Allah nesih yapabilir ve yapar,
yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir; şânına noksan
gelmez. Aksine O'nun yaptığı nesihte hayır ve hikmet vardır. Çünkü Biz azamet
ve kudretimizle herhangi bir âyeti kısmen veya tamamen ve mesela mânâsındaki
bir hükmünü veya lafzının hükmü olan tilavetini veya her ikisini bizzat
kitabımızla neshedersek veya diğer bir kırâete göre; resulümüze sünnetiyle
neshettirirsek, yahut onu unutturur, hafızalardan silersek veya yine diğer bir
kırâete göre; onun hükmünün uygulanmasını tehir edersek, ondan daha
hayırlısını, veya en azından onun mislini ve dengini getiririz. İşte şer'î
nesih bu usul çerçevesinde cereyan eder. Bunların hiç biri abes değildir, hiç
biri yokluğa, ihmale ve hatta noksana yönelik şeyler değildir.
107- Ey Muhammed! Bilmez misin ki hakikaten
Allah herşeye kâdirdir. Hiç bilmez olur musun, elbette bilirsin. Bilirsin ve bu
ilim burhansız, delilsiz de değildir. Bilmez misin ki, bütün göklerin ve yerin
devleti, görünen ve bilinen, hatta akıl yoluyla tahmin edilen şu kâinatın
hakimiyeti, saltanatı hep O'nundur, Allah'ındır. Böyle bir Allah neye kadir
olamaz, neye güç yetiremez ki? Baksana bu büyük devlete, bu nihayetsiz mülke ve
saltanata! İşte bu âlemde her gün, her gece, her saat ve her anda neler
yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhalar oluyor, ne kudretler açığa
çıkarılıyor? Ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor, ne nesihler, ne
insahlar, ne tehirler, ne taciller, (öne alma) ne unutturmalar icra kılınıyor
görmez misin? İlâhî saltanatın geçerli olduğu kâinatta cereyan eden değişmez ve
bozulmaz kanunlar ve ilâhî sünnetler, âdet ve gelenekler okunup dururken onun
yanında zaman zaman, yer yer, semt semt, tek tek, an be an çeşitli oluşum ve
dönüşümleri meydana getiren tâli derecedeki ilâhî sünnetler ile nâsih ve mensuh
denilebilecek hükümler ve olaylar icra edilmekte olduğunu, yıkılanların yerine
peyderpey yenilerinin geldiğini ve hatta terbiye, tekamül ve ıstıfa
(seleksiyon) kurallarıyla daha iyilerinin ortaya konduğunu müşahede etmez
misin? Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah her şeye kâdir olmaz mı? Böyle
bir sonsuz kudretin sahibi olan Allah, teşrî âleminde niçin nesih yapmasın ve
niçin neshettiği bir hükmün yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından
onun dengini koyamasın? Niçin daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil'in bazı
hükümlerini nesheden yeni bir kitap, yeni bir din vahiy ve inzal edemesin? Ve
niçin bu kitapta, bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler bulunmasın? Bilakis o
sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir mükemmel din ihsan
edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin durum ve şartlarına
uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde teferruat sayılan
meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli ve mensuhlu, takdimli ve tehirli, hem
kalıcılık ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî sünnetlere uygun
hükümler koymak hikmet değil midir? Yaratmayı ve yoketmeyi, neshi ve
unutturmayı o yapmazsa kim yapabilir? Yoksa siz, bu göklerde ve yerde başka bir
yöneticinin, başka bir kural koyucunun hükümran olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır
sizin için bu yaratılış âleminde Allah'dan başka veliniz, O'ndan başka bir
koruyucunuz, O'ndan başka bir yardımcınız yoktur. Üzerinizdeki hakiki velayet,
hakiki yardım yalnızca O'nundur. Mülk O'nun, ahkâm O'nundur. Kâinat O'nun, söz O'nundur.
108- Ey Muhammed ümmeti! Yoksa siz bu şanı
yüce peygamberinizden, daha önce Musa'dan istenenler gibi şeyler mi talep etmek
istiyorsunuz? Hayır, siz ona benzer, öyle boş, öyle kâfirane ve inatçı
taleplerde bulunmazsınız. "Allah'ı görmeden sana inanmayız." demeye
kalkmazsınız. Bakara kıssasında olduğu gibi, peygamberinizi uzun uzadıya
imtihana çekmeye girişmezsiniz. Bunu kâfirler yapar. Nitekim Kureyş kâfirleri
de bu kabil şeyler istemişlerdi. Halbuki iman yerine küfre rağbet eden, kendi
imanını küfürle değiştirmeye çalışan, düz yolda sapmış, şaşkınlık vadilerine
sürüklenmiş olur.
109-Siz başkalarının, o kitap ehlinin
sözlerine kulak asmayın. O Kitap ehlinin birçoğu cânu gönülden isterler ki,
sizleri imana girmenizden sonra, geri çevirip hepinizi kafir yapsınlar, küfre
sürükleyip, irtidat ettirsinler... Bunu yapabilseler çok memnun olurlar. Onlar
sizin dinden dönüşünüzü, imandan önceki devirlere dönmenizi ve gericiliğinizi
arzu ederler. Bunun için her hileye başvururlar. Bu da iyilik severliklerinden,
dindarlıklarından değil, sırf nefislerinden, nefsaniyetlerinden kaynaklanan
hasetten, kıskançlıktan hak ve hakikat kendilerine iyice belli olduktan, İslâm
dininin hak din olduğuna her yönüyle, hatta ellerindeki kitap uyarınca bile
vâkıf olduktan sonra, yine de kıskançlıklarından dolayı sizi imanınızdan
caydırmaya çalışırlar.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında rivayet
olunuyor ki, Yahudi hahamlarından Fenhas b. Azura ve Zeyd İbni Kays ve daha
birkaç kişi, Uhud savaşından sonra Huzeyfe b. Yemân ile Ammar b. Yasir'e,
"Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer hak din üzerinde olsaydınız,
muharebede bozguna uğramaz, mağlup olmazdınız. Artık bizim dinimize dönünüz, bu
sizin için daha iyi, daha hayırlıdır. Bizim yolumuz sizinkinden daha
doğrudur." demişler. Bunun üzerine Ammar onlara: "Sizce andını bozmak
nasıldır?" diye sormuş, onlar da: "korkunç şey" demişler. O da:
"Öyleyse dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe Muhammed'e küfretmemeye
andetmiş, söz vermişimdir." diye cevap vermiş. Yahudiler "Ha bu adam
sapıtmış." demişler. Huzeyfe de "Bana gelince, Rabbim Allah,
peygamberim Muhammed, dinim İslâm, imanım Kur'ân, Kâ'be kıblem, müminler de
kardeşim. Ben de bundan memnunum." demiş. Daha sonra bunu gelip
Resulullah'a anlatmışlar. O da "İsabet etmiş ve felah bulmuşsunuz."
buyurmuş. Daha sonra da bu âyet inmiştir.
Evet onlar bütün hakikat gün gibi açığa
çıktıktan, iyice malum olduktan sonra bile yine de hasetlerinden böyle arzu
ederler. Bundan dolayı siz onları affedin, dediklerine bakmayın, heyecana
kapılıp da didişmeye ve dövüşmeye kalkmayın, onlara aldırmayın, tâ ki, Allah'ın
emri gelsin, bulacaklarını bulsunlar. Elbette bir gün gelecek belalarını
bulacaklar. Zamanı gelir, Allah savaşmanızı emreder, o zaman siz vazifenizi
yaparsınız. Zamanı gelir daha başka felaketlerini gözlerinizle görürsünüz.
Nihayet ahirette büyük bir azap içinde kıvrandıklarını müşahede edersiniz.
Çünkü Allah, her şeye kâdirdir. Bunda şüphe yok. Siz şimdiki halde hoşgörülü ve
bağışlayıcı olun, sabır ve sükunet üzere hareket edin.
110- ve güzel güzel namazınızı kılmaya,
zekatınızı vermeye devam edin. Özellikle dinin bu iki temeli sizi her türlü
yükselmeye hazırlar. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekat, gerek kendiniz
için yaptığınız daha başka hayır ve iyilikler cinsinden olan şeyler, yani
iyilik adına ne takdim ederseniz, karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de
ilerisi için hayır defterinize kaydolmak üzere hayır cinsinden ne yaparsanız
onu Allah katında bulursunuz, hesap görüldüğü gün onun ecir ve sevabını
eksiksiz olarak alırsınız. Bizim dilimizde de meşhur bir söz vardır: "Yap
iyiliği, at denize, balık bilmezse, hâlik bilir." derler. Zira Allah
Teâlâ, hayır ve şer, her ne yaparsanız muhakkak ki, onu görür, bilir, hepsinden
haberdar olur. Sen filan vakit, filan işi yaptın. Artık onu yapmamış olamazsın,
olan olmuştur. İster bir an için olsun, bir kerre vaki olan ise artık hiçbir
zaman vaki olmamış sayılamaz. Vukua geldiği an itibariyle ona her zaman vaki
olmuştur denilir. O gizli imiş, onu evvela senin kendi kalbin bilir. Unuttum
dersin, fakat o yine ruhunun derinliklerinde gizlidir ve mevcuttur. Düşünürsen
kendin bulursun, sana hatırlatılırsa farkına varırsın. Demek ki, her şeyden
önce senin ruhun, senin nefs-i nâtıkan, senin hakkında Cenab-ı Hakk'ın bir
defteridir. Sen bu defterin hangi meleklerin eliyle yazıldığını göremezsen de
her halde yazıldığını bilirsin. Bundan başka, buna benzer ne kadar defter
vardır ki, senin yaptıkların onlara kaydedilir. Bütün bunlar aynen "Levh-i
Mahfuz" denilen ilahî defterde kayıtlıdır. Ve hepsi bizzat Allah'ın
emrinde, O'nun eli altındadır. Parmağına ufak bir diken batsa, senin ruhun
ondan derhal haberdar olur, değil mi? Allah da senin ruhuna, bedenine, kalbine
ilişen her şeye ayniyle vâkıftır. Neyin varsa hepsi oradadır. Artık sen
bilirsin, seç seç al ve beğendiğini yap. Şurası kesin ki, orada yaptığın hayrı
hayır olarak, yaptığın şerri de şer olarak bulacaksın. Hayır ile şer
terazisinin de esasen Hakk'ın elinde olduğunu unutmamalısın.
111-Sizin irtidadınızla (gerisin geri küfre
dönmenizle) memnun ve mutlu olmak isteyen, türlü türlü şüpheler ortaya atarak
sizi imandan geri çevirmeye çalışan o kitap ehli Cennete yahudi ve hıristiyan
olanlardan başka hiç kimse girmeyecek, dediler. Yani yahudiler, yahudilerden
başkası, hıristiyanlar da hıristiyandan başkası cennete giremeyecek, dediler.
Demek ki, asr-ı saadetteki yahudiler, cennet ve cehennemden de söz ederlermiş,
bu iddialar onların kendi kuruntularıdır, kuru bir idealden ibaret boş bir
hayaldir, bu onların kendi hülyalarıdır. kelimesinde "ya" harfi
şeddesiz olarak gibi de okunur. (Bu Ebu Cafer kırâetidir). Bu okunuşa göre,
kelimenin anlamı, gönüllerinden öyle geçirirler, boşu boşuna öyle kurarlar,
öyle temenni ederler, demek olur. Lakin yalnızca "ümniye" ile,
yalnızca boş mefkûre ve hayallerle iş bitmez. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve
delilsiz kuru laf ile, gönülleri öyle istiyor, öyle arzu ediyor diye, sırf
taklit ile dava kabul edilmez, Allah katında imanın feyzine erilmez.
Birbirleriyle çelişkili olan bu iki davadan hangisinin doğru olduğunu anlamak
için delil ister. Bundan dolayı Ey doğru sözlü peygamber, sen onlara de ki,
hanginiz bu davanızda sadıksanız, delilinizi getirin bakalım. Haydi getiriniz
de görelim. Zira insanları doğru bir noktada toplayacak olan şey delildir, yani
kesin belgedir. Halbuki bunların bu kuru ümniyelerine burhan getirmelerine,
belge göstermelerine imkan yoktur.
112- Hayır, mesele ne öyledir, ne de böyle.
Cennet ne yahudilere mahsus, ne de hıristiyanlara. Hakikat şu ki, her kim Allah
için yüzünü lekeden sâlim tutar, nefsini şirkten ve şirk emarelerinden
temizleyerek, ihlas ve samimiyetle Allah'a yönelir, bir tek Allah tanır ve bu
halinde de özü muhsin olursa, yani Allah'ı görüyormuş gibi kendini Allah
huzurunda bilirse, yaptığı her ibadeti temiz kalb ile ve her yönüyle güzel
yaparsa işte onun Rabbi katında mükafatı vardır. ve bunlara hiçbir korku
yoktur. Ve bunlar mahzun da olmayacaklar. İşte bunlara müslüman ve bu dine
İslâm denilir. Cennet bunlarındır. Allah katındaki din de bu İslâm'dan
ibarettir. Daha yukarıda, haklarında "Kim benim hidayetime tabi olursa
onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar." (Bakara, 2/38). Yine
bunun gibi, "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve salih amel işlerse
işte onların ecirleri Rablerinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir." (Bakara, 2/62) buyurulan kimseler işte hep böyle
olanlardır. Muhammed (s.a.v.)'in tebliğ ettiği dinin esası da budur. Bu bir
hakikattir, boş bir kuruntudan ibaret değildir. Bunu Allah bildiriyor ve O vaad
ediyor. Buna bütün vahiyler ve bütün akıllar şahitlik eder. Bu her şeyden önce
bizatihi delildir. Ayrıca hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin kuruntusu
sayılabilecek bir kuruntu da değildir. Zira bu iman, bu ihlas, bu ihsan ile
İslâm, gönüllerin bir isteği değil, o heva ve hevesleri silip temizlemekle
yapılacak bir haslettir. Bunun içindir ki, İslâm Allah'a karşı yüz aklığı, alın
temizliğidir. Bilindiği gibi yüz aklığı ve alın temizliği deyimi, sahibinin
içinin ve dışının, niyet ve düşünceleriyle hareket ve davranışının
temizliğinden bir kinayedir. Bu âyette de yüz (vech), zikr-i cüz iradei küll
tarikıyle nefs ve zattan, yani kişiliğin bütününden mecazdır.
"Nefsehû" denilmeyip, "vechehû" denilmesinin sebebi de
İslâmiyetin sadece insanın içiyle ilgili bir şey olmadığına işaret ve
tenbihtir. Zira secde uzvu olan yüzün, öteki bütün uzuvların en şereflisi ve
bütün vücudun temsilcisi olan bir uzuv olduğu kesindir. Sadece yüzün görülmesi
bir insanın bütünüyle teşhis edilmesine yeter. Onun tasviri, bütün bir bedenin
tasviri hükmündedir.
İslâm: "Silm" ve "selamet"
kökünden geldiği ve "if'âl" babından olduğu için, o babın muhtelif
binalarına göre, teslimiyet, yani râm ve inkiyad, sâlim bulundurmak, selîm ve
lekesiz tutmak, selamete girmek, selamete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış
sağlamak, ihlas ve samimiyet gibi çeşitli mânâlar ifade eder. Ve esasta iman
ile birleşir. İslâm dini denilince bütün bu saydığımız mânâlar anlaşılır ve
hepsi de muteberdir. Kendini Allah'a teslim etmek, iman ve ihlas ile O'na
inkiyad etmek mânâsı ise bütün öteki anlamları da içine alır.
İhsan: Güzellemek, güzel yapmak, yani aslında
ve Allah katında güzel olan bir işi layıkı veçhiyle, gereği gibi yapıp, o işin,
o amelin, özündeki güzelliği, dış yüzündeki güzellik ile süsleyip ortaya koymak
demektir. Zira birçok güzel şeyler vardır ki, yapılırken çirkinleştirilir.
Peygamber Efendimiz meşhur iman hadisinde(meşhur adıyla Cibril hadisinde)
ihsanı şöyle tefsir buyurup açıklamıştır: "İhsan, Allah'a O'nu
görüyormuşsun gibi kulluk etmendir, çünkü sen onu göremezsen, O seni
görüyor." Şu halde ihsan, İslâm'ın kemalindendir. Bunun için ilke olarak
İslâm şöyle özetlenebilir: Her şeyden önce temizlik, ikinci olarak da
güzelliktir. İslâm'ın "Lâ ilâhe illallah" kelime-i tevhidinden, eûzu
besmelesinden, abdest ve namazından tutunuz da bütün emirlerinde ve yasaklarında
hep bunun tatbikatını bulursunuz. Bu âyette de "Allah'a yüzü temiz, özü
güzel olarak yönelmek" buyurulmuş ve bu iki ilke en güzel şekilde ve özet
olarak ortaya konulmuştur.
113-İşte cennete girmenin doğru yolu, bu İslâm
ve bu ihsan, bu temizlik ve bu güzelliktir. Böyle olduğu halde bundan sapmış
olan yahudi ve hıristiyanlar, cennete başkalarını sokmak istemezler. Bu
iddialarının doğruluğunu kanıtlayacak delilleri ve belgeleri olmadığı gibi, tam
aksine bunun yalan olduğuna dair belge vardır. Bunların her biri öbürü aleyhine
şahitlik de ederler. Baksanıza hem öyle iddia ederler, hem de bir taraftan
yahudiler, "Hıristiyanların dayandığı hiçbir şey yoktur." dediler.
Öbür yandan hıristiyanlar da "Yahudilerin dayandığı hiçbir şey
yoktur." dediler ve bu şekilde birbirlerinin güttüğü davayı ve dinlerini
kökünden çürüttüler, birbirlerini sapıklık ve küfürle itham ettiler.
Rivayet olunuyor ki, Necran ahalisi
hıristiyanlarından bir heyet, temsilci olarak Peygamber Efendimiz'in huzuruna
geldikleri zaman, Medine'deki yahudi bilginleri de huzura gelmişlerdi. Orada
iki taraf birbirleriyle mübaheseye (tartışmaya) giriştiler, derken münakaşaya
başladılar. Yahudilerden Rafi' b. Hureymile, onlara karşı "Siz hiçbir şey
üzerinde değilsiniz!" dedi, Hz. İsa'ya ve İncil'e küfretti. Buna karşılık
Necranlılar'dan biri de yahudilere "asıl siz bir şey üzerinde
değilsiniz!" dedi, Hz. Musa'nın nübüvvetini inkâr edip, Tevrat'a küfretti.
İşte bu olay üzerine bu âyet nazil oldu. Âyet, bu tartışma ve münakaşanın ferdî
bir mesele olmayıp, genellikle yahudilerle hıristiyanlar arasında cereyan eden
yaygın bir mesele olduğunu ortaya koydu. Onlardan her biri diğerinin dinini
temelden inkâr eder ve geçersiz sayar. Yahudilerin Hz. İsa'ya ve İncil'e asla
iyi gözle bakmadıkları bilinmektedir. Fakat hıristiyanların Hz. Musa'yı ve
Tevrat'ı inkâr etmeleri genel ve yaygın bir görüş olmasa gerektir. Âyet
tartışmanın sadece birinci şıkkını beyan buyurmuş, diğerlerinin anılmaya ve
üzerinde durulmaya değer yaygın bir mesele olmadığını anlatmak istemiştir.
Böyle olmakla beraber yahudilerin hiçbir şeye dayanmadıkları, davalarının
asılsız olduğu hıristiyanlarca ittifakla söylenir. Çünkü bunlar, birbirlerinin
iddialarını ve dinlerini hiçbir şey değildir diye büsbütün inkâr etmektedirler.
Halbuki bunlar sözde kitap okuyorlar. Bilhassa Tevrat'ı ikisi de okurlar. Kitap
okuyanlara ve özellikle aynı kitabı okuyanlara bu hal yakışmaz. Bazı
anlayışlarda ihtilafa düşmek başka şey, böyle temel görüşlerde, ana ilkede
ihtilafa düşmek ise başka bir şeydir. Kitap ise böyle bir çelişkiye engeldir.
Aslında o, böyle ihtilafları kaldırmak içindir. İşte okudukları o kitap,
ikisinin de sözlerinin, hakikate aykırı olduğuna şahittir. Özellikle Tevrat hem
Hz. İsa'nın, hem Hz. Muhammed'in belli vasıfları hakkında birtakım müjdeleri de
içinde bulundurmaktadır. Böyle iken yahudilerin, hıristiyanlığa bu kadar hücum
etmeleri kitaplarındaki hükümlere de ters düşen bir ifrattır. Hıristiyanların
ise Tevrat okuyup dururken, yahudiliğe karşı bu kadar hücumda bulunmaları, daha
da ileri bir ifrat, aynı zamanda kendi dinlerinin temel ilkeleriyle çelişkili
olan bir durumdur. Fakat bütün bunlardan sonuç olarak şu kesin gerçek ortaya
çıkar ki; gerek yahudiler, gerek hıristiyanlar, her ikisi de yalan söylüyorlar;
ihsandan, ihlas ve samimiyetten çok uzak bulunuyorlar. İşte "cennet
yalnızca bize mahsus" demeleri de bu yalanlardan biridir. Böyle yalan
iddialara kapılanlara cennet ne kadar uzaktır. Bu âyet ile Cenab-ı Allah, İslâm
ehlini irşad ile dikkatli olmaya, yani aklını başına almaya davet ediyor, ihlas
ve samimiyete çağırıyor: Ey müminler, sizler sakın bunlar gibi olmayınız,
hepiniz aynı kitabı okuyup dururken, İslâm ile ihsanı bir yana bırakarak, böyle
fena bir anlaşmazlığa düşmeyiniz, böyle boş hayallere kapılıp birbirinize
girmeyiniz, meâlinde uyarıyor.
Görüyorsunuz ya, yahudiler ile hıristiyanlar
aynı kitabı okuyup dururken, birbirlerine "Onlar hiçbir şey değil,
dinlerinin aslı astarı yoktur!" dediler. İşte aynen onlar gibi, bilgisi
olmayan cahiller de öyle dediler. Arap müşrikleri, putperestler, cahil dinsizler
de tıpkı bunların söyledikleri gibi söylediler. Bu bilgisizler de yahudilik'e,
hıristiyanlık'a ve diğer semavî dinlere karşı, "Hiç bir şeye istinat
etmez, hiç birinin aslı yoktur" dediler. O halde yahudi ve
hıristiyanların, bu aynı kitabı okuyanların, o bilgisiz inkârcılardan ne farkı
kaldı? Aradaki fark şudur; o ilkel cahiller bilmedikleri ve akıl
erdiremedikleri için böyle söylüyorlar, yahudi ve hıristiyanlar ise bilerek ve
sırf nefsaniyetlerinden, heva ve heveslerine uyduklarından öyle söylüyorlar.
İşte müslümanlar böyle olmamalı, öbür dinleri kökünden inkâr etmemeli,
söylediklerini nakle dayandırmalı ve akıl süzgecinden geçirerek söylemeli ve
daima delile dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler. Hep Allah huzurunda
söz söylüyormuş gibi ihsan ile söylemeli, söyleyince gerçeği dile getirmeli ve
hak söylemelidirler. "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütlerle çağır ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et!" (Nahl, 16/125), "Kitap ehli
olanlarla en güzel yoldan başka bir yolla mücadele etme!" (Ankebût, 29/46)
âyetleri başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanları açıkça
uyarmaktadır. Yoksa yahudi ve hıristiyanların ve diğer cahillerin tuttukları
yol ve usullerle bu dünyada hiçbir anlaşmazlık çözülmez. İnsanlık aynı Allah'ın
yaratıkları olmanın zevkini tadamaz, yeryüzündeki ilâhî nimetlerin ve
güzelliklerin tadını alamaz. Fakat bu anlaşmazlıklar ebediyyete kadar sürüp
gidemez. Cenab-ı Allah, bunların dünyada böyle ihtilafa düştükleri şeyler
hakkında kıyamet günü kesin hükmünü verecektir. O gün, bütün bu anlaşmazlıkları
hükme bağlayacaktır. Bu dünyada cerbeze ile, safsata ile, yalan ve
şarlatanlıkla, sihir ve oyunla, baskı ve zorbalıkla ve daha akla hayale gelmez
yollarla alınan ve verilen ve artık kesinlik kazanmış, hiç bozulmaz sanılan
haksız hükümleri, Birleşmiş Milletler'den de çıkmış olsa, akibet hepsini
feshedecektir.
Fakat o büyük mahkemeden çıkan kararlar, orada
verilen hükümler, hiçbir zaman değişmez. Onlar ebediyyen kesinlik kazanmıştır.
O gün işte böyle bir mahkemede aleyhlerine hüküm verilecek haksızların,
zâlimlerin vay hallerine!.. Bunun üzerine ilâhî hükme işaretle buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
114- Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın
isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden
daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka
birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap
vardır.
115- Bununla beraber, doğu da Allah'ın, batı
da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz dönün, orası Allah'a çıkar. Şüphe yok
ki, Allah(ın rahmeti) geniştir, O, her şeyi bilendir.
114- Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın
isminin zikredilmesinden meneden ve o mescitlerin maddeten ve manen harap
olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescitlikten çıkarılmasına
çalışandan daha zalim kim vardır! Böyle zalimlerin cennet ile ne ilişkileri
vardır? Her şeyin hakkı, onun layık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi,
kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey layık olduğu yerinden,
ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o
şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur.
Nitekim Allah'a şirk koşmak en büyük zulümdür. Allah'ın mescitlerini, içlerinde
Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına çalışmak da hem Allahın, hem
mescitlerin, hem de insanların hakkına son derece tecavüz demektir. Bunu yapabilen
zalimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, hepsine kapı
açarlar. Şu halde mescitlere saldırmak ve onların maddeten veya manen harap
olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapanlar en zalim
kimselerdendir. Zulmün bu derecesi ve benzerleri tasavvur olunsa bile, daha
fazlası tasavvur olunamaz. Nitekim "Yalan yere Allah'a iftira edenden daha
zalim kim olabilir?" (En'âm, 6-21, 93, 144) âyetlerinde olduğu gibi, diğer
bazı âyetlerde de benzeri zulümler açıklanmıştır. Bu inkârî istifhamların
hepsi, bu zulümlerin üstünde başka bir zulüm bulunmadığını beyan içindir.
"Allah'ın mescitleri" şeklindeki isim tamlamasından çıkan hüküm,
hiçbir istisnası olmayarak bu ifadenin bütün mescitler hakkında geçerli
olduğunu gösterir ve âyetin hükmü genelde bütün mescitler için de geçerlidir.
Tefsircilerin çoğunluğunun beyanına göre,
âyetin asıl iniş sebebi, Beyt-i Makdis'in tahribi meselesi olup, âyet Rum ve
hıristiyanlar hakkındadır. Bir kısım tefsirciler, bunun müşrikler hakkında
olduğunu da açıklamışlardır. En doğrusu her ikisi, yani hıristiyanların
müşriklerle olan ortak özellikleri hakkındadır. Buhtü-nassar (veya Buhtünnasr)
denilen hükümdar, müşrik Romalılar ve hıristiyan Bizanslılar yıkım işinde
birleşmişlerdir. Arap müşrikleri de Kâbe hakkında bunlara benzemişlerdir.
Bununla beraber, paylamanın asıl hedefi Bizans hıristiyanlarıdır. Abdullah b.
Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere: "Roma kayserlerinden Titos,
Kudüs'e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş, çocuklarını esir almış, Tevrat'ı
yakmış ve Beyt-i Makdis'i tahrip etmiş ve mabedin içinde domuzlar kesmişler,
leşler bırakmışlar..." Bundan dolayıdır ki, tefsircilerin çoğu, sadece
hıristiyanları söz konusu etmişlerdir. Tarihlerin bildirdiğine göre; Kudüs ilk
defa Buhtü-nassar tarafından pek feci bir şekilde işgal edilmiş, yakılıp
yıkılmıştır. Hz. Davut'tan beri devam edip gelen İsrail devletine son
verilmiştir. Kudüs daha sonra Pers hükümdarlarından Erdişiri Behmen tarafından
yeniden imar edilmişti ki, İsrailliler buna "kirş" veya "kürş"
adını vermişlerdir. İsrailoğulları yine toplanmış ve İran'a bağımlı mahallî bir
hükümet kurmuşlardı. Ancak daha sonra Yunanlılar'ın, onun arkasından da
Romalılar'ın idaresi altına girmişlerdi. Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm'ı işte
o zamanlar şehit etmişlerdi. Hz. İsa'nın göğe yükselmesinden kırk sene kadar
sonra da Kudüs'ün ve Beyt-i Makdis'in, Romalılar eliyle ikinci defa tahribi
meydana geldi. Bu olay da Roma imparatorlarından Neron'un yerine geçen
Ospanyanus zamanında başlamış ve rivayet olunduğuna göre, onun oğlu Titos
tarafından bitirilmiştir. Bu yıkım, bir daha geri dönmemek şartıyla Yahudi
devletinin sonu olmuştur. Çünkü Espasyanos, yahudileri hep baskı altında
tutmuş, onları Kudüs içinde kendi hallerinde sus-pus yaşamaya mecbur etmişti.
Titos ise buraya şiddetle hücum ederek gizlenip kaçabilenlerden başka bütün
halkı, yahudi olsun, hıristiyan olsun hepsini kılıçtan geçirmiş, çocuklarını da
esir etmiş, şehri yağmalatmış, yakıp yıkmıştır. Beyt-i Makdis denilen büyük
mabedi de oradaki heykeli de tahrip etmiş, bütün kitapları yakmış ve artık
orada İsrailoğulları'ndan kimseyi, yaşatmamış. Bundan dolayı ellerinde herhangi
bir belge de kalmamış. Buna da sebep, orada yahudilerin sık sık isyan edip,
huzursuzluk çıkardıkları Roma tarihlerinde anlatılmıştır. yukarıda geçtiği
üzere "Ve Allah'ın gazabına uğradılar. Onların başına gelen bu musibetler,
Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, bir
de isyan edip aşırı gitmeleri yüzündendi." (Bakara, 2/61) âyeti bunu açıklamaktadır.
İsrailoğulları, böylece belalarını bulmuşlardı. Fakat Romalılar da zulüm
idaresini sürdürmüşlerdi. Daha sonra Kudüs üçüncü defa olarak yavaş yavaş imar
edilmeye ve şehir yeniden gelişmeye başlıyordu, yahudi ve hıristiyan halk oraya
yeniden yerleşmeye çalışıyordu. İbnü Esir'in "Tarih-i Kâmil"de
beyanına göre; İmparator İlya Anderyanos (veya Murat Bey Tarihi'nin kaydına
göre Aderyanos) hissettiği bir direniş üzerine yahudi ve hıristiyan halkın
birçoğunu pek barbarca bir katliama tabi tutmuş ve Beyt-i Makdis'i son defa
olmak üzere tahrip etmiştir. Bununla beraber yedi-sekiz sene kadar sonra şehri
yeniden imar etmiş, Roma ve Yunan asıllı bir kısım ahaliyi buraya
yerleştirmiştir. Zühre (Venüs) namına bir de büyük heykel bina etmiş ki,
bazıları yanlış olarak bu heykeli ta Davut Aleyhisselâm'a isnad ederlermiş. O
zamana kadar şehrin adı Oruşelim (veya Yaruşelim) iken bu imardan sonra şehre
"İlya" adı verilmiş ki, "Beytürrab" demek imiş. Nihayet
Roma'da Hıristiyanlık'ı kabul ve ilan eden, aynı zamanda İstanbul'un kurucusu
olan Kostantin'in anası Hilana (Eleni), hıristiyanlarca, Hz. İsa'nın üzerinde
asıldığı ve bir yere gömülüp saklandığı iddia edilen salibi (haçı) bulup
çıkarmak için Kudüs'e gitmiş ve söz konusu salibi bulup çıkartmış ve çıkarttığı
o gün de hıristiyanlarca "Salip Bayramı" adıyle bir bayram kabul
edilmiş ve Kudüs'e varır varmaz, Hz. İsa'nın, güya gömülü olduğu iddia olunan
kabir üzerine "Kamame", diğer adıyle "Kıyame" kilisesini
bina ettirmiş ve bir tarafta nisbeten tamir edilmiş bulunan Beytü'l-Makdis'i ve
önündeki heykeli yerlere kadar yıktırıp üzerine de şehrin çöp ve
süprüntülerinin dökülmesini emretmiş. İşte o tarihten Hz. Ömer zamanına kadar
hıristiyanlar orayı mezbele (çöplük) yapmışlar ve öyle kullanmışlar. Orada
Allah'a dua ve ibadet etmek isteyenleri de engellemişler. İşte Hz. Ömer orayı
mezbele halinde bulmuştu ve onun zamanında Mescid-i Aksa müslümanlar tarafından
yeniden bina edilmişti.
Görülüyor ki, bütün bu tarih olaylarında
Bâbil, İran ve Roma müşriklerinin "Beytü'l-Makdis" hakkında izledikleri
tutum ve yıkıma sonradan Bizans Hıristiyanları da katılmış, aynı şekilde hatta
onlardan daha katı bir tutumla zulüm ve tahribi sürdürmüşler, bu yüzden de daha
ağır sorumluluklar yüklenmişlerdir. "Beytü'l-Makdis" gibi Allah'ın
eski bir mescidi hakkında böyle bir zulüm ise din ve Hıristiyanlık davasıyla
taban tabana zıttır. İşte bütün bu tarihî zulümleri kısaca anlatan bu âyet-i
kerime, bilhassa hıristiyanların, putperestlere katıldıkları bu zulüm
geleneğine işaret etmek için inmiştir. Yahudiler de bu işlere sebebiyet vermek
ve Beytü'l-Makdis'in hakkını ödememek suretiyle bir anlamda onu tahribe
çalışanlar zümresine dahil bulunmuştur. Şu halde âyetin siyakı hem yahudi, hem
hıristiyan ve hem de müşriklere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını genelleştirmiştir.
Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah'ın
adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği
vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin Resulullah'a ve müslümanlara
Kâbe'de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescitler hakkında yapılmış ve
yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dahil olan bir zulüm şeklidir.
Gerçekten de başta hıristiyanlar olmak üzere, bu engellemeleri yapan ve tahribe
çalışanlardan daha zalim kim vardır? İşte o zalimler yok mu? onların bu
mescitlere korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya
çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can
korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Allah Teâlâ
bunu er geç tatbik edecektir. Hürmet etmedikleri o mescitler, onların elinden
çıkar, başkalarının eline geçer. O zaman da oralara girmek isteseler de giremez
olurlar veya çekine çekine girerler. Nitekim Kur'ân'ın bu mucizevî haberi zuhur
etmiş, Kudüs Bizanslılar'ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş,
Beytü'l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de
oraya korka korka girebilir olmuşlardır ki, bu âyette bugünkü müslümanlar için
de pek büyük ders ve ibret vardır. Bunları yapan o zalimlere dünyada büyük bir
felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet vardır. Bir gün gelecek o
engellemeleri, o zulümleri yaptıranlar devletlerini, güç ve kuvvetlerini
yitirecek, güçsüz kalıp perişan olacaklardır. Çok dikkate şayandır ki, Süddî tefsirinde
bu sefalet ve perişanlıktan maksat, Kostantiniyye şehrinin ellerinden çıkması,
yani İstanbul'un fethi olayı olduğu zikredilmiştir. İbni Cerir, Keşşâf ve daha
başka mütekaddim ve muteber tefsirlerde de bu kavil naklolunmuştur. Bu
tefsirler İstanbul'un fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk
müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış
bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağı Hz. Peygamber'den rivayetle
alınmış bir mucize olduğunda şüpheye düşmemek gerekir.
Lakin o zalimler, bununla da kalmayacaklar,
onlara dünyadaki bu "hizy" ve felaketten başka ahirette de pek büyük
bir azap vardır. Dünyadaki ve ahiretteki böylesi azaplar işte o zalimlerin
hakkıdır. Allah kıyamet günü bunu uygulayacaktır. Durumları böyle iken, bir de
kalkmış cenneti tekelleri altına almak iddiasına kapılmışlardır.
115-O mescitlerden menedilen ve Allah'a cidden
ibadet etmek isteyenler asla ye'se kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler.
O mescitlerde ibadet etmekten engellendik diye Allah'dan ve Allah'a ibadetten
vazgeçmemelidirler. Çünkü sadece o mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün
yeryüzü, bütün yönleri ve istikametleriyle bütün yer küresi Allah'ındır. Şu
halde her nereye dönerseniz dönünüz orada Allah'a çıkan bir yön, bir cihet
vardır. Allah'ın bir mekanı yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de
münezzehtir, fakat bütün yönler, bütün cihetler O'nundur. Namaz kılmak için,
mutlaka bir mescitte bulunmak zaruri değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her
tarafında, hatta zaruret halinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve
Allah'ın rızasına erilebilir, Allah hem vâsî'dir, hem de alîmdir. Vâsî'dir,
rahmet ve kudreti geniş ve her şeyi kuşatmıştır, kullarına da geniş görüşlü,
hoşgörülü ve müsaade edicidir. Sınırlanamaz ve sıkıştırmayı sevmez. Burada
"İş sıkışınca genişler" fıkıh kaidesine bir işaret de vardır. Allah
âlîmdir, her şeyi bilir, tamamiyle ve hakkiyle bilir. Kendisine yapılan ibadet
ve duadan haberdar olur. Nerede yapılırsa yapılsın, ona âgâh olur. Peygamberlere
bir kıble emretmesi darlıktan veya bilgisizlikten değil, kullarını korumak ve
onları birlik ve beraberlik demek olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir.
Allah vâsî' ve alîm olduğu için daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek,
ona benzer ve hatta ondan daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir.
Görülüyor ki, bu âyette ibadet için, özellikle namaz kılmak için büyük bir
genişlik öngörülmüş ve kıblenin değişmesi işine de güzel bir mukaddime
(başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir.
Önceki ümmetler kendi mescit ve mabetlerinden başka bir yerde namaz
kılamazlarken, müslüman ümmetine yeryüzünün her yanı mescit ve namazgâh
yapılmıştır. Yahudilere de yasaklandıkları Beytü'l-Makdis'den daha eski olan
Kâ'be'ye yönelmeleri için hissiyatlarını okşayacak şekilde güzel bir öğüt
verilmiştir.
Ey müminler! Allah Teâlâ, böyle geniş ve böyle
bilgili iken, cenneti kendi tekellerine almaya kalkan o yahudi ve
hıristiyanların müşriklere ne kadar benzediklerini gördünüz. Bunların
müşriklere katıldıkları noktalar bu kadar da değildir. Dahası var, dinleyin:
Meâl-i Şerifi
116- O zalimler, "Allah kendisine çocuk
edindi." dediler. Hâşâ, O sübhândır. Doğrusu, göklerde ve yerde ne varsa
O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir.
117- O, göklerin ve yerin yoktan var
edicisidir ve O, bir işin olmasını murad edince, ona yalnızca "ol!"
der, o da hemen oluverir.
118- Bilgiden nasibi olmayanlar da "Allah
bizimle konuşsa ya, yahut bize de bir mucize gelse ya!" dediler. Bunlardan
öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişlerdi. Onların kalbleri
birbirlerine benzedi. Gerçekten de yakîne ermek (hakikati bilmek) isteyen bir
kavim için biz mucizeleri çok açık seçik gösterdik.
116- Ayrıca bunlar Allah'a oğul isnad ettiler,
"Allah bir oğul edindi." dediler. Yahudiler "Üzeyir Allah'ın
oğlu" demişlerdi, hıristiyanlar
"Mesih Allah'ın oğlu" dediler. Arap
müşrikleri de "melekler Allah'ın kızlarıdır" dediler. Hâşâ, Allah
süphandır. O, böyle benzetme, böyle bir ihtiyaç ve böyle bir fânilik
şaibelerinden uzaktır. O, yücelerden de yücedir. Hayır, O'nun evladı yoktur.
Aksine göklerde ve yerde ne varsa, yukarılarda ve aşağıda neler bulunuyorsa
hepsi O'nundur. O'nun mülkü, O'nun mahlûkudur. Her şey ve hepsi O'nun emrine
boyun eğmiştir, O'nun iradesine ram olmuştur. O'na inkiyad etmiş, emrine âmâde
olmuştur. Halbuki mâlik ile memlûk arasında evlatlık olmaz, baba ile evlat
arasında ise böyle bir mutlak inkıyat bulunmaz. Az çok bir cinsiyet benzerliği
bulunur. O'nun gökleri ve O'nun yeryüzü, ne kadar bedî', ne kadar eşsiz ve
benzersizdir. Bunların seyrine doyulmaz, sırlarına erilmez.
117-Allah bu güzel, bu örneksiz ve benzersiz
gökler ile yerin yaratıcısıdır. Ve O, bir işi yapmayı isteyince, sadece ona
"ol!" der, o da hemen oluverir. Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. İşte
mülkü olan bütün bu gökleri ve yeri ve bunlardaki her şeyi, bir düzen üzere hep
böyle yalnız bir irade ile ve sadece "ol!" demekle icat etmiştir.
Evlat edinmek ise böyle bir icad ile değil, doğum ile ve güçlükle olur. Şu
halde bütün bu kâinat ile O'nun arasındaki ilk ilişki, işte böyle bir yaratma
ve yaratılan ilişkisidir. Yoksa doğurma ve çoğalma alakası değildir. Yaratıklar
O'nun zatında meydana gelen bir değişmeyle başlayıp, O'ndan koparak meydana
gelmiş, O'ndan doğarak oluşmuş bir şey değildir. Hakiki anlamda sebep sonuç
ilişkisini böyle bir şey zan ve tasavvur etmek çelişkidir. Bu ise, ilk
değişmeyi sebepsiz tasavvur etmek demektir. Şu halde illiyet (nedensellik)
kanununu bozmaktır. Hem böyle olsa idi, O, bir gün gelir tükenirdi, yaratılış
kesintiye uğrardı. Özetle bütün ilimlerin, felsefelerin ve hikmetlerin temeli
olan bu noktada şunu bilmelidir ki, illiyet denilen nedenselliğin başlangıcı
yaratma ve icattır, doğurtma ve çoğaltma değildir. Her oluş bir yaratıcıya
muhtaçtır ve Allah işte böyle bir yaratıcıdır. O, Hâlik Teâlâdır.
Eski din ve şeriatlerin mensupları, Allah
Teâlâ'ya yaratılışta ilk sebep olması dolayısıyla "Baba" adını
verirlerdi. Hatta kendi babalarına "küçük baba", Allah'a da
"büyük baba" derlerdi, fakat "O'nun evladı var" demezlerdi.
Sonradan bazı cahiller bundan maksadın, doğurmak ve evlat sahibi olmak demek
olduğunu zannederek, "babanın evladı olur, öyleyse oğlu var, kızı
var" demeye başladılar. Bu ise Allah'ı bilmemek ve O'na şirk koşmaktır.
Çünkü evlatta, ne de olsa babaya benzerlik vardır. Nitekim "el-veledü cüz'ü
ebîhi = evlad, babanın bir parçasıdır" sözü boşuna söylenmemiştir. Bundan
dolayıdır ki, önceleri Hz. İsa'ya "Allah'ın oğlu" diyen
hıristiyanlar, daha sonra ona "Allah" da dediler. Bu âyet de işte
onların dediklerinin yanlış olduğunu ispat etti. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da
Allah'a baba demek küfür sayılmıştır. Böyle bir mânâ için böyle bir deyim,
marifetullah (Allah'ı bilme) konusunda cehalete ve ilkelliğe yol açacak gayet
zararlı, gayet art niyetli bir deyim olduğu için derhal yasaklanmıştır.
Yahudilerle hıristiyanların müşriklere
katıldıkları noktalardan biri işte bu oğul meselesidir. Diğeri de şudur:
118- Din konusunda bilgisi olmayan veya olsa
bile bilgince hareket etmeyen cahiller Hz. Muhammed'in tebliğ ve din davetine
karşı Allah, bize de söylese ya! Yahut bize de bir âyet, bir mucize gelse
ya!" demeye başladılar. Sanki Hz. Muhammed'e gelenler âyet değilmiş gibi,
sırf inatlarından inkâr ettiler. "Yoksa siz de daha önce Musa'yı sorguya
çekenler gibi, peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz?" (Bakara,
2/108) ilâhî hitabına kulak vermediler. Bunu Araplar'dan Abdullah b. Ümeyye ve
benzerleri, Yahudiler'den Râfi' b. Hüzeyme ve bazı hıristiyanlar söylemişlerdi.
Bunlardan öncekiler de Musa'ya ve İsa'ya tıpkı böyle söylemişlerdi.
Görüyorsunuz ya öncekilerle bunların kalbleri birbirine benzemiş, duygu ve
düşünceleri sanki birbirinin tamamen aynı olmuştur. Biz âyet göndermedik mi?
Yakîne (şeksiz bilgiye) ermek isteyen, şüpheden kurtulup ilm-i yakîn sahibi
olmak isteyen kavme, bu kabiliyete sahip olan bir ümmete veya her ümmete, biz o
âyetleri apaçık bir şekilde gönderdik, kesin mucizeler ortaya koyduk. Bütün
bunlardan yakîne eremiyenler, işte ta sûrenin başında açıklandığı gibi, olsa
olsa kalbleri hasta olan şüpheciler veya kalbleri mühürlü olan inatçılardır.
Bunca apaçık âyetlerin tebliğinden sonra bile,
sanki hiçbir şey inmemiş, hiçbir hakikat söylenmemiş gibi, Allah Resulü'nün
böyle bayat inkârlarla, katı inatlarla, boş böbürlenmelerle ve kof kasılmalarla
karşılanması, onun üzülmesini gerektireceğinden Hz. Peygamber'in kalbini
yeniden güçlendirmek ve teselli edip ferahlatmak, ayrıca düşmanlarına korku ve
endişe vermek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
119- Şüphe yok ki, Biz seni hak ile
rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın habercisi olarak gönderdik. Sen, o
cehennemliklerden sorumlu değilsin.
120- Sen onların milletlerine tabi olmadıkça
ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De
ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için,
sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve
heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost bulunur, ne de bir
yardımcı.
121- Kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli
kimseler onu, tilavetinin hakkını vererek okurlar. İşte onlar, ona iman
ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte o inkârcılar hüsran içindedirler.
119- Ey Muhammed! Hiç şüphe yok ki, biz seni
hak olan Kur'ân ile müjdeci ve korkutucu bir resul olarak gönderdik. Sen gerçek
bir peygambersin ki, vazifen ilerideki müjdeleri ve tehlikeleri herkese tebliğ
etmektir. Her birinin kalbine imanı sokup yerleştirmek değildir. Sen, cehennem
ehlinden, cehenneme gideceklerden sorumlu değilsin. Kendi yaptıklarından,
çalışıp kazandıklarından onların kendileri sorumludurlar. Onların cezaları da
sönmek bilmeyen ve durmadan yanan o kızgın ateşten çıkamamaktır ki ona
"nâr-ı cahîm", bunlara da "ashab-ı cahîm" (cehenmemin
dostları) denilir. Nafî ve Ya'kub kırâetlerinde "ta"nın fethi ve
"lâm"ın cezmiyle okunur ki, nehy-i hazırdır. Bu şekilde okunduğu
zaman mânâ "ve artık ashab-ı cahîmin halini sorma" olur. Bu da
"Artık onlar hakkında Benden bir şey sorma, bir şey dileme, onlara ne
yapacağımı Ben bilirim." demektir.
120-Yahudiler Hz. Peygamber'e "Gel
bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et de sana tabi olalım." diye
bir teklifte bulunmuşlar. Bu teklifteki art düşüncelerini anlatmak için şu âyet
inmiş: Ey Muhammed! Ne yahudiler, ne de hıristiyanlar sen onların milletlerine
tabi olmadıkça asla senden memnun olmazlar, hiçbir şekilde onların gönüllerini
hoş edemezsin, meğer ki, milletlerine tabi olasın. Halbuki senin için, ikisinin
de milletine tabi olmak mümkün değildir. Çünkü birbirlerine "hiçbir şey
değil" diyen bu iki millet aslında birbirlerine son derece zıttırlar. İki
zıddın birleşmesi mümkün olmadığından bu iki milletin ikisine birden tabi
olmanın, ikisini birden razı etmenin yolu yoktur. Yahudiler yahudi,
hıristiyanlar hıristiyan kaldıkça ikisinin de senden razı olmaları mümkün
değildir. Şu halde sen peygamberlik diline mahsus olan bir belağat ve edeple
onlara sadece de ki; Allah'ın hidayeti, işte uyulacak hidayet ancak odur.
Hidayet diye ona denilir, sizin hidayet dediğinize değil. Bir başka mânâ ile
Allah rehberi yok mu? İşte esas uyulacak rehber odur. Allah'ın Resulü, Allah'ın
kitabı, Allah'ın dini dururken, başkasına tabi olmak sapıklıktır. Özetle hak
din, Allah'ın dinidir. Aranacak, uyulacak olan odur. Ben size değil, siz bana
uyacaksınız. "uyulmaya layık olan haktır". Yol hak yolu, hidayet
Allah hidayetidir. Onlara işte böyle söyle ve şunu da bil ki; vallahi eğer sen,
sana gelen bunca ilimden sonra, mesela onların heva ve heveslerine, keyiflerine
uyacak olsaydın Allah'dan senin ne bir dostun, ne de bir yardımcın bulunur.
Ortada kalır, helak olur gidersin. Çünkü Allah katında küfre ve şirke yardım
yoktur.
Millet: Lügatte esasen söyleyip yazdırmak veya
ezbere yazmak mânâsına gelen masdarıyla, yani "imlâ" mânâsıyla
ilişkili olan bir isimdir. Zemahşerî'nin "Esas"ta beyanına göre; asıl
mânâsı "tutulup gidilen yol" demektir ki, eğri veya doğru olabilir.
İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır.
Şehristanî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"deki beyanına göre din, şeriat,
millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve
gözetilen mânâya göre, yine de her biri bir başka yönden diğerinden farklı bir
anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından
şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir.
Gerçekte itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uygulanan ne
ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur. Şu halde millet, bir
cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî
duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler
ve takib edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur. Bu yolun hak olanı, hak
olmayanı, eğri olanı, doğru olanı vardır. Şu kadar var ki, yolun hak olanı
güzel sonuca, hak olmayanı da hüsrana ve kötü akibete götürür. Demek ki millet,
sosyal kurul dediğimiz toplumun kendisi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya
ehl-i millet denilir. Mesela Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir fakat
yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i millet, sahib-i millettirler, diğerleri de
öyle... Bununla beraber "millet" kelimesi "ehl-i millet"
mânâsına da mecaz olarak kullanılmaktadır. Mesela; "millet şöyle yaptı,
millet böyle yaptı" denilir ki bu, kavim demektir. Müteallikı zikredip,
müteallakı murad etmek kabilindendir veya doğrudan doğruya mecaz-ı hazfîdir.
Nitekim âyette "İbrahim milleti" tamlaması, her iki mânâya da tefsir
edilebilir. Âyette "heva ve hevesleri" buyurulması, gösteriyor ki,
yahudi ve hıristiyanların takip ettikleri din ve millet, yukarıdan beri, inkar
edilemez delil ve burhanlarla isbat edildiği üzere, kendi heva ve hevesleriyle,
gönüllerinin keyfince uydurulmuş hurafeler, din adına ortaya konulmuş
bozmalardır. Bunlar hakka değil, keyiflerine tabidirler; milletleri,
peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve ihsan
esaslarından çıkmış, bambaşka bir şey olmuştur. Cenab-ı Allah, bütün bu eski
dinlerin temel ilkelerini Kur'ân'da açıklamış, bunları tasdik ve teyid edip
yeniden onaylamış ve o ilkelerden ayrılanların, gerçek dine değil, kendi
hevalarına uyduklarını göstermiştir. Bunların din dedikleri şeylerin aslında
hevadan ibaret bulunduğunu hatırlatarak peygamberini bunlara uymaktan şiddetle
sakındırmıştır. Bir âyet öncesinde son derece okşayıcı ve güven verici bir
ifade kullandığı peygamberine, onun arkasından bu sert uyarıyı irâd buyurması ne
kadar mânâlıdır. Bu ihtarın peygamberden ziyade ümmetine yapılmış olduğuna
şüphe yoktur.
121-O heva ve heves sahipleri, o tahrif ve
bid'at ehli, artık gerçek mânâsıyle Kitap ehli değiller. Çünkü Bizim
kendilerine kitap verdiğimiz ehliyetli kimseler o verdiğimiz kitabı tilavet
ederler, yani dikkatle ve tane tane okurlar, dillerine vird ederler, ders
yaparak okurlar, üstelik hakkıyle tilavet ederek okurlar, tilavetinin hakkını
vererek okurlar. Tahriften, karıştırmaktan koruyarak, heva ve heveslerinden uzak
kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânâsını ve hükümlerini cidden gözeterek,
dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde, bilmediklerini, anlamadıklarını
ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz kalble ve temiz ağızla okurlar. Gelişi
güzel, baştan kara, bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, türkü, mânî,
roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet ve ta'zîmle, edeble okurlar.
İşte böyle okuyanlar, o kitaba iman ederler ve gerçekten Kitap sahibidirler. Ve
fakat her kim o kitaba inanmaz, onu inkar ile ona nankörlük ederse, onu
hakkiyle okumayıp, kendi hevasına göre bozar ve tağyir ederse işte onlar
hüsrana uğramış kimselerdir. O büyük saadetten mahrumdurlar. Bu âyet, ashabın
âlimlerinden Abdullah b. Selam ve benzeri kimseler gibi Kitap ehlinin müminleri
hakkında nazil olmuştur ki, bunlar Tevrat ve İncil'i hakkıyle tilavet edegelen
gerçek iman sahibi kimseler oldukları için Kur'ân'a ve son peygamber olan
Peygamber Efendimiz'e iman etmişler ve Resulullah'ın gelişinden memnun ve razı
olmuşlardır. "Ashab-ı Sefîne" (Gemi Ashabı) denilen zevat dahi bu
cümledendir: Bunlar Cafer b. Ebi Talip ile beraber bir gemide gelmiş olan otuz
ikisi Habeşistanlı, sekizi de Şam râhiplerinden olmak üzere kırk kişi idiler.
Burada İsrailoğulları'nın da, sayıları az da
olsa, bir kısmının müminler arasına girmiş ve ilâhî öğmeye nâil olmuş
bulunduklarını görüyoruz. Bu mazhariyetin ve bu yeni özelliğin getirdiği şevk
ve heyecan ile şimdi İsrailoğulları'na, bir taraftan yukarıdan beri sürüp gelen
hitapları tamamlamak, diğer taraftan daha sonra gelecek olan İbrahim kıssasına
geçişe hazırlık mahiyetinde bir hüsn-i tehallus olmak üzere, şimdi görüleceği
gibi, yeni bir hitap daha yöneltip, arkasından imamet, millet, ümmet meseleleri
izah buyurulacaktır:
Meâl-i Şerifi
122- Ey İsrailoğulları! Sizlere ihsan ettiğim
nimetimi ve sizi vaktiyle âlemdeki ümmetlere üstün tuttuğumu hatırlayın!
123- Ve öyle bir günden sakının ki, o gün
kimse, kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez ve ona
şefaat de fayda vermez, hiçbir taraftan yardım da görmezler.
124- Şunu da unutmayın ki, bir zamanlar
İbrahim'i Rabbi, birtakım kelimeler ile imtihan etti, o, onları sona erdirince,
Rabbi ona, "Ben seni bütün insanlara imam yapacağım." buyurdu.
İbrahim, "Zürriyetimden de yap!" dedi. Rabbi ona "zâlimler benim
ahdime nail olamaz!" buyurdu.
125- Biz ta o zaman bu Beyt'i, insanlar için
bir sevap kazanma ve bir güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim'den
kendinize bir namazgah edinin. Ayrıca İbrahim ile İsmail'e şöyle ahid verdik:
"Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de rükû
ve secde edenler için tertemiz tutun!"
126- Ve o vakit İbrahim "Ey Rabbim,
burasını güvenli bir belde kıl, halkından Allah'a ve ahiret gününe iman
edenleri çeşitli meyvalarla rızıklandır" diye yalvardı. Allah buyurdu ki:
"küfredeni dahi rızıklandırır da hayattan biraz nasip aldırırım, sonra da
onu ateş azabına uğratırım ki, orası ne yaman bir duraktır!"
127- Ve ne vakit ki İbrahim, Beyt'in
temellerini yükseltmeye başladı, İsmail ile birlikte şöyle dua ettiler: Ey
Rabbimiz, bizden kabul buyur, hiç şüphesiz işiten sensin, bilen sensin.
128- Ey bizim Rabbimiz, hem bizim ikimizi
yalnız senin için boyun eğen müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin
için boyun eğen müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını
göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevvâb sensin, Rahîm sensin.
129- Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara
içlerinden öyle bir peygamber gönder ki, onlara senin âyetlerini tilavet
eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz
yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Azîz sensin, hikmet sahibi Sensin.
130- İbrahim'in milletinden, kendine kıyan
beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç
şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.
131- Rabbi ona, "İslâm ol!" emrini
verince, o "Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum." dedi.
132- Bu dini İbrahim, kendi oğullarına
vasiyyet etti, Yakub da öyle yaptı: "Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size
Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, yalnızca müslüman olarak can
verin!" dedi.
133- Yoksa siz de olaya şahit mi oldunuz;
Yakub'a ölüm hali gelip çattığı zaman, oğullarına; "Benden sonra neye
ibadet edeceksiniz?" dediği zaman, oğulları; "Senin Allah'ına ve
ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Allah'ına, tek olan o Allah'a ibadet
edeceğiz. Biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız." dediler.
122- Ey İsrailoğulları! Size, her şeyden önce
Âdem soyu içinde kitap ve nübüvvete aşina olmanız, ilâhî ahdin sorumluluğunu
yüklenmiş büyük bir ümmet olmanız ve bir de Musa kavminden bulunmanız
dolayısıyla hitap edildi, lakin dinleyenleriniz çok az oldu. Şimdi onları
destekler mahiyette bir de İbrahim soyundan gelmeniz dolayısıyla bazı ihtar ve
uyarılara muhatap tutulacaksınız. Kitap ehli ne demekmiş, nasıl olurmuş,
gördünüz ya! Artık insafa gelerek aklınızı başınıza alarak vaktiyle size ihsan
ettiğim nimetlerimi, nübüvvet nimetimi ve bilhassa ahir zaman nebisinin
gönderileceğini bildiren va'dimi ve onun bir mukaddimesini teşkil eden
geçmişteki devleti ve o zaman sizi bütün akıl sahiplerine üstün tuttuğumu
hatırlayınız,
123- Hatırlayınız da hiç kimsenin, bir başkası
yerine hiçbir şey yapamayacağı, kimseden fidye kabul edilmiyeceği, şefaatin de
bir fayda sağlamayacağı ve bunlara hiçbir taraftan yardım edilmeyeceği günden,
o korkunç günün azabından korununuz! Bunlar size üçüncü defa olarak
hatırlatılıyor. Geçmişteki o nimetlerin asıl sebebi neydi biliyor musunuz?
124-125-Bunu bilmek için o nimeti içinizi
çekerek düşünün ve çektiğiniz, çekeceğiniz belaları hesaba katarak takvaya
sarılın, ve o vakti iyice hatırda tutun ki, İbrahim'i Rabbi birtakım kelimeler
ile müptela kılmış, yani mükellef tutmuş, imtihana çekmiş, neticede İbrahim o
kelimeleri tamamlayıp, ikmal etmiş idi. Yani Rabbi onu imtihan etmiş, o da
imtihanı baştan sona başarıyla vermişti.
İptilâ ve Belâ: Tecrübe ve imtihan mânâsınadır
ki, esasen iki farklı anlamı içine alır: Birisi bir şeyin gizli olan
özelliğini, içyüzünü tanımayı istemek, diğeri de o şeyin iyi ve kötü yanlarını,
eksik veya üstün taraflarını ortaya çıkarmaktır. Birinci mânâ, gizliyi ve açığı
bilen Cenab-ı Allah hakkında zaten tasavvuru bile mümkün olmayan bir mesele
olduğundan, Allah'ın İbrahim'i imtihana çekmesi, ancak ikinci anlamıyla ele
alınabilir. Bir de imtihan, imtihan olunan hakkında hayır veya şer bir mihneti,
bir zahmeti gerektirir ki, bu bakımdan imtihan kelimesi genellikle zahmetli ve
meşakkatli şeyler hakkında kullanılır. Cenab-ı Hak-k'ın, kullarına ait
sorumluluk emirleri de kulun nefsanî temayülleri ile Allah'ın rızası arasında
dönüp dolaştığından bir taraftan bir külfet ve zahmeti, öbür taraftan kulda,
sevap ve azaba sebebiyet verecek hal ve davranışların ortaya çıkmasını
gerektiren ve bu bakımdan kulun iyi yönde gelişmesini sağlayan terbiyeye ait
özellikler taşıdığından onlar da tecrübe ve imtihana benzer şeylerdir. Kulların
kendi işlerinde tecrübe ve imtihana dayanan gerçekler üzere amel etmelerini,
mücerret nazariyelerle, soyut düşüncelerle yetinmemelerini öğretmek için
bunları emretmiş olabilir. Cenab-ı Allah, İbrahim'e kendi fiilini tecrübe ve
imtihan suretinde anlatmak istemiş olabilir.
"İbrahim" isminin esasen Süryanî
dilinden geldiği ve Arapça mânâsı ile "merhametli baba" demek olduğu
ve bu şekilde Arapça ile Süryanîce arasında lafız ve mânâ yönünden bir
benzerlik bulunduğu söylenegelmiştir. Rabbi, İbrahim'i böyle imtihan etti de ne
yaptı? Ne dedi bilir misiniz?
Rabbi, ona dedi ki; Muhakkak ki, ben seni
insanlara imam yapacağım, yani imamet-i kübra ile seni öne geçirip, herkesi
sana tabi kılacağım, seni muktedâbih (kendisine uyulan önder) yapacağım.
İmam: Öne geçmek, maksud (kastedilen) ve metbû
(tabi olunan) olmak mânâsına gelen masdardan alınmış ve me'mûm (uyulan)
mânâsına isim olmuştur ki, muktedabih, ön, öncül demektir. Şu halde imamet-i
kübra, din ve dünya işlerinde insanlara öncülük ve riyaset etmektir. Bunun en
son ve en yüce mertebesi de risalettir. Bu imamet ise amelde düstur olacak
birtakım dinî hükümlere, millet ve şeriate sahip kılmak ve bununla insanların
önüne geçirmek demek olur.
İbrahim cevaben zürriyetimden de dedi. Ey
Rabbbim, beni imam yap, fakat bu ihsanın sadece bana mahsus kalmasın,
zürriyetimden de bir kısım insanları zamanı gelince imam yap, bana vereceğin
nimeti, imamet ve risaleti onlara da ver, diye kelimenin tamamlanmasını diledi.
Anlaşılıyor ki, hepsine demedi, içlerinden bazılarına, dedi. Zira biliyordu ki,
hepsine peygamberlik istemek, ilâhî hikmete aykırı olurdu. Önce zürriyetinin az
olmasını; ikincisi, zürriyetinin fitne ve ihtilafa düşmesini istemiş olurdu.
Üçüncüsü birçok yardımcı ve destekçiye ihtiyaç gösteren imamet konusunda
zürriyetinin başkalarına muhtaç olmasını temenni etmiş olurdu ki, bunları
istemek zürriyeti hakkında hayır dua olmazdı. Herhalde zürriyeti içinde imam
bulunurken, ümmet de bulunmalı idi. Bunun için demeyip, dedi. Rabbi, bunu
tamamına erdirmek için zalimler benim ahdime nail olamazlar, buyurdu. İbrahim
zürriyetinden imam olabilecek kısmın herhalde zalimler güruhu olmadığını ve
zalimlerin bu büyük devletten kesinlikle mahrum olacaklarını ve imametin, hak
ve layıkının, adaletlilere verilmek bulunduğunu anlatmış oldu. Bu âyet, zalimin
imamete ehil ve layık olmadığına ve başlangıçta adil olup, sonradan zulüm
yaparsa, hal'inin (makamından alınmasının) vacip olduğuna delildir. Lam-ı tarif
ile marife (belirli) olan isimler genellik ifade ettiklerinden "ez-zalimîn"
tabiri, kıyamete kadar gelecek bütün zalimlerin hepsine şamildir. Fakat bunun
bilhassa Kur'ân'ın nüzulü sırasında tamamen bilinen muhatapları vardı ki, o da
İsrailoğulları'dır ve bu nassın siyakına hedef olanlar onlardır. Bundan
dolayıdır ki, yukarıdaki âyetlerde çok sayıda "Siz zalimlersiniz!"
şeklinde azarlanmış ve ayıplanmışlardı. Sûrenin başından beri
İsrailoğulları'nın tarih boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp
dökülmesindeki esas maksat ve hikmet, onlara bu zulümlerini isbat idi ki, hasılı
"İsrailoğulları sonradan zalim oldular, zalimlerden ise imam ve Resul
(Peygamber) olmaz, onlardan imamet kesilmiş olacaktır." demektir. İşte Ey
İsrailoğulları, sizin vaktiyle o nimete, o üstünlüğe nail olmanızın sebebi ta
Hz. İbrahim devrinden, onun Rabbine verdiği imtihandan ve bu kelimelerden ve
Rabbinin ona olan ahd ve va'dinden ileri geliyordu. Siz Hz. Musa devrinde zalim
değil, bilakis İbrahim soyundan gelenler içinde belki en mazlumları idiniz.
İşte bundan dolayı o nimete nail oldunuz. Uzun süre nübüvvet ve imamete nail
olmuş bir ümmet olarak, âlemlere üstün tutuldunuz. Fakat o altın buzağıya tapma
hadisesinden itibaren zulme başladınız, git gide bütün harekatınızda bu zulüm
nihayet kavminizin genel karakteri haline geldi, artık bundan sonra imamet İsrailoğulları'ndan
çıktı ve İbrahim zürriyetinin öbür koluna geçti. İbrahim'in bu imtihanını ve bu
kelimatını iyi hatırlar ve üzerinde iyi düşünürseniz, açık seçik anlarsınız ki,
Tevrat'ta geleceği vaad edilen ahir zaman peygamberi İsrailoğulları'ndan değil,
İsrail'in amcası olan Hz. İsmail evladından gelecektir. Siz, Tevrat'ın verdiği
haber gereğince bir son peygamberin geleceğinden şüphe etmez ve onunla büyük
fetihler yapacağınıza inanırken, bugün gönderilmiş bulunan son peygamberi, Hz.
Muhammed Mustafa'yı, "bu bizden değil, İsrailoğulları'ndan değil"
diyerek, kıskançlık yüzünden inkara kalkışıyorsunuz. Halbuki o, bir bakıma
sizden değil ise de, diğer bakımdan sizden sayılır, sizin gibi zulüm damgası
yemiş olmaktan uzak bir koldandır, İbrahim zürriyetindendir. Bununla beraber
siz bu yolla gelen bir imamet şerefinden de pay almak istemezseniz zulmünüz ve
haksızlığınız kat kat artacaktır, ebediyyen nimet yüzü görmiyeceksiniz. Bu
kelimeleri iyi belleyiniz ve çok iyi düşününüz..
126-Şunu da hatırlayınız ki, Hani biz
"el-beyt, eski ev, beytullah" namiyle bilinen Kâ'be'yi vaktiyle
insanlara sevap mahalli ve güvenlik yurdu yapmıştık. İnsanlar onu hac ve
ziyaret etsinler, sevap kazansınlar, ona sığınanlar saldırılardan emin olsunlar
diye... Şimdi siz bunu hatırlayınız, ve İbrahim'in makamından bir namazgah
edininiz, orada namaz kılınız, yahut orada dua ediniz!
Makam-ı İbrahim: İbrahim (a.s.)'ın beyti
(Kâbe'yi) bina ederken veyahut insanları hacca davet ederken üzerine çıktığı
taşın bulunduğu yerdir ki, bugün dahi "makam-ı İbrahim" adıyla
bilinmektedir. Tavaf namazı, burada kılınır. Nâfî ve İbnü Âmir kırâetlerinde
mâzî siğasiyle diye okunur: Yani, Biz Kâ'be'yi insanlara bir merci ve güvenlik
yeri yapmıştık, insanlar da onu kıble edinmişlerdi. Beytü'l-Makdis'den daha önce
orası kıble idi. Şu halde burada da kıblenin değiştirilmesine teşvik ve işaret
vardır.
O zaman Beyt'i böyle yaptık İbrahim ile
İsmail'e de şöyle ahd, yani kesin olarak emrettik idi: ki evimi tavaf edenler,
mücaveret eyleyenler veya orada ibadet için kapanıp îtikâfa girenler, rükû ve
secde edenler, namaz kılanlar için temiz tutunuz, daima tertemiz ve pâk olarak
bulundurunuz, dedik. Bu ibadetlerin temizlik ile icra edilmesini ve bu beytin
temizliğine itina edilmesinin bir ilâhî ahit olarak bilinmesini emreyledik.
Rükû ile kılınan namazın yalnızca Muhammed ümmetine mahsus olduğuna bakılırsa,
Cenab-ı Allah, söz konusu ahitte Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e böyle bir ümmetin
de geleceğini bildirmiştir.
Şunu da hatırlayın bir vakit, yani Hacer ile
İsmail'i en başta Mekke'nin yerine bıraktığı zaman, İbrahim dua edip şöyle
demişti: Ey Rabbim, burayı, bu ekin ekmeye elverişsiz vadiyi güvenli bir belde
yap, ahalisine meyve, tahıl, her türlü yiyeceklerden rızık ver, fakat hepsine
değil, içlerinden Allah'a ve ahiret gününe inananlara Ey Rabbim!..
Rivayet olunuyor ki; İbrahim (a.s.)'ın İsmail
ile Hacer'i buraya bırakıp Şam'a döndüğü zaman, Hacer arkasına düşmüş "Bu
kupkuru vadinin içinde bizi kime bırakıp gidiyorsun?" diye söylenir durur,
İbrahim de ona cevap vermezmiş. Nihayet Hacer: "Bunu yoksa Allah mı sana
emretti?" diye sormuş, bunun üzerine İbrahim: "Evet" cevabını
vermiş. Bu sefer Hacer: "Öyleyse Allah bizi korur, sen git bizi
düşünme!" demiş. Nihayet Hz. İbrahim yola koyulmuş, Kedâ tepesine çıkınca
vadiye doğru bakıp "Ey Rabbim, ben zürriyetimden bir kısmını bu ekin
ekmeye elverişsiz vadiye iskan ettim..." (İbrahim, 14/37) diye dua etmiş
idi ki, bu konu İbrahim sûresinde yine gelecektir.
Bunu tamamlamak üzere Rabbi ona dedi ki,
sadece iman edenlere değil, hem onlara, hem de kâfir olana rızık veririm onu az
bir süre faydalandırırım, ancak onun faydalanması bu dünya hayatına mahsus
kalır, sonra o kâfiri ateş azabına uğratırım, o, ahiret azabından kurtulmaya
imkan bulamaz. Aslında Hz. İbrahim, Allah'ın "Zâlimler Benim ahdime nail
olamazlar." ilâhî ifadesine dayanarak rızık meselesini de imamet gibi bir
nimet sayarak, onu yalnızca inananlara mahsus kılarak dua etmişti. Cenab-ı
Allah, bu düşüncenin doğru olmadığını, rızkın hem mümine, hem de kâfire ait
genel bir dünya nimeti olduğunu, bunun hem din, hem dünyada üstünlük demek olan
imamete benzemediğini, onun buna kıyas edilmesinin yanlış olduğunu ihtar
buyurarak duayı tamamlamış oldu. Demek ki, peygamberlerin bile kıyas ve
ictihatlarında hata yapabildikleri oluyor, fakat Allah, onların hatalarını
derhal düzeltiyor ve tashih buyuruyor. Bundan dolayı ilâhî işlerde kıyas sağlam
bir delil değildir. Cenab-ı Allah gösteriyor ki, kâfir de dünyada rızık sahibi
olabilir. Fakat bu dünyada sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır.
Ahirette ebediyyen ateş azabına atılır ve belasını bulur. o azap ne fena bir
son ve ona gidiş ne fena bir gidiştir. Orası ne fena varılacak bir yer, bir
duraktır.
127-Nihayet şu kelimeleri de hatırlayın: Hani
bir zaman İbrahim, İsmail ile beraber Beyt'in kaidelerini, temellerini
yükseltiyordu ve işte o sırada ikisi birden şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz,
temellerini yükselttiğimiz bu binayı, bu uğurda verdiğimiz emek ve hizmeti
bizden kabul et! Şüphesiz ki, sen Semî (işiten) ve Âlîm'sin (bilensin), duamızı
işitir, niyetlerimizi bilirsin,
128- Ey Rabbimiz bir de bizi sana kendimizi
teslim etmiş, yüzü ve özü ile sırf Sana yönelmiş iki kâmil (olgun) müslüman
kıl!
"İslâm" fî'li, böyle gibi
"lâm" ile sılalandığı zaman istislâm, yani teslimiyet ve nefsi teslim
etmek, itaat ve tam uymak mânâsına gelir veya o mânâyı da içine alır. Bizim
zürriyetimizden de sana teslimiyetini sunmuş, sana itaatkâr müslüman bir ümmet
yarat, ve bize, menâ-sikimizi, yani sana ibadet edeceğimiz, kurban keseceğimiz
yerleri göster.
Menâsik, "menseke"nin çoğuludur ki
"nüsük" veya "nüsük yerleri" demektir. "Nüsük"
aslında son derece tapınmaktır. Fakat hac ve kurban hakkında kullanılır.
Ve bizim hepimize tevbeler nasip et,
tevbelerimizi kabul eyle, bize bir kerre değil, daima merhametle bak, şüphesiz
ki, Tevvab (tevbeleri kabul eden) ve Rahîm ancak sensin.
129- Ey Rabbimiz, zürriyetimiz içinden öyle
bir peygamber gönder ki, o peygamber, onlara senin âyetlerini okusun, kitabı ve
hikmeti tâlim edip öğretsin, onları pisliklerden arındırıp tertemiz yapsın.
Çünkü hiç şüphesiz, iradesi geçerli, güç ve kuvvet, şan ve şeref sahibi,
verdiği hüküm ayniyle hikmet, değişmez ve muhkem olan ancak Sensin.
Hikmet: Aslında ilim ve amelde sağlamlık,
diğer bir deyişle sözde ve işte isabet demektir ki, bunun daha geniş olarak
açıklaması "Allah, hikmeti dilediğine verir." (Bakara, 2/269)
âyetinin tefsirinde gelecektir. Burada Allah'dan istenen peygamberin, son
peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz olduğu apaçık bellidir. Çünkü
İsmail zürriyeti içinde başka bir peygamber gelmiş değildir. Nitekim Resulullah
Efendimiz bir hadis-i şerifinde; "Ben, babam İbrahim'in duası, kardeşim
İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım." buyurmuştur. Hz. İbrahim'in bu
duasına bir şükran olmak üzeredir ki, Muhammed ümmetine de namazlarda
"Allahümme salli" ve "Allahümme bârik" dualarını okumak
ta'lim buyurulmuştur. Bu âyetler düşünüldüğü zaman, bu salavât-ı şerifenin
mânâsı ve salavat içindeki benzetmenin sebebi iyice anlaşılır. İşte İbrahim
(a.s.), memur olduğu kelimeleri eda edip namzed (aday) bulunduğu makama
yükselmek için Kâbe'nin temellerini atarken, oğlu İsmail (a.s.) ile beraber
yaptıkları duada, o kelimelerin böylece tamama erdirilmesini dua etmiş ve
kendine vaad olunan imametin zürriyetinden bir müslim ümmete de ihsan
edilmesini, kendi içlerinden görevlendirilecek bir peygamberle onlara da
verilmesini istemişler ve dualarının, ahir zaman nebisi için de geçerli
olmasını dilemişlerdir. Onların duaları Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesiyle tamam olmuştur. İmametten zâlimlerin mahrum oluşu, Kâbe ve
Kâbe'yle ilgili haller, Mekke, İbrahim ve İsmail zürriyeti bu zürriyetten
meydana gelecek müslüman ümmet ve içlerinden çıkacak şanlı peygamber, âyetlerin
tilaveti, kitap ve hikmetin öğretilmesi, tezkiye ve taharet ile İslâm
kelimesinin çeşitli mânâları iyice hatırlanır ve üzerinde derin derin
düşünülürse, Hz. Muhammed'in peygamberliği ile İbrahim milleti demek olan İslâm
dini hakkında Kitap ehlinin hiçbir şüphesi kalmaz.
130-Artık Cenab-ı Allah'ın insanlara böyle bir
imam ve böyle bir önder yaptığı İbrahim'in milletinden, onun camiasından ve
onun dininin özü olan İslâm'dan kim yüz çevirir, kim kaçar? Hangi akıl sahibi
buna karşı çekimser durur da, onun zürriyetine vaad edilen bu saadetten mahrum
kalmak ister? Olsa olsa kendini zillete atmak, hor ve hakirliğe terk etmek,
aşağılanmayı ve esareti gönüllü olarak kabul etmek isteyen biri böyle yapar. Bu
gibi beyinsizlerden başkası o büyük milletten vazgeçemez.
Rivayet olunuyor ki, Abdullah İbni Selâm,
kendi yeğenlerinden Seleme ile Muhacir'i, İslâm'a davet etmiş; "Şunu çok
iyi biliyorsunuz ki, Allah Teâlâ, Tevrat'ta, Ben, İsmail evladından Ahmed
adında bir peygamber göndereceğim, ona iman edenler hidayete ve rüşde
erecekler, iman etmeyen de mel'undur, buyurdu." demiş. Bunun üzerine iki
yeğenden biri olan Seleme iman etmiş,, lakin Muhacir iman etmemiş, İslâm'a
girmekten çekinmiş. İşte o zaman bu âyet nazil olmuştur. Peygamberlerin atası
olan İbrahim bakınız ne büyük bir zattır: Ulûhiyetim ve şanım hakkı için, Biz,
elbette İbrahim'i, dünyada ıstıfa ettik, yani halk arasında temizlik ve sâfiyet
özü olarak seçtik, eğitip güzel huylarla donattık ve onu dost (halîl) edindik,
imamet-i kübraya, peygamberlik ve hikmete nail eyleyip, yüce derecelere
getirdik ve seçkin kıldık. Şüphe yok ki o, ahirette de, elbette iyiler
zümresindendir. Doğruluğuyla, dürüstlüğüyle, hayır ve iyilikseverliğiyle ün
yapmış olan, Allah'ın makbul kulları arasındadır. Dünya ve ahirette bu kadar
nimete nail olmuş böyle bir zatın milletinden, hiç aklı başında olan bir kimse
yüz çevirir mi?
131-O ıstıfa, o seçim ne zaman oldu bilir
misin? Rabbi ona, Bana teslimiyetini, İslâm'ını arzet, ihlas ve iman ile Bana
teslim ol, dediği ilk teklif anında. O, âlemlerin Rabbine nefsimi teslim ettim,
özümü şirkten sakınıp, yüzümü ancak O'na döndüm." demiş ve Allah'ın
birliğine iman etmişti. emri, ilk iman teklifi karşısında onun yönelişinden de
kinayedir ki, En'âm Sûresi'nde (En'âm, 6/75) âyetiyle başlayan ve daha sonraki
âyetlerde de süren, Allah'ın birliğini isbat uğrunda getirdiği delillere bir
işarettir ki Allah Teâlâ, onun kalbine İslam bilgisine götüren tevhid
esaslarıyla ilgili delilleri göstermiş; yıldızların, ayın ve güneşin batmasından,
gerçek yaratıcının yüceliğine deliller getirmeyi ilham ve ihsan etmiştir. O da
henüz, büluğ çağından önce ve peygamberlik mertebesine ermeden nazarî ve aklî
istidlâl yollarıyla âlemin hâdis (sonradan) olduğunu anlamış ve "hudûs-i
âlem" (âlemin sonradan olması) delilinin özünü kavramış, "Ben bir
hanif olarak yüzümü öyle bir yaratıcıya çevirdim ki O, gökleri ve yeri yoktan
var edendir. Ve ben asla O'na şirk (ortak) koşanlardan değilim." (En'âm,
6/79) diyerek âlemlerin Rabbine iman ve İslâm'ını sunmuş idi. Şu halde onun
kalbi hiçbir zaman şirk (Allah'a ortak koşmak) ile dolu olmadı. Bütün hayatı
boyunca hep muvahhid (Allah'ı birleyici) ve müslim idi. Rabbi onu, aklı ermeye
başladığı andan itibaren ıstıfa etti, kalbini ve aklını yanlış duygu ve düşüncelerden
ayıklayarak terbiye etti.
132-Onun ibtilâ (imtihan) ve ıstıfası da o
zaman başladı. "İslâm" kelimesi o zamandan, yani İbrahim'in
teslimiyeti zamanından itibaren "İbrahim milleti" demek oldu. Bu
kadarla da kalmadı, Ayrıca hem İbrahim'in kendisi, hem de torunu Yakup, her
ikisi de kendi oğullarına bu kelimeyi veya bu milleti tavsiye ettiler. Nafi,
İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâetlerinde diye okunur ki, onu vasiyyet ettiler
demektir. İbrahim'in İsmail ve İshak'dan sonra Medyen ve Medan adında iki oğlu
daha olduğu rivayet edilir. Onun sekiz veya yirmidört oğlu olduğu yolunda
rivayetler de vardır. Yakup'un oğulları ise oniki tane idi: Rubin, Şem'un,
Lavi, Yehuza, Yeşsuhuz, Zebulun, Zevana, Teftuna, Kevza, Uşir, Bünyamin ve
Yusuf Aleyhisselâmdır. Yakub'un bir adı da İsrail olduğu için, Benî İsrail
(İsrailoğulları) demek Yakub'un oğulları, yani Yusuf ve kardeşleri demektir.
İsrailoğulları işte bu oniki kardeşin çocukları ve torunları ve onların
soyundan gelen nesillerdir. İbrahim de Yakup da oğullarına bu milleti şöylece
vasiyyet ve tavsiye ettiler: Ey oğullarım! Hiç şüphesiz, Allah, sizin için
uyacağınız dini bizzat seçip ıstıfa etmiştir. Size dinlerin en safını, en
arınmışını ve seçkinini ihsan eylemiştir. Şu halde, tam ve kâmil bir müslüman
olarak ölmekten başka türlü ölmeyiniz.
133-Ey İbrahim milletine önem vermeyen, ona
rağbet etmeyen İsrailoğulları ve benzerleri! Ölüm, Yakup'un huzuruna geldiği,
yani Yakup ölmek üzere olduğu vakit, ölüme hazırlanmaya çalıştığı vakit,
oğullarına, "Benden sonra neye ibadet ve kulluk edeceksiniz?" dediği
vakit, yoksa siz orada hazır mıydınız? Şüphesiz değildiniz. Halbuki gerçek
İsrailoğulları olan Yakub'un öz oğulları orada hazır idiler. Yani soyundan
geldiğiniz atalarınız orada hazır idiler ve onlar babalarına cevap verdiler,
ona ne dediler bilir misiniz? İşte onların ne dediklerini ilâhî vahiyden şimdi
öğreniniz: "Biz, senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın
ilâhına, bir olan o ilâha ibadet edecek ve ancak O'na tapacağız, O'na
bağlanacağız, O'ndan başkasını tanımayacak ve yalnızca O'na boyun
eğeceğiz." dediler. Mısırlılar'ın türlü türlü putlara taptıklarını gören
Hz. Yakup, onların içinde yaşayacak olan oğullarına, daha önce yaptığı çeşitli
tavsiye ve uyarılara titizlikle uyulmasını ve kendisinden sonra da dinin elden
bırakılmamasını hatırlatmak için, aynı vasiyyeti son nefesinde bile oğullarına
bir kerre daha hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah'a bağlı bir
kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak
göstermişti. Oğulları da böyle cevap vererek bu uğurda kararlı ve azimli
olduklarını ortaya koymuşlardı. Dikkat ediniz ki, onlar Yakup'un dedesi
İbrahim'den ve amcası İsmail'den söze başladılar, bunları da adı altında
ifadelerine dahil edip, kendi babalarından saydılar. Kendilerinin sadece
İsrailoğulları değil, aynı zamanda İbrahimoğulları olduklarını ve onun soyundan
geldiklerini ifade ettiler. Çünkü İbrahim kıssasını biliyorlardı, nimetin
sırrını anlıyorlardı. Burada Tevrat'ın son peygamberi müjdeleyen ve tarif eden
âyetlerinden bazılarındaki "ihvanınızdan, yani kardeşlerinizden"
kelimesinin mânâsını açıklayan bir cümle vardır. Eldeki Tevrat'ın beşinci
sifrinin onbirinci faslında Hz. Musa'nın dilinden, "İlâhınız Rab Teâlâ,
size aranızdan ve ihvanınızdan bana benzer bir nebi ikame edecektir."
şeklinde haber verilmektedir.
Burada Hz. Musa'nın ifadesi "nebiyyen
mislî" şeklindedir ki, "benim gibi bir peygamber", "benim
özelliklerime benzer özellikte bir peygamber" demektir. Yine aynı fasılda
"Rabbi Teâlâ, Musa'ya dedi ki, Ben onlara ihvanınız (kardeşleriniz)
arasından sana benzer, seni andıran -nebiyyen misleke- bir peygamber tayin edip
görevlendireceğim. O peygamberin, Benim ismimle tebliğ edeceği kelamları, her
kim dinlemezse, Ben ondan intikam alırım." şeklinde yer almış bulunmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları hala onun yolunu gözleyip dururlar. Ey
İsrailoğulları! Demek ki, peygamberlerin sonuncusu ve tıpkı Hz. Musa'ya
benzeyen, şeriat ve furkan sahibi biri, kardeşleriniz arasından peygamber
olarak gönderilecektir. İsrailoğulları'ndan böyle bir peygamber gelmemiştir. Bu
peygamber sizden değil, ihvanınızdan gelecektir. Acaba İsrailoğulları'nın
ihvanı kimlerdir? Yine İsrailoğulları'nın kendileri midir? Halbuki
İsrailoğulları bir bütün olarak ele alındığı zaman onların kardeşlerinin
kendileri olmaması gerekir, Yakub'un oğulları, babalarına cevap verirken,
"babaların İbrahim ve İsmail ve İshak" demekle bu kardeşlik
ilişkisini göstermişlerdir. Yakub'un öbür kardeşi İs soyundan Eyyûp (a.s.)'dan
başka peygamber gelmemiştir, o da Hz. Musa'dan önce idi. Bu ihvan olsa olsa
İsmail zürriyetinden olanlar idi. Çünkü İsmail, İshak'ın büyük kardeşi,
Yakub'un da amcası idi. Gerçek mânâsıyle İsrailoğulları olan Yakub'un
evlatları, İsmail'e dahi "baba" demekle İsmail evlatlarının kendi kardeşleri
olduklarını ifade etmişlerdi.
İslâm âlimleri ve kıymetli tefsirciler, bugün
elde bulunan Tevrat ve İncillerde, son peygamber Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in
peygamberliğini açıkça veya dolaylı olarak müjdeleyen, onun bazı özelliklerini
bildiren âyetlerin bir kısmını, aşağıda yer aldığı şekilde, açıklamışlardır:
Birincisi: Tevrat'ın biraz yukarıda
naklettiğimiz iki âyetinin Arapça'ları şöyledir: "Muhakkak Rabb, sizin
ilâhınızdır. Sizin için aranızdan ve kardeşlerinizden, benim gibi, bir
peygamber koyacaktır." "Muhakkak Rabb Teâlâ Musa'ya şöyle dedi:
"Şüphesiz ben, kardeşleri arasından onlar için senin gibi bir peygamber
koyacağım. Her kim benim ismimle bu adamdan ulaştırdığı kelimelerimi dinlemezse
muhakkak ondan intikam alacağım."
Bunun Yunanca'sı da acizane gördüğüm kadarıyla
şu şekildedir:
İkincisi: Tevrat'ın birinci bölümünün
dokuzuncu babında: "Sâre, Hacer'e öfkelenip gazap ettiği vakit, Allah'ın
meleği göründü ve ey Sâre'nin cariyesi Hacer, nereden geldin ve nereye
gidiyorsun dedi. Hacer, ben hanımım Sâre'den kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine
melek ona: Sen hanımına dön, onun emirlerine boyun eğ. Zira Rabbin senin
zürriyetini çoğalttıkça çoğaltacak. Zira sen gebe olacak ve bir oğul
doğuracaksın. Allah Teâlâ senin yalvarmalarını ve boyun eğişini duyduğundan
dolayı onun adını İsmail koyacaksın. O insanların gözbebeği olacak ve onun eli
herkese açık ve hepsinin üstünde olacak ve herkesin eli ona hürmetle uzanacak
ve o bütün kardeşlerine rağmen şükredecek." dedi.
İsmail Aleyhisselâmın elinin, bütün insanların
elinin üstünde olması bizzat değil, ancak evladından Muhammed (a.s.v.)'ın
peygamberliğiyle olduğunda şüphe yoktur. Zira o zamana kadar İsmail ve evladı,
çölde mahsur idiler. Hz. Muhammed'in peygamberliği üzerine İslâm dini ile
doğuya ve batıya yayıldılar.
Üçüncüsü: Yine Tevrat'ın Tekvin bölümünün
yirminci babında: "Rabbi Teâlâ Tûr-i Sîna'da geldi ve bize Saîr'den tulû
etti (doğdu) ve Faran dağlarında zuhur eyledi ve sağından Kıddîslerin
ünvanlarını saf yaptı da onlara izzet ihsan etti ve onları bütün kavimlere
sevdirdi ve Kıddîslerin hepsine bereketle dua etti". Bilindiği gibi Faran
veya Paran dağı Hicaz'dadır. Yine Tevrat'ta: "İsmail büyüdü ve okçu
oldu." denilmektedir. İsmail'in Mekke'de sakin olduğu da bilinmektedir. Şu
halde bu âyetin de Hicaz'da Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve Mekke'nin
fethine işaret ettiğinde şüpheye düşmemek lazım gelir. Yahudiler bunu
"Tûr-i Sina'dan ateş zuhur edip çevreye yayıldığı zaman Saîr'den ve
Faran'dan dahi birer ateş zuhur edip çevreye yayıldı." şeklinde yorumluyorlar
ve Musa'ya vahiy geldiği sıralarda olmuş bitmiş bir hadise gibi gösteriyorlar.
Lakin Allah'ın bir yerde mücerret bir ateş yaratmasına, "Oradan Rab geldi,
tulû etti, zuhur etti." denilmeyeceği aşikârdır. Böyle denilebilmesi için
oralarda bu olayın arkasından bir vahiy veya bir harikanın meydana gelmesi
gerekir. O tarihlerde ise Tûr-i Sina'dan başka bu gibi yerlerde böyle bir şey
olmadığı herkesçe biliniyor. Her halde bu âyet, Hz. Muhammed'in peygamberliğine
ve onun saf saf olmuş ashabına özellikle Mekke'nin fethine ve fetih sırasında
Ashab-ı kiramın saflarına işaret etmektedir. Nitekim Habkuk Kitabı'nda bu mânâ
tamamen beyan olunmuştur, şöyle ki:
"Allah Tûr-i Sina'dan, Kudsî Faran
Dağı'ndan geldi, Muhammed'in kıymetinden sema bir açılsa ve hamdinden yeryüzü
bir dolsa, manzarasının şuaları nur gibi olurdu, ülkesini şanla muhafaza eder,
ölümler önünden yürür. Yırtıcı kuşlar askerine arkadaş olur. Kalktı yeryüzünü
kuşattı ve bütün ümmetleri gözetti ve onlardan bahseyledi. Eski dağlar eğildi,
ebedî tepeler indi. Medyen ehlinin örtüleri sıyrıldı. Atlara bindik, yay ve
boyun binitlerinin üstüne çıktık. Yakında yaylarını doldurup atacaksın. Ey
Muhammed, oklar senin emrinle tam bir kanış kanacak, yeryüzü nehirlerle
gürleyecek. Seni dağlar gördü titredi, sel yağmurları senden bir yana çekildi.
Sahralar senin heybetinden ürktü, korkusundan ve perişanlığından ellerini
kaldırdı. Güneş ve ay, yörüngelerinde durakladı. Askerler oklarının
parıltısında ve beyanının parlaklığında yürüdü. Yeri öfkeyle çiğnersin,
ümmetleri zecren döver, harman edersin. Çünkü sen ümmetinin kurtulması ve
atalar toprağının kurtarılması için zuhur ettin!"
Hıristiyanlara ait nüshalarda son cümle
"ümmetinin kurtuluşu ve Mesih'in kurtarılması için zuhur ettin."
şeklinde olduğu da rivayet edilmektedir. Gerçekten de Muhammed (s.a.v), bütün
yücelikleri aşmış ve Hz. İsa Mesîh (s.a.v.)'i de yahudilerle hıristiyanların
yalan ve iftiralarından kurtarmıştır.
Dördüncüsü: Kitabı Mukaddes'in İşâya
kitabında: "Kuvvet ver, çiçek aç, arkadaşın Mekke'ye niyet ediyor. Artık
vaktin yaklaştı, Allah'ın kerameti üzerine doğacaktır. Arz karanlıklara
bürünmüş, sis ümmetleri kaplamıştır. Rab, sana tam bir işrak aydınlıkla
parlayacak Üzerine kerametini ızhar eyleyecek. Ümmetler senin nuruna, melikler
senin parlak ziyana yürüyecek. Gözünü etrafındakilere kaldır ve düşün, zira
onlar senin yanında toplanacak ve seni hac ve ziyaret eyleyecek ve sana
evlatların uzak diyarlardan gelecekler. Çünkü sen şehirlerin anasısın. Şimdi
diğer şehirlerin evladı, Mekke'nin evladı demektir. Koltuklar ve sedirler
üzerinde elbiselerinle süslen. Bunu gördüğün zaman sevinç duyacaksın. Çünkü
denizin zahireleri sana meyledecek, ümmetlerin askerleri sana hac eyleyecek.
Medyen tokluları sana sevkolunacak. Seba ehli sana gelip, Allah'ın nimetlerini
konuşacaklar ve O'nu büyükleyecekler. Farâ'nın koyunları sana gelecek ve benim
mezbahıma beni razı edecek kurbanlar sunulacak ve o zaman Ben, şanlı beytim
için bir hamd ihdas edeceğim".
Bu sayılan vasıfların hepsi, Mekke için, ancak
fetihten sonra gerçekleşti. Milletlerin askerleri ona haccetti, denizlerin
zahireleri oraya aktı. Orada ihdas olunan yeni hamd şekli de "Buyur
Allah'ım! Emrine hazırım. Senin hiçbir ortağın yoktur. Emret Allah'ım! Şüphesiz
ki hamd, nimet ve mülk senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur." telbiyesidir.
Araplar İslâm'dan önce de telbiye getirirlerdi, fakat " Buyur Allah'ım!
Senin kendine ait olup sahip bulunduğun ve senin için olan ortaktan başka bir
ortağın yoktur." derlerdi. İşâya kitabında Bâdiye hakkında birçok
tavsifler vardır.
Beşincisi: Tevrat tefsircilerinden Seman,
Tevrat'ın birinci sifri (Tekvîn)nin başlarında şunu rivayet etmiştir:
"Allah Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma vahyedip dedi ki; İsmail hakkındaki
duanı kabul ettim ve onu mübarek kıldım, büyüttüm ve cidden muazzam yaptım, on
iki büyük çocuk doğurtacak ve onu ben bir muhteşem ümmet için imam
yapacağım."
İsmail evlatları içinde bizim peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmdan başka bir muhteşem ümmete imam olan kimse yoktur. Ve
bu ümmetin, Muhammed ümmeti olduğu aşikardır.
Altıncısı: Tefsiri üzerinde durduğumuz bu
âyetle ilgili olmak üzere Hz. Yakup'un evladına vasiyeti hakkında Tevrat'ın
Yunanca tercemesinde şu âyet nakl edilmiştir: Hz. Yakup, oğullarını toplayıp
onlara demişti ki: "Ey oğullarım, gelecek olan o peygamber gelmediği müddetçe
bizden peygamberlik kesilmez. O geldikten sonra bizden peygamberlik ve saltanat
kesilir. Cümle âlem onun gelişini beklemektedir."
Yedincisi: Zebur'un yine Yunanca'sından şu
metin nakledilmiştir:
Yani, Hak Teâlâ vahiy yoluyla Davud'a buyurdu
ki: "Senden sonra şeriat sahibi bir peygamber göndereceğim ki, onun
peygamberlik güneşi, doğuya ve batıya nur saçacak, onun kendisine ilk önce tabi
olan ümmeti Arap kavminden olacak. İnat ve muhalefet edenler, hor ve hakir
olacak zillete düşecek, şeriatine cihanın hükümdarları itaat edecek. Dini ve
şeriati kıyamete kadar baki kalacak."
Sekizincisi: İncillerde de Hz. Muhammed'in
vasıfları hakkında müjdeler bulunmaktadır. Bu cümleden olarak: nassı mevcuttur.
Yani Hz. İsa buyurmuş ki; "O ki, benden
sonra gelecek, benden evvel yaratılmıştır.
Ben onun papuçlarının bağını çözme hizmetine
bile layık değilim." (Matta İncili) .
Dokuzuncusu: Yuhanna İncili'nin Arapça'sında
şöyle bir âyet bulunmaktadır:
Hz. İsa Mesih, Havarilerine demiştir ki:
"Ben gideceğim ve size Faraklit, o ruhulhak gelecektir ki o, kendiliğinden
konuşmaz. Ancak kendisine söylendiği gibi söyler." (Yuhanna)
Gerçekten de Kurân'da "Ben ancak bana
vahyedilene uyarım." (En'âm, 6/50); "De ki, onu kendiliğimden
değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyolunandan başkasına
uymam." (Yunus, 10/15) ve "O kendi keyfine, kendi heva ve hevesine
göre konuşmaz, onun sözleri vahiyden başka birşey değildir." (Necm, 53/3,4)
âyetleri bu ifadeyi doğrulamaktadır. "Faraklit" kelimesi iki türlü
tefsir edilmiştir ki: Birisi "Şafî müşeffa" demektir. Bu ise
Resulullah'ın bir sıfatıdır.
İkincisi, hıristiyanlardan bir kısmı demiştir
ki; Fariklit hak ile batılı ayıran demektir. Aslı "fâruk"tur,
"lit" ise tahkik ve te'kit ifade eder. Bu suretle Fariklit, furkan
sahibi demek olur. Bu da peygamberlerin sonuncusu olan Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in isimlerinden biridir. Hıristiyanların bu âyetleri anlamak
istememeleri dalaletten başka bir şey değildir. Şafi' müşeffa' anlamına gelen
Fariklit Yunanca'dan, ikincisi ise İbranîce'den alındığına göredir.
Onuncusu: Bu âyetler eldeki Tevrat ile
İncil'in muhtelif nüshalarında mevcut olan ve yahudilerle hıristiyanların,
aslını değil, yalnızca mânâsını gizlemek maksadıyla yanlış te'villerle tahrif
etmek istedikleri âyetlerdir. "Kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli
kimseler, onu, tilavetinin hakkını vere vere okurlar, çünkü ona
inanırlar." (Bakara, 2/121) âyetinin mânâsına uygun olarak bunlar kitabı hakkıyle
okuyanlardır. İşte bu âyetler, onu hakkıyle okuyanlar arasında azıcık idraki,
azıcık insafı olanlar için her türlü şüphe ve tereddüdü ortadan kaldırmaya
yeten açık seçik belgelerdir. Aslında Kur'ân'da bunların her birini doğrulayan
çok sayıda âyet bulunmaktadır. Bunlardan başka, bazı tefsirciler, Tevrat ve
İncillerden çıkarılarak aslı büsbütün ortadan kaldırılmış bazı önemli âyetlerin
varlığından da söz etmişlerdir: Abdullah b. Abbas Hazretlerinden rivayet
olunduğu üzere, Cenab-ı Allah, Tevrat'ta İsrailoğulları'na şöyle bir ahit
vermiştir: "Ben, İsmail evladından bir ümmî peygamber göndereceğim, her
kim ona tabi olur, getirdiği nuru tasdik ederse günahını bağışlar, kendisini
cennete girdiririm ve ona iki ecir veririm; biri Musa'nın ve diğer
peygamberlerin getirdiklerine uymanın ecri, biri de İsmail evladından ümmî
peygamber Muhammed'in getirdiğine uymanın ecridir." Bunun Kur'ân
tarafından tasdiki: "Kur'ân'dan önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona
da iman ederler, onlar kendilerine Kur'ân okunduğu zaman, "Ona iman ettik,
çünkü o Rabbimizden gelmiş bir hakikattir. Esasen biz ondan önce de zaten
müslüman idik." dediler. İşte bunlara ecirleri iki kerre ödenecektir...
onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan
harcarlar." (Kasas, 28/ 52,53,54).
Tevrat'ta, sonuncu peygamberin doğumu
Mekke'de, meskeni Taybe'de, mülkü Şam'da ve ümmeti hammadûn diye vasfedildiği
de nakledilmiştir.
Yukarıda nakledilen ve bugün dahi mevcut
bulunan Tevrat ve İncil âyetleri de kesinlikle gösteriyor ki, Cenab-ı Allah
ötedenberi eski ümmetlerin her birine ileride gelecek ve hepsinin son hedefi
olacak bir şanlı peygamberi haber vermiş, vaad ve müjde buyurmuş, gelmeden
evvel hepsine onun gıyabında iman teklif eylemiş ve her Kitap ehli bunu kabul
edip, Allah'a ahd ve misak vermiştir. Bu ahit ve bu âyetler gereğince ne
Musevilik başlangıçtır, ne de Hıristiyanlık sonuçtur. Tevrat'a göre; Musa'ya
benzeyen ve kitabı hep bismillah ile başlayan o peygamberin Hz. İsa olmadığı
aşikardır. Ayrıca bizzat İncil âyetlerinin delaleti gereğince kendisinden sonra
furkan sahibi ve hakkın ruhu olan o peygamberin teşrifini müjdelemiş olan İsa,
dininin son hedef olmadığını açıkça itiraf etmiş, "Ben gitmezsem, size o
gelmez." diyerek son peygamber Efendimiz hakkında ümmetinden en son ahdi o
almıştır. İşte bu vaad ve ahdi tasdik ve bilfiil gerçekleştirmek üzere Cenab-ı
Allah "lâ raybe fih" yani içinde hiçbir şüphe bulunmayan Kitab-ı
mübîn'i ve Furkan-ı hakîm'i ile son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Efendimiz'i peygamber olarak göndermiş ve bundan dolayı İsrailoğulları'na ilk
hitabında "Haydi bakalım siz benim ahdimi yerine getirin, ben de size
verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki
kitabı (Tevrat'ı) tasdik eden bir kitap olarak indirdiğim Kur'ân'a iman
edin!" (Bakara, 2/41) ilâhî fermanları bu ahdin icra ve ifasını ve
gereğinin yerine getirilmesini talep etmiştir. Bu konudaki bütün şüpheleri
silip gidermek için aklî ve naklî her türlü delili gözler önüne sermiştir. En
nihayet İbrahim'in dua ve kelimatına ve Hz. Yakub'un vasiyyetine dikkat
çekerek, ihvanın mânâsını ve İslâm'ın aslını ve değerini anlatmış, meselenin
özünü ve içyüzünü aydınlatmıştır.
Şimdi bütün bu hitapların nihaî faydasını
özetlemek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
134. Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara
kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Siz onların yaptıklarından
sorguya çekilecek değilsiniz.
134-Ümmet: İmam kökünden alınmış bir çoğul
isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat
demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup, düzenli bir
şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerine hakim
olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle ümmet, imamet-i kübra sahibi cemaattir.
Cemaatlara göre ümmet, fertlere göre imam gibidir. Demek ki ümmet, hakim bir
milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal toplumdur.
Bu zikrolunan cemaat, yani İbrahim ile Yakub
ve bunların vasiyyetlerini tutan, Allah'ın birliğine inanan ve müslüman olan
oğulları geçmiş bir ümmettirler. Çeşitli insan gruplarının birliği için,
onların önüne geçmiş, uyulmaya ve itaat edilmeye layık bir cemaat idiler. Şu
halde onlar başka siz başkasınız, siz onlar değilsiniz ve onlar sizden hiç
değildir. Siz "Biz onların evladıyız." diye kuru bir neseple iftihar
etmekle kurtulamazsınız, onların kazandıkları onlara aittir, sizin
kazandıklarınız da size aittir. Ve siz, onların yaptıkları amellerden sorumlu
olmazsınız, sorumlu tutulmazsınız. Herkesin menfaati kendi kazancında ve
herkesin sorumluluğu da kendi yaptığındadır. Cemaatler de böyledir: Sizden
öncekiler iyilik yapıp sevap kazandıkları halde, siz onlara benzemeyip fenalık
yapar, günah kazanırsanız, sırf onların soyundan gelme iddianızla onların
kazancından faydalanamazsınız. Yine bunun gibi, öncekiler fena şeyler
yapmışlar, ancak siz bu hususta onlara uymamış iseniz, onların fenalığı da
sizden sorulmaz. Sizden hesabı sorulacak olan şey sadece kendi amelleriniz,
kendi yaptıklarınızdır. O halde sizden öncekilerin iyiliğiyle iftihar etmeyin,
onlarla öğünmeyin. Siz de onlar gibi iyi kazançlar kazanmaya bakın. Ayrıca eski
atalarınız hatalar yapmış, günah işlemiş ise ondan dolayı da üzülmeyin, siz
onlara uymayıp hak yoluna gidin, iyilik yapın.
İyilerin, geçmiş büyüklerin evlatları ve
mensupları onlara uyup, onlara benzeyip İslâm ve ihsan ile iyi ameller ve büyük
işler yapmazlarsa, kuru bir nesep ve mensubiyet iddiasıyla kendilerini
sorumluluktan kurtaramazlar. Aynı şekilde kötülerin evlatları, geçmiş atalarına
uymayarak iyi ve güzel işler yaparlarsa sırf onların soyuna mensup olmaları
yüzünden, geçmişlerinin yaptıkları kötülüklerden dolayı hesaba çekilmezler ve
kendilerini kurtarmış olurlar. "Herkes kendi yaptığıyla rehin
tutulur." (Tûr, 52/21), "Gerçekten de insan için kendi emeğinden
başkası yoktur." (Necm, 53/39) âyetleri bunu kesin olarak ortaya
koymuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz, akrabaları olan Haşimoğulları'na,
"Başkaları bana hizmetleriyle gelirken, siz sadece neseplerinizle
gelmeyin." buyurmuştur. Gerçi nesep ve yakın akrabalık bir şereftir. Fakat
sadece nesep, halas ve felah (kurtuluş) için yeterli bir sebep değildir. Fayda
getiren yakınlık asıl amelde, din ve ahlâkta, hasılı geçerli olan gerçek
sebeplere sarılmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki; âyet-i kerimede "Sûra
üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında ne soy-sop kalır, ne de birbirlerini
arayıp soracak halleri!" (Müminûn, 23/101) buyurulmaktadır.
Cenab-ı Hakk'ın, yaratılıştan gelen ihsan ve
ikramları çoktur ve bunlar bütün yaratıklarına şamildir. Yaratılışın kanunları
ve ilkeleri herkes için geçerli ve zorunludur. Lakin insan için buna karşılık
başka bir kanun daha vardır ki, o da istek ve emek kanunudur ve insan işte
bundan sorumludur. Kazançların hesabı görüldüğü zaman, doğuştan sahip oldukları
imkan ve kabiliyetleri kötüye kullananlar daha çok zarar ederler, o vakit büyük
nesepler, şerefli atalar onlar için yüz karası olur. İşte bundan dolayıdır ki,
herkes kendi kazancına bağlıdır. Acaba bu mesele böylece mutlak mıdır? Bu
âyetlere göre mutlak ve kesin görünüyor. "Ancak herkesin fayda ve zararı
yalnız kendi çalışmasına bağlı kalacaksa, kimse kimsenin yaptığından fayda ve
zarar görmeyecekse, sosyal yardımlaşmanın, ümmet ve imametin hikmet ve faydası
nedir? Bu sosyal yardımlaşma ve dayanışmalar, işleri kolaylaştırmaya yarıyorsa
bu da bir fayda değil midir? Sonra tevarüs (kalıtım) denilen şey yalnızca
dünyaya ait bir özellik olsa bile, ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından ahirete
de faydası olmuyor mu? Eğer kesinlikle böyle ise yukarıdan beri İsrailoğulları
kıssalarında, onlar halef ve selef olarak, niçin birbirlerinin yaptıklarıyla
övülüyor ve yeriliyorlar?" şeklinde sualler akla gelebilir. Gerçekten bu
hükümler mutlak ve kesin gibi görünmüyor. "Herkes kendi yaptığıyla rehin
tutulacaktır, ancak meymenetli dostlar böyle değildir." (Müddessir, 74/38-39)
âyeti gereğince kendi çalışmasının üstünde birtakım nimetlere erecek olan yemin
ashabı (uğurlu dostlar grubu) da vardır. Yine bunun gibi "İman eden ve
zürriyetleri de iman yolunda kendilerine uyanlar, işte Biz onların nesillerini
de kendilerine kattık." (Tûr, 52/21) âyeti gereğince uymak ve tabi olmak
şartıyla zürriyetin, köke katılması, kendi kazancının üstünde bir mutluluktur.
Demek ilâhî lütuflar kazancın yalnızca başlangıcında değil, arasında ve sonunda
da kesintisiz olarak vardır. Kalıtım ve yardımlaşma ilkeleri de böyledir. Şu
halde âyetin mânâsı, herkesin birbirinden yararlanma ve zarar görmesini yok
saymak ve inkar değildir; sadece kişinin kendi şahsî hareketlerinden, kendi
iradesiyle yaptığı tercihlerden yalnızca kendisinin sorumlu tutulacağını, hür
tercihlerindeki çalışma ve kazancın önemi ve bunların birbiriyle ilişkisini
isbat içindir. Bütün bunlardan, ilâhî mevhibelerin (vergilerin), ikram ve
ihsanların yokluğu ve inkarı gerekmeyeceği gibi, ecir ve sevabın da mutlaka
çalışmayla uygun olması da gerekmez. Allah'ın ihsanları, çalışmaya bağlı olan
yerlerde bile o gayretin derecesiyle sınırlanmış değildir: Küçük bir amele
büyük bir ecir verilebilir. Böylece sosyal yardımlaşma esasları, bir tarafın
öbür taraftan faydalanmasına dayandığı halde gerçekte bunlar dahi az çok bir
müktesep (kazanılmış) hakka ve şarta bağlı bulunmaktadır. Bu da daha önceden
mevcut olan din, millet ve vatandaşlık bağları gibi bağlardır. Bütün bu bağlar
da iman şartına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, çalışmanın bazı dereceleri
toplumun bütününün faydalanmasına manidir. Yine bundan dolayıdır ki, sırf nesep
ve akrabalık, bütünüyle o mirasa sahip olmaya yetmez. Aslında kalıtım,
mirasçının o mirası bırakana halef olması demektir ki, bu da onun milletine
uymayı sürdürmesi şartına bağlıdır. Bu sebeple din ve diyar farklılıkları
mirasa engeldir. Mirasçı nesep sebebiyle miras bırakanın kazancından
faydalanmış görünüyorsa da, bu faydalanmanın asıl sebebi yine mirasçının kendi
çalışması olan dinine bağlılığıdır. Ayrıca o mirası çarçur etmeden iyi
kullanacağı güvenini vermiş olması şartına da bağlıdır.
İşte âyetlerin mutlak gibi görünen hükmünün
ilgili yönleri budur. Bundan çıkan sonuç da herkesin menfaatinin kendi
kazancına bağlı olmasıdır. Herkes kazancından sorumludur. Kimse kimsenin günahından
hesaba çekilmeyeceği gibi, hiçbir kimse bir başkasının kazancından, kendisinin
bir çalışması olmadan istifade edemez. Çalışmaya bağlı sonuçların bu kadar
adaletle dağıtılması dünyada olmazsa, ahirette muhakkak olacaktır. Ve bunun
içindir ki, dünyada sosyal çalışmaların kâr ve zararının adaletle dağıtılmasını
sağlamayan ve başkalarının emeğinden, haksız yere faydalanmaya kalkışan
ümmetler çabucak yıkılırlar ve böyle zalimler ümmet ve imamete layık olamazlar.
Bütün bunlarla beraber az fakat düzenli ve güzel işlerle büyük büyük menfaatler
elde etmenin bir yolu vardır. O yol, doğru ve hak yol olan sırat-ı müstakimdir.
Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü gibi, halef, selefin yaptıklarıyla övülüyor veya
yeriliyor olduğu zaman dahi bu övme ve yermelerin yalnızca nesebe değil, iman
ve İslâm yoluna uymaya, hak yola girip girmemeye bağlandığı dikkat çekicidir.
Bu da yine onların kendi çalışma ve tercihleriyle olacak bir şeydir. Şu halde
insanlar vaktiyle yaşamış büyük bir ümmetin nesli ve mensupları olmakla kendilerini
kurtaramazlar ve onlar gibi büyük olamazlar. Onlar gibi büyük olabilmek için
onlar gibi güzel işler ve büyük eserler yapmak zorundalar. Dahası var, sonradan
gelenler, daha öncekilerden daha çok güzel işler yaparlarsa büyüklükte onları
da geçerler. İşte o zaman selefler ile haleflerin gelişme yarışından daha büyük
ve daha mes'ut bir ümmet meydana gelir ve işte Hz. İbrahim buna dua etmiş,
Hâtemü'l-Enbiya Efendimiz de bu duayı tahakkuk ettirmek için ve onun tasdiki
olarak gelmiştir. İşte bu zaman böyle bir büyük ümmeti meydana getirmek ve
geniş bir doğru yol kurma ve teşkil etme zamanıdır. Bu iş sadece nesep ve soy
davası güden, büyük bir soydan gelmekle övündükleri halde atalarının gittiği
yoldan gitmeyenlerin kârı değildir. Hem eskilerin güzel yollarını yıkmayıp
yaşatmalı, hem de o yolu daha da genişleterek ve daha güzel işler yaparak,
cihanşümûl (dünya çapında) bir ana yol, bir sırat-ı müstakim (doğru yol) haline
getirmeye çalışmalıdır ki, bunda sadece nesebin tesiri olmaz. Bütün nesepler,
bütün hasepler dahil, bütün insanlığın istifadesi sağlanmış olur.
Bu böyle iken:
Meâl-i Şerifi
135- Bir de: "yahudi veya hıristiyan
olunuz ki, hidayet bulasınız." dediler. Sen onlara de ki: "Hayır!
Hanif olarak hakka tapan İbrahim'in dinine (uyarız) ki, o hiçbir zaman
müşriklerden olmadı."
136- Deyiniz ki, "Biz, Allah'a iman ettik
ve bize ne indirildiyse İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına ne
indirildiyse, Musa'ya ve İsa'ya ne indirildiyse ve bütün peygamberlere
Rablerinden ne verildiyse hepsine iman ettik. Biz onların arasında fark
gözetmeyiz ve biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız."
137- Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi
iman ederlerse doğru yola girmiş, hidayeti bulmuş olurlar. Yok eğer yüz
çevirirlerse onlar sadece ve sadece didişmenin içindedirler. Allah onlara karşı
sana yeter. Ve O, işitendir, bilendir.
138- Allah'ın boyasına bak, (vaftiz nolacak?)
Kim, Allah'dan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O'na ibadet edenleriz.
139- De ki: "Allah hakkında bizimle
didişmeye mi gireceksiniz? Oysa O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir.
Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size. Şu kadar var ki, biz O'na
ihlas ile sarılıyoruz.
140- "Yoksa siz, İbrahim de, İsmail de,
İshak da, Yakup da ve torunları da hep yahudi ve hıristiyan idiler mi demek
istiyorsunuz?" De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah
mı?" Allah'ın şahitlik ettiği bir hakikatı bile bile inkar edenden daha
zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
141- Onlar bir ümmet idiler, gelip geçtiler.
Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandıklarınız. Ve siz onların
yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.
135- Yahudiler ve hıristiyanlar, herkese:
"Siz de yahudi ve hristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız." dediler.
Yahudiler Yahudiliğe, Hıristiyanlar da Hıristiyanlığa davet edip durdular.
Bunlar, ikisi bir araya gelmez iken, her biri kendi yoluna davet edip ihtilaf
ve niza çıkardılar, hem de bunun hidayet olduğunu iddia ettiler. İşte bundan
dolayı ya Muhammed! Sen söyle de: Yahudi ve hıristiyan olmak değil, bilakis
hanif, yani küfür ve şirkten arınmış, hakka ve tevhide yönelik olarak İbrahim
milleti olalım, hep onun milletine uyalım, onun milletinden ve ehlinden olalım.
İbrahim hanif idi, müşriklerden değildi. Kendisinden sonra gelen ve yukarıda
görüldüğü üzere, birçok yönden müşriklere benzeyen yahudi ve hıristiyanlardan
hiç değildi. Lakin onlar geçmiş bir ümmet idi. "Biz onlardan nasıl
olalım?" derseniz, onun da kolayı vardır: Evvela geçmiş olması onların
arkasından gitmeye, onlara uymaya engel değildir. İkincisi, zaten siz o geçmiş
ümmetin aynen kendisi değilsiniz, onu yenileyen, yeniden ihya eden, daha da
genişleten ve İbrahim'in duasında onun isteğinin gayesi olan yeni ve büyük bir
ümmet, müslim bir ümmet olunuz ki, bu ümmet İbrahim'in ümmetini de içine alan
daha büyük bir toplum olmuş olsun.
136-Böyle olmak için şöyle deyiniz: Biz,
Allah'a, bize inzal olunana; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına inzal
olunana aynı şekilde Musa'ya ve İsa'ya verilmiş olana ve bunlardan başka daha
ne kadar peygamber gelmiş ise Rabları tarafından kendilerine verilmiş olana da
iman ettik. Bunların hiçbirisinin arasında fark gözetmeyiz. Yahudi ve
hıristiyanların yaptığı gibi, bir kısmını tanıyıp, bir kısmını tanımazlık
etmeyiz. Böyle söylemek "hepsinin derecesini eşit ve aynı biliriz"
demek değildir. "Hiç birini inkar etmeyiz, hepsinin peygamberliğini kabul
ederiz, peygamberliklerine iman etme konusunda farklı bir tutum içine
girmeyiz." demektir. Şu halde önce Allah'ı, sonra kendi peygamberimizi,
daha sonra da onun, peygamberdir diye bize bildirdiği peygamberleri tanırız. Ve
biz sadece Allah'a teslim olmuş ve bağımlıyız. İşte İslâm milleti, böylesine
geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve muhteşem bir
ümmettir.
137- "İnandık deyiniz!" buyurulması,
iman konusunda kalb ile tasdikin yanında dil ile ikrarın da gerekliliğini dile
getirmektedir. Rivayet olunuyor ki, bu âyet nazil olduğu zaman, Resululah
yahudilerle hıristiyanlara, "Allah böyle emretti." diye söylemiş ve
bu âyeti okumuştu. Hz. İsa'nın isminin anılmasına gelince, yahudiler, inkar
eyleyip, ona küfrettiler. Hıristiyanlar da "İsa diğer peygamberler gibi
değildir, o Allah'ın oğludur." dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
Ey müminler, siz onlara söyleyiniz ve şöyle haber veriniz: Eğer yahudiler ve
hıristiyanlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten ihtida etmiş,
doğru yola girmiş, hak yolu tutmuş olurlar, aranızda birlik ve bütünlük
sağlanmış olur. Eğer yüz çevirirlerse onlar hakikaten şikak, yani ihtilaf,
münakaşa, parçalanma ve didişme içindedirler, bölünüp parçalanmadan
kurtulamazlar, sürekli didişir dururlar, böyle olunca da ey Muhammed! Bundan
sonra onların şerrine karşı Allah sana kâfidir. Biraz geciktirse bile hiç
şüphesiz onların hakkından gelecektir. Ve O Allah Semî'dir, duanızı ve her
söylediğinizi işitir; Alîm'dir, gizli niyetlerinize varıncaya kadar her
şeyinizi bilir ve ona göre hükmünü icra eder. Hakka ihlas ile sarılmanın hükmü
felah (kurtuluş) ve zaferdir. Hakka karşı muhalefet ile direnmenin hükmü de er
veya geç helâke uğramaktır.
138-Hıristiyanlar çocuklarını
"ma'mudiye" dedikleri sarımtırak bir suya daldırırlar ve buna
"ta'mid" yani "vaftiz" derler. Bunun da bir temizleme
olduğunu söylerler ve ne zaman birisi çocuğunu vaftiz ederse, çocuk için,
"İşte şimdi hakkıyla Hıristiyan oldu." derler. Buna karşı Cenab-ı
Allah, müslümanlara buyuruyor ki, siz böyle yukarıda anlatıldığı gibi tevhid
ile, hiç fark gözetmeksizin iman ettiğinizi söyledikten sonra şunu da ekleyiniz
ve deyiniz ki; biz, Allah boyası olan ve yaratılıştan gelen iman ile iman
ettik, sudan imana, sun'î (yapay) boyaya tenezzül etmeyiz. Allah boyasına
bakınız, Allah boyasına, zira Allah'ın boyasından daha güzel kimin boyası
vardır? Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, dikkat ediniz O'nun boyasından
daha güzeli var mıdır? Ağaçlara ve otlara, bütün çiçeklere, bilhassa insanların
simalarına ve göz renklerine şöyle bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile
insanların sonradan sürdüğü sun'î boyalar arasında kıymet ve güzellik
bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz. Özellikle insan bedenlerine
sürülen ve yaratılışı bozan boyalar ne kadar arızî, ne kadar çirkin ve mülevves
şeylerdir. İşte maneviyatta, din ve ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir
din, iman ilâhî bir iman, temizlik doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan bir
güzelliktir. Sonradan elde edilen bütün temizlik ve güzellik, aslında doğuştan
gelen güzellik ve temizliğin korunmasına yöneliktir, sonradan ona ârız olmuş
birtakım pisliklerin giderilmesine dönüktür. İnsanları bir paçavra boyar gibi,
renkli bir suya sokup çıkarmakla elde edileceği sanılan iman, sudan bir
imandır, çok temelsiz bir dindir. Bunun ne kıymeti var ki? İman ile dini bir
boyaya benzetmek gerekirse, biz Allah boyası olan bir fıtrî iman ile ve Allah
tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddî ve manevi bütün temizlik
çabalarımız ve güzelliklerimiz hep ilk oluştan, doğuştan gelen temelin
muhafazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah
tarafından boyanmasıdır. İman en güzel Allah boyasıdır. Ve işte böylece biz
ancak O'na ibadet ederiz, yalnızca O'na kulluk eyleriz. O'nun kulları, O'nun
köleleriyiz. Diğer bütün peygamberlere inanmamız, O'nun gerçek peygamberleri
olmalarından ve O'nun emirlerini bildirmelerinden dolayıdır. Yoksa biz onları
ilâhlaştırıp tanrı yerine koymayız. Hele hele hıristiyanların Hz. İsa'ya yaptığı
gibi, şirke sapmayız hatta kendi peygamberimize de tapmayız. Onun hakkında da
"Şahitlik ederiz ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Resulüdür." diyerek
kelime-i şehadet getiririz. nazm-ı celîli de yukarıdaki 'ya bağlı olarak âyetin
sonuna kadar emrinin mekûlü kavlinde dahildir. Aradaki âyeti ise cümle-i
mu'tarıza, yani ara cümledir. Şu halde ise "Allah bizi boyadı."
meâlinde nın mef'ul-i mutlakı mevkiinde bulunmaktadır. Bununla beraber
"iğrâ" (teşvik etme) babından olması da caiz görülmüştür.
139- ey Muhammed! Sen, o yahudi ve
hıristiyanlara şöyle söyle ve de ki: Siz, bize karşı Allah hakkında
"Allah'ın hak dini yahudilik veya hıristiyanlık'tır, şu halde cennete
ancak bunlar girebilecektir, geliniz siz de Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki,
hidayet bulasınız." diyerek münazara ve mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O
Allah, hem bizim, hem sizin Rabbimizdir. Biz O'na iman ederken O'nun sizin de
Rabbiniz olduğunu inkar etmeyiz. O halde bize karşı verdiğiniz bu mücadele ne
kadar boş bir mücadeledir. Bununla beraber bizim amellerimiz bizimdir, sizin
amelleriniz de sizindir. Biz müslümanlar yukarıdaki imanımız gereğince başka
din sahiplerinin kendi inançlarına göre yaptıkları dinî amellere karışmayız.
Din ve vicdan hürriyetine riayet ederiz. Bu bakımdan İslâm toplumu, her toplumdan
daha geniş görüşlüdür. Onun içinde semavî dinlerden her biri kendi halinde
yaşayabilir ve yaşayabilmiştir. Allah Teâlâ hepimizin Rabbidir, ve O'nun
katında her birimiz kendi yaptığımız amellerden sorumlu olacağız. Şu kadar var
ki, biz O'na ihlas ile bağlıyız. Amellerimizde ancak O'na ihlas ile hareket
ederiz. İhlas ve samimiyetimizi sunacak başka bir mabud veya birtakım aracılar
tanımayız. O'nun rızasına uygun olmayan hususta, hatır gönül dinlemeyiz. İşte
O'nun huzuruna amellerimizle giderken aramızdaki bu farkla gideceğiz ve ona
göre hesap vereceğiz ki, bu noktada ne kadar dikkat çekicidir.
140-141-Buna karşı siz ne yüzle mücadele
edebilirsiniz? Ey yahudiler ve ey hıristiyanlar! Siz, İbrahim milletine tabi
olmamak ve bizimle mücadele etmek için İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve
torunlar yani hep bunlar, yahudi ve hıristiyan idiler mi diyorsunuz?
Nafi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Halef rivayetiyle
Hamza ve Ebu Cafer, ayrıca Ravh rivayetiyle Ya'kup "yâ" ile okurlar.
Önceki okunuşa göre bu âyet emrinin mekûlüne dahil, bu ikinci okunuş şekline
göre ona nazir ve doğrudan doğruya peygamberi muhatap tutmaktadır. Ona göre
mânâ "Ey Muhammed, o yahudiler ve hristiyanlar böyle mi diyorlar? Bu
peygamberlerin kendilerinden olduklarını mı iddia ediyorlar?" Sen onlara
de ki; Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Elbette
Allah daha iyi bilir. Öyle değil mi? Halbuki Allah öyle biliyor ve öyle
şahitlik ediyor ki, o peygamberler ne yahudi idiler, ne de hıristiyan idiler.
Daha önce yaşamış birer geçmiş ümmettirler. İbrahim hanif ve müslimdir ve
müşriklerden de değildir. Siz ise kesin olan bu gerçeği bile bile inkar ediyor
ve dile getirmiyorsunuz.
Ve acaba kendince bilinen ve Allah tarafından
sabit olmuş olan bir şahitliği yapmayıp inkar edenden daha zalim kim vardır?
Zira doğru olan bir şahitliği yapmayıp, sus pus olmak ve ketûm (gizleyici)
davranmak da en büyük haksızlıktır, en büyük zulümlerden biridir. Ve Allah
Teâlâ duasına karşılık İbrahim'e "Zalimler benim ahdime nail
olamazlar." buyurmuştur. Siz nasıl olur da hakkıyle uyulacak ve ardından
gidilecek bir millet olabilirsiniz? Size uyanlar nasıl olur da hidayete
erebilirler? Siz yoksa yaptığınız zulüm ve haksızlıklardan, bile bile şahitliği
ketmetmenizden Allah'ı gafil mi sanıyorsunuz? Allah, sizin yaptıklarınızdan ve
yapacaklarınızdan gafil değildir. Bu vesileyle bir kerre daha işitiniz ve
biliniz ki, hakikat şudur: Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları
onlara, sizin kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu
tutulmazsınız." Bunu iyi belleyin, bundan sonra halinizi ve geleceğinizi
iyi düşünün ve bu çalışma ilkesine iyi riayet edin. Hz. Muhammed'in
peygamberliği ve imameti altında teşekkül eden ve bütün peygamberler tarafından
önem verilmiş bulunan bu muazzam ümmete, bu tevhide bağlı olanların birliğine
siz de dahil olmaya çalışın.
Tefsircilerin açıklamasına göre, bu âyette
başlıca birkaç tenbih (uyarma) vardır:
Birincisi: Geçmiş ataların faziletlerini dile
dolamakla kalınmamalıdır. Herkes ameliyle hesaba çekilecektir. Kendi
yaptığından sorumlu tutulacaktır.
İkinci olarak: geçmişlere farz kılınan
hükümler, aynen onların soyuna da farz kılınmak nasıl garip karşılanacak bir
olay değilse; değişik maslahatlara bağlı olarak Muhammed (s.a.v.)'in, insanları
eski bir milletten yeni bir millete geçirmesi ve bunun için yeni bir şeriat
getirmesi de mümkündür. Bu da inkar edilmeye çalışılmamalıdır. Yukarıdaki nesih
âyetleri de bu imkanı dile getirmektedir. İşte "zamanın değişmesiyle
hükümlerin de değişmesi" gerektiğine dair fıkıh kaidesi de bu gibi
âyetlerin çerçevesi içindedir. Hükümlerin böyle çeşitli sebep ve faydalarını
bilmeye yarayan ilme "Fıkıh" denilir. İslâm dininin böyle bir
taraftan değişmez ilkelere, diğer taraftan değişik şartlara göre uygun düşen
esnek kurallara dayanması, onun kıyamete kadar ayakta duracağını gösteren belli
başlı özelliklerinden biridir. Bu sayede insanlığın hem ilerlemesi muhafaza
olunur, hem de yıkıcı, buhranlı inkılâp ve değişmelerden korunmuş olur.
Üçüncü olarak: Peygamberlerin açtığı yola
girmek isteyenlerin, öncekileri doğru ve yanlışlarıyla olduğu gibi ve körü
körüne taklit etmeye uğraşmayıp, hak ve batılı bizzat seçip ayırdederek amel
etmeleri lazım gelir. Çünkü "Siz onların yaptıklarından sorumlu
değilsiniz." buyurulmuştur. Bu gibi önemli ilkeleri içine alan bu âyet,
benzetmek gibi olmasın, sanki bir terci-i bend gibi ayrı ayrı siyak ile takrir
edilmiş, bu takrir, sadece tekrardan ibaret kalmamıştır. Birinde soya bağlılık,
diğerinde dine bağlılık açısından ele alınmıştır. Ayrıca öncekinde esbat yani
torunlar, işaretine açıkça dahil olmadığı halde, sonrakinde dahil olmuştur. Ve
bu suretle birinci cüz sona ererken, İslâm ruhunun birliği ve bütünlüğü
sağlanmıştır ki, bundan sonraki cüzde İslâm'ın maddî ve cismanî birliğinin
sağlanması demek olan Kıble meselesine geçilecek ve Muhammed ümmetinin
teşekkülüne ve onun özünde mevcut belli başlı özelliklerine işaret
buyurulacaktır. Buraya kadar olan âyetleriyle Bakara Sûresi, Fâtiha Sûresi'nin
" "e kadar olan birinci kısmına benzemektedir. Bundan sonra yeni bir
"sırat-ı müstakîm" (doğru yol) hidayetine başlanacaktır. Bunun için
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
142- İnsanlar içinde bir kısım beyinsizler
takımı, "Bunları bulundukları kıbleden çeviren nedir?" diyecekler. De
ki: "Doğu da, batı da Allah' ındır. O, kimi dilerse onu hidayete
erdirir."
143- Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir
ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri
olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. Daha önce içinde durduğun
Kâ'be'yi kıble yapmamız da şunun içindir: Peygamber'in izince gidecekleri, iki
ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım. Bu iş elbette Allah'ın hidayet
ettiği kimselerin dışındakilere çok ağır gelecekti. Allah imanınızı kaybedecek
değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok
merhametlidir.
144- Doğrusu, biz, yüzünün semaya yöneldiğini,
orada şekilden şekile geçerek, aranıp durduğunu görüyorduk. Artık seni hoşnud
olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Haydi bakalım, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru
çevir. Siz de ey müminler, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru
çevirin! Kendilerine kitap verilmiş olanlar da kesinlikle bilirler ki,
Rabblerinden gelen o emir haktır. Ve Allah, onların yaptıklarından ve yapmakta
olduklarından gafil değildir.
145- Celâlim için, sen o kitap verilmiş
olanlara, bütün delilleri de getirsen, yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen
de onların kıblesine tabi olmazsın. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi
değiller. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da
onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz, sen de
zâlimlerden olursun.
142-Kıble: Esasen insanın herhangi bir tarafa
dönmesi ve yönelmesi halidir ki, Türkçe "yön" demektir. Dindeki
geleneksel anlamıyla namazda dönülen mekana isim ve terim olmuştur.
Cenab-ı Hak kıblenin değiştirilmesine ve yeni
bir sırat-ı müstakîm (doğru yol) gösterilmesine ve bu şekilde yeni bir ümmetin
oluşumuna işaret buyururken, aynı zamanda bazı kendini bilmezler tarafından bu
konuda söylenecek cahilce sözlerin geçersizliğini de açıklamak için şöyle
buyuruyor:
İnsanlar içinden birtakım beyinsizler, hafif
akıllı anlayışsızlar diyecekler ki; bunları, yani Muhammed ve ümmetini,
bulundukları kıblelerinden yani Beyt-i Makdis'den çeviren nedir? Bu söz, neshi
inkar eden ve kıblenin tahviline itiraz etmek isteyen yahudiler veya münafıklar
tarafından ileri sürülmüş, âyet de onlar hakkında inmiştir. Bu sûrenin baş
tarafında, "Şunu muhakkak biliniz ki, asıl beyinsizler asıl budalalar
onlardır." (Bakara, 2/13) âyetinin hükmüne göre, bu âyetin münafıklar
hakkında inmiş olması daha münasiptir. Yani bunlar böyle söylemiş ve
söyleyeceklerdir. ey Muhammed! Sen o beyinsizlere şöyle söyle; doğu da, batı da
Allah'ındır, yani gün doğusundan gün batısına kadar bütün yönleriyle yeryüzü
Allah'ındır. Allah'ın hiçbir mekana ihtiyacı yok, kendisine özgü mekanı da
yoktur. Bütün yönlerin sahibi olan Allah, dilediği kimseyi yeni bir sırat-ı
müstakime hidayet eder, başarılı kılar. Burada doğrudan doğruya Fatiha
Sûresi'ndeki duasına açık bir bağlantı, ince bir cevap var.
Birincisi: Burada "sırat-ı
müstakim"in nekire oluşu, yani "el" harf-i tarifiyle
belirlenmeyişi, bu yolun büyüklüğüne ve yeniliğine bir işarettir ki,
istenilenden daha güzel, öteden beri gidilenin ve bilinenin dışında, bambaşka
ve daha fazla nimet ve saadete elverişli, daha kolay selamete götüren, yani
gazap ve sapıklıktan uzak bulunan bir doğru yol demek olur.
İkincisi: Bu sırat-ı müstakime hidayet, bu
yola girebilmek, sırf ilâhî iradeye bağlanmıştır. Yaratılışta ilâhî iradeye
bağlı olmayan hiçbir şey bulunmadığı halde, bunun burada böyle özellikle
vurgulanması, böyle bir sırat-ı müstakimi ihsan etmesi ve ona kulların
girebilmeleri hususunda, daha önceden kulların herhangi bir istek ve gayretleri
bulunmadığına ve bunun Allah tarafından bir ihsan ve ikram olduğuna tenbih
içindir. Yolu açan Allah olduğu gibi, o yola girecek olanları seçen de
Allah'dır. Ayrıca burada çalışma kanununun bir yönüne ve ilâhî iradenin
çalışmanın başlangıcından da önce olduğuna işaret vardır. Çalışma meselelerinde
de ilâhî irade ve dileme, kulların istek ve iradelerine göre tecelli eder.
Burada olduğu gibi, tamamiyle vehbî (Allah vergisi) olan hususlarda ise kulun
çalışması, ilâhî irade ve dilemeyi takip eder. Hasılı Cenab-ı Hak, her şeye
maliktir ve dilediği kulunu, sırf kendi irade ve dileğiyle peygamber yapar, ona
büsbütün yeni bir din ve şeriat ihsan eder. Bu hususta onu engelleyecek hiçbir
kuvvet yoktur, peygamberlik de bir çalışma işi değildir ve bu iş
"Kazandığı iyilikler kendi lehine, kazandığı kötülükler de kendi
aleyhinedir." (Bakara, 2/286) ilkesinin çerçevesi dışında kalan bir iştir.
Söz konusu ilke bu ihsandan sonra geçerlik kazanır. Kudretiyle yeni bir
peygamber ve yeni bir din gönderebilen Allah'ın, kıblenin değişmesini
emretmesine itiraz edebilmek için hiçbir sebep yoktur.
143-Cenab-ı Hak, Resulü Muhammed'e bu hidayeti
bahşetmiştir. Ve ey Muhammed ümmeti! Sizi işte böyle bir doğru yola hidayet
etmek suretiyle Biz sizi vasat (orta), merkez ve her tarafı denk, mu'tedil,
uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmet yaptık. ki siz diğer insanlar üzerine sözlü
olarak veya fiilen veya halen adil bir şahit ve örnek alınacak kimseler olasınız.
Şühedâ: Şehîd'in çoğuludur, şehîd şehadet
masdarından "fâil" anlamına "feîl" veya "mef'ûl"
olarak şahit ve meşhud mânâsınadır. Kendi geleneğimizde "şehid",
"meşhûd bilcenne" yani cennetlik olduğuna şahitlik edilen kişi
demektir. Ancak burada kelime "şâhid" mânâsınadır. Şahit bir gerçeği
ispat konusunda şahitliğine, yani bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği
habere başvurulan verilecek hükme delil niteliğinde olan kimsedir ki, bundan
istifade edilerek, ıstılahta herhangi bir genel yargıyı ispat için başvurulan
delil veya tanığa da şahit denilir. Şer'an, kendisinin başkası aleyhinde bir
hakkı bulunduğunu haber verme ve talep etmeye dava, başkasının kendi üzerinde
hakkı olduğunu haber verme ve beyan etmeye ikrar denildiği gibi, bir başkasının
bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber vermeye de şehadet (şahitlik)
denilir. Şu halde şahit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, adil ve
yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse
demektir. Bundan dolayı da gerek hareket ve davranışları bakımından, gerek
diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de "şahit" denilir:
"Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi, filan iş böyle yapılmalıdır,
çünkü filan böyle yapıyor." tarzında herhangi bir konuda kesin hüküm için
senet kabul edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki, bunlar en büyük
insanlar demektir. İşte Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetini insanlar arasında
böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan
ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, önder
bir cemaat yapmak ve tam mânâsıyle adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek için,
Hz. Muhammed Mustafa'nın gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir sırat-ı
müstakime hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin, bu
vazifelerini unutmaması icab edecektir. Müslümanlar şuna buna uyuntu olmayıp,
başka milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve merci olması gerekecektir. Bunu
temin eden sırat-ı müstakim vehbî (Allah vergisi) olduğu halde, onun üzerinde
bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir. Ve
bunu elde eden, bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin icmaı
(toplanması) da hak bir delil, gerçek bir şahit olur. Gerçekte bu şartlar
altında yürüyen müslümanlar ve özellikle Ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün
kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanan bir merkez olarak hak konusunda
önderliği haiz bir büyük ümmet olmuşlardı. Ey müslümanlar! Siz, işte böylece
insanlar üzerine şahit olasınız, bu Resul de sizin üzerinize şahit ve sizin
için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olsun. "Gerçekten de Allah
Resulü'nde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21) âyetinin
delalet ve işaret ettiği gibi, siz onu, söz ve davranışlarınızda, oturup
kalkışınızda kendinize şahit tutar, imam ve önder kabul eder; bir örnek, bir
nümûne-i imtisal edinirseniz ve onun getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde
giderseniz bütün insanlar sizin arkanızdan gelir ve sizi cemaatınızla birlikte
kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için size ve sözünüze başvururlardı.
Bunun için icmâ-ı ümmetin delil olması, her şeyden önce ümmetin kitaba ve
sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. Böyle yapmayanlar gerçek bir ümmet
olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına düşmeye mecbur
kalır, onlara tabi olur, uydu olmaya mahkum olurlar. Hürriyetleri de ellerinden
gider, esir milletler durumuna düşerler. Bir hadis-i şerifte rivayet olunmuştur
ki:
"Ahirette, diğer ümmetlerin hepsi, kendi
peygamberlerinin tebliğlerini inkar edecekler. Cenab-ı Hak, muhakeme icabı, o
peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge isteyecek, nihayet Muhammed
ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik edecekler. Diğer ümmetler, siz
bunları nereden biliyorsunuz? diyecekler. Muhammed ümmeti de: Bunu bize Allah,
kitabı ile ve gönderdiği hak Peygamber'in diliyle bildirdi." diye cevap
verecekler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz getirilecek,
kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da ümmetinin
adaletine ve doğru söylediğine şehadet edecek ve onları açıkça tezkiye
edecektir".
Peygamber Efendimiz Mekke'de iken Kâbe'ye
dönerek namaz kılardı. Medine'ye hicretten sonra Kudüs'e doğru namaz kılmaya
başlamıştı ki, bunda oradaki Yahudileri İslâm'a ısındırma çabası ve maksadı
bulunduğu söylenebilir. Bunun hakkında buyuruluyor ki: âyetteki
"kıble" "Ce'alnâ" fiilinin mukaddem olan ikinci mef'ûlüdür,
"elleti" ise birinci mef'ûlüdür, kıblenin sıfatı sanılmamalıdır.
Yani, senin vaktiyle üzerinde bulunduğun Kâbe'yi yine sana kıble yapmışız,
başka bir şey değil, ancak peygambere ittiba edip, ona uyanları, geldiği izden
geri dönüp gidecek ve irtidat edecek olanlardan seçip ayırmak, çirkin ile
güzeli, yani iyi ile kötüyü birbirinden ayırdetmek ve bu suretle her birinin
halini açığa çıkarmak, Benim bildiğim şeyi sizlerin de bilmesini sağlamak
içindir. Böyle olmasa idi, onları yalnızca Ben bilirdim, siz bilemezdiniz,
ayırdedemezdiniz.
Peygamber Efendimiz, Medine'ye gelip Beyt-i
Makdis'e doğru namaz kılmaya başlayınca, bu iş Araplar'ın gücüne gitti. Daha
sonra tekrar Kâbe'ye dönülerek namaz kılınması emir buyurulduğu zaman Araplar
sevindi, yahudilerin gücüne gitti: Yahudiler, "Bu ne iş böyle, kâh buraya,
kâh oraya? Bunda kesinlik ve kararlılık olsa böyle olur mu?" diye
İslâm'dan çıkıp dinden çıkanlar oldu. Münafıklar, ipe sapa gelmez sözlerle
müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya çalıştılar. Müslümanlardan bazıları,
"Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları namazlar ne olacak?" diye
telaş ve endişeye kapıldılar. İşte bütün bunlara karşı ve daha doğrusu,
kıblenin değişmesinden önce bu gibi hallerin olabileceğine işaret etmek üzere
bu âyetler inmiştir. İşte bu meselede birçok bakımdan deneme vardır. gerçi bu
hal, bu deneme büyük ve ağır bir şeydir, ancak Allah'ın hidayet ihsan ettiği,
imanda sebat için irade nasip eylediği kimselere ağır gelmez, onlara Allah'ın
hiçbir emri ağır gelmez. Şunu da iyi biliniz ki, Allah, sizin imanda sebatınızı
ve imanınızın eser ve alâmeti olarak kıldığınız namazlarınızı ve iyiliklerinizi
hiç yok etmez, kaybolmasına izin vermez. Şu halde kıble değişmiş olunca bundan
evvel kıldığınız namazlar ve vefat eden kardeşlerinizin namazları Allah katında
zayi olmaz, kaybolup gitmez. Çünkü Allah kesinlikle insanlara karşı pek
şefkatli ve pek merhametlidir. Ne onların ecirlerini zayi eder, ne de
iyiliklerine olmayan ve işlerine yaramayan bir emir gönderir.
Sizin şefkat ve merhamet, kayırma ve kollama
namına bildiğiniz şeylerin bütünüyle kaynağı O'ndadır. O'nun nesihle ilgili
emirleri, sizin zararınıza olacak şekilde öncesine geçerli olmaz. Her emir
kendi süresi içinde geçerlidir. Bu kural, zamanımızda, "Kanun makabline
şamil olmaz, meğer ki hafifletici özelliği olsun." şeklinde ifade olunan
bir hukuk ilkesidir.
Nafî, İbnü Kesîr, İbnü Âmir, Hafs
kırâetlerinde hemzenin meddi ile "raûf" şeklinde okunur. Diğerlerinde
medsiz olarak okunur, lakin mânâ aynıdır.
144-İşte Allah böyle bir Allah'dır. Ve size bu
şekilde bir sırat-ı müstakim verecek ve sabit bir kıble gösterecektir. Hz.
Peygamber, yukarıdan beri devam edip gelen bu işaretler üzerine artık kıblenin
değişmesiyle ilgili vahiy emrinin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta semadan
Cibril'in yolunu gözlüyor ve atası İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâ'be'ye
yönelmek için Allah'a dua ediyordu. Nihayet şu âyetler nazil oldu: Ey Muhammed!
Biz senin yüzünün sık sık semada dönüp durduğunu görüyoruz, artık seni, pek
memnun olacağın bir kıbleye kesinlikle çevireceğiz. Şu halde sen hemen yüzünü
doğruca Mescid-i Haram'ın şatrına çevir. Yani, Kâ'be tarafına çevir. Bu suretle
eski kıble kaldırılmış ve istikbal-i kıble (kıbleye dönme) farz olmuş oldu.
Yüzün dosdoğru olarak kıbleye çevrilmesi, bedenin ön tarafından tamamiyle
yönelmesi demek olduğu aşikardır. Şu halde yüzün ve bedenin Kâ'be'den başka bir
tarafa dönmesi namazı bozar. Fakat uzakta bulunanlar için bizzat Kâ'be'ye isabet
de şart değildir. İşte bundan dolayıdır ki, bizzat "Kâ'be"
denilmeyip, "Mescid-i Haram'ın şatrına" buyurulmuştur. Mescid-i Haram
ise Kâ'be'nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i şeriftir. Ve burada savaş,
kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir güvenlik hedef tutulduğu
için ona "haram" veya "harem" denilmiştir.
Şatr: Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası,
veyahut bir yanı mânâlarına gelir. Kâ'be, Mescid-i Haram'ın tam ortasında
bulunduğu için, yarısı Kâ'be'nin yarısında son bulur. Ve bundan dolayı
Mu'tezile bilginlerinden Cübbâî ve Kâdî Abdülcebbâr, namazda Kâ'be'nin yarısına
isabet şart olduğuna, bir kenarına dönmenin yeterli olmadığına kâil
olmuşlardır. Fakat gerek sahabeden, gerek tabiînden ve gerekse daha sonraki
devir müfessirlerinden hepsi (cumhur), uzaktan Mescid-i Haram'ın bulunduğu
tarafa yönelmenin yeterli olduğunu ve ancak Mekke'de ve Mescid-i Haram'ın
içinde Kâ'be'nin herhangi bir tarafına isabetle yönelmenin gerekli olduğunu
açıklamışlardır ki, buna göre çıkacak sonuç şudur: Mümkün olduğu kadar Kâ'be
tarafına demek olur. Yani şatr, doğrudan doğruya Kâ'be'yi, "Mescid-i
Haram" da Kâ'be semtini ifade eder. Bu meselenin ayrıntılı olarak
açıklaması, fıkıh kitaplarının "istikbal-i kıble" bahsine aittir.
Berâ b. Âzib hazretlerinden rivayet olunuyor
ki, Resul-i Ekrem Efendimiz Medine'ye gelmiş ve onaltı ay "Beyt-i
Makdis" tarafına namaz kılmış idi. Daha sonra namazda Kâ'be'ye dönmesi
emredildi. Bu Kıble'nin çevrilmesi olayı, Bedir Gazası'ndan iki ay önce Recep
ayı içinde öğleyin güneşin zevalinden sonra meydana geldi. Resulullah, Beni
Seleme mescidinde ashabı ile birlikte öğle namazını kılarken âyet geldi.
Kılmakta olduğu öğle namazının ilk iki rek'atini Mescid-i Aksa, son iki
rek'atini Mescid-i Haram tarafına kıldığı, hatta Peygamberimizin yer değiştirip
Kıblenin değiştiğini bildirmesiyle erkeklerle kadınların da yer değiştirip
birbirlerinin yerini aldıkları ve bundan dolayı o mescide
"Mescidü'l-Kıbleteyn" adı verildiği dahi zikredilmiştir. Derhal
etrafa haberler gitmiş, Kuba mescidinde dahi halka namazda iken biri gelmiş
"Resulullah Kâ'be'ye çevrildi!.." diye bağırmış olduğu da rivayetler
arasındadır.
Kıblenin çevrilmesi hakkında yukarıda
"Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı)
oradadır." (Bakara, 2/115) âyetiyle başlayıp, devam eden işaretler bu âyet
ile son ve kesin şeklini almıştır. Artık namazda Kâ'be'ye yönelmek farz olarak
kesinlik kazanmıştır. Bunun için bazı din âlimleri nâsih (neshedici) olan
âyetin bu âyeti olduğuna kâni olmuş iseler de doğrusu çoğunluğun dediği gibi
neshedici iş bu "Yüzünü Mescid-i Haram'ın şatrına dön!" emridir.
Cenab-ı Hak, bizzat Resulünü böyle bir emirle taltif buyurduktan sonra, diğer
yerlerde yaşayan diğer müslümanlara da ayrıca buyuruyor ki; ve her nerede bulunursanız,
yani nerede namaz kılarsanız, yüzlerinizi onun tarafına çeviriniz, yani
Kâ'be'nin bulunduğu tarafa yöneliniz. Demek ki, namaz kılmak için bir mescit
gibi belli ve özel bir yerde bulunmak şart değildir, muhakkak bir mescitte
namaz kılmak farz değildir. Fakat belli bir kıble olarak Mescid-i Haram'a
doğru, Kâ'be tarafına doğru dönmek herkese farzdır. Ancak düşman korkusu gibi
zaruri bir mazeret karşısında buna imkan bulunmadığı hallerde ve zamanlarda,
buna yakın herhangi bir yöne dönmek yine yeterli olur. İşte "Nereye
dönerseniz dönün, Allah'ın yüzü oradadır." âyetinin gerçek mânâsı da
budur. Yani âyet kıbleye yönelmenin çeşitli sebeplerden dolayı mümkün olmadığı
veya kıblenin hangi yönde olduğu kestirilemediği istisnaî ve ârizî haller için
geçerlidir. Bu da İslâm ümmetine Allah'ın ayrıca bir lütfu ve kolaylığıdır.
Şimdi kıblenin böyle Kâ'be'ye döndürülmesine
diğer Kitap ehli ne diyecektir? Daha önce kendilerine kitap verilmiş olanlar,
yani yahudiler ve hıristiyanlar kesinlikle bilirler ki, bu çevirme emri Rableri
tarafından gelmiş olan hak bir emirdir. Onlar içinde her ne kadar "hangi
şey, hangi sebep onları kıblelerinden çevirdi?" şeklinde ileri geri
konuşmak isteyen beyinsizler takımı bulunsa da kitaba hakkiyle inanan ve ona
aşina olanlar bu gibi hükümlerde Allah tarafından birtakım nesih ve tebdillerin
yapılabileceğine cevaz verirler ve hatta bunun bir ilâhî sünnet ve gelenek
olduğunu, ayrıca Kâ'be'nin vaktiyle İbrahim aleyhisselâmın da kıblesi olduğunu
bilirler. Ve Allah, onların amellerinden, ne yaptıklarından, ne yapmak
istediklerinden gafil değildir, yani cezalarını verecektir. Şu halde bu cümle,
Kitap ehli hakkında açık bir korkutma, bir ihtar ve uyarıdır. İbni Âmir, Hamza,
Kisâî, Ebu Cafer ve Ravh kırâetlerinde "tâ" ile okunur. Bu okunuşa
göre, Allah hiç birinizin amellerinden gafil değildir, demek olup müminler
hakkında müjde, kâfirler hakkında ise korkutma ve tehdit mânâsı taşır.
145- Ey Muhammed! Vallahi sen o inatçı Kitap
ehline her âyeti, her türlü mucize ve delili de getirsen, gerçeği isbat için bütün
belgeleri gözler önüne sersen onlar senin kıblene tabi olmazlar. Sen onlara
aklî ve naklî âyet ve delillerin en açığını gösterdin, akıl ve hikmetten, eski
zamanlardan bahsettin ve bilhassa İbrahim kıssası ile Kâ'be'nin şerefi hakkında
bilgiler verdin. Bütün bunları anlamak istemeyenler, hiçbir delili dikkat
nazarına almazlar ve şu halde senin tabi olduğun kıbleye uymazlar, zaten sen de
onların kıblesine tabi olmazsın. Bundan başka onlar birbirlerinin kıblesine de
tabi olmazlar. Çünkü yahudiler 'ya, hıristiyanlar da gün doğusuna dönerler.
Onların birbirleriyle uyum sağlamaları ihtimali de yoktur. Vallahi, sen, bu
yahudilerle hıristiyanların batıl üzere gittiklerini bildiren ve sana gelen
bunca ilimden sonra, farz-ı muhal, kalkar da onların arzu ve heveslerine,
hakkın emrine aykırı olan keyfî gidişlerine ve arzularına uyacak olursan o
takdirde iyi bil ki, sen de muhakkak o zalimler güruhundan olursun. İşte o
zaman sen de Allah'ın ahdine nail olamaz, insanlara imam olup ümmet teşkil
edemezsin. Şu halde senin onlara uymaya kalkman, Allah'ın verdiği hükümle sana
yasak ve muhaldir.
Ey iman ehli! Siz, onların ne kadar zalim
olduklarını bilir misiniz?
Meâl-i Şerifi
146- O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin
âlimleri onu -o peygamberi- oğullarını tanır gibi tanırlar, böyle iken
içlerinden bir takımı gerçeği bile bile gizlerler.
146- Bizim kendilerine kitap verdiğimiz,
kitabı okumak nasib ettiğimiz o Kitap ehlinin âlimleri O Peygamber'i bilmez
değillerdir, O'nu tanırlar. O'nun O peygamber olduğunu tıpkı oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar, bilirler. ve bunların bir kısmı hiç şüphesiz bile
bile gerçeği gizlerler.
Burada peygambere hitap zamiri ile, "seni
tanırlar "buyurulmayıp da gâibe iltifat (dönmek) ile, "O peygamberi
tanırlar" buyurulmasında birkaç ince nükte vardır.
Birincisi: Bu âyet, Cenab-ı Allah tarafından
gâibe hitap suretiyle, tarafsız bir şahitliği ifade eder.
İkincisi: Tevrat'ta, Hz. Musa'ya benzer bir
peygamber, diye vasıfları anlatılmış bulunduğu için öteden beri kitap ehli
tarafından Hatemü'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu), ahd ifade eden
"lâm" ile "en-Nebiy" Yani "O peygamber" diye
anılırdı, böyle tanınırdı. "O" dedikleri zaman bunu anlarlardı. Ancak
onun Hz. Muhammed olduğunu gösterecek bir belgeye, kesin bir delile ihtiyaç
vardı. Hz. Muhammed'in getirdiği açıklayıcı âyetler ve apaçık mucizelerle bu da
hakkıyle temin edilmişti. Bunların karşısında özellikle o zamanki Kitap ehlinin
âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu, çocuklarını
bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı. Nitekim Hz. Ömer, Abdullah b.
Selam hazretlerine bunu sorduğu zaman:
"Ben onu oğlumu bildiğimden daha iyi
bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Fakat çocuklarıma
gelince, ne bileyim, belki anneleri hıyanet etmiş olabilir." demişti.
Bunun üzerine Hz. Ömer de yukarıda adı geçen
zatın başını öpmüştü.
İşte "O'nu tanırlar" buyurulmasında
bu tanıma nüktesine ve "O peygamber" ünvanına büyük bir işaret
vardır.
Bu âyet, özellikle şunu da isbat ediyor ki,
sadece bilmek, sırf kalbe ait olan ilim ve marifet, iman için yeterli değildir.
Şer'î iman için itaat ve boyun eğmek, bundan başka gerçeği gizlemeyip açıktan
ikrar ve itiraf etmek de lazımdır.
İmanın kökü, kalbe ait bir nitelik olmakla
beraber onun geçerli bir iman olması, o kökün, zorunlu bir engel bulunmadıkça
açıktan ortaya çıkıp yayılmasına bağlıdır. Kitap ehlinin âlimleri O peygamberi,
kalben pek iyi tanıdıkları halde mümin olamamışlar, aksine bile bile gerçeği
gizlediklerinden halktan daha fazla yerilen ve ayıplanan inatçı kâfirlerden
olmuşlardır.
Ey peygamberliği bu kadar sabit ve delillere
dayandırılmış olan yüce Peygamber:
Meâl-i Şerifi
147- O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye
düşenlerden olma sakın!
148- Ümmetlerden her birinin bir yönü vardır,
o ona yönelir, haydin, hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah
sizi toplar, bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.
147-Ey Muhammed! O hak emir, Rabbindendir.
diğer bir ifadeyle hak, Allah'tan gelendir. Öyle ise sakın sen, şüphecilerden
olma ve onların nefsânî arzularını gözeterek, aldığın emri hemen yerine
getirmekten geri durma. Şüphe yoktur ki, bu hitabın peygambere yöneltilmesi,
bütün ümmetini karşı koymaktan şiddetle sakındırmak ve özellikle kıble işini
bir daha takviye etmek içindir. Gerçekten, bir din, bir millet, bir ümmet için
kıble meselesinin pek büyük bir önemi vardır. Çünkü vücutta ruh ile bedenin
derin bir kaynaşması vardır. Maddi bir görünüm arz edemeyen ruhaniyetin hiçbir
hükmü yoktur.
Ruhun en büyük özelliği, birlik olduğu ve aynı
zamanda her kalb ve vicdanın ruhânî duygusu sırf kendine ait bulunduğu için,
maddî bir görünüm içerisinde birleşmeyen ruhlar arasında bir birlik bağı ortaya
çıkamaz. Buna göre sadece ruhî birlik üzerine kurulan bir sosyal ruh, tasviri
faydasız ve belki de imkansızdır. Birbirine benzer ruhlu fertler arasında ruhî
birliğin varlığı, aralarında bir maddî birliğin görünmesiyle bilinir. Böylece
ruh vücuttan, vücut ruhtan katmerli bir yakınlaşma ile kuvvet kazanır ve sosyal
ruh bu sayede teşekkül eder, ümmet bununla meydana gelir. Bunun için kıble, bir
ümmetin ruhanî birliğine kefil olacak ilk maddi görünümü temin eder ve kıblesiz
bir ümmet olamaz.
148-Gerçekte Ümmetlerden veya kavimlerden her
birinin bir yönü vardır ki o ona yönelir. İbrahim milletine tabi olmak ve
böylece en büyük ve orta yolu tutan muazzam ve seçkin bir ümmet olmak
isteyenlerin yönü de, en eski olmakla bilinen, en geniş birlik yönü olmaya
layık olan ve İbrahim'in kıblesi bulunan Kâ'be'dir. Bu büyük ümmet buna
yönelmelidir, bu herkesin yönelişine uygun gelir.
Yeryüzündeki kavimlerden her birinin de buna
yönelecek bir tarafı, bir yönü vardır. Mesela: Kuzey halkı, Kâ'be'nin kuzey
tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu halkı doğu tarafına, batı halkı
batısına ve aradakiler aradan bir yöne yönelirler. Hepsinin yönleri farklı
olmakla beraber yine tamamı, bir Kâ'be etrafında toplanmış olur.
Kâ'be alttan, üstten göğe kadar bir merkez ve
çepeçevre ona yönelen yeryüzünün sakinleri, onun etrafında sıra sıra birer
yuvarlak saf teşkil ederek, tek düzen, tek ümit ve tek hedefli büyük bir cemaat
teşkil edebilirler.
Öyle ise sizden her biriniz kendi yönüne
yönelerek hayırlar yapmakta yarışınız. Çünkü kıbleden maksat da böyle düzenli
bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir.
Siz bunu biliniz de, diğer din mensuplarından
daha fazla hayır yapınız, onları geçiniz, çeşitli yönlerde, başka başka
beldelerde bulunduğunuzdan dolayı aranızda sosyal birlik yoktur, sanmayınız.
Çünkü: Her nerede olursanız olunuz, Allah hepinizi bir araya getirir.
Bir kıbleye yönelmeniz sayesinde, yön
farklılığına rağmen hepiniz bir cemaat olur, hepiniz Mescid-i Haram içinde
namaz kılıyor gibi düzenli bir sosyal cemaat hali elde edersiniz ve
mükâfatınızı da o şekilde alırsınız. Böyle şey olur mu? demeyin. Çünkü: Allah
her şeye kâdir olduğu gibi sizi böyle toplamaya ve mükâfatınızı vermeye de
kâdirdir. Durum ikâmet halinde böyledir, sefer haline gelince:
Meâl-i Şerifi
149- Hem her nereden yola çıkarsan (namazda)
hemen Mescid-i Haram'a doğru yüzünü çevir. Bu emir şüphesiz hak, Rabbinden
olduğu gerçektir. Allah yaptıklarınızdan habersiz de değildir.
150- Her nereden yola çıkarsan yüzünü Mescid-i
Haram'a doğru çevir, ve her nerede olsanız yüzünüzü ona doğru çevirin ki
insanlar için aleyhinizde bir delil olmasın. Ancak içlerinden haksızlık edenler
başka. Siz de onlardan korkmayın, benden korkun. Hem üzerinizdeki nimetimi
tamamlayayım, hem gerek ki doğru yolu bulasınız.
151- Nitekim içinizden size bir peygamber
gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti
öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.
152- O halde beni anın, ben de sizi anayım.
Bana şükredin de nankörlük etmeyin.
149- Ve herhangi bir beldeden yola çıkarsan,
namazda yine yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Yine ikamet halindeki gibi
Kâ'be tarafına yönel. Ve bu emir her halde Rabbinden gelen haktır ve hikmete
uygundur. Allah sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
Gerek ikamet halinde ve gerekse yolculukta
olsun, bu emre ister uygun bulunsun ister bulunmasın yaptıklarınızdan hiçbiri
mükâfatsız veya cezasız kalmaz.
Ebu Amr kırâetinde "Onların
yaptıklarından" şeklinde okunur ki İslâm'a muhalif olanlar hakkında bir
uyarıdır.
150-Kıble meselesi, çok önemli ve kıblenin
değişmesi büyük bir iş ve özellikle bunun içine aldığı nesih konusu,
şeytanların fitne ve fesat için aldatmaya bahane ve fırsat edinebilecekleri çok
ince bir meseledir. Bundan dolayı Kıble hakkındaki bu emirler, aşağıda geleceği
üzere bir daha tekrar edilerek pekiştirilecek ve bununla beraber içine aldığı
bazı hikmetler de açıklanmak suretiyle bu pekiştirme ayrıca müstakil bir mânâyı
da ifade edecektir. Şöyle ki:
Ey Muhammed! Her nerede olursa olsun, uzağa
veya yakına, gerek harb ve gerekse diğer bir maksad için yolculuğa çıksan da:
Namazda yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve ey müminler! siz yeryüzünün
bölgelerinden herhangi bir yerde gerek ikamet halinde ve gerekse yolcu olarak
bulunursanız, hepiniz namazda yüzünüzü Kâbe tarafına çeviriniz. ki insanların
aleyhinizde hakkıyle tutunabileceği hiçbir delil kalmasın. Yani kıblenin
değişmesi emrinin sizin anlayabileceğiniz başlıca iki hikmeti vardır:
Birincisi; bu emir, Kitap ehli ve müşrikler
gibi size karşı olan bayağı insanlar tarafından aleyhinizde kullanmaya uygun
hiçbir delil bırakmamak içindir. Çünkü geçmiş kitaplara göre vaad edilen son
peygamberin vasıfları arasında kıbleyi Kâ'be'ye çevireceği hakkında deliller
veya işaretler vardır. Bu cümleden olarak İbrahim kıssasında nakledildiği üzere
Eski Atik'ten Kitabü'l-Eş'iya'da Mekke'nin geleceğini anlatan âyetler buna
açıkça işaret etmektedir.
Bu sebeple Kitap ehli "Son Peygamber'in
kıblesi Mekke'de olacaktı. Muhammed ve Ashabı ise hala Beyt-i Makdis'e
(Mescid-i Aksa'ya) duruyorlar." diye şüphe edebililirler ve bunu naklî bir
delil olarak ortaya atabilirler. Sonra İbrahim'in kıblesine muhalefet,
"İbrahim milleti" davasıyla uygun düşmemektedir. Bunu da müşrikler
aklî bir delil olarak gerçekten ortaya getirebilirler.
İşte kıblenin değişmesi emrinde önce size
karşı böyle aklî ve naklî bakımdan haklı olabilecek delilleri büsbütün
kaldırmak ve hasımlarınıza aleyhinizde hiçbir delil bırakmamak hikmeti vardır.
Bundan sonra onların hiç biri böyle bir itiraz ileri süremez, ağızları kapanır.
Ancak o insanlar içinden zulmü adet edinmiş olan haksızlar başka. Onlar hüccet,
delil aramadan ağızlarına geleni söylerler. Haklı bir itirafa imkanları
olmadığı halde bu gibi zalimlerin ağzı durmaz. Fakat böyle belgesiz, delilsiz
ve sırf haksız sözlerin de hiç kıymeti yoktur.
Bundan dolayı siz onların hiç birinden
korkmayınız da, benden korkunuz ve benim emrime karşı gelmekten sakınınız. İşte
kıbleyi değiştirme emri, insanlara aleyhinizde öyle bir itiraz delili bırakmamak
içindir.
İkincisi; Size nimetimi tamamlamam içindir ki,
bu sayede hidayete ermeyi ve doğru yolda sapasağlam gidip, arzu edilen hedefe
ulaşmayı kuvvetle ümit edebilesiniz.
Asıl nimet, doğru yola ulaşmaktı. Kıble işi de
bu doğru yoldandır. Nimeti tamamlamak ise, bir nimetin eksik tarafı
bırakılmayıp, mümkün olan olgunluğuna erdirmek, demek olduğundan bu nimetin
tamamlanması da o yoldan doğruca gidip, kurtuluş gayesine ermektir.
151- Hz. Ali "Nimetin tamamlanması, İslâm
üzerine ölmektir." buyurmuş ve "Nimetin tamamlanması, cennete
girmektir." diye de bir haberde varid olmuştur. Bu nimeti tamamlama lütfu
şuna benzer:
Nitekim sizin içinizden, yani İbrahim ve
İsmail'in soyu içinde sizden, yani siz insanlar cinsinden seçkin ve büyük bir
peygamber gönderdik. İnsan cinsinin yine beşer olarak bir peygambere kavuşması
ne büyük bir nimettir!
Şüphe yok ki Allah'ın kullarına göndereceği
elçi, sadık yaratıklarından biri olacaktır. Zira Allah ile kulları arasında
vasıta olacak, mahluk olmayan birtakım tâlî mabutlar düşünmek imkansızdır,
batıldır. Bundan dolayı Allah'ın insanlara gönderdiği peygamber, insandan başka
diğer yaratıklardan biri olsaydı, insanlık adına büyük bir şeref olmaz ve genel
toplum için o kadar istifadeye uygun bulunmazdı.
İnsana yine içlerinden "Ben de ancak
sizin gibi bir insanım." (Kehf, 18/110) diyen bir peygamber göndermesi,
insan cinsinin, Allah Teâlâ'ya doğrudan doğruya yaklaşmasına, Âdem kıssasında
açıklanan halifeliğine en büyük delil olan sonsuz bir şereftir. O peygamberin
içinde yetiştiği kavim için de bu şeref, elbette daha kuvvetli ve daha
katmerlidir.
Hem öyle bir peygamber ki Size, bizim ebedi
bir mucize olan âyetlerimizi okuyor. Bunlar, o gelip geçici mucizeler gibi
gelip geçici nimetler cinsinden değildir. Bunlarla her zaman buna karşı
çıkanlar cevap veremez hale getirilir ve susturulur. Şüpheler ortadan
kaldırılır, olaylar tahlil olunur. Birçok ilimler elde edilir, bunlar güzel
güzel okunur, ibadetler yapılır, güzel ahlâkın en büyük ve en kapsamlı
ilkelerine erilir. ve sizi her türlü şirk ve günahtan, insanlığın yüceliğini
lekeleyecek maddi ve manevi çirkinliklerden, pisliklerden temizleyecek hakkın
temiz, pak adaletli bir şahidi haline getirecek ve çoğaltıp düzenleyecek bir
hayata sevkediyor. Hem size bütün filozoflara ders verecek kitap ve hikmet
öğretiyor, okuma-yazma bilmezken size kitap ve yazı belletiyor. Her türlü
hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki hikmeti, yüksek
ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini, dünya ve ahiret ilmini,
kâinat nizamında geçerli ve hükümran olan kanunları ve ilâhî sünnetin sonucunu,
bunların tatbik ve uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünneti ile öğretiyor. ve
size hiç bilmediğiniz, akıl ve düşünce ile bilme imkanını bulamayacağınız
şeyleri, gayba ait sırları ve ahiretle ilgili durumları vahy ile bilip
öğretiyor. Öğretiyor da sizi dünyanın üstadı, cihanın hakimi olacak ve bütün
insanların örnek alacakları, orta yolu tutan bir ümmet teşkil edecek bir hale
getiriyor.
İşte biz, ilâhlık şanımızla size İbrahim'in
duasında olduğu üzere böyle bir peygamber gönderdiğimiz gibi, kıblenizi
değiştirip tesbit etmek suretiyle de size olan nimetimi tamamlamak için bu hak
emri verdim.
"Muhammed (s.a.v.) insanlığa ne
getirdi?" diye sorulacak olursa, bu âyeti okumak yeterlidir. Hz.
Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya ve gerekse ahiretle ilgili
böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır.
152-Şunu da bilmek gerekir ki, Kâ'be'nin kıble
yapılması da dünya ve ahirette buna benzer bir nimeti tamamlamak için bir
sebeptir. O orta yolu tutan büyük ümmet bu sayede teşekkül edecek ve büyük
kurtuluş bununla başlayacaktır. Bunun için size şimdi iki vazife vardır:
Birincisi: Beni zikrediniz, layıkıyle anınız
ki, ben de sizi bana layık bir anışla anayım, imdad ve yardımımı devam
ettireyim.
İkincisi: Bana şükrediniz, nimetlerime karşı
kalble veya dille, yahut bedenle, ya da hepsiyle birden bana saygı gösterin,
benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi yerine harcamak sûretiyle onlardan
yararlanın. İnkar ve isyanla bana küfür ve nimetlerime karşı nankörlük
etmeyiniz, hasılı unutkan ve nankör olmayınız.
Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalble veya
bedenle olur.
Dil ile zikir, Allah Teâlâ'yı en güzel
isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, Kitab'ını okumak ve dua
etmektir.
Kalb ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca
üç çeşittir:
1- Allah'ın varlığını gösteren delilleri
düşünmek, şüpheleri atarak Allah'ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek
(düşünmek)tir.
2- Allah'ın koyduğu hükümleri, kulluk
vazifelerimizi, yani Allah'ın bildirdiği sorumlulukları, onlarla ilgili
hükümleri, emir ve yasakları, Allah'ın vaadini, tehdidini ve bunların
delillerini düşünmektir.
3- Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki
yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu
görmektir. Bu aynaya, gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük
âleminin nurları yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin
bir göz kırpacak kadar süren parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının
hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri
hakka bağlanır. Hatta zikirden ve zikr edenden bir isim ve eser kalmaz da,
hissedilen yalnız zikredilenden ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler
çoktur, fakat buna erenlerin sözle alakası yoktur.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Benim
Allah ile bir vaktim vardır ki o vakitte bana ne mukarreb bir melek ne de
gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz." buyurmuştur.
Bedenle zikir: Bedenin organlarından her
birinin görevli bulundukları vazife ile meşgul ve dopdolu olması, kendilerine
yasaklanan şeylerden boş ve uzak bulunmasıdır.
Şükür de bu mertebelerden her biriyle yerine
getirilir. Ancak bunların şükür olması için, şükreden kimsenin, kendisine
ulaşmış olan nimeti hissetmesi ve bunları o nimete karşılık bir saygı vazifesi
olarak yapması şarttır. Zikir ise, nimetin ulaşmasına bağlı olmaksızın genel
olarak bir muhabbetin, bir olgun aşkın eseridir.
Şu halde şükrün, zikre atıf yoluyla
bağlanması, esasen "atfü'l-hâs ale'l-âm" özel bir şeyi daha genel
olana atfedip bağlama demektir. Fakat her ikisi de nimet kaydından sonra
söylenmiş bulunduğundan burada tefsire ait bir atıf cinsinden olur. Böyle
olmaması için şükrün, örfî şükür mânâsına yorumlanması daha uygundur ki, o da
ulaşan nimetlerin hepsini, yaratılış gayesine uygun olarak harcamaktır.
Buna göre her ilerleme adımında zikir başlangıç,
şükür bir sonuçtur. Sonsuz yolculukta bunlar peşi peşine birbirlerine girift
olarak giderler.
Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle
zikredilirse, o da ona layık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip
anacaktır. Bu noktayı anlatmak için, bu âyet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır.
Bu cümleden olarak:
1- Beni, bana itaatla zikrediniz, ben de sizi
rahmetimle zikredeyim.
2- Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi
duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim. Yani "Bana dua ediniz ki, duanızı
kabul edeyim." (Ğâfir, 40/60).
3- Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de
sizi övgü ve nimetle zikredeyim.
4- Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi
ahirette zikredeyim.
5- Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi
sahralarda zikredeyim.
6- Beni refahınız, rahatınız zamanında
zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim.
7- Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi
yardımla zikredeyim.
8- Beni, benim yolumda cihadla zikrediniz, ben
de sizi hidayetimle zikredeyim.
9- Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz,
ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.
10- Beni önceden ilâhlığımı kabul ile
zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim.
Kısaca kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür.
"Onların dualarının sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun."
(Yunus, 10/10) demektir.
İşte Cenab-ı Hak bütün kullarını özet olarak
başlangıcı ve sonucu içine alan bu iki vazife ile görevlendirmiştir. Bu
görevler, güzel bir şekilde yerine getirildikçe o nimet de uluşacağı yere
ulaşarak tamamlanacaktır. Fakat zikir, marifet ve bilgi ile; şükür de nimet ile
uyum içinde olacaktır. Halbuki Allah'ın mahiyetini hakkiyle bilmek, O'nu
kendisi gibi bilmek demek olacağından bu, fani âlemde kullar için mümkün
değildir. "Seni gerçek mahiyetinle bilip tanıyamadık."
Bunun gibi Allah'ın nimetleri sonsuzdur.
Mesela bir nefeste içli dışlı iki nimet vardır. Demek ki, sadece her nefeste
iki şükür vaciptir. Bu durumda şükrü hakkıyle eda etmek de mümkün değildir.
"Sana layık olduğun şekilde kulluk yapamadık."
Demek ki bu ilâhî hitap karşısında ilk duyulan
şey acizlik ve yaratıcının kudretine teslim olma arzusudur. Gerçekten iman ve
İslâm'ın başı bu anlayıştır. En güzel zikir de "Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur." kelime-i tevhididir.
Bu tevhidin ve teslimiyetin gereği de, bu
acizlik içinde kendini, Allah'ın emirlerinin tek yürütme vasıtası bilerek,
yöneltilen vazifeyi en güzel bir şekilde ve azami derecede yerine getirmek için
yalnız Allah'tan yardım dileyip en iyi şekilde gayret sarf etmektir. İşte bu,
şükrün kendisidir. Yani yüklenen sorumluluk imkan ve kabiliyet şartına
bağlanmıştır. Fakat o kabiliyet, Allah'ın bir yardımı olduğu için onun da işin
aslında bir sınırı ve sonu yoktur.
Bundan dolayı kul, Allah'ını zikirle O'ndan
yardım diler ve kendine verilen kabiliyeti sarf eder. O kabiliyet, ona yapacağı
işle beraber Allah'ın dilediği kadar gelir. İşte İslâm, o acizlikten, bu sonsuz
kudret ve kabiliyete intikaldir.
Şu halde her mümin: "Beni
zikrediniz!" emri karşısında acizliğini hissederek önce "Ancak sana
kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha, 1/4) şeklindeki
kesin sözünü hatırlayacak ve buna şükretmek için Allah'tan yardım dileyecektir.
Bunun için bütün iman ehline hitaben buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
153- Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım
isteyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir.
154- Allah yolunda öldürülenlere
"ölüler" demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz sezemezsiniz.
155- Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz
açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan
edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!
156- Onlar başlarına bir musibet geldiği
zaman: "Biz Allah'a aidiz ve sonunda O'na döneceğiz." derler.
157- İşte onlar var ya, Rablerinden,
mağfiretler ve rahmet onlaradır. İşte hidayete erenler de onlardır.
153- Ey iman şerefi ile yükselmiş olan tüm
iman ehli! Siz herhalde, Size vaad edilmiş olan olgunluk gayesine ermek için
her şeyden önce sabır ve namazla yardım isteyiniz.
Önce sabır ve kararlılığa alışınız, nimetlerin
kendilerine göre zahmetleri de vardır. Allah'ın bütün nimetlerine, hele sonsuz
nimetlerin tamamına anahtar olan iman ve İslâm nimetine şükretmek ve özellikle
bunu "ihsan" mertebesinde eda edebilmek elbette kolay değildir. Siz
bu girip yüreyeceğiniz yolda ebedi bir gayeye yürüyeceksiniz. Yürürken
imtihanlar geçirecek, biri içte, diğeri dışta iki büyük düşmanla
çarpışacaksınız.
Bir taraftan nefislerinizin heves ve arzusu,
diğer taraftan kâfirlerin, hak düşmanlarının hücum ve eziyetleri ile
uğraşacaksınız. Bunlara karşılık vermek ve kendinizi savunmak için cihada ve
savaşa mecbur olacaksınız. Bazı zahmetler ve meşakkatler göreceksiniz.
Ruhen ve bedenen nefsinizi terbiye etmezseniz,
sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışamazsınız, Allah'ın yardımının
ilk sebeplerinden birini kaybetmiş olursunuz, tehlikeye uğrarsınız. En ufak bir
sıkıntı, bir acı karşısında korkmaya, sızlanmaya başlarsınız. Ümitsizliğe ve
gevşekliğe düşersiniz. Şunu biliniz ki sabır, her başarının başıdır.
İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır,
ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca varlık âlemini
tanımanın başı sabırdır.
Sabırsızlık; ivmek ve bir anda her şeyi
istemektir. Halbuki yaratıklar, zamana bağlı olup, terbiye kanununa tâbidirler.
Zaman ise peşpeşe gitmek, yavaş yavaş olmak demektir. Bunun için yaratıkların
tam başarıya ulaşmaları derece derece bir silsile takip eder. Bu da sabra
bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek, hiçbir şey istememektir. Hatta yaşamak,
sabretmektir. Âlimler sabrı iki kısma ayırırlar:
1- Kötü şeylerin acısına sabır ve tahammül ile
güzel sonuçlarını beklemek,
2- Çabucak gelecek olan lezzetten ve şehvetten
uzak durmada sabırla, onların kötü sonuçlarından sakınmaktır.
Bunların biri olumlu, diğeri olumsuz şekilde
bir sabırdır. Birincisi, acı ilaçlarla tedavi gibi vazifeye atılmak; ikincisi,
zehirli tatlılardan sakınmak gibi zararlı şeylerden kaçınmaktır.
Bununla beraber bazı durumlar vardır ki, orada
sabır kötüdür, meşrû değildir. Öyle durumlarda hızla savunmak için hayatı feda
etmek daha çok tercih edilir ve belki de vâcib olur.
Bu âyetteki kelimesinin "elif
lâmı"ahd-i hâricî olmak üzere burada sabrın çeşitlerinden oruc veya
cihadın kastedildiği nakledilmektedir. Fakat muhakkik (araştırmacı) âlimlerin
tercihine göre "lâm" cins içindir. Oruç ve cihad ile beraber diğer
sabır çeşitlerini de içine alır. Kısaca ahlâkta, imandan sonra sabır, ilâhî
yardımın ilk celbedilme yoludur.
Namaz da böyledir. Ruhun düzelmesinin, bedenin
intizama girmesinin, sabır ve vakarın, ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve
ahiretle ilgili her olgunluğun düzenleyicisi olan, gerek kişisel ve gerekse
sosyal her özelliği içine alan ve ümmet teşkilatının en birinci ve en esaslı
belirtisi bulunan namaz, imanın en büyük güçlendiricisi, bütün ibadetlerin ve
amellerin başıdır. Müminlerin miracı, âlemlerin Rabbine beden ve candan
durumlarını arz etmek suretiyle niyazları, kısaca zikir ve şükrü içine alan bir
ibadet olduğu için, ilâhî yardımın en önde gelen ve en yakın celbedilme
yoludur.
Kıblenin taşıdığı önem de ilk önce bunun
içindir. Bu sebeple namaz, sabır gibi sade bir vasıta değil, aynı zamanda
Allah'a bir kavuşma olmak üzere en büyük bir zevk gayesidir. Bu sayede
Allah'tan başka tüm mâsiva (varlık âlemi)dan çıkılır, acılar, kederler silinir.
Kul ile mabud buluşma meclisinde beraber olur.
Bunun içindir ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
"Namaz göz aydınlığım kılındı." buyurmuş, en büyük zevk ve sevincin
namazda hasıl olduğunu göstermiştir.
Yukarıda kıblenin önemi hakkında gelmiş olan
âyet-i kerimeler, onun konusu olan namazın Allah katında taşıdığı kutsal
kıymeti anlatmış bulunduğundan burada yalnız sabrın kıymetini bildirmek için buyuruluyor
ki: Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir. O'nun en güzel isimlerinden
biri de "Sabûr" ism-i şerifidir. Her kimde sabır varsa onda Allah'ın
kudretinden bir tecelli kokusu vardır. Hele bu sabırlı kimseler bir araya gelip
bir cemaat olurlarsa her halde Allah'ın yardımına ererler. Allah onların daima
dostu ve velisidir. Dualarına, isteklerine cevap vermek için Allah'ın yardımı
daima onların yanlarında dolaşır. Bu beraberliği göstermeyen, gizleyen şey ise
o sabırlı kimselerin dağınık bulunmalarıdır.
Yakınlık ve beraberlik ifade eden
"ma'a" kelimesi çoğunlukla kendisine tabi olunanın başına gelir. Buna
göre; "Allah sabredenlerin beraberindedir." buyurulmasında Allah'ın,
kullarına şeref bahşetmesindeki yüceliği gösteren büyük bir incelik vardır.
Ebussuud, bu inceliğin açıklamasında demiştir
ki: "Çünkü, sabırlı olmaya gerçekten girişenler, sabırlı kimselerin
cemaatidir. Bu bakımdan bunlar, kendilerine uyulan kimseler olarak gösterilmiş
oluyorlar..." Yani bu beraberlik, çalışıp elde edilecek şeylerde Allah'ın
iradesinin, kulların iradesinin arkasından geldiğini ifade etmektedir. Böyle
olunca Allah'ın "Rahîm" (çok merhamet edici) sıfatının hükmü olan bu
ilâhî şerefi bahşetmenin, kullar hakkında ne büyük bir lütuf olduğunu inceden
inceye düşünmek gerekir. Sabır meselesinin bütün anahtarı bu noktadadır. Şunda
da şüphe edilmemelidir ki, Allah'ın kullarına bu şerefi bahş etmesi, Onun
iradesine bağlı bir lütuftur.
İşte ey müminler! Bunu bilerek zikir ve şükür
yolunda sabırla yardım dileyiniz. Bu konuda Allah'ın düşmanlarıyla, malla canla
cihada ihtiyaç duyarsanız onu da yapınız. Bu uğurda kaybınız bulunursa onların
acılarına, ayrılıklarına da katlanınız.
154- Sakın böyle Allah yolunda öldürülmüş
olanlara "ölüler" demeyiniz. Onları gerçekten ölmüş zannetmeyiniz.
Bununla son derece acı duyup, telaş ve ümitsizliğe düşmeyiniz. Hayır, onlar ölü
değil, diridirler. Hem gerçek hayatla diridirler. Fakat siz duymazsınız, onların
hayatını hissetmezsiniz. O hayat, bu dünyadaki zâhirî duyularla hissedilecek
bir hayat değildir. O, ruhanî bir hayat, daha doğrusu gerçek bir hayattır ki,
akılla bile tam olarak idrak edilemez. Ancak kesin bilgiye dayanan bir hisle
idrak edilir ve hisle bilinir.
Şehitler hakkında böyle daha birçok âyetler
gelecektir. Hasan-ı Basrî (rh.a) hazretlerinden rivayet edilmiştir ki:
"Şehitler Allah katında diridirler. Rızıkları ruhlarına sunulur da
kendilerine rahatlık ve ferahlık gelir. Nitekim Firavun ailesine de sabah akşam
ateş gösterilir de kendilerine bu acı ve elem gelir".
Bu nakil, şehitler hakkında Âl-i İmrân
sûresindeki "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar
Rableri yanında diridirler. Allah'ın lütfundan rızıklanırlar. Onlar, Allah'ın
lütfundan kendilerine verdiği şeylerle sevinirler. Arkalarından kendilerine
yetişememiş olanlara, kendileri için hiçbir korku olmadığını ve
üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i İmran, 3/169-170) âyetiyle
gelecektir. Ğâfir sûresinde de Firavun ailesinin durumu, "Onlar sabah
akşam ateşe sürülürler. Kıyamet koptuğu gün de: Firavun ailesini o azabın en
şiddetlisine sokun, denecektir." (Ğâfir, 40/46) âyetiyle anlatılmıştır.
Bu âyette ruhların başlı başına ayakta duran
ve hissedilen beden cevherinden başka birer özü bulunduğuna ve bunun ölümden
sonra duyarlı bir halde kaldığına, yani ruhun bâki oluşu meselesine bir işaret
vardır. Sahabenin ve tâbiînin (Allah hepsinden razı olsun) çoğunluğunun
görüşleri budur. Buna işaret eden daha birçok âyet ve hadis vardır. O halde
burada bunun şehitlere tahsisi, makamlarının
Allah yanında yüksekliğini bildirmek içindir.
Bununla beraber İslâm'da ahiret meselesi, bundan ibaret değildir. Bunu daha
fazla açıklayıp tamamlayacak olan, öldükten sonra dirilme, yeniden yaratılış ve
benzeri şeyler vardır ki, sırası geldikçe açıklanacaktır. Burada henüz ölümü
takip eden kabir ve "Berzah âlemi" meselesine işaret buyurulmuştur.
Bu âyetin, on dörde ulaşan Bedir şehitleri
hakkında indiğine dair bir görüş vardır. Fakat kıblenin değiştirilmesinden
sonra ve Bedir savaşından önce bir hazırlama olması daha çok düşünülür.
155-Kısaca, ey iman edenler! Sabır ve namazla
yardım isteyiniz. Çünkü Biz, peygambere tabi olup, olmayanı seçmek ve o nimeti
tamamlamak üzere sizi korkudan, açlıktan, mallar, canlar ve ürünlerin
eksikliğinden az bir şeye uğratacağız ve böyle bazı sıkıntılarla imtihan
edeceğiz.
Ahirette: "Onlar için hiçbir korku yoktur
ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Âl-i İmrân, 3/170) sırrına ermeniz için
dünyada biraz bu sıkıntıları tadacaksınız. Düşmanların hücumu korkusu, kıtlık
ve darlıktan dolayı açlık, savaş ve savaş masrafları dolayısıyle mal ve can
eksikliği, kazanç ve evlat eksikliği cinsinden herhalde biraz birşey ile
imtihan edileceksiniz.
Bu mutlak ifade içinde bu âyet, İslâm dininde
farz kılınacak olan bazı hükümlere ve sorumluluklara bile işaret etmektedir.
Korku Allah korkusuna, açlık Ramazan orucuna, mal eksikliği zekata, can
eksikliği cihada, şehitliğe ve hastalığa; ürün eksikliği, evlat eksikliği
kazanç zayiine işarettir.
156-Bu acı ve sıkıntıların her birinden böyle
biraz çekmekle mükellef bulunmak, bunların tam ve genel bir şekilde herkesi
içine almasına engel olacak ve ahirette büyük büyük nimetlere ulaştıracaktır.
"Ey Muhammed! Sen sabredenleri ise müjdele. o sabredenleri ki kendilerine
bir musibet dokunduğu vakit, yani "mümine eziyet verecek her şey, onun
için bir musibettir." hadis-i şerifi gereğince eziyet verecek herhangi bir
zarara uğradıkları zaman: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn"
derler. "Biz, her halde Allah'ınız ve mutlaka O'na dönüp varacağız."
diye Allah'a teslim olduklarını arz edip teselli bulmuş olarak sabrederler.
Bunu yalnız dil ile değil, yaratma ve yaratılma gayesini düşünerek bütün kalb
ile söylerler.
" Biz Allah'ınız" demekte malı, canı,
her şeyi Allah'a teslim ve Allah'ın mülkü olan her şeyde, hatta canlarımızda ve
bedenlerimizde bile dilediği gibi yönetim hakkı olduğunu ve acı tatlı O'nun
hiçbir tasarrufuna itirazın caiz olmayacağını itiraf ile Allah'ın dilediğini
yapmasına, kaza ve kadere razı olduğunu açıklama vardır. Bu makam, pek büyük
bir makamdır. Bu makamı kazanan nefse: "Nefs-i râdıye: Allah'ın emrine
râzı olmuş nefis" denir. demekte ise: "Biz dönüp dolaşıp sonunda
mutlaka Allah'a döneceğiz. Başlangıçta yok iken Allah'tan geldiğimiz gibi
sonuçta da yine O'na varacağız." diye görünürde olsun eğreti varlığımızın
ölümle sona erip helak olmasına ve bununla beraber gayenin mutlak bir yokluk
olmayıp, tamamen buluşma olduğuna iman ve bu imanla Allah yanında kendisinden
razı olunma ümidini açığa vurma vardır. Bu makama: "Nefs-i mardiyye
kendisinden razı olunan nefis" makamı denir.
Bu ise, isteklerin sonu ve mertebelerin en
üstünü olan en büyük rızadır. Lezzetlerin en büyüğü de rıza lezzetidir. İnsanın
nefsi önce "nefs-i emmare: Kötülüğü emreden nefis" iken, dini bilgi
ve Hz. Muhammed'in ahlâkı olan büyük ahlâk ile ilerleyip gelişerek ikincide
"nefs-i levvâme: Kötülüğünden dolayı kendini kınayan nefis", üçüncüde
"nefs-i mutmeinne: Kötülükten temizlenerek Allah'a yaklaşıp huzura eren
nefis", dördüncüde "nefs-i râdiye: Kendisine sonsuz nimetler bahşeden
Rabbinden razı olan nefis", beşincide "nefs-i mardiyye: Allah'ın
kendisinden razı ve hoşnut olduğu makbul nefis" olur ki, Fecr sûresindeki:
"Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, o da senden razı olarak
Rabbine dön." (Fecr, 89/27-28) şeklindeki ilâhî hitap, bunun beyanıdır. Bu
dönüşün, bir yere ve bir yöne intikal suretiyle olmadığı ortadadır. Çünkü Allah
Teâlâ yön ve mekandan münezzehtir. Bundan dolayı burada üç mânâya ihtimal
vardır:
1- Bu, nefsimiz hakkında bir son bulma
ikrarından kinâyedir.
2- Bâki (sonsuz) olma ikrarıdır.
3- Bir yönden yok olmayı, bir yönden ebedî
kalmayı ikrardır.
Bizce doğrusu, bu üçüncüsüdür. Çünkü bu,
hepimizin zatının sona ermesi ile Allah'ın baki olmasını ikrar etmektir.
Biz vaktiyle dış âlemde nasıl yoktuk da
Allah'ın bilgisinde var idiysek, yine onun gibi yok olacağız ve olduğumuz gibi
yalnız Allah'ın bilgisinde ve sırf O'nun hükmünde mevcut kalacağız. Bu, bizim
bizdeki varlığımız olmayacak, bizim Allah yanındaki varlığımız olacaktır.
Ancak dünyaya gelirken yaratılıştaki
mizacımızla gelmiş, henüz bir işe karışmamış, yapacağımızı yapmamıştık.
Giderken ise iyi veya kötü kazanacağımızı kazanmış, iyilik veya kötülük namına
neyimiz varsa hepsini omuzumuza almış, sorumluluğu yüklenmiş olarak gideceğiz.
Kısaca zatımız, Allah'ın ilmiyle, varlığımız Allah'ın varlığı ile, bâki
kalmamız da Allah'ın bâki oluşu ile var olur. Allah'ın varlığı ise ezelî ve
ebedîdir. Bundan dolayı, Allah'a dönüş, bu şekilde O'nun lütfuna veya kahrına
ermiş olarak bakâbillâh demektir.
Râzî diyor ki: "Bu dönüş ahirete
işarettir. Biz dünyada iken az çok kendimiz veya başkaları da menfaat ve zararımıza
görünürde sahip bulunuyorduk. Gittiğimiz zaman bunlara hiç kimsenin hükmü
geçmeyecek, sahih olan görüşe göre üzerimizde yalnız Allah'ın hükmü geçerli
olacaktır."
Bu itibarla Allah'a dönüşümüz, öldükten sonra
bütün durumlarımızda yalnız Allah'ın hakim olması ve Allah'ın, hükümlerde
kendisine başvurulacak merci olması demektir. İşte bunun üzerine yeniden
yaratma ile öldükten sonra dirilme, haşir (kıyamet günü insanların bir araya
toplanması) ve neşr (kıyamet günü insanların yeniden dirilmesi), ahirete ait
diğer hükümler gerekecektir. Halbuki buradaki dönüş ölümden sonra ve tekrar
dirilmeden önceki durumları da içine alır. Buna bazıları, "rûhun baki
oluşu" adını vermiş, dönüşü, ahireti onunla açıklamak istemiştir. Fakat
ruhun baki oluşu, deyiminin de şahsa ait bir bakilik şüphesi vardır. Dönüşte
ise şahsın fani olduğunu itiraf gizlidir. Bunun için Allah'a dönüş meselesinde
ruhun ebediliğinden başka bir mânâ vardır. Bunda, bir zaman olup, ruhun da
faniliğe gideceğine dair bir itiraf yok değildir. Bedenimizin yok oluşundan
sonra uzun zaman ruhumuzla kalabileceğimiz kabul edilmiş olmakla beraber büyük
kıyamet gibi bir gün gelip, ruhlarımızın da yok olacağı "Allah'ın zatından
başka her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) âyeti gereğince, zatımızın
yok oluşu her yönüyle gerçekleşecektir. Ancak Allah katında bilinen gerçek
varlığımız hiç bir şekilde kaybolmayıp, işin aslında her türlü hükme tabi
olabileceğimiz ve sonunda ebedî bir varlığa kavuşma ile Allah'ın cemalini
görebileceğimiz de anlaşılıyor.
Eğer Allah yanında bilinen gerçek varlığımız,
ruhumuz veya bedenimiz yahut da her ikisi demek ise, bunlardan biriyle; yok
eğer bunların ötesinde birşey ise o şekilde bir ebediliğe kavuşacağız. Bu
ebedilik de gerçekten bizim kendi kendimize bir ebediliğimiz demek olmayıp,
ancak Allah'ın ebedi oluşu ile mümkün olan bir ebedilik olacaktır.
Bunun için bizim tabiî denebilecek olan
zatımızın gereği yokluk iken, hakkımızda takdir edilen nasibimiz, bakâbillah
yoluyla Allah'ın kahrına veya lütfuna kavuşmaktır. En yüksek hedef ve en büyük
rıza işte bu ebedî lütuftur. Fennin, sebeplerin bâkî oluşu konusundaki büyük
kanununda, bu mânâ sabit demektir. Maddeler ve küçük kuvvetler, hepsi sebebe
bağlıdırlar. Bundan dolayı hepsi silinir, yalnız her şeyin sebebi olan Allah
zatı ve sıfatları ile sonsuz kudreti ile bâki kalır. Allah'ın bâkiliğinde, o
silinen maddelerin ve fani güçlerin mahiyetleri ve şahsi belirtileri Allah'ın
bilgisi olmak üzere tamamen muhafaza edilerek, ilmî varlıkla sabit ve bâki
kalırlar. Yine her türlü hükme konu olabilecek bir gerçek varlığa sahip
bulunurlar. İşte ahiret hayatının zamanı, bu Allah'ın bâki oluşu ve Allah'ın
bilgisinde bâki olmaktır.
Bu şekilde bakâbillâha, bakâ-i Rûhanî (Ruhun
bâki ve ebedî olması) tabirini kullanan filozoflar, Allah'ın gerçek mahiyetini
ruh, insan ruhunun da Allah'ın gerçek varlığındanmış gibi düşündüklerinden
dolayı, ahiretin aslını ruhun bâki kalması olarak tasavvur etmişler ve gerçeği
karmakarışık hale getirmişlerdir. Gerçi ruh, Allah'ın emri olan bir sırdır.
Ruhun bâki oluşu, dinen kötü sayılacak bir şey de değildir. Fakat bizim, ebedî
olarak, ruhumuzun bâki oluşu ile bâki olmamıza hükmetmek, bize bir şahsî
bâkilik isnad etmektir. Bu da zatımızın fani oluşunu unutmaktır. Bu ise ilk
sebebi, Allah Teâlâ'yı unutmaktır.
Şunu bilmelidir ki Allah'ın gerçek mahiyeti,
ruhun ve cismin ötesinde bir teklik mertebesindedir. Ruhu, Rabbin emri olmakla
beraber Rab emrine hakimdir. "Allah emri üzerine galip ve hakimdir."
(Yûsuf, 12/21). Bunun unutulmaması gerekir. Bundan dolayı bizim varlığımızın ve
bâki oluşumuzun dayanağı ve binası, Allah'ın varlığı ve bâki oluşudur. Biz
kendi bâki oluşumuzla değil, Allah'ın bâki oluşu ile bâki olabileceğiz. Gerçek
diri olup, her şeyi yöneten O'dur. "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na
döneceğiz" ifadesi, işte bu Allah'ın bâkiliği ile bâki olmayı
anlatmaktadır.
Bu, ne yalnız ruhla olur, ne de yalnız bedenle
olur. Bu, her ikisinin de başlangıcı ve garantisi olan gerçek bir bâkiliktir.
Ahiret bu bâkiliğe dayanmaktadır. Allah mevcut ve bâki oldukça, bizim için yeni
yeni nice ruhlara ve bedenlere kavuşmak daima mümkün ve sonsuza dek imkan
dahilindedir. Biz ölürüz, ruhumuz kalabilir. Kabirde ve berzah âleminde mükafat
ve ceza görebilir. Kalmaması ve bir müddet sonra onun da sonunun gelmesi, kendi
nefsinde mümkündür. Fakat Allah'ın bilgisinden, Allah'ın hükmünden ve
bakâbillah'tan çıkmamız mümkün değildir. Asıl mükafat ve cezanın dayanağı
budur.
Ahiret sadece ruhun bâki kalışı olmayıp,
berzah âlemindeki hayattan sonra başka bir yaratılış ile diriltilecektir. Bunun
da gayesi o yaratılışa göre Allah'a bir dönüş olacaktır.
Bundan dolayı "Biz Allah'ınız ve
gerçekten biz O'na döneceğiz." ifadesi bir taraftan ahiretin garantisi
olan bir dönüşü, bir taraftan da ahirette bile amellerin en üstünü ve
olgunluğun son sınırı olan bir dönüşü, mutlak ifadesiyle içine almaktadır.
Böyle bakâbillah ile ümid ve korku, sadece "ruhun bâki oluşu" teorisi
üzerine kurulan ümit ve korkudan daha yüksek, daha gerçek ve daha ilmîdir. Her
şüpheden uzak bir tevhid, Allah'a bir teslimiyettir. Yûsuf sûresinde geleceği
üzere bu teselli Muhammed (s.a.v.) ümmetinden başkasına verilmemiştir.
157-Böyle bir tevhid ile bütün ümidini
bakâbillaha dayandırarak "râdiye" ve "merdıyye" makamlarına
ermiş olan sabırlı kimseler, her müjdeye layıktırlar. Bunları şu âyetle
müjdele: İşte Rablerinin salevât ve rahmeti bunlara mahsustur ve işte hidayete
ermiş, doğru yolu tutmuş olanlar ancak bunlardır.
Allah'ın salevâtı, bütün günahların
bağışlanmasıdır. Allah Teâlâ, bunların günahlarını tamamen örter. Onları
rahmetiyle öyle mükafatlara, öyle nimetlere ulaştırır ki, bunlar dünyada ne
görülmüş, ne duyulmuş, ne de insanın akıl ve hayaline gelmiş şeyler değildir.
Bunlara: "Gir iyi kullarımın arasına! Gir cennetime." (Fecr,
89/29-30) denecektir.
O sabırlar, ancak yerine getirilmesi mümkün
olmayan Allah'a şükürde meydana gelecek kusurları, günahları örtecek ve onların
yerini sevaplara bırakacak ilâhî yardımlardandır. Müminler, bunu bilerek, sabır
ve namazla yardım istemelidirler. "Râdiye" ve "merdıyye"
makamlarını kazanmalıdırlar. Namazlarında Mescid-i Haram tarafına yönelerek
Allah'ı zikredip, O'na şükretmelidirler ki, vaad edilen dünya ve ahirete ait
nimetler tamamlansın, ebedî hoşnutluk lezzeti ihsan edilsin.
Bu kıblenin kutsallığı, yalnız bundan ibaret
de değildir. Bunda namazdan başka bir zikir ve ibadet yolu, sizin için başka
bir toplanma ve Allah'a yaklaşma şekli daha vardır. Nitekim Allah şöyle buyurur:
Meâl-i Şerifi
158- Gerçekten Safâ ile Merve Allah'ın
alâmetlerindendir. Onun için her kim hac veya umre niyetiyle Kâ'be'yi ziyaret
ederse, bunları tavaf etmesinde ona bir günah yoktur. Her kim de gönlünden
koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah iyiliğin karşılığını verir, o her
şeyi bilir.
158- Mescid-i Haram etrafında bulunan Safâ ve
Merve tepeleri Allah'ın alâmetlerindendir. İbadet ve O'na yaklaşmak için
konulmuş belirtilerden, özel işaretlerden ve hac ibadetinin yapıldığı
yerlerdendir.
Esasen safâ, kaypak taş; merve, küçük ve
yumuşak taş demek olup, lâm-ı tarif ile Safâ ve Merve Mekke'de bilinen iki
tepenin özel isimleridir. Harf-i tarifleri el-Beyt, en-Necm gibi lazımdır.
"İlm" maddesinden "alem",
"alâmet" ve "alâim" gibi "şuur" maddesinden şeâir,
"Şaîre"nin veya "şiâre"nin yahut da "meş'ar"ın
çoğuludur ki bu özel isim, bildiren alâmet, belirti mânâsına gelir. Nitekim
savaşta iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de "şiar
parola" denir. Şeâir; bazan ibadetin kendisine, bazan da yerine denir.
Ezan, cemaat ile namaz, bu cümleden alarak cuma ve bayram namazları ve Hac
dinin şeâirinden yani alâmetlerindendirler. Aynı şekilde camiler, minareler,
hacdaki ibadet ve özel yerleri de alâmet ve işaretlerdendir ki, Safa ile Merve
de bunlardandır. Bundan dolayı: Kâ'be'ye Hac veya umre yapan kimsenin tavafı bu
ikisiyle yani Safâ ve Merve ile yapmaya çalışmasında hiç bir suç, hiç bir günah
yoktur.
Hac, sözlükte özel bir maksat ve niyet
anlamına gelir. Bir şeye çokça gidip gelmek mânâsını da ifade eder.
İ'timar yani umre de ziyaret demektir. Dini
bakımdan da hac ve umre, Beyt-i Şerif'i bilinen şekilde, niyetle ziyaret
etmektir. Hacc'ın özel bir vakti vardır. Umre'nin yoktur. Bunların geniş
açıklamaları fıkıh kitaplarına aittir. Burada "Tavaf etmek" iki kaydı
içine alır:
1- Asıl tavaf, yani Kâ'be'nin etrafında
dolaşmak,
2- Tatavvuf, yani bu tavafta zorlanmadır.
Çünkü 'nin idğam edilmiş şeklidir.
"ikisi" kaydı ve bu kayda bağlı olan "Ona bir günah
yoktur." hükmü tavafın aslına değil, tavafta zorlanmaya bağlıdır.
Tavafın aslının farz ve rükün olduğunda
ihtilaf yoktur. Fakat bu tavafa Safâ ile Merve'nin ilavesi ve Safâ ile Merve
arasında sa'y denen tavaf bölümü hakkında: "Ona bir günah yoktur."
buyurulmuştur. Bu ise görünüş itibarıyla bir muhayyerlik gibi görünmekle
beraber, gerçekte vâcibe, menduba ve mübaha ihtimali vardır. Buna karşılık
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hacc-ı şeriflerinde Safâ'ya yaklaştıkları zaman:
"Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Allah'ın başladığı ile
başlayınız." diye emretmiş ve kendisi Safâ'dan başlayıp, Beyt'i görünceye
kadar üzerine çıkmıştır. Bir hadis-i şerifinde de bu hususta: "Allah size
sa'yi farz kılmıştır, sa'y yapınız." buyurarak sa'yin vacib olduğunu
göstermiştir. Gerçi burada asıl mânâsıyla koşmak demek olan sa'y, vacib olmayıp
"Allah'ın zikrine koşunuz." (Cum'a, 62/9) emrinde olduğu gibi sadece
yürümenin yeterli olacağı kabul edilmiş ise de en azından koşar gibi biraz
hızlıca "Remel" denen yürüyüş şekli mendubdur. Kısaca tavafta Safâ ve
Merve ile tavafta zorlanmanın vacib olduğu da anlaşılmaktadır.
Bundan dolayı İmam Malik ve Şâfiî
hazretlerinden bu zahmetli tavafın da, tavafın aslı gibi rükün ve farz olduğu
rivayet edilmiştir.
Bununla beraber âyetin yalnız zahirine
yapışarak muhayyerliğe ve bu zahmetli tavafın vacib olmayıp, nafile olduğu
görüşüne sahip olan fıkıh âlimleri de vardır. Fakat Hanefi mezhebinde tercih
edilen şudur: Âyetin zahiri, farz mânâsındaki kesin vücûba engeldir. Aynı
zamanda anılan hadisler ve teâmül ise vacib olduğunu göstermektedir. Öyle ise
bu zorlu tavaf ne kesin bir farzdır, ne de nafiledir. Belki farza benzerliği
bulunan zannî bir vacibdir.
Farz denemez, çünkü "Ona bir günah
yoktur." ifadesi mendubluğu ve mübahlığı da içine almaktadır. Nafile ve
tatavvu da denemez. Çünkü tatavvuun, sonra ayrıca söylenmiş olması buna
engeldir. Bu ikisi arasında da hadisler vacib olduğunu söylemektedir. Bu
bakımdan delillerin müşterek değeri olarak bu zahmetli tavaf zanni bir
vacibdir.
O halde âyette görünüş itibariyle muhayyerliği
ifade eden "Ona bir günah yoktur." sözü niçin gelmiştir? Bunun
açıklaması âyetin iniş sebebindedir. Çünkü rivayet edildiğine göre cahiliye
devrinde Safâ üzerinde "İsâf" adında bir put, Merve üzerinde de
"Nâile" adında diğer bir put vardı. Cahiliye müşrikleri bunların
arasında tavaf ederler ve bunlara ellerini sürerlerdi. İslâm gelip putları
kırdıktan sonra müslümanlar, Safâ ile Merve arasında tavaftan çekindiler. bunu
hoş görmediler. Bunun üzerine bu âyet indi ki, korkmayın, bunda günah yoktur.
Bilakis bunlar Allah'ın alâmetlerindendir, diye bu tavafa teşvik edildi. Bu
teşvikin bir çeşit vücub ifade ettiği de hadislerle açıklandı. Tavafa Safâ'dan
başlamak, farz değilse de vacib oldu. Fakat İmam Şâfiî, farz ile vacibi
birbirinden ayırmadığı için Şâfiîlerce farz ve vacib bir sayıldı.
Hz. Ömer bir defa Safâ ile Merve arasında
koşmamış, sadece yürümüş ve buyurmuştur ki: "Yürüyorsam Resulullah'ı yürür
gördüm, koşarsam Resulullah'ı koşar da gördüm."
Resulullah Efendimiz yukardaki şekilde Safâ
ile Merve arasında tavaf ederken müşriklere karşı kuvvetini göstermek için sa'y
etmiş, yani koşmuştu. Bunun hatırası olmak üzere koşar gibi yürümek sünnet
olmuş ve bu zahmetli tavafa sa'y denmiştir.
Demek ki bunda din düşmanlarına karşı kuvvet
göstermek için beden eğitimine de bir teşvik vardır. Bunun meşruluğunun aslı ve
bu tepelerin, Allah'ın alâmetlerinden olması ise şu meşhur hikayeden dolayı
olduğu da açıklanmıştır:
Hz. İbrahim bırakıp gittikten sonra bu vadide
Hacer ile İsmail susuzluktan son derece daralmışlardı. Hacer, ciğerparesi olan
oğlunu Harem mevkiine koymuş, su aramak için tepeden tepeye koşmuştu. Bu sırada
Cenab-ı Allah yardımını göstererek Zemzem kuyusunun yerinden su fışkırtmış ve
son dereceye gelen zaruret hallerinde imdatlarına yetişmişti. Böylece şunu da
göstermişti ki, Allah Teâlâ, dünya yurdunda sevdiklerini bazı sıkıntılara
düşürse de kendisine dua edip sığınmaktan ayrılmayan, bu hususta elinden gelen
son gayreti sarfederek sabır ve kararlılık gösterenlere, mutlaka en kısa
zamanda ferahlığa ve genişliğe kavuşturmakla yardım eder.
İşte buna işaret olmak üzeredir ki Safâ ile
Merve'yi kıyamete kadar dinin alâmetlerinden olarak göstermiştir.Bütün
müminlerde yukarıda açıklandığı üzere böyle biraz korku ,açlık ve diğer sıkıntı
ve müsibetlerle imtihan edildikleri zaman ümitsizliğe düşmemeli,kurtuluşu güç
görmemeli ve sabrın müjdesine ermek için çalışmalıdır.
Müşriklerin,bir zamanlar bu tepelere put
yerleştirmek gibi saldırıları bile bu hatırayı yok edemez.Tavafa bunların
ilavesi günah değil sevabtır.Bundan başka:Herhangi bir kimse vazifesi olmasa
bile gönüllü olarak ve sırf kendi gönlünden koparak bu cinsten veya
diğerlerinden bir hayır yaparsa ,mükafatını görür,çünkü Allah şükredenleri ve
şükürlerinin derecelerini bilir.Ona göre şükürlerini karşılıksız bırakmaz.O
nimet ihsan edici ve bağışlayıcı olan Allah,şükreden kullarına karşı sırf kendi
lütfundan nimeti artırmakla karşılık vererek şükür muamelesi yapar.Bu
muamelenin dünya ve ahirette kıymetinin ne kadar büyük olduğunu tasavvur bile
edemezsiniz.
Nitekim bir kudsi hadiste şöyle rivayet
edilmiştir:"Mümin kulum,hayır ve nafilelerle bana yaklaşa yaklaşa o
dereceye gelirki sonunda ben onun işittiği kulağı,gördüğü gözü idrak ettiği
kalbi olurum.Her işittiğini hak kulağı ile işitir,her gördüğünü hak gözüyle
görür,her idrak ettiğini hak bilgisiyle bilir.Hiçbir işinde şaşmaz,yanılmaz
,aldanmaz,aldatılmaz,doğruca muradına erer.Allah ile arasında bu derece
yakınlık ve beraberlik meydana getirir."
Vazifelerin yerine getirilmesinden başka sırf
gönülden coşularak devam edilen nafile hayırlar,bu kadar büyük olgunluk ve
mutluluk sebebidirler.Bunları herkes bilmeli,bilenler bilmeyenlere anlatıp
belletmelidirler.Çünkü Allah şöyle buyurmuştur:
Meâl-i Şerifi
159- İndirdiğimiz apaçık delilleri ve
hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra
gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da
lanet ederler.
160- Ancak tevbe edip halini düzelterek
gerçeği söyleyenler başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet
ediciyim, tevbeleri çokça kabul ederim.
161- Ama âyetlerimizi inkar etmiş ve kâfir
olarak can vermiş olanlara gelince, işte Allah'ın laneti, meleklerin laneti ve
insanların laneti hep onların üzerine olsun.
162- Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar.
Ne azabları hafifletilir, ne de kendilerine göz açtırılır.
159-Ensar'dan bir topluluk, yahudilere
Peygamberimiz'in Tevrat'taki vasıflarını ve hükümle ilgili bazı âyetleri
sormuşlardı. Yahudiler gizlediler, söylemediler. Onun üzerine bu âyet inmiştir.
İbnü Abbas, Mücahid, Hasan, Katade, Rebi', Süddî
ve Asam'dan bunun gerek yahudi ve gerekse hıristiyan Kitap ehli âlimleri
hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel
olmasına mani olmayacağından, âyetin hükmü; din işleriyle ilgili olarak bildiği
herhangi bir gerçeği gizleyip, söylemeyenlerin hepsini içine almaktadır.
Bunun için Ebu Hüreyre (r.a.) hazretleri, çok
hadis rivayet ettiği söylendiği zaman: "Kur'ân'da iki âyet -ki biri bu,
diğeri iki sayfa sonra gelecek olan bunun benzeri bulunan bir âyet- olmasaydı,
hiçbir hadis rivayet etmezdim." demiş ve bu âyetleri okumuştur. Bunun için
din işleriyle ilgili hiçbir bilgi gizlenmemelidir.
Zira Allah Teâlâ buyuruyor ki: Bizim
indirdiğimiz apaçık delilleri, Allah'ın emrine, hükümlerine, irşadına ve
bunlara iman edip uymanın vacip oluşuna işaret eden ve hidayetin kendisi olan
âyetleri ve delilleri, O kitapta veya bu kitapta, gerek Tevrat, İncil ve
gerekse Kur'ân cinsi bir kitapta insanlara açıklamamızdan sonra, o insanlar
içinden, bunları gizleyenler, yani ikrar ve itiraf etmeyen, ihtiyaç anında
söylemeyen veya yaymayan, yahut yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya
kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler, kim olursa olsun, işte
bunlar var ya, bu gizlemelerinden dolayı mutlaka Allah bunları lanetler. ve
bütün lanet edebilecek, lanet duası yapabilecek olanlar da bunları lanetler.
Kısaca bunlar, her zaman ve her taraftan hakkıyle lanetlenecek olan
mel'unlardır.
Şüphesiz ki, "Hakka karşı susan dilsiz
şeytandır." şeytan ise daima lanetlenmiş ve kovulmuştur.
160- Ancak tevbe edenler, tevbe edip de
durumlarını düzeltenler, durumlarını düzeltip de gizledikleri gerçeği açıklayıp
yayanlar var ya, işte ben Allahü Azimüşşan da bunların tevbelerini kabul ederim
ve bunları gözetleyerek kendilerini lanetin dışında bırakırım. Tevbeleri çokça
kabul eden ve çok merhamet eden ancak benim. Benden fazla tevbe kabul eden
hiçbir merhametli düşünülemez.
Burada Âdem (a.s.) kıssasına, tevbe
kelimelerine tekrar dikkati çekme bulunduğu ortadadır. Tevbe ettiler ve
durumlarını düzettiler ifadesinden sonra, gerçekleri açıkladılar buyurulması,
gizleme günahının tevbesinin her halde zıddı olan beyan ve açıklama sevabını
işlemeye bağlı bulunduğunu anlatır.
Demek ki, her günahın kendine mahsus bir
tevbesi ve her çeşit inkarın bir iman tarzı vardır. Bir kayda bağlı olmamak
üzere her tevbe, her günahın tevbesi olamaz. Kısaca apaçık bir gerçeği gizlemek
küfürdür. İman da gerçeği açıklamaktır. Küfürden sonra da gerçeği açıklamak
suretiyle tevbe ve iman makbuldür.
161-Tevbe edenler böyledir. Diğerlerine
gelince, Allah'ın indirdiği apaçık delillere, hidayete, bu cümleden olarak
bütün peygamberler ve kitaplarla beraber Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve
Kur'ân'a iman etmeyip inkarda ısrar eden ve kâfir olarak ölenler var ya, işte
bunlar da, böyle mel'unlardır.
162-Allah'ın, meleklerin ve insanların
hepsinin laneti bunların üstündedir. Onlar bu lanetin içinde ebedî olarak
kalırlar. Bunlardan azab hiçbir zaman hafifletilmez. Bunlara hiçbir mühlet ve
müsaade verilmez.
Her inkar, bir gerçeği gizlemek demek,
olduğuna göre bu âyet, önceki âyetteki tevbe ile istisna edilenlerden başka,
gerçeği gizleyenler hakkındaki lanet hükmünü teyid ve lanetleyecek olanları
tefsir etmiş olmakla beraber, diğer yönüyle ondan daha geneldir. Çünkü dilden
gerçeği söylemiş veya kalemle yazmış olmakla beraber, kalben iman etmeyip,
kâfir kalan ve bu küfürlerinden tevbe etmeyerek ölenlerin yukardaki lanetin
kapsamına girmeleri düşünülecek bir nokta olduğu halde bu âyet, hiçbir kayda
bağlı olmamak üzere kâfirleri açıkça içine almaktadır.
Ey insanlar! Siz artık inkar ve anlaşmazlıktan
vazgeçip, hepiniz tevhid dairesine giriniz. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
163- Her halde hepinizin ilâhı, bir tek
ilâhtır. Ondan başka bir ilâh yoktur. O Rahmân ve Rahîm'dir.
163- Ey insanlar! hepinizin ibadet ve
kulluğuna layık ve buna hakkı olan gerçek ilâhınız, bir tek ilâhtır.
"Vâhid" sıfatı ile nitelendirilmiş bir ilâhtır ki, ilâhlıkta tektir.
Hem sizden başkalarının da diğer bir ilâhı var sanmayınız. O'ndan başka hak
olan hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka ilâh tutulanların hiç biri ilâhlığa layık
değildir. Hepsi boş, hepsi batıldır. O'ndan daha üstün veya O'na denk bir ilâh
düşünülmesi imkansız olduğu gibi, O'ndan daha aşağı seviyede olmak şartıyle de
O'nun ilâhlığına ortak olabilecek mabudlar, tanrılar yoktur. İlâhlığa ortak
olmak mümkün değildir. Gerçek ilâh ancak o tek olan Allah'tır. O'nun bütün
yaratıklara başlangıç olan birçok isimleri ve sıfatları varsa da, yine zatından
hakkıyle bahsetmek mümkün değildir. Hakk'ın gerçek mahiyeti, her türlü
bileşimden uzaktır. O tek olan Ferd'i vasıflandırmak imkansızdır. Çünkü vasıf,
vasıflanan ile sıfat arasında az çok bir başkalık gerektirir. Başkalık olunca
da ferdîlik kalmaz. Bir de herhangi bir şeyden haber vermek, kendisinden haber
verilen bir şey ile, haber verme şekli ister. Bu ise ferdî-liğe aykırıdır.
Bunun için türetilen isimlerin hepsi de Hakk'ın gerçek mahiyetinin, birliğinin
aslına ermekten uzaktır. O'nun zatına en son "O" denebilir.
Bütün büyüklük ve şeref kaynağı, bütün çokluk
yönlerinden uzak olan ve ancak " O"diye ifade edilebilen tek zattır.
O'nun zatı, sıfat ile kemale ermiş olmayıp, bilakis zatının kemali,
sıfatlarının da kemalini gerektirmiştir.
İşte " O" ifadesi, O rahmet ve şeref
kaynağına, O birliğin yüce başlangıcına ulaştırır. Bunun için "hüve"
kelimesi bir zamir olduğu halde O'nun zatına işaret eden en büyük ismi gibi
olmuştur.
Tevhid denizine dalmış olan ve kalbini yalnız
Allah'a bağlayan velilere göre bu ismin önemi pek büyüktür. Buna ism-i âzam
(Allah'ın en büyük ismi) diyenler de vardır. Bununla beraber ism-i âzam Allah
ism-i şerifidir, diyenler daha çoktur. Çünkü, "Allah" ismi, zat ve
bütün sıfatların toplamına delalet etmesi itibariyle daha geniş kapsamlıdır.
"Hüve" ise tevhid makamında âzamdır. "O, ey O! Ey O'ndan başka O
olmayan zat-ı kibriyâ" tabiri rivayet edilegelen tevhid zikirlerindendir.
İşte hepinizin gerçek ilâhı bütün çoklukların
başlangıcı olmakla beraber, zatında bileşim ve çokluk bulunmayan, ilâhlıkta,
varlığının vacib oluşunda hiçbir ortağı ve benzeri olmayan O ilâh birdir.
Hiçbir yaratığın, bunun ilâhlık dairesinden çıkması mümkün değildir.
Bütün bu yücelik ve büyüklüğü ile beraber O,
Hem Rahmân, hem Rahîm'dir. Bütün rahmetler O'nun, en ince merhametler O'nundur.
Ortak koşanlar, böyle tek bir ilâha ortak koşmuş inkar edenler, böyle çok
esirgeyen, çok merhamet eden bir ilâhı inkar etmiş oluyorlar. Bu sebeple
kendilerini, bu ezelî ve ebedî rahmetten mahrum ederek lanete uğratıyorlar.
Bunun için o şirk ve inkardan vazgeçmeli de Allah'a ve Allah'ın indirdiklerine
iman etmeli, tevhid dairesinde bu rahmetlere ebedî olarak ermelidir.
Deniyor ki, Kâ'be ve etrafında müşriklerin
üçyüz altmış tane putları vardı. Bu âyeti işittikleri zaman hayret ettiler de
"Ey Muhammed! Eğer doğru söylüyorsan bir âyet -kesin bir delil- getir de
bununla doğruluğunu bilelim." dediler. İbnü Cerir'in Atâ'dan rivayetle
anlatmasına göre Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Medine'ye gelişlerinde
"Sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır." âyeti inmişti. Mekke'de Kureyş
kâfirleri "Bu kadar insanlara bir ilâh nasıl yetişir?" dediler. Bunun
üzerine şu âyet indi:
Meâl-i Şerifi
164- Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde
akıp giden gemide, Allah'ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden
sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında,
rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta
şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah'ın birliğine deliller
vardır.
164-Saîd b. Mesruk hazretlerinden rivayet
edildiğine göre Kureyş, yahudilere "Musa'nın getirdiği mucizeleri bize
söyleyin, nelerdi?" diye sormuşlar, onlar da asâsının yılan oluşunu ve
elinin bembeyaz parlamasını anlatmışlardı. Aynı şekilde hıristiyanlara da
sormuşlar, onlar da doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirme
ve ölüleri diriltme mucizelerini anlatmışlardı.
Bunun üzerine Kureyş, Hz. Peygamber'e:
"Sen de Allah'a dua et, bize şu Safâ tepesini altın yapıversin de kesin bilgi
ile imanımız ve düşmanlarımıza karşı kuvvetimiz artsın." demişlerdi. Bunun
üzerine Resulullah bunu Rabbinden niyaz etmişti. Allah Teâlâ da vahiyle:
"Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine yalanlamaya devam ederlerse, onlara
dünyada hiç kimseye yapmadığım bir azab veririm." buyurmuştu. O zaman
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in: "Ey Rabbim! Kavmimi ve beni kendi
hâlimize bırak, ben onları günden güne davet edeyim." diye dua etmesi
üzerine Cenab-ı Allah bu âyeti indirmiştir. Bununla göklerin ve yerin yaratılması
ve buna bağlı yaratılış olayları, Safâ'nın altın'a dönüştürülmesi gibi istenen
mucizelerden daha büyük, daha faydalı ve daha muciz olduğunu beyan etmiştir.
Bunlar, mucize meselesinde Kur'ân'ın, insan fikrini ne güzel terbiye ettiğini
anlatmaya yeterlidir.
Siz, O'nun birliğinden, kudretinden,
rahmetinden ve bu kadar insanlara yeteceğinden şüphe edip, zat ve sıfatlarına
delil ve mucize mi istiyorsunuz? Şu üstünüzdeki her tarafı kuşatmış uçsuz
bucaksız uzaklık içinde, sayısız yüksek gök cisimleri ve aralarındaki uzun
mesafe ve bu mesafeyi işgal eden hava boşluğu ve ışık gibi, görülen veya
görülmeyen nice cisimler vardır. Bunlara ve bunların inceliklerine, fezayı
dolduran esir maddesinin niteliğine, her cismin yürüyüş ve hareketleriyle
çizdikleri tabaka tabaka yörüngelere, hareketlerindeki ağırlık merkezine, toplu
nizamlarıyle yer yer teşkil ettikleri sistemlere, burclara bir bakınız. Şu
göklere ve o cisimlerden biri olup, denizleriyle, karalarıyle, dağlarıyla,
dereleriyle, ovalarıyla, çölleriyle, pınarlarıyla, ırmaklarıyla, madenleriyle,
bitkileriyle, ormanlarıyla, mesire yerleriyle bütün o göklere direksiz,
kuşaksız bağlılığı ve ilgisiyle ayağımızın altında yuvarlanan şu yer küreye bir
bakınız. İşte mekan denen uçsuz bucaksız feza içinde hey'et-i âlem adını alan
bu gökleri ve yeri yaratmada ve icad etmede, yaratılış nizamında, ve gece ile
gündüzün değişmesinde, uzayıp kısalmasında, birbiri ardı sıra gelmesinde, bu
geliş ve takip ile ortaya çıkan yer konumunda, zaman sırrında ve bir tek yerde
zıtların bir araya gelmesinde, insanlara faydalı yüklerle denizde akıp giden ve
gök cisimlerinin uzak masmavi semada akışlarını andıran gemilerin akışında,
akıp gittiği denizlerin yaratılış sırrında, bunlarda meydana gelen hareket ve
durma kanunlarında, bu kanunların insanlara temin ettiği menfaatin ortaya çıkma
tarzında, Allah'ın yukarıdan indirdiği suda, indirip de kuru toprağa ölümünden
sonra su ile tekrar hayat vermesinde ve bu bitki hayatının yaratılışında, ve bu
yeryüzünde akıl sahibi olanlara varıncaya kadar her türlü hayvanları sınıf
sınıf, cins cins, çeşit çeşit ayırıp tasnif ederek yaymasında ve bu hayvan
hayatının meydana gelmesinde, türlü türlü rüzgarları bir taraftan bir tarafa,
bir şekilden bir şekile evirip çevirmesinde, gökle yer arasında emre boyun
eğmiş olan bulutlarda hiç şüphesiz birçok âyetler, maddî ve manevi, dine ve
dünyaya ait nimetler, sizin istediğinizden daha büyük mucizeler vardır. Vardır
ama; aklını kullanacak bir toplum için. Yani akıllı olan ve aklından istifade
eden kimseler için. Bundan dolayı akıl da bu mucizelerden biri ve belki de en
büyüğüdür.
AKIL: Kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında
bulunan manevi bir nurdur ki insan bununla, duyu organlarıyle hissedilemeyen
şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle sebeplerin meydana getirdiği şeyler ve
eser ile eseri meydana getiren şeyler arasındaki ilgiyi, yani "illiyet
kanunu" dediğimiz sebebi neticeye bağlayan kanunu ve ona bağlı olan
gerekli ilgileri idrak ederek eserden müessire veya müessirden esere yahut da
bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal etmektir.
Mantık denen bu intikal sayesinde duyu
organlarıyla hissedilen bir eserden, hissedilemeyen müessiri anlaşılır. Mesela,
hissedilen bir hışıltıdan görülüp hissedilmeyen bir hayvanın anlaşılması gibi.
Yahut da hissedilen bir müessirden hissedilmeyen eseri anlaşılır. Mesela
görülen bir bal arısından, görülüp hissedilmeyen bal idrak edilir. Yahut
hissedilen bir eserden, ilgili olduğu diğer bir eser anlaşılır. Mesela
görülmeyen bir arının vızıltısından, henüz görülüp hissedilmeyen balı
keşfedilip, bilinir.
İşte böyle hissedilenden, hissedilemeyene
intikale sebep olan veya hissedilemeyen bir mânayı bizzat ve açıklıkla keşfeden
idrak vasıtasına akıl denir.
Bu intikalin de başlıca üç çeşidi vardır:
1- Cüz'îden cüz'îye, fertten ferde intikaldir
ki, buna "temsil" veya "Fıkhî kıyas" denir.
2- Cüz'îden küllîye, bir fertten bir türe veya
bir türden bir cinse intikal etmektir ki buna "istikrâ" (tümevarım)
adı verilir. Küllî (tümel) önermelerin ve fen kaidelerinin çoğu ve belki de
hepsi bu yolla keşfedilmiştir. Bunda görmenin ve deneyin önemi büyüktür.
3- Küllîden (tümelden) cüz'îye (tekile), bir
cinsten bir türe veya bir türden bir ferde intikal etmektir ki, buna da özel
mânasiyle "istintâc" veya "mantık kıyası" ya da sadece
"kıyas" denir ki, bütün ilimlerin fiilî uygulaması bununla yapılır.
İstikrâların amelî sonuçları bununla elde edilir. İlim yollarının en kuvvetlisi
budur. Çünkü bunda bir taraftan bir esas ortaya koyma, diğer taraftan da onu
pekiştirme vardır.
Bütün ilimlerin, fenlerin ve insanın elde
edebileceği her şeyin, dönüp dolaşacağı yer olan "illiyet"
(nedensellik) kanununu güzelce anlayıp tatbik etme sayesinde akıl, bu
âyetlerden, bu yollarla Allah'ın varlığını, birliğini ve geniş rahmetini zarurî
olarak anlar, keşfeder.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen
aklın da başlıca iki çeşit yürüyüşü vardır:
1- Ağır, derece derece ve zamana bağlı olan
inceden inceye düşünme seyridir ki, buna "fikir" denir.
2- Bir anda, bir hamlede arzuya ulaşıverecek
derecede hızlı olan ani seyridir ki, buna da "hads; tahmin, zan"
denir. Bu hads de iki kısımdır:
a) Her birinde konusuna göre uzun süre meydana
gelen tahsil, tecrübe ve alıştırmadan elde edilen alışkanlık sıfatıdır ki,
çalışmakla kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî eğitim, bu gayeye ermek
içindir. Buna "akl-ı mesmu': işitilmiş akıl" da denir.
b) Doğrudan doğruya yaratılışta yerleşmiş ve
sırf Allah vergisi olan bir melekedir ki, buna da kudsî kuvvet ya da makbul
veya tabiî akıl denir. Bunda esas itibariyle gayretin, çalışıp kazanmanın hiç
hükmü yoktur.
Herkesin bu çeşit hads; tahmin ve akıldan az
çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca öbür akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bunun,
sınırlanması mümkün olmayan birçok mertebeleri vardır ki, basit bir zekadan
peygamberlerin akıllarının mertebelerine kadar gider.
En yüksek mertebesine "akl-ı evvel"
(ilk akıl) denir. Başlangıçtan sonucu, sonuçtan başlangıcı; önceden sonrayı,
sonradan önceyi tam bir bilgi ile gören bu ilk akıl, Allah'ın kelâmı ve Hz.
Muhammed'in nurudur. Nitekim hadis-i şerifte: "Allah'ın yarattığı şeylerin
ilki, benim nurumdur, Allah'ın yarattığı şeylerin ilki kâlemdir, Allah'ın
yarattığı şeylerin ilki akıldır." buyurulmuştur.
Akılların derecelerindeki değişiklik,
eksiklerinden ileri gelir. Yoksa esas itibariyle akıllar için yol birdir. O da
doğru yoldur. Bizim, sebeplerin başlaması, çelişkilerin başlaması gibi hakkı
anlamaya vesile olan asıl sebepler hakkındaki apaçık kavrayışlarımız, ilk aklın
anlayış mahiyetini gösteren birer hissemizdir.
Biz bu sayede her çeşit bilgiyi böyle açık bir
şekilde idrak eden ilk aklın, hiçbir kayda bağlı olmayan kutsal kuvvetin
mükemmelliğini isbata bir delil buluyoruz. Bizim şahsımıza göre değişen ve pek
az olan tahmin gücümüzle ilk akla böyle bir bağlantımız ve bu sayede hakka
ulaşmamız vardır. Bütün mertebeleriyle Allah vergisi olan akıl, çalışma ile
kazanılmış olmadığı için, bunda çalışma ve insan iradesi sebep değil ise de,
bunda Allah'ın lütfu ile sahip olduğumuz hissemiz ölçüsünde, düşünen akıl ve bu
konudaki uzun tecrübeden elde edilen, alışkanlığa bağlı tahmin kabiliyeti
çalışıp kazanmaya bağlı olduğundan, Kur'ân'ında Cenab-ı Hak bütün insanları bu
yola iletip sevketmek için: "Düşünüp, aklını kullanan bir kavim için
elbette âyetler, deliller vardır." buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan
doğruya hislerde tesirini icra edecek olan mucizelerin büyük bir faydası
olmayacağını anlatmıştır.
Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinde insanları,
anlayıp, delil bulmak için mucizelerden çok, tamamen akılla anlaşılabilecek
hususlara sevketmek vardır. Bunun için Kur'ân, mucizelerin en büyüğüdür. Fakat
bundan, bazılarının zannettiği gibi peygamberlerin mucizelerinin mümkün
olmadığına ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in maddî mucizeler
göstermediğine ve gösteremeyeceğine işaret gibi bir anlam çıkarmaya kalkışmak
da doğru değildir. Çünkü bu âyette özetlenen ve her biri için aslında en büyük
icad harikası olan sırları ve mucizeleri ortaya koyan üstün kudret düşünüldüğü
zaman, Safâ tepesinin altın'a dönüştürülmesinin, bu kudrete göre hiçbir önem
taşımayacağı ve olması imkansız bir şey teşkil edemeyeceği kolaylıkla
anlaşılır.
Bunun için Cenab-ı Hak, âyetin iniş sebebi
itibariyle, bu âyette şunu da anlatmış oluyor ki, göklerin ve yerin yaratılıp
var edilmesi ve bunlar üzerinde, anlatılan eşsiz idarenin icrası gibi en büyük
mucizeler; devam eden bu mucizelerin anlaşılmasından elde edilecek faydaların
yanında Safâ'nın altın'a dönüştürülmesi gibi geçici ve tek bir harika olay
isteği pek küçük bir şeydir.
Bu büyük ve devamlı mucizeleri anlayıp,
üzerinde iyice düşünenler ve bu düşünme ile yüce yaratıcının kanunlarını
kavrayıp ona uyanlar, Safâ tepesini altın yapmak gibi bir isteği, sonradan
kendileri bile yapabilirler. Çünkü bu sayede yalnız Safâ'nın değil, bütün Mekke
dağlarının altın ile döşenmesi bile mümkün olur. Allah Teâlâ, bunun da yolunu
yapmıştır. Yalnız maden kanunlarını iyice anlamak, bu istek için yeterli olur.
Bunun için Allah'tan ve peygamberden daha büyük, daha hayatî, kutsal, genel ve
ebedî şeyler talep etmek gerekir.
"Düşünüp, aklını kullanan bir toplum için
elbette âyetler, deliller vardır." ifadesinde "âyât" kelimesi,
açık alâmetler ve kesin deliller, karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme
ihtimali bulunmayan apaçık mucize demektir. Kur'ân'ın âyetlerine
"âyet" denmesi de bu mâna ile ilgilidir.
Demek ki Allah Teâlâ'nın iki çeşit âyeti
vardır:
1- İcad ve yaratılış kitabındaki fiilî
âyetler,
2- İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.
Bunların ikisi de Allah'ın zatına,
sıfatlarına, hüküm ve iradelerine delalet ettiklerinden dolayı "âyet"
ismini almışlardır.
Bu iki kitap ve bu iki çeşit âyet, karşılıklı
olarak biri diğerinin işareti, öbürü de onun işaret edip gösterdiği şeydir.
Biri, diğerinin açıklaması ve tefsiridir. Tam anlamıyla marifet; Allah
tarafından indirilen kitabın sözlü âyetlerinden, yaratılış kitabının fiilî
âyetlerini ve ondan Hak Teâlâ'nın zat ve sıfatlarını okuyup, anlamak,
anladıktan sonra onun kanunlarına, emirlerine ve hükümlerine uyarak, doğru
yoldan, "Râdıye" ve "Merdıyye" makamlarını elde etmekle
"bakâbillaha" ulaşmaktır.
İşte Kur'ân'ın bu sözlü ayeti, bize birçok
fiilî âyetleri özetleyip göstererek bu kâinat devletinin sınırsız ve sonsuz
değişikliğini, sürekli ve herkesi aciz bırakan bir nizamla icad edip düzene
koyanın, her şeyi düzenleyip yönetenin yüce yaratıcı olduğunu anlatır. Akıl ile
ma'kulün; dış dünya ile zihnin uyum noktasında, her şeyin yöneticisi olan
Allah, varlığını ve birliğini ortaya koyar. Allah, zatında ve sıfatlarında
birdir. O'nun kudreti ve rahmeti herşeyi kaplamıştır. Bunun için O, bütün
insanlara tam ve mükemmel olarak yeterli olup, ortağı ve benzeri bulunmaktan
münezzehtir. İşte bu âyet, bu hususlara delalet eden birçok açık delili, gayet
veciz ve bununla beraber gayet basit ve açık bir şekilde biraraya toplamıştır.
Bunda açık ve kapalı olarak nice ilimlerin ve fenlerin konu ve gayeleri vardır.
Bunu en değersiz ve en basit bir akıl duyar ve
en yüksek akıllar, bunda ebedî bir tetkik ve müşahede gayesi bulur. Netice
olarak hiçbir akıl bu karardan dışarı çıkamaz.
İşte Kur'ân, en yüksek ilim ve fen
meselelerinin bu şekilde özünü alarak bütün seçkin insanların ve halkın
açıklıkla anlayacağı derecede basitleştirip öğretiyor. Tereddüt ve hayalin,
şiir edebiyatında hiçbir gerçeğe uymayan ve haksız yere "ibdâ" (icad)
adı verilen hayal gücünün gelip geçici ve yalancı bir bakışını okşayarak insanı
bir an için ve bir daha tekrarlanmamak şartıyla çarpıp geçen boş mânâlarında
bir teselli zevki aramaya alışmış olan ruhlar, Kur'ân'ın bütün yaratılışa ayna
olan benzersiz nazmında mucizeli bir yükseklik duymazlarsa bunun sebebini,
yaratılışlarındaki zevklerinin ve akıllarının birtakım hevesler içinde iflas
etmiş olmasında aramalıdırlar.
Bu gibiler, hakkı hep acı diye kabul etmişler
ve aklı, hakka ulaşmak için bir vasıta tanıyacak yerde onu, hakkı red ve ibtal
ile mağlub edebilecek acımasız bir silah gibi kullanmak isteyen zâlim
müşriklerdir. Onlar hakkında şöyle buyrulmuştur:
Meâl-i Şerifi
165- İnsanlardan kimi de Allah'tan başka
şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman
edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri
zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok
şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.
166- O zaman kendilerine uyulan kimseler,
azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaşmışlar ve aralarındaki bütün
bağlar parça parça kopmuştur.
167- Onlara uyanlar da şöyle demektedirler:
"Ah, bizim için dünyaya bir dönüş olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları
gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" İşte böylece Allah onlara bütün
amellerini, üzerlerine yığılmış hasretler (pişmanlık ve üzüntüler) halinde
gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkacak değillerdir.
165-Allah'ın birliği ve kudreti bu kadar fiilî
ve sözlü âyetleriyle açık ve parlakken buna karşı: insanlardan bazıları vardır
ki, Allah'a karşı denkler, benzerler tutarlar ki, onları, Allah'ı sever gibi
severler. Onların emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah'a
isyan içinde bulunurlar.
Şüphe yok ki böyle yapmak, gerek Allah'ı inkar
ederek olsun ve gerekse olmasın, ilâhlık mânâsında onları Allah'a ortak
yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara
yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, mabud adını vermekten çekinmezler.
Onlara "Rabbimiz, tanrımız" derler. Hatta ilâhlarının doğması ve
doğurması görüşünü benimseyerek onlara aynı cinsten, mabut derecesinde oğullar,
kızlar tasavvur edip yakıştırırlar. Diğer bir kısmı da açığa vurmadan aynı
muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı sever gibi severler, onları nimet sahibi
olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a
yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını
elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.
Bu âyet bize gösteriyor ki, ilâhlık mânasında
son derece sevgi, bir esastır. Ve mabud, en yüksek seviyede sevilen şeydir.
Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa olsun, mabud edinilmiş olur.
Sevginin hükmü ise itaattır. Bunun için mabuda son derece itaat edilir. Her
insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı onun mabududur. İnsanlar tarafından
böyle sevgiyle mabud mertebesi verilerek Allah'a denk tutulan şeyler o kadar
çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun
da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber:
"onları severler" ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan "onlar"
zamiri bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir.
Bunun içindir ki, değerli tefsirciler, denk,
benzer mânâsına gelen "endâd"ı "Allah'a isyanda itaat ettikleri
liderleri, başkanları ve büyükleri" diye açıklamışlardır. Bu zamirin,
tağlib yoluyla diğer putları da kapsamına alması takdirinde bile bu mânâ
açıktır.
Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam,
itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar,
hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan
nice kimseler vardır ki bu, şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en
büyük yarasını teşkil eder.
Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında
böyle muhabbet mabudlarının haddi ve hesabı yoktur. Bu duygu, zamanına göre
türlü türlü şekillerde ortaya çıkar. Hıristiyanlık da bu ruhla doludur. Hele
Avrupa ruhunda, Avrupa edebiyatında bu tür şirk, o kadar ileri gitmiştir ki her
eline bir kalem alan ve her hangi bir şiir söylemek isteyen kimse sevgilisine
ilâh mertebesi vermeyi, en ufacık bir işi övmek için hemen yaratma kudretini
yakıştırmayı bir hüner, bir şeref sayar. Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün
bu çeşitli ve birbirine zıt olan mabudların mücadelesi yüzündendir. Bu
anlaşmazlık ve ihtilaflar, her birinin arasındaki binlerce dalkavuk tarafından
körüklenir ve insanlık günden güne ahlâkî düşüklüğe sürüklenir. İlimlerin,
fenlerin, sanatların gelişmesi, buna çare bulamaz. Bilakis hepsi, bu şirk
ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine kullanır.
Bunlar, gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber.
Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahluk yer tutmuştur. Onları
Allah gibi severler, onlara mabud muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için
Allah'a isyan ederler. "Onları, Allah'ı sever gibi severler."
ifadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri mabud
derecesine çıkaranlar da dahildir.
Bunun için Allah'ın velileri, peygamberleri ve
melekleri gibi sevgili kullarını severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi
düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır.
Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek
gerekir. Allah'ı sevenler, Allah'ın yolunda giden sevgili kullarını da
severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah için severler ve bu sevgi ile
Allah yolunda onlara uyarlar. "Ey Muhammed! de ki: Eğer siz Allah'ı
seviyorsanız bana tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmrân,
3/31).
Buna göre Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve
onlara uymak, günah ve şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat
bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Yani hıristiyanların Hz.
İsa hakkında yaptıkları gibi onları mabud derecesine çıkaracak bir ibadet şekli
olmamalıdır. Bunun en güzel misalini, müslümanlığın iman anahtarı olan kelime-i
şehadetinde ve ibadetin başı olan namazında buluruz. Bir müslüman "Ben
şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki,
Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir." derken Allah'tan başka bütün
mabudların hepsini reddedip atar da bu temiz kalb ile Peygamberi Hz.
Muhammed'in O'na kulluk ve peygamberlikle bağlılığını tasdik eder ve Allah için
bu gerçeğe şahitliğini arz eder. Bu şehadette Allah'tan sonra Peygamber'e bir
sevgi ilanı vardır. İman bu sevgi ile tamam olur. Fakat Allah sevgisi, yüce Mevlânın
birliği ile bunun yanında Hz. Muhammed sevgisi, Allah'a kulluğu ve
peygamberliği cihetiyledir. İşte Allah için sevmenin en büyük örneği!..
Bunun gibi namazda Allah'tan başkasını çok
cüz'î bir şekilde bile olsa niyete karıştırmak küfürdür. Namazı bozar. Namazda
peygamberden ve Allah'ın salih kullarından hiçbir şey istenmez. Nihayet
tahiyyatta onlar adına da esenlik, salevât, rahmet ve bereket niyaz edilir. Bu
duada Peygambere ve salih kullara elbette bir sevgi gösterme vardır. Fakat
namaz kılan kimse Allah'ın huzurunda onlardan bir şey isteme durumunda değil,
onlara da derecelerinin yükselmesi için Allah'ın rahmetini isteme, hayatında
onlara ikram etme durumunda olacaktır. Müslüman bütün ömründe bu hareket
çizgisini hayatının esası sayacaktır.
Buna karşılık velileri, peygamberleri veya
ruhlarını ya da melekleri müşriklerin araya giren mabudları gibi bir ilâhlık
payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak,
onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler yapmak, onların isimlerini
"Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek, "Onları, Allah'ı
sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şüphe yok ki, bir şirk ve
küfürdür. Ayrıca böyle yapmak, onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar ancak
Allah'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık adına da böyle batıl bir
sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz, zanneden birtakım gafil
kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle din ilminin iyi tahsil
edilmediği ve dinî bilgilerin esası bilinmeden ağızdan ağıza bir efsane gibi
dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahillik bölgelerinde ortaya
çıkagelmiştir. Çünkü kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği için gerçek
ve gelişmiş din ilmi sönünce insanlar, ilk cahiliye devrindeki efsanelerle
gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete çalışır. Hurafelerle boğulur,
gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanır.
Bununla beraber bu sapıklığın felsefe yoluyla
ilim ve marifet adı altında gelişip yayılan kısmı da yok değildir. Bu elbette
daha mühimdir. Burada Allah'ı inkar eden ta'tıl (batıl ve metruk, ateizm)
felsefelerinden söz etmeye lüzum görmüyoruz. En derin cehalete eşit ve hatta
daha beter olan ta'til (ateizm) felsefelerinin kötülüğünü, çeşitli yönleriyle
hatırlatmaya ihtiyaç duyulmadığı gibi bunların ilmi ve felsefî bakımdan
kıymetleri de yoktur. Fakat ilâhlık felsefesi ve vahdet-i vücud adı altında
gizlenen bir metrût (ateist) felsefe vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve
hikemî şekilde en büyük zarar bundan doğagelmiştir. Her nerede bir şirk varsa
bununla az çok bir alakası vardır.
Önce şunu kaydedelim ki, "Sizin ilâhınız
bir tek ilâhtır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara, 2/163) âyetinde
de açıkça belirtildiği üzere İslam dininde emredilen genel iman konusu:
"Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." tevhidi, yani Allah'ı bir
bilmektir. Yoksa "Allah"tan başka hiçbir mevcud yoktur." diye
ifade edilen mevcudu, varlığı bir bilmek değildir. Bu olsa olsa marifet yolunda
merhaleler katetmiş olan seçkin şahıslar için bahis konusu olabilir.
Bizim nazarımızda vücud birliği genel olarak
olumsuz değil, belki keşif yoluyla olumludur. Fakat "Allah'tan başka
mevcud yoktur." demekle "Her mevcud Allah'tır." demek arasında
pek büyük fark vardır. Birincisi sırf tevhid olabilir, fakat ikincisi sırf şirktir.
"Allah'tan başka mevcud yoktur." dendiği zaman, Allah'tan başkasına
isnad edilen varlığın gerçek olmayıp hayalde ve vehme bağlı, şuura akseden bir
gölge işi olduğu ve gerçek varlığın ancak Allah'a mahsus bulunduğu ikrar
edilmiş; âlemin zatı ile ve zatı için gerçek varlığı yok sayılmış olur ki bu
vahdet-i vücuddur. Çünkü keşif yoluyla sabit olduğu üzere biz âlem adına ne
biliyorsak hepsi, hissettiklerimizden, hayâlimizden, zihnimizdeki şekillerden
ve ruhî izlenimlerimizden ibarettir.
Bunları hakikat tasavvur etmemiz ve izafi
olarak hak diyebilmemiz, zatında mükemmel ve tek olan Hak kavramının ezelî ve
ebedî gerçekleşmesini tasdik sayesinde mümkün olabilir. Bunu Fâtiha'da
açıklamıştık.
Bu bakımdan vahdet-i vücud, varlık tevhidi;
âlemdeki benzer şeylerin gölge ve hayal olduğunu görmek ve onları silip
arkasındaki açık gerçeğin varlığına iman etmekle mümkün olur.
Nitekim "Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur." dediğimiz zaman da birtakım putların, birçok kimseler tarafından
mabud edinildiğini inkar etmiş olmuyoruz da bunların hak olmadıklarını ilan ve
ancak bir Allah'ı ispat ve kabul etmiş oluyoruz. Fakat "Her mevcud
Allah'tır." dendiği zaman varlıkta gerçek bir çokluk, kabul edilmiş ve
hepsinin Allah olduğu iddia edilmiş oluyor ki, bunda tevhid yoktur. Tersine
Allah'ı çoğaltma ve ona ortak koşma vardır. Bu bir vahdet-i vücud değil,
varlığın birleştirilmesi veya hulûl teorisidir. Yahut da Allah'ı inkar etmek
suretiyle yalnız âlemi ispattır, "Bir"e "her" demektir.
Ortağı ve benzeri olmayan Allah'a sonsuz
ortaklar isnad etmek, hayalî varlıkları, gerçek varlık saymaktır. Buna daha çok
"panteizm" yani "birleşmiş ilâhcılık" denir ki, bu teoride
Allah ve varlık gerçekten her şeyle birleşmiştir veya her şeyin içine
girmiştir. Haşâ Ali ilâh, Veli ilâh, Firavun ilâh, Nemrud ilâh ilâh... her şey
ilâhtır. Bunda âlemin isbatı, onu yapanın yokluğu vardır.
İşte birtakım cahiller veya inkarcılar,
Allah'ın hikmeti adıyla imkansız olan bu birleşmeyi veya hulûl ya da ta'tıl
(ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i vücud ve sırf tevhid diye ele alarak
"O'ndan başka ilâh yoktur." demek "O'ndan başka mevcud
yoktur." demek olduğunda ısrar ederler. Bunu da: "Her mevcud
O'dur." mânâsıyla açıklarlar. Hatta külli mecmuî ile külli ifradîyi
birbirinden ayırmayarak "Hepsi O'dur." derler. Her şeyden ötede Allah'ı
görecek yerde, her şeyde ve hatta her şeyi Allah görmek isterler. "İlk ve
son olan, açık ve gizli olan O'dur." (Hadid, 57/3) âyetinin açıkladığı
birleşme mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı söylerler ve böylece
kendilerini Allah görmek ve göstermek için kâmil insanları, bizzat Allah
gösterirler. Artık erenler, veliler, bir ilâhlar topluluğu manzarasında hayal
edilir, oysa bu görüşün esasına göre şeytanların velilerden, kâfirlerin
müminlerden farkı kalmaması gerekir. Çünkü her varlık O sayılır. İşte:
"İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eşler tutuyorlar da
onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar." âyet-i kerimesi özellikle bunları
da red ve iptal içindir.
Zaten İsa'ya "Allah" veya
"Allah'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan, Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan
gelen bu birleşme teorisinin bir koludur. Bu aşırılıktan ve meseleyi
karıştırmaktan kaçınmak için son zamanlarda İslâm dünyasında Hanbelîler içinden
Vahhabî mezhebi ortaya çıkmıştır. Bu mezheb Allah'tan başka her kim olursa
olsun ona hürmet göstermenin ve muhabbet beslemenin şirk olduğunu ilan
etmiştir. Buna dayanarak kabirlere hürmet etmeyi bile şirk kabul etmiştir.
Bu hürmet ve muhabbet "Onları, Allah'ı
sever gibi severler" mânasına uygun olacak derecede olursa, bizim de buna
şirk gözüyle baktığımızda şüphe yoktur. Ancak bundan genel olarak hürmet ve
muhabbetin inkârı mânâsını çıkarmak ve müminlerin kalbinden peygamberlerin ve
salih kulların sevgisini söküp almaya çalışmak da bir aşırılık ve Allah
sevgisiyle uyum sağlaması mümkün olmayan tehlikeli bir iştir. Bunun böyle
olduğunda da şüphe etmeyiz.
Sünnete uygun bir şekilde kabir ziyaret etmek,
ölülere Allah rızası için hürmet etmek, ölülerin gerçek olan eserlerinden,
fikirlerinden istifade etmek, ruhlarını hayır ile anarak memnun etmek, onlar için
Allah'a dua etmek ve bu dua ile feyiz kazanmak, onları Allah'ı sever gibi
sevmek değil, Allah için Allah'ın kullarını ve yaratıklarını sevmek olduğu
açıktır.
Özellikle kabir ziyareti, ölümü hatırlamaktır.
"Lezzetlerin, tatların yıkıcısı olan ölümü çokça anın." hadis-i
şerifi gereğince ölümü hatırlamak meşru olup, emredildiği gibi kabir sahibinin
faniliğini de görerek tasdik etmek demektir.
Kabir ziyaretini, Allah ziyaretine benzetmekte
Allah için haşâ kabir düşünülmesini caiz görmek gibi bir küfür şüphesi vardır.
Bir de "Onları, Allah'ı sever gibi
severler." ifadesinin kapsamı, ölü ile diriyi ayırmamış ve belki de
ölülerden çok dirilere işaret etmiştir. Bundan dolayı ölülere ve kabirlere
hürmet ve muhabbeti kayıtsız, şartsız kesmek isteyenlerin, daha önce bütün
dirilerle ilgilerini kesmeleri, meşru veya gayr-i meşru hiçbir yöneticiye
hürmet etmemeleri gerekecektir. O halde İslâm büyüklerinin kabirlerini yıkan ve
ziyaretlerini engelleyen Vahhabîlerin, hayatta olan yöneticilerine de asla
muhabbet ve hürmet göstermemeleri, ziyaret ve saygıda bulunmamaları gerekir.
Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı
sever gibi sevenler ve onların, Allah'ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek
Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün
putperestliğin esası, bu tarz muhabbet beslemektedir. Allah'ın birliğine karşı
böyle yapan birtakım insanlar vardır. Bunlar, başkanlarını, kendilerine
uydukları kimseleri Allah için değil, Allah gibi severler. : Halbuki mümin
olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden çok ve o müşriklerin
tapındıkları eş ve benzerlere ve hatta varsa Allah'a sevgilerinden daha çok ve
daha kuvvetlidir. Çünkü müminler, ancak Allah'a yalvarırlar. Müşrikler ise pek
sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah'ı hatırlarlar, ihtiyaçları
kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar.
Bundan dolayı müminin gerek rahatlık zamanında
ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan
sevgisi devamlıdır.
Kâfir ve müşrik ise bazan Rabbinden yüz
çevirir, müşrikler tutarlar bir puta taparlar. Sonra ondan daha güzel bir şey
gördükleri zaman onu bırakır, buna taparlar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı
gibi acıktıkları zaman mabudlarını yerler. Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi
ve mabudlarını değiştirir giderler.
Bunun için onların müminler gibi devamlı bir
sevgileri olamaz. Müminler, tek Allah'a inandıkları için bütün sevgileri,
bizzat Allah'da toplanır. Allah'ın yaratıklarına olan sevgileri de bu başlangıç
noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Allah rızası için
severler.
Kâfirler ve müşrikler ise bir mabudun veya bir
putun karşılığında diğer mabudları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve
bütün sevgilerini Allah sevgisiyle, Allah rızasıyla ölçmedikleri için sevgileri
dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve
sabit sevgiye göre bir hiç demektir.
Bunun için mümin bir halk topluluğuna sahip
olan ve sırf Allah için sevilen başkanlar, kendilerine uyulan insanlar ne kadar
mutludurlar! Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da hakkiyle tek Allah'a
inanan bir mümin olmaya, her şeyden, hatta kendinden önce Allah'ı sevip,
Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya
bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal edenler, zulümden
kurtulamazlar.
Böylece Allah'a eşler edinmek suretiyle
zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar, yani Allah'a karşı başkalarını eş ve ortak
tutmak; onları, Allah'ı sever gibi sevmek ve Allah'a karşılık onları bizzat
kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek özellikle Allah
Teâlâ'nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve mabudluğuna başkalarını da ortak etmek
en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür." (Lukmân,
31/13) ve bunu yapanlar son derece zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin
yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına
tecavüz etmek cüretinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar? Allah'ın
kullarına, aciz yaratıklarına neler yapmak istemezler? Bundan dolayıdır ki,
dilimizde "Kork, Allah'tan korkmayandan." diye bir ata sözü vardır.
Elbette böyle yapan zalimler, birgün gelecek, Allah'ın azabını göreceklerdir.
Bu zâlimler, işte o azabı gerçekten görecekleri vakit, Ne kadar kuvvet ve
kudret varsa hepsi, Allah'ın olduğunu, ve Allah'ın azabının ne kadar şiddetli
bulunduğunu bir görecek olsalar!...
Burada bu "onlar bir görecek
olsalar" şart cümlesinin cevabı tehvîl (korkutmak, uyarmak) için
hazfedilmiştir, belirtilmemiştir. Nitekim dilimizde de bu gibi tehdit
makamında: "başına geleceği bilsen..." deriz ve cevabı gizli tutarız
ki, bu gizlilikten maksat, bu cevapta anlatılması mümkün olmayan bütün
tehlikeleri toplamaktır. Yani o gün bunların uğrayacakları acı, pişmanlık ve
hasret, o kadar dehşetlidir ki, şimdiden anlatılması mümkün değildir. Neler
olacak, neler çekecekler!..
166-Özellikle, O Allah'ı sever gibi sevilip,
arkalarına düşülen ve kendilerine uyulan kimselerin, arkalarına düşüp
kendilerine tâbi olanlardan uzaklaştıkları, ve azabı görerek "Aman aman
bunlar bizden değil." diye reddedip kaçındıkları zaman, aralarındaki bütün
bağlantı sebepleri kesilir.
167-Uymak, uyulmak ve bunlara sevk eden iş ve
gaye gibi her türlü ilgi tamamen kopar, o arkadan giden ve öndekilere uyan
kimselerin: "Ah ne olurdu bizim için geçen dünyaya bir dönüş mümkün
olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan
uzaklaşsaydık." diye feryat edecekleri gün, o son pişmanlık günü neler
olacak!.. İşte Allah onlara bütün amellerini böyle her taraflarını kuşatmış
büyük hasretler, son derece acı ve faydasız pişmanlıklar halinde gösterecektir.
ve onlar bu ateşten çıkacak değillerdir.
Bundan dolayı insanlar, bütün bu kuvvet ve
kudretin tek sahibi ve hükümranı bulunan bir Allah'tan başka mabud tanımamalı,
O'nun emrinden başkasına itaat etmemeli, başkasına uymamalı ve bütün sevgisini
Allah'a olan sevgisinde toplamalıdır.
Cenâb-ı Allah, akıllara kudret ve rahmet
delillerini gösterip, hislere son derece korku ve sevgi telkin ederek müjde ve
uyarı, teşvik ve sakındırma içinde birliğini aklî ve hissî bakımdan ispat
ettikten ve bütün insanları her türlü şirkten sakındırmakla tevhid inancına
davet ettikten sonra, ilâhlık ve Rabblığının eserlerini, ilerde açıklayacağı
kanun koyma noktasından da göstermek için buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
168- Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki
nimetlerimden helal olmak, temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın
adımlarına uymayın. Çünkü o size belli bir düşmandır.
169- O size hep çirkin ve murdar işleri
emreder, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler söylemenizi ister.
170- Onlara: "Allah'ın indirdiğine
uyun." dendiği vakit de: "Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak
ona uyarız." dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu
seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?
171- O kâfirlerin hali, sadece bir çağırma
veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın haline benzer; onlar
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler.
168- Ey insanlar! Sizin hepiniz böyle bir
Allah'ın yaratığı ve kitabına layık gördüğü kullarısınız, kendilerine uyulan ve
uyan, hepiniz yemeye, içmeye muhtaç acizlersiniz. Bunun için Allah'a kulluk
edeceğiz diye kendinizi Allah'ın nimetlerinden mahrum ederek yormayınız. O
Rahmân ve Rahîm olan Rabbiniz size şöyle izin veriyor: şu yeryüzünde bulunan
şeylerden yiyiniz. Fakat nasıl rastgelirse ve her elinize geçeni değil, helali
hoş ve tertemiz olarak yiyiniz. Yediğiniz şeyler pis, kirli, şunun bunun hakkı
geçmiş, yaratılış itibariyle ve dinî bakımdan yasaklanmış veya şüpheli şeyler
olmasın. Helalinden kazanınız, haram, pis, şüpheli şeylerden sakınınız. Onlara
tenezzül etmeyiniz. ve şeytanın adımlarına uymayınız. Yani onun arkasından
izinden gitmeyiniz.
Çünkü o sizin her halde açık bir
düşmanınızdır. Kendisi her ne kadar gözlerinize görünmez, gizliden gizliye
kanınıza, iliklerinize işleyerek kalb ve fikirlerinize sokulursa da onun size
düşman olduğunda ve telkinlerinden hiç birisinin hakka ve hayra yönelik
olmayacağında şek ve şüpheye yer yoktur.
169-Ağlam bir yaratılış, olgun bir akıl ve
temiz bir kalb sahipleri için onun düşmanlığını ve telkinlerinin kötülüğünü
anlamak hiç de zor değildir. Çünkü o size ancak kötü ve gayet çirkin şeyleri ,
ve Allah tarafından delili olmadan, kendi kendinize bilemeyeceğiniz şeyleri
Allah'a karşı iftira olarak söylemenizi emreder. O, Allah'ın emirleri hakkında
hayal ve kuruntularla, arzularla söz söylemeye teşvik eder.
Şeytanın batılı gerçek, kötülüğü iyilik gibi
süsleyerek insanın hayal ve kuruntusuna sunmakla heyecanlandırması ve teşvik
etmesi, emre benzetilmiştir. Nitekim nefsin şiddetli arzuları hakkında:
"Nefsim bana böyle emrediyor." denir ki, "nefs-i emmâre"
kötülüğü emreden nefis deyimi bundandır. Bu teşbihte şeytanın vesvesesini kabul
ile ona uyan insanların, şeytanın memurları ve uyduları yerinde olduklarına
işaret buyurulmuştur.
Bilinemeyecek şeyler başlıca ikidir:
1- Allah'ın zâtı ve gerçek mahiyeti: Allah'ın
gerçek mahiyetini insan aklı, tam olarak anlayacak şekilde bilemez. Bunun için
Sıddîk-ı A'zam (Ebu Bekir) hazretleri: "Allah'ın zatının sırrından
bahsetmek, şirk koşmaktır." buyurmuştur. Şeytan ise insanı bundan söz
etmeye teşvik eder, kuruntu ve hayal ile nice sözler söyletir.
2- Allah'a isnadı caiz olup olmayacak
şeylerdir ki, Allah'ın emirlerinin çoğu, haram ve helal gibi fer'î ve şer'î
hükümler bu türdendir. Çünkü şer'î ve fer'î hükümlerin ilgili bulunduğu
sonuçların güzelliğini, menettiği şeylerin gerektireceği fenalıkları anlamak
için akıl ve şahsî tecrübe yeterli değildir. Amele ait teferruatla ilgili olan
Allah'ın kanunlarında öyleleri vardır ki, sonuçlarını tamamiyle anlayıp, özetlemek
için asırlar bile yetmez. Bunların Allah tarafından tayin edilip indirilmiş
delilleri vardır.
Zaten fenalık görmek istemeyen insanların,
fenalığı denemeye kalkışmaları da akıl işi değildir. Fakat şeytan insanları,
bunlar hakkında da gönlüne göre hüküm vermeye teşvik eder. "Adam sen de
filan şeyi yemek neden haram olsun? Filan işi yapmak neden yasak olsun?"
dedirtir. Böylece insana Allah'ın emrini, Allah'ın kanununu araştırtmadan,
kendi kendine yalandan kanunlar uydurtur. Hakk'ın kanununa uymayan işler
yaptırır ve nihayet başını belaya sokar.
İlmi, yoluyla delilinden aramayan; Allah'ın
emrini gösteren delili bulmadan kendi kendine bilemeyeceği şeyler hakkında
şeytanın telkin ettiği hayal ve kuruntusuna, gönüllerinin bozuk eğilimlerine
göre söz söyleyen nice insanlar vardır ki, hep bunlar Allah'a karşı eş tutanlar
cümlesindendir.
170-Nitekim o insanlara Allah'ın indirdiği
açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine tabi olup itaat
ediniz, dendiği zaman, Hayır, biz ona değil, atalarımızı üzerinde bulduğumuz
eski âdetlere uyarız, derler. Yani atalardan kalma eski adetlerin, Hakk'ın
emrine, Allah'ın hükmüne uygun olup olmadığını aramazlar da sırf taassubla
onlara, ne olursa olsun uyup taklid edeceklerini söylerler.
Hayret! Ataları hiç bir şeye akılları ermez ve
doğru yola gitmez olsalar bile mi? Onların bulunduğu hale uyacaklar, cehalet ve
sapıklıkta da mı onları taklid edecekler?
Gerçekten tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî
nakillerin tesbit edeceği birçok asırların deneylerine, daha doğrusu Allah'ın
tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve
ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak da doğru değildir. Bununla beraber
körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu
tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık
ve Allah tarafından açıklanmış bulunan ataları taassubla taklid etmek de
onları, Allah'a eş ve ortak gibi tutmak, cehalet ve sapıklıkta boğulup
kalmaktır.
Bu konuda aranacak olan şey, hak ve batıl,
menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin,
hakkıyle menfaat; iyiliğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması
için de Allah'ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lazım gelir.
Bundan dolayı bir şeye tabi olma sebebi;
eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil, Allah'ın emrine ve
Hakk'ın deliline uygun olmasıdır. Allah'ın emrine uyan ve yaptığını bilen
atalara uyulur. Aksine hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere
-atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi
yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta "Zarar kadîm olmaz." diye
bir genel kaide vardır. "Kadîm, kıdemi üzere terk olunur." genel
kaidesi de bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan
eski olduğu için değil, açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu
gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın
deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir.
Kısaca hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni,
ne de bilgisizlik ve istekdir. Allah'ın emrine ve delile dayanan ilim
gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah'ın indirdiği delillere
bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklid etmek,
onları Allah'a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın
emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
Bu âyet gösteriyor ki, kısaca veya genişçe bir
hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklid, din hakkında yasaklanmıştır.
Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup taklid etmek aklen batıl olduğu gibi,
şüpheli olan hususta da delilsiz taklid, din açısından caiz değildir. Açıkça
belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek,
bilmediği bir şeyi Allah'a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce
hareket etmektir.
Nitekim, "Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve
diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyunuz."
dendiği zaman Arap müşrikleri, taassubla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi
ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivayette de böyle diyen ve âyetin
inmesine sebep olanlar, yahudilerden bir gruptur. "Allah'ın indirdiğine
uyun." dendiği zaman bunlar: "Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde
bulduksa ona tabi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha
bilgiliydiler." demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç
düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.
171- Bu bakımdan böyle tutuculuk ve
taklitçilik, müşriklerin ve kâfirlerin belirtisidir. Bu kâfirlerin hali neye
benzer bilir misiniz? bütün kâfirlerin hali, o hayvanın haline benzer ki,
bağırıp çağırmadan başka birşey işitmeyerek haykırır, duyup dinlediği kuru ses,
çıkardığı yine kuru sestir, mânâdan haberi yoktur. onlar, birtakım sağırlar,
dilsizler, körlerdir. Bunun için hiç bir şey anlamazlar. Sadece hay! huy! kuru
gürültülere, çan seslerine, kaval sesine kulak verirler,haykırırlar. Bunlara
söz söyleyecek, doğru yola davet edecek olanların hali de o hayvan çobanının
haline benzer, o yolda çobanlık etmesi gerekir. Çoban onlara insan gibi,
yiyiniz, içiniz, yayılınız derse anlamazlar, mânâsız seslerle ıslık, düdük
çalar, bağırıp çağırarak azarlar, sürer, haylarsa bir şey duyarlar. İşte
kâfirlerin durumu da böyledir. Bunlar, Allah'tan, peygamberden bir şey
anlamazlar, mânâlı sözleri duymazlar, çan ve düdük sesleri arkasında
dolaşırlar. Bunları işittikleri zaman haykırırlar, höykürürler. Yiyip içmek,
yayılmak için yola gelirlerse, azarlama ile, haykırarak bağırıp çağırma ile
gelirler. Allah daha iyisini bilir ya, yukarıda "Râinâ demeyiniz"
(Bakara, 2/104) buyurulmasında bu nükteye de işaret vardır.
Meâl-i Şerifi
172- Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz
rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnız
O'na kulluk ediyorsanız.
173- O, size yalnız şunları haram kıldı: Ölü
hayvan, kan, domuz eti, bir de Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar. Sonra
kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve
zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla ona da bir günah yükletilmez. Çünkü Allah
çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
172- Ey müminler! siz o hayvanlar gibi
olmayınız. size kısmet ettiğimiz rızıkların maddi ve manevi temiz olanlarından
yiyiniz. Çünkü yaratılış âleminde rızkın haramı da var, helali de; pisi de var,
temizi de. Fakat siz, bunların temizlerinden ve kimsenin hakkı geçmeyerek meşrû
şekilde kazanılan helallerinden insanca yiyiniz. Hem hayvanlar gibi pis boğaz
olmayınız, hem de bir takımlarının yaptığı gibi helal, hoş ve temiz şeylerden
kendinizi mahrum etmeyiniz. Temiz temiz, helal helal yiyiniz.
Onları yaratan, veren Allah'a şükrediniz. O
helal ve temiz rızıklarla beslenen vücudunuzu, görünen ve görünmeyen
organlarınızı, ne için yaratılmışlarsa onda, yani yaratılış gayelerinde
kullanınız.
Çünkü yukarda da açıklandığı üzere şükrün
gerçek bir şekilde yerine getirilmesi, nimeti ihsan edene bu suretle karşılık
vererek saygı göstermektir.
Vücudun organlarından her birinin bir
yaratılış hikmeti vardır. Bunun bir kısmı genel olarak herkes için bellidir.
Diğer kısmını da "Organların faydaları bilimi" (Fizyoloji) denen
ilimle yavaş yavaş, ard arda tetkik etmek mümkündür.
Mesela neslin devamı için verilmiş olan bir
organı, nesli kaybetmek için kullanmanın, yine aynı şekilde gerçekleri
keşfedip, Allah'ı tanımak için bahşedilmiş olan aklı, bozgunculuğu körüklemek
ve hukuku iptal için sarf etmenin, nimete karşı büyük bir nankörlük olduğu ne
kadar açıktır.
İnsanlığın kıymetini bilmeyerek pis ve haram
şeyler yiyenler, böyle nimete karşı nankörlüğe düşecekleri gibi, nimete
nankörlük edenler de maddî ve manevi pislikten kurtulamazlar. Birinden
korunsalar, diğerine mutlaka bulaşırlar.
Tefsir bilginleri diyorlar ki, birinci
"yiyiniz" emri mutlak oluşuna göre ibaha, (mübah kılmak) ikinci
"şükrediniz" emri vücûb içindir. Çünkü usûl ilminde açıklandığı
üzere, yeme, içme gibi sırf kulların iyiliğine meşru bir şekilde yararlanma
imkanı bahşeden emirler, vazife değil, birer hak teşkil ederler. Bunlar vazife
gibi vacib kabul edilecek olursa, yapılmadığında ceza lazım gelir. Bu ise lehte
olduğu açık olan bir emrin aleyhe dönmesini gerektirir. Buna, "konuyu
tersine çevirme" denir ki, bir çelişki olur. Bundan dolayı helalinden
yemek bir hak, fakat haramdan kaçınıp Allah'a şükretmek bir vazifedir.
Ancak "yiyiniz" emrinin mutlak
oluşuyla mubah için olması, içindeki bazı kısımların vacib olmasına engel
değildir. Çünkü mübah vücûbdan daha geniştir. Bunun için de yemenin çeşitli
mertebeleri bulunabilir. Gerçekten fıkıhta uzun uzun açıklandığı üzere yemenin
farz olan ve vazife bulunan kısmı da vardır. Bir insanın ölmeyecek kadar yemesi
farzdır. Mümkün iken yemez de açlığından ölürse intihar etmiş, kendi canının
katili olma günahıyla günahkar olmuş olur. Sonra ölümden koruyacak miktardan
fazla olarak ibadete kuvvet kazanmak için yemek mendubdur. Tam doyacak kadar
yemek mübah, ondan fazlası haramdır.
İşte "yiyiniz" emri mübah
mertebesine kadar yeme şekillerini içine almaktadır. İbahaya yormakla birlikte
farzı da kapsamına almaktadır.
Ey müminler! Böyle temiz temiz yiyiniz de
Allah'a şükrediniz. Eğer siz gerçekten yalnız Allah'a ibadet ve kulluk
ediyorsanız böyle yaparsınız. Gerçekten tek Allah'a inanmış mümin olanlar,
böyle yaparlar.
173-Şimdi siz haram kılınan şeyleri de kısaca
belleyiniz: Allah Teâlâ sizlere ancak şunları haram ve yasak kılmıştır: ölü
hayvan yani kesilmesi gerektiği halde kesilmeden kendi kendine veya boğazlama
yerine geçmeyecek diğer bir sebeple ölen herhangi bir ölü hayvan. Hatta balık
kesilmeye ihtiyacı olmadığı halde ölüp de su üstüne çıkmış olan ölü balık
(semek-i tâfî) bile haramdır. Kan yani dem-i mesfûh denen akar kan, domuz eti
yani gerek ölü olsun ve gerekse boğazlanmış olsun kayıtsız şartsız domuz eti
ki, bunun baştan başa murdar ve her şeyinin pis olduğunu göreceksiniz. Bir de
Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar. Âyette geçen "ihlâl"
aslında sesi yükseltmek demektir. Müşrikler mabudlarına kurban kestikleri
zaman, Lât adına, Uzza adına diyerek onların isimlerini yüksek sesle
söylerlerdi. Böyle sesi yükseltme ile kesmeye de "ihlâl" denirdi.
Sonraları ihlâl, isterse sessizce olsun, mutlak olarak kesme anlamında
kullanılmıştır ki, âyet de bu mânâyadır.
Buna göre gerek gizli, gerek açık olarak
Allah'tan başkası adına kesilen kurbanların, hayvanların yenmesi haramdır.
Mesela, filan türbede Allah için kurban kesmek caiz ve yenmesi helal olursa da,
filan türbe için ve onun adına kesilen kurbanın eti yenmez. Bunlar haramdırlar.
Bunların yenmesindeki zararlar saymakla bitmez. Bunun için son derece hayatî
bir zaruret bulunmadıkça bunlardan yemek, kesinlikle yasak ve günahtır.
Bununla beraber Her kim mecbur kalır ve
yemediği takdirde öleceği muhakkak bulunursa, bu zaruret içinde bulunan kimse,
başkasının hakkına tecavüz etmediği, yani kendi gibi zaruret içinde bulunan
diğer birinin, ölümünü önleyecek kadar elinde bulunana saldırarak, kendini
kurtarmak için onun ölümüne sebep olmadığı, ve taşkınlık yapmadığı, yani
ölmemek için gerekli olan zaruret ölçüsünden fazlasına geçmediği takdirde, ona
günah yoktur. Böyle zaruret içinde kalmış bir kimse için bunlardan hangisini
bulursa zaruret miktarı, yani ölmeyecek kadar yemeye ruhsat vardır. O da bu
ruhsatı terk ederse günahkar olur.
Fıkıh ilminde "Zaruretler, haram olan
şeyleri mübah kılar." ve "Zaruretler, kendi miktarınca takdir
olunur." genel kaidesi de bu ve benzeri âyetlerin mânâsıdır.
İşte şimdilik haram olan şeyler kısaca
bunlardan ibarettir, ilerde daha fazla açıklama gelecektir. Müminler, böyle pis
ve haram olan şeyleri bıraksınlar da helalinden temiz temiz kazanıp yesinler.
Allah'ın emrine uymayarak kendi kendilerine mahrum etmesinler, Allah'ın
emirlerini saklamasınlar. Çünkü kesin olarak biliniz ki:
Meâl-i Şerifi
174- Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi
gizleyip de bununla biraz para alanlar gerçekten karınları dolusu ateşten başka
birşey yemezler. Kıyamet günü Allah onlara ne söz söyler, ne de kendilerini
temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir azab vardır.
175- İşte onlar, hidayeti verip sapıklığı,
affedilmeyi bırakıp azabı satın alan kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar
da sabırlıdırlar!
176- Şüphesiz ki Allah kitabı hak bir sebeple
indirmiştir. Kitap hakkında ihtilafa düşenler ise, şüphesiz haktan uzak, bir
anlaşmazlık içindedirler.
174- Allah'ın indirdiği kitabı, yahudi
bilginlerinin yaptığı gibi gizleyenler, ve bu gizleme sebebiyle az bir değer,
yani ne kadar çok da görünse, işin aslında az olan bir dünya menfaati, para,
mal veya makam satın alanlar, kısaca dünya muradına ermek için Allah'ın
kitabını veya o kitabın hükümlerini gizleyen ve gerçekleri değiştirenler yok
mu? işte onlar, karınları dolusu ateşten başka bir şey yemezler. Bu yüzden
aldıkları bedeller, yedikleri şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak, onları
yakacak ve devamlı yakacaktır. Çünkü şer'î gerçeklerin aksine yapılan her işte
manevi bir ateş kıvılcımı vardır. Onu gizlemek suretiyle elde edilen dünya
menfaati, elbette ateşten başka bir şey olmayacaktır. ve kıyamet gününde Allah,
onlara söz söylemeyecek, yani rahmetle iltifat etmeyecektir.
Çünkü "Bir kötülüğün cezası, onun gibi
bir kötülüktür." (Şûrâ, 42/40). Bunlar ise Allah'-ın kelâmını
gizlediklerinden, ahirette rahmet sözünden mahrum kalacaklardır. onları tezkiye
etmeyecek ve günahlarından temizlemeyecektir. Mümine yapacağı gibi affından
hissedar kılmayacak, oldukları gibi bütün kirlilikleriyle mahşer yerine
getirecektir. ve bunların hakkı acı veren devamlı bir azabdır.
175-Çünkü: Bunlar hidayeti sapıklığa,
mağfireti azaba satmış, hidayet yerine sapıklığı, mağfiret yerine azabı almış
kimselerdir. Artık sapıklık ve azab, onların ebedî olarak kazandıkları malları
olmuştur. Bunlar, ateşe karşı ne sabırlı şeyler? Hayır ve sevaplara,
iyiliklere, doğruluğa, hak ve hakikati açıklamaya, dünya zevklerinden birini
feda etmeye asla sabredemeyen bu adamlar, ateşe götürecek ameller yapmakta ne
sabırlar gösteriyorlar! Ve ebedî olarak ateşte yanmak için neler neler
yapıyorlar!
176-İnsanın yaratılışı gereğince tahammül
edilmesi mümkün olmayan ateşe karşı böyle sabır isnadiyle bir hayret ortaya
koymak, Allah tarafından bir alaydır.
Bu sabır, sonu selamet olan bir sabır değil,
ebedî bir felaket olan çaresizliktir. bu ateş azabı, sebepsiz ve haksız da
değildir. Çünkü Allah kitabını şüphesiz hak ile, hakla ilgili, hakkı söyler
olarak indirdi. Bunun için kitabını yalanlayanın veya gizleyenin hakkı ateş
olur.
Bir de Kitap hakkında ihtilafa düşenler,
Allah'ın indirdiği kitapların hepsine inanmayıp da, kimi Tevrat'a, kimi İncil'e
inananlar ve sonra kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayanlar, elbette
haktan, doğrudan çok uzak bir ayrılık ve anlaşmazlık içindedirler. Haktan bu
kadar uzak bir ayrılık içinde koşan batıl ehlinin hakkı da ebedî bir azabdır.
İşte bu sebeple onlar, o ateş azabını hak
etmişlerdir.
Bu âyet bize şunu anlatıyor ki, aralarında
kendisiyle amel edilen ve anlaşmazlığa düştükleri zaman hakem kabul edilecek
hak bir kitaba iman etmemiş olanlar, tartışmadan ve anlaşmazlıktan
kurtulamayacakları gibi, kitapları ayrı ayrı olan insanlar arasında
birleştirici bir bağ bulunamayacağından ihtilaf ve anlaşmazlıkları ebedî olur.
Bağlı göründükleri kitabın tamamına gerçekten sadakatle inanmayarak, onu kendi
gönüllerine, heveslerine göre anlamak isterler. Kitaplarının bir kısmına
inanırlarsa, diğer kısmına inanmazlar ve böylece birinin inanır göründüğünü
diğeri inkar eder. bunlar da heveslerinin değişikliği ölçüsünde ihtilaf
ederler. Bunun neticesi de kitapsızlığa ve en büyük münakaşa ve mücadeleye
götürür. Haktan uzaklaştırır. Bu da toplumları perişan eder ve ebedî azaba sürükler.
Her ne yapılırsa yapılsın, insanlar için
haktan başka birleşme yolu ve hakka uymaktan başka mutluluk sebebi yoktur.
Kitabın aslında ihtilaf etmeyerek, onu
isteğine göre dünya menfaati nedeniyle inkar, te'vil ve değiştirmek suretiyle
gizlemeye kalkışmayarak hüsn-i niyetle ve tam dürüstlükle anlamaya çalıştıkları
halde insan olmaları bakımından kavrayışları farklı olanların ise asıl
beraberliklerine zarar gelmez. Bunların anlaşmazlıkları haktan uzak bir
anlaşmazlık olmaz.
Herhalde nâsih ve mensûhiyle Allah'ın
kitaplarına inanmamak ve hak kitabın bir kısmını tanımamaya çalışmak felaketin
başıdır. Allah'ın bütün kitaplarına iman etmek ve kitab hakkında ihtilafa
düşmekten kaçınmak, imanın ve İslâm'ın şartlarındandır. Mümkün olan bütün
gayretini sarfederek gerçek ilmî ictihatlar yoluyla meydana gelen ihtilaflar
ise, ihtilaf icad etmeyi gaye edinmemek şartıyla muaftır. Hatta bir hadiste
işaret buyurulduğu üzere kolaylaştırıp genişletme bakımından rahmet sebebi de
olur. O şartla ki, bunlarla amel edecek olanlar, ihtilafı değil, ittifak yönünü
araştırma vazifesini unutmasınlar.
Bunun için bir ferdin, sıkıntılı bir zamanda
hakkında ihtilaf edilen bir görüşle amel etmesinde bir sakınca yoksa da, sosyal
konularda ittifak edilen yön araştırılmadan böyle ferdî bir görüşle fetva
verilmesi tevhid prensiplerine aykırı ve bu âyetin uyarısına dahil olur.
Özellikle kalem ve söz sahibi olanlar, yazı ve
te'lifle meşgul olanlar, emir, yasak, eğitim ve öğretim üzerinde bulunanlar, bu
âyetleri dikkat nazarlarından asla uzak tutmamalı, hakkı gizlemenin, ihtilafın,
anlaşmazlığın ne kötü bir sonucu olduğunu düşünmelidirler.
Ka'b b. Eşref, Ka'b b. Esed, Mâlik b. Sayf,
Huyey b. Ahtab ve Ebu Yâsir b. Ahtab gibi ve Tevrat'taki Hz. Muhammed'in
sıfatları hakkındaki âyetleri ve diğer bazı hükümleri gizleyen ve bu sebeple
hemcinslerinden hediyeler alan Yahudi reisleri hakkında inen bu gizleme
âyetleri ve yukardaki benzeri, müslümanlar için de pek ibretli bir ahlâk
dersini kapsamaktadır.
Kısaca insanın mutluluğu ve hakka yakınlık;
şirkte, küfür ve nankörlükte, cahilce taklit ve taassubda, hayvanlıkta, hayvan
gibi helal ve haram tanımamakta, pis pis şeyler yemekte, şeytana uyup çirkin
şeyler yapmakta, bilir bilmez ağzına geleni söylemekte, hakkı gizlemekte, kitab
hakkında ihtilafa düşmekte, hakka karşı ayrılık ve anlaşmazlık çıkarmakta
değil, tam mânâsıyla hayır ve ihsanda, bol iyiliktedir. O halde asıl hayır ve
iyilik nedir?
Meâl-i Şerifi
177- Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı
tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah'a,
ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı
olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri
kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de
andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık
durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var
ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır.
177-KIRÂET: Hamza ve Âsım'dan Hafs, rânın
fethasıyla; diğerleri rânın zammesiyle okurlar ki, birincisinde , 'nin haberi;
ikincisinde ismidir. Nafi ve İbnü Âmir "nûn"un tahfif ve kesresi,
rânın zammesiyle, ; diğerleri nûnun teşdid ve fethası ve rânın da fethasiyle
okurlar. "Gerçek iyiliğe ulaşamayacaksınız." (Âl-i İmrân, 3/92)
âyetine bak!
NÜZUL (İNİŞ) SEBEBİ: Âyetin inmesine Kitap
ehlinin, kıblenin değiştirilmesi meselesinde dedikoduyu ileri götürmeleri,
yahudi ve hıristiyanlardan her birinin, kendi kıblelerine yönelmenin daha
hayırlı olduğunu iddiada ısrar etmeleri sebep olmuştur.
Bunun için onlara ve bu vesile ile bütün
insanlara hitaben buyuruluyor ki: Ey İnsanlar! Yüzlerinizi doğuya ve batıya
doğru çevirmeniz, işin aslında istenen erginlik ve hayır değildir. -Diğer
kırâete göre- Asıl istenen erginlik ve hayır, yüzlerinizi doğuya ve batıya
doğru çevirmeniz değildir.
Bir kere doğu ve batının kıble edinilmesinin
hükmü kaldırılmıştır. İkincisi, doğuya ve batıya dönmek zaten ısrar edilmesi
gereken bir erginlik ve hayır zannedilmemelidir. Kıble meselesinin ve hatta
Kâ'be'ye bile yönelmenin önemi, kendisi için istenen bir erginlik ve hayır
olduğundan değildir. Fakat işin aslında erginlik ve hayır sahibi, gerçekten
iyiliğe eren, Allah'a ve sorumluluk günü olan ahiret gününe, meleklere, kitaba
ve peygamberlere iman etmiş, ve helalinden mal kazanıp, seve seve herhangi bir
yakınlığa sahip bulunan akrabalarına, muhtaç olan yetimlere, fakirlikten
kımıldanamayacak halde bulunan yoksullara, yol oğluna, yani uzun yoldan gelmiş
misafire, ihtiyac ve zaruretin zorlamasıyla dilenme zilletine düşmüş
dilencilere -ki bir hadis-i şerifte: "Dilenene, at üzerinde bile gelse
veriniz." diye rivayet edilmiştir-. Rikâb, rakabe' nin çoğuludur. Rakabe
sözlükte boyun kökü demek olup, mecazen insanda ve şer'an hürriyetini kaybetmiş
olan insanda kullanılır ki, burada bu mânâyadır. Yani, esirler uğrunda;
köleliğe düşmüş insanların kurtulup âzâd olması hususunda, Mükâtebeye kesilmiş
olanların kurtuluş için ödeyecekleri bedele yardım etmek veya satın alıp âzâd
etmek veya esasen esirlikten kurtarmak üzere hediye veya sadaka olarak mal
vermiş, farz namazlarını doğru dürüst kılmış, dininin direğini dikmiş, zekatını
da ayrıca vermiş, İslâm köprüsünden geçmiş olan kimse, bir hususta andlaşma
yaptıkları, kesin söz verdikleri zaman sözlerini yerine getiren vefakârlar, ve
özellikle fakirlik, sıkıntı, hastalık ve kötürümlük gibi zaruret durumlarında
ve bir de düşmana karşı savaş zamanında, savaş alanlarında sabreden sabırlı
kimselerdir.
Aslında erginlik ve hayır, gerçek iyilik,
bütün bu sayılan kimselerin erginliği, bunların iyilikleridir.
Arap dilinde övgü şeklinde meydana gelen
saymalarda i'râbın merfu ve mansub olarak değişmesi, övgüye dikkat çekmek için
bir adettir. kelimesi bu türden olmak üzere "yâ" ile mansub olmuştur
ki, mukadder medih (övgü) fiilinin mef'ûlüdür. İşte bu güzel sıfatlarla
vasıflanmış olan kimseler, öyle kimselerdir ki, dinde, hakka uymada, iyiliği ve
hayrı aramada, doğruluk ve vefakârlık yapmışlar, doğruluklarını ispat
etmişlerdir. İşte, müttakiler bunlardır, bu iyilik ve doğruluk sahipleridir.
Allah'a şükür de böyle doğruluk ve sadakatle yapılır.
Görülüyor ki, bu âyet-i kerime açıkça veya
delalet yoluyla, insanlığın bütün üstün vasıflarını içinde toplamıştır. Buna
işaretle Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de: "Her kim, bu âyet ile amel
ederse, imanını kemale erdirmiş olur." buyurmuştur.
Bunun üzerine, amelî hükümleri genişçe
açıklamak suretiyle, hayat hakkı ve canı koruma ile ilgili olmak üzere
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
178- Ey iman edenler! Öldürmede kısas size
farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi
tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti
güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir
rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir
azab vardır.
179- Ey temiz akıl sahipleri! Kısasta sizin
için bir hayat vardır. Ümit edilir ki, korunursunuz.
178- İNİŞ SEBEBİ: Hz. Muhammed'in
peygamberliğinden önce adam öldürmeye karşı hıristiyanlar, yalnız affın vacib
olduğunu söylüyorlardı. Yahudilerin hükümlerinde de af yok, yalnız öldürme
vardı. Bununla birlikte Buharî ve Nesaî'nin rivayetlerine göre İsrailoğulları
diyeti, öldürmeden önde tutuyorlardı.
Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir
kısmı bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna
hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinde haksızlık yapıyorlardı.
Şöyle ki: Öldürmede: Biri, diğerinden daha şerefli olan iki kabile arasında bir
öldürme olayı meydana gelince, daha şerefli olanlar; herhalde bizden bir köle
karşılığında onlardan bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek ve bir erkek
karşılığında iki erkek öldüreceğiz derlerdi. Kendi yaralarını hasımlarının
yarasının iki katı sayarlar ve bazan daha da ileri giderlerdi.
Rivayet ediliyor ki; bir kere birisi, ileri
gelenlerden bir insan öldürmüştü. Katilin yakınları, öldürülenin babasının
yanında toplandılar ve "ne istersin?" dediler.
O da: "Üçten biri!" dedi.
"Nedir onlar?" diye sordular. Cevaben: "Ya oğlumu diriltirsiniz
veya evimi semanın yıldızlarıyla doldurursunuz yahut da bütün kavminizi bana
teslim edersiniz, hepsini öldürürüm. Sonra da oğluma bir karşılık aldığım
görüşünde bulunmam." demişti.
Diyete gelince; onda da zulmedenler,
çoğunlukla ileri gelenlerin diyetini, diğerlerinin birkaç katı yaparlardı. İşte
böyle Arap kabilelerinden Ensar'ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden
kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine
karşı ileri gidip bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın
karşılığında bir erkek öldüreceğiz diye yemin etmişlerdi. Müslüman olduktan
sonra Resulullah (s.a.v.)'a gelip muhakeme olmak istediler. Bu sebeple, bu âyet
indi.
Kısasın vacib oluşunu, bu vacibliğin ancak
öldürülenin ehlinden birinin affı ile düşebileceğini, bu affın daha iyi ve daha
uygun olacağını, bununla beraber af sırasında mal üzerine anlaşmanın da
caizliğini tesbit etti. Yahudilerin, affın meşru olmadığına ve diyetin kısastan
önde bulunduğuna dair olan hükümlerini ve kısas yoluyla öldürmenin asla meşru
olmadığını söyleyen hıristiyan hükümlerini ve insanlık eşitliğine riayet
etmeyip, şeref davasıyla haksızlığa ve tecavüze giden Arab âdet ve hükümlerini
ortadan kaldırdı. Yaşama hakkındaki eşitliği kurup ilan etti. Gelelim mânâsına:
KISAS: Sözlükte ayniyle karşılık vermek,
herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek demektir. "katlâ" kelimesi
"katîl"in çoğuludur. "Katîl" de maktûl, öldürülmüş kimse
demektir. "öldürülenler hakkında" ifadesindeki "fî" harfi,
sebebiyet içindir. Ey iman edenler! zulmedilerek öldürülenler hakkında, yani
bunların öldürülmesinden dolayı karşılık olarak katillerine kısas uygulanması
üzerinize yazıldı, yazılmış bir kanun oldu, farz kılındı.
Bundan dolayı kasden bir insan öldürmenin asıl
gereği kısastır. "el-katlâ" kelimesi çoğul ve başında lâm-ı tarif
bulunduğundan, kasden ve haksız yere öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi,
müslüman ve müslümanların himayesinde bulunan diğer din mensuplarının hepsini
kapsamaktadır. Her birinin katili kim olursa olsun, karşılığında kısas yapılır.
Açıklanacağı üzere, kısası düşürme sebebi olan af veya anlaşma olmadıkça bu
kısasın uygulanması, bütün iman edenlere farzdır.
Özellikle hür hüre, köle köleye, dişi dişiye,
yani bir hür bir hürü, bir köle bir köleyi, bir dişi bir dişiyi öldürdüğü
zaman, öldürülen hür karşılığında o katil hür, öldürülen köle karşılığında o
katil köle, öldürülen dişi karşılığında o katil dişi, kısaca her öldürülen
kimsenin karşılığında kendi katili aynı şekilde öldürülür. Bu öldürme yeterli
bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi şeref ve kıymet davasıyla katilden
başkasının öldürülmesine kalkışılmaz.
Bu kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda
olduğu gibi, katilden başkasının öldürülmesinden kaçınılması içindir. Bundan
başka bir mefhûm-i muhalifi kastedilmiş olmadığında ittifak vardır.
Biz Hanefilerce zaten mefhûm-i muhalif delil
yerinde geçerli değildir. Ancak siyak gibi açık bir karine bulunursa o başka. O
zaman da mefhûm-i muhalif, kelime-i tevhidde olduğu gibi, mânâ sayısına dahil
olur. Burada da bu türden olmak üzere nüzul sebebi karinesi ile katilden
başkasının öldürülmemesi hakkında mefhûm-i muhalifi geçerli olabilirse de
başkası hakkında söz söylenmemiş olur. Geçmiş usule göre amel edilir. Bundan
dolayı âyetin başındaki genel ifadeyi özelleştirmez. Hürün köleye, erkeğin
dişiye karşılık ve bunun aksi olarak kısas edilebilmelerini yasaklamaz. Bunun
için dişinin erkek, erkeğin dişi karşılığında kısas yoluyla öldürüleceği
imamlar arasında üzerinde ittifak edilmiş bir husustur. Bunu teyid ve açıklamak
üzere Mâide sûresindeki kısas âyetinde "Cana can " (Mâide, 5/45)
buyurulmuş ve bununla kısasta aranan benzerlik ve eşitliğin nefis ve can
benzerliği olduğu gösterilmiştir. Yaşama hakkı herkes için eşittir. Kısas bu
eşitliğe dayanmaktadır.
Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya
katilleri, o öldürülenden daha fazla bir yaşama hakkına sahip değildir. İşte bu
şekilde âyetin başı genel, "hüre hür, köleye köle, dişiye dişi"
ifadesi de "cana can" benzemesiyle can eşitliğini beyan ile
tecavüzden kaçınmak içindir. Bununla beraber İmam Malik ve İmam Şafiî
hazretleri, erkek ve dişi arasında fark olduğu görüşünde bulunmadıkları ve
öldürülen bir hür karşılığında katil köleyi kısas yoluyla öldürmeyi yeterli
gördükleri halde, öldürülen bir köle karşılığında bir hürün ve öldürülen bir
gayri müslim karşılığında müslümanın öldürülmesini caiz görmemişlerdir. Fakat
bunu, bu âyetin mefhûm-i muhalifinden de çıkarmamışlardır.
Çünkü "dişiye dişi"nin mefhûm-ı
muhalifine mutlak olarak, "köleye köle"nin mefhûm-i muhalifine bir
yönden itibar etmediklerinde söz yoktur.
Buna karşılık "Hüre hür"ün mefhûm-i
muhalifinin geçerli olması da çelişki olur. Ancak her iki İmam da bu hususta
Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadislere dayanmışlardır.
Buyurmuştur ki:
1- "Bir adam kölesini öldürmüştü.
Resûlullah ona celde vurarak bir yıl sürgüne gönderdi. Kaved yani kısas
yapmadı."
2- "Müslümanların himayesinde olan bir
gayri müslim karşılığında müslümanın, bir köle karşılığında hür kimsenin
öldürülmemesi sünnettendir."
Bir de, "Hz. Ebu Bekir ve Ömer, köle
karşılığında hürü öldürmezlerdi, ashabdan buna itiraz eden de olmamıştır."
diye delil ileri sürmüşler ve bunu organ kısasına kıyas etmişlerdir. Fakat biz
Hanefilerce köle karşılığında, onun sahibi olmayan hür katil, aynı şekilde
müslümanların himayesinde bulunan kâfir karşılığında müslüman katil de kısas
yoluyla öldürülür. Çünkü "cana can" buyurulmuştur.
Birinci hadis, kölenin sahibi hakkında
özeldir. Diğerleri de bu nassı neshedecek derecede kuvvetli değildir. Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz'in bir zimmî karşılığında bir müslümanı kısas etmiş ve
"Taahhüdünü yerine getirmeye en layık olan benim." buyurmuş olduğunu
da Evzâî, senediyle Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu hususta başka haberler
de vardır.
Kısas, yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe
dayanır. Bu masumluk da din ve yurtta sabit olur. Onlar ise bu konularda
eşittirler. Burada şu da anlaşılır ki, vasıf gibi sayıda farklılık da
masumlukta eşitliği bozmaz. Bunun için bir şahsı, birçok kimseler birlikte
öldürürlerse, hepsi de ittifakla kısas yoluyla öldürülürler.
TENBİH:
1- Önce İsrâ sûresindeki: "Her kim haksız
yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas
yoluyla öldürmede aşırı gitmesin." (İsrâ, 17/33) âyeti gereğince buradaki
"öldürülenler"den maksat, kısası gerektiren bir cinayet işlememiş
olduğu halde haksız yere öldürülenlerdir. Bunun için şer'î bakımdan tayin
edilmiş olan sebeplerden birisiyle öldürülmeyi hak etmiş olan kimsenin veya
harbînin öldürülmesine kısas gerekmez.
2- Kısası gerektirecek bir cinayet işlememiş
olanlar hakkında da ilerde gelecek olan âyetler gereğince, hata ile öldürme,
kısastan müstesna olarak, ayrıca hükümlere tabidir.
3- "Had cezalarını şüphe ile yok
ediniz." hadisi şerifinin mânâsı, meşhurdur ve üzerinde icmâ vardır. Kısas
da hadlere dahil olduğundan, şüphe ile ortadan kalkar. Bunda da icma vardır.
Bu bakımdan çocukları karşılığında ana ve
baba, yukarıdaki birinci hadis-i şerifin delalet ettiği üzere, kölesi
karşılığında sahibi kısas yoluyla öldürülmez, ta'zîr cezası verilir.
İşte bu şekilde kısas uygulamak, ümmete ve
imama farzdır. İmamın kendisi de haksız yere birini öldürürse, o da bu hükümden
müstesna değildir. O da aynı şekilde kısas edilir. İslâm yurdunda gerek
müslümanların ve gerekse andlaşma ile duran gayr-i müslimlerin yaşama hakları,
böyle eşit olarak saygın ve canları, eşit olarak suçsuz ve korunmuştur.
Şimdi buna kasten tecavüz eden katile kısas
yapılması, adam öldürmenin asıl gereği olarak yazıldığı anlaşıldıktan sonra;
herhangi bir katil için öldürülenin kardeşi tarafından küçük bir şey
bağışlanmış bulunursa, kısas hemen düşer de, iş artık o katil hakkında
öldürülenin velisi tarafından, akıl ve din açısından örf haline gelmiş olan
iyiliğe tabi olmak, katil tarafından da örfte belirlenen miktarı, öldürülenin
velisi olan kardeşine güzellikle ödemek hususlarından ibaret kalır.
Eğer af, hürde diyet, kölede kıymet gibi az
veya çok mal üzerine bir şart ileri sürülmeksizin mutlak olarak meydana gelmiş
ise varisin, bu iyiliğe kayıtsız şartsız uyması ve affa karşılık diyet ve
benzeri bir şey istemeye kalkmaması gerekir.
Eğer tamamen veya kısmen diyet ve kıymet,
yahut diğer bir mal verilmek şartıyla anlaşma tarzında bir af ise, katilin de
bunu kabul edip, güzellikle ödemesi gerekir.
Nefsin, canın parçalanması mümkün
olmadığından, isterse bir kılının veya binde birinin affı gibi en küçük bir af
bile tamamını affetmektir. Yine aynı şekilde varislerden birinin affı, hepsinin
affıdır.
Burada "kardeşinden" ifadesindeki
kardeşten maksat, "Her kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir
yetki vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla öldürülmede aşırı gitmesin."
(İsrâ, 17/33) âyeti gereğince öldürülenin varisi olan velisidir. Katilin hasmı
olan, bu öldürülenin velisi burada katilin kardeşi olmakla vasıflandırılmıştır
ki, bu kardeşlikten maksat, din veya vatan kardeşliğidir.
Bundan dolayı bu vasıflandırmada, İslâm yurdu
içinde bulunan hür veya köle, erkek veya kadın, müslüman veya müslümanların
himayesinde bulunan gayr-i müslim insanların hepsinin kanlarının, canlarının,
yaşama haklarının kardeş gibi masum ve saygın bilinmesi lazım geleceğine ve
bunların birbirini öldürmesinin, kardeşini öldürmek gibi kötü bir şey olduğuna
işaret edilmektedir. Bununla beraber aynı zamanda öldürülenin velisini insanî,
ahlakî ve ictimaî derin bir mânâ ile affa teşvik ve rağbet ettirmek için ifade
buyurulmuştur.
"Öldürülenin velisi tarafından, bilinen
iyiliğe tabi olmak da," bu kardeşlik mânâsını takdir ederek affedecek
olan, öldürülenin velisine, müsamaha ve affına karşılık isteklerinde sertlik
göstermeyip, nihayet alışılagelen âdet çerçevesi içinde güzellikle diyet taleb
etmesini tavsiye eder.
"Katil tarafından o bilinen diyetin
öldürülenin velisi olan kardeşine güzellikle verilmesi" de affedilen
katili, bu affın ve kardeşlik takdirinin kıymetini bilerek, karşılığında
borcunu zorluk çıkarmaksızın güzelce, ihsan karakteri içinde ödemeye mecbur
etmektir.
Af ve diyet hakkındaki bu hüküm, Rabbinizden
bir hafifletme ve rahmettir. Bunun için, Bundan sonra her kim bu hüküm ve
emirlere uymayarak haddini aşar, katil olmayanı öldürür veya affettikten ya da
diyeti aldıktan sonra katili öldürürse, onun için acı veren bir azab vardır.
Dünyada kısas edilir, ahirette cehennem ateşine atılır. Yani "size kısas
farz kılındı" nassından da anlaşıldığı üzere adam öldürmede asıl hak ve
gerekli olan aslî hüküm kısastır. Katilin bilmesi gerekir ki, öldürdüğü insan
hür veya köle, erkek veya kadın kim olursa olsun, o da kendi gibi bir can ve
saygın bir hayat hakkına sahip, ilâhi bir yapı idi.
Hem Allah'ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu
saygın ve masum yaşama hakkına saldırmak ve bu yapıyı öldürüp yıkmak; kanun,
adalet ve dengenin gereği olan "bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür."
(Şûrâ, 42/40) hükmünce kendini de yaşama
hakkından mahrum etmektir. Yaşama hakkına saldırı, hakkın yaşamasına
saldırıdır. Bu ise saldırıdan korunmuş bulunduğu için, bunun ilk eserinin,
saldırganın kendinde ortaya çıkması lazım gelir. Bu bakımdan adam öldürmenin
hakkıyla verilecek asıl hükmü, kısas yoluyla katilin kendisini öldürmektir.
Öldüren, öldürülmeyi hak etmiştir.
Kararlı bir şekilde düşünüldüğü zaman adam
öldürmenin bundan başka hükmü ve gereği olmaması gerekir. Nitekim önceleri
Tevrat'ta da yalnız kısas meşru kılınmıştı. Fakat hayatın aslı sırf Allah'ın
ihsanı olduğu ve kısasta kul hakkından başka bir de Allah'ın hakkı bulunduğu
cihetle Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetine kısası yazarken, bir hafifletme ve
rahmet olmak üzere af ve diyeti de meşru kılmıştır. Bu affı da, hak sahibi olan
öldürülenin varisi ve velisinin eline vermiştir.
Kısasa göre bu meşruluğun katil hakkında ne
kadar bir hafifletme ve rahmet olduğu, şüpheden uzaktır. Çünkü ondan kısası
affetmek, yaşama hakkını iade ederek, yeniden diriltmek demektir. Bu aynı
zamanda öldürülenin velisi hakkında da bir hafifletme ve rahmettir. Çünkü her
ne olursa olsun, bir insan öldürmek, her gönlün ve özellikle iman ehlinin arzu
edeceği, seve seve yapacağı bir şey değildir. Kısasın kendisi, düşünüldüğü
zaman kendi nefsinde ağır bir hükümdür. Bununla beraber mutlak olarak af
mecburiyeti de genellikle bu taraf hakkında kısastan daha ağır bir teklif olur.
Kısasın, aslî bir hak olduğu bilinmedikçe affın mânâsı olmaz.
Bu bakımdan ne Tevrat'ta olduğu gibi yalnız
kısasta, ne de İncil'de olduğu gibi yalnız afta ısrar edilmeyerek, duruma ve
menfaatin gereğine göre, ikisinden birinin tatbikine imkan bırakılması için
öldürülenin velisine bir seçim hakkı verilmiştir. Bundan başka, af karşılığı
diyet ve benzeri gibi örfe göre malî bir karşılık almaya da meşru bir yol
gösterilmiş bulunmaktadır. Bunun, her iki taraf hakkında da bir hafifletme ve
aynı zamanda dünya ve ahiretle ilgili birçok faydaları içine alan ilâhî bir
rahmet olduğunda da şüphe yoktur.
Affın, daha faziletli ve daha uygun olması,
kısasın aslî hüküm olmasına engel değildir. Bu konuda öldürülenin velisine
verilen seçme hakkı bile, aslî hükmün, kısas ile diyet arasında tereddütlü
bulunan muhayyer bir vacib olmasını gerektirmez.
Çünkü önce "Kısas, size farz
kılındı." buyurulmuş, sonra da af, "Her kim için bir af
yapılırsa..." diye "fâ-i takîbiye" ile ifade edilmiş ve diyet
üstü kapalı bir şekilde gösterilmiştir. Üçüncü olarak da bunun, bir hafifletme
ve rahmet olduğu da ilave edilmiştir. O halde aftan önce kısasa karşılık
diyetin sabit bir hükmü yoktur. Mutlak olarak affeden varisin, Şâfiî'nin dediği
gibi diyet istemeye hakkı kalmaz. Ancak affetmeyen diğer varisler var ise,
onlar diyet alabilirler. Yine aynı şekilde diyet veya diğer bir bedel karşılığı
affeden varis de bunu alabilir.
Kısaca kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af
ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak
kayıtsız ve bedelsiz veyahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel
karşılığında yapılır.
Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşru
olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah bırakacak
olan bir ihmal olurdu.
Daha doğrusu kısas, meşru olmasaydı,
söylediğimiz gibi affın hiçbir mânâsı kalmazdı. Buna göre Tevrat'taki kısas
borcunun icrası yürürlükte bulunmasaydı İncil'deki affın hiçbir mânası
kalmazdı. Bu affın, insan öldürmeyi mübah kabul ettirecek bir cinayet şüphesi
halini almaması için, İncil'in hükmünün, Tevrat'ın hükmü ile beraber
düşünülmesi şartıyla meşru kabul edilmesi lazım gelir. Bu da affın,
hıristiyanların zannettiği gibi bir vacib olamayacağını ispat eder.
İşte Kur'ân, bu gerçeği tesbit ederek kısası,
öldürülen kimse için bir hak, kamu için aslî bir görev, affı da öldürülen
kimsenin velisi için bir fazilet, "iyilik ve ödeme" kelimeleri
altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere meşru kılmıştır.
Şu halde anlaşılıyor ki, af ve diyetin bir
hafifletme, bir rahmet olabilmesi, kısasın aslî bir vacib olarak meşru bir
şekilde devamına bağlıdır. Buna göre "Madem ki af bir rahmet ve
fazilettir, o halde kısasın büsbütün neshi ve kaldırılması ile yalnız affın
vacib kılınması, daha fazla bir rahmet olurdu." gibi bir soru mümkün
değildir. Böyle bir düşünce ile İncil'in hükmünün, Kur'ân'ın hükmünden daha
ahlâki olduğu zannedilmemelidir. Çünkü affın ahlâkî oluşu, kısasın aslî bir hak
olarak meşruluğunun devamına bağlıdır.
179-Bunun için kısasın güzelliklerini açıklama
hususunda buyuruluyor ki: Size kısas yazıldı ve sizin için kısasta büyük bir
hayat vardır, ey akıl sahipleri!. Bu bakımdan kısası, Allah'ın adaletine ve
merhametine yaraşmayan kötü bir şey zannetmeyiniz de "Kısasta büyük bir
hayat vardır." beliğ vecizesini aslî kanun tanıyınız.
Bunu böyle tanıdıktan sonra af ile muamele
ederseniz çok büyük bir fazilet olur. Aksi halde Araplar'ın yaptığı gibi kısas
hududunu aşarak öldürmekle karşılık vermek ve diğer işkence ve azaba başvurmak,
nasıl bir zulüm ve cinayet ise, adam öldürmeye karşı, Allah'ın hükmü yalnız
aftır, demek de insanlıktan hayat hakkını çekip alacak büyük bir cinayet olur.
Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın
gereğidir. Kısasın meşru oluşunda akıl sahibi olan insanlar için büyük bir
hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı
yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın
zıddı olan kısasın meşru oluşu da hayatın ve yaşama hakkının en büyük
müeyyidesidir. Şöyle ki:
1- Önce bu, hem katil olmak isteyecek kimse,
hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında kuvvetle hayatı korumaya
sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde
kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten
vazgeçer. Böylece hem kendisi hayatta kalır, hem de karşısındaki.
2- Bunda, ikisinden başka genel toplumun
yaşama hakkını da güvenceye alma vardır. Çünkü bu şekilde öldürmenin önüne
geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgili olması düşünülen
insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir
öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye,
bu da büyük çarpışmalara (kan davalarına) sebep olabilir.
Akıl sahipleri için, bu öldürmeye engel olacak
olan haklı kısasın meşruluğu, bütün bu fitnelerin ve heyecanların önüne
geçeceği için, toplumun yaşamasına sebep ve yaşama hakkına garanti olur. Bu
faydalar ise, haklı bir kısas şeklinde olmayan saldırgan öldürmelerde ve affın
mecburiyeti takdirinde mevcud değildir.
İşte kısasın meşruluğu, bu kadar önemli bir
yaşama sebebi olduğu gibi, bu "Kısasta büyük bir hayat vardır."
vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve îcâz
kanunudur. Bunun, büyük bir mânâ topluluğunu, son derece özlü bir şekilde ifade
edivermiş olduğunda Arab edebiyatçıları ve Beyan ilmi âlimleri ittifak
etmişlerdir. Çünkü bundan önce Araplar'ın bu konuda bazı vecizeleri vardı.
Bunlardan bazıları şunlardır:
a) "Bir kısım insanları öldürmek, toplumu
diriltmektir." Yine:
b) "Öldürmeyi çok yapınız ki, öldürme
azalsın." derlerdi. Bu gibi vecizeler arasında en güzel saydıkları da şu
idi:
c) "Öldürme, öldürmeyi yok eder. Yani
öldürmeyi en çok ortadan kaldıran şey, yine öldürmedir."
Halbuki "Kısasta büyük bir hayat
vardır." prensibinin bundan da birçok yönlerden daha fasih (fesâhatli) ve
daha beliğ (belağatlı) olduğu açık ve üzerinde ittifak edilmiş bir husustur.
Şöyle ki:
1- Önce, hepsinden daha kısa ve özlüdür.
2- Tekrardan uzaktır.
3- Bunda Bedî' ilminde "tıbak" denen
tezat sanatı, "kısas" ve "hayat" kelimeleriyle en güzel ve
makul bir tarzda tatbik edilmiş olduğu halde, diğerleri görünürde makul
olmayan, imkansız bir çelişki suretindedir.
Öldürmenin yokluğu, öldürmeye; öldürmenin çokluğunun,
öldürmenin azlığına sebep gösterilmesi, görünüş itibariyle, bir şeyi kendi
yokluğuna sebep göstermek demektir. Bunda ise bazı zevklere göre bir şiir
havası olsa bile hiçbir hikmet yoktur.
4- Kısas, öldürmeden bir yönüyle daha genel,
diğer yönüyle daha özeldir. Geneldir; çünkü yaralamaları da içine almaktadır.
Özeldir; çünkü her öldürmede kısas yapılmaz ve öldürmelerin her çeşidi,
öldürmeye engel olmaz. Bilakis saldırı şeklindeki öldürmeler, fitneyi
şiddetlendirerek karışıklığa sebep olur.
O halde "öldürme" kelimesi, ahd lâmı
ile öldürmenin bir çeşidine yani kısasa tahsis edilmedikçe vecize sahih olmaz.
Böyle olunca da kısasın yaralar kısmı haric kalır. Bu bakımdan "Kısasta
büyük bir hayat vardır." ifadesi, bu açıdan üç yönden daha beliğdir. Çünkü
her yönüyle sahihtir, açıktır, daha kapsamlıdır.
5- Yokluk, menfi bir gayedir. Hayat ise
istenen müsbet bir gayedir. Öldürme işinin yokluğu, hayatın varlığını içine
aldığından, tabii ki arzu edilir. Bundan dolayı âyet, asıl maksat olan müsbet
gayeye delalet ettiği ve dikkati ona çevirdiği için pek yüksektir.
6- "hayat" kelimesi nekire (belirsiz
isim) olarak ifade edilmiş bulunduğu için "tenvin-i tazim" ile
hayatın bir nevi büyüğüne, yani kamu hayatına, ahiret hayatına ve hayat
hakkının büyüklüğüne işareti kapsamaktadır. Diğerleri ise pek ilmî olan bu
hukukî ve dinî sırdan mahrumdur.
İşte bunlar gibi daha birçok yönden bu Kur'ân
vecizesinin, diğerlerine üstünlüğü, bu kadar geniş mânâsıyla i'câz haddindeki
özlü ifadesiyle, Arap edebiyatçılarını büyüleyen sebeplerden biri olmuştur.
Kısasın meşru oluşunun güzellikleri de Allah tarafından bu prensiple beyan
buyurulmuştur.
İşte böyle içine almış olduğu hayatî
güzellikler ve maksatlar itibariyle çok önemli olan kısas, size farz
kılınmıştır ki, korunabilesiniz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye
kullanmadan sakınıp, hayatınızı ve yaşama hakkınızı muhafaza edebilesiniz. Bu
hayatta kötülükten sakınmakla ahiret hayatında kurtuluşa kavuşasınız.
Şimdi öldürme hükümleri münasebetiyle mutlaka
herkesin başına gelmesi takdir edilmiş bulunan ölüm zamanındaki dinî
vazifelerden olmak üzere şunu da biliniz ki:
Meâl-i Şerifi
180- Birinize ölüm geldiği vakit, bir hayır
(bir mal) bırakacaksa, babası, anası ve en yakın akrabası için meşru bir
surette vasiyet etmek, Allah'tan korkan kimseler üzerine yerine getirilmesi
vacib bir hak olarak size farz kılındı.
181- Şimdi her kim, bunu duyduktan sonra onu
değiştirirse, her halde vebali, sırf o değiştirenlerin boynunadır. Şüphe yok ki
Allah, her şeyi işitir ve bilir.
182- Her kim de vasiyet edenin, bir hata
işlemesinden veya bir günaha girmesinden endişe eder de tarafların arasını
düzeltirse, ona bir vebal yoktur. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir.
180-Ey müminler! Herhangi birinize ölüm
geldiği, yani yaklaşıp, işaretlerini gösterdiği zamanda, ölüm hastalığı anında,
eğer bir hayır bırakırsa; ölümünden sonra mal bırakacak, hatta çok bir mal
bırakacak olursa, anası, babası ve yakın akrabası için meşru bir şekilde, yani
aşırılıktan, ihmalden ve ürküp kırılmayı gerektirecek haksızlıktan uzak,
adaletli bir şekilde vasiyet yapmak, üzerinize yazıldı. Bunun uygulanması ve
yerine getirilmesi, müttakiler üzerine bir hak olarak vacib oldu.
VASİYYET: Sözlükte, masdar yani vasiyet etmek
ve tavsiye mânâsına bir isimdir. Sonra "vasiyet edilen şey" mânâsına
isim olmuştur. Arapçada "îsâ" ve tavsiye" sözlük itibariyle bir
kimsenin hayatı veya ölümü ile ortadan kaybolması halinde, diğerlerinden, bir
şey yapmasını istemektir ki, Türkçe'de buna ısmarlamak denir.
Dinî bakımdan, îsâ, "filan için"
gibi (Lâm) ile veya "filan'a" gibi (ilâ) ile kullanılmasına göre iki
mânâya gelir. "Lâm" ile kullanıldığında, öldükten sonra malına
başkasını mâlik kılmak, "ilâ" ile kullanıldığında da "öldükten
sonra malında ve çocuklarının menfaatleri hususunda tasarruf yetkisini
başkasına havale etmek" mânâsınadır.
Bu âyette ise "lâm" ile kullanılmış
olduğundan birinci mânâyadır. Sonra bu âyetteki "hayır" kelimesinin,
mal mânâsına olduğunda ittifak edilmiştir. Çünkü sözlükte hayır;
"faydalanılan herhangi bir şey" demektir. Mal da böyledir. Kur'ân'da:
"Musa; ey Rabbim! Ben gerçekten senin bana indirdiğin hayra muhtacım
dedi." (Kasas, 28/24) âyet-i kerimesinde olduğu gibi hayrın özellikle
malda kullanımı da vardır. Burada da böyle olduğunda rivayetler birleşmiştir.
Ancak burada "hayır" denen mal, azı
da çoğu da içine alan mutlak mal mıdır, yoksa çok mal mıdır? bunda ihtilaf
edilmiştir. Zührî'den rivayet edildiği üzere mutlak maldır, diyenler çoktur.
Fakat Hz. Ali'den rivayet ediliyor ki, o bir gün azatlı bir kölesinin ölüm
hastalığında yanına gitmişti. Altı yüz veya yedi yüz dirhem malı varmış.
"Vasiyet etmeyeyim mi?" diye sormuş. Hz. Ali: "Hayır, Allah
Teâlâ: "Eğer bir hayır bırakırsa" buyurmuştur. Senin ise çok malın
yoktur." demiştir. Yine böyle Hz. Ali'den rivayet edilmiştir ki:
"Dört bin dirhem ve daha azı nafakadır." demiştir. İbnü Abbas
hazretleri de : "Sekiz yüz dirhemde vasiyet yoktur." demiştir. Hz.
Aişe (r.anha) de, vasiyet etmek isteyen, fakat çocuğu var, malı da az diye
ailesi tarafından engellenen bir kadın hakkında "Kaç çocuğu ve ne kadar
malı var?" diye sormuş. "Dört çocuğu ve üç bin dirhem malı var."
demişler. Bunun üzerine: "Bu malda fazlalık yok." demiştir ki bunlar
hayrın, çok mal mânâsına olduğuna delalet etmektedirler.
Gerçekten böyle olmasaydı "eğer bir hayır
bırakırsa" şartı pek faydalı olmazdı. Çünkü bir ekmek veya avret yerlerini
örtecek bir bez parçası olsun, az bir mal bırakmadan çırılçıplak ölen insan,
yok denecek kadar azdır.
Böyle hayır, maruf gibi takdire, görüşe ve
ictihada dayalı olan bazı şartlardan dolayı bu vasiyetin vacib değil, mendub
olduğu görüşünde olanlar bulunmuş ise de doğru değildir. Çünkü kelimelerinden
her biri vacibe delalet eder. Bu bakımdan mal sahiplerinin, ana, baba ve
yakınlarına meşru bir şekilde ve uygun bir tarzda mal vasiyeti yapması, dinî
bir farz olarak meşru kılınmıştı.
Bu vacibliğin sebep ve hikmeti ise doğum ve
yakınlık, daha doğrusu akrabalık hakkı ve akrabalık topluluğunun kuvvet ve derecesine
göre bozulmaktan korunması olduğu da "lâm"ın mânâsından
anlaşılmaktadır. Ancak bu hakkın meşru şekilde tayini, miktarı, vefat edecek
kimsenin görüşüne ve vasiyetine bırakılmıştı.
Sonra Nisâ Sûresinde gelecek olan miras
âyetleriyle Cenab-ı Allah, bu hakkın miktarlarını bizzat tayin etmiş ve
kullarını son nefeste buna ait görüş ve vasiyet mecburiyetinden ve
sorumluluğundan, akrabalar arasında bu yüzden çıkması düşünülen kırgınlık
tehlikesinden kurtarmıştır.
Böylece burada vacibliği te'kitli bir şekilde
gösterilen akrabalık ve ana baba hakkı, daha fazla takviye edilmiş, fakat varis
olacak akraba hakkında vasiyet neshedilmiş (kaldırılmış)tir. Bunun için
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, veda haccı senesindeki hutbesinde: "Muhakkak
biliniz ki, Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını verdi. Bundan sonra varise
vasiyet yoktur." buyurmuştur. Bu hadis-i şerif ümmette meşhur ve müstefîz
olduğundan dolayı mütevatir hükmündedir. Ümmet bunu ittifakla kabul edip alarak
kendisiyle amel etmiştir.
Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Diğer
varisler icazet (izin) vermedikçe hiçbir varis için vasiyet caiz
olmaz."(2) buyurmuştur. "Ahkâmu'l-Kur'an"da açıklandığı üzere bu
hadisi de sahabeden bir cemaat rivayet etmiştir. Bu bakımdan varise vasiyet,
miras âyetlerinin işareti veya bu hadislerin ibaresiyle kaldırılmıştır.
Acaba varis olmayan diğer akrabalar hakkında
vasiyet görevi şimdi yürürlükte değil midir? Yani bu âyetteki vasiyetin vacib
oluşu tamamen mi neshedilmiştir, yoksa kısmen mi? Ancak bu noktada selef
âlimlerinin ihtilafı vardır. Müfessirlerin çoğuna ve muteber fakihlere göre
yürürlükte değildir. Nesih geneldir. Seleften bazı müfessirlere ve fakihlere
göre ise vasiyetin vacib oluşu, varis olan akraba hakkında neshedilmiş, varis
olmayan akraba hakkında yürürlüktedir. Nesih, tamamen değil, kısmidir. Hasan-ı
Basrî, Mesrûk, Tavûs, Dahhâk, Müslim b. Yesâr, Alâ b. Ziyad bu görüştedirler.
İbnü Abbas'tan da biri çoğunlukla, biri azlıkla beraber olduğuna dair iki
rivayet vardır.
Hatta meşhur tefsir bilgini Dahhâk demiştir
ki: "Akrabasına vasiyet etmeden vefat eden kimse, amelini günahla
tamamlamış olur."
Tâvûs da: "Bir kimse akrabasını bırakıp
da yabancılara vasiyet ederse, yabancılardan alınır, akrabasına iade
edilir." demiştir.
Bunların iki delili vardır:
1- Bu âyet, genel olarak akrabaya vasiyetin
vacib olduğuna delalet etmektedir. Varis olan akraba hakkında miras âyetleri
veya "Varis için vasiyet yoktur." hadisi veya icmâ ile bu vacibin
yerine getirilmesi terk edilmiş ise de, varis olmayan akraba hakkında bu hükmün
neshedildiğine dair bir delil yoktur. Bu bakımdan "akrabalar"
şeklindeki umumî lafız altında varis olmayan akrabaya vasiyet görevi
kaldırılmamış olup, bakîdir.
2- Bir hadis-i Nebevîde: "Malı bulunan
bir müslümanın vasiyeti yazılmış olarak yanında bulunmadıkça, bir iki gece
yatması caiz değildir." buyurulmuştur. Yabancılara vasiyetin vacib
olmadığı hususunda icma bulunduğundan bu vacib vasiyetin, akrabaya mahsus
olması lazım gelir. Bu vasiyetin vacib oluşunda sünnet Kur'ân'ı desteklemektedir,
demişler.
Çoğunluğun ileri sürdükleri delillere gelince,
bu da çeşitlidir:
1- Burada: "Ana baba ve yakın
akrabalar" buyurulduğu gibi, miras âyetlerinin başında da: "Ana ve
baba ile yakın akrabanın bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Yine
kadınlara da ana ve baba ile yakın akrabanın bıraktıklarından bir pay vardır.
Bu, azından da çoğundan da farz kılınmış birer hissedir." (Nisâ, 4/7)
buyurulmuştur. "Ana ve baba ile yakın akrabalar" ünvanı, her ikisinde
de eşittir. Bunların, az veya çok, bırakılan maldan birer farz nasibleri
bulunduğu, önce özlü bir şekilde gösterilmiş, sonra genişçe açıklanarak, tayin
edilmiştir. Bundan dolayı, vasiyetin vacib olduğuna dair bulunan âyetin konusu
olan ana ve baba ile akrabalar, aynı anlam ve kapsamı ile zikredilmiştir. Farz
ve farîza fazlalık ve eksiklik kabul etmeyeceğinden hak, vasiyetten mirasa
çevrilmiştir ki bu, tam bir neshi ifade etmektedir. Sonra da mirasla ilgili
açıklamalar, bunu açıklamaktadır.
2- Vasiyet gerektiren akrabalık hakkını, miras
âyetleri tayin etmiştir. Bununla, mirasta dahil olmayan uzak akrabanın, hak
sahibi olmadığı da ortaya çıkmıştır. O halde bu vasiyetin vacibliği ile ilgili
âyet varislerden başkasını içine almıyor ki, varise vasiyet etmenin neshinden
sonra bâki kalsın. Diğer bir deyimle: "akrabalar" kelimesi, ismi
tafdil olup, izafî bir mânâ ifade ederek, en yakın akrabayı gösterir. Miras da
bunlar hakkındadır. Bu bakımdan uzak akrabanın esasen vasiyetin vacib oluşuna
dahil bulunduğu kabul edilmiş değildir ki, kısmî neshe bir yol kalsın.
3- "Akrabîn" kelimesi, akraba demek
olduğuna göre miras âyetlerinde "Bu hükümler, yaptığı vasiyyetten veya
borcundan sonradır." (Nisâ, 4/11) buyurulmuştur. Bu "vasiyet"
kelimesi "nekire" belirsiz olduğundan dolayı bundan maksat, burada
vacib olan "vasiyyettir" denemez. Bu bakımdan şer'an vasiyet
bulunmayabilir. Bir vasiyet bulunmadığı takdirde bırakılan bütün mal,
varislerin meşru hakkı olacaktır. İşaret ise, işaret yoluyla, diğerlerinin bir
hakkı bulunmadığını, dolayısıyle bunlar hakkında da vasiyetin vacib olmadığını
kaçınılmaz bir şekilde ifade eder.
Bunu Fahreddin Razî, kıyas olmak üzere
nakletmiş ise de, bu bir kıyas değil, nassın işaretidir. Nassın işareti ise
neshi ifade eder. Bu görüş, hepsinden daha uygundur deniyor. O halde varis
olmayan akrabaya vasiyet, yabancılara vasiyet hükümlerine tabi olarak caiz ve
malın üçte biri için geçerli olur. Fakat vacib olmaz.
4- Zikredilen hadis-i şerif de bu âyet gibi
miras hükümlerinden önce varid olmuştur, vacibliği neshedilmiştir. bununla
beraber, bu ihtilaftan şu sonuca ulaşırız ki, varis olmayan akrabaya vasiyet,
en azından mendubdur.
Tefsirciler arasında yalnız Ebu Müslim
Isfahanî icmaa muhalefet ederek, bu âyetteki vasiyetin vacibliği hükmünün
neshedilmediği görüşüne sahip olmuş ve demiştir ki: Bu âyet, miras âyetlerine
kesinlikle muhalif değildir:
a) Bu âyetin mânâsı, başka değil, ana ve baba
ile akrabalar hakkında "Allah size çocuklarınız hakkında miras taksimini
şöyle emrediyor." (Nisa, 4/11) âyetindeki ilâhî vasiyet olan mirastır.
Yazılan budur. Yahut da ana ve baba ile akrabaya ilâhî bir vasiyet olan miras
hisselerinin tam ve eksiksiz olarak verilmesi, yani terikeden mal kaçırılmaması
hususunu vasiyet etmesi, ölmek üzere olan kimseye farz kılınmış demek olur.
b) Miras ile vasiyetin birleştirilmesinde bir çelişki
yoktur. Miras, Allah'ın ihsanı, vasiyet de ölmek üzere bulunan kimsenin ihsanı
olur. Varis de iki âyet hükmünce bunların ikisini de alabilir.
c) Çelişki bulunduğu farz edildiği takdirde
miras âyetini bunun neshedicisi değil, tahsis edicisi yapmak mümkündür. Çünkü
bu âyet, akrabaya vasiyeti vacib kılıyor. Sonra miras âyeti, varis olan
akrabayı çıkarır, varis olmayan akraba da bu âyetin hükmü altında kalır.
Çünkü ana ve babanın mirasçısı olanlar
bulunduğu gibi din değişikliği, kölelik, öldürme gibi verasete engel olan
sebepler dolayısıyla varis olamayanlar da bulunabilir. Akrabanın da farz hisse
sahibi oldukları halde bu engelleyici sebeplerden dolayı varis olmayanları
bulunabileceği gibi, bazı durumlarda sabit ve bazı durumlarda kendisinden önce
ve daha ileri olan birisi bulunduğu zaman sakıt olanları yine aynı şekilde
zevi'l-erham gibi farz hisseden mutlak olarak sakıt olanları da vardır. Bunun
için, bunlardan varis olanlara vasiyet caiz olmasa da varis olmayanlara,
yakınlara bir ilgi gösterilmesi için vasiyet vacib olur.
Aslında Allah Teâlâ: "Adına birbirinizden
dilek dilediğiniz Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten sakınınız."
(Nisa, 4/1) ve "Şüphesiz ki Allah size adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi
emrediyor." (Nahl, 16/90) âyet-i kerimeleriyle bunu te'kit de etmiştir.
İşte Ebu Müslim mezhebinin görüşü budur. Bu üç
şekilde neshi inkâr etmiştir. Görülüyor ki bu zat en sonunda kısmen
neshedildiği görüşünde olan ekalliyet mezhebini (azınlığın görüşünü) savunmuş,
fakat buna nesih demeyip, "tahsis" deyimini kullanmıştır. Halbuki
tahsis, tarih itibariyle birbirine yakın, yahut da tarihleri bilinmediğinden
birbirine yakın olduğu kabul edilen iki delil arasında düşünülür. Miras
âyetlerinin inişinin ise bu âyetten daha sonra olduğu ittifakla bilinmektedir.
Bu durumda ise tahsis değil, kararlaştırılmış olan bir hükmün kısmen neshi
gerçekleşmiş olur ki, bu ekalliyet mezhebidir.
İkinci görüşünde "Mirasın sabit oluşu ile
vasiyetin sabit oluşu arasında çelişki yoktur, birleştirilmeleri
mümkündür." demesi de mutlak olarak doğru değildir. Miras hakkında
"Farz kılınmış hisse" (Nisa, 4/7) ve "farz" (Nisa, 4/11)
buyurulmuş olması, eksiklik ve fazlalığı kesinlikle engellediğinden yalnız
mirasın vacib oluşu, vasiyetin vacib oluşuna aykırıdır. Bunun için "Varis
için vasiyet yoktur." buyurulmuştur. Diğer varislerin izin vermesi şartına
bağlı olan, ikisini birleştirmenin caiz oluşu ise, mutlak anlamdaki aykırılığa
engel değildir. Bunun için kendisi de bunu farzetmeye lüzum görmüştür.
Birinci görüşüne gelince bu da, bu âyetin,
miras âyetlerinden başka hükmü ve mânâsı yoktur, demektir. Böyle demek ise, bu
âyeti nesihten kurtararak amel ettirmek değil, ihmal etmektir. Çünkü münakaşa
konusu olan hüküm ve mânânın tamamen neshedildiğini itirafa eşittir. Bu
sebeplerden dolayıdır ki, Ebu Müslim, nihayet akalliyet mezhebine dönmeye
mecbur olmuş, ancak buna "nesih" demeyip, -haksız yere-
"tahsis" demiştir.
Ebu Müslim'i buna sevkeden asıl sebep
"Biz, herhangi bir âyetten neyi neshedersek..." (Bakara, 2/106)
âyetinde sabit olan neshi siyak (sözün gelişi) karinesiyle geçmiş kitaplara ve
şeriatlara tahsis ederek, Kur'ân'da hükmü mensuh (kaldırılmış) âyet
bulunmadığını bir genel kaide halinde iddia etmiş olmasıdır ki, zamanımızda
Mısır yazarlarından bazısının buna uymak istediğini gördüğümüzden yukarda
bunun, nassın zahirini inkâr demek olduğunu kaydetmiştik. Böyle bir fikir, usûl
ilminde açıklanan nass ile zâhiri ayırd edememekten kaynaklanan bir taassub
olur.
"Biz herhangi bir âyetten neyi
neshedersek..." nazmı, ifadesinde zahir, kendisi için sevk edildiği konuda
nasstır. Nassın gelişi, zahirini tahsis edip kayıtlamaz. Bunu söylemek,
Kur'ân'da neshi inkâr etmek için, "Biz herhangi bir âyetten neyi
neshedersek..." âyetinin ifadesinde sebepsiz bir neshin olduğunu
söylemektir ki, bu da taassub sebebiyle düşünülmüş bir çelişkiden başka bir şey
değildir.
Tefsir bilginlerinden ve Hanefî fakihlerinin
büyüklerinden Cessas Ebu Bekr Râzî hazretleri, "Ahkâmü'l-Kur'ân"
tefsirinde bu zat hakkında der ki: "Fıkıh ehli olmayan müteahhirinden
bazısı şöyle bir zanda bulunmuştur ki; Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)
şeriatinde nesih yoktur. Burada nesih adıyle zikr edilenlerin hepsinden maksat,
cumartesi gününü kutsal saymak, doğuya ve batıya doğru namaz kılmak gibi geçmiş
peygamberlerin şeriatlarının neshidir. Çünkü Peygamberimiz, peygamberlerin
sonuncusudur. Şeriatı da kıyamete kadar bâkîdir, demiştir. Bu zanda bulunan bu
adam belağattan ve lügat ilminin çoğundan nasib almış olmakla beraber, bunun
fıkıh ve fıkıh usulü ilminden bir nasibi yoktu. Bununla beraber itikadı sağlamdı.
Durumu açık olmamakla birlikte, kötü zanla da itham edilmemişti. Fakat ortaya
böyle bir söz atmasında isabetli olmamış, ilâhî yardımdan uzak kalmıştır.
Böyle bir söz, bundan önce kimse tarafından
söylenmemiş, bilakis ümmetin selefi ve halefi, Allah'ın din ve şeriatında
birçok hükümlerin neshine akıl erdirmiş, bize nakletmiş ve bu konuda şüpheye
düşmemiş, neshin te'vilini (yorumunu) caiz de görmemişlerdir.
Kur'ân'da, âm, hâs, muhkem ve müteşabih
bulunduğunu nasıl şüpheden uzak olarak kesinlikle bilmiş, anlamış,
bellemişlerse neshi de tıpkı böyle anlamış bellemişlerdir. Bundan dolayı
Kur'ân'da neshin varlığını reddeden, tıpkı Kur'ân'ın âm ve hâssını, muhkem ve
müteşabihini reddeden gibi olmuştur. Çünkü hepsinin gelişi ve nakli aynı
tarzdadır.
Bu adam ise mensûh ve nâsih âyetlerde ve
bunların hükümlerinde ümmetin, üzerinde ittifak ettiği görüşlerinden hariç
birtakım şeyler irtikab etmiş ve bununla beraber ileri sürdüğü mânâlarda
zorlamaya düşmüş, tatsız tuzsuz bir şeyler yapmıştır. Onu, buna sevkeden neydi
bilmiyorum? Ancak çoğunlukla zannım şudur ki, bu adam bunu -ilmin şartlarından
olan tarihî cereyanına bu konudaki âlimlerin nakillerine dair bilgisinin
azlığından ve selefin söylediği, ümmetin naklettiği asıl malumatı bilmeksizin
hemen görüşünü kullanıvermesinden dolayı yapmıştır. Böylece "Kur'an
hakkında sadece kendi görüşüyle söz söyleyen, isabet de etse hata etmiş
olur." hadis-i Nebevisinin mânâsı altına girmiştir. Allah mağfiret
eylesin. Neshin şekilleri hakkındaki tafsilat içinde fıkıh usûlündeki kitabımıza
müracaat oluna..."
Genel olarak fıkıh usûlü kitaplarında ve
tefsirlerde görüldüğü üzere önceden ve sonradan İslâm âlimleri içinde bu
şekilde neshi inkâr eden, Ebu Müslim Isfahanî'den başka bir kimse yoktur. Bunun
görüşüne göre de mirası hesaba katmadan yalnız bu âyetle amel etmeye imkan
yoktur.
Kısaca, İslâm'ın başlangıcında bu âyet
gereğince ya miras hiç yoktu da, evlad da dahil olmak üzere ana ve baba ile
akrabaya meşru bir şekilde vasiyet farz kılınmıştı, yahut miras yalnız evlada
mahsustu. Evlattan başka ana ve baba ile akrabaya meşru bir şekilde vasiyet
farz kılınmıştı ki, bu durumda ana ve baba gibi evlad da akraba kavramına dahil
değildir, örf de böyledir.
Yukarıda Hz. Ali ve Hz. Aişe'den rivayet
edilen sözler de bunu kuvvetlendirmektedir. Herhalde evlad ile varis olmayan
uzak akrabanın, "akraba" genel kavramına dahil oluşları, kesin değil,
şüphelidir veya zanna dayanmaktadır. Miras âyetleri gereğince verasetin,
evlattan başkasına da şamil kılınmasıyle, bu âyette kesin olan vasiyetin
vacibliği neshedilmiş ve bununla beraber akrabalık hakkı daha fazla
kuvvetlendirilmiştir. Bu âyette tamamen neshedildiği açıklanan hüküm de yalnız
bir yönden malî vasiyetin vacib oluşuna ait bulunan ve âyetin ibaresiyle sabit
olan hükümdür. Diğer işaretleri ve delaletleri ile usûl kaideleri içerisinde
amel edilebilir. "hayır" kelimesi, sonradan "mal" ile
tefsir edilmiş olmakla beraber işaret veya delaletiyle daha geniştir. Dinde kul
hakkı ve Allah hakkı ile ilgili borçlar ve emanetler ile diğer hakların
kazasına dair bazı vasiyetlerin vacib olduğu durumlar ve şahıslar da vardır. Bu
bakımdan, bu âyet, mutlak olarak vasiyetler hakkında bazı fıkhî hükümlerin
çıkarılmasına da kaynak olmuştur.
Bilinmektedir ki vasiyet bir iş, yapılan bir
vasiyeti yerine getirip yürütmek, diğer bir iştir. Aslı gerek vacib ve gerekse
mendub veya mübah olsun, belli bir şekilde yapılmış olan meşru bir vasiyetin
yerine getirilmesi, vasiyet edenden başka diğer ilgililer için bir borç teşkil
eder. "gereğince korkanlar üzerine icrası vacib bir hak olarak"
ifadesiyle buna işaret de edilmiştir.
181- Bu itibarla gerek vacib olsun, gerek
olmasın bilinen bir şekilde meşru bir vasiyet yapıldıktan sonra onu değil
iptale, değiştirmeye bile kimsenin yetkisi yoktur. Bundan dolayı vasiyet
edilenlerden veya şahitlerden, yahut da hakimlerden ve diğer kimselerden her
kim onu, o meşru vasiyeti bizzat işittikten veya işitmiş gibi bildikten sonra
değiştirir ve başkalaştırırsa, o değiştirmenin günahı ve vebali ancak, onu
değiştirenlerin boynunadır. Bunlar, Allah'ın hükmüne karşı gelmiş olurlar.
şüphesiz ki Allah her şeyi işitir ve bilir. O vasiyeti de işitmiştir. Onu
değiştirenleri ve bunların gizli veya açık sözlerini, fiillerini bilir. Ona
göre her birinin layık olduğu cezasını verir.
Vasiyeti değiştirenler hakkında böyle
belağatlı bir ilâhî uyarı vardır. Şu halde şahit bulunmasa bile vasiyet edilen
zatın bizzat vasiyet edenden işittiği meşru vasiyeti, hükümsüz olarak yerine
getirmesi caizdir. Seçilip vasiyet edilen kişinin özel veliliği, hakimin genel
veliliğinden daha kuvvetlidir. Vasiyet edilen kişinin, ölenden işittiği diğer
hususlarda da hüküm böyledir. Mesela ölen bir kimse vasisi yanında, muayyen bir
şahsa borcu olduğunu ikrar etmiş olsa, o vasinin, imkan bulunca bu borcu
varisin, hakimin ve diğerlerinin bilgisi ve icazeti olmaksızın ödemeye yetkisi
vardır. Dinî bakımdan ise bu, ona bir vazife olur. Çünkü imkan varken vasiyeti
terk etmesi, işittikten sonra değiştirmek demektir. Bununla beraber delil yoksa
böyle yapmak, vasi için sonradan kazaen (hüküm bakımından) kefalet zararını
gerektirebilir. Varisler, bundan haberdar olur, ölenin böyle bir vasiyet ve
ikrarını inkâr ederlerse, vasînin yalnızca bilgisi isbata kafi gelmez de
talepleri üzerine ikrariyle bağlanıp ödemeye mahkum edilir.
182-Bu gibi incelikler dolayısıyle vasî olmak,
dinî açıdan önemli ve zor bir iştir. İşte birinci âyetteki vasiyetin vacib
oluşu neshedilmiş olmakla beraber, bu âyette nesih yoktur. Yerine
getirilmesinin vacib oluşu bâkîdir. Fakat bu da meşrû olan vasiyetler
hakkındadır. Bu bakımdan meşru olmayan ve iyiliği değil, zulmü içine almış
bulunan vasiyetlerin yerine getirilmesi vacib değildir. O halde: Âsım'dan
Şu'be, Hamza, Kisâî, Yakub ve Halefi Âşir kırâetlerinde "vav"ın
fethası ve "sad"ın şeddesi ile "müvassın" okunmuştur. Her
kim, yani herhangi bir veli veya vasî, vasiyet eden birinin hata ile veya bile
bile haktan saptığını, adalet ve iyilikten ayrıldığını bilir, mesela vasiyetin
vacib oluşunun neshedilmesinden önce yakın akrabasını bırakıp uzaklarına veya akrabasını
bırakıp yabancılara vermek ve nesihten sonra, varis olan akrabasından bazısına
mirasından fazla bir vasiyet yapmak veya varisten mal kaçırmak gibi hakka
uymayan bir vasiyet yapıldığına veya yapılacağına vakıf olur, kısaca bir
kötülükten korkar da, ilgililerin aralarını düzeltir, zulmü, adalete çevirmekle
aradaki kötülüğü kaldırırsa, böyle bir değiştirmede, onun üzerine günah ve
vebal yoktur. İbnü Abbas hazretlerinden "Vasiyette zarar vermek, büyük
günahlardandır." Mevkuf hadisi ve arkasından da "Bunlar, Allah'ın
sınırlarıdır, onları aşmayın." (Bakara, 2/229) âyetinin kırâeti rivayet
edilmiştir.
Aynı şekilde Ebu Hüreyre'den bir nebevî
hadiste: diye rivayet edilmiştir ki anlamı: "Bir adam yetmiş sene cennet
ehli ameli yapar, sonra vasiyet ettiği zaman vasiyetinde haksızlık eder de kötü
ameli ile ölür ve bu sebeple ateşe girer. Bir adam da yetmiş sene cehennem ehli
ameli yapar, sonra vasiyetinde adalet icra eder de iyi ameliyle ölür ve böylece
cennete girer." demektir.
Yine aynı şekilde "Bu hisseler, zarar
verici olmamak üzere yapılan bir vasiyetten veya borçtan sonra verilir."
(Nisa, 4/12) âyetinde de zarar verircesine yapılan vasiyet muteber
tutulmamıştır. Bu bakımdan bunu değiştirmede de günah yoktur. Çünkü Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Böyle güzel bir maksatla vasiyeti
değiştirerek, ilgililerin arasını düzelten kimsenin, bu değiştirmeden
kaynaklanacak günahını Allah bağışlar. Belki de sevab verir. Önceki değiştirme
ise böyle değildir.
Görülüyor ki, Cenab-ı Allah, o kimse bu vasiyeti
hakka çevirmekle ilgililerin arasını düzeltsin diye emretmiyor veya
"sevabdır" demiyor da, "böyle yaparsa günah yoktur"
buyuruyor. Çünkü değiştirme işi esasen sevab cinsinden olmadığı, bir de
düzeltme maksadı, görüş ve kuvvetli bir zan üzere yapılabileceği için, ancak
bir ruhsat olarak meşru kılınmıştır. Demek ki başarılı olmadığı takdirde böyle
bir müdahale bile tehlikelidir.
İşte vasiyeti yerine getirmek bu kadar önemli
ve iyi bir maksatla da olsa değiştirilmesi, tehlikeden uzak değildir. Bu iki
âyette hiç nesih yoktur.
Şunu da hatırlatalım ki vakıflar, ölümden
sonraya kaldıkları için bir vasiyet mânâsı taşımaktadırlar. Hatta İmam-ı Azam,
vakfı ancak vasiyetin bir bölümü saymıştır. Bunun için "her kim onu
değiştirirse..." âyetinin uyarısı, lazımı (gereği) olan vakıfları da
içerir. Bu sebeple vakfiyelerde bu âyetin işlenmesi adet haline gelmiştir.
Vakıfların değiştirilmesi ve vakıfların şartları meseleleri de "her kim
bir kötülükten korkarsa..." âyetine bağlıdır. Caiz olanların sevab olarak
değil, nihayet bir ruhsat olarak yapılabileceği unutulmamalıdır.
Şimdi bu gibi şer'î hükümlere, Allah'ın emir
ve yasaklarına güzelce riayet edebilmek, iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Bu
ise, insanda sabır ve nefs-i emmareyi zabt ile Allah'ın emirlerine boyun eğme
melekesini meydana getirecek etkili bir ibadete, bedenî ve ruhî bir riyazata
ihtiyaç gösterir.
İşte Cenab-ı Allah da "yiyiniz ve
şükrediniz" emirleriyle başlayan şer'î hükümlerini hayattan ölüme kadar
özlü bir şekilde beyan ederken, tam bu noktada müminlere yeni bir ruhî hayatı
üfleyecek olan orucu farz kılarak buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
183- Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere
farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.
184- (Size farz kılınan oruç), sayılı
günlerdedir. İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan ise, diğer günlerde,
tutamadığı günler sayısınca tutar. Ona dayanıp kalacaklar üzerine de bir
yoksulu doyuracak kadar fidye gerekir. Her kim de hayrına fidyeyi artırırsa,
hakkında daha hayırlıdır. Bununla beraber, eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin
için daha hayırlıdır.
183-Oruç, dinin en büyük rükün (esas)lerinden
ve güçlü şeriatın en kuvvetli kanunlarındandır. Nefs-i emmare, bu cihadla
terbiye edilir. Kötülüğe olan hırslar, bununla sakinleştirilir. Oruç, bir kalb
işi, bütün gün yiyecek, içecek ve cinsî münasebet gibi isteklerden nefsi
alıkoymaktan oluşan kutsal bir cihaddır. Hayatın lezzetini, iradenin kıymetini
tattıracak en güzel bir özelliktir. Fakat insan nefsine, ilâhî emirlerin en
meşakkatlisi görünür.
Bunun için, Allah'ın hikmeti, derece derece,
önce şer'î emirlerin en hafifi olan namazın, ikinci olarak ortası olan zekatın,
üçüncü olarak da en zoru olan orucun emredilmesini gerektirmiş ve böylece
mükelleflere bir alıştırma yapılmıştır. Bunun için "Mütevazi erkeklerle
mütevazi kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan
erkeklerle oruç tutan kadınlar..." (Ahzab, 33/35) âyetinde övgü makamında
bile bu tertip gözetildiği gibi, İslâm'ın binası hadisinde de "Kelime-i
şehadet, Namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucu tutmak, Kâ'be'yi
haccetmek" diye bu tertib gösterilmiştir.
Peygamberimizin Medine'ye hicretinin ilk
zamanlarında Hz. Peygamber tarafından ayda üç gün, bir de aşûre gününde oruç
tutmak, bir nafile olmak üzere emredilmişti ki, buna ilk oruç denir. Hicretten
birbuçuk yıl sonra kıblenin değişmesinden sonra Şaban ayının onunda Ramazan
orucu farz kılınmıştır.
Bazıları bu âyetlerin ve buradaki sayılı
günlerin, ilk oruc hakkında olduğu ve bunun Ramazan âyetiyle tamamen
neshedildiği görüşüne sahip olmuşlarsa da, doğrusu bu âyetler hep Ramazan orucu
hakkında inmiştir. Şöyle ki: Ey iman ile sorumlu bulunup da iman etmiş olanlar!
Ey akıllı ve büluğ çağına ermiş iman ehli!, Sizden önceki peygamberlere ve
ümmetlerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı, yani farz kılındı.
Bundan dolayı oruc meşakkatinin sadece size yüklendiğini zannedip de
gocunmayınız. Oruç, öteden beri tatbik edilegelen ilâhî bir kanundur. Buna
insanlığın, terbiye ve düzen bakımından büyük bir ihtiyacı ve tatbikinde
hesapsız menfaati vardır.
Dilimizde oruc demek olan "sıyâm,
savm", sözlükte nefsi meylettiği şeylerden, isterse bir söz olsun
alıkoymak yani kendini tutmaktır. "Ben Rahmân'a bir oruç adadım."
(Meryem, 19/26) âyetinde bu mânâyadır. Mutlak olarak tutmak mânâsına da gelir.
"Tutulan atlar ve tutulmayan atlar" gibi.
Bu konudaki âyetlerden ve Peygamberimizin
öğrettiklerinden anlaşıldığına göre şeriattaki mânâsı ise, nefsin en büyük
istekleri olan yeme, içme ve cinsel ilişki gibi bilinen zaruri ihtiyaçlardan,
niyet ederek bütün gün kendini tutmaktır. Tam anlamıyla tarif edilmek üzere:
Ehliyetli bir insanın sabahın başlangıcından güneşin batışına kadar karın
hükmünü taşıyan, içine herhangi bir şeyi sokmaktan ve cinsî ilişkiden, ibadet
niyetiyle nefsini alıkoyması yani kendini tutmasıdır.
Buna göre ağzına veya burnuna bir şey giderse
bozmaz. Fakat dimağına ve bedenin içine bir şey girerse bozar. Demek ki bedene
şırınga ve aşağıdan lavman yapılması da orucu bozar. Söz orucu bozmaz. Fakat
nefisle cihad için susmak, zikir ve fikirle meşgul olmak mendub ve daha
uygundur.
Niyetsiz ve yalnız geceleyin kendini tutmaya
oruc denmez. Bu şekilde şer'î oruç, sözlükteki orucdan daha özeldir. Burada
geçmiş ümmetlere benzetmekten maksadın, vacib oluşunun aslında, oruçun
sıfatında veya sayısında veya vaktinde olması muhtemeldir.
Bir rivayete göre Ramazan orucu ve aynı miktar
oruç yahudilere ve hıristiyanlara da farz kılınmıştı. Yahudiler, bunu terk
etmişler ve yılda bir gün oruç tutmaya başlamışlar ve bu günün, Firavun'un suda
boğulduğu gün olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Oysa bunda da yanılmışlardır.
Çünkü Firavun'un boğul-ması, aşûre gününde olmuştu.
Hıristiyanlara gelince, onlar da Ramazan'da
oruç tutarlarmış. Nihayet pek şiddetli bir sıcağa tesadüf etmişler. Bunun
üzerine yaz ile kış arasında mutedil, sabit bir mevsim tayin edilmesinde
âlimlerinin görüşü toplanarak orucu bahara tahsis etmişlerdir. Bu değişikliğe
keffâret olmak üzere de on gün daha ilave etmişler. Böylece oruçları kırk güne
çıkmıştır. Sonra hükümdarları hastalanmış veya aralarında salgın ölüm olayı
meydana gelmiş, bunun için de on gün daha ilave etmişler ve orucu elli güne
çıkarmışlardır. Daha sonraları, şeklinde de değişiklik yaptılar ki, buna perhiz
denir.
İşte burada bu değişikliği dikkate almadan
esas itibariyle, orucun sıfatında, veya sayısında yahut da vaktinde olmak üzere
üç noktadan biriyle benzetme yapılmış ve bu kanunun eskiliği gösterilmiştir.
Fakat bu benzetme, mücmel olduğundan açıklamaya muhtaçtır. İlerde geleceği
şekilde sırasıyla açıklanacaktır.
İşte ey müminler! Size de oruç farz kılındı
ki, korunabilesiniz. Oruç sayesinde nefsinize ve şehvetlerinize hakim olma
alışkanlığını elde ederek günahlardan, tehlikelerden sakınıp takva mertebesine
erebilesiniz.
Çünkü oruç, şehveti kırar, nefsin heveslerini
mağlub eder. Azgınlıktan, kötülükten meneder. Dünyanın âdi lezzetlerini, makam
ve yükselme davalarını küçük gösterir, hayatın lezzetini tattırır, kalbin
Allah'a bağlılığını artırır, ona bir meleklik zevki ve saflığı bahşeder. Çünkü,
"Kişi, karnı ve tenasül organı olmak üzere iki deliği için koşar."
darb-ı meseli hükmünce insanları her derde sokan şehvetlerin esası, karın ve
tenasül organı şehvetidir. İnsanın insanlığı da bunlara hakim olmasındadır.
Oruç ise ilk önce bu ikisini kırar, düzene
koyar. Onların mecbur ettiği şeyleri, zarurilikten kurtarıp, isteğe bağlı bir
hale çevirir. Öyle ki, oruç tutmayan insanlar, şehvetli arzularının önünde bir
oyuncak gibi yuvarlanıp kıvrandıkları, akıl ve iradelerine sahip olmayarak
gelişi güzel günahlara sürüklendikleri halde, oruç tutanlar, tersine bunlara
hakim olur. Kendini zaptetmesini ve nefsinin arzularını da ihtiyacına göre
kullanmasını bilir. Bunun için Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, nefisleri azgın
olanlar hakkında "Oruç tutsun, çünkü orucun güzel bir tesiri vardır."
buyurmuştur.
Oruç tutmayan, sabretmesini bilmez, nefsini
normal şekilde kullanma yollarını gözetmez. Hele refah içinde yaşayanlar, hiç
oruç tutmazlarsa, bütün hürriyetlerini şehevi arzularına kaptırırlar. Şunun
bunun ırzına ve malına tecavüzden kendilerini alamazlar, haram helal seçmezler.
Hatta vicdanları da istemeye istemeye, rezaletlere atılırlar. Nihayet
nefislerine de zulmederler, kendilerini akıl ve vicdanın, din ve imanın aksine
telef ederler.
"Kimi vicdana dokundu kimi cism ü cana
Zevk namına ne yaptımsa peşiman oldum"
diyerek inlerler giderler.
Böyle şehvet esiri olanlar, o kadar sabırsız
ve o kadar aç gözlü olurlar ki, bir gün aç kalmakla hemen ölüvereceğiz
zannederler. Bu zanla da orucu zararlıymış gibi kabul ederler. Halbuki oruç,
gerek fert ve gerekse toplum açısından büyük bir ruh terbiyesini içerdiği gibi,
aynı zamanda midenin ve bedenin dinlenmesiyle sıhhî ve tıbbî vücuda ait
birtakım faydaları bulunan bir beden eğitimini de içine almaktadır.
Oruc, "Çaresiz sizleri biraz korku ve
biraz açlıkla imtihan edeceğiz." (Bakara, 2/155) âyetinde işaret buyurulan
"biraz açlık"tan bir hissedir ki, bu sayede uzun uzadıya ahiret
açlıklarının önüne geçilecek ve büyük sabır müjdelerine erişilecektir.
İnsanlık tarihinde öyle zamanlar olur ki,
günlerce açlığa dayanmayı alışkanlık haline getirebilecek bir beden
terbiyesinin, hayatın ayrılmaz parçalarından birisi olduğu takdir edilir.
Bu cümleden olarak, büyük savaş devirlerinde
böyle bir melekenin gerekli olduğu daima hissedilegelmiştir. Bu bakımdan
"Oruç, ateşten koruyan bir kalkandır." hadis-i şerifi ifade
buyurulmuştur.
Orucun bu şekilde bedene kuvvet, dayanıklılık
nefsin arzularına ölçü bahşeden birtakım ruhî ve bedenî faydaları; hayatın ve
insanlığın tadını tattıran ve fakirlerin hallerini hissettiren, sosyal ve
ahlâkî yönden güzel menfaatleri bulunmakla beraber bunların hepsi birer fayda
olup, vacib (farz) oluşunun sebebi ve hikmeti değildirler. Orucun vacib (farz)
oluşunun asıl hikmeti, Allah'ın emrine boyun eğmekle kulluk zevkini tatmak;
ruhu, riyâ eserlerinden temizleyerek kuvvet ve ihlası artırmak ve kendini
bizzat Allah'ın korumasına teslim etmek için nefisle cihad etmektir.
Nitekim Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste
"Oruç, benim içindir. Onun mükafatını ancak ben veririm."
buyurmuştur. Böylece "gerek ki sakınasınız" ifadesi, orucun hikmet ve
menfaatlerini, faydalarını ve yararlarını, sebep ve maksatlarını bütün
genişliğiyle ifade eden ilâhî bir beyandır ki hepsini maddî, manevi, din ve
dünyaya ait maksatları içine alan "sakınma" özelliğinde toplamıştır.
184-İşte güç gibi görünecek olan oruç, bu kadar
güzel bir ibadettir. Hem bu, her zaman olmadığı gibi, çok bir müddet de
değildir.
Size farz kılınan oruç, sayılı günlerdedir.
Yani senenin günlerine oranla az ve sınırlı günlerdedir. Hem de sizin
sağlığınızı bozmayacak ve gücünüzü tüketmeyecek bir şekilde, mazeretlerinizi de
gözeterek meşru kılınmıştır. Şimdi bu günlerde sizden herhangi biriniz, oruçtan
zarar görecek derecede hasta olur, yahut bir yolculuk üzerinde bulunursa,
bunların farzı, diğer günlerden, yani iyi olduğu ve yolculuktan geldiği günlerden,
aynı miktardadır. Bu şekilde hastaya veya yolcuya eda farz değil, yemeye ruhsat
vardır. Bunlar yerlerse, iyileştikten veya ikamet ettikten sonra kaza ederler.
Edanın vacib oluşu, sağlık ve ikamet üzerine gerekli olur.
SEFER: Esasen keşif, açmak mânâsı
taşımaktadır. Bunun için "isfâr", yüzünü açmak ve parçalamak
mânâsınadır. Uzak bir yere gitmek de yolcunun her türlü hal ve ahlâkını meydana
çıkardığı için, ona da sefer denmiştir. Bu ise bir gün, iki gün gibi az bir
zamanda ortaya çıkamaz. Gerçekten âdet olarak da yakın mesafeye sefer denmez.
Ancak üç günlük yolun, şer'î bakımdan sahih sefer olduğunda ittifak edilmiştir.
Her gün için normal bir yürüyüşle altı saatlik mesafe ölçü alınmıştır. Öyle ise
bundan daha az yolculukta sefer ismi kesinlikle sabit değildir. Kara ve deniz
binitleri gibi vasıta ile gidenler için de âdet olarak umumî ve orta halli olan
vasıtaların tabiî ve normal seyri ölçüdür.
Çok süratli ve çok yavaş olan özel vasıtalara
itibar yoktur. Çünkü hüküm ve hikmet fertte değil, cinste muteber sayılır.
Bunun için karada yaya veya deve yürüyüşü, denizde de mûtedil rüzgarla giden
gemi yürüyüşü ölçü olmuştur.
Bu sebeple sonradan tren ve vapur süratleri de
çok süratli vasıtalardan sayılmıştır. Gerçekten eski atlar ve bugünkü uçaklar
gibi bunların fevkalade vasıtalardan olduğu zamanlar olmuştur. Fakat
zamanımızda birçok yerlerde bunlar çoğalıp yerleşerek toplum için normal
vasıtalar haline gelmiş ve diğerlerini bastırmış olduğunda da şüphe yoktur.
O halde yelken gemisi yerine vapurla, kara
vasıtaları yerine trenle yolculuk, çoğunlukla ve alışılmış olan yerler için
bunların ölçü alınmalarının, nassın sefer hakkındaki mânâsına daha uygun olduğu
açıktır. Bu bakımdan trenle veya vapurla yolculuk yapanların on sekiz saatini,
vapur veya trenin orta ve normal yürüyüşü ile hesap etmek gerekecektir.
Bunların, nassın mânâsı değişmeksizin, zamanların değişmesi ile değişen
hükümlerden olduğu inkâr edilemez. Çünkü nassın hükmü "sefer"
kelimesindeki alışılmış mânâ üzerine kurulmuştur.
Şüphe yok ki asıl sorumlu, yolcunun
kendisidir. Onun, kendi mazeretinin derecesini, kendisinin takdir etmesi lazım
gelir. Ölçü göstermek ise, dinin ona tanıdığı bir kolaylıktır.
Tren ve vapurun alışılmış vasıtalar haline
geldiğini inkâr etmek ise, bunları ve zamanını bilmemektir. Mesela Eskişehir
ile İstanbul arasında gelip giden tren yolcularıyla, diğer yolcular mukayese
edilirse, trenin ne kadar çoğunlukta ve alışılmış bir vasıta olduğu ortaya
çıkar. Fakat uçak ve otomobil böyle değildir. otomobil, bugün geçmiş zamanın
koşan atları mesabesindedir. Uçak da henüz umumi nakil vasıtalarından değildir.
Böyle olmakla birlikte bunun, denizdeki eski
gemiler gibi hava yolunda tek muteber bir vasıta sayılması da kıyas ve ihtiyata
uygundur. Bunlarla beraber tren ve vapurun mûtad (alışılmış) olduğu yerlerde de
yaya ve yelken ile giden yolcunun durumu geçmişteki gibi kabul edilmekten
düşürülmez. Çünkü bunlar, bir kere şeriatın itibar ettiği, gerçek olan tabiî ve
normal ölçülerdir. Diğerlerinin, normal vasıtalar hükmiyle, sözlük mânâsında
çok kullanılmakla bunlara katılması, bunların asıl olmalarını iptal edemeyecektir.
Hasta ve yolcu gibi geçici özürlüler böyledir.
Devamlı özürlü olan ikincisine gelince: gerek eda ve gerekse kaza olarak oruca
zor dayanabilen, orucu güçsünen yani oruç, takatlerini tüketecek olanlar,
mesela pek ihtiyarlamış veya iyileşme ümidi olmayan müzmin bir hastalığa
yakalanmış bulunanlar üzerinde, yedikleri her oruç yerine bir fidye, yani bir
yoksul yiyeceği farzdır.
Nâfi' ve Ebu Cafer kırâetlerinde ve İbnü
Âmir'den İbn Zekvan rivayetinde kelimesine izafetle kelimesi tenvinsiz ve
meksur şeklinde okunur. Böyle olunca, lâm mânâsında "izafet-i
beyâniye" ile, "bir yoksul yiyeceği fidye" demek olur. Yine
Nâfi, İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâ-etlerinde çoğul siğasiyle okunur ki,
"yoksullar yiyeceği fidye" demektir. Birincisinde her orucun fidyesi,
ikincisinde ise toplam orucun fidyesi anlaşılır.
Bir yoksul yiyeceği şer'î bakımdan sa' denilen
ölçekle buğdaydan yarım ölçek; arpa, hurma, kuru üzüm ve benzerlerinden bir
ölçektir. Bir sa', şer'î dirhemle bin seksen dirhemdir. Şer'î dirhem, onu yedi
miskal gelen ve "yedi tartı" denen dirhemdir ki, bizim şimdiki
dirhemlerimizden iki kırat kadar küçüktür. Buna göre yarım sa' buğday, on altı
kıratlık örfî dirhemle bir okka, yetmiş iki buçuk dirhem demektir. Demek ki,
İslâm şeriati nazarında en fakir bir kimsenin iki öğün itibariyle bir günlük
yemeği budur.
Bu ölçü, fıtır sadakası ve diğer bütün
keffaretlerde esastır. Ancak bu hesap, fıtır sadakası gibi fakirin eline aynen
veya kıymet olarak teslim edilmesi takdirindedir. Çağırıp fiilen mübah olmak
üzere yedirilmek istendiği zaman, bir fakirin iki öğünde doyabildiği kadar
yemesi muteberdir ki, adamına göre daha az veya daha çok olabilir. Bu fidyede
ise ibaha caizdir. Fidye, bir şeyin yerini tutmak üzere verilen bedel demektir.
Bu kelime ve mânâsındaki bedellik durumu olmasaydı bu yoksul yiyeceğinin fıtır
sadakası olması hemen akla gelirdi. Fakat fidye kelimesi, bunun fidyeden başka
ve oruç yerine verilecek bir bedel olduğuna ve orucun asıl olduğuna delalet
etmektedir.
"alâ" harfi de vücûb ifade eder.
Demek burada oruç asıl, fidye onun tezahürü takdirinde vacib bir bedeldir. Yani
hasta ve yolcunun, diğer günlerde orucu kaza etmesi gibi kaza mânâsında bir
bedeldir. Bununla beraber fidyenin asıl vacibde bir ruhsat olması ve bundan
dolayı oruç daha evla olmak üzere bir muhayyer vaciblik ifade etmesi de
mümkündür. Birçok tefsirciler, bu muhayyer vücub şeklini kabul etmişler ve
ileride gelecek olan: "Sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç
tutsun." (Bakara, 2/185) âyetinin mutlak oluşu ve neticesiyle bu muhayyer
vücubun her halde neshedildiğini söylemişlerdir.
Her iki durumda da âyetin, hasta ve yolcu
ifadesinde özür sahipleri için bir ruhsat olmak üzere sevkedilmiş olduğunda
şüphe yoktur. Hasta ve yolcuda yalnız eda mazereti söz konusu iken bunda mutlak
oluşuyla orucun hem eda, hem de kaza mazereti nazar-ı itibara alınmıştır. Çünkü
fidye, mutlak oruc bedeli olunca, eda ve kazayı içine alan bir mazeret
zamanında verilebilmesi lazım gelecek ve bununla beraber onda bir nevi eda
mânâsı da bulunacaktır.
Bundan dolayı muhayyer vücub muhtemel olmakla
birlikte, birinci şık tercih edilmektedir. Yani bu fidye durumu, bir mazeret
dolayısıyle eda ve kazaya tam imkan bulunmadığı takdirde kaza ve kısmen de eda
mânâsında olmak üzere meşru kılınmıştır ki, "oruca dayanıp kalanlar"
bu mazeretin daima sahibidir ve bunda nesih yoktur. Şimdi bunu izah edelim:
YUTÎKÛNE: İf'al babından ve "itâka"
mânâsından muzari bir fiildir. "İtaka", takat ve tavk kökündendir.
Tavk, ""nın fethasıyle takat, ""nın zammesiyle de boyna
takılan gerdanlık veya ağır bir demir mânâsınadır. Takat, kuvvet ve güç yetirme
mânâsına bilenmekteyse de esasen aralarında bir fark vardır. Vüsu', dediğimiz
kuvvet, takatın üzerindedir. Çünkü vüsu', bir şeye kolaylıkla güç yetirmek,
takat ise zorluk ve meşakkatle güç yetirmektir. Bundan dolayı
"itâka", gücü yetmek, dayanmak mânâsına gelirse de esasında güç
yetişmek, güç tükenmek, zor dayanmak, hatta dayanamamak mânâsınadır. Bunlara
Arapça olarak sırasıyle tatvik, tatavvuk, tatayyuk ve ichad denir.
Bu bakımdan "itâka", burada ya
"istitaa: gücü yetmek" veya "tatvik: güç tükenmek" mânâsına
olacaktır. İstitaa mânâsına olursa gücü yetenler, oruç tutmadıkları takdirde
fidye versinler demek olur ki, muhayyer bir vücub ifade eder ve oruç tercih
edilir. "İtâka"ya bu mânâ verilirse "Sizden her kim o aya şahit
olursa onda oruç tutsun." emrinin mutlak olarak sonucu ile birlikte
neshedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Bunun için bu tefsiri yapanlar, bunun
neshedilmiş olduğunda da ittifak etmişlerdir. Halbuki bu mânâ, zahir bile olsa,
iradesine engel olacak karine vardır. Çünkü kelimesindeki "hû"
zamiri, her halde "oruç" kelimesine aittir. Kendisinden sonra gelen
fidyeye gönderilmesi caiz değildir. Gerçi bunda rütbe itibariyle zikredilmeden
önce zamir getirme işi yoktur. Fidye, muahhar (geri bırakılan) mübteda olduğu
için rütbe itibariyle mukaddem (önce getirilmiş)dir. Fakat "fidye"
kelimesi müennes olduğundan buna müzekker zamiri gönderilemez. Ondan sonraki
"yiyecek" kelimesine göndermek ise nazmın güzelliğini bozacak bir
kusurdur. Kendisine uyulan şeyden uyana geçerek fidyenin bedellik mânâsını
unutturmaktır ve zikredilmeden önce bir kelimeye zamir göndermek mânâsındadır.
Zamirin, fidye ve taâma gönderilmesi caiz olmadığından mânâ: "Fidyeye gücü
yetenlere fidye vacibdir." demek olamaz. Zamirsiz: "Gücü yetenlere
fidye vacibdir." gibi anlaşıl-ması ise hiç caiz olamaz.
"o fidyeye gücü yetenler"
buyurulmadığı gibi, sadece "gücü yetenlere..." de buyurulmamıştır.
Eğer maksat bu olsaydı, bunlardan birinin söylenmesi gerekirdi ve zamirin hazfi
daha veciz olurdu.
Şimdi zamir "sıyâm"a râci olduğu
halde "itâka"yı "vüsu': kuvvet" ve "istitaat: gücü
yetmek" mânâsına yoracak olursak, mânâ şöyle olacaktır: "Oruca gücü
yetenlere fidye vacibdir." Böyle demekse akla uymayan bir çelişki teşkil
eder. Çünkü oruca gücü yetenlere fidye vacib olunca "oruç size farz
kılındı" ifadesi gereğince, oruç tutması lazım gelenler, oruca gücü
yetmeyen acizlerden ibaret kalacaktır.
Buna karşı, "Fidyenin vücubu, orucun
vücubunu kaldırmıştır." da denemez. Çünkü nazmın gelişinin, mazerette
varid olması, yine fidye gelişinin, mazerette varid olması, yine fidye
kelimesi, sonra neshedenle neshedilen bir arada toplanamazken "ve o
kimselere..." ifadesinde toplanmaya delalet eden "vav" buna
engeldirler.
Hasta ve yolcuya kaza vacib olduğu halde
sağlıklı ve mukim olanın muhayyer olması da diğer bir çelişki demektir.
Belağatlı bir sözde böyle makul olmayan çelişkiler, öyle kesin ve engelleyici
bir karinedir ki, bununla "itâka"nın güç yetmek mânâsına olmadığı
kesinlikle ortaya çıkar. Bundan başka, kastedilen mânâyı gösterecek bir de
tayin edici karine vardır. Çünkü bunun gelişi, mazeret ve ruhsat gelişidir.
Zira kendisinden önce hasta ile yolcu hakkındaki ruhsat zikr edilmiştir. Demek
ki, bundan maksat, onlardan başka, fakat onlara benzer, bununla birlikte diğer
günlerde kaza ümidi bile bulunmayan bir sınıf olacaktır. İşte o engelleyici
karine ve bu tayin edici karine ile burada "itâka"nın tatvik ve ichad
gibi, son derece gücsünmek, güç tükenmek, zor dayanmak, hatta dayanamamak
mânâsına olduğu tayin edilir ki, bu mânâ mecaz olsaydı yine zaruri olacaktı.
Gerçekten dirayet yönünden böyle olduğu gibi
rivayet yönünden de bunun "orucu çok güçsünür, yani dayanamazlar"
diye tefsir edilmiş bulunduğunu görüyoruz.
Sonra şâz kırâet olarak: diye beş kırâet daha
varid olduğunu ve bunların her biri, kırâet itibariyle şâz olmakla beraber
hepsinin, tefsir bakımından mühim bir kuvvet ifade ettiğini de anlıyoruz ki,
bunun sonucu ve tefsir olmak üzere rivayet edilen "orucu çok güçsünür,
yani dayanamazlar" demektir. Bu mânânın da neshedilmemiş olduğunda ittifak
vardır. Kelimenin böyle bir olumsuzluk mânâsı taşıması, elde edilen mânâ
itibariyledir. "Bizzat mahfuzdur" demek, zaruri değildir. Nitekim
dilimizde de: "Filan buna zor dayanır." demek "dayanamaz"
demektir. Daha açıkçası, dilimizdeki "dayanmak" kelimesi de aynı
şekilde hem olumlu, hem olumsuz mânâya gelir. Mesela "Filan buna
dayanır." demek, tahammül eder demek olduğu gibi "dayandı, dayanacak,
dayandı kaldı, dayanıp kalacak" tahammül edemedi, tahammül edemeyecek
demektir. İşte bu âyette "itâka" kelimesi de buna benzer.
Anlatılan karineler muvcutken "dayanıp
kalanlara...", "gücü yetenlere..." demek olamaz. Örfen bunların
eş anlamlı gibi kullanıldıkları inkar edilemezse de esasta farkları vardır.
Özellikle karine bulunduğu zaman bu farkı aramak zorunludur. Kur'ân'da güç
yetmek mânâsında hemen hemen genellikle "istitâa" kelimesi
kullanıldığı halde burada "güç yetirirler" buyurulmayıp da "ona
dayanıp kalırlar" buyurulması da ayrıca bir karine demektir.
Bu kavramı anladıktan sonra şimdi de bunların
konusunu, yani hasta ve yolcudan sonra bu çeşit özür sahiplerinin kimler
olduğunu tetkik edelim:
1- "Asam" tefsirinde bunun da hasta
ve yolcu hakkında olduğu gösterilmiştir. Çünkü denilmiş, hasta ve yolcu,
başlıca iki kısımdır. Bir kısmı hastalık ve yolculuk halinde oruç tutabilir,
bir kısmı tutamaz. Önce tutamayacak olanlar hakkında: "diğer günlerde
tutamadığı günler sayısınca..." diye kaza farz kılınmış; sonra tutabilecek
olanlara da muhayyer bir vacib olarak tutmak veya fidye vermek arasında bir
ruhsat verilmiştir. Buna göre "size farz kılındı" ifadesi, sağlıklı
ve mukim olanlara tam bir vücûb ifade eder. de iki türlü hastalık ve yolculuk
mazeretlerine aittir. Bunda "itâka" hali, mazerette edaya
"istitâ" ile tefsir edilmiş, fakat zikredilen karineden dolayı bu
mazeret hasta ve yolcuya tahsis edilmiştir. Bu görüş muteber değildir.
2- İmam Mâlik hazretleri, bunun "Ramazan
geldiği halde üzerinde geçen Ramazan'dan oruç borcu kalmış ve bu müddet içinde
kazaya gücü yettiği halde kaza etmemiş bulunan kimseler" hakkında olduğunu
söylemiş ve "Çok yaşlı olana fidye vacib değil, fakat verirse güzel
görürüm." demiştir.
Demek oluyor ki, İmam Malik, bunun mazeret
olduğunu düşünmekle kelimesindeki zamiri yalnız kaza orucuna göndererek tevil
etmiş ve bu sayede "itâka"yı "kazaya güç yetirme" mânâsına
yorabilmiştir. Bunun zamanında ikinci Ramazan'ın gelişi ile sene içinde kazaya
imkan kalmamış olduğunu da düşünmüş olması yönünden "itâka"nın güç
yetirememe mânâsını da göz önünde bulundurmuş demektir.
Böyle olunca da bu tahsisin hangi yönden
yapıldığı açık olmaz. Bir de bunun mânâsı "Diğer günlerde, tutamadığı
günler sayısınca tutar." ifadesindeki mutlak olan "diğer
günler"i, o senenin günleri diye sınırlayarak senesi içinde kazanın vacib
olduğuna hükmetmiştir ki, bizce doğru değildir. Çünkü mutlak'ın hükmü, mutlak
oluşu üzerine akıp gitmesidir. Kayıtlamak, ancak neshedici bir delil ile
olabilir. Bu ise yoktur. Öyle ise kazanın vacib oluşu belirli bir vakitte
sınırlı değildir.
3- Birçok tefsirciler burada oruca
"itâka"nın, güç yetme mânâsıyla tefsirini ve muhayyer bir vücubla
sağlıklı ve mukim olana yorulmasını, mümkün görmüşler, fakat bunun:
"Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun." âyetiyle
tamamen neshedilmiş olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar, neshedildiği hususunda ittifak etmekle
beraber nüzul sebebinde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları "Oruç size farz
kılındı." ifadesinin Ramazan hakkında olmayıp, sayılı günlerin hicretin
başındaki aşûre günü ile "eyyâm-ı bîz" olduğu ve Ramazan ayı ile
tamamen neshedilmiş bulunduğu görüşüne sahip olmuşlardır. Çokları ise o
günlerin, Peygamberin emri ile tutulduğuna ve "size farz kılındı"
ifadesinin Ramazan orucu hakkında olduğuna, ancak Ramazan orucunun önce
muhayyer olarak vacib kılınıp, sonra "Sizden her kim o aya şahit olursa,
onda oruç tutsun." âyetinin inişi ile muhayyerliğin ve fidyenin
neshedilerek orucun genel olarak farz kılındığına ve buna göre "Ona takat
getirenlere bir fidye gerekir." ifadesinin, neshedilen muhayyerlik halini
anlattığına hükmetmişlerdir.
Bu iki görüşte en açık görünen nokta,
"itâka"nın muhayyer vacib üzerine güç yetirme mânâsıyla tefsirine bir
imkan görülebilmiş olmasıdır. Fakat bu mânâ, diğer taraftan birçok yönden
zahire aykırıdır. Şöyle ki:
a) Bu mânâda çok yaşlı kimsenin girme şekli
açık olmaz. Halbuki çok yaşlı kimse hakkında fidyenin vacib oluşu, üzerinde
icma edilmiş gibidir. "Her kim şahit olursa" ifadesindeki nesh bunu
içine almadığında ittifak vardır.
b) "Size oruç farz kılındı. Nitekim
sizden öncekilere de farz kılınmıştı." âyeti "mücmel" olmakla
beraber orucun mutlak olarak kesin bir vacib oluşunda "zahir"dir.
Yine aynı şekilde "Sizden her kim hasta
olur veya yolculukta bulunursa diğer günlerde tutamadığı günler sayısınca
tutar." âyeti hasta ve yolcu olanlar hakkında yalnız orucu göstermiş ve
ancak eda ve kazaya bir ruhsat vermiştir. Fidyeye cevaz bırakmamıştır.
Buna karşı sağlıklı ve mukim olan güçlü
kimselere fidye ile muhayyerlik, iki yönden çelişki ve imkansızlık ifade eder.
Zamir fidyeye gönderilebilseydi, bu mânâ mümkün olurdu. Halbuki zamirin buna
gönderilmesi caiz görülememiş ve ittifakla "oruç" kelimesine
gönderilmiştir.
c) Bunun hasta ve yolcu gibi mazeret makamında
olduğu açık iken sağlıklı olma haline yorulması zahire aykırıdır.
Daha sonra nesih rivayetinin kaynağı şudur:
İbnü Ebî Leylâ Muaz b. Cebel (r.a.)'den rivayet etmiştir ki: "Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz Medine'ye teşrif ettiği zaman aşûre günü ve bir de her aydan
üç gün oruç tutmuştu. Sonra Allah Teâlâ Ramazan orucunu farz kıldı, "Ey
iman edenler! Oruç size farz kılındı." âyetini indirdi. Râvi âyeti:
"ona dayanıp kalanlara bir yoksul yiyeceği fidye gerekir." ifadesine
kadar okudu. Bunun üzerine dileyen oruç tutuyor, dileyen bir yoksul
doyuruyordu. Daha sonra sağlıklı ve mukim olanların hepsine oruç farz kılındı.
Yoksul doyurmak ancak oruca gücü yetmeyen çok yaşlı kimseler hakkında sabit
kaldı da Allah Teâlâ "sizden her kim hasta olur veya yolculukta
bulunursa..." âyetini indirdi.
Yine İbnü Ebî Leylâ rivayet etmiştir ki;
"Resulullah (s.a.v.) Medine'ye teşrif buyurduğu zaman her aydan üç gün
nafile olarak ve farz olmayarak oruç tutmalarını emretmişti. Sonra Ramazan
orucu nazil oldu. Halbuki o zaman toplum henüz oruca alışmamıştı. Oruç
kendilerine pek zor ve pek güç geliyordu. Bu yüzden tutamayan, bir yoksul
doyuruyordu. Bundan sonra "Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç
tutsun." âyeti nazil oldu. Bundan dolayı ruhsat ancak hasta ve yolcu
olanla sınırlı kaldı, hepimiz oruç tutmakla görevlendirildik."
Bunlarda bir nesih işareti vardır. Fakat bunun
çok yaşlı kimseden başkasında olduğu birincisinde açıktır. Aynı zamanda
bunlardan da: "oruç kendisine güç gelen, yani dayanamayanlar"
demektir. Ancak bu güç gelmek, dayanamamak kavramı, hastalık, ihtiyarlık gibi
bir özür ile eda ve kazaya gerçekten dayanamayanlara daima şâmil olduğu gibi,
sağlıklı ve mukim oldukları halde sırf alışkın olmadıklarından dolayı halen
dayanamayanlar veya pek çok zorlukla dayanabilenleri de geçici olarak kapsadığı
gösterilmiştir.
Buna göre Cenab-ı Allah, sağlıklı ve mukim
olanların, alışkın olmadıklarından dolayı dayanamamalarının, gerçek olmayıp,
bir vehimden ibaret bulunduğunu, kısa ve belirli bir müddet içinde herkese
tecrübe ile ispat buyurduktan sonra: "Sizden her kim o aya şahit olursa
onda oruç tutsun." âyetiyle farz oluşunu mutlak olarak genelleştirmiş,
ancak hasta ve yolcu için yemeye, sonradan kaza etmeye ruhsat vermiştir. Çok
yaşlı olup, normalde günden güne zayıflamakta olan erkek veya kadınlar ve
bunlar hükmünde olan dertliler de "ona dayanıp kalanlara bir fidye
gerekir" ifadesinin gerçek muhatapları olarak bâki kalmışlardır.
Dolayısiyle, bunun mensuh olduğundan söz edildiği zaman, bu neshin çok yaşlı ve
benzerinden başkası hakkında olduğunun unutulmaması ve bunun çok yaşlı
kimselere ne kadar uygun olduğunun da düşünülmesi gerekir.
4- "Oruca dayanıp kalanlara"
ifadesi, son derece ihtiyarlığa ulaşmış olan çok yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın
hakkında nazil olmuştur. Bunlara fidyenin kaldırıldığı hakkında ashabdan hiçbir
rivayet yoktur. Tersine bu âyetin neshedilmediği açıkça rivayet edilmiştir.
Buharî'nin de rivayet ettiği şekilde İbnü
Abbas hazretleri: "Bu âyet, nesh edilmemiştir. Bu, oruca güç yetiremeyen
yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın hakkındadır.
Bunlar, her gün için bir yoksul
doyururlar." diye açıkça beyan etmiştir. Bu, Hz. Ali'den, İbnü Ömer'den ve
diğer sahabeden de rivayet edilmiştir.
"Ahkâmü'l-Kur'ân"da, Fahreddin
Razî'nin tefsirinde ve İbnü Hümam'ın Fethu'l-Kadir'inde zikredildiği üzere çok
yaşlı olan kimse hakkında bu mânâ, ashabdan aksi rivayet edilmeyen bir icma
olmuştur. Ashab-ı kiramdan Peygamberimizin hizmetçisi olan Hz. Enes de yüz
yaşını aşan ömrünün son zamanlarında bununla amel eder, orucu tutamaz, yoksul
doyururdu.
Kısaca bu âyetin iniş sebebi, çok yaşlanmış
kimselerdir. Bu bakımdan "itâka"nın mânâsı güç yetmek değil, edâ ve
kaza, her ikisi itibariyle oruca zor dayanmak veya dayanamamaktır. Bu mânâ çok
yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın gibi zayıf ve müzmin hastaya da şâmildir.
Bu ikisinde zorluk ve dayanamama zannı, senede
dayanmış olduğundan vehim değildir. Alışkın olmadığından dolayı dayanamama
zannı ise vehimdir. Eda ve kaza itibariyle devamlı olan özür mânâsında dahil
değildir. Bu mânâ üzerinde ittifak edilmiştir. İşte doğru görüş budur. Hanefî
mezhebi de bunun üzerinedir. Bizim tercihimize göre burada ve özellikle bu
noktada asla nesih yoktur.
Şafiî hazretleri, daha da genişleterek, gebe
ve emzikli olan kadınları da kendi hesaplarıyla değil, çocuklarının telef
olmasından korkarak oruçlarını yedikleri zaman buraya dahil etmiş, fidyeye tabi
tutmuştur.
Hanefilere göre ise bunlar, yaşlılara kıyas
edilemez, hasta hükmüne tabidirler. Gerek kendileri ve gerekse çocukları
korkusuyla oruçlarını yerlerse hasta gibi yalnız kaza lazım gelir. Keffaret ve
fidye vacib olmaz. Çünkü fidye, misli gayri makul (dengi akılla
belirlenemeyen)dur. Çok yaşlı kimse, bu nass ile kıyasa aykırı olarak sabit
olduğundan, kendisine başka bir şey kıyas edilemez ve aynı zamanda çocuk
hesabına fidyenin mânâsı yoktur. Çünkü ihtiyarlar esasen "Ey iman
edenler!.." gibi genel ifade içinde oruç hitabına dahildir. Fakat çocuk,
dahil değildir.
Özetle, burada "itâka",
"istitâat güç yetmek" ve "vüsu' kolayca yapabilmek"
mânâsına değil, oruca zor dayanmak, yani hem eda ve hem de kaza durumuna göre
devamlı bir mazeret sebebiyle dayanamamak mânâsınadır. Bunu, fidyeye gücü
yetmek mânâsına yorumlamaya da imkan yoktur. Gerçi oruca zor dayanana fidyenin
vacib olması için, fidyeye gücü yetmesi şart ise de bu şart, "ona dayanıp
kalırlar" ifadesinin mânâsı değil, "bir yoksulun yiyeceği fidye"
ifadesinin malî sorumluluğunun gereği olarak sabittir. Âyetin mânâsı:
"Oruca, eda ve kaza bakımından zor dayananlara, eğer fidye vermeye güçleri
yeterse, bir yoksul yiyeceği fidye gerekir." meâlindedir.
Sırf alışkın olmadıklarından dolayı oruca
dayanamayacaklarını zannedenler, oruç farzından fidye ile kurtulamazlar.
Bunlar, bir azimle kendilerini oruca alıştırıverdikleri halde göreceklerdir ki,
çocuklar için bile mümkün olan oruca pek alâ tahammülleri vardır. Gelecekten
ümitsiz olmaya hakları yoktur. Bugün tutamadıklarını diğer gün kazaya güçleri
yetmektedir.
İslâm'ın başlarında bunu Allah tarafından
isbat için geçen geçici bir tecrübe devresini tekrar tekrar tecrübeye
kalkışmaya hak yoktur. "Her kim tecrübe edilmiş bir şeyi tekrar tecrübeye
kalkışırsa, ona pişmanlık gelir." "Ramazan ayı ki..." âyetinin
inişinden sonra böyle bir düşünceye sahip olan müslüman yoktur ve olamaz. Ancak
özür sahipleri başka.
Cenab-ı Allah, bunları, bir kısmı hasta ve
yolcu gibi geçici özür, bir kısmı da gücü tüketen devamlı özür sahibi olmak
üzere iki sınıfa ayırmış; birine kaza, birine de fidye ruhsatını göstermiştir.
Bu bakımdan oruç mazereti, önemli hastalık, uzak yolculuk, devamlı bir
zayıflıktır. Bu mazeretler içinde de orucun zarar vereceği zannedilen
hastalıktan başkası, kıyasa aykırı bir izindir.
Önemli olmayan ve oruçla zarar değil, tersine
menfaat görecek olan hastalıklar kelimesinin tenvininden hariçtirler.
Oruca gerçekten zararlı olan hastalıklar ise
esaslı bir mazeret ölçüsüdür. Bu bakımdan gebelik, emzirme gibi hastalık
hükmünde bulunan özürler, hastalığa benzemektedir. Fakat yolculuk ve fidye
üzerine kıyas cereyan edemez. Bunlar benzersiz mazeretlerdir.
İşte zor gibi görünen oruç, insanların böyle
gizli ve açık ciddi ve meşru mazeretleri gözetilerek farz kılınan; insanlara
hayatın ve insanlığın lezzetini tattırarak onlara birçok faydalar temin edecek
ve ebedi tehlikelerden, fenalıklardan koruyacak olan eski bir ilâhî farz, dinî
bir esastır.
Şimdi Her kim kendi gönlüyle nafile olarak
herhangi bir hayır yaparsa ve bu cümleden olarak fidye vermek lazım geldiği
halde fidyeyi yoksul yiyeceğinden daha fazla verirse yahut hem fidye verir, hem
oruç tutarsa, bu kendisi için daha hayırlıdır. ve zor da olsa oruç tutmanız
sizin için fidye vermekten veya kazaya bırakmaktan hayırlıdır. Eğer orucun
faziletini bilirseniz böyle yaparsınız. Tutmamak caiz olan zamanlarda bile
tutarsınız.
Şimdi bu sayılı günler hangi günlerdir?
Meâl-i Şerifi
185- O Ramazan ayı ki, insanları irşad için,
hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan
Kur'ân onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç
tutsun. Kim de hasta, yahut yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer
günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık diler zorluk dilemez. Sayıyı
tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı tekbir etmenizi
ister. Umulur ki şükredersiniz.
185-ŞEHR: Esasen şöhret kökünden masdar olup
bir şeyi açığa çıkarmak mânâsınadır. denir ki, kılıcı kınından çıkarıp
gösterdi, demektir. Nitekim dilimizde de "silah teşhir etmek" denir.
Bu mânâdan alınarak:
1- Gökte görülen aya,
2- Bu ayın görünüp, ışık verir bir hale
gelmesi ve nihayet kaybolup, tekrar doğması suretiyle bir devrinden ibaret olan
zaman süresine şehr denmiştir ki, yirmi dokuzla otuz gün arasında dönüp
dolaşır. Gök bilimcileri bunu, "ayın güneş ile iki kavuşumu arasında geçen
süre" diye tarif ederler. Fakat bu tarif, ilimde ileri gelenlere mahsus
olup, halk için şehr kelimesine uygun olan meşhur mânâ, hilalin iki görünüşü
arasındaki süredir. Lügatın yapısı da budur.
3- Hilal nazar-ı itibara alınmayarak sırf gün
hesabıyla otuz günlük süreye de adet olarak şehr denir. Güneş yılının
bölümlerinden her birine ay, şehr, mâh denmesi de bu mânâdan alınmıştır.
Ramazan kelimesinde iki görüş vardır:
1- Mücahid'den rivayet edildiği üzere Allah'ın
isimlerinden bir isimdir. Ramazan ayı demek "Allah'ın ayı" demektir.
Bir hadis-i Nebevî olmak üzere şöyle rivayet edilmiştir: "Ramazan geldi,
Ramazan gitti, demeyiniz. Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti, deyiniz. Çünkü
Ramazan Allah'ın isimlerinden bir isimdir." Bununla beraber Beyhakî, bu
hadise zayıf demiştir.
2- Receb, Şaban gibi belirli bir ayın ismidir.
Birincisine göre "şehr" dahil olmak
üzere: "Ramazan ayı" terkibinin tamamı bir özel isimdir. İkincisine
göre isim yalnız Ramazan olup, "Şehrü Ramazan" genel olanın, özel
olana izafeti cinsinden bir izafet-i beyâniyedir.
Gerçekten Kamerî aylardan üçü: Şehr-i Ramazan
(Ramazan ayı), Şehr-i Rebiu'l-evvel (Rebîu'l-evvel ayı), Şehr-i Rebîü'l-âhir
(Rebîü'l-âhir ayı) şehr kelimesiyle beraber özel isimdir. Şu kadar ki, kolaylık
için "şehr" kelimesinin söylenmediği zamanlar da vardır.
Ramazan'dan şehr kelimesinin hazfedilmesinin
tenzîhen mekruh olduğu İmam Muhammed'den rivayet edilmiş ise de, kötü bir vehme
sebep ve karışıklık olmayacak yerlerde kolaylık için sadece Ramazan demek
mekruh değildir. Nitekim Hadis-i Nebevî'de de: "Her kim inanarak ve
mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan'da oruç tutarsa, onun geçmiş günahları
bağışlanır." buyurulmuştur. Geri kalan dokuz ayın isimleri: Muharrem,
Safer, Cumadelûlâ, Cumadelâhire, Receb, Şaban, Şevval, Zilkade, Zilhıcce,
Şehr'siz olarak özel isimdir. Yalnız Receb ayının, Ramazan gibi olduğu da
söylenmiştir.
Ramazan isminin türetilmesine gelince, bunda
da dört yol zikredilmiştir.
1- İmam Halil'den nakledildiği üzere yaz
sonunda güz mevsiminin başında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur
mânâsına 'den alınmıştır. Bu yağmurun yeryüzünü yıkadığı gibi Ramazan ayı da
iman edenleri günahlardan yıkayıp kalblerini temizlediği için bu adla
anılmıştır.
2- Çoğunluğun görüşüne göre Ramazan 'dan
alınmıştır. Ramaz; güneşin hararetinin şiddetinden taşların son derece
kızmasıdır ki, böyle pek kızgın yere de Ramdâ denir. Bu bakımdan Ramazan,
"Ramdâ"dan yanmak mânâsına fiilinin masdarıdır. Yani kızgın yerde
yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu mânâda "Kızgın yerde ayağı
yandı." denir.
Baş tarafına "şehr" kelimesi
eklenerek "şehrü Ramazan" bu mübarek aya özel isim yapılmıştır. Çünkü
bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ıztırab çekilir. Yahut orucun harareti ile
günahlar yakılır.
Bir de deniyor ki, Araplar ayların isimlerini,
eski dillerinden değiştirdikleri zaman, her ayı rastladığı mevsime göre
isimlendirmişlerdi. Eski dilde, "Nâtik" ismiyle anılan bu ay da o
sene şiddetli bir sıcağa rastladığından buna "şehrü Ramazan" adını
verdiler.
3- Ezherî'den nakledilen görüştür ki, Ramazan,
fiilinden alınmıştır ki, kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip
keskinletmek için iki kaygan taş arasına koyup döğmektir. Bu aya bu ismin
verilmesi de Araplar'ın bu ayda silahlarını bileyip hazırladıklarından
dolayıdır.
4- Ramazan isminin esmâ-i hüsnâ (Allah'ın
güzel isimlerin)'dan olduğu sahih ise Ramazan ayı bizzat bununla
isimlendirilmiş ve bunda özellikle Allah'ın rahmeti ile günahların yanması dikkat
nazarına alınmıştır. Bu mânâ ile oruç ayı, "Allah'ın ayı" olmuştur.
Kısaca Ramazan'ın sözlük mânâsında temizlik,
yanmak, keskinlik mânâları bulunduğu gibi, dinî bakımdan günahların yanması,
Allah'a izafe mânâları etken olmuştur.
Bir hadis-i Nebevî'de: "Başı rahmet,
ortası mağfiret, sonu ateşten kurtulmaktır." diye anlatılan Ramazan ayının
en mübarek gecesi, Kur'ân'ın inişine de başlangıç olmuştur. Bu âyette de
özellikle bu sıfatla vasıflandırılmıştır.
el-KUR'ÂN, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'ya
özel bir şekilde indirilip, bize tevatürle nakledilen Allah kelamının adıdır
ki, mushafların iki kapağı arasında yazılıdır.
Bu isimde iki kırâet vardır. İbnü Kesir
kırâetinde vakıf ve vasılda, Hamze kırâetinde yalnız vasılda hemzesiz olarak,
diğer kırâetlerde hemze ile okunur. Hemzelisi, "kırâet"den, hemzesizi
"karn" maddesindendir. Hemze ile yani tilavetle okunan; hemzesizi de
parçaları ve mânâsı birbirine yakın, birbirini tasdik eden ve birbirine uygun
olan demektir. İmam Şafiî hazretleri bunun hemzesiz olarak Tevrat, İncil gibi
herhangi bir maddeden türemeyip Allah'ın kitabının ismi olduğunu söylemiştir.
Katâde ve Atâ yukardaki "sayılı
günler"in Ramazan olmayıp, ilk oruç yani her aydan üç gün veya bunlarla
beraber "Aşure" gününden ibaret bulunduğu görüşüne sahip olmuş ve
bunun başlangıçta nafile, sonra farz kılınmış olmasında ihtilaf etmekle beraber
daha sonra bu âyetle Ramazan orucu farz kılınarak kendisinden öncesinin tamamen
neshedilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir. Hz. Muaz'ın görüşünün de bu olduğu
söylenmiştir. Bunlara göre Ramazan orucunun farz oluşunun delili: "Ey iman
edenler! Oruç size farz kılındı." âyeti değil, " O Ramazan ayı
ki...", "Her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun..." ilâhî
emri olmuş olur.
Fakat âlimlerin çoğunluğuna göre ilk oruç,
sünnet ile sabit olmuş ve Ramazan orucunun farziyeti de yukardaki şekilde
"oruç size farz kılındı" âyetiyle başlamıştır. "sayılı
günler"den maksat da Ramazan'dır. "O ramazan ayı ki..." âyeti de
bunu beyandır. O halde mânâ:
Size orucu farz kılınan sayılı günler, O
mübarek Ramazan ayıdır ki, âyetleri, furkan ve hidayetten ibaret deliller,
tamamı bütün insanlara hidayet olmak üzere Kur'ân bu ayda indirildi.
İNZAL, bir defada, TENZİL de parça parça
indirmek demektir. Kur'ân yirmi üç senede parça parça indirilmiş olduğu halde
burada Ramazan ayında inzalinin beyan buyurulması dikkate değer. Bunda üç mânâ
vardır:
1- Tefsircilerin çoğundan vârid olan
rivayetlere göre Kur'ân Ramazan ayının kadir gecesi denen mübarek bir gecesinde
dünya semasına, Beyt-i Mamur'a bir defada indirilmiş, sonra yirmi üç senede
tedricen, parça parça yeryüzüne indirilmiştir. Demek ki Kur'ân'ın gerçekleri,
yeryüzüne inişinden önce kâinat âleminde ve yeryüzüne en yakın olan gökte bir
Ramazan gecesi toptan tecelli etmiş ve yeryüzüne inişi onu takib etmiştir.
2- Kur'ân bu ayda inmeye başladı, demektir.
"Zikr-i Kül, İrâde-i Cüz" cinsinden mecaz olmakla birlikte Muhammed
b. İshak'tan rivayet edilmiş, zahir gibidir.
Bu durumda Hira mağarasında "Rabbinin
adıyla oku!" (Alak, 96/1) âyetinin inişi Ramazan-ı şerifin kadir gecesine
tesadüf etmiştir.
Hira mağarası, Ramazan'ın sıcaklığı, gecenin
sıkıntısı, pek büyük bir ilâhî gelişmenin başlangıcı olmuş ve bundan itibaren
Hz. Muhammed'in büyük kadir ve kıymeti, apaçık âyetler ve açık seçik hak
mucizelerle bütün varlık âlemine açıklanıp ilan buyurulmuştur.
Bunda:
"Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç
saat?" diyecek gamlı kimselere: "Ey iman edenler! Sabır ve namazla
yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir." (Bakara,
2/153) mânâsı üzere ne büyük bir müjde vardır! Bu şekilde gönül ehline Allah'ın
huzurunda kanlı göz yaşları döktüren nice ıztırab gecelerinin, pek büyük
müjdelere, saadetlere başlangıç olduğu bir gerçektir. Ne ilâhî hikmettir ki
saadet nurları, gündüzlerin ışıklı alnından çok, gecelerin hüzünlü yüzünden
doğar. Çok gülenler ağlamaya namzed olurken, ağlayanlar hele hak yolunda
ağlayanlar da gülmeye hak kazanırlar.
3- Hakkında bu şekilde Kur'ân indirilmiş
bulunan Ramazan ayı demektir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerim'de bu mübarek aydan
başka Allah'ın övgüsüne mazhar olarak ismi açıkça söylenmiş bir ay yoktur. İşte
Ramazan ayı, böyle mübarek bir aydır. Bunun için orucun farz oluşu da bu aya
tahsis edilmiştir. Adı geçen sayılı ve sınırlı günler, işte bunun günleridir.
Bu bakımdan siz müminlerden her kim bu mübarek ayda şahit ve hazır veya bu
mübarek aya şahit olursa bunda oruç tutsun. Şühûd, esasen "gıyâb"
karşılığı huzur demektir ki şehadet ve müşahede de bu huzur cümlesindendir.
Şehrin, zaman süresi olarak bunun mefûlü fihi veya mef'ûlü bihi olması
muhtemeldir. Birincisine göre, bu ayda bilfiil hazır olan yani vatanında mukim
olup yolcu olmayan, demektir. İkincisi de şehri, açık ilim ile müşahede eden
demektir. Zaman ise müşahede edilemeyeceğinden buna şühûd, aklî bakımdan hazır
demek olan kesin bilgi veya hilalin görünmesi mânâlarından birini ifade eder.
Bunun da iki mânâya ihtimali vardır:
a) Her kim hilâli görürse tutsun, demektir.
Bunda göremeyenler hakkında bir şey söylenmemiştir.
b) Herhangi biriniz hilali görürse her biriniz
tutsun, demektir. Bunda da şühûd ve şehadet ilmin sebepleri olarak sabit ve
muteber bir şahit ile de Ramazan'ın tutulabilmesi caiz olur.
Buna göre ifadesinin şu mânâlara ihtimali
vardır:
1- Sizden her kim Ramazan'da mukim ise onu
tutsun.
2- Sizden her kim Ramazan'ı kesin olarak
bilirse onu tutsun.
3- Sizden her kim Ramazan'ın hilâlini görürse
onu tutsun.
Birinci ve ikinci mânâya göre "şehr"
hakikatiyle bütüne sarf edilecek olursa, vücub tamamında yöneleceğinden
Ramazan'da oruç tutmak mümkün olmaz. Halbuki farz olan budur. Bundan dolayı aya
şahit olmak, ayın bir kısmına şahit olmak mânâsınadır. Bu iki mânâya göre ilmin
sebeplerinden söz edilmemiştir. İkinci ve üçüncüde gelecek yolcu bölümü tahsis
edici, birincisinde ise adîl (denk)dir.
Fahreddin Râzî der ki: "Vâhidî ve Keşşâf
sahibi gibi birçok muhakkikler (kritikçiler) birinci mânâyı almışlardır. Fakat
bana göre ikincisi daha evlâdır. Çünkü haziften uzaktır.." Kısaca burada
"hilâli görmek mânâsı" zaruri değil-dir. O halde ilmin sebepleri
söylenmemiştir. Bunu araştırmak lazım gelecektir.
Bu meselede ilmin sebepleri için ictihada
cevaz (izin) var mıdır? Şühûd, (şahid olmak), hazar (mukîm, seferde olmamak)
ile veya aklın huzuru demek olan kesin bilgi ile tefsir edildiği takdirde,
araştırmadan sonra bu konuda başkaca bir nass (dinî delil) yoksa ilim sebepleri
hakkında ictihada cevaz olması lazım gelir. Bunun için bazıları başka nass yok
zannıyla gök bilimi hesaplarıyla da amel olunabileceğini söylemişlerdir. Fakat
selef âlimlerinin çoğunluğuna göre başka nass mevcut olduğundan bu mesele
ictihat konusu değildir. Çünkü bu âyet, bu tefsire göre herhangi bir şey söylememiş
ise de bu konuda kitab ve sünnetten müteaddit nasslar vardır.
Önce Kitab'dan "Ey Muhammed! Sana
hilâlleri soruyorlar. De ki o insanlar için vakitlerdir." (Bakara, 2/189)
âyeti gelecektir. Bu bize kesinlikle gösterir ki, şer'an vakti tayin eden delil,
hilaldir. Hilal ise göreceğimiz üzere görünenin adıdır. Bundan başka hilâlin
nasıl bilineceğini hadis-i şerifler göstermiştir.
1- "Ay yirmi dokuzdur. Görmedikçe
tutmayın ve görmedikçe yemeyin. Eğer üzeriniz bulutlanırsa miktarını hesab
ediniz." Acaba bu miktarı hesap ne demektir? Bunu da şu hadisler
göstermiştir:
2- "Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın.
Üzeriniz bulutlanırsa otuz günü ölçü yapınız."
3- "Hilâl görüldüğü için tutunuz ve
görüldüğü için bozunuz. Eğer sizinle hilalin manzarası arasına bir bulut veya
pus girerse otuzu sayınız."
4- "Ramazan'ı göründüğü için tutunuz.
Eğer aranıza bir bulut veya sis girerse, Şaban ayının sayısını otuza
tamamlayınız. Ramazan'ı, Şaban'dan bir gün oruç tutmakla karşılamayınız."
5- "Yani ay kâh otuz ve kâh yirmi dokuz
olur. Görürseniz tutunuz, görürseniz bozunuz. Eğer bulutlu olursa otuzu
sayınız."
İşte bunlar ve benzeri sahih hadisler,
"Ey Muhammed! Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar vakitlerdir..."
(Bakara, 2/189) âyetine uygun olarak "Sizden her kim o aya şahit olursa
onda oruç tutsun." âyetindeki aya şahit olmanın geçerli şer'î sebeplerini
beyan etmişlerdir. Bundan dolayı bu meselede içtihada yer yoktur. Bu husus
gösteriyor ki, şer'an bir hilalden itibaren ayın en yüksek ölçüsü otuz gündür.
Otuzun tamam olduğu bilinince başkaca hiçbir delile ihtiyaç yoktur. Fakat ay
bazan yirmi dokuz da olur. O zaman delile ihtiyaç vardır. Bu delil, hilalin
görülmesidir. Yani delil getirerek bilmek değil, görerek bilmektir. Görerek
bilmek mümkün olan yerlerde ehlinden buna dayanan şahitliğin de genel olarak
geçerli bir delil olduğunda şüphe yoktur. Nassların araştırılmasına göre,
görmeyi duymakla amel etmek, görmeye dayanan bilgi ile ameldir.
Bundan başka Ey İman edenler!.., her kim...,
sizden.. ifadeleriyle oruç hitabı, genel bir hitaptır. Bu gibi şer'î hükümlerde
ve ilâhî hukukta fert üzerine hüküm, toplum üzerine hükümdür. "Bir kişi
üzerine hükmüm, cemaat üzerine hükmümdür." Bunun için herhangi bir mümin
üzerine hilalin görülmesiyle orucun vacib olduğu sabit olunca, delalet yoluyla
diğerlerine de vacib olur. Bu vücûb ve sabit olma durumu ise ancak o müminin
görüp şahit olmasıyla olur. Bu şehadet, ferdî şekilde ise vücûb yalnız
işitenlere sirayet eder. Yok eğer toplum halinde ise ve bir mahkeme huzurunda
sabit ise o zaman da umûma sirayet eder. O halde sözü şahit olmaktan şahitliğe
nakledelim:
Oruç, "sırf Allah'ın hakkı", iftar
ve bayram, kulların hakkıdır. Şer'î kaideye göre kul hakkı ile ilgili
hususlarda amel, en az iki adil şahide bağlıdır. Fakat kul hakkı bulunmayan ve
yalnız Allah'ın hakkı olup, sırf dinî mahiyette bulunan hususlarda âdil ve
şahidin tek olarak verdiği haberle de amel etmek caizdir. Buna göre bayram için
bir kişinin şahitliği asla kafi gelmez ise de Ramazan için bunun cevaz ifade
edebilmesi mümkündür. Ancak bunun açık bir durumla tekzib edilmemesi
(yalanlanmaması) de şarttır. Açık bir halin tekzib edebileceği habere sahih
haber gözüyle bakılmaz. Bu yüzden Hanefî imamları ittifakla demişlerdir ki,
gökte bir illet bulunduğu, yani hava açık olmadığı zaman Şevval ve Zilhicce
için en az iki âdil şahidin, Ramazan için yalnız adil bir kişinin şahitliği
kabul edilebilirse de, gökte illet bulunmadığı zamanlar, ihbarlar için, ilim
ifade edebilecek kalabalık bir topluluğun şehadeti lazımdır. Bunun dışındakiler
kabul edilmez. Çünkü ayın yirmi dokuzuncu günü hilali araştırmak bütün müminlere
farzdır. Bu bakımdan bunu birçok insanlar layıkiyle arayıp gözettiği ve gökte
bir engel de bulunmadığı halde birkaç kimsenin görüp de diğerlerinin gözleri
sağlam ve engelden uzak bulunmakla beraber görememiş olmaları âdet olarak
mümkün olmaz. Bu yüzden, bu halin zahiri, "gördük" diyen birkaç
kişinin şahitliğini yalanlar. Bunların hatasına veya bir hayal görüp, hilal
sandığına yahut da aklî imkanlarına dayanarak yalan söylemiş olduklarına
ihtimal verilir. "Ahkâmü'l-Kur'ân"da der ki: "Bu, sahih bir
asıldır. Akıllar sahih olduğuna hükmeder, şeriatin emrinin kuruluşu da bunun
üzerinedir. Bunda hata, büyük zarara sebep olur. Bu yüzden halka şüpheler
vererek dinlerini karmakarışık edebilirler. Bunun için Hanefi imamları, şer'î
hükümlerden bütün insanların bilmeye ihtiyacı olan hususların sabit olmasının
yolu, feyiz alma ve ilmin gereği olan haberler olabileceğini ve bu gibileri
ahad haberle isbatın caiz olmadığını söylemişlerdir."
Fakat gökte illet bulunduğu zaman böyle
görünür halin yalanlanması olamayacağından Allah'ın hakkı olan Ramazanda bir,
kulların hakkı olan bayramlarda iki âdil kimsenin şahitliğini yalanlamaya da
kimsenin hakkı yoktur.
Bundan şu da anlaşılır ki, görünür durumun
yalanlanması, müminlerin farzı yerine getirmek için grup grup hilali aramaya
çıktıkları zamandır. Yoksa bu vazife ihmal edilir de araştırma tek tük birkaç
kişiye kalırsa, gökte illet bulunmadığı halde vazifeyi yerine getirmeyenlerin,
getirenleri yalanlamaya hakları kalmaz. Halin görünüşü, o birkaç kişiyi
yalanlayıcı olmaz. Müteahhir (sonraki) âlimler, bu dereceye düştükleri için
büyük bir kalabalık şartından vazgeçerek diğer mezheblerde olduğu gibi mutlak
olarak iki âdil şahit ile yetinmeye lüzum hissetmişlerdir.
Kısaca oruç, herkese farz-ı ayn olduğu için
şer'an ayın sabit olma sebebi de herkes için mümkün olan hilâli görmeye,
olmadığı halde otuz gün ölçüsüne bağlanmıştır. Bu yüzden ayın yirmi dokuzunda
hilâli aramak herkese en azından farz-ı kifaye olarak farzdır.
Gök bilimi hesaplarına gelince:
1- Bu hesap üzerine ay genel olarak ne yirmi
dokuz, ne de otuzdur. İki kavuşum veya iki hilâl arasındaki gök bilimi ayı,
yirmi dokuzla otuz arasında daima kesirlidir. Ortalaması ise yirmi dokuz buçuk
gün eder. Halbuki oruç, sabit olması için gün ölçüsüne bağlıdır. Şu halde gök
bilimi hesabı, esas ölçüden hariçtir.
2- Gökbilimi hesabı ile hilâli bilmek, görmeye
dayanan bir ilim değil, delil göstermeye dayanan bir ilimdir. Bu bakımdan delil
gösterme yerlerinde geçerli olsa da, görme mevkiinde olamaz.
3- Bu delile dayanan ilim, fen ehli olan ileri
gelenlere mahsustur. Bu esas alındığı takdirde halk taklide zorlanmış, oruç
farzlarını eda için ibadetinde mutlaka ileri gelenlerin aracı olmasına mecbur
kılınmış ve görerek bilme zevkinden mahrum edilmiş olur.
Böyle olmaması içih hilâl hesabını anlayacak
kadar gök bilimi tahsilinin de müslümanların hepsine farz-ı ayın kılınması
lazım gelir ki, bu da umumi olan İslâm dininin kolaylık esasına aykırı bir
teklif olur.
4- Ay ve güneşin bir araya gelmesi, gizli ve
izafi işlerdendir. Bunun açık delili, ayın görülmesidir. Şer'an gizli işlerde
bir şeyin delili, o şeyin yerine konulacağından, görmeye itibarın zaruri olması
lazım gelir. Halbuki hesap esas alındığı takdirde ölçünün, hilalin görülmesine
değil, kavuşumun meydana gelip, bitmesine bağlı olması lazım gelir. Bu bakımdan
hesap açısından hilalin görülmesine itibar etmenin ne fen açısından, ne de din
açısından bir mânâsı olmaz. Bu gibi hikmetlere dayanarak, gökbilimi hesabına
itibar hakkında bir nass varid olmamıştır.
Bu da fennin mutlak kıymetsizliğinden değil,
belki oruç konusu nokta-i nazarından genel olamayacağı içindir. Gök bilimi
tahsili, herkese farz kılınacak ilk derecedeki tahsillerden olamayacağı için
buna karşılık senenin bazı mukaddes günlerinde müslümanlara hilâli aramayı
öğretecek rasathaneler yaparak herkesin bu zevkleri tatması için teşviklerde
bulunmak, elbette daha güzeldir.
Görülüyor ki muteber olan haber, görmeye
dayanan bilgiyi nakil demek olan ve zahiren tekzib edilemeyecek bulunan adil
kimsenin şahitliğidir. Yoksa hiç kimse şüphe etmez ki, para için din ve
vicdanını satıp, yalan yere şahitlik edebilecek birkaç fasıkın ihbarına itimat
etmektense hesapla amel etmek daha evladır.
Peygamberimiz, Şaban'ın son günü orucu ile
Ramazan karşılamayı da yasakladığı için, Şaban olduğu bilinen bir günde yalan
bir haber ile oruç tutmak veya Ramazan olan bir günde yalan bir haber ile
bayram yapmak da günah olacağından bu konuda ihtiyat lazımdır. Bundan dolayı
büyük bir çoğunluğun şahitliği bulunmadığı zaman dinlenecek şahitler hakkında
gök bilimi hesabını, halin zahiri gibi muteber tutmak, zamanımızın durumuna
uygun olacaktır. Müslümanlar, her halde hilâli arama farîzasını
unutmamalıdırlar.
Özetle orucun vücubunun sebebi, hilâli
görmektir. Daha doğrusu ayın bir bölümünü görmektir. Yirmi dokuzda hilali
görmekle, bu olmadığı takdirde otuza tamamlamakla hazar halinde Ramazan ayına
girmiş olan her mükellef mümine bu ayda oruç tutmak farzdır.
Her kim mühimce hasta, yahut bir yolculuk
üzerinde ise, bunların orucu da Ramazan'dan başka günlerden tutamadıkları
günler sayısıncadır.
Yani bunlara Ramazan'da ruhsat vardır,
tutmayabilirler. Tutmazlarsa diğer günler adedi adedine kaza etmeye borçludurlar.
Kaza ettikleri takdirde günahkâr olmazlar. Fakat mukim ve sağlıklı olanlara bu
ruhsat yoktur. Onlar kazaya bırakırlarsa, farzı terk etmekle günahkâr olurlar.
Bilerek bozdukları takdirde kazadan başka keffaret de lazım gelir. İşte
yazılmış orucun sayılı günleri, Ramazan ayı ile beyan ve farziyeti kesinlikle
te'kid edildikten sonra mazeretlerin itibardan düştüğü zannedilmemesi için
hastalık ve yolculuk mazeret ve ruhsatları da tekrar zikredilmiştir.
Bu tekrar dolayısıyla, yukardaki âyetlerin
Ramazan orucu hakkında olmadığı ve olsa bile, ilk duruma ait olan muhayyer
vücub hakkında olup bu kesin ifade ile neshedilmiş bulundukları ve bu yüzden,
"Ona dayanıp kalanlara bir fidye gerekir." fıkrasının tekrar
edilmediği cihetle tamamen neshedilmiş olduğu, "itâka"yı güç yetmek
ile tefsir eden birçok müfessirler tarafından ortaya atılmıştır.
Fakat burada "itâka"nın mânâsı, zor
dayanmak olup, bunun neshedilmediği ve en azından çok yaşlı ve iyileşme ümidi
kalmayan hasta haklarında neshedilmediği sabittir. Şâfiî'ye göre gebe ve
emzikli kadına da şamil ve hatta çok yaşlı olana fidyeyi vacib görmeyen İmam
Mâlik'e göre bu nass, kaza borcu olup da gücü yeterken senesi içinde kaza
etmeyenler hakkında sabit olduğu yukarda izah edilmişti. Burada tekrar
edilmemesi, neshedildiğinden değil edaya mahsus geçici mazeret olan hastalık ve
yolculuğun zikri ile eda ve kazayı içine alan, devamlı mazeret olan güç
zayıflığının daha evla bir yolla sabit olduğunun anlaşılmasından dolayıdır.
Bu noktayı şu da kuvvetlendirir: Allah böyle
orucu farz kılmakla sizi zora, sıkıntıya sokmak istemez, tersine size kolaylık
vermek ister.
Hastalık ve yolculukta ise bazen zorluk
olabilir.
Bunun kolaylığı da yemeye ruhsattır. Buna göre
zararı gerektiren ve zorluk olacak mazeretler hakkında ruhsatlar vermiştir. Bu
hikmetten dolayıdır ki, oruca niyet edip de oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen
veya karı koca ilişkisinde bulunan kimsenin orucunun bozulmayacağı nebevî
hadiste beyan buyurulmuş ve buna "Allah'ın ziyafeti" denmiştir.
Yine bu kolaylık esasından dolayı bunama,
delilik gibi teklife engel bir hali bulunmayan ve az çok genel hitapla
mükellefler arasında dahil bulunan; aklı başında, fakat edâ olsun kaza olsun
oruca zor dayanabilecek, oruç bütün gücünü tüketip zarar verecek olan ve
normalde günden güne yıpranıp kötüye giden çok yaşlı erkekler ve kadınlar, aynı
şekilde genç olduğu halde iyileşmesi ümitsiz bir müzmin hastalıktan dolayı
ihtiyarlar gibi güçsüz bulunan zayıflar hakkında da malî kudretleri bulunmak
şartıyla yukardaki fidye ruhsatı haydi haydi sabittir. Çünkü bunlar için kaza
da bir zorluk alacağından kolaylık fidye şeklindedir.
Kısaca Cenab-ı Allah, zor gibi görünen orucu
farz kılmakla esasen mümin kullarını hayat mücadelesine, zorluktan kurtarıp,
kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı dilemiştir. Oruçla kolay kolay nefisle
cihad etmeye alışılacak, lüzumunda sabır yolları öğrenilecek, hayatın
zorlukları yenilecek, ahiret saadetine erişilecektir.
Fakat böyle zorlukları, kolaylığa çevirecek
olan oruç; hastalık, yolculuk ve ihtiyarlık gibi bazı durumlarda kolay olmaz da
zor olabilir. İşte o zaman da kaza veya fidye kolaylığı ve ruhsatı meşru
kılınmıştır. Hatta zahirîler, bu âyetlerin zahirine bakarak yolculukta dört
rekatlı namazları iki rekat kılmak gibi, orucu yemenin vacib olduğunu bile
söylemişler, yolcu olana başka günlerde oruç tutmak farzdır, demişlerdir.
"Yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir." hadisini de delil
getirmişlerdir. Ebu Hüreyre (r.a.) de buna dayanarak "Yolculukta oruç
tutana yine kaza lazım gelir." demiştir. Fakat bundan başka bütün sahabe,
tâbiîn ve fıkıh âlimleri yolculukta orucun namaz gibi olmayıp, caiz olduğunda
ve tutarsa kaza lazım gelmeyeceğinde ittifak halindedirler. Bu konuda Ebu
Hüreyre şâzdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yolculukta oruç tuttuğu,
müstefîz haberle sabittir.
Ebu Saîd el-Hudrî, Enes b. Malik, Cabir b.
Abdullah, Ebu'd-Derdâ, Seleme b. Muhabbık ve İbnü Abbas (r.anhüm) yolculukta
Peygamberimiz'in oruç tuttuğunu rivayet etmişlerdir. Bundan başka Hamze b. Amr
el-Eslemî (r.a.) Resulullah'a: "Ben yolculukta oruç tutarım." dediği
zaman Peygamber efendimiz'in: "Dilersen oruç tut, dilersen ye."
buyurduğu da sabittir. Adı geçen Hamze, Urve b. Zübeyr ve Ebu Meravih ikamet
halinde ve yolculukta dehir (sene) orucu tutarlardı.
Bu âyetlerde ise hasta ve yolcuya orucu
yemenin vacib olduğuna dair bir işaret yoktur. Bu bakımdan "Yolculukta
oruç tutmak iyilikten değildir." hadisi de bazı özel durumlara mahsustur.
Nitekim Mekke'nin fethi yılında Peygamber'le ashab, Ramazan'da oruç
tutmuşlardı. Sonra Resûlullah (s.a.v.): "Düşmanınıza yaklaştınız, yemek
sizin için daha kuvvetlidir. O halde iftar ediniz." buyurdu. Ebu Saîd
el-Hudrî: "Vallahi ben bu emirden önce görüyordum ki Resûlullah ile
beraber tutuyordum." demiştir.
Bu sefer, Ramazan'ın onu geçtikten sonra vâki
olmuş ve yeme emri "Usfan" ile "Emeç" arasında
"Kadîd" denen yerde verilmiştir. Demek ki, "iyilikten
değildir..." hadisi bu gibi özel sebeplere mahsustur. Bundan dolayı
yolculukta oruç yasak değil, belki "Oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır." mutlak ifadesiyle daha faziletlidir bile.
Hz. Enes de: "Biz "her kim hasta
veya yolculukta olursa..." âyeti nazil olduğu vakit yolculuklarımızda aç
acına gider ve konakladığımız zaman da karnımız doymazdı. Fakat bugün tok
olarak gidiyoruz ve tok olarak konaklıyoruz." demiş ve uşağına yolculukta
orucu emretmişti.
Cenab-ı Allah'ın bu ruhsatı, kolaylaştırmak
içindir. Yolculuktaki namaz gibi azimet mânâsında değildir. Hasta için yemenin
vacib olmadığı üzerinde ittifak edilmişken zahirîlerin yolculukta yemeyi vacib
saymaları doğru olamaz. Zaman olur ki, hasta ve yolcu için, vaktinde herkesle
beraber eda olarak tutmak, daha sonra yalnız başına kaza olarak tutmaktan daha
zor olabilir. Bu da kolaylık dileğine aykırı olur.
Kısaca Allah, kolaylık ister. Bir de: Ayın
günlerinin sayısına göre eda veya kaza olarak orucun sayısını tamam etmenizi,
-Âsım'dan Ebu Bekir Şube rivayeti ve Yakub kırâetinde "kâf"ın fethası
ve "mim"in teşdidi ile okunduğuna göre: sayıyı tamamlamanızı, ve size
hidayet etmesine veya hidayet ettiğine hamd ederek Allah'a tekbir ve
tazî-minizi, ve sizin gibi müminlerden beklenen şükrünüzü ister.
Bu bağlamaya göre tamamlamanızı, tamamlamanızı
ister demektir ki, "lâm"lar tâ'lil olmayıp, "sizi temizlemek
ister" (Maide, 5/6) "Söndürmek istiyorlar" (Saff, 61/8)
âyetlerindeki "lâm"lar gibidir. Fakat "lâm"ları talile
yorarak âyetin sonunda "Allah bütün bunları böyle meşru kıldı."
ifadesinin takdir edilmesi,ince ve hoş bir leff ü neşri içine almakla daha
beliğ olduğunu Keşşâf sahibi beyan eder.
Bu durumda mânâ :"Allah kolaylık
ister,zorluk istemez.Sayıyı tamamlamanız için,Allah'ın size hidayetine
hamdederek kendini tekbir ve tazim etmeniz için ve birde şükredesiniz diyedir
ki,Cenab-ı Allah bütün bunları,böyle meşru kıldı." ifadesinin takdir
edilmesi, ince ve hoş bir leff ü neşri içine almakla daha beliğ olduğunu Keşşâf
sahibi beyan eder. (2)
Bu durumda mânâ: "Allah kolaylık ister,
zorluk istemez. Sayıyı tamamlamanız için, Allah'ın size hidayetine hamdederek
kendini tekbir ve tazim etmeniz için ve bir de şükredesiniz diyedir ki, Cenab-ı
Allah bütün bunları, böyle meşru kıldı." Yani şahide ayın orucunu, hasta
ve yolcuya yemenin mübah oluşunu ve yedikleri takdirde aynı sayıyı gözeterek
kazayı meşru kıldı. Sayıyı tamamlamak, sayıyı gözetmenin; tekbir, öğrettiği
kaza şekli ve fıtır sorumluluğundan çıkışın; şükür de ruhsat ve kolaylığın
illeti olur. Her iki mânâya göre Ramazan orucunun günlerin sayısı ile tamamen
tutulması ve bayram ayı görülmedikçe otuzun tamamlanması, Allah'ın isteğidir.
Kazada sayıyı gözetmenin istenmiş olması,
edada sayıyı tamamlamanın istenmiş olmasından dolayıdır ve kazanın vücub
sebebinin, edanın vücub sebebinden ibaret bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Sayı, her günün kendi orucuna sebep ve ölçü olduğunu gösterir. O halde ayın
görülmesi, icmâlî sebeb olmakla beraber tafsilî sebeb, günlerdir. Bunun için
oruç, ilk önce sayılı günler olmak üzere farz kılınmış, ay, bunun beyanı
olmuştur. "sayıyı tamamlamanız için..." sözü, 'ay'ı günlerin sayısına
bağlamıştır. Bundan dolayı Ramazan'da birkaç oruç yiyen kimsenin, bütün ayı
kaza etmesi gerekmez.
Yukarıda "sayılı günler", sonuçta
"sayıyı tamamlamanız için" denilmeyip de sadece "ayı
tamamlamanız için..." denilseydi böyle olması lazım gelirdi. Hatta
gecesiyle, gündüzüyle bütün ayın bir oruç olması gerekirdi. Demek ki,
Ramazan'ın içinde mükellefiyetin değişmesi, muteberdir. Ortasında büluğa
erenler sorumlu olduğu gibi, sorumluluk şartlarını kaybedenlerden de düşer.
Yine aynı şekilde Ramazan'ın başında ikamet halinde olan bir kimse, Ramazan
içinde yolculuğa çıkarsa yine ruhsata kavuşur. Ancak oruçlu olarak çıktığı
günü, bu ruhsata dahil olmaz. Çünkü "veya bir yolculuk üzerinde
olursa..." buyurulmuştur. Sayı da gün üzerine kurulmuştur.
Vücûb sebebi, yalnız başından ayın görülmesi
olsaydı, bunlar caiz olmazdı. Bununla beraber başından tamamına bir niyetle de
oruç sahih olabilir. Çünkü ayın görülmesi, icmâlî bir sebeptir.
ALLAH'I TEKBİR (Allah'ı Ululama): Esasen
Allah'ı tazîm ve saygı demektir ki, üç mânâ ile olur:
a) Akd-i kalb (kalbin bağlanması),
b) Söz,
c) Amel.
a) Akd-i Kalb (kalbin bağlanması) Allah'ın
birliğine, adaletine itikatla marifetin sağlamlığı ve şüphelerin yok oluşudur.
b) Söz, Allah'ın yüce sıfatlarını ve güzel
isimlerini ikrardır.
c) Amel de namaz, oruç ve diğer farzlar ve
şer'an caiz görülmüş şeyler gibi kulluk amelleriyle ibadet etmektir.
Bu söz ve amelin makbul olması da, kalbin
itikadına yani imana bağlıdır. Çünkü: "Her kim mümin olarak ahireti ister
ve onun için çalışmasını da yaparsa, işte onların çalışmaları makbul
olur." (İsrâ, 17/19) âyetinde çalışmanın makbul oluşu, mümin olmak durumuyla
kayıtlanmıştır.
İtikat ve iman oruca mahsus olmayıp, her
ibadette geçerli olduğu ve diğer ibadetler, çeşitli sebeplere bağlı olup
Ramazan orucuna dayalı bulunmadığı cihetle bu âyete uygun olan mânâ, bu
tekbirin, Ramazan'ın sayısını tamamlamaya bağlı olarak bayrama işaret olması ve
buna layık olan da tekbir lafzının açıkça söylenmesidir. Tekbir lafzı,
"Allahü Ekber" demektir. Bunun en mükemmel bir şekli de tehlil ve
hamdi de içine alan: 'dir ki "tekbir" adıyla bilinmektedir.
Bu âyette tekbirin ile sılalanma (ulanma)sı da
hamd mânâsının kapsamına dayalı olduğundan buna pek uygundur.
Bu tekbirin ise, insanın Şevval hilalini
gördüğü zaman kendi içinden yapacağı tekbir olması caiz olduğu gibi, selef
âlimlerinden birçoğunun anladığı şekilde bayram namazına çıkarken yapılan
tekbir veyahut bayram namazının tekbirleri olması da caizdir. Yani her biri
muhtemeldir. Bunlardan birine özel bir delalet yoktur. Bu bakımdan bunların
biri, âyet ile vacibdir, denilemez. Açık veya gizli olması vacibdir, hiç
denilemez.
İbnü Abbas hazretlerinden rivayet ediliyor ki:
"Müslümanlar, Şevval hilâline baktıklarında bayramlarını bitirinceye kadar
tekbir almaları, üzerlerine haktır. Çünkü "sayıyı tamamlamanız için ve
size hidayet etmesi üzerine Allah'ı tekbir etmeniz için..." buyurulmuştur."
Hz. Ali, Ebu Katâde, İbnü Ömer, Saîd b.
Müseyyeb, Urve, Kasım, Harice b. Zeyd, Nâfi b. Cübeyr b. Mut'ım ve diğer
ashab-ı kiramdan rivayet edilmiştir ki, bayram günü musallaya (bayram
namazgahına) çıktıkları vakit tekbir alırlardı.
Ebu Bekr Râzî "Ahkâmü'l-Kur'ân"da
bunları nakl ederken derki: "İbnü Abbas'ın azadlısı Şu'be şöyle demiştir:
"Ben İbnü Abbas'ı musallaya (cemaatle namaz kılınan yere) yedip
götürürdüm. İnsanların tekbir aldığını işitir; "İnsanlara ne oluyor? İmam
tekbir mi aldı?" derdi. Ben: "Hayır!" derdim. O da:
"İnsanlar deli midirler?" derdi.
Bundan anlaşılıyor ki, İbnü Abbas musalla
yolunda tekbiri hoş görmemiştir. Bu, delalet eder ki, O'na göre âyetteki
tekbirden maksat, imamın hutbede aldığı o tekbirdir ki, insanlar da beraber
alabilirler. Hilal tekbiri rivayetinde de açıkça söylemenin vacib olduğuna dair
bir delalet yoktur.
Bu delillerin özü olmak üzere Hanefî
mezhebinde tercih edilen şudur ki, bu tekbirlerin hiç biri vacib değildir.
Bayram hilalini görünce gizlice genel mânâsıyla tekbir müstehabtır. Peygamber
(s.a.v.)'den ve sadr-ı evvelden (ilk asır müslümanlarından) rivayet edildiği
için bayramlarda musallaya giderken ise tekbir sünnettir. Ancak Ramazan
bayramında gizlice ve kurban bayramında açıktan almak müstehabdır.
Âyetteki tekbir, mutlak olduğu için bütün
bunları kapsamına alırsa da hepsinin vacib olduğunu ifade etmez. Nihayet
bayramın gelişi ile mutlak bir tekbirin vacib olduğunu ifade ederse, o da
bayram namazı ve ondaki tekbirler olabilir. Şu halde mânânın özü: "Ramazan'ı
tamamlayıp, tekbir alarak bayram namazını kılınız." demek olur.
"Gerek ki şükredersiniz" ifadesi de bayram sevincini ve bayramın bir
şükran tarzı ile yapılması hususuna özel bir işareti içerir. Bu şekilde oruç
farizasının ta yukarıdaki "yiyiniz.. ve şükrediniz" (Bakara, 2/172)
emirlerine uygunluğu ne kadar anlamlı olmuştur. Bu cümlelerle, bu âyette
Cebriye mezhebini iptal edecek deliller vardır.
Rivayet edildiğine göre Arabinin birisi,
Resûlullah (s.a.v.)'e: "Rabbimiz yakın mıdır, gizlece münacat mı edelim?
Yoksa uzak mıdır, bağıralım mı?"(2) diye sormuştu. Bu sebeple Cenab-ı
Allah, tekbir ve şükrana layık olan ilâhî zatını tarif edip vasıflandırarak,
duanın oruçla kuvvetli ilgisini anlatmak ve hükümlerinin icrasına riayet
edilmesini emretmek için, hitabı değiştirmekle Resulüne buyurmuştur ki:
Meâl-i Şerifi
186- Şayet kullarım, sana benden sordularsa,
gerçekten ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasını kabul ederim. O
halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki,
doğru yola gidebilsinler.
186-*} Kullarım, sana benden sorduklarında
cevabı şudur: Ben, gerçekten yakınım, yani bana dua ettiği vakit, dua edenin
duasını kabul ederim, onu her halde bir cevab ile karşılarım. Demek ki,
Allah'ın yakınlığının mânâsı, bu şekilde çabucak kabul etmektir. Yer yakınlığı,
cihet yakınlığı demek değildir.
Allah'ın zatının bu şekilde
vasıflandırılmasında ve tarifinde:
1- Kâinatın yaratıcısı olan Hak Teâlâ'yı
bilmez, işitmez, kör, sağır bir kuvvet farz ederek namaz, oruç, dua gibi
ibadetleri, müracaatları faydasız, lüzumsuz gibi zanneden cahil tabiatçıları,
yine kaderin başlangıcı olan Allah'ın ilmini, kazanın başlangıcı olan Allah'ın
iradesini de bir kadere tabi tutarak Allah'ın seçip dilemesini inkâr eden
icabiye mezhebini şiddetli bir şekilde red vardır. Yaratıcı kudreti inkar
etmek, sırf cahillik olduğu gibi, hakkın ilminin yaratıcılığını inkar etmek de
aynı şekilde sadece bilgisizliktir.
2- Allah'ı zor bilir, zor işitir gibi zannedip
de dua ve ibadetinde bağırıp çağıranlara, gürültü, patırtı edenlere red vardır.
Nitekim bu âyetin iniş sebepleri arasında rivayet edilmiştir ki: Bir savaşta
ashab-ı kiram, seslerini yükselterek tekbir, tehlil, dua ediyorlardı. Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz "Siz sağıra veya gaibe dua etmiyorsunuz. Her halde
işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz." buyurmuştu. Yukarda
zikredilen nüzul sebebinden de anlaşıldığı üzere bu âyet, Allah'ı uzak zannedip
de dualarında bağıranları ve icabiyeyi reddetmesi, bunun gereği olarak haydi
haydi sabittir. Bunun için duanın şartlarından biri de alçak gönüllülük ve
boyun eğmektir. Zira insanlar, Allah'tan uzak olsalar da "Allah
yakın"dır. Bize şah damarımızdan daha yakındır. "Biz o insana, şah
damarından daha yakınız." (Kâf, 50/16) âyeti bunu açıklamaktadır. Hatta
bize, bizden çok yakındır.
İmam Fahreddin Râzî der ki: "Bu "Ben
yakınım" ilâhî sözünde aklî bir sır vardır. Şöyle ki: Mümkün olan şeylerin
mahiyetlerinin, varlıklarıyla vasıflandırılması, ancak Allah'ın var
etmesiyledir. Bundan dolayı Allah'ın icadı, mümkün olan şeylerin mahiyetleriyle
varlıkları arasına girmiş gibidir. Bu yüzden Allah Teâlâ, her mümkünün
mahiyetine o mahiyetin varlığından daha yakındır. Hatta bu konuda daha yüksek
bir kelam vardır: "Yaratıcı, o yüce zattır ki, mümkün olan şeylerin
mahiyetlerinin mevcud olması O'nun içindir. Bu böyle olduğu gibi cevherin
cevher, karaltının karaltı, aklın akıl, nefsin nefis olması da O'nun içindir. Mahiyetlerin
var olması O'nun tesir ve yaratmasıyla olduğu gibi, her mahiyetin, o mahiyet
olması da O'nun tesir ve yaratmasıyladır. İşte bu bakımdan Allah Teâlâ her
mahiyete kendinden daha yakındır.."
Râzî'nin birinci ifadesi, mahiyetlerin
yaratılmamış olmasına, ikinci ifadesi de yaratılmış olmasına göredir. Bunda
varlıkla mahiyetin farkı yoktur. Felsefeciler ve tasavvufçular, birincisini;
kelamcılar, ikincisini kabul etmektedirler. Birincisinde ilmin iradeye;
ikincisinde iradenin ilme itibarla bir önceliği var demektir. Çünkü Allah'ın
sıfatları zatı ile (ma'î) beraber olmakla birlikte nisbî açıdan bir ilgi
bulunabilir.
Şunda hiç şüphe yoktur ki, Allah Teâlâ, bütün
zarurilerin zarurisidir. Mümkün olan şeylerin varlıkla vasıflandırılmasının
zaruri olmadığı herkesçe kabul edilmektedir. Fakat isterse mümkün olsun
herhangi bir şeyin, kendi ile yorumlanması o şeyin, o şey olmakla
vasıflandırılması, zarurî şeylerin en kuvvetlisi görünür. Bunun bizzat bir
zaruret olduğunda da şüphe yoktur. Bunun içindir ki mahiyetler, o mahiyetler
olmak mânâsına yaratılmamış zannedilmiştir. Fakat bunun zat için ve zattan
dolayı bir zaruret olduğu iddia edilemez. Böyle bir iddia, bi zatihî (zatı ile)
ve li zatihî (zatı için) zaruret başlangıcının, zatı için varlığı vacib olanın
müteaddid (birden fazla) olduğunu söylemektir. Halbuki bi zatihî (zatı ile) ve
li zatihî (zatı için) sebeplerin sebebi birdir, o da Allah Teâlâ'dır. Allah'ın
varlığını ispat eden illiyet (sebeplilik, nedensellik) kanunu gereğince ilk
sebep olan hakkın zatı üzerinde bir kader farz etmeyi gerektirecek
yaratılmamış, ezelî mahiyetlerden bahsetmek, aynı şekilde Allah'ın zatı
üzerinde ifade icab edecek bir başlangıç olmak, icabiyenin ilimde dayandıkları
illiyet kanununa dönüp bozmak demektir. Hakikatte her şeyin, o şey; bir mümkün
mahiyetin, o mahiyet olması hakkındaki zaruri hüküm, hakkın zatının, zatı ile
ve zatı için vacib olduğu düşüncesine bağlı bir zarurettir.
Önce zatı için hakkın vacib oluşu düşünülmemiş
olsaydı, "insan insandır", hükmü zaruri olarak kabul edilemezdi. Bu
şekilde her işin aslının tasdiki, vacibin tasdikine bağlıdır. Bundan dolayı
bütün vaciblerin, zaruretlerin kaynağı Cenab-ı Hak'tır. Mümkün olan şeylerin
varlıkları, vacib olan varlıktan istifade etmiş olduğu gibi, bütün işler ve
mümkünlerin mahiyetleri de hakkın varlığından alınmıştır. Allah'sız varlık
olamayacağı gibi, Allah'sız mantık da olamaz.
Bu bakımdan Allah'ın, bu âyet gereğince yakın
olduğunda şüphe olmadığı gibi "biz daha yakınız." (Kâf, 50/16) âyeti
gereğince, bize bizden daha yakın olduğunda da aklen ve naklen tereddüt
edilmemesi lazım gelir. Biz kendimizin ve başkalarının arzu ve temennilerini
duyup, bilebiliyor ve onlara işittiğimiz zaman cevap da verebiliyorsak, bize
bizden daha yakın olan Allah Teâlâ'nın dualarımızı, yalvarmalarımızı daha önce
işiteceğine iman etmek kaçınılmaz olur.
Bakara Sûresi
(Devamı)
DUA: Esasen davet gibi çağırmak mânâsına
masdardır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya meydana gelen talep ve
niyaz mânâsına âdet olmuş ve isim olarak da kullanılmıştır ki dua dinledim, dua
okudum denir. Duanın hakikati, kulun, şanı yüce olan Rabbinden mütevazi bir
şekilde medet, ihtimam ve yardım dilemesidir.
İlimden dem vuran bazı cahiller, duayı
faydasız bir şey zannetmişlerdir. Bunların başında yaratıcı kudreti, bir kör
kuvvet zanneden kör kuvvetçiler vardır. Fakat bunlardan başka "icab"
veya "cebir" nazariyelerine saplananlardan da bu konuda birtakım
şüpheler ileri sürmeye kalkışanlar olmuştur. Şöyle ki:
1- Dua ile istenen, Allah yanında ya olacağı
bilinmektedir veya bilinmemektedir; olacağı bilinmekteyse, olması vacibdir,
duaya hacet yoktur. Olacağı bilinmemekteyse olması imkansızdır, yine duaya
hacet yoktur.
2- Bu âlemdeki bütün olayların, ezelî olan bir
müessir (etken)e dayandığında şüphe yoktur. O halde bu ezelî etkenin, ezelde
varlığını gerekli kıldığı şeyin olması vacibdir. Gerekli kılmadığının da olması
imkansızdır. Bunlar ezelde sabit ve takdir edilmiş olunca duanın da elbette
tesiri olamaz. Bu nokta değişik deyişlerle de ifade edilir.
Derler ki kaderler, geçmiş; kazalar yakındır.
Dualar bunu ne artırır, ne de eksiltir. O halde duanın faydası ne?
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bile: "Allah
kaderleri, halkı yaratmadan şu kadar ve şu kadar sene önce takdir etti."
Yine: "Olacak şeylerde kalem kurudu." buyurmamış mıydı? "Dört
şeyden ferağat hasıl olmuş, onlar bitirilmiştir; ömür, rızık, yaratma ve
huy." hadisi de rivayet edilmiş değil midir? O halde duadan ne fayda?
3- Allah, gaybları bilmektedir. Gözlerin hain
bakışını, kalblerin gizli tuttuğu niyetleri bilir. O halde duaya ne hacet?
Cebrail (a.s.) bile bu meâldeki kelâm ile ihlas ve kulluğun en yüksek derecesine
ermiş, Hz. İbrahim ateşe atılırken: "Bana o kimse yeter ki isteğim, O'nun,
hâlimi bilmesidir." demekle dostluk makamını kazanmıştır diyorlar. Aklî
deliller ve sahih hadislerle sabit olduğuna göre, doğru kimselerin makamlarının
en yükseği, Allah'ın kazasına razı olmak değil mi? Dua ise nefsin isteğini,
Allah'ın isteğine tercih ve insanlık hissesini talep ve aramak demek olduğuna
göre buna ters olmaz mı?
Fâtiha sûresinde açıklandığı üzere bir kudsî
hadiste: "Her kimi, benden istemekten benim zikrim meşgul ederse, ben ona,
isteyenlere verdiğim şeyin en üstününü veririm." buyurulmamış mıdır?
Bundan dolayı duayı terk etmenin daha evla olduğu bu yönleriyle sabit olmaz mı
demeye kadar varanlar olmuştur. Bunlara karşı aklı başında olanların ve âlimlerin
büyük çoğunluğu, duanın, kulluk makamlarının en önemlisi olduğunda şüphe
etmemişlerdir. Bu hususta aklî ve naklî pek çok deliller vardır:
1- Görülüyor ki yukardaki şüphelerin başı,
kader meselesinden "cebir" ve "icab"a dayanmaktadır.
Halbuki bununla duayı inkara kalkışmak çelişki olur. Çünkü bu durumda insanın
dua etmesi ve duaya iman etmesi, ezelde olacağı bilinen bir şey ise, o dua her
halde yapılacaktır. Buna şüphe atarak iptale çalışmak, cebir ve kaderden
bahsetmek mânâsızdır. Eğer olmayacağı biliniyorsa inkara kalkışmaya hacet
yoktur. Dua zaten yapılmayacaktır. Ezelde duaya bağlı olarak takdir edilen
taleblerin de her halde dua şartıyla olacağının bilinmiş olması lazım gelir.
Meselâ yemek yemek şartıyla doyması takdir
edilmiş olanın, istemek ve azmetmek şartıyla muvaffak olacağı takdir edilmiş
olanın doyması, muvaffak olması, yemeye, istemeye ve azme bağlı olduğu gibi,
dua da öyledir.
Bundan dolayı birinci ve ikinci şüphelerde
mutlak olmak üzere yapılan tekrar etme eksiktir. Taleb ile, dua ile kayıtlı
olarak, olacağı bilinen takdirler vardır.
2- Cenab-ı Allah her şeyden öncedir. Bu mânâ
iyi düşünülünce anlaşılır ki kadere mahkum olan Allah değil, yaratıklardır.
Kaderler önce ise, Cenab-ı Allah da kaza ve kaderden öncedir. Dua, bu önceliği
ikrar ve itiraf olduğu için kulluk makamlarının en önemlisidir. Bize gelince,
Allah Teâlâ'nın ilmi, kaza ve kaderin niteliği, akıllarımızın dışındadır.
Kaderin sırrı, meydana gelmesinden önce bilinemez. Bu şekilde Allah'ın hikmeti,
kulun ümit ile korku arasında koşup korunmasını gerekli kılmıştır. Ümit ve
arzu, başarının sebebi; korku ve çekinme, başarının düzenleyicisidir. Yaşamak,
bu iki özelliğin dengesidir. Varlıkla yokluk arasında dönüp dolaşan mümkinin
mahiyeti de budur. Bunun için Allah'ın ilmi, hepsini kuşatmıştır. Allah'ın kaza
ve kaderi herkes için geçerli olmakla beraber sorumluluk da doğrudur. Biz, hem
kanunsuz yaşamadığımızı biliriz; hem de iradenin ve azmin bir kanun olduğunu
biliriz. Ümit ve korku, talep ve azim kanunlarının birisi de duadır. Bütün olaylar
sebeplere bağlı ise, dua da o sebeplerden biridir.
3- Ashab-ı Kiram, Resulullah'a cebir ve kader
meselesini sormuşlar: "Ey Allah'ın Resûlü nasıl görürsün? bizim
amellerimiz, bitirilmiş bir şey midir, yoksa yeni başlayan bir iş midir?"
demişler. "Bitirilmiş bir şeydir." buyurulunca: "O halde amel
nerede kalır?" sorusunu sormuşlardı. Bunun üzerine: "Çalışınız,
herkes kendisi için yaratılmış olan şeye kolaylıkla ulaşır." buyurulmuştu.
Hem kaderin geçtiğini, hem de kolaylığa kavuşmuş olmak için çalışıp amel etmenin
lüzumunu göstererek, işin ne cebir ve ne sırf icab, ne de mutlak hürriyet
olmadığını; belki ikisi arasında orta bir yol ve icab ile seçimin toplamı
"iki iş arasında bir iş" olduğunu göstermiş, boyun eğdirmemiş,
kolaylığa erdirmiştir. Şaşıranlar, bu orta noktanın ya aşırısına veya ihmaline
düşenlerdir.
4- Duadan maksat bildirmek değil, kulluk
göstermek; tevazu ve alçak gönüllülük arz ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat
bu olunca, kaza ve kaderine rıza ile beraber Allah'a dua etmek, insanlık hissesini
tercih değil; Allah'ın kudretine her şeyden fazla saygı duymaktır. Bu da en
büyük makamdır. Cebrail'in ve Hz. İbrahim'in zikredilen sözleri de yerine göre
duanın en beliğ olanıdır. İstenenin açıkça ifade edilmesi, duanın
zaruretlerinden değildir. Zaman olur ki edep ve yerini bilen huzur ehli için
hâl, sözden daha edepli olur. "Ey Rabbim huzurundayım, hâlim sana
malum." demek, söyleyenin makamına, kalbinin doğruluk ve ihlas derecesine
göre, en belağatlı dualardan daha belağatlı olur. Daha doğrusu dua açık olduğu
gibi kinaye ve ima ile de olur. Bu bakımdandır ki ikram sahibi ve çok cömert
olan Allah'a karşı hamd ve övgü arz etmek, duayı da içine alır. Bu sebeple:
"Duanın en üstünü, Allah'a hamd olsun, demektir." buyurulmuştur.
5- Dua hakkında naklî deliller o kadar çoktur
ki, bunları ancak kâfirler inkar edebilirler. Bu cümleden olarak bu âyetten
başka: "Bana dua ediniz ki size icabet edeyim." (Ğâfir, 40/60),
"Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua ediniz." (A'râf, 7/55),
"Yoksa sıkıntıya düşen kimseye, kendisine dua ettiği zaman icabet eden
mi?" (Neml, 27/62), "De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet
verir?" (Furkan, 25/77), "Hiç olmazsa böyle şiddetimiz geldiği zaman
bari yalvarsaydılar. Fakat onların kalbleri katılaşmıştır." (En'âm, 6/43)
gibi nice âyetler vardır. Bunların sonuncusu gösteriyor ki Allah, dua edip
istemeyenlere gazab eder. Daha önce Fâtiha sûresinin, dua ve mesele ta'limi
sûresi isimlerini de taşımakta olduğu ve bununla dua âdâbının öğretildiği
geçmişti.
Duanın önemini anlamak için, yalnız konusu
üzerinde bulunduğumuz âyeti düşünmek yeterli olacaktır. Çünkü Cenab-ı Allah,
kitabının on dört yerinde soru ve cevabı zikretmiştir ki bunların bazısı:
"Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki..." (İsrâ, 17/85),
"Ey Muhammed! Sana dağların kıyametteki halini sorarlar. De ki..."
(Tâhâ, 20/105), "Ey Muhammed! Sana kıyametten sorarlar, ne zaman kopacak?
diye. De ki..." (A'râf, 7/187) gibi itikatla; bazısı da: "Ey
Muhammed! Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki..."
(Bakara, 2/215), "Ey Muhammed! Sana
içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki..." (Bakara, 2/215) gibi ibadetle
ilgilidir.
Bunların cevapları da üç şekilde gelmiştir:
Çoğunda yerinde buyurulmuştur ki, bu da cevabın çabukluğuna ve hemen tebliğine
tenbih vardır.
Üçüncüsü de dua hakkındaki bu âyettir ki
burada: "Kullarım sana benden sordukları zaman..." âyetinde veya diye
açıkça söylenmeyerek cevabında doğrudan doğruya "Ben yakınım."
buyurulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duaya icabetle açıklanmıştır ki bunda
büyük bir incelik vardır. Cenab-ı Allah, duada kulu ile kendisi arasına bir
vasıtanın girmesini istemiyor ve sanki diyor ki: "Kulum, vasıtaya dua
vaktinden başkasında muhtac olabilirse de, dua vaktinde benimle onun arasında
vasıta yoktur."
"Ben yakınım" buyurulup "kullarım
bana yakındır" buyurulmaması da gayet anlamlıdır. Çünkü kul, varlığı
mümkün olduğundan, kul olması yönüyle yokluğun merkezinde ve faniliğin en aşağı
noktasındadır. Bunun Hak Teâlâ'ya bizzat yaklaşması mümkün değildir. Bu
bakımdan yakınlık kul tarafından değil, Allah tarafındandır. Şimdi bu iki nükte
düşünülürse, şu gerçeğe erilir ki dua eden kimsenin gönlü, Allah'tan başkasıyla
meşgul olduğu müddetçe gerçekten dua etmiş olmaz. Allah'tan başka şeylerin
hepsinden uzak olduğu vakit de Hakk'ın birliğinin marifetine dalar. Bu makamda
kaldıkça kendi hakkını düşünme ve insanlık nasibini talepten kaçınır, bütün
vasıtalar kaldırılır ve o zaman Allah'ın yakınlığı hasıl olur. Çünkü kul, kendi
arzusuna yönelik olduğu sürece Allah'a yaklaşamaz, o arzu engelleyici bir vasıta
olur. Bu, kaldırıldığı zaman ise: "Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz
ki Allah kullarını görür." (Ğâfir, 40/44) âyetindeki havale, tam bir
samimiyetle ortaya çıkmış bulunur. Göz, Hakk'ın gözü olarak görür; kulak,
Hakk'ın kulağı olarak işitir; kalb Hakk'ın aynası olarak bilir, duyar, ister. O
zaman milyonlarca sebeplerin, asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, Allah'ın
dilemesi hükmüyle, "ol" demekle oluverir.
İşte dua, böyle bir yakınlık vasıtasıdır ve
dolayısıyla ibadetlerin en üstünüdür. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
"Dua, ibadetin iliğidir." buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise:
"Dua ibadetten ibarettir." diyerek: "Bana dua ediniz ki, size
icabet edeyim." (Ğâfir, 40/60) âyetini okumuştur.
Dikkat edilirse görülür ki duayı
önemsemeyenler, ibadeti önemsemeyenlerdir. Bunlar ise Allah'ın yakın olduğunu
ve duaya cevap verdiğini bilmeyen ve hatta Allah'a ortak kabul edenlerdir.
Bunlar, Hakk'a yalvarmaktan kaçınırlar da yaratıkların takdirine kavuşmayı cana
minnet bilirler.
İşte Cenab-ı Allah bu konudaki bütün şüpheleri
defetmek ve kullarını irşad için duanın önemine ve oruç halinin, buna en uygun
bir hal olduğuna işaret ederek oruç emrinden sonra Peygamberine buyuruyor ki:
Kullarım sana benden sorarlarsa ben yakınım,
bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyle ise onlar da
benim emirlerime candan icabet edip, tutunsunlar. ve bana inansınlar, orucun
faziletleri hakkındaki açıklamalarımı tasdik etsinler ki rüşdlerine ersinler,
doğruca arzularına kavuşabilsinler.
Bilinmektedir ki dua ile emirler, aynı sîga
(kip) ile yapılan birer taleptirler. Bir düşkünün: "Aman yetiş!" diye
bağırışı, bir dua; buna karşı yardım edecek birinin: "Haydi kalk!"
demesi bir icabet ve bir emirdir. Küçüklerin yardım istemesine yardımla cevap
vermek, büyüklüğün alâmeti olduğu gibi; büyüğün emrine itaat de edep gereği
olmasından başka küçüklerin menfaatleri icabından, akıl ve hikmet gereğinden
olan bir görevdir. Aklın gereği üzere harekete ise rüşd (erginlik) denir.
Büyüklerin büyüğü, âmirlerin âmiri, hâkimlerin
hâkimi olan Allah Teâlâ ise, ululamaya ve şükretmeye en layık olan mutlak
büyüktür. Bilinmekte olan deyiş ile her yerde hâzır ve nâzır, yaratıklarının
her türlü ihtiyacını çabucak yerine getirmeye kâdir ve onlara, kendilerinden
daha yakındır. "Bana dua ettiği vakit dua edenin duasına icabet
ederim." diye ayrıca bir icabet vadinde de bulunmuştur.
İşte o büyük Allah'tır ki kullarına ve sırf
kullarının menfaati hesabına birtakım hükümler koymuş ve bu konuda oruçla
ilgili emirler vermiştir. Allah, o yücelik ve büyüklüğü ile kendini kullarından
uzak tutmaz ve taleplerine icabet ederse, acizlik ve yokluk içinde koşan
kulların, O'nun emirlerine icabet ve candan sarılıp itaat etmelerinin lüzumu,
edep ve ahlâk açısından öncelikle sabit olacak bir farz teşkil eder. Hatta
sadece ahlâk değil, akıl ve menfaatin gereği olan bir rüşd ve doğruluk olur.
Bu bakımdan ancak Allah'a ve hükümlerine iman
ile icabet ve itaat edenlerdir ki akıl ve rüşdlerini ispat etmiş olurlar ve
arzularına doğruca erebilirler. Bu şekilde âyet, oruç hükümlerinin icrasına
riayeti ilan için belağatlı sebepleri ve hikmetleri kapsayan kuvvetli bir
buyruk olmuştur. Bu kuvvetli buyruk, mutlak oluşu ile bütün emir ve hükümleri
kapsamakta ise de özellikle oruç emrini takip etmesi dikkate değer. Oruç,
nefsin arzularına aykırı bir yükümlülük olarak göründüğü için diğerlerinden
daha zor ve zahmetli kabul edileceğinden, bu özel pekiştirme ile, ihmal
edilmesinden sakındırılmıştır. O halde dua hakkındaki geniş açıklamayı, gelecek
olan diğer âyetlere bırakarak oruca devam edelim.
Rivayet ediliyor ki başlangıçta müslümanlar
oruç tutacakları zaman ancak akşamdan yatsı namazını kılıncaya veya uyuyuncaya
kadar yiyip içebilirler ve karı koca ilişkisinde bulunabilirlerdi. Yani imsak,
yatsı namazından veya uykudan itibaren başlardı. Bir gün Hz. Ömer yatsıdan
sonra hanımıyla ilişkide bulundu ve hemen pişmanlık duyup Peygamber'in huzuruna
geldi, özür beyan etti. Derken orada hazır bulunanlardan bir takım kimseler de
yatsıdan sonra aynı şeyi yaptıklarını aynı şekilde itiraf ettiler. Bunun
üzerine şu âyet nazil oldu:
Meâl-i Şerifi
187- Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız,
size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü
durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı
kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizler için
yazdığını isteyin. Ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikden size seçilinceye kadar
yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun. Bununla beraber siz
mescitlerde îtikaf halinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın
sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. Allah, âyetlerini insanlara böyle
açıklıyor ki sakınıp korunsunlar.
187-Ey müminler Oruç gecesi kadınlarınıza
yaklaşmak, size helâl kılındı. Gecenin hangi saatinde olursa olsun herkes
eşiyle karı koca ilişkisinde bulunabilir. Önceden olduğu gibi yatsıdan veya
uykudan sonra geceleyin cinsî temas oruca engel olmaz. Buna aykırı olarak
"Sizden öncekilere farz kılındığı gibi." (Bakara, 2/183) ifadesinden
çıkarılan geçmiş şeriatlerin hükmü, yine ilk oruçta Peygamberin sünnetinden
alınmış olan eski hüküm bundan sonra kaldırılmıştır. Böylece Ramazan orucu,
önceki oruçları kaldırmıştır ki bundan kitabın, sünnetin hükmünü kaldırmasının
caiz olduğu da anlaşılır.
REFES: Çirkin söz, yani kinaye olarak
söylenmesi gereken şeyi açık söylemektir ki kinaye olarak cinsî birleşmeye de
denir. Burada bu mânâda olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Yani sözlü refes
değil, fiilî refestir.
Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetine kolaylık
dilediğinden orucun vaktini kısaltmış, geceleri neshetmiş, cinsi birleşmeyi
helal kılmıştır. Çünkü onlar sizin elbiseniz, örtünüz, siz de onların elbisesi,
örtüsüsünüz.
Bu açık bir istiaredir. Açıklanacak olursa
mânâ şu olur. İki noktadan böyle birbirinizin elbisesi durumundasınız:
a) Bir taraftan elbise gibi birbirinize
sarılır, sarmalaşırsınız,
b) Diğer taraftan elbisenin ayıpları örtmesi,
soğuk ve sıcaktan koruması gibi, her biriniz, diğerinin hâlini gizleyip örter,
namusunu muhafaza edip, günahlardan korur. Aranızda böyle bir beraberlik ve
ilişki vardır. Allah bilmektedir ki, bundan önce muhakkak siz, kendinize
hiyanet ediyordunuz. O beraberlik dolayısiyle sabredemiyor, nefislerinizi, se
vabın eksiltilmesine ve azaba maruz kılarak kendinize haksızlık ediyordunuz.
Bundan dolayı Allah, sizin yüzünüze baktı, tevbenizi kabul, ve sizden oruç
gecesi cinsî münasebet günahını af edip sildi. şimdi onlara yaklaşın, ve
Allah'ın sizin için ezelde yazdığı, takdir ettiği, Levh-i Mahfuz'a nakşettiği
nesli isteyin. Diğer bir mânâ ile Allah'ın meşru kıldığı üreme yolunu arayın.
Üçüncü bir mânâ ile Kadir gecesini arayın.
MÜBÂŞERET: Beşere, beşereye gelmek, yani
çıplak deri, deriye dokunmaktır. Bu münasebetle cinsî ilişkide mübâşeret denir
ki burada maksadın bu olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Bu "Mübaşeret
ediniz, yaklaşınız!" emrinin, "yiyiniz" gibi ibâha (mübahlık
bildirmek) üzerinde de ittifak edilmiştir. Yani, "Mübaşerette
bulununuz." demek, "Cinsî münasebette bulunabilirsiniz, yasak
değildir." demektir. Bunun arkasında "Allah 'ın sizin için yazdığı
nesli isteyin." ifadesi, şunu gösteriyor ki birleşmeden maksat çocuk
olmalı, yalnızca şehevî arzuyu tatmin peşine düşülmemelidir. Çünkü şehvetin
yaratılmasının ve nikahın meşru kılınmasının hikmeti, üreme ve cinsin
devamıdır. Sadece şehveti tatmin değildir. Bu "isteyin" emrinin, azli
yasaklamak olduğu da söylenmiş ise de, "ibtiğa" fiilinin mef'ulü olan
açık olmadığından kesin değildir. Ancak hadislerden de anlaşıldığı üzere mekruh
olduğuna işaretten de uzak kalamaz.
Kısaca oruç gecesi, o şekilde cinsî
münasebette bulunun, ve yiyin, için ta siyah iplikten beyaz iplik size
seçilinceye kadar bunlar helal ve mübahtır. Fakat yanlış anlamayınız, hangi
beyaz iplik bilir misiniz? Fecirden olan, fecr-i sadıktan bir parça bulunan
beyaz iplik. Yani sabahleyin şafak sökünceye, tan yeri iplik gibi ağarıncaya
kadar, bütün gece bunlara izin vardır. İmsak vakti, sabahın bu beyaz ipliğin
ortaya çıkacağı andır. Burada kelimesinin sonrası, öncesine; ıstılahî tabiri
ile gaye mugayyâda dahil olmadığı için, beyaz iplik seçildiği zaman imsakın da
başlamış bulunması farzdır. Şüpheli olursa yememek müstehabdır. Yenirse kaza
lazım gelmez. Çünkü seçilip ortaya çıkmak kesin bilgi demektir.
Bu "fecirden ibaret" kaydının,
sonradan nazil olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Bundan önce bazı kimseler
biri beyaz, biri siyah iki iplik alır; bunlar birbirinden seçilinceye kadar
imsak yapmazlarmış. Bu hadise üzerine "fecirden ibaret" açıklaması
nazil olarak, kastedilen mânâ açıklanmış; beyaz iplik hakikat olmayıp, bilinen
bir mecaz olan fecrin başlangıcı olduğu ve şer'î günün buradan başladığı
anlaşılmıştır.
Bunun için usûl ilminde bu beyanın, ihtiyaç
vaktinden sonra olup olmadığı münakaşa edilir ki doğrusu değiştirme beyanının,
ihtiyaç vaktinden geri bırakılması caiz değildir. Bu rivayete göre ihtimalin
kalkması, değişme beyanı değil; tebdil beyanı, yani nesih sayılması gerekir.
İmsakın hakikati, fecr-i sadık (doğru fecir)tır. Fecr-i kâzibe ancak
"kâzib, yalancı" kaydıyla fecir denir. Bunun için günün başlangıcının
ve imsakın vacib oluşunun, fecr-i sadıkın başından başladığına dair icma (ittifak)
vardır. Böyle olmakla birlikte buna şöyle bir soru yönetilmiştir: Beyaz ipliğe
benzeyen sabah beyazlığı, fecr-i kâzibin beyazlığı olmalıdır. Çünkü bu, dik ve
uzun olduğundan ipliğe benzer. Fecr-i sadıkın be yazı ise ufukta daire şeklinde
olur. Bu yüzden imsakın, fecr-i kâzibden başlaması lazım gelmez mi? Cevab:
Lazım gelmez. Çünkü yemenin haramlığını gösterecek olan beyazlık miktarı,
fecr-i sadıkın başlangıcı ve ilk anıdır. Fecr-i sadık, ilkin yayılmadan önce
küçük ve ince olur. Ufukta daire şeklinde olması, ipliğe benzetilmesine engel
değildir. Hatta fecr-i kâzib ile fecr-i sadık arasında şöyle bir fark vardır:
Fecr-i kâzib incecik doğar, fecr-i sadık önce incecik görülür ve uzayarak
yükselir. Beyaz iplik burada bilinmektedir. Bundan dolayı öyle bir soruya asla yer
yoktur.
Ebu Hüreyre hazretleriyle Hasen b. Salih b.
Cinnî, cünüb olup da gusletmeden sabahlayanın orucunun sahih olmayacağı
görüşüne sahip olmuşlardır. Fakat bu âyette fecrin açılmasına kadar cinsî
münasebet caiz kılınmış olunca, guslün sabaha ertelenmesi de zaruri olarak caiz
kılınmış olacağından âlimlerin çoğunluğuna göre vaktinde imsak eden kimsenin
cünüb de olsa orucu sahih olur.
İşte bu izin içinde fecrin, beyaz iplik gibi
doğu ufkunda görülmeye başladığı anı aşmamak şartıyla gecenin sonuna kadar
yiyip içiniz, cinsî münasebette bulununuz, sonra o andan itibaren tutup, ertesi
geceye kadar orucu tamamlayınız, orucu tam olarak tutmuş bulununuz. Yani yalnız
yiyip içmekten ve cinsî münasebetten değil, bunlara ilave olmak üzere,
bedeninizin iç kısmına herhangi bir şeyin girmesinden oruç niyetiyle kendinizi
menediniz. İşte meşru olan oruç, böyle niyetle fecrin başlangıcından günün
sonuna kadar, tam olarak kendini oruca mani olacak şeylerden alıkoymaktan
ibarettir. Orucun şer'î mânâsı, bu tafsilat ve buna bağlı açıklamalar
çerçevesinde sözlük mânâsına ilave edilen kayıtlar ve şer'î sınırlarla
sözlükteki imsaktan, özel bir türdür. Bu kayıtlar da imsak vaktinin
ölçüleridir. "orucu tamamlayınız" sözü, oruç niyetini gerektirdiği
gibi "sonra" sözü de bu niyetin, gündüzün de olabileceğini gösterir.
İbadetler, isteğe bağlı birer fiil olmaları bakımından istemek demek olan
niyetle beraber olmaları, mahiyetlerinin gereğinden bulunduğu gibi,
"Ameller ancak niyetlere göredir." hadis-i şerifi gereğince, şeriatin
genel kaidelerinden olduğu da bilinmektedir.
Bu bakımdan orucun farzları üçtür: a) vakit,
b) niyet, c) imsak. Bu âyet gereğince orucun vakti, fecrin doğuşundan güneşin
batışına kadar olan şer'î gündür. Güneşin doğuşundan batışına kadar olan örfî
veya astronomik gün değildir. Niyetin de, günün çoğuna eklenmiş olması gerekir.
Fakat kendini oruca mani şeylerden çekme işinin, günün başından sonuna kadar
bütün günde tamamen bulunması farzdır.
Beyaz ipliğin görülmesinden itibaren
tutulmazsa oruç sahih olmaz. Gecenin başından sonuna kadar hiçbir bölümü,
orucun vakti değildir. Bunda orucu bozan şeylerin hepsi mübahtır. Bazı
kimseler, fecirden güneşin doğuşuna kadar sabah vaktinin, şer'î güne dahil
olmasına dayanarak, güneşin batışından kızıllığa kadar, yani akşam vaktinin de
kıyasen gündüzden sayılması lazım geleceği ve hatta yıldızlar doğuncaya kadar
orucun devam etmesi gerekeceği görüşüne sahip olmuşlarsa da bu kıyas fasiddir.
Çünkü günün başında "fecirden" buyurulmuş, sonra tamamlamaya:
"geceye kadar" ile son verilmiştir. Güneşin batmasından sonra, doğu
tarafından karanlık ortaya çıkar çıkmaz da akşam olmuş, örfî gece girmiştir.
Burada gayenin mugayyaya dahil olmasının ihtimali yoktur. Bunu sabaha kıyas
etmek nassı değiştirmek demektir. Zaten nüzul sebebinden anlaşıldığı üzere
akşamdan yatsıya kadar olan zaman, gecelerin oruca dahil olduğu geçmiş zamanda
bile dahil değildi.
Bununla beraber Caferiye mezhebinde bulunan
Acemler, yıldızı görmeden iftar etmezler. "sonra orucu geceye kadar
tamamlayınız" emrine dikkat edilir ve orucun sözlük mânâsının da kendini
çekip tutmak demek olduğu düşünülürse; şer'î orucun, sözlükteki tutmak
mânâsından hiçbir eksiği olmaması, sırt ve karın bütün organların oruç üzere
bulunmasının gereği anlaşılır. Mesela, dilin orucu, yalandan, dedikodudan,
gereksiz sözlerden onu tutmak; gözün orucu, şüpheli yerlere bakmaktan onu
alıkoymak; kulağın orucu, çalgı ve oyun aletleri gibi şeyleri dinlemekten uzak
durmak olduğu gibi; nefsin orucu, şehvet ve arzulara karşı kendini tutmak;
kalbin orucu, dünya sevgisinden uzak durmak; ruhun orucu, nimetlerden ve ahiret
lezzetlerinden kendini tutmak; sırrın orucu, Allah'tan başkasını görmekten
kendini uzak tutmaktır. Tamamlama emri, bütün bunlara delalet ederse de
hepsinin vücub yoluyla olduğu iddia edilemez. Öncesinde özellikle yeme, içme ve
cinsî münasebetten söz edilmiş olması karinesiyle farz olan imsak, bunlardan ve
bunlara ait olan şeylerden bedenin içi hükmünü taşıyan iç kısmını tutup
alıkoymaktır ki bu da gusülde yıkanmayan yerlerdir. Bunun dışındakiler mendub
ve fazilet cinsindendir, orucun adabındandır. Bu şekilde İslâmî oruçta geceler,
vakitten hariç tutulmuş ve başka zaman helâl ve mübah olan şeyler, oruç
gecelerinde de helâl kılınmış olduğundan, ey müslümanlar! gündüzleri oruç
tutmakla beraber, geceleri bunları yapabilirsiniz. Fakat siz mescitlerde itikaf
halindeyken ne gece, ne de gündüz kadınlarınızla asla cinsî temasta
bulunmayınız.
Sözlükte itikaf, bir yerde kendini hapsederek
durup beklemektir. Dinî açıdan bir mescitte itikaf niyetiyle durmaktır. Buradaki
mescit kaydı, işte bu dinî mânâyı tayin eder. Başka bir kayıt bulunmadığı için
bu bekleyiş, bir saat bile olsa, şer'î itikaf bulunabilecek gibi görünür. İmam
Muhammed'in zahir rivayeti de böyledir. Bu durumda itikafta orucun şart
olmaması lazım gelir. Buna nafile itikaf denir ki oruçlu oruçsuz sahih olur.
Fakat âyetin gelişine bakılırsa itikafın, orucu gerektirdiği anlaşılır. Zira,
"Onlarla cinsi münasebette bulunmayınız." yasağı, oruç gecelerindeki
cinsî münasebetin mübah olduğu hükmünü tahsis yerinde olmakla, itikafta orucun
şart olduğuna ve bundan dolayı itikaf müddetinin bir günden daha az
olamayacağına delalet eder ki bu da asıl şer'î itikaftır. "Oruç olmadıkça
itikaf yoktur." hadisi de bunu teyid eder.
İmam-ı Azam'dan bunun ancak büyük bir camide
olabileceği ve en azından beş vakit namaz kılınan bir mescitten başkasında
sahih olamayacağı rivayet edilmiştir. "Câmi bir mescitten başkasında
itikaf olmaz." hadis-i şerifi gereğince mescit, mükemmeline yorumlanmış
demektir. Ancak kadınlar için evlerindeki mescitten başkasında itikaf caiz
olmaz. Peygamber (s.a.v.) bunu yasaklamıştır. İtikaf, şarta bağlı veya kesin
adakla vacib olur. Ramazanın son on günü içinde, yani yirmisinden sonraki
günlerde müekked sünnet, diğerleri müstehabdır. Çünkü Buharî ve Müslim'de de
rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Medine'yi teşriflerinden
vefatına kadar Ramazanın son on gününde itikafa devam etmiştir. Ancak bir
defasında temiz eşlerinden Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Zeyneb'in de sonradan
gelip Mescid-i Şerif'te birer çadır kurarak itikafa girmeleri üzerine bunları
menetmiş ve kendisi de o sene Ramazanda itikafı terk edip ta Şevval'in ilk on
gününde itikafa girmiştir. Bu ise hiç terketmemeye denktir. Bunun için Zührî
demiştir ki: "Acaba insanlar itikafı nasıl terk ediyorlar? Halbuki
Resulullah, bazı şeyleri yapar, terkederdi. İtikafı ise vefatına kadar
terketmedi." Bu kadar devamın, vacib olduğuna delil olması lazım gelirdi.
Fakat ashabdan itikaf yapmayanlar da bulunuyordu ve Resulullah, bunlara bir şey
demiyordu. Onların bu hâlini reddetmemekle beraber devam etmek ise vücub delili
değil, sünnet delili olur. Bununla beraber bir Ramazanda bırakmış olması da
vacib olmadığına delalet edebilir. Fakat Şevvalde yine yapmış olması da
itikafsız hiçbir sene geçirmediğini ispat eder. Bundan dolayı yapmayanları hoş
görmesi yönü olmasaydı, hiç olmazsa senede bir itikaf vacib olurdu.
İtikaf, eski şeriatlerdendir. Katâde'den
rivayet edilmiştir ki önceleri bir adam itikafa girerdi ve arada çıkar, eşiyle
yatar, yine dönerdi. Bu nass ile, bu durum yasaklanmıştır. Bu yüzden İslâm
şeriatinde kadınlarla cinsî münasebette bulunmak itikafı bozar. Önceki gibi
burada geçen "mübaşeret" kelimesinden maksat da cinsî münasebettir.
Fakat İmam Şafiî hazretlerinden bir rivayette bu ikincisi, cinsi münasebetten
daha geneldir ve iki cildin birleşmesi mânâsınadır ki buna göre şehvetle kadına
dokunmak da itikafı bozar. İşte anılan hükümler, Allah'ın koyduğu kanunlardır,
yahut yasak sınırlardır. Bu yüzden onları aşmak öyle dursun, onlara yaklaşmayın
bile. Nitekim bir hadis-i şerifte de: "Her hükümdarın bir korusu vardır.
Allah'ın korusu da yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir. Koru etrafında
otlayanlar da içine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır." buyurulmuştur.
Böylece haram ve yasaklara yaklaşmaktan sakındırılmıştır ki fıkıh ilminde
bundan sedd-i zerîa (zararı önleme) kaideleri çıkarılmıştır. Görüyorsunuz ya
Allah insanlara, koyduğu hükümleri gösterecek âyetlerini böyle edebî bir beyan
ile açıklıyor. Ki korunabilsinler, emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan
sakınıp, Allah'ın korumasına kavuşmuş olsunlar.
Şimdi ey müminler! Bu sayılı günlerin
oruçlarını ikmal edip tamamladıktan ve Allah'ın yasak sınırlarına yaklaşmama
terbiyesini aldıktan sonra siz yine, "yiyiniz" iznine dönerek, bayram
yaparak yiyip içeceksiniz. Yiyin, fakat:
Meâl-i Şerifi
188- Bir de aranızda mallarınızı batıl
sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günah ile
yemek için, o malları hakimlere rüşvet olarak vermeyin.
188-Bu âyet, çok büyük bir hukukî ve sosyal
esası içine almaktadır. Bu öyle bir sosyal hayat tesisinin başlangıcıdır ki
buna riayet eden insanlar, mahkûmluk bağından kendilerini kurtararak mutlulukla
yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine düşmezler. Ancak bunu hakkiyle tatbik
edebilmek, oruç gibi nefsî terbiye ettirecek ibadetlerin kıymetini bilmek ve onu
güzel bir şekilde eda edip "nefs-i mutmainne" makamını elde etmekle
mümkün olur. Buna işaret için bu âyet, oruç âyetlerini takib etmiştir. Şöyle
ki:
Ey müminler! Yiyin, fakat birbirinizin
mallarını aranızda batıl bir şekilde (meşru bir sebep olmaksızın) yemeyin.
Bir malın haram olması, ya kendisindeki bir
mânâdan veya kazanma şeklinden dolayıdır.
Birinci kısım: Malların aslı, ya madenlerden,
ya bitkilerden veya hayvanlardandır. Madenler yerin parçalarıdırlar. Bu yüzden
zehir gibi, yiyenlere zararlı olma yönünden başka bir şekilde haram olmazlar.
Bitkilerin de hayatı, sağlığı veya aklı yok edenlerden başkası haram olmaz.
Hayatı yok edici olanlar, zehirler; sağlığı ortadan kaldırıcı olanlar, tedavi
dışında kullanılan ilaçlar; aklı yok edici olanlar da sarhoşluk verenlerdir.
Hayvanlara gelince, bunlar yenen ve yenmeyen kısımlarına ayrılır. Yenmesi helâl
olan da şer'î usûl ile kesilmedikçe helâl olmaz. Kesilenin de bütün parçaları
helâl değildir. Hayvanın işkembesinde bulunan yem kalıntısı ve kan haramdır ki tafsilatı
fıkıh kitaplarındadır.
İkinci kısım: Elde edilmesi yönündeki
bozukluktan dolayı haram olanlardır. Şimdi bir malı almak ya irade dışı bir
sebeple olur, miras gibi. Yahut da alanın isteğiyle olur. Bu da ya sahibinden
alınmış olmaz, kazanıp elde etme gibi. Yahut da sahibinden alınmış olur. Bu da
ya zorla alınır, veya karşılıklı rıza ile. Zorla alınan, ya mülkiyetin
masumluğu düştüğünden dolayı alınır, ganimetler gibi. Yahut da alanın, o şeyi
hak etmiş olmasından dolayı alınır, zekat vermekten kaçınanların zekatı ve
vacib olan nafaka gibi. Karşılıklı rıza ile alınan da ya bir karşılıkla alınır,
alış-veriş, mehir ve ücret gibi. Yahut da karşılıksız olarak alınır, hibe ve
vasiyet gibi. Böylece kazanma ve elde etme için altı kısım, ortaya çıkar ki,
tafsilatı, fıkıh kitaplarındadır.
Düşününüz, Ramazan günleri, lezzetlerinden ve
kendi öz malını bile yemekten Allah'ın emrine uyarak nefsini yasaklayan
insanlar, sonra başkalarının malını haksız olarak nasıl yerler? Elin malına
nasıl göz dikerler? Elbette bunlara yaraşan daima helâl yemektir. Sakın haksız
mal yemeyin. Yiyip de insanların mallarından bir kısmını günahla, günahkârlıkla
yiyesiniz diye, mallarınızla hakimlere, hükümetlere düşmeyin. Halkın
mallarından yemek için hakimlere, hükümetlere bağlanmayın, rüşvet vermeyin,
yani bunları bile bile yapmayın.
Muamelelerinizde birbirinizin malına ve
hukukuna iyi riayet ederseniz, yaptığınız anlaşma ve sözleşmelerde
haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere düşürecek bozuk
şartlardan sakınırsanız; hakimlere, hükümetlere boyun eğmekten kurtulursunuz.
Her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman, gerek hakimi ve gerek birbirinizi yalan
dolan, şarlatanlık ve rüşvet gibi batıl sebeplerle ikna ve bağlamaya
uğraşmazsanız; hakimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş, haksız yere
birbirinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz. Hatta mahkemede lehinize
hüküm verilmiş olsa bile sırf bundan dolayı kendinizi haklı sanmamalısınız,
hakkın aslını gözetmelisiniz. Nihayet hüküm ve hükümeti, yeme yeri sayarak
halkın malını yemek için hükümeti vasıta edip bağlanmaktan sakınırsanız;
hükümetiniz yükselir, hâkimiyetiniz artar. Vazifeler hakkiyle görülür. Allah'ın
kullarının işi hakkiyle düzeltilir, haksızlığa sed çekilir, bunun sonucunda siz
mutlu bir hayat yaşarsınız.
BATIL: Sözlükte zâil, yani varlıkta durmayan,
yok olan demektir. Bundan dolayı "batıl sebeplerle": yok yere,
haksız, gerçek sebep olmaksızın, itibara değer meşru bir sebep olmaksızın demek
olur.
Haksız yere mal yemeye kalkışmak bütün
kötülüklerin başıdır. Bundan sakınmanın, dinî terbiyenin istenen en büyük
neticesi olduğu, bu âyetin, oruç âyetlerini takib etmesinden anlaşılır.
Rivayet edilmiştir ki Abdân el-Hadremî,
İmrü'l-Kays el-Kindî'den bir parça yer dava etmişti ve delili yoktu. Bundan
dolayı Resulullah İmriü'l-Kays'a yemin ettirmeye karar verdi. O da yemin etmek
istedi. Hemen Peygamber (s.a.v.): "Gerçek şu ki, Allah'a olan ahidlerini
ve yaptıkları yeminlerini az bir para karşılığı satanlar..." (Âl-i İmrân,
3/77) âyetini okudu. Okuyunca İmrü'l-Kays yeminden çekindi ve adı geçen araziyi
Abdan'a teslim etti. Bunun üzerine, işte bu, "yemeyiniz" âyeti nazil
oldu.
Bir de iki hasım, Peygamberimizin huzuruna
muhakeme olmaya gelmişlerdi. "Resulullah buyurdu ki: "Ben de sizin
gibi bir insanım, siz ise bana muhakeme için geliyorsunuz. Olabilir ki bir
kısmınız delilini diğerinden eksik ifade eder. Ben de dinlediğime göre hüküm
veririm. Bundan dolayı her kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şeye hüküm
verirsem, ona bir ateş parçasını hüküm vermiş olurum.' Bunun üzerine
taraflardan ikisi de ağladılar ve her biri: 'Benim hakkım arkadaşımın olsun.'
dedi. Resulullah da: 'Haydi bakınız, araştırınız, sonra kur'a atınız. ondan
sonra da birbirinizle helâlleşiniz' buyurdu. "
Yukarıda kıble meselesi münasebetiyle hacc ile
ilgili söz geçmiş ve tavaftan bahsedilmişti. Fakat henüz müminler için engeller
ortadan kalkmamış bulunduğundan haccın hükümlerinin açıklanmasına sıra
gelmemişti. Şimdi orucun farzından sonra İslâm binasının beşincisi olan haccın
hükümlerine geçme sırası gelmiş ise de, bu hususta daha bazı hazırlıklara
ihtiyaç bulunması ve bunların vakit ve zaman ile de ilgili olması sebebiyle
şer'î bakımdan bir zaman ölçüsü tayini, hikmet ve menfaat gereği olduğundan;
oruç ve yeme için ayın görülmesi meselesi münasebetiyle bir yönden eksiği
tamamlama, diğer yönden hazırlık olmak ve aynı zamanda başlı başına bir terbiye
kânunu olacak pek mühim öğütleri de içinde taşımak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
189- Sana hilâllerden soruyorlar. De ki: Onlar
insanlar için de, hac için de vakit ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere
arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyiliğe eren, kötülükten korunan
kimsedir. Evlere kapılarından gelin, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.
189-EHİLLE: Hilâlin çoğuludur. Hilâl:
"Ayın insanlara ilk göründüğü sıradaki hâlidir." Bu tariften
anlaşılır ki hilâl kelimesi, görme mânâsını taşımaktadır. Hatta görülmesi
üzerine haykırıldığından dolayı, bu isimle adlandırıldığı beyan olunuyor. Zira
bu maddenin mânâsının esası, sesi yükseltmektir ki dilimizdeki "ay!.. sesi
de buna uygundur. Bundan dolayı henüz görünmesi mümkün olmayana gerçek olarak
hilâl denmez. Ayın başından iki gece hilâl adını alır. Çünkü ilk görünüşü
bunlardan birinde olur. Sonra ay adını alır. Ebu'l-Heysem demiştir ki:
"Kamere, ayın başından iki gece, yine ayın sonundan da iki gece hilâl
denir. Arasında da "kamer (ay)" adı verilir."
"Mevâkît" kelimesi, vakit
maddesinden "mikat"ın çoğuludur. Va'd, miad gibi vakit, bir iş için
farz kılınan zamandır. Zaman geçmişe, hâle, geleceğe ayrılan müddettir. Mutlak
müddet de bütün hareketin uzamasıdır. Mikat, belirli bir yer mânâsına da gelir
ki Mekke'ye dışardan gelenlerin ihramsız geçmesi caiz olmayan yerler demek olan
ihram mîkatları bu mânâdadır. Buna göre mîkat müşterek bir lafızdır. Bununla
beraber ihram mîkatları, mekanlardan olmakla beraber; bunlara ulaşma, ihramın
vacib olduğu zamanı göstermesi itibariyle bir vakit alâmeti sayılabilirler.
Mîkat, vakit nişanesi diye tarif edilirse manevi müşterek olması da mümkündür.
Ey Muhammed! Ramazan ayı dolayısıyla sana
hilâllerden sorarlar, yahut soruyorlar. İbnü Abbas, Katâde, Rebi' ve
diğerlerinin nakline göre müslümanlardan bazıları: "Hilâlin eksilmesinin,
tamamlanmasının, güneşe aykırı oluşunun faydası ne?" diye sormuşlar ve
rivayet edilmiştir ki bunu Ensardan Muaz b. Cebel ile Sa'lebe b. Ğunm: "Ey
Allah'ın Resûlü! Bu ne hâldir?
Hilâl, iplik gibi incecik beliriyor, sonra
artıyor, tamamlanıyor, sonra da eksile eksile önceki hâline dönüyor." diye
sormuşlardı.
Bundan başka yine rivayet olunuyor ki:
1- Cahiliye devrinde bir erkek bir şeye niyet
eder de zor gelirse, evine kapısından girmez, arkasından girermiş ve tam bir
sene böyle kalırmış.
2- Ensardan bir kısmı umre yaptıkları vakit
gökle aralarına bir engel sokmazlar, bundan sakınıp zahmete girerlermiş. Bu
yüzden ihrama girdiklerinde eğer acil bir ihtiyaçları varsa eve, bağa, çadıra
kapılarından girmezlermiş. Bina sahibi olan mahalle halkı evin arkasından bir
delik deler, oradan girer çıkar veya arkadan bir merdiven atar, damdan aşarlar;
çadır halkı olan göçebeler ise çadırlarının arkalarından dolanırlarmış ve bu
cahiliye adetini "iyilik" sayarlarmış.
3- Cahiliye halkı ihrama girdikleri zaman
evlerinin veya çadırlarının arkalarını delerler, oradan girer çıkarlarmış.
Ancak dinî gayretlerinden dolayı "humûs = kahramanlar" denilen
kabileler, yani Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sekif, Haysem, Amir ibn Sa'saa oğulları,
Nasr ibn Muaviye oğulları ihramlı oldukları zaman dinî işlerde kuvvetlilik
davasıyla evlerine girmezler, çadırda gölgelenmezler, tere yağı ve keş
yemezlermiş.
Bir gün Resulullah ihrama girmiş. Bir de
ihramlı birisi varmış. Resulullah ihramla harab bir bağın kapısından girmiş. O
adam da görüp arkasına düşmüş. Ona "Çekil!" denmiş. O da
"Niçin?" diye sormuş. "Sen ihramlı olduğun halde kapıdan
girdin." buyurmuşlar. O adam durmuş da "Ey Allah'ın Resulü! Ben senin
sünnet ve irşadına razıyım. Sen girdin, ben de girdim." demiş. İşte
zikredilen soru ile beraber, bu hadiselerden biri bu âyetin inmesine sebep
olmuş; bu adetler, bu şiddetler, bu aksilikler de kaldırılmıştır. Bu soruya
cevap olarak de ki : O hilaller, insanlar için ve hac için mîkatlardır, vakit
işaretleridir. İnsanlar, vakte ihtiyacı olan işlerinin ve özellikle haccın
vakitlerini bunlarla tayin ederler ki bu mânâ: "Allah aya menziller tayin
etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (Yunus,
10/5), "Biz, geceyi ve gündüzü iki alâmet yaptık. Sonra gece alâmetini
giderip gündüz alâmetini gösterici kıldık ki Rabbinizden lütuf talep edesiniz,
yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (İsrâ, 17/12)
âyetlerinde de ayrıca açıklanmıştır.
Açıklaması:
Aylarla zaman takdirinde, yani ayın bir zaman
ölçüsü kabul edilmesinde insanlara birtakım faydalar vardır ki bunların bir
kısmı dine, bir kısmı da dünyaya aittir.
Dinî olanlar:
1- "O Ramazan ayı ki, Kur'ân onda
indirildi." (Bakara, 2/185).
2- Hac: "Hac, belirli aylardadır."
(Bakara, 2/197).
3- a) Ölüm iddeti: "Kocaları ölen
kadınlar, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler." (Bakara, 2/234).
b) Âdetten kesilmiş olan kadınların iddeti:
"Onların iddeti üç aydır." (Talâk, 65/4).
4- Vakitlere bağlı adaklar ve hilâl ile
bilinebilecek mendub bir oruç.
Dünyaya ait olanlar da ödünç alıp verme,
kiralar, vaadler, hamilelik ve emzirme müddeti ve bunlara benzer şeyler olmak
üzere pek çoktur. Günler ve günlerin bölümleri olan saatler için, namaz
vakitlerinde olduğu gibi, günün de bir mîkat olduğunda şüphe yoksa da pek çok
işler için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın değişiklikleri, yaratılış itibariyle
bu hususta güneşin durumundan vakit hesabına daha çok elverişli ve halk için
kolaydır. Ay yaratılış itibariyle başlı başına bir ölçü olmalıdır. Güneşin hacminde
bir değişme görülmediğinden dolayı yeryüzüne göre doğuş yerlerindeki
değişiklikleri ve burçlar üzerindeki hareketleri gizli işlerden olmakla ay
denmesine münasip olmayacağı gibi, güneş yılında ay, açık bir ölçü değil;
nihayet dört mevsime veya seneye göre itibarî ve gizli bir ölçü bölümüdür.
Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da gerçekten ölçüsüdür. Dünyanın her
tarafında hafta hesabının birliği de bu ölçünün yaratılışa uygunluğundan
dolayıdır. Nihayet ay, geceleri itibariyle gün hesaplarına da açık bir alâkaya
sahiptir. Buna göre günlerin isimleri genellikle buna tatbik edilerek yedi
olmuştur.
İşte insanların faydası açısından ayın
değişmesinin açık hikmeti, vakit hesabı için böyle bir ölçü olmasıdır. Bunun
için güneş yılı hesabında uydurma suretiyle de olsa bir ay hesabına mecburiyet
vardır ki buna tabi olmak, insanlara gerçekten çok, kuruntu ve varsayımlara
sapma alışkanlığı verir.
Bunlardan başka ayın cisminde her gün
görülmekte olan bu değişiklik, gök cisimlerinin de değişikliğe uğramakla karşı
karşıya bulunduğuna ve yok olmasının mümkün olacağına açık bir misal teşkil
eder. Bu itibarla Allah'ın kudret ve birliğinin büyük alâmetlerinden olan
göklerin yaratılışı içinde ayın, düşünürlerden başka en basit insanlara bile
âlemlerin Rabbi olan Allah'ın iradesini anlatan seçkin bir mucize ve O'na
kulluk etmek için vakit tayinine delâlet edecek ilâhî bir işaret olduğunda da
şüphe yoktur. "Gökte burçlar yaratan, orada bir kandil ve aydınlatıcı bir
ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir." (Furkan, 25/61). Bütün bu mânâlar
"O hilâller, insanlar için vakit ölçüleridir." cevabında toplanmış ve
oruçtan sonra sözkonusu olan hacca dikkat çekmek için özellikle "Hac"
kaydı da zikredilmiş, anılan soruya böylece bir hikmet cevabı verilmesi emredilmiştir.
Bu soru ile, adi sebepleri, gök bilimi
gereğince astronomik sebeplerin açıklanmasını isteyenler de bulunabileceğinden,
soranlara bu cevabı söyle, şunu da ilave et: Bununla beraber, iyilik ve hayır
denilen özellik, evlere arkalarından, sırtlarından gelmek değildir.
Bu ifadenin bir gerçek mânâsı, bir de kinaye
mânâsı vardır. Gerçek oluşu itibariyle, cahiliye halkının ihramda yaptıkları bu
aksilik bir ibadet olmadığı gibi; kinaye mânâsı itibariyle de Resulullah'a gök
bilimi sorusu sormak, hikmeti ve Allah'ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek
için gönderilmiş olan Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur'ân'ı bir
astronomi kitabı yerine koymak ve normal bilgilerin maksatlarıyle peygamberlik
ilminin istediği şeyleri birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak
demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla hayra erilemez, iyilik ve hayır,
böyle aksilikle değildir. İyilik sahibi, ancak Allah'tan korkup, korunandır.
Yani Yukarıda: "Yüzünüzü... çevirmeniz iyilik değildir." âyetinde:
"Fakat hayır ve iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve
peygamberlere iman edenlerin davranışlarıdır." ifadesinden "İşte
takva sahipleri onlardır." (Bakara, 2/177) ifadesine kadar vasıfları
anlatılan kimselerdir. Bu cümleden olarak peygamberin arkasına düşerek bağın
kapısından girip gölgelenen kimsedir. Bunu bilin. Ve evlere kapılarından gelin.
İşlere doğru yoluyla, uygun şekilde girişin, eksiklik etmeyin, bir soru
sorarken de halinizi bilin, gereksiz şeylerle uğraşmayın. Bu cevap ve bu emir,
çok anlamlı bir darb-ı mesel şeklinde kulağınıza küpe olsun da peygambere
hilâlin değişmesinin astronomik sebebini sormaktan şimdi vazgeçin. Önce
kavminizin cahiliye adeti olan şu aksiliğin ortadan kaldırılmasıyla
kurtuluşunuzu düşünün ve onun sebeplerini sorun. Kurtuluşa ermeniz için de
Allah'tan korkun ve yukardaki takva özelliklerini kazanarak Allah'ın koruması
altına girin ve şu emri dinleyin:
Meâl-i Şerifi
190- Size savaş açanlarla Allah yolunda
çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah, haksız saldırıda
bulunanları sevmez.
191- Onları nerede yakalarsanız öldürün ve
sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir.
Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla
savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün.
Kâfirlerin cezası böyledir. 192- Artık şirkten vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah
çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
193- Hem bir fitne kalmayıp, din yalnız
Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın . Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak
zalimlere karşıdır.
194- Hürmetli ay hürmetli aya ve bütün
hürmetler birbirine karşılıktır. O halde kim size saldırdıysa, siz de ona
yaptığı saldırının aynıyle saldırın da ileri gitmeye Allah'tan korkun ve bilin
ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.
195- Allah yolunda mal harcayın da kendinizi
ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve güzel hareket edin. Çünkü Allah güzellik ve
iyilik edenleri sever.
190-Baştaki olduğu ve Resulullah'ın, o zaman
savaşanla savaşır, elini çekenden de el çeker bulunduğu ve Berâe (Tevbe)
Sûresindeki: "Müşriklerle topyekün savaşın." (Tevbe, 9/36) diye genel
olarak savaş emredilinceye kadar böyle yaptığı, Rebî' b. Enes (r.a.)'den
rivayet edilmiştir.
Müslümanlar, önce müdafaa şeklinde de olsa
savaştan menedilmişler ve her ne olursa olsun sabır ve anlaşmaya memur
kılınmışlar, daha sonra savaş âyetleriyle bu yasaklama kaldırılmıştır. Fakat
savaş âyetleri iki çeşittir: Bir kısmı sadece izin ve cevaz ifade eder; bir
kısmı da savaş ve cihadı emrederek vücub ifade eder. Bu âyet ise sadece savaş
âyeti değil, savaşmayı emreden âyettir.
Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk, Zührî ve Saîd b.
Cübeyr gibi birçok kimselerden savaş hakkında nâzil olan ilk âyetin Hac
Sûresindeki: "Kendilerine savaş açılan müminlere savaş için izin verildi.
Çünkü onlara zulmediliyordu."
(Hac, 22/39) âyeti olduğu da rivayet
edilmiştir. Bu bakımdan Rebî' rivayetinin mânâsına göre, bu
"savaşınız" âyetinin, ilk savaş emri âyeti olması gerekir. Tefsir
alimlerinin çoğunun görüşü de budur.
Bu emir: "Allah'ın emri gelinceye kadar
siz onları af ediniz, onlara aldırmayınız." (Bakara, 2/109) âyetinde vaad
edilmiş olan emirdir. Bu savaş emirleriyledir ki son peygamberin, kılıç ve
cihadla emredileceği hakkında geçmiş kitaplarda özel vasıfları da ortaya
çıkmış, bu şekilde de ilâhî mucize gerçekleşmiştir.
Bu âyetin, kendisinden sonra gelen kısımla
veya Berâe (Tevbe) Sûresindeki: "Müşriklerle topyekün savaşınız."
(Tevbe, 9/36) âyetiyle neshedilip edilmediğinde ihtilaf edilmiştir.
Birincisinin, düşman hücumuna karşı savunma
harbine mahsus bir emir olduğuna taraftar olanlar neshedildiğine; doğrudan harb
ilanına da ihtimali olduğunu anlayanlar da muhkem olduğuna kânidirler. Gerçi
Berâe (Tevbe) Sûresindeki âyetlerde, doğrudan Allah yolunda harb ilanının ve
taarruz savaşının da meşru ve icabına göre vacib olduğunda ihtilaf yoksa da;
mesele birinci emrin, bugün mensuh mu, yoksa kendisiyle amel edilir mi olduğunu
tayin etmektir.
Peygamberimizin, Medine'ye ilk hicret
senesinden itibaren seriyyeler tertib edip etrafa gücünü büyük gösterdiği;
fakat bunların sırf emniyet ve huzurun teminini sağladığı, etraftaki
düşmanların hâl ve durumlarını keşfetmek için gönderilmiş karakollardan başka
bir şey olmadığı ve düşman tarafından savaşa girilmedikçe bunlara harb ve
öldürme emri verilmediği bir gerçektir. Hatta Bedir, Uhud, Ahzab, diğer ismiyle
Hendek savaşlarının hep müdafaa zaruretiyle yapılmış harbler olduğu ve bu hâlin
birçok zaman devam ettiği de muhakkaktır. Ama savaş hakkında ilk varid olan
izin ve ilâhî emirler, yalnız müdafaa harbine mahsus olup peygamberi, doğrudan
harp ilanı ve taarruzdan dinen ve şartsız olarak men mi ediyordu? Yoksa bu
hususu, siyasetin gereğine tabi tutarak sonraki emirler gibi, icabına göre
taarruza da müsait olduğu halde, tatbikini bugünkü gibi görüş ve siyasete mi
bırakıyordu? Kısaca bu konudaki sonradan gelen naslar, esas itibariyle
neshedici midir? Yoksa beyan edici ve açıklayıcı mıdır? İşte mesele budur.
Rebî' rivayetinin zahirine göre neshedildiği, Hz. Ebu Bekr rivayetinin zahirine
göre de muhkem olduğu anlaşılıyor. Halbuki ihtimal sabit ve kullanılması mümkün
iken neshedildiğine hükmetmek caiz olamayacağından birçok müfessir muhkem
olduğu görüşüne sahiptir ki biz de buna taraftarız.
Râğıb der ki: "Önce özellikle yumuşaklık,
öğüt ve güzel mücadele ile emredilmiş, sonra savaşa izin verilmiş, sonra haktan
kaçana karşı harp ve çarpışma ile emrolunmuştur ki bunlar derece derece
siyasetin icabına göre varid olmuş emirlerdir."
Bu noktada Avrupalıların, İslâm dini hakkında
iki çelişkili fikir yaymakta olduklarını görüyoruz:
1- Bir kısmı, doğrudan harp ilanının
kararlaştırılmış, caiz bir mesele olduğunu bahane ederek İslâm'ın, saldırgan ve
sırf kılıç kuvvetiyle yayılmış bir din olduğunu iddia etmek suretiyle onun
ilmî, edebî, hukukî, ahlâkî, sosyal bakımdan müsbet olan manevî nüfuzunu inkar
etmek istiyor. Bu fikir, İslâmî delillerin ilmî kuvvetine karşı koyma imkanı
göremediklerinden dolayı; İslâm'ın hiç bir dinde görülmemiş olan yayılma
mucizesini, sırf kılıç kuvvetine dayandırarak onu Hıristiyanlık taassubuyla
hissî bir yoldan vurmak isteyen eski Hıristiyanların neşriyat kalıntılarıdır.
Halbuki bunlar, bu saldırı ile kendi davalarını iki yönden çelişkiye
düşürmektedirler. Çünkü bir taraftan Hıristiyanlığın emrine aykırı olarak,
Haçlılar devrinden beri Hıristiyanları hep silaha ve tecavüze sevketmişler;
diğer taraftan da genel olarak harbi, din fikrine ters göstermekle hem
kendilerini, hem de mensub oldukları geçmiş ilâhî kitapları yalanlamışlar; aynı
zamanda bununla son Peygamber'in cihad ile görevlendirileceği hakkında geçmiş
kitaplardaki mucizeleri gizlemek istemişlerdir.
İslâm'ın sırf kılıçla yayıldığı iddiası,
tarihe ve İslâm'ın hükümlerine karşı iftiradır. Gerçek şu hadis-i şerifin
içindedir: "Allah Teâlâ, Kur'ân ile defetmeyeceği bazı kötülükleri kılıç
ile defeder."
İlmî ve aklî deliller söz anlayan, ilme saygı
duyan, insafı olanlar içindir. Bunları tanımayan ve fırsat bulduğu zaman her
hakkı ve her çeşit mukaddesatı çiğneyen ve çiğnemek için bekleyenlerin
bozgunculuğunu önlemek, ancak kılıçla mümkün olur. Bunun için aslında iyi bir
şey olmayan harp, ilim ve akıl, öğüt ve irşad dinlemeyen ve sırf şehvetlerden,
garazlardan doğan büyük büyük fitnelere göre şerrin en zararsızı olur. Böylece
itibarî bir güzellik kazanır. İcabına göre müdafaa, icabına göre taarruz
harplerine girişmek, dini bir vazife ve güzel görünen bir şey bile olur. Böyle
olması için de bunun ancak Allah yolunda, hak yolunda, hak uğrunda yapılması ve
bu niyetle hareket edilmesi lazım gelir. Çünkü başka maksat takib edenler,
fitneyi defetme bahanesiyle daha büyük fitneler icad ederler. Zulme boyun
eğmek, zulmü desteklemek olduğu zaman, dinin gereğine aykırı olacağı gibi; hak
ve hayrı genelleştirmeye çalışmamak da din fikrine aykırıdır. Fitneler hem
bastırılmalı, hem önüne geçilmelidir. Hak ve hayra engel olan şeyler ortadan
kaldırıldığı zaman İslâm, her hâlde bütün insanlığın koşarak geleceği tek ilâhî
dindir.
2- Buna karşılık ikinci kısma gelince bunlar:
"İslâm dininde harb yalnız müdafaa halinde meşru kılınmış, müdafaa
mecburiyeti olmadıkça harb caiz görülmemiş ve İslâm silahla değil; silahı terk
etme teorisiyle, ilim ve akla, hak düşünceye verdiği önemle, ikna gücü ve
diliyle yayılmıştır." diyorlar. Bunlar İslâm'ı savunur gibi görünerek
Kur'ân'daki bütün savaş emirlerinin, müdafaa harbine mahsus olduğunu ve
müslümanlıkta doğrudan harp ilanına ve taarruza cevaz olmadığını iddia
ediyorlar. Bunlar da Avrupa ve Hıristiyanlık açısından daha ince ve derin bir
siyaset fikri takib eden, bazı yeni kalem sahiplerinin fikirleridir. Bu zatlar,
pek alâ bilirler ki harbin caiz olmasının müdafaa hali ile sınırlı olması,
netice itibariyle müdafaa imkanının da çekilip alınmasına sebeptir.
Gerektiğinde düşmanın önüne geçebilmek için doğrudan taarruz edebilme hakkından
mahrum olanlar, her zaman denemezse de çoğunlukla müdafaa gücüne de sahip
olamazlar. Bu ise müdafaa hakkının da alınması demektir.
Bunu bildikleri için işgalleri altına
aldıkları müslümanları maddi ve manevi bakımdan, silahtan soyutlamak için
görünürde İslâm dininin lehinde görünen telkinlerle yine İslâm aleyhinde ince
bir tertib yapmış oluyorlar.
Birinciler: "Müslümanlık ne fena şey!
Çünkü silah emrediyor." diyorlar. Berikiler de: "Müslümanlık ne iyi
şey! Çünkü silahı bırakmayı emrediyor." diyorlar. Bu iki fikir, netice
itibariyle müslümanların silahını almak maksadında birleşiyor. Yeni olan, bu
ikinci fikri gerçekten insanlık ve İslâmiyet lehinde ilmî bir fikir zannederek
bu sayede İslâm'ın yayılmasına hizmet edeceğiz hayaliyle desteklemeye ve
yukarıdaki nesih meselesini aksine yorumlamaya çalışan bazı İslâm yazarlarını
da işitiyoruz. Bunlar da, onlara uyarak ilk nazil olan ve neshedildiği rivayet
olunan savaş âyetlerinin, hem müdafaaya mahsus olduğunu, hem de neshedilmemiş
bulunduğunu iddia ettikleri gibi; sonra nazil olan ve müdafaaya mahsus olmadığı
açık ve üzerinde ittifak sağlanmış bulunan âyetleri de aksine sırf müdafaaya
mahsus göstermek istiyorlar. Sonradan gelenin, öncekinin açıklaması veya
hükmünü kaldırıcısı olması lazım gelirken önceki, sonrakinin beyanı veya
neshedicisi imiş gibi idare-i kelâm ediyorlar. Bunlar, İslâm'ın asıl ruhu olan
hak ve hakikat fikrini bırakıp yanlış bir ümid için aksini desteklemek
demektir.
Doğrusu İslâm dininde ilk emirlerden itibaren
müdafaa hakkı meşru olduğu gibi, ihtiyaç hâlinde, Allah yolunda olmak üzere
taarruz hakkı da meşrudur. Hatta gerektiğinde bir vazifedir. Ancak bu mânâ
iledir ki bu ilk emir neshedilmiş değildir, denebilir. Allah yolunda olma
kaydı, her harbin esasıdır. Bu, düşünülmedikçe harp ve çarpışmaya asla cevaz
yoktur.
Bundan dolayıdır ki Avrupalıların düşündükleri
mânâ ile, "Saldırgan harbin, İslâm dininde yeri yoktur." demek caiz
olabilir. Din fikrine ters düşecek harp de ne müdafaa, ne taarruzdur. Allah
yolunda ve hak bir iş uğrunda olmayan, tağut fikri ve sırf saldırma maksadiyle
olandır. Halbuki İslâm'da harp halinde bile, harbi güzel gösterebilecek gayeye
aykırı olarak saldırma haramdır. Bunun için taarruz harbinde de riayet edilmesi
gereken harp hukuku vardır. Bunu, insanlık tarihinde ilk önce İslâm dini ortaya
koymuştur. "Haksız yere taarruz etmeyiniz. Çünkü Allah, haksız taarruz
edenleri sevmez." (Bakara, 2/190). Bu bakımdan, "İslâm dini sırf
silah kuvvetiyle yayılmış bir saldırı dinidir." demek, sırf iftira olduğu
gibi, "İslâm'ın yayılmasında silahın hiç hizmeti yoktur." demek de
Kitap ve Sünnete aykırı bir yalan olur.
İslâm, sırf silah kuvvetiyle yayılmış olsaydı,
o silahı tutan ellerin, az bir zaman içinde nasıl toplanıverdiğini, Kisraların,
Kayserlerin silahlarına nasıl galip geldiklerini izah etmek mümkün olmazdı. Bu,
kesinlikle gösterir ki dinin kendisi ve peygamberlik mucizeleri, silahtan önce
başlı başına üstünlüğünü yürüten yegane faktördür. Bununla beraber, İslâm'ın
feyzi, silahsız olarak yalnız maneviyatla sınırlı olsaydı, Resulullah'ın silah
kullanmasına ve Kur'ân'ın savaş emirleri vermesine hiç de lüzum kalmazdı. Bu da
kesin olarak gösterir ki din işinde silahın da önemli bir yeri vardır. Bütün
gerçek, "Allah Teâlâ, Kur'ân ile defetmeyeceği bazı kötülükleri kılıç ile
defeder." hadis-i şerifinde toplanmıştır. Dinin ruhu, bunların sınırlarını
önce ayırd edip, sonra tatbik etmektir. "Görüş, şecaat sahiple rinin
cesaretinden önce gelir. O ilktir, öbürü ise ikinci sıradadır."
Rivayet edildiğine göre Hudeybiye senesi
müşrikler, Resulullah'ı Kâbe ziyaretinden menetmişler, gelecek sene gelmesi ve
Mekke-i Mükerreme'nin üç gün süreyle boşaltılması şartıyla bir antlaşma da
yapmışlardı. Ertesi sene (Hicrî, 7) Resulullah, bu antlaşma gereğince kaza
umresi için döndüğünde müslümanlar, müşriklerin verdikleri sözde
durmayacaklarından endişe etmişler, Harem-i Şerif'te ve haram ayda muharebe
etmeyi de hoş görmemişlerdi ki bu âyet, bunun üzerine nâzil olmuştur.
Bunların, haccın hükümlerini açıklama
hususunda sevk olunmuş bulunması, bunu teyid etmekte ve tilavet tarzı,
kendisinden sonraki kısmın da beraber nâzil olduğunu bildirmektedir. Bu
âyetlerin, bu gelişi düşünülünce anlaşılır ki bu savaş ve öldürme emirleri,
İslâm kıblesinin selameti, antlaşma hükümlerinin muhafazası ve hac farizasının
edasının sağlanması açısından engelleri kaldırma gereğine dayanmaktadır. Bunlar
da Hz. Ebu Bekir rivayetinin mânâsının kuvvetini bildirmektedirler. Gelelim
mânâya:
Evlere kapılarından girin ve Allah'tan korkun.
191-Allah yolunda savaş da edin, o kimselerle
ki, sizinle fiilen savaşıyor veya savaşacaktır.
Allah yolunda savaş, hak din uğrunda sırf
i'lâ-yı kelimetullah (Allah kelâmını üstün getirmek) için cihad demektir ve bu
husus, savaşın meşru olması için "Allah yolunda" olmak üzere iyi bir
niyetin lüzumunu ifade etmektedir. "Müfâ'ale babı" fiilin önce fâil,
sonra mef'ûlden meydana geldiği hususunda açık olduğu için, "sizinle
savaşanlar" sözü harp ve öldürmeye taarruzun, düşman tarafından olmasını
bildireceğine göre, bu emrin, yalnız müdafaayı meşru kıldığı ve bundan dolayı,
"Onları nerede yakalarsanız öldürün." (Bakara, 2/191), "Onları
nerede bulursanız öldürün." (Nisa, 4/89), "Kafirlerin size yakın olanlarıyla
savaşın." (Tevbe, 9/123), "Müşriklerle topyekün savaşın."
(Tevbe, 9/36) emirleriyle neshedilmiş bulunduğu, yukarıdaki şekilde
nakledilmişse de "savaşın" fiili de aynı babdan olduğu için bu
noktada bir çelişki şüphesi bulunacağından birini veya her ikisini sırf iki
kişi arasında müşareket mânâsına yorumlamak gerekir. Bu mânâ ile bilfiil
çarpışmak, taarruz ve müdafaadan daha genel olur. Nitekim Ebu Hayyân tefsirinde
"sizinle savaşanlar" ifadesinin zâhiri, "Doğrudan veya müdafaa
şeklinde haklı olarak savaşı yerine getirmek demektir." diye taarruz veya
müdafaadan daha genel olduğu gösterilmiştir. Bir de muzari fiilin geleceğe de
ihtimali vardır. Bu durumda savaşa ehliyet ve kudreti olup da harp edecek halde
bulunanlar demektir. Bu mânâ, Hz. Ebu Bekir'den ve Ömer b. Abdülaziz'den
rivayet edilmiştir. Bunda birincisi, öncelikle sabit olur. Genel mânâda
müştereklik veya genel mânâda mecaz lazım gelmez. Birincisinde kuşatanlar veya
harp ilan edenler hariç kalır. İkincisinde bunlar da girer. Harp ilan etmeyen
veya kadın, çocuk, çok yaşlı, manastırdaki rahibler gibi çoğu zaman harb etme
kudretine sahib olmayanlar hariç kalır. Bunlarla savaş caiz olmaz. Son
emirlerde de durum böyledir. O halde bu iki mânâya da ihtimali olan bu âyet
mensuh değildir.
Bu şekilde savaşın, fakat gerek savaşta ve
gerekse diğer hususlarda Allah'ın emirlerini ve tayin ettiği sınırları aşmayın.
Taarruzda haksızlık yapmayın. Yani bu arada harbe kalkışmayanları, kadınları,
çocukları, rahipleri, harb zamanında zayıflığından ve acizliğinden dolayı genel
durumuna göre savaşacak bir halde olmamakta bunlar gibi olanları da öldürmeye
kalkışacak kadar ileri gitmeyin. Yine aynı şekilde öldürme işinde
"müsle" yapmayın. Yani öldürdüğünüz kimselerin burnunu, kulağını ve
diğer organlarını kesmeye kalkmayın.
Nitekim çocukları, kadınları, manastırlarda
bulunanları öldürmekten ve yine "müsle"den Resulullah'ın menettiği,
geniş eserlerle sabittir. Resulullah'ın halifesi Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk'ın da
kumandan Yezid b. Ebi Süfyan'a harb hukukunu içine almış olarak yazdığı vasiyetlerde
bunları ve yine çok yaşlı olan kimseyi öldürmekten, imar edilmiş bir şeyi
tahribden, yemekten başka bir maksat için sığır ve koyun kesmekten, meyveli
ağacı yakmak ve diğer bir suretle bozmaktan menetmişti. Bu arada bazı
müfessirler, harb ilanı haberi ulaşmadan, birden bire basmanın da sınırı aşma
cümlesinden olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da yukarıda zikredilen
"mukâtele" (çarpışma) mânâsından dolayı bu sınırı aşmayı bizzat
taarruza yormuşlar ve bu sebeple neshedildiğine de hükmetmişlerdir ki bu
Rebi'in görüşüdür. Buna göre, "neshedilmiştir", denmenin mânâsının,
doğrudan taarruz mutlak olarak sınırı aşma değil; durumun gereğine göre
meşrudur demek olduğu unutulmamalıdır. Kısaca, açıklandığı üzere sınırı
aşmayınız, Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez, onları sevaba değil, azaba
layık görür.
Allah yolunda savaşın ve onları nerede
yakalarsanız öldürün. Hıll (harem dışı) ve harem demeyin, onlar taarruz etsin
diye beklemeyin, böyle yapın ve sizi çıkardıkları yerden, yani Mekke'den onları
çıkarın, vatanınızı onların elinden kurtarın.
Burada bu çıkarma emri, temkinle ilgili bir
emirdir. Bu vaad Mekke'nin fet-hi ile yerine getirilmiştir. Gerçi öldürme,
aslında fena bir şeydir. Fakat fitne de öldürmeden daha şiddetlidir, daha
ağırdır. Çünkü öldürmenin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki devam eder.
Öldürme, insanı yalnız dünyadan çıkarır. Fitne ise hem dinden, hem dünyadan
eder. Bunun için fitneye tutulmaktan ise o fitneyi çıkaranları öldürmek veya
ölmek, yahut da çıkardıkları fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette daha
iyidir. "Ehven-i Şerreyn" (iki şerrin en zararsızı) tercih
edilir." kaidesi de bu gibi naslardan çıkarılmıştır.
FİTNE: Aslı, sözlükte, karışığını almak için
altını ateşe koymaktır. Bundan sıkıntı ve belaya sokmak mânâsında
kullanılmıştır ki burada bu mânâyadır. Yani vatandan çıkarmak gibi, insanları
azaba uğratacak bela ve sıkıntı öldürmekten daha ağırdır. Ölümden daha ağır ne
vardır, demeyiniz. Çünkü ölümü temenni ettiren durum, ölümden daha ağırdır. Bu
sözün gelişinde insanı vatanından çıkarmanın da ona, ölümü temenni ettirecek
fitne ve sıkıntı cümlesinden olduğuna işaret vardır. Şirk küfrü yaymak, dinden
dönmek, Allah'ın yasaklarını çiğnemek, genel sükuneti bozmak, vatandan çıkarmak
hep birer fitnedirler. Müminin -Allah korusun- dönüp kâfir olması,
öldürülmesinden ağırdır. Doğru yola girmiş olan müminlerden bazı kimseler,
Mekke müşrikleri tarafından küfre döndürülmek için azaba uğratılıyor, onlar da,
"Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Hayır onlar
diridirler." (Bakara, 2/154) ilâhî emri gereğince ölmeyi göze alıp
Allah'ın izni ile dayanıyorlardı. Bu şekilde haram ayda ashabdan bazılarını
müşrikler öldürmüşler, bu da müslümanların gücüne gitmişti. İşte bütün bunlar
"Fitne öldürmeden daha ağırdır." prensibinde özetlenerek harb
ilânının sebebi kısaca ifade buyurulmuş ve müslümanlar fitneyi ortadan
kaldırmak için Allah yolunda ya gazi veya şehid olmaya teşvik edilmiştir. Nüzul
sebebi özel ise de söz, fitnenin mahiyetinin, öldürmenin mahiyeti ile
karşılaştırılmasını ifade ettiğinden hüküm geneldir.
Bununla beraber, Mescid-i Haram yanında, Mekke
içinde önce onlar sizinle savaşa başlamadıkça, siz de onlarla savaş etmeyiniz.
Fakat, Onlar sizinle savaşır da sizleri öldürürlerse, siz de onları öldürünüz.
Kafirlerin cezası böyledir.
Hamze, Kisaî, Halef-i Âşir kırâetlerinde:
okunur ki, "Mescid-i Haram yanında onlar sizden birini öldürmedikçe siz de
onları öldürmeyiniz, eğer onlar sizi öldürürse siz de onları öldürünüz."
demektir.
Bundan anlaşılır ki Kâbe haremi ve Mekke-i
Mükerreme içinde taarruz suretiyle öldürmek caiz değildir. İlk vazife yalnız
çıkarmaktır. Fakat orada öldüren, öldürülür. Hatta Mekke içinde bir öldürme
yapan kimse Kâbe haremine sığınırsa orada yine öldürmek caiz değildir.
Çıkarılır da kısas yapılır. "Hani biz Kâbe'yi, insanlar için sevab yeri ve
her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak yapmıştık." (Bakara,
2/125), "Ona giren her türlü tecavüzden emin olur." (Âl-i İmran,
3/97). Fakat Harem-i Şerif içinde öldürme yapan orada öldürülür. Bu emir,
kendinden önceki kısmı tahsis etmektedir.
"Ahkâm-ı Kur'ân"da denilir ki:
"Bir hitapta nâsih ve mensûh bulunamayacağı, tilavet birliği ve iniş
nizamı da bu iki âyetin bir hitapta nazil olduğunu bildirdiği ve aksine sahih
bir nakil mevcut olmadığı cihetle, 'Onları nerede bulursanız öldürün.' ifadesi
kendinden önceki kısmın hükmünü kaldırıcı olmayıp açıklayıcı olduğu gibi bu
nehiy (yasaklama) de 'Onları öldürün.' emrinin tamamını neshedici değil, tahsis
edici olur. Sonra bu nehiy de hiçbir emirle neshedilmiş değildir, muhkemdir.
Gerçi, 'Müşrikleri nerede bulursanız öldürün.' (Tevbe, 9/5) emrinin sonra nâzil
olduğunda ihtilaf yoksa da bunun, 'Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın,'
yasağına bağlı olarak amel ettirilmesi mümkün olduğuna göre neshe delâleti
yoktur. İbnü Abbas, Ebu Şüreyh, Huzâî ve Ebu Hüreyre hazretlerinden rivayet
olunduğu üzere Mekke'nin fethi günü Peygamber (s.a.v.) irâd buyurduğu
hutbede:"Ey insanlar! Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı gün, Mekke'yi
hürmetli kıldı ve o benden önce kimseye helâl kılınmadı. Benden sonra da
kimseye helâl kılınmayacaktır. Bana da ancak bir günün bir saatinde helâl
kılındı ve yine kıyamet gününe kadar hürmetli oldu." buyurmuştur ki bu bir
saat de müşrikler tarafından orada öldürme olayının meydana getirildiği saat
demektir. Bu hadis-i şerif, bu âyetteki mukayyed (şartlı) yasaklamanın muhkem
olduğuna delâlet eder. Buna karşı Rebi' ve Katâde'nin, Peygamber'den bir
rivayet olduğu bilinmediği halde buna mensûh demeleri, kendi ictihadları olmak
üzere kabul edilebilir..." Bu şekilde bu hüküm bakîdir, nesih sabit değildir.
192- Eğer onlar küfürden vaz geçerlerse, Allah
da çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. "Sizi çıkardıkları yerden,
onları çıkarın." kaydının delâletiyle, bu âyetin, Kitab ehli hakkında
olmayıp, Arap müşriklerine mahsus olduğu anlaşılır. Kitab ehlinin vergi ile
boyun eğmesi de makbul olabildiği halde, Arab müşrikleri ya İslâm'a girmeye
veya kılıca mahkumdurlar. Bu nokta şu âyetle delillendiriliyor:
193- Onlarla o şekilde savaşın ki, hatta
fitne, yani şirk ve ayrılık olmasın da, din hep Allah için olsun, yalnız
Allah'a boyun eğilip, itaat edilsin. Halbuki, "Allah katında gerçek din
İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/19). Bu bakımdan, bunlarda gerçek tevhid dini
olan İslâm'dan başka bir din bulunmasın. Fitnenin başı olan şirk kalksın. Bunun
için Peygamber (s.a.v.): "Ben bu insanlarla "Lâ ilâhe illallah"
diyecekleri ana kadar savaşmakla emredildim. Onu dedikleri zaman benden
canlarını kurtarırlar." buyurmuştur.
Diğerleri cizye ile de kanlarını korumaya
sahip olabilecekleri halde, bunlara bu izin verilmemiştir. Bundan başka
özellikle Mekke'de müslümanlardan başkasının ikametine de izin verilmemiştir.
Bundan dolayı, küfürden vaz geçip, İslâm'ı kabul ederlerse, artık zalimlerden
başkasına savaş düşmanlığı yoktur.
194- İyi ama bu savaş, âdete göre muharebenin
yasak olduğu haram aya tesadüf ederse ne olacak? Haram ay, haram aya;
hürmetler, hürmetlere kısastır. Burada hürmet, muhafaza ve saygı gösterilmesi
vacib olan, el uzatılması caiz olmayan şey demektir ki malları da içerir. Bu
atıfta tahsisten sonra genelleştirme vardır. Bu bakımdan: Her kim size
saldırır, hürmet ve masumluğunuzdan bir şey bozarsa, onun size saldırdığı
kadar, yani aynısı olmak şartıyla siz de ona, karşılık olarak saldırınız.
Çünkü, "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür." (Şûrâ, 42/40)
Bir tecavüze karşı ayniyle karşılık vermek tecavüz değil, tecavüzün cezasıdır.
"Kötülüğe ilk başlayan daha zalimdir." Buna tecavüz ve sınırı aşma
denilmesi, fiilin kendisindeki benzerlik dolayısıyla bir müşâkeledir.
Aslında çirkin olan bir şey, böyle bazı şartlar
altında itibarî bir güzellik kazanır. Bundan dolayı ilk başlayanın fiili,
gerçekten ve hükmen çirkin ve sırf zarar olduğu halde, onun tepkisi demek olan
karşısındakine bir hak vermiş olur. Böyle olabilmesi ise benzeri olma şartına
bağlıdır. Benzerine riayet mümkün olmayan hususlarda kısas yapılmaz. Kıymetli
şeyler birbirine takas edilmez. Hukukun derecelerine uymak gerekir. Mesela:
gasbedilen bir şey mevcud ise aynen alınır. Misliyat (aynı şeyler)tan ise, aynı
cinsten misli ile; değil ise malî misli olan kıymeti ile ödettirilir.
Kısaca meşru olan, kayıtsız şartsız karşılık
vermek değil, ayniyle karşılık vermektir. Misle riayet edilmeyince, doğrudan
bir zarar meydana getirilmiş ve zarara zarar ile karşılık verilmiş olur.
Halbuki İslâm'da, "Doğrudan zarar vermek caiz değil, zarara zararla
karşılık vermek de caiz değildir." Fakat zararı ortadan kaldırmak
lazımdır. Zarar ise zarurî olarak misli ile takas edilerek ortadan
kaldırılabilir. Yoksa diğer bir zarar ortaya atılmış olur. Takas demek olan
kısas kelimesi, bu aynı olma mânâsını taşıdığı halde yanlışlık yapılmaması ve
hükümde asıl maksat olduğu gösterilmemesi için sonuç olarak ayrıca da delil
getirilmiştir.
İşte aynı ile olması şart koşulan,
"Hürmetler, hürmetlere kısastır." genel kaidesi gereğince, haram ay
da aynı haram aya takas edilir. Düşmanlar, geçen Hudeybiye senesi Zilkâde
ayında müslümanlara taş ve ok atarak savaşa kalkışmakla bu haram ayın hürmetini
çiğnediler. Bu sene de bunu bahane ederek antlaşma hükmünün yürütülmesine engel
olacakları zannında bulunuyorlar. Siz de buna aynıyla karşılık vererek aynı
Zilkâde ayında savaştan sakınmazsınız. Hasen'den rivayet edildiğine göre, Arab
müşrikleri Hz. Peygamber'e: "Haram ayda savaşı yasaklasan!" demişler.
"Pek iyi!" buyurmuş. Müşrikler, bunu fırsat bilip, haram ay içinde
sözleşmeyi değiştirmeyi kurmuşlar. Bunun üzerine bu âyet inmiştir.
Fakat İbn Abbas, Rebi' b. Enes, Katâde ve
Dahhâk'ten rivayet edildiğine göre Kureyş, Hudeybiye senesi Resulullah'ı
ihramlı olarak haram ay olan Zilkâde ayında, haram belde olan Mekke'den geri
çevirmişlerdi. Cenâb-ı Allah da ertesi yıl yine Zilkâde'de Resulünü Mekke'ye
soktu da umresini kaza ettirdi. Bunu, geçen Hudeybiye senesi meydana gelen men
ve engellemeye takas etti. Nüzul sebebi de bu oldu ki birincisine göre âyet, Mekke'ye
girmeden önce inmiş olup görünürde emir ve inşa ve zımnen (kapalı şekilde)
geleceğe ait vaad ve haberdir. İkinciye göre de girdikten sonra inmiş ve
müşriklere: "İşte bu geçen senekine kısastır." diye açıkça ihbarı
(haber vermeyi) ve bununla beraber haram ayda doğrudan başlama şeklinde
olmaması şartıyla savaşı mübah kılma emrini içine almış bulunmaktadır. Âyetin
gelişi birincisine daha uygundur. Her halde bu âyetler, "kaza umresi
yılı" diye söylenen hicretin yedinci yılında Kâbe ziyareti esnasında inmiştir.
Ancak daha sonra "haram ay âdeti" mutlak olarak neshedilmiş
olduğundan, bu âyetin, haram ayda doğrudan ve ilk olarak harp ilanına izin
vermeyen hükmü, berâe" âyetleriyle kaldırılmıştır. Bunda ittifak vardır.
Bundan başka ayniyle karşılık verme hakkındaki genel hükümleri ise ittifakla
bakîdir.
Bunları yapınız, kendinizi koruyunuz, ve
biliniz ki, her halde Allah, korunanlarla beraberdir. Ayniyle karşılık vermek
caiz ise de kayıtsız olarak korunmanın gereklerinden değildir. Tatbikinde
aynını geçmemek için iyi dikkat ediniz, Allah'tan korkunuz ve en iyi şekil
hangisi ise onu yapınız ve her halde korununuz, müttakî olunuz, korunma
âyetlerini unutmayınız. Bundan anlaşılıyor ki: "Doğrusu Allah
sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) âyeti mutlak değildir. Sabır,
sakınma şartına bağlıdır ve yerine göre dereceleri vardır. Meydana gelmiş
musibetlerle henüz olmamış musibetlere karşı sabrın farkı vardır. Defedilip
kaldırılmasında mümkün olduğu kadar sürat gösterilecek hususlar vardır.
Korunurken de korunma âyetlerinde: "Sıkıntılı ve geniş zamanlarında ve
savaş anında sabrederler." (Bakara, 2/177) ifadesinin kapsamı
unutulmamalıdır. Evlere kapılarından girilmelidir. Şu da hatırda tutulmalıdır
ki, harp ve çarpışma denilen şey, parasız ve malsız olmaz, masraf da ister.
195-Bunun için: Allah yolunda infak da yapın.
Mal hazırlayıp harp ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere vergi, yardım verin. Fakat
yalnız mal kazanmak sevdasına düşüp de, Kendi kendinizi tehlikeye de
bırakmayın. Sadece para kazanma ve istirahat etme sevdasının, insanları,
esirlik istilası ve mahkûmluk gibi büyük tehlikelere düşüreceğini, bu
tehlikenin önüne geçmenin ancak Allah yolunda harbetmek ve harbe alışmakla
mümkün olacağını unutmayın.
Bu âyetin gelişi ve nüzul sebebi, Allah
yolunda harb ve çarpışmadan ve o uğurda mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike
olduğunu hatırlatmak içindir. Tirmizi ve Ebu Davud'da da tahric olunduğu üzere
rivayet ediliyor ki: "Emeviler devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında
bir İslâm ordusu, Kostantiniye yani İstanbul şehrine gaza etmişti. Ebu Eyyub
el-Ensarî hazretleri de bu askerler arasındaydı. Rumlar şehrin surlarına
arkalarını dayamışlardı. O sırada müslümanlardan bir zat, kaledeki düşman
üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören İslâm cemaati: 'Bırak, bırak! Lâilahe
illallah, kendi kendini tehlikeye atıyor.' demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebu
Eyyûb el-Ensarî: 'Ey müslümanlar! Bu âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil
oldu. O vakit ki Allah Peygamberine yardım etti ve dini olan İslâm'ı galibiyete
mazhar kıldı. O zaman biz artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ile
meşgul olalım mı? demiştik. Allah Teâlâ: 'Allah yolunda sarfediniz. Kendi
kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayınız.' (Bakara, 2/195) âyetini indirdi.
Bundan dolayı kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup, onları ıslah
ile uğraşmamız ve cihadı terketmemizdir.' demiştir. Bunun üzerine hiç durmayıp
Allah yolunda cihada girişmiş ve nihayet şehid olup, İstanbul'da
defnolunmuştur."
Ebu Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye
atmanın, Allah yolunda cihadı terketmek demek olduğunu ve âyetin bu hususta
nazil olduğunu haber vermiştir. İbnü Abbas'tan, Huzeyfe'den, Hasen, Katâde,
Mücâhid, Dahhak'tan da böyle rivayet edilmiştir. Bera' b. Âzib ve Ubeyde
es-Selmanî hazretlerinden, "Elleriyle kendini tehlikeye atmak, günah
işlemekle mağfiretten ümidi kesmek" demek olduğu da rivayet edilmiştir.
Bunun, infak karinesiyle: "Harcamada israf edip, yiyecek, içecek
bulamayacak dereceye vararak telef olmak" mânâsına olduğu da söylenmiş,
"Düşmana tesir etmeyecek bir şekilde harbe atılmak" demek olduğu da
belirtilmiştir ki Ebu Eyyub'un itiraz ettiği ve nüzul sebebini söylediği
cemaatin görüşü de bu idi.
"Sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna
engel olmayacağından" ve bu mânâların toplanmasında da çelişki ve terslik
bulunmadığından âyetin tamamına şamil olması da caizdir. Bunun için İmam
Muhammed, "Siyer-i Kebir"inde der ki: "Tek başına bir adam, bin
kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma veya düşmanı kırma ve tesir etme ümidi
varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya düşmanı kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü
müslümanlara bir faydası olmaksızın kendini ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan
kimse ya kurtulmak veya müslümanlara bir faydası bulunmak ümidi olursa
yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümidi olmadığı halde diğer müslümanlara
cesaret versin ve böylece düşmanı tepelesinler diye misal gösterilecek bir
örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur..."
Bu yasaklama sahihtir. Bundan dolayı dine veya
müminlere hiçbir menfaati olmaksızın kendini öldürmek uygun değildir. Fakat kendini
öldürmede dine ait bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir
makam olur ki Ce-nab-ı Allah, Resulullah'ın ashabını bununla övmüştür:
"Allah, müminlerden canlarını ve mallarını kendilerine cennet vermek üzere
satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler."
(Tevbe, 9/111). Yine: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma.
Bilakis onlar diridirler. Rableri yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân,
3/169) buyurmuştur. Ebu Eyyûb el-Ensarî hazretleri de bu makamı göstermiştir.
Bundan dolayı sırf huzura düşkünlükte tehlike bulunduğu gibi, harp bakımından
da tehlike bulunabilir. O da düşmana tesir icra etmeyecek, boş yere bir
müslümanı yok edecek olan husustur.
Müslümanlara faydası olmadığı gibi aksine
zararı bilinirse, o zaman harbe atılmak ve kendini öldürmek hiç caiz olmaz.
Fakat insanlık gafleti, harbi, mutlak bir tehlike zannedebileceği için; bu âyet
mal kazanacağız, rahat edeceğiz diye dalıp, cihadı terketmenin tehlike olduğunu
hatırlatma hususunda nâzil olmuş ve o şerefli makamı göstermiştir. Demek ki
barış tehlikesi, ibare ile; savaş tehlikesi de işaret ile hatırlatılmıştır.
Ey müminler! Bunlara dikkat edin, ve her
hususta iyilikle muamele edin, yaptığınızı güzel yapın, sizden asıl istenen,
iyiliktir. Çünkü, Allah hep iyilik edenleri sever. Bunun için harcamayı da en
güzel şekilde yapın ve herhangi bir kötülüğü, en güzel biçimde ortadan
kaldırın. Aynı ile karşılık vermeyi, daha güzeli mümkün olmadığı zaman yapın.
Kötülüğün cezası kötülük ise de, "Sen kötülüğü en güzel iyilikle bertaraf
et." (Müminûn, 23/96) emri gereğince kötülüğü de en güzel şekilde savın.
Harbi de en güzel sebep, en güzel vasıta kabul edip en güzel şekilde yapın ve
ancak Allah yolunda yapın. Yapın da:
Meâl-i Şerifi
196- Hac ve umreyi de Allah için tamam yapın.
Eğer bunlardan alıkonursanız, o zaman kolayınıza gelen bir kurban gönderin.
Bununla beraber bu kurban, kesileceği yere varıncaya kadar başlarınızı tıraş
etmeyin. İçinizden hasta olana veya başından bir rahatsızlığı bulunana tıraş
için oruç veya sadaka yahut da kurbandan ibaret bir fidye gerekir. Engellemeden
kurtulduğunuz zaman da her kim hacca kadar umre ile sevab kazanmak isterse, ona
da kolayına gelen bir kurban gerekir. Bunu bulamayana ise üç gün hacda, yedi de
döndüğünüzde ki tam on gün oruç tutması lazım gelir. Bu hüküm, ailesi Mescid-i
Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah'ın
azabı gerçekten çok şiddetlidir.
196-Bu âyet de kendisinden önceki kısım gibi
kaza umresi yılı denilen, hicretin yedinci yılında nazil olmuştur.
HACC: "Hâ"nın fethası ve kesresiyle
önceden de zikredildiği üzere sözlükte kastetmek demektir. Fakat mutlak kasıt
değil, büyük ve önemli bir şeyi kastetmektir. Dînen: Tahsis edilen bir zamanda,
tahsis edilen bir yeri özel bir şekilde ziyarettir ki hac niyetiyle, tahsis
edilen yer ve zamanda ihrama girip, Arafat'ta vakfe, sonra Kâbe'yi ziyaret
tavafından ibaret olan mahsus (özel) fiillerdir. İhram, vakfe, tavaf, bu üç
fiil, gerek farz ve gerek nafile haccın farzlarıdır. İhram şart, vakfe ve tavaf
da rükündür. Tahsis edilen yer ve zaman da şartın şartı olan şartlar
cümlesindendir. Buna göre haccın şartları, rükünleri ve bunlardan başka
vacibleri, sünnetleri, müstehabları, yasakları vardır. Şöyle ki:
A) Rükünleri: Vakfe ve tavaftır.
B) Şartları: Sahih olmasının şartı ve
vücûbunun şartı olmak üzere iki çeşittir:
1- Sahih olmasının şartı: Müslüman olmak,
niyet ile ihram, tahsis edilen yer ve zamandır. Hac aylarından önce hiç biri
sahih olmaz.
2- Vacib olmasının şartı: Bu da ikidir:
a- Vacib olmasının kendi şartıdır ki İslâm,
hürriyet, akıl, büluğ, hacca gitme gücü, vakit, İslâm yurdunda bulunmak veya
düşman yurdunda ise haccın farz oluşunu bilmiş olmaktır.
b- Edasının vacib oluşunun şartıdır ki vücut
sağlığı, hissî engeller bulunmaması, yol güvenliği, kadın hakkında iddet
bekleme durumu olmaması, kocası veya bir mahreminin, yanında beraber
bulunmasıdır.
C) Vâcibleri:
1- İhramı mîkattan veya bir sakıncası yoksa
daha önceden giymek,
2- Arafat'ta vakfeyi, güneşin batışına kadar
uzatmak,
3- Müzdelife'de de vakfe yapmak,
4- Safâ ile Merve arasında yedi şavt sa'y
etmek,
5- Sa'yi, ona hazırlık olan bir tavaftan sonra
yapmak.
6- Tahsis edilmiş olan yerde taş atmak,
7- Halk veya taksîr, yani başını kazıtmak veya
saçlarını kısaltmak,
8- Mekke'ye dışardan gelenler için
"tavaf-ı sader" denilen veda tavafı yapmak,
9- Tavafa Hacer'ül-Esved'den başlamak,
10- Tavafı sağdan yapmak,
11- Özrü yoksa tavafta yürümek,
12- Tavafta, cünüblükten ve abdestsizlikten
temizlenmiş olarak bulunmak,
13- Avret yerlerini örtmek,
14- Tavafın yedi şavtından son üçünü yapmak
(ilk dördü farzdır).
15- Sa'ye Safâ'dan başlamak,
16- Kıran ve temettu' haccı yapanlar için
kurban kesmek,
17- Her yedi tavaftan sonra iki rekat namaz
kılmak.
18- Şeytan taşlama ile tıraş olma arasındaki
tertibe riayet etmek.
19- Kurban kesme günlerinde kurban kesmek.
20- Tıraşı yerinde ve zamanında olmak.
21- Ziyaret tavafını, kurban bayramının ilk üç
gününde yapmak. Bu vâciblerden biri terk edilirse kurban kesmek gerekir.
D) Sünnetleri:
1- Kudûm tavafı yapmak, yani Mekke'ye girince
Kâbe'yi tavaf etmek.
2- Kudûm tavafında veya farz tavafta
"remel" yapmak, yani tavafın üç şavtında -devrinde- harp meydanında
savaşa çıkmış pehlivan gibi omuzlarını titreterek yürümek.
3- Safâ ile Merve arasındaki iki yeşil direk
arasında koşmak.
4- Tahsis edilen günlerde geceleyin Mina'da
yatmak.
5- Mina'dan Arafat'a güneş doğduktan sonra,
Müzdelife'den Mina'ya da güneş doğmadan önce hareket etmek.
Bunlardan başka daha birtakım hususlar ki
müstehabları ve edepleri ile beraber tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.
E) Haccın Yasakları: Bu da iki çeşittir:
1- Şahsın kendinde yapmaktan men edildiği
şeylerdir ki cinsi münasebet, saç ve kıl kesmek, tırnak kesmek, koku sürünmek,
başını ve yüzünü örtmek, dikişli bir şey giymektir.
2- Başkasına yapmaktan men edildiği şeylerdir
ki birisini tıraş etmek; gerek Harem ve gerekse Hıll bölgesinde av yapmaktır.
İhramdan çıkıncaya kadar bunların hiç biri
yapılamaz, yapılırsa ceza lazım gelir. Gerçi Haremin ağacını kesmek dahi yasak
ise de bu yasaklık, hacca ve ihrama mahsus değildir. Şâfiî mezhebinde Safâ ile
Merve arasında sa'y ve bir görüşe göre tıraş veya saçları kısaltmak da haccın
farzlarından ve hatta rükünlerindendir.
Haccın şer'î sebebi Beytullah'tır. Çünkü hac,
ona muzaf olur da "Beytin haccı" denir. Beyt ise bir olup tekrar
edilmediğinden hac, müslümana ömründe bir kere fevren, yani ilk imkan senesinde
farz olur. Sonraya bırakma yoluyla farz olup acele edilmesinin daha faziletli
olduğu da rivayet edilmiştir. Bu âyetlerin nâzil olduğu kaza umresi yılında
Peygamber efendimiz, Zilkâdede umre suretiyle Kâbe'yi ziyaret etmiş ve bir yıl
önce müşriklerin engellemeleriyle tamamlayamadığı umreyi bu şekilde kaza
ettikten sonra antlaşmaya göre üç günden fazla Mekke'de kalamayacaklarından
hacdan önce geri dönmüştü.
Ertesi yıl, hicretin sekizinci yılında
Hudeybiye antlaşmasının müşrikler tarafından bozulmasından dolayı, Ramazan-ı
Şerifte hareket edilmiş ve Ramazanın son on gününde Mekke fethedilmiş; Şevval
içinde Huneyn savaşı, Taif kuşatması yapılmış, Resulullah, yine bir umre
yaparak hac vaktinden önce Medine'ye dönmüştür. O sene Mekke'de vali bırakılan
Attab b. Üseyd, Arab geleneğine göre insanlara hac yaptırmıştı. Daha ertesi
hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.) Hz. Peygamber
tarafından hac emiri tayin buyurulmuş, ilk olarak bu yıl İslâmî hac yerine
getirilmişti. Bundan sonra Beyt-i Şerif'in (Kâbe'nin) çıplak olarak tavaf
edilmemesi ve müşriklere hac yaptırılmaması ilan olunmuş ve nihayet hicretin
onuncu yılında bizzat Resulullah, ilk ve son olarak haccı eda etmiş ve hac
ibadetini tamamen öğretmişti... Bu seneye "Haccetü'l-vedâ" denilmiş
ve ertesi yıl Peygamberimiz vefat etmiştir. Bundan dolayı Resulullah'ın yaptığı
bu son haccın, farzı eda için olduğunda şüphe yok ise de öncekilerin farz
olduğu sabit değildir. Bu, "Hac ve umreyi Allah için tamam yapın."
(Bakara, 2/196) emri, haccın aslının farz olduğunu kesin olarak ifade etmeyip,
başlanmış olan herhangi bir hac ve umrenin tamamlanmasının vacib olduğunu ifade
ettiğine göre hac, daha sonra: "Yoluna gücü yeten her kimsenin, o beyti
haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." (Âl-i İmrân, 3/97)
delili ile farz kılınmış ve Peygamber tarafından da ilk imkân senesinde
ertelenmeden yerine getirilmiştir.
Bununla beraber haccın daha önce bu âyetlerle
kaza umresi senesinde farz kılınmış olması düşünülmekte ve bu takdirde
Peygamber tarafından gecikmeli olarak eda edilmiş olması da muhtemel
bulunduğundan haccın farz oluşunun fevrî (tehirsiz) olup olmaması imamlar
arasında ihtilaflıdır. İmam-ı Azam'dan iki rivayet vardır. Birini İmam Ebu
Yusuf, diğerini İmam Muhammed tercih etmiştir. Daha sahih olanı, Ebu Yusuf
rivayeti olan fevrîdir. İmam Mâlik'ten tercih edilen rivayet ise İmam Muhammed
gibi sonraya bırakmadır.
Haccın hikmetine gelince, bunun, dini ve
dünyevi birçok faydayı kapsadığı her türlü şüpheden uzaktır. Bu cümleden olarak
kıble işinde açıklanan, "Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi bir
araya getirecektir." (Bakara, 2/148) ifadesinin yüce kapsamındaki sosyal
birliği fiilen tecelli ettirecek olan en büyük ve en geniş bir kulluk
nişanesidir ki bunun şümûlünün genişliğini, yer küresi üzerindeki hiçbir yerde
bulmak mümkün değildir. Zira Kâbe-i muazzama kadar kutsallığı eski olan hiçbir
tevhid mabedi yoktur. Kâbe'nin, İbrahim milletiyle ilgisi, bütün semavî
dinlerce kabul edilmiş; hatta Hz. Adem'e kadar ulaştığı da rivayet
edilegelmiştir.
Mekke'nin hürmeti, (saygınlığı) ta yeryüzünün
yaratılmasıyla mevcuttur. Kâbe'yi haccetmek, insanlığı bütün esas kökeninden
birleştirmeye yönelik ve buna yardımcı olduğu halde; ondan sonra ortaya konan
mabedler ve yerler nispeten özel oluşlarından dolayı böyle herkesi
birleştirmeye uygun değildir. Hatta bizzat Peygamber'in kabrinin toprağı
Kâbe'den efdal olduğu halde, Kâbe için mevcud olan haccın sebepleri ve
özellikleri bunda bile tasavvur olunamaz. Şu halde Allah nezdinde hacca en
layık olan birlik kıblesinin, herhalde "eski ev" yani Kâbe olduğunda
hiç şüphe yoktur. Bundan başka Kâbe arayanlar, tevhide değil; şirk ve ayrılığa
çalışmış olurlar.
Sonra hac, bir taraftan namaz gibi bedenî,
diğer taraftan zekat gibi malî yönleri içeren toplayıcı bir ibadettir. Aynı
zamanda cihad mânâsını da taşımaktadır. Nitekim bir hadis-i şerifte vârid
olduğuna göre: "Hac, bir cihaddır, umre tatavvu (nafile)dur." Yine bu
münasebetledir ki burada hac meseleleri, cihad emirleriyle beraber nâzil
olmuştur.
UMRE: Sözlükte ziyaret mânâsınadır. Dinî
bakımdan ihram, tavaf, sa'y, sonra da tıraş olmak veya saçları kısaltmaktan
ibaret olan özel bir ziyarettir. Umre, küçük bir hac demektir ki ihram şartı,
tavaf ve sa'y rükünleri, tıraş olmak veya saçları kısaltmak vacibidir. Demek ki
bunun hacdan mahiyet itibariyle farkı; vakfe rüknünün bulunmaması, sa'yin rükün
olmasıdır. Hüküm itibariyle farkı da hac farzdır; umre ise farz değil, nafile
bir ibadettir. Bununla beraber göreceğimiz üzere bunun da farz olduğunu
söyleyenler vardır. Şimdi bir senenin hac aylarında, hac ile umrenin birlikte
yapılması veya yapılmamasına göre haccın üç çeşidi vardır: bunlar da ifrad
haccı, temettu' haccı ve kıran haccıdır.
a) İfrad haccı: Mekke'ye dışardan gelenlerin,
mikattan yalnız hac niyetiyle ihrama girip, kudûm tavafını yaptıktan sonra
hacla ilgili fiiller bitinceye kadar Mekke'de ihramlı olarak kalmalarıdır.
Bunda umre bulunmayıp bir tek hac yapılmış olduğundan buna müfrid haccı veya
ifrad haccı denir. Mekke'ye dışardan gelenlerin, ihramsız geçmeleri caiz
olmayan mikat yerleri beştir: Zülhuleyfe, Zati ırk, Cuhfe, Karn, Yelemlem'dir.
b) Temettu' haccı: Mikattan umre niyetiyle
ihrama girip, umre için tavafı ve sa'yi yaparak tıraş olup ihramdan çıkmak;
sonra Mekke'de bir Mekke'li gibi kalıp, nihayet terviye gününde hac için
haremden ihrama girerek haccı tamamlamak ve kurban kesmektir. Uzun süre ihramda
kalmamak için umreden bu şekilde istifade edildiğinden dolayı buna temettu'
haccı adı verilmiştir.
c) Kıran haccı: Mikattan hem umre ve hem de
hac, ikisine birden niyet ile ihrama girip, Mekke'ye varınca önce umre için
tavaf ve sa'y, sonra hac için kudûm tavafı ve sa'y etmek, daha sonra ihramdan
çıkmaksızın sonuna kadar hac fiillerini yapmak ve kurban kesmektir. Cahiliye
devrinde umre ile haccın, hac aylarında birlikte yapılması caiz değildi. Bu
âyet, bunların meşru olduğunu açıklamak için nazil olmuş ve şükranesi olmak
üzere kurbanı da vacib kılmıştır. Şöyle ki:
Yukardaki emirleri yerine getirin. Allah için
hac ve umreyi de tamamlayın. Yani isterse nafile olsun, hac ve umreden birine
veya ikisine başladınız mı tamamlayın, eksik bırakmayın. Yahut da tamam olarak
icra edin. Ne başından, ne de sonundan hiçbir eksik bulunmasın.
Geçen Hudeybiye senesi umreye başlanmış, fakat
müşriklerin harbe kalkışmaları üzerine tamamlanamamıştı. Onun için bu sene hem
onun tamamlanmasiyle kazası emredilmiş, hem de bu münasebetle inkişafa hazır
bulunan haccın meşru kısımlarına da işaret buyurulmuştur. "Amellerinizi
iptal etmeyin!" (Muhammed, 47/33) yasağında da açıklanacağı üzere genel
olarak nafileler bile başlamakla farz olur ve eksik bırakılırsa kazası lazım gelir.
Bundan anlaşılır ki bu tamamlama emrinde henüz haccın veya umrenin doğrudan
vacib olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Hac, bundan sonra "Beyt
(Kâbe)i haccetmek, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." (Âl-i İmrân,
3/97) nassı ile farz kılınmış ise de, umrenin doğrudan vacib olduğuna dair bir
nas yoktur. Fakat birçok âlimler ve tefsirciler umrenin de vücûbunu, yani farz
olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Âişe, İbnü Abbas, İbnü Ömer, Hasen-ı
Basrî, İbnü Sîrîn, umre vacibdir demişlerdir. İmam Şâfiî de bunu tercih etmiş
ve tamamlamanın vacib oluşunun, aslın vacib oluşunu gerektireceği görüşüne
sahip olmuştur. Bunun tersine Abdullah b. Mes'ud, İbrahim Nahaî ve Şa'bi'den
umrenin "nafile" olduğu rivayet edilmiştir. Mücâhid de: "Allah
için hac ve umreyi tamamlayın." ilâhî sözünde "Biz hac ve umre ile
emrolunmadık." demiştir. Aynı zamanda tamamlamanın mânâsında da seleften
çeşitli rivayetler vaki olmuştur.
Hz. Ali'den, Said b. Cübeyr'den ve Tavus'tan
rivayet edilmiştir ki: "Tamamlanmaları, ehlinin evinden bunlar için ihram
etmektir." demişlerdir. Mücahid: "Tamamlanmaları, bunlara girdikten
sonra sonlarına ermektir" demiştir. Said b. Cübeyr ile Atâ:
"Tamamlanmaları, bunları sonlarına kadar Allah için yerine getirmektir.
Çünkü ikisi de vacibdir." demişlerdir. İbn Ömer ile Tavus'tan:
"Tamamlanmaları, ifradlarıdır." diye rivayet edilmiş, Katâde de:
"Umreyi tamamlamak, umreyi hac aylarının dışında yapmaktır."
demiştir.
Görülüyor ki, bunların aslı ilk plânda iki
mânâya yöneliyor: Birinde "Başladığınızı tamamlayın." demek,
diğerinde de gerek başından ve gerekse sonundan tam yapın demek oluyor. Bir de
tam yapmanın şeklinde ihtilaf edilmiş bulunuyor. Birinci mânâda doğrudan vücub
ihtimali yoktur. Fakat ikinci de vacib olması da olmaması da muhtemeldir.
Halbuki farziyet yani kesin vücub, ihtimal ile sabit olamayacağından, bu
âyetten hac ve umrenin farz olduğunu anlamak mümkün olamaz. Bunun için Hanefi
mezhebinde umre ayrıca farz olan bir ibadet değildir. Hac da dahil, hayır ve
nafile kabilinden bir ibadettir. Her nafile gibi başlamakla vacib olup
tamamlanması lazım gelir. Gerçekte umreye "hacc-ı asgar" (küçük hac)
denir. Böyle olduğu halde büyük hacda dahil olmayan müstakil bir hac farz
olsaydı iki hac farz olması gerekirdi. Halbuki Akra b. Habis: "Hac her sene
midir, yoksa bir kere midir, ey Allah'ın Resulü?" sorusuna cevaben
Resulullah'ın: "Bir keredir, fazlası nafiledir." buyurduğu sabittir.
Yine Câbir hadisinde: "Umre kıyamet gününe kadar hacda dahildir." ve
"hac, cihad, umre nafiledir." diye rivayet edilmiştir. Bundan dolayı
umrenin doğrudan vücubuna kesin delil bulunmamakla beraber, vacib olmadığına
dair sahih haber de vardır.
Fakat gerek hac ve gerekse umreye nafile
olarak da başlanmış olsa, bütün nafilelerde olduğu gibi başlamak ve gerekli
kılmakla vacib olacaklarından tamamlanmalarının farz olduğunda da şüphe yoktur.
Bu bakımdan: İhramdan sonra ihsar meydana gelir, zorlayıcı bir engele tutulup,
hacdan veya umreden kalırsanız , kurban cinsinden kolayınıza gelen bir şey
lazımdır.
HEDY ( ): Deve, sığır, davar cinsinden Beytullah'a
hediye edilen kurbanlıkların ismidir ki en azı bir koyun veya keçidir.
"Büyük baş hayvan"ın yedide biri de yeterli olur, ... ve gibi
tekiline de "hedye" denir.
İhsar, sözlükte mutlak men (yasaklama)
mânâsınadır. Dini bakımdan, ihramdan sonra şer'î bir özürle haccın vakfe ve
tavaf iki rüknünü de yerine getirmekten veya umreden menedilmiş olmaktır.
Âyette ihsar, mutlaktır. Bundan dolayı gerek düşmanın engellemesi, gerekse
kırıklık gibi bir hastalık ve topallık gibi bir sakatlık veya harcanacak malın
kayboluşu yahut da kadın hakkında mahreminin bulunmaması engellerinin
alıkoyması da ihsardır.
Fakat İmam Şâfiî, nüzul sebebi dolayısıyla
yalnız düşmanın engellemesine tahsis etmiştir. Başlanmış olan hac ve umrenin
tamamlanmaları vacib olunca, ihramdan sonra ihsara uğrayanların, bunları
tamamlamadıkça en azından bir sene ihramdan çıkamamaları gerekeceği, bunun ise
pek zor bir iş olacağı için kolaylaştırma bakımından ihsar halinde meşru olarak
ihramdan çıkabilmek üzere kurban göndermek vacib kılınmıştır. Fakat, kurbanlık,
varacağı yere ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz. Yani ihramdan
çıkmayınız. Bundan dolayı ihsara uğrayan ihramlı bir kimse, ihramdan çıkmak
isterse Harem-i Şerife kolayına gelen bir kurban gönderir. Gönderdiği kimse ile
bir gün kararlaştırır. O gün gelip de kurbanının kesildiği zannı hasıl olduğu
zaman başını tıraş edip ihramdan çıkabilir. Çünkü kurbanın varacağı yer,
"Kâbe'ye ulaşacak bir kurbanlık." (Maide, 5/95) ifadesinin
delaletince Harem'in içidir. Abdullah b. Mes'ud, İbn Abbas, Atâ, Tavus,
Mücâhid, Hasen, İbn Sîrîn bu görüştedirler. Hanefilerin ve Süfyân-ı Sevrî'nin
görüşleri de budur. Fakat İmam Mâlik ve Şâfiî, ihsara tutulan kimse için
kurbanın varacağı yerin, ihsar yeri olduğunu ve yerine ulaşmasının da o mevkide
kesilmesinden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir. Kur'ân'ın zahirine aykırı olan
bu mânâya gitmelerinin sebebi de Hz. Peygamber'in Hudeybiye ihsarında kurbanını
bulunduğu yerde kesmiş olmasıdır. Hudeybiye mevkii ise Harem'in dışında Hıll
kısmındadır. Fakat Hudeybiye'nin bir tarafı Hıll, bir tarafı Harem'dir.
Resulullah'ın konak yeri Hıll'de, namazgâhı da Harem tarafındaydı. Yani ihsar
yeri, Hudeybiye'nin Mekke altına doğru olan tarafıydı ki burası Harem
bölümündendir. Resulullah'ın kurbanını Harem'de boğazlamış olduğu da Zühri'den
açıkça nakledilmiştir. Bu bakımdan âyetin nassını, zahirinin aksine yorumlamaya
gerek yoktur. Demek ki her iki takdirde kurban kolay gelmezse, kolay gelinceye
veya tavaf edinceye kadar ihsara tutulan kimse, ihramında kalmaya mecbur olacaktır.
Kurbanlık gönderen de yerine ulaşmadan önce tıraş olamayacaktır. Ancak, ihramda
bulunan sizlerden gerek ihsara tutulmuş ve gerekse tutulmamış herhangi biriniz
tıraşa muhtac olacak derecede hastalanır, yahut başında kehle (bit) ve yara
gibi bir eziyeti bulunur da vaktinden önce başını tıraş ederse, ona da oruç
veya sadaka yahut da kurban, bu üç çeşidin birinden bir fidye vacib olur.
Bunun nüzul sebebi, Ka'b b. Ucre hadisesi
olmuştur. Meşhurdur ki Hudeybiye senesi Resulullah Ka'b b. Ucre'ye uğramış, başının
bitlendiğini görmüş, "Galiba bitlerin sana eziyet veriyor?" diye
sormuş. "Evet, ey Allah'ın Resulü" deyince: "Tıraş ol da üç gün
oruç tut veya altı yoksula bir fark hurma tasadduk et yahut da bir koyun kurban
kes." diye emretmişti. Bir fark, üç sa'dır. Bu hadisin bir rivayetinde
altı sa' tabiri vardır ki bu daha uygundur. Nüzul sebebi ihsar ve kehle (bit)
eziyeti olmakla beraber, âyetin mânâsı ihsara tutulan, tutulmayan, her türlü
hastalık ve eziyet hususunda geneldir. Hastalık ve eziyet, baş tıraşına muhtaç
kılabileceği gibi, elbiseye ve koku kullanmaya da ihtiyaç duyurabilir. Bu
şekilde hüküm, ihram hâlindeki hac yasaklarının hepsini içine alarak fidye
şartıyla ruhsatı kapsar ki geniş açıklaması fıkıh kitaplarındadır. Sonra
ihsardan emin olduğunuz, yahut güven ve genişlik içinde bulunduğunuz zaman, her
kim hac zamanına kadar umre ile istifade etmek, yani umreyi hacla birleştirerek
kıran haccı yapmak veya umre ihramından çıkmakla hac ihramına kadar serbest
kalmak ve ihram yasaklarından yararlanmak suretiyle temettu' haccı yapmak
isterse, bu temettu' sebebiyle kurban çeşitlerinden kolayına gelen bir şey
vacibdir. Yani kıran haccı veya temettu' haccı yapanların, kurbanlık gönderip,
sonunda bir kurban kesmeleri vacibdir.
Bu kurban, İmam Şâfiî'ye göre zorlama kanıdır,
sahibi yiyemez. Çünkü ona ve İmam Mâlik'e göre ifrad haccı, temettu' ve
kırandan daha efdaldir. Onun için bu kurban, umre ile haccın birlikte
yapılmasından doğan eksikliği telafi içindir. Fakat biz Hanefilere göre bu
kurban şükür kanıdır. Çünkü aslında kıran, temettu'dan; temettu' da ifraddan
daha efdaldir.
Böyle cahiliye adetini nesheden kıran veya
temettu' suretiyle iki ibadetin birden edasına muvaffak olmak, ayrıca şükrü
gerektiren bir nimettir ve kurban bunun içindir. O halde bundan sahibi de
yiyebilir. Bu ihtilafın sebebi de "veda haccı"nda Resulullah'ın
haccının, hangisi olduğu hakkındaki rivayetlerin farklı oluşudur.
Bu konuda en büyük, en güzel ve en kapsamlı
esas, Sahih-i Müslim'de, İbnü Ebî Şeybe, Ebu Davud, Neseî, Abd b. Hamid, Bezzar
ve Dârimî Müsnedleri gibi diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere
Cafer-i Sadık hazretlerinin babası vasıtasıyla Cabir b. Abdullah (r.a.)
hazretlerinden gelen sahih rivayettir. Geniş bilgi için yerine ve bu cümleden
olarak Hanefi fıkhından Hidaye şerhi Fethü'l-Kadir'e müracaat edilebilir.
Bundan dolayı her kim kurbanlığı bulamazsa, üç
gün hacda, yedi de döndüğünde oruç tutması gerekir. Hacdaki hac ayları içinde
tutulur ki müstehab olan Zilhiccenin yedinci, sekizinci ve dokuzuncu
günleridir. Dönüşteki de hac fiillerini bitirince ve Şâfîi'ye göre ailesine
kavuştuğunda tutulmalıdır. İşte kurban yerine geçecek olan bu oruçlar, toplam
itibariyle tam ondur. Sakın ikisine de ihtimali vardır veya muhayyer
bırakılmıştır, şeklinde üç veya yedi gün yeter zannedilmesin. Anlatılan
temettu' veya Şâfiî'ye göre kurban hükmü ve oruç, ailesi Mescid-i Haram
civarında oturanlardan olmayan kimseler içindir. Bunlar, oturdukları yer mikat
dışında olan ve Mekke'ye uzaktan gelmiş bulunanlardır. Çünkü mikat halkı ve
onlardan beridekiler, Mekke'ye ihramsız girebildikleri için Mekke halkı
hükmündedirler. Mekke'den çıkanlar da mikatı geçmedikçe, Mekke'ye yine ihramsız
dönebilirler. Bundan dolayı Mescid-i Haram civarında oturanların gerçekten ve
hükmen dışında bulunanlar, mikatın gerisinde bulunan âfâkiler demek olur.
Fakat İmam Şâfiî bunları, Mekke'de namazları
seferi kılacak kadar bir yolculuk mesafesinden gelenler; Tavus, Mekke haremi
dışından olan Hıll halkı; İmam Mâlik de Bizzat Mekke halkının dışındakiler diye
anlamışlardır.
Kısaca kıran ve temettu' haccı, mikat dışında
oturan halktan bulunan ve Mekke'ye ihramsız girmeleri caiz olmayan âfâkiler
hakkındadır. Âfâki olmayan Harem ve Hıll halkı ancak ifrad haccı yapmalıdırlar.
İşte hac ve umreyi böyle Allah için
tamamlayınız, ve Allah'a isyandan sakınınız, özellikle hac işinde son derece
takva sahibi olunuz, ve biliniz ki, Allah'ın azabı pek şiddetlidir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Bakara Suresi 2 - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.