Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Ali İmran Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
3-AL-İ İMRAN:
1-2-Ya Muhammed! Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi
belle, iyi anlat! O yüce Allah, öyle bir hak mabuddur ki, ondan başka
tapınılmaya değer, tapınılmayı hak etmiş, ilâh denilecek, kulluk edilecek
hiçbir şey yoktur. Çünkü O, hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan, zeval bulmaktan
münezzehtir, ölmez. Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd (varlığı
zarurî) olan ve herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan, kayıran
ve doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O'dur. Bununla
beraber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur. Üstelik hayy
ve kayyûm olan yalnızca O'dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy ve kayyûm olmalıdır.
Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh değildir. Onlara ilâh demek,
mabudluktan, tanrılıktan hisse vermek Allah'ı inkar olur, küfür olur.
Bu "Elif, Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat
çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde hem vasıl sûretinde okunur, yani,
genellikle ikinci "mîm"in fethi ve Allah lafzına vaslı ve bununla
beraber vakıf halindeki gibi birinci "mîm"in medd-i ârız halinde tûl
veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca'fer kırâetinde sekit vardır ki, ne tam
vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde bile tek
başına müstakil bir âyet olmadığı da söylenmiştir. Dilciler ile tefsirciler bu
okunuş tarzıyla ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat
mânâ bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle
vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar diğer
hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl hali burada
bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna ve bundan dolayı da
"Âyete'l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi demek olduğuna
işaret var gibidir. Bunun bir ismi "Sûre" ve Bakara Sûresi'nin bir
ismi de "Sûretü'l-Kürsî" olduğuna, ve Âyete'l-Kürsî'nin de en büyük
âyet olduğuna göre; ayrıca bunun İlâhî isimlere işaret olması hakkındaki
rivayetlerin bütünü birden göz önünde tutulunca, bunların hepsi bu ima ve
işareti destekleyebilecek emarelerden sayılabilir. Kur'ân ilâhî ilmin ve ilâhî
saltanatın parlak bir şekilde tecelli ettiği yerdir. Âyete'l-Kürsî de o ilmin,
o saltanatın en güzel ve en veciz bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in
Kur'ân'ın ismi olmasına da mâni değildir. Bunda her şeyin Allah'a döneceği
temel inancının da bir ifadesi vardır. Zaten müteşabihatın da en büyük nüzul
hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bu
hece harfleri Hz. Muhammed'in kulağında çınlamaya başladığı zaman en önce ilâhî
Kürsî'den gelen hak âyetlerini tebliğ ediyordu. Bu sûrenin hedeflerinin en
başında geleni, müteşabihatın muhkemata irca edilmesi esasını anlatmak ve
böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve sapmalardan korunma gereğini öğretmek
olduğuna göre, ta başında Allah'ın birliğini ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken
nazmı müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline bir misal vermiş olması, onun
hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî kitaplar arasında müteşabihatı
pek çok olan Tevrat ile İncil'in, kendilerinden sonra son Peygamber'e indirilen
ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası) olan Kur'ân-ı Azîme,
Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz olmayacağını, çünkü bunun
muhkemat karşısında müteşabihata uymak sûretiyle Hakk'ın âyetlerini inkâra ve
küfre sebebiyet vereceğini, küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu açıklaması
ne kadar belağatlı ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara Sûresi'nin
son âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan bu Âl-i İmran
Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve galip gelmiş,
insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek için inançta tevhid,
ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk ve temel şart olduğunu
hatırlatmak ve diğer taraftan hıristiyanların ilâhî tenzihe aykırı olarak bazan
Allah, bazan Allah'ın oğlu, bazan da üçün üçüncüsü sonra da bütün bunların
hepsi diye tanrılaştırdıkları, Yahudilerin de Peygamberlerin nezahet ve
iffetine saldırıp, sövüp saydıkları ve çamur atmaya kalkıştıkları Hz. İsa
meselesinin ayıklanıp çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden önce
Allah'ın birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların hidayeti için
kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda bulunmuştur.
Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî kitapların hepsini anlamak ve
onların tefsirinde öncekileri sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca
usulünü öğretip, bunların aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini
yerli yerine oturtmuştur.
3-4- Ey Muhammed! Allah, sana bu kitabı, hak
ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikatı içermiş olarak, önündekileri tasdik etmek
üzere hakikatın gereklerine ve olayların akış şekline göre peyderpey
indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa Tevrat'ı ve
İncil'i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidayet içindir. Böyle buyurmakla
ilâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun olarak
peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ilk defa ortaya
çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur'ân'ın hakikatı tasdik olunmayınca
önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemiyeceğini, bundan dolayı
da Hz. Muhammed'in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki peygamberlerin de
hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şahit bulunamıyacağını, o zaman da
insanların delalet ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur'ân'ın ve Hz.
Peygamber'in mucizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu açıkça
bildirmek için de bu hükmü O, Furkan'ı da indirdi kısmı ile nass olarak karara
bağlamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in, daha önceki kitapları ve
gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli yönlerden
gerçekleşmiştir:
Birincisi: Önceki kitaplar ve daha evvel
gelmiş olan peygamberler, ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber
veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını ilerdeki böyle bir kemâl
hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in peygamberliği
ortaya çıksaydı, onlar batıl bir fikir veya hayal üzerine kurulu anlamsız bir
ideoloji üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş vaatlerle halkı kandıran, yalan
ve yanlış fikirlerle insanları oyalayan, aldatan yalancılar durumuna
düşerlerdi. Kur'ân'ın gelmesiyledir ki, daha önceki devirlerde bir ideoloji
halinde yayılmış olan bu gayb haberlerinin, ancak bu sayede bir vahiy haberi ve
Allah'dan gelen bir hak bilgi olduğu gerçekleşmiştir. Ve böylece Kur'ân,
yalnızca Hz. Muhammed'in peygamberliğini değil, bunun içinde zımnen bütün
önceki peygamberlerin peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bir furkan-ı
mübîn olmuş ve Allah'ın bütün kitapları, bütün peygamberleri arasında
karşılıklı olarak birbirlerini tasdik ettikleri ve birbirlerine şahadet
getirdikleri konusunda bir tekamül ve işbirliği, bir dayanışma bulunduğu
kurumlaşmıştır. Ve hepsinin başında "Allah onlardan bir kısmına yüce
dereceler vermiştir." (Bakara, 2/253) âyetinin delaletince peygamberlerin
sonuncusunu tayin eden bir ilâhî ferman şeklinde gelmiştir ki, Bakara
Sûresi'nin birinci cüzünde tasdikin en çok bu anlamı, bu yönü üzerinde
durulmuştur.
İkincisi: Kur'an, önceki kitapların iman ve
Allah'ın birliğine davet eden, adaleti ve ihsanı emreden, peygamberlerin ve
eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin, haber ve eserlerinin başka başka
olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek
ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince
zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin özelliklerine uygun düşecek
şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine yarayacak hükümleri ve şer'î
ayrıntıları yeniden tanzim ve ta'dil ederek hak dini, bütün zaman ve mekanlarda
ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında geçerliliğini sağlayan geniş
kapsamlı bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece ilâhî kitapları öncekinden
sonrakine aralıksız olarak birbirlerinin tasdikinden ve yürürlük alanından
geçirerek süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini hakkıyla kendi uhdesine
almış ve yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan Kur'ân'ın
şehadeti ile tasdik edilmedikçe ne peygamberliklerinde, ne de o kitapların
delaletlerinde hak oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş devirlerde yaşamış
olan önceki peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz ve tefrik açısından son
tasdik mercii Hatemü'l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Hakim'in,
muhkem âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, Fıkıh Usûlü ilminde şu
teşriî kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin şerîatleri bizim de
şerîatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdik edilmiş olarak
nakledilmek şartıyla."
Hasılı Allah, Furkanı da indirmiş, hakkı
batıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını tayin etmiş; alâmetler,
işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her birinin hükmünü, gerekli
sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi ve denetimi demek olan
kayyûmiyetiyle iradesi ve meşiyeti altına almıştır. Bundan dolayı şüphesiz ki,
böyle hakkı batıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan ve hak yolu gösteren, aklî
ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler,
özellikle de Allah Teâlâ'nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine veya
peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de kesinkes
şiddetli bir azaba mahkumdurlar. Hakkı batıldan ayırd eden Allah, zillet
şaibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah'dır ki, O'nun
dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür ve
yerine getirir. İradesine karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecavüz edenleri
mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hilmiyle mühlet
verse bile, bir gün gelir onları tuttukları batıl yolda akla hayale gelmez
felaketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez.
Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri,
eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet,
adalete zulüm, cehle ilim, ilme cehalet, nura zulmet, zulmete nur diyenler bu
yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri çekerler ki,
bütün bunlar Allah'ın intikamının eserleri demek olur. Tek ümid ve tek sığınak
olan Allah'ın nimet ve rahmetine ermek için Allah'a doğru gitmelidir. Hak ve
hakikatın kanunlarını tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazaba mahkum
olurlar.
İzzet ise zilletin tamı tamına zıddıdır,
intikam da nimetin zıddıdır. İntikam "nikmet" kökünden olup, güç
göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek; ona öldürmekten aldığı tadı, acı
çektirerek ödetmek demektir ki, Türkçe'de "öc almak" diye tabir
olunur. Affın zıddıdır. Allah, gerçi affedici ve bağışlayıcıdır, hâlim, gafur,
raûf ve rahîmdir; küfür ve isyandan sonra bile tevbe edip hakkı kabul edenleri,
hakka dönenleri, iman edip kendisine sığınanları affeder ve bağışlar. Fakat
hilmin, affın ve bağışlamanın hayır ve kemal olması, hak ile batılı eşit
tutmak, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmak gibi geniş kapsamlı bir
kötülüğe sebep olmaması şartına bağlıdır. Hakk'a iman edip, kötülüğü kötülük
bilerek yaptığı fenalıktan dolayı yüzü kızaracak ve bu duygunun itmesiyle
günahlara tevbe edecek olanlara karşı affedici olmak ve hilimle davranmak hayır
ve rahmet olursa da affa uğradıkça şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan zevk
alan ve gittikçe daha çok haksızlık yapacak olanlara karşı affedici ve
bağışlayıcı olmak, onlar hakkında iyilik değil, katıksız kötülüktür. Onun
yaptığı fenalıklara ortak olmak ve teşvikçi olmak demek olur ki, bütün hukukun
ve her türlü hayrın mercii ve yöneticisi kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm'in
izzeti,adaleti ve rahmeti böyle bir zilletten münezzehtir. Bunun için asr-ı
saadette bir Arap şairinin şu beyti, Resulullah'ın da beğenisine mazhar
olmuştu:
"Herhangi bir hilmin saflığını
karışıklıktan, duruluğunu bulanıklıktan koruyacak önlemleri yoksa o hilimde
hayır da yoktur".
Hakka ve iyiliğe sevgi duymanın derecesi,
batıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle orantılıdır. Zaten afv ve
bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü yetenlerden sadır olduğu
takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey, hüküm giymiş ve sabit olmuş
olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı gerektiren bir suçu hiç
işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü yetmeyen bir zavallının
"haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen her
halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ hayır
ile şerrin bütün ilkelerine hakim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye eden,
kötülük ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla gideren, izale eden bir hayy ve
kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himayecisi, her hayırlı ümidin
mercii olan bir hak mabuddur. Binaenaleyh mabudları zelil olanların kendileri
de zelil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler
bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre
karşı intikama kâdir olan tanrı istemeyiz." diye hakkı inkâr ve batıla
ilân-ı aşk ederler de kendi mabudlarını aciz ve zelil, harîm-i ismetine ve
hakkına tecavüz olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma
düşürürler. Kötülükleri önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi
isteğine göre sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı
güzelliğinden bir ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı
tanrı görmek isterler. Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi,
sonraki hıristiyanların Hz. İsa'yı böyle bir bebek, anası Meryem'i böyle bir
sevimli bâkire, Cenab-ı Allah'ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı
âdemoğullarını, ataları Âdem'den kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir
türlü çare bulamamış ve nihayet oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş,
kendini ve oğlunu feda edip kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye
karşılığında kendisine tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce
oğlunu tekrar diriltip göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için
nelere katlanmış; kendisini ve oğlunu feda etmeye razı olmuş, çaresizlik ve
zorunluluklar karşısında fedakârlığın en büyük örneğini göstermek için, en
büyük iyiliği oğlu ile birlikte kendini de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok,
yok var olmuş durumunda ihtiyar bir baba farz ederek bir inanç ortaya
çıkmıştır. Buna göre, O bir var, aynı zamanda yok; fani, aynı zamanda bâki;
aciz, aynı zamanda kâdir; bir, fakat aynı zamanda üç; üç, fakat aynı zamanda
bir mâbûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç öğeden mürekkep üçlü bir
tanrı inancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selamete ermek için aklı ve
nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı yapmanın bu
imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki, bütün bunlar mabud ve
kulluk fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen ve naklen zahir ve
bahir olan Hakk'ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her şeyden önce
insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir zaruret
kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra da o günahın
her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya cezalandırılması
kabil değilmiş de büyük bir felaketi gerektiriyormuş olduğunu itiraf
eylemektir. Ayrıca bu cezadan ve felaketten kurtulmak için yegâne çare olmak
üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine sahip
bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve böylelikle
ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya günah işleyip, kendi
yaptığı günahların cezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya yükletmek
demektir.
İşte Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü ilah)
inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir, yani
hak mabud olan Allah'ın bazı önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan veya
birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammasıdır. Hz. İsa hiçbir zaman
Allah hakkında böyle bir inanca davet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun
peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mucizeler
göstermesi, akılları ve teknikleri aciz ve hayran bırakacak şekilde ölüleri
diriltip, hastalara şifa vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz
yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip,
ilk hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimatına uyulacak ve Allah'ın birliği
inancı üzere yürünecek yerde bir müddet sonra bu mucizeler ve bu harikalar
şüphelerle dolu esrarengiz ve içinden çıkılmaz bir muamma haline sokularak ve
İncil'de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen (baba) eşanlamlı ve
müteşabih isminin (gerçek baba) mânâsına tevil edilip bunun arkasına düşülerek
ve bu anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilave olunarak, İsa'nın
insanüstü ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber
fanî olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binaenaleyh
yoklukta birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis
edilmek gerektiği tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola
sapılması, Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir
tahrif olmuştur ki, bunun başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercemelerindeki
tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani
teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir,
müteşabihata uymak suretiyle ictihada bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir
batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil'in metnine ve âyetlerine
önem vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil
nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun
müteşabihatıyla oynarlar.
İncil'de Cenab-ı Allah'a "baba"
denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil de dahil olmak üzere bütün
semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde ittifak edip
birleştikleri bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah Teâlâ'nın
"Yaratan" olması ve maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi
kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu
inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan girmiş olabileceği görüşündedirler. Bu
ise gerçek illiyet ve sebebin ancak üreme ve sudur yoluyla olması nazariyesinin
tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden
kurtulmak ihtimali bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı adi
illetler için geçerli olabilirse de gerçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ' etme
demektir. Bundan dolayı İncil'de Cenab-ı Allah için kullanılmış olan
"eb" kelimesi, gerçek anlamıyla "valid" (baba) demek
olamıyacağı için "yaratan ve var eden" demek olduğu her din mensubu
gibi Hıristiyanlar için de her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması
gerekirdi. Elbette düşmanları tarafından durmadan ve sürekli olarak
"babasız" diye itham edilmek istenen Hz. İsa'ya, bu kelimenin
kullanılmasına müsaade buyurulması onun hakkında Allah'ın bir rahmeti ve özel
bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. İsa'nın "babam" dediği
zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda da hiç şüphe
yoktur. Binaenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabihata uyarak bu kelimeyi bu
kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek "baba"
mânâsına te'vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle
bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.
İşte Kur'ân, Allah'ın zatı ve sıfatları
hakkında aklen ve naklen sabit ve apaçık bulunan ve bu meseleyi temelden çözüme
kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara Sûresi'nden özetliyerek bir belge
halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı olan batıl görüşleri ayıklamak ve bu
arada hıristiyanların böyle Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı reva
gördükleri tecavüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle ve temeldeki
yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal gayesiyle
de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezahet ve vakarıyla
bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha da geniş
tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür kavramı
altında birleştiğini özetle göstererek şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin
varacağı sonucu açıklamıştır.
Mabud, kelimesinin anlamını çirkin ve
yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkematı inkâr eylemek, ilk günahı
bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd yani bedene
bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa
erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin hepsine
karşı hakkın bir kılıç darbesi olan furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin
sonuçta mutlaka yenilgiye uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. Fakat
şu da iyi bilinmeli ki, hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara hidayet
veren ve mutlak anlamda güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten
aşağılık, ahlâksızca, çirkin, cahilane, haince bir intikam değil, savunması
yapılabilir cinsten bir intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, hikmet ve izzet
olan ve sonsuz bir kudretin ve iradenin gereği bulunan ve hiçbir noktada
cehaletle ilişkisi bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır.
5-Zira muhakkak ki ne yerde, ne de gökte
cüz'î, küllî, maddî, manevî, derûnî ve âfakî hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz,
hepsi O'nun bilgisindedir. Hatta bütün kâinatta herhangi bir şeyin
haddizatında, hangi durumda ve hangi tavırda varlığı Allah'a göre ayniyle bilgi
konusudur. İlâhî ilim, beşer cinsinde olduğu gibi; misallere, tasavvurlara
dayalı bir gölge, izafî ve sonradan elde edilmeye dayalı bir ilim değildir, bütün
varlığın üzerine kurulu bulunduğu ezelî bir ilimdir.
6-Ey insanlar! Allah, öylesine ilim ve kudret
sahibi bir yaratıcıdır ki, sizi ana karınlarında, ana rahimlerinde nasıl
dilerse öylece şekillendirir. Hangi surete isterse ona büründürür. Bünyelerinizi
teşkil edecek olan ve uzviyetin ilk şeklini alan ilkel maddeleri dilerse
dışarda, dilerse ana rahminde tasvir eder ve bunları birbirleriyle buluşturarak
bir tanesini iki, ikiyi üç ve daha ziyade yaparak üretip durur. Bunları irade
ve meşiyyet kimyahane (laboratuvar)sinde murad eylediği özellikler ve
niteliklerle donatarak, her birini bir göreve tayin ederek ve halden hale,
tavırdan tavıra geçirerek ince ince eleyip dokur ve her tavırda yeni bir oluş,
yeni bir yaratılış ekleyerek suretten surete, nitelikten niteliğe dönüştürür,
eleyip süzgeçten geçirir. Nihayet akıllara durgunluk veren bir ince yaratış ile
bütün dokularınızı, kemikler, ilikler, kıkırdaklar, damarlar, atar damarlar,
toplar damarlar, kılcal damarlar, adaleler, sinirler, salgı bezleri ve uzuvları
sistemleriyle yerli yerine oturtup bütün görev ve fonksiyonlarını eksiksiz
yapabilecek şekle koyduktan ve hayat için gerekli özellikleri onlara
kazandırdıktan sonra tam ve noksan, erkek veya dişi, ya da hünsa canlı bir
insan suretine dönüştürür. Dilerse tamamlar, dilerse eksik bırakır. Sizin böyle
fıtratınızı cismanî ve ruhanî varlığınızla, bilinen ve bilinmeye diğer
yönlerinizle özünüzü teşkil eden o maddî ve manevî suretler, o oluşlar hep
O'nun dilemesiyle meydana gelmiş olan, O'nun çizgileriyle, O'nun renkleriyle
var olmuş bulunan birer eseridir. Sizde o suretlerden, o nitelik ve şekillerden
bazı şeyler yansıdığı zaman kendinizi âlim, allâme, hikmet sahibi, filozof
saymaya başlarsınız. Öyleyse bu şekillenme, bu varoluş meselesinin özünü iyice
düşününüz. Ceninin teşekkülü konusuna aklınızın, idrakinizin ve bilginizin
yetiştiği kadarıyla bir göz atınız. Bunun ne kadar çok ve çeşitli bilim
dallarıyla ilişkili olduğunu kesinlikle anlarsınız. Beşeriyetin bilgi ve idrak
alanına giren bütün ilim ve fenlerin bu şekillendirme ile ilişkili olduğunu
böylece tasvir ettikten sonra, henüz keşfedilmemiş bulunan nice ledunnî ilmin
de bununla ilişkili bulunduğunu, sonra bütün bunların sizin haberiniz olmadan
uygulandığını itiraf edersiniz. Bir taraftan ta Âdem'in yaratılışına benzeyen
türün oluşumunu ve bütün âlemin yaratılışını andıran cinslerin oluşumunu aşama
aşama ortaya koyan, benzer yönleriyle ve müşterek özellikleriyle dile getiren,
diğer taraftan şahsın sübjektif varlığını ve kendine mahsus ferdî özelliğini ifade
eden ve bir ikincisi bulunmayan suretlerin kendi niteliğini ve ayrıntılarını,
gözlerinizden gizli olan rahimlerde saniye saniye şekilden şekile, tavırdan
tavıra sürekli değişime uğratarak ve geliştirerek ortaya koyduğu bir yaratma
ile, sizin arkanızdan yaratıp var ediyor, size veriyor ve kısmen de olsa sizin
bilginize ve idarenize tevdi ediyor ki, İsa dahi O'nun böyle rahimlerde
şekillendirdiği sizlerden birisidir. O'nun bir mahlukudur. İşte Allah denildiği
zaman, her şeyden önce İsa da dahil olmak üzere her birinizi rahimlerde böyle
yaratıp şekillendiren halik, bârî ve musavviri düşününüz ve O'nu bu
özellikleriyle tanıyınız. İşitme, kitap, vahiy ve hayat olayları yoluyla ve
edindiğiniz tecrübeler yardımıyla bunu anladıktan sonra, varsa aklınız ve
mantığınız onları da yorarak ve ciddi bir şekilde kullanarak, ahlâkınızın ve
insafınızın bütün gücünü de ekleyerek düşünüp tefekkür ediniz, o zaman şu
bilgileri yakîn olarak elde edersiniz ki, Allah allâmü'l-ğuyubdur (gaybları
bilendir), bütün gizli şeyleri yakından bilir. Ona gizli de, aşikâr da aynı
ölçüde malumdur. O'nun sonsuz ve sınırsız kudreti vardır, acizden münezzehtir,
iradesi ve istemesi vardır. Dilediğini yapandır, kendi dışında hiçbir zarurete
bağımlı ve mahkum değildir.
Meseleyi böyle toplu bir şekilde gözler önüne
serdikten sonra bir de Hâlık-i Musavvir'in daha başka ne gibi anlamlar ifade
ettiğini görelim:
1- Bu Hâlik-ı Musavvir'in olaylar öncesine ait
olan, geniş kapsamlı, sağlam ve şaşmaz, her şeyi içeren bir ilmi vardır ki,
bundan gizli kalan ve gizli kalma ihtimali bulunan hiçbir kapalı iş veya oluş
düşünülemez. Tevhid davası altında teslis muammasıyla bir sır, bir inanç diye
gizlenmek istenen şirk ve küfür de ondan gizli kalamaz. Hazır ve gayb, izafî ve
nisbî olan şeyler sonradan yaratılmışlara göredir. Bundan dolayı ilimler,
malumlar, gözler, gönüller, akıllar, kalbler, iradeler, fiiller, yaratan ve
yarattıklarını en ufağından en büyüğüne kadar topluca varlık düzenindeki
sisteme bağlayan ve onları birbirleriyle anlaştırıp varoluş gayelerine doğru
yürüten bu Halik-ı Musavvir, yerde ve gökte, zamanda ve mekanda sendeliyerek
dolaşan, kör, serseri, cahil ve gafil bir yaratıcı değildir ki, kahrı ve
intikamı cahilane olsun. Size bir bilgi gelirse O'ndan gelir. O'nun böyle
rahimlerde tasvir edip şekillendirdiği ve daha yüksek ıstıfa (seleksiyon) larla
var edip meydana getirdiği peygamberler ve bu arada Hz. İsa, furkanın ve furkan
sahibinin geleceğini ve buna benzer bazı gayb haberlerini bildirmesi ise
yalnızca O'nun bildirmesi ve öğretimidir.
2- Bu Hâlik-ı Musavvir'in hiçbir şeye muhtaç
olmayan bir kudret-i bâliğası (zirvede olan gücü) vardır. Bu öyle bir kudrettir
ki, yer ve gökleriyle var olan ve var olması mümkün olan bütün kâinat, bütün
zerreleri ve küreleriyle, basit ve bileşik unsurlarıyla, maddî ve manevî
yönleriyle hep O'ndandır ve O'nun emrine boyun eğmiş durumdadır. Bütün madde ve
kuvvetlerin etki alanında kendini göstermesi, hep O kudretin tecelli ve
etkisinden ibarettir. Tabiat denilen şey, O'nun düzenli ve sürekli etkilerinin
alanı; tabiat üstü veya harika, mucize denilen şey de yine O'nun düzensiz ve
benzersiz etkisinin eseridir. Tabiat kuvvetleri veya kanunları denilen sistemli
ve düzenli oluşumlar o kudretin hakimi değil, mahkumudur. Bunlar O'nun ardarda
devam eden etkisinden çıkan değişik şekillerin ortadan kaldırılmasıyla benzer
şekillerin ifadesi olan bir çizgidir. Mesela yerküre üzerinde canlıların ortaya
çıkıp yayılmasından sonradır ki, her canlı ilk tasvir edilmiş olan bir
maddeden, ekillendirilmiş olan birilkmaddeden (protoplazmadan) çıkar diye,
maddî hayat için bir tabiat kanunu ortaya konur. Ve bu kanun bulunup ortaya
konulurken şurası da iyice bilinir ki, bu kanun ezelî değildir, sonradan
olmadır, hâdistir. Çünkü yerkürenin teşekkülünden ve üzerinde hayatın ortaya
çıkışından sonra başlamıştır. Şekillendirilmiş olan o ilk madde, ezelî değil, o
vakitten beri peyderpey yaratılıp şekillendirilmektedir. Ana rahminde tasvir
olunup şekillendirilen her insanın söz konusu olan o ilk maddesi yenidir. Bunun
şekillenmesiyle ilgili prensipler hayat ilminin değil, kimya ve fizik ilminin
prensipleri arasında yer alır. Hatta organik kimya ile inorganik kimya arasında
paylaşılan bir konudur. Binaenaleyh o ilk maddenin şekil kazanmasıyla ilgili
prensipler ve şartlar, onun ikinci ve üçüncü aşaması için geçerli değildir.
Fakat buna da bir prensip olduğu farz olunsun ve farz olunan bu prensip ne
kadar tekrar edilirse edilsin, sonuç yine beklenilemeyen ve düşünülemiyen bir
şekilsiz maddeye dönüşecektir. Ve her yeni şekil, yepyeni bir varlık olarak
doğrudan doğruya karşımıza çıkar ve her birinin üzerinde mutlak olarak bu
kayyûmun kudreti, yaratıcı gücün etkisi yine de onun üstünde kendini gösterir.
Tasavvur edilemiyen madde ise zaten fiilen mevcut değildir. Ancak o da bu
kudretin tecellisine racidir. Hasılı tabiat kuvvetleri, tabiat kanunları
etkileyici değil, bir etki yolunun ifadesidir. Tabiatlar çeşitli, halbuki
tabiatın mebdei, başı ve başlangıcı bir tektir ki, o da yaratılış ve
etkileyiştir. Tabiat, bir anlamda tekdüze olan şey demektir. Ve bunun en genel
prensibi tek düzelik kanunudur. Böyle iken tabiatların çeşitli olması, cüz'î ve
küllî ayrışmaya uğraması, çeşitli tabiatlere ayrılması gerçek sebep olan ilâhî
kudretin tabiat üzerinde hakim olduğunu, ıstıfa (seleksiyon) ve tabiî tekamülün
varlığını bu kudrete borçlu bulunduğunu gösterir. Binaenaleyh bu etkili ve
şekillendirici, müsavvir kudrete göre ilk maddenin şekillendirilmesi, dışarıdan
hiçbir şarta bağlı değildir ve o kudretin karşısında hiçbir kudret yoktur. İşte
insanları ana rahimlerinde tasvir edip şekil veren Halik-ı Musavvir böyle bir
sonsuz ve sınırsız kudrete malik olan bir Hayy ve Kayyûm'dur.
3- Bu Hâlik-ı Musavvir, bu var ediş ve
şekillendirişte mecbur ve zorlanmış değil, fail-i muhtardır (dilediğini
yapandır). Hür iradesiyle istediğini yapandır. Kendisi mecburiyetler ve
yükümlülükler koyabilir, fakat mecbur tutulamaz. Fiilini ilim ve iradesiyle
yapar; dilediğine irade verir, dilediğine vermez. Rahimlerde insanları
şekillendirmesi de sırf bu iradesi iledir. Zeyde falan sureti, Amr'e filan sureti
vermesi, her şahsı belli bir şekle mazhar kılması, daha önceki şartlara
bağımlılık gibi bir mecburiyetten, O'nun yaratma gücünün üstünde başka bir güç
bulunmasından veya kendi dışında birtakım güçlerin etkisinde kalmasından dolayı
değildir, kendi hür iradesinin eseridir. Bu yaratış ve ayrı ayrı şekil veriş,
süzgeçten süzgece geçen iş, bu tasvirde her yeni suretin diğer bir yeni surete
yol açar olması ve nihayet çeşitli suretlerden yine benzer ve ortak özellikler
taşıyan bir tek suret meydana gelmesi, doğal ve zaruri bir oluş değil, sebepsiz
ve failsiz bir şey de değildir. Sonsuz bilgiye ve sınırsız güce sahip ve malik
olan, her oluşta, her hadisede sonsuz boyutta şekiller vermeye, yapmaya ve
bozmaya kâdir olan bir fail-i muhtarın tercihinin ve iradesinin eseridir. Eğer
böyle olmasa da doğal ve ıztırarî (zorunlu) olsa idi, o ıztırarî suretlerden
serbest, iradî ve seçime bağlı fiiller meydana gelemezdi. En basit bir misal
ile söyleyecek olursak bir taş yerinden koparılıp iki ayrı maksat için
kullanılamazdı, mizaçlar ve tabiatler bu kadar değişik olamazdı. Tabiat
ilimlerinde iki zıt kanun bulunamaz ve teknolojinin çeşitli dalları ortaya
çıkamaz, ihtilaf ve muhalefet denilen şeyler olmazdı. Aynı kişinin tohumundan
hem erkek, hem dişi zürriyet olmazdı. Her şeyde ezelden ebede, yeknesak bir
tekdüzelik bütün mânâsı ile devam eder giderdi. Ana rahmine düşen her tohum
mutlaka oluşur, tabiat hatası denilen şeyler de görülmez, hatta hayat denilen
oluş hiçbir zaman meydana gelmezdi. İyi düşünülürse anlaşılır ki, tabiat
galatları denilen ve o yüce kudretin kemaline aykırı bir maddeymiş gibi ileri
sürülmek istenen şeyler, aslında birer noksan değil; tabiatın, baba ile ananın
üzerinde gerçek etkileyici olmadığını ve yüce yaratıcının iradesinin etkisini
gösteren birer sanat göstergesidirler. Tabiat galatları, denilen sakatlıklar ve
eksiklikler, aslında tabiatın gereği olan tekdüzeliği ihlal ve tağyir etmesi
bakımından, onun hatasını, bilgiden yoksun olduğunu ve etkisinde
başarısızlığını, aczini ve noksanını gösterirken, ona karşı yüce yaratıcının
gerçek iradesini isbat eder, gözler önüne sererler. Bu gibi noksanlar, kâinat
düzeni, sonsuz kudret ve ilim delilinin aleyhine değil, aksine kör tabiatın ilk
sebep ve yaratıcı güç olması nazariyesini temelden söküp atan ve noksansız bir
fail-i muhtarın varlığını isbat eden ve hedeflerine de ulaşmış bulunan en
mükemmel şahitler ve göstergelerdir. Hasılı ne tabiat-ı cüz'iyye, ne de
tabiat-ı külliyye varlık için yeterli ve geçerli sebep değildir. Bunların hepsi
fıtrat denilen bir ilk varoluş olayının sürüp gitmesinden ibarettir. Ve o
fıtrat bizzat yüce yaratıcının kudretinin ve iradesinin eseridir. Tabiatın
tekdüzeliği prensibi, mükemmel ve kusursuz bir sebeplilik kanununun bağımlılığı
altına verilerek, ilâhî irade kanunu ile karşılıklı ve dengeli olarak mütalaa
edilmedikçe hakka ve hakikate erişilemez. Hak Teâlâ hem halik, hem barîdir,
yani hem yaratan, hem de yarattıklarını geliştirendir. Yarattıklarına verdiği
fıtratı tadil edip değiştirebilir. Soyaçekim kanunu da bu temel çerçeve içinde
ele alınmalıdır. Ardarda devam edip giden varoluşun akışı içinde suretlerin
birbirlerine benzemezlik içinde az çok yine benzerlik göstermesi, tekdüzeliği
andırır bir değişkenlik sergilemesi, değişkenlik içinde bazı özelliklerin
babadan ve anadan çocuğa geçmesi olayına veraset (soya çekim) tabir edilir ki;
nev'in devamı, ıstıfa ve tekamül, gelişme ve gerileme (dejenerasyon)nin
yoludur. Bunlar tam anlamıyla ve bütün yönleriyle bir intikal değil, bir
niyabet ve yer değiştirmedir. Yoksa hiçbir ıstıfa (seçim) ve tekamül olamazdı.
Bunun için soya çekim ilkesi yalnız türün korunmasını ve devamını sağlayan bir
kanun değildir, aynı zamanda değişme ve gelişme kanunu ile de ilgilidir. Ve bu
ikisi arasında yakinen sabit olan bir şey varsa o da sebebin bekâsı kanunudur.
Ve beka, gerçekte Allah'ın sıfatıdır. Sebeplilik kanununda değişme ve bekanın
birlikte düşünülmesi o sebeplerin etkisine bağlı olan oluşlara göredir. Bunda
mutlak anlamda bekânın gerçek sebebin, mutlak değişmenin de değişkenlerin sıfat
ve özellikleri olması gerekir. Böylece hakiki sebep ile ondan etkilenen oluşlar
arasında doğru ve ters orantıların birlikte göz önüne alınması söz konusudur.
Çünkü hiçbir malûl illetini geçemez. Binaenaleyh veraset (soya çekim) kanunu da
tabiat kanunu gibi, etki eden ve etkilenen şeklinde birbirine bağlı olan ve
zincirleme sürüp giden olayların akışı sırasında hakiki illetin, yani ilk ve
geçerli sebebin bekasını, ıstıfa ve tekamül arzeden her aşamada onun doğrudan
etki eden iradesini ifade eyler. Hasılı gerçek etki edenin eserini verişi,
kendisinden birşey kaybeden bir doğurma, bir üreme değil, bir yaratıştır. Bunun
için yaratıcının marifeti, eserlerinin tasarımlarında değil, nisbetlerinin ve
oranlarının doğruluğundadır. Tevlid denilen üretme de yaratışın tezahürlerinden
birisidir. Üreme zincirinde her yeni suret başlıbaşına bir fıtrat ifade eder.
Soyaçekim denilen veraset bir fıtratın başka bir fıtrata aynen ve zaruri olarak
intikal etmesi değildir, gerçek illetin yeni bir etkisinden kaynaklanan bir
benzerliğin, bir çeşit tekrarıdır ki, düzen ve değişiklikten uzak değildir.
Türün şeklinin bekası ve devamı, gelişmesi ve gerilemesi bununla sağlanır. Bu
zincirleme akışta öncekinin kemal ve noksan ifade eden bir belirtisi,
sonrakinde daha belirgin olarak ortaya çıkabilir. Fakat olması zaruri değildir.
Mesela firengi almış bir babanın çocuğu da firengili olduğu zaman buna bir
veraset denilebilir. Bu olay bir kerre babadaki hastalığın aynen ve olduğu gibi
çocuğa geçmesi demek değildir, çocukta o cinsten bir hastalığın kendi başına meydana
gelmesidir. Yani çocuğun meydana gelişini sağlayan baba hücrelerinden birisi,
daha ana rahmine düşmeden babanın sülbünde şekillenirken, o hastalığın mikrobu
o hücrenin içine aynen girmiş değil, fakat o mikrobun da bir temel ilk maddesi
ona girmiş olabilir, fakat Barî-i Müsavvir için o mikrobun etkisini o hücreye
derc etmek başlangıçta zaruri olmadığı gibi, daha sonraki aşamalardaki
şekillendirmelerde de öyledir. Gözleri görmeyen bir babanın çocuğunun kör
olması lazım gelmediği gibi, frengili bir babanın evladının da mutlaka frengili
olması zaruri değildir. Halik-ı Musavvir dilerse onu tadilata uğratıp
değiştirir, dilerse değiştirmez. Hasılı fıtrattaki soyaçekim kanunu dahi, bütün
öteki tabiat kanunları gibi, mümkün kanunlardır, zarurî kanunlar değildir.
Tenasül dediğimiz üreme ve neslin devamını koruma kanunu da bunun gibidir.
Doğurgan bir ananın çocuğu doğurgan veya kısır olabilir. İşte ilk günah
meselesi de bu soyaçekim kanunu ile ilgilidir ki, bu ilgi Âdem'in yaratılışı
kıssasında (Bakara, 2/30-36) gösterilmiş idi. Herşeyden önce Âdem'in yaratılış
olayında günah hiçbir zaman yaratılışa dahil aslî unsurlardan biri değildir.
Onda esas ve doğuştan olarak olsa olsa günah işleme kabiliyeti bulunabilir.
Lakin Cenab-ı Allah, her ferdin kendine mahsus yaratılışını ve şeklini ana
rahminde doğrudan şekillendirip tasvir ederken babasındaki özel tabiatı,
hastalığı ve günahı evladından tamamen silerek yaratmaya kdir olduğu gibi,
dilerse daha sonra da affedebilir. Fiil ile onun sonucu olan azap arasındaki
bağlantıyı ilga ve iptal eder. Fiili hükümsüz bırakır veya fiilin suç oluşunu
kaldırır da dün zararlı olanı yarın faydalı yapar. Bundan dolayı insanları
rahimlerde dilediği gibi şekillendirmeye kâdir olan Allah Teâlâ'ya ilk günahı
affedip bağışlamaktan acizmiş gibi bir özellik isnad etmek, O'nun şanına ve
gücüne saygısızlık hatta saldırı anlamı taşır ki, O'nun kayyûm oluşunu inkârdır
ve küfürdür. Küfür en büyük günah olduğu halde, kâfirlerden doğan çocuklar bile
bundan kurtulup imanla şereflenebilirler. Böyle bir iman ve tevbe ile Allah
Teâlâ, küfür günahını bile affeder. Onun intikamı küfürde ısrar edenlere
yönelik bir tehdittir.
Allah böylesine kapsamlı bir ilim, böylesine
yüce bir kudret, böylesine keskin bir irade ile hayy ve kayyûm, hâlik-ı
musavvir olan bir azîz ve hakîmdir. Bu azîz ve hakîmden başka ilâh yoktur.
Binaenaleyh O'nun Meryem'in rahminde şekil verip tasvir ettiği İsa da ne ilâh,
ne de ilâhın oğludur. O Meryem'in oğlu ve Allah'ın mahlûkudur, bir beşerdir.
Ancak peygamberlik fıtratı ile tasvir olunmuş bir beşerdir. Allah onu Meryem'in
rahminde, bir kısım gayb haberlerinden bilgi verecek veya bir kısım mucizeler
gösterecek şekilde tasvir etmiş ve ruhu'l-kudüs ile teyid edip desteklemiştir.
Bu teyid, onu beşeriyetin dışına çıkarmaz. Nihayet Âdem peygamberin izinde
gidenlerden biri yapar ve onun ilk ana maddesi, mutlaka Meryem'in rahminin
dışında yaradılması zaruri olmadığı gibi; ne o maddenin, ne de onu destekleyen
ruhun hayy ve kayyûm olan Halik-ı Musavvir'den üreme yoluyla doğmuş olmasını
tasavvur etmek dahi caiz değildir. Zira üreme olayı, hem üretkenin kendi içinde
doğrudan doğruya ve başlıbaşına bir şekillendirmeye bağlıdır, hem de onun
kayyûm oluşunu ihlal eder. Hayy ve Kayyûm'un zevali ve noksanlığı ise muhaldir.
Her şüpheden âri olan bu tevhid (Allah'ın birliği) ve tenzîhin âyetleri ve
delilleri ortada iken, bunları bırakıp veya görmezlikten gelip, ilâhî
kitaplardan Tevrat'ı doğrulayıp tasdik eden İncil'deki (baba) ve her ikisini
tasdik eden Kur'ân'daki "O'ndan bir ruh olarak" gibi müteşabih
âyetleri bahane ederek, küfre ve inkâra sapmamalıdır. İlâhî kitapların kendine
mahsus bir üslubu ve onları doğru anlamanın usul ve yolları vardır.
7- Ey Muhammed! O eşi ve benzeri olmayan, azîz
ve hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. Şu halde bunun hikmet yoluyla
anlaşılması lazım geleceğini unutmamalısın! Bunun âyetlerinin bir kısmı
muhkemattır. Mânâsı ve murada delaletleri kesin, kelime ve cümleleri başka
anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir, "bunlar
ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. Hak ile
batılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. İlimde ve
amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidayet
için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir. Tevrat'ın
İncil'e, İncil'in Kur'ân'a irca olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi lazım
geleceği gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemat esastır. Üstelik
bunların her biri ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının
sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Herbir
muhkem âyet, diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve
hükümleri yakından tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber
birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisna
veya tahsîs veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında
muhkemlik ilişkileri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem
âyetlerin muhkemliklerinin kuvvetinde, mânâya ne yönde delalet ettiklerinde ve
maksadın neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki;
bunlar zahir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe
üzeredirler. Muhkematın bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân ilminin
muhkem usullerindendir. Bunu hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını bir
bütün olarak düşünmeyen veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra
yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme
eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde edemezler, mutlaka hata ederler.
İşte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın anası olan muhkemat, bunların
karşılığında da diğer bir kısmı da müteşabihattır. Yani her biri murad
olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli mânâlara ihtimali olan
âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez. Aslında
söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene
göre bizzat anlaşılması kapalı (hafi) veya müşkil veya mücmel veya mümteni'
(imkansız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama gelme
olasılıkları muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir. Zahir
karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel,
muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşabih vardır. Binaenaleyh
kitap, bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşabihatın
muhkemata dönüşmesi bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem
demektir: "Bunda hiç şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ve "Bu öyle
bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (Hûd 11/1) âyetleri bunu
açıklar. Bunun aksine bu hikmete aykırı olarak müteşabihat kitabın anası
farzedilir de muhkem olan âyetler müteşabihat ile te'vil edilirse, yani
müteşabih âyetler esas kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşabih olmuş
olur. "Allah kelamın en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli
bir kitap olarak indirdi ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri
ürperir..." (Zümer, 39/23) hükmü açığa çıkar.
"Muhkem" kelimesi lügatte
bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla
ilgilidir. İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine
de teşabüh, benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki, birbirinden seçilemez,
insan zihni onları birbirinden ayırd etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehet,
(yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede,
diğer taraf tam ve esas olur. Teşabühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit
benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden
seçilemez olurlar. "Muhakkak ki, o inek bize teşabühlü oldu."
(Bakara, 2/70), "Kalbleri teşabühlü oldu." (Bakara, 2/118), "Ve
onun müteşabihi kendilerine verilecek." (Bakara, 2/25) âyetlerinde geçtiği
gibi. Demek ki teşabüh seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun
gerektirdiği bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırd etmeye yol
bulamadığı bir şeye dahi müteşabih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek
gibidir. Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu
durumlar için de geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin
muhkemliği ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve
ahkamı gibi çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fasılaları, uyumları
ve daha başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşabüh
ve sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu
yönden bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile
"müteşabih kitap" birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin
açıklamasıdır. Fakat nazmın bu âyet içindeki delaleti itibariyle muhkem ile
müteşabih zıt ve karşıt anlamdadırlar. Şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle
bildiren âyet muhkem âyet, kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir. Bu âyette
ise muhkem ile müteşabih karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki
te'vil karinesi de mânâya aittir ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile
müteşabih böyle ele alınmıştır. Bir sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa
ona "zahir" denilir ki, muhkem çeşitlerinin en aşağı derecesidir.
Bunun tevile veya tahsise veya nesha ihtimali bulunabilir. Fakat bunlar
karineye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe zahirinde kesinlik
ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyakı olmuş olursa, sözü söyleyen
de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda artık te'vil ihtimali
kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir. Nihayet nesih ihtimali
yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle teyid edilmiş ise, bu da
özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü, bilmeyi ve amel etmeyi
gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi daha kuvvetli ise o
tercih edilir.
Bunlara karşılık, bir sözün esas anlamı
lafzının sigasından değil de başka bir arızî sebeple gizli tutulmuş bulunursa
hafî; böyle değil de mânânın haddizatında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve
nüfuz edemeyeceği, edenlerin de derinden derine düşünmedikçe kavrıyamayacağı
derecede kapalı olması veya bir bediî istiâre bulunması gibi bir sebepten doğan
bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın
sigasının çeşitli mânâlara eşit olarak gelme ihtimali olur da bu mânâlardan hiç
birinin tercihine karine bulunmazsa, fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması
umuluyorsa mücmel; gerçekten murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali
kesilmiş olursa o da katıksız müteşabih olur.
Kur'ân'ın müteşabih âyetlerinden birçoğu böyle
çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu
da bir muhkem mânâ etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik
işaretlere delalet içerdiğinden dolayı icmal veya işkal ve kapalılık ile dikkat
çekerler. Böylece muhkem zımnında müteşabih, müteşabihin yanında muhkem de
bulunur. Bir âyette birçok mânâ katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe
bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır.
Sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya
ifade edilmesi mahzurlu olan kinaye ve ta'rîz şeklinde daha belağatlı ve daha
etkili olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da vardır. Nihayet bütün açıklamalar
tevhid nizamı üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete
(çoktan bire doğru) giderken, gerek nisbetlerde ve gerek tasavvurların
hududunda beşeriyet dillerinin henüz lügatını ortaya koyamadığı, hatta hiç
sezmediği, düşünmediği ve benzerini görmediği nice mânâlar ve hakikatler vardır
ki; bunlar, sizin bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya
konmakla beraber, müteşabih bir misal ve bir îmâ ile sezdirildikleri zaman daha
faydalı olur. Bu gibi âyetlerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın
anlayabilirler. Bazısını da Allah'dan başka kimse bilmez ki, tam anlamıyla
müteşabih işte budur. Ahiretle ilgili izahlar kısmen böyledir. Bunların
bazılarında dünya hayatının geleceğiyle benzerlikler ve birleşebilir noktalar
da vardır. Hasılı müteşabihin kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma;
müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan
açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve araştırma; asıl müteşabihin hükmü de
duraklama ve Allah'a teslim olup sığınmadır.
Bu muhkemat ile müteşabihat tam karşıt birer
şık olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade
ederler. Bunlardan her biri kendi özel mânâsına göre ele alındığı takdirde söz
konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur.
Böylece muhkemat tabiri ilk dörde, müteşabihat tabiri de ikinci dörde şamil
olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. Bu âyet böylece Allah
kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbata ilişkin en büyük bir kuralı
öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda
ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir ilminde bunlar bütün
uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle kanun ve hukuk
meselelerini anlamak için bu usul ilmi, en zaruri bilgi şartlarındandır.
Müteşabihat için bir de şu taksim vardır:
Lafız cihetinden müteşabih, mânâ cihetinden müteşabih, her iki cihetten müteşabih.
Lafız cihetinden müteşabih ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır.
Tek kelimedeki müteşabih mesela, "ebb, yeziffun" gibi kelimenin
garipliği veya "yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri
gelir. Cümlenin yapısından doğan müteşabih ya çok kısa söylemekten, yani
özetlemekten veya sözü uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten
veyahut şiirde vezin ve nazım zaruretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır.
Mânâ bakımından müteşabih olanlar Allah'ın sıfatlarıyla ahiret hayatına ait
olan âyetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların
benzerlerini algılamaya imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi
kavramaya yetişemeyeceğimiz mânâlardır. Her iki bakımdan müteşabih olan başlıca
beş kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik
bakımından, nasih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin nazil olduğu
toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından
atlayıp girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir." (Bakara, 2/189)
âyetinde olduğu gibi.
Bir de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar
bakımından.
İşte kitabın âyetleri böyle muhkemat ve
müteşabihat şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl uyulacak ümmü'l-kitap da
müteşabihat olanlar değil, muhkemattır. Amma kalblerinde eğrilik ve kaypaklık
olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk
alanlar, muhkematı bırakırlar da kitabın müteşabih olan âyetlerinin peşine
düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak,
hakkı ve hakikatı karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle
doğru yoldan çıkarmak ve belaya uğratmak isterler, ve onu kendi gönüllerine ve
keyflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler. Halbuki onun te'vilini,
yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını Allah'dan başka kimse bilmez. Genel
anlamda müteşabihat içinde, özel anlamda müteşabih olan bir kısım vardır ki,
bunun meâlini, gerçek maksadına uygun olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı
bütün müteşabihatın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Allah Teâlâ'ya
yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda gizli, meçhul bir şey
bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan
ilâhî kitapta dahi hal böyledir. "O'nun ilminden hiçbir şey
kavrayamazlar." (Bakara, 2/255), "Allah bilir, siz ise
bilmezsiniz." (Bakara, 2/232). Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile
hallolmaz. Meçhuller bilgi ile ve o bilglerin kuvvet derecesine bağlı olarak
hallolur. Öğretim ve irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o
bilinmiyenleri bilinenlere dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen
kendi bilgi derecesine göre, onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra
da onları çözdürür. Bundan dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön
şartı olur. Cenab-ı Hak kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce
kendini ve başkasını ayıran bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz
olarak meçhul şeyleri sezdirir. Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline
dönüştürerek yakîn bilgiler haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi
varlıktaki düzen gibi sistemli bir şekilde akar gider. Allah'ın bilgisi ise
sonsuzdur. Sonradan olma (hâdis) olan insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir
şekilde buna eşit olamaz, onu ihata edip boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu
bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda yürümek de en büyük ilim, en büyük
marifettir. Bundan dolayı insan ilimde hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun,
yine de önünde yığınla bilinmesi gereken meçhuller bulunduğunu sezmek
ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen meçhulü sezmek ise müteşabihat karşısında
bulunduğunu bilmektir.
Daha doğrusu geçmişe ve geleceğe, ezele ve
ebede ilişkin olan her beşerî ilim, müteşabih olmak konumundan kurtulamaz.
Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şahid olduğu ve müşahede ettiği
kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin bir öncesine ve bir sonrasına
doğru attığı adım bir müteşabihlik ile ilgilidir. İlmin en kuvvetli gerekçesi
olan tecrübe zaruri bir gerekçe değildir. Bu konuda en sağlam ve en genel
belge, sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu
da ilâhî iradeye dayanmaktadır. Binaenaleyh beşer ilminin müteşabihattan
kurtulması mümkün değildir. İşte insanlara Hakk'ın iradesini gösterecek hidayet
için bir ilâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilâhî kitaplar, tamamen
bu gidişata, yani, ilâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel olarak muhkemat
ve onun karşılığında müteşabihat ile indirilmiş bulunmaktadır. Tevrat ve
İncil'in de muhkematı ve müteşabihatı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap muhkemat
idi. Fakat Tevrat'ta pekçok olan müteşabihatın bir kısmı, İncil'de muhkemlere
irca edildikten başka, daha diğer müteşabihat gösterildiği gibi, Kur'ân'da da
bütün geçmiş kitapların müteşabihleri muhkemata irca edildi. Ayrıca derin
birtakım müteşabihat daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına
düşülmekten sakındırılarak, muhkemata irca metodu da açıkça öğretilmiştir. Bu
arada insanlar için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de
çözülemiyen ve Allah'ın bilgisine havale edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir
zaman tükenmeyeceğini, muhkemattan sonra bile gerçek anlamda müteşabihlerin var
olacağını bilmek ve itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk ve
insanlığın gayesi açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır.
Beşer ilminin değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve
matematik ölçüsünde ona zaruri bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik
aramak çelişkidir. Bunun için, ilâhî kitaplarda müteşabihat bulunmamalı idi
şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce varlığın
dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot halinde
sürüp gitmesini ve Allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da bütün
sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere
öğretilmesi ve Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya
koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer ilmini,
belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere, noksandan
olgunluğa ve kemale doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine engel
olması geleceğini iddia etmek, hasılı ilâhî feyizde cimrilik istemek demek
olurdu. Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması
gereken mesafe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp
bitirilemiyecek başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teâlâ'nın
bunları insanlara verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdiremeyip birçok yönden
gizlemesi ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve
ölçü olmak üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir
noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan ahiret için istifade
ettirmemesi nasıl olur da ilâhî hikmetin gereği olabilirdi? Bunun hikmete uygun
olduğu nasıl düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı herşeyi halletmiş, bitirmiş
iddiasında bulunan ve müteşabihatın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu
eden ve tecrübeyi, teşabühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir
ilmîlik ve isbatçılık iddiası cehaletten başka birşey değildir. Buna karşılık,
muhkematı esas alan güçlü ve aydınlık bir isbat yolu ve metodu üzerinde
yürümeyip, doğrudan müteşabihata sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik
içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca
bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah'dan başka
kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra
mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete mi
cehenneme mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda
dolaşmak da haddini bilmemek ve ilâhî hidayeti dinlememek, tehlikelere ve
karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu kalblerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık
ve çarpıklık bulunanlar yaparlar. Esbab-ı Nüzul'de zikredildiği üzere
hıristiyanların İncil'deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; Kur'ân'daki
"O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur"
(Nisa, 4/171) müteşabih âyetine, Allah'dan doğmuş bir ruh mânâsı vererek ve Hak
Teâlâ'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve kayyûm,
azîz ve hakîm hâlik ve barî-i musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemata
bakmayarak, Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahudilerin gibi
hurûf-i mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı" ile te'vil ederek
bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyametin kopacağı zamanı çıkarmaya
kalkışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya heva ve heveslerinden başka
bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir hakikatle
ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. Din meselesinin kayıtsız şartsız hakka
uymak demek olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem olan isbat yoluna
yanaşmazlar ve onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri
şüphelere ve vehimlere sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde,
rumuz ve sembollerde, muamma ve müteşabihatta boş ve havaî şeyler ararlar;
müteşabihatı, şüpheye basamak yapmak için muhkemata üstün tutarlar. Yine bunun
gibi, birtakım mülhidler de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca
hükmü kalmaz gizli ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün muhkematı
müteşabihata irca etmeye çalışırlar. Her şeyi kuşkulu hale getirmek, hep garip
ve acaip şeylerden bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsane gibi
göstermek isterler ki, bunlar bilinen yolda yürümektan hoşlanmazlar. Diğer bir
kısımları da kendi bilgileri herşeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat düzeninde,
geçmişte ve şimdiki halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte sanki hiç
bilinmedik birşey yokmuş gibi, müteşabihatın hakikatını kökünden red ve inkâr
eder; anlamadığı, anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurafe, efsane,
esatir deyip geçerler ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından
ve haddini bilmezlikten ileri gelir. Bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi
(uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini
ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün
mertebe çözebilen ilim erbabı da şöyle der: biz bu kitaba inandık, muhkemi ve
müteşabihi ile hepsi Rabbimiz katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir. Hakikaten
böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkiyle
düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez, muhkematı
esas olarak hafî, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşabihatı bile
doğru dürüst te'vil edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil,
muhkematın mertebeleri ile müteşabihatın mertebelerini seçebilen, te'vili caiz olup
olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan
sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri O'na havale
eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru
düşünmesini bilen ve seven, hasılı hikmete mazhar olmuş rasih âlimlerin hakkı
vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşabih hepsinin
hakikatına iman ederler ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler.
8-Kaypaklıktan ve sapıklıktan sakınırlar da bu
düşüncelerle işte şöyle dua ederler: "Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola hidayet
ettikten sonra kalblerimizi haktan saptırma, bize kendi katından rahmet ihsan
eyle! Çünkü Sen çok ihsan edicisin."
9- "Ey Rabbimiz! Muhakkak ki Sen,
insanları, geleceği şüphesiz olan o günde bir araya toplayacaksın!"
Gerçekten de Allah sözünden dönmez, sözünün ve kararın miadını şaşırmaz.
İşbu "ilimde râsih olanlar" ilâhî
ifadesinde "vav" harfi istî'nâfiye veya atıf olmak üzere iki türlü
bağlantı vardır ki, birincisinde yukarıda açıklanan mânâ doğrultusunda üzerinde
kelâm tamam olmuş ve cümle sona ermiş olur, vakf-ı lâzımdır. Zaten mushaflarda
da durulması gerektiğini göstermek için buraya işareti konmuştur. Müteşabihatın
te'vilini Allah'dan başkası bilmez. İlimde rasih olanlar bile şöyle derler: ...
demek olur. Bu tefsir bağlantısı Abdullah b. Abbas'dan, Hz. Aişe'den,
Hasen'dan, Malik b. Enes'ten, Kisaî ve Ferra'dan ve birçok seleften rivayet
olunmuştur. Diğerinde ise "vav" atıftır. O zaman cümle ancak üzerinde
tamam olur ki, müteşabihin te'vilini Allah'dan ve ilimde rüsuh sahibi
âlimlerden başka kimse bilmez demek olur. Bu da yine Abdullah b. Abbas'dan,
Mücahid'-den, Rebi b. Enes'ten ve daha başkalarından rivayet olunmuştur.
Kelamcıların ve müteahhir âlimlerin birçoğunun tercihi de budur. Mesele
müteşabihin sıhhatli ve doğru olarak te'vilini Allah'dan başkası bilebilir mi,
bilemez mi noktasına bağlıdır.
Te'vîl: Lügattaki aslı bakımından, herhangi
bir şeyi varacağı gayeye, hedefe vardırmak demektir. Bilhassa bir lafzın
meâlini, yani varacağı mânâyı alıp tefsir eylemeye denilir. Te'vil ya doğru ve
sıhhatli bir te'vil olur, ya da yanlış ve bozuk bir te'vil olur. Bir sözü hiç
ihtimal bulunmayan bir mânâya çekmek veya ihtimali olan mânâlar içinde daha
uygunu ve daha kuvvetlisi varken en uzaktaki ihtimale çekmek fasid ve batıl bir
te'vil olur. Te'vil her halükârda haklı bir gerekçeye ve sebebe dayanmalıdır. O
sebep, o delil bulunduğu zaman, çoğu yerde hafî olan açık olana, mecaz da
hakikate tercih edilir. Aksi halde yapılan te'vil indî ve fasittir. Bundan
dolayı muhkematı hiç gözönünde tutmadan müteşabihatı arzuya göre te'vil etmek,
sapıklık demek olduğu zaten âyette açık seçik söylenmiş olduğundan bunda şüphe
yoktur. Fakat muhkematı esas almak, cidden hüsnüniyet ve konunun şartlarına
riayet ederek hareket eylemek üzere, müteşabihat için "işte bundan murad
budur" diye hükmederek doğru ve sıhhatli bir te'vil yapabilmek âlimler
için mümkün müdür, değil midir?
Bu mesele üzerinde çok ihtilaf edilmiş olduğu
görülüyor. Kur'ân'da kıyametin vakti, saati, zebanilerin sayısında vesairede
bazı sayıların özellikleri ve daha başka bazı hususların Allah'dan başka
kimseye malum olmadığında ittifak vardır. Buna karşılık birçok âyetlerin de
ittifakla te'vil edildiğinde hiç şüphe yoktur. Bunun için bu babdaki ihtilafın,
ihtilaf olmaktan ziyade tefsir ilmi açısından büyük faydası bulunduğunu anlamak
gerekir. Âyetteki her iki türlü yorumdan her biri kendi açısından çok anlamlı
olarak maksadı ayrı ayrı yönlerden dile getirmişlerdir. Şöyle ki, yalnızca özel
anlamıyla veya genel anlamıyla herşeyi inceden inceye, bütün ayrıntıları ve
bütün sonuçlarıyla müteşabihin mânâ ve te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez.
Fakat genel anlamı bütün ayrıntılarıyla değil de şöyle yüzeysel olarak
düşünecek olursak, bunlardan bir kısmının ilimde rüsuh sahibi âlimlerin de bunu
bilebileceğini anlatmak istemiştir. Yalnızca birinci rivayet olsaydı, âyetin
zahirinden çıkan anlama göre ilimde rüsuh sahibi âlimlere te'vilden herhangi
bir hisse ve pay düşmezdi. "Bunu, üstün akıllılardan başkası düşünmez."
âyetiyle uyumlu olmazdı. Yalnızca atıf rivayeti, yani ikinci rivayet olsaydı, o
zaman da ilimde rüsuh sahibi âlimlerin müteşabihatı bütün yönleri ve çeşitleri
ile eksiksiz bilebilir, hepsinin te'viline akıl erdirebilir, yani Allah'ın
bildiği gibi bilebilir oldukları anlaşılırdı. İşte buradaki "vav"ın
dahi böyle müteşabih bir şekilde ortaya konmuş olması, buradaki her iki şıkka
uygun olarak atıf şeklinde düşünüldüğünde müteşabihatın yüzeysel; istînaf
şeklinde düşünüldüğünde te'vil konusunun derinlemesine ve bütün yönleriyle
dikkate alınmış olduğunu gösterir. Binaenaleyh müteşabih genel anlamı üzerine
hamlolunduğu takdirde topluca mânânın, "Bütününün te'vilini Allah'dan
başkası bilmez." demek olup, bazılarını Allah'dan başkasının muhkemata başvurmak
ve ona uymak suretiyle bilebilmelerine engel olmayacağını atıf rivayeti izah
eder. Şu halde te'vil açısından müteşabih üç esasa ayrılır:
1- Kul bilgisiyle vukuf mümkün olmayan ki,
kıyametin ne zaman kopacağı ve dabbenin ortaya çıkışı vakti vs. gibi.
2- İnsanların bilmesi mümkün olan ki, garip
lafızlar ve muğlak hükümler gibi.
3- Bu ikisi arası ki, tanınmaları bazı rüsuh
sahibi âlimlere mahsus bir ihtisas olur.
Bunun için biz daha önce yukarıda selefin
tercihi üzere hem üzerinde vakfın lüzumunu tercih ettik, hem de
"vav"ın atıf olduğu suretinde mânâya işaretini gösterdik. Yalnızca
atfı tercih etmek, Kur'ân'da rasih âlimlerin anlayamayacağı ve Allah'ın
bilgisine havale etmeye mecbur olacağı hiçbir şey yokmuş gibi bir ihtimali de
içine alabilir. Bir kelâmdan hiçbir şey anlaşılamamak, kelâmda hitap edilenlere
yönelik hiçbir fayda bulunmadığı düşüncesine kapılarak böyle bir ihtimali
zannedenler olmuşsa da doğru değildir. Şüphesiz ki, Kur'ân'da anlamsız ve boş
bir lafız mevcut değildir. Sûre evvellerindeki huruf-i mukatta'ada bile çeşitli
anlayışlar ve sezişler sözkonusudur. Mesele anlaşılanın sınırını belirlemede,
esas itibarıyla murad edilmiş olan mânânın tayin ve tesbitindedir.
Hitabın faydası ise bu tesbite bağımlı
değildir. Yine yukarıda kabul ettiğimiz şekilde sonsuz araştırmalara müsait
konuların bulunduğunu sezdirmek, insan bilgisinin değerini tayin ettirmek,
insanların bilgi derecelerine göre çeşitli anlayışlar, zevkler ve faydalar
bahşetmek ve nihayet rasih âlimleri derin derin düşündürmeye yöneltmek gibi
daha birçok fayda söz konusudur. Bu açılardan bakıldığında hitapta faydalar
bulunduğu görülür. Kur'ân'ın öyle işaretleri vardır ki, bunlar Kur'ân ilmi ile
uzun uzadıya uğraştıktan sonra sezilmeye, sonra da olayların gelişmesi ile
te'vili anlaşılmaya başlar. Lafızları mânâya irca etmek şeklindeki te'vil ile
mânâyı olaylara uygulamak şeklindeki te'vil arasında da fark vardır.
Binaenaleyh Kur'ân'ın tefsirinde "Biz seni hakkıyla tanıyamadık."
diyecek noktalar bulunduğunu hiçbir zaman unutmamak ve her zaman Kur'ân'ın
muhkematına iyi sarılmak lazım gelir. Bu âyetler bize Kur'ân âyetlerinin
genellikle meâlini tayin etme işinin tamamen rasih âlimlerin yetkisinde olmadığını
ve Kur'ân nazmının ve özellikle müteşabihatının ibadet ölçüsünde aynen
korunmasına dikkat edilmesi gerektiğini de gösterdiği için, mânâ tayini demek
olan terceme meselesinin nasıl bir ağır ve tehlikeli iş olduğunu iyi düşünmek
gerekir. Daima Cenab-ı Hak, kalblerimizi fitneye yöneltmekten ve keyfî te'vile
kapılmaktan, kaypaklıktan ve sapmaktan korusun.
Evet Allah sözünden dönmeyendir.
"kendisinde hiç şüphe olmayan" o haşir günü kesinlikle gelecek,
kalbleri kaypaklıktan ve küfürden, fitne ve fesattan sâlim olan, Hakk'ın
âyetlerine "inandık, onların hepsi Rabbimiz katındandır." diyen iman
ehli, Allah'ın vaad ettiği rahmetine ve yardımına erecek, inkârda ısrar edenler
de vaîdini, ikab ve azabını bütün şiddetiyle göreceklerdir.
10-11-Bunun için, " Gerçek şu ki
kâfirlere, Allah'tan gelecek bir zararı, ne malları, ne de evlatları
engelleyemez. İşte onlar, o ateşin yakıtı olacaklardır. Gidişatları, Firavun
soyunun ve daha öncekilerin gidişatı gibidir. Âyetlerimizi inkâr etmişlerdi.
Bunun üzerine Allah da onları işledikleri günahlar yüzünden yakalayıp alaşağı
etti. Allah, cezası çetin olandır." Allah Resulunün hak peygamber olduğunu
bildiği ve kardeşine söylediği halde, Rûm krallarının verdiği malları elinden
kaçırmak endişesiyle iman etmeyen Necran piskoposu sebebiyle nazil olduğu
rivayet edilen bu âyet, hükmü umumî ve herkese şamil olarak varid olmuş,
Firavun ailesinin ve daha başkalarının başlarına gelen şiddetli felaketler
bütün bu gibilerin, yani Hakk'ın âyetlerini tekzib ve inkâr edenlerin hepsinin
başına da geleceğini müminlere müjdeli bir vaad, kâfirlere de tehdit dolu vaîd
olarak haber vermiştir.
Daha önce Yahudiler hakkında indirilmiş olduğu
rivayet olunan şu iki âyet de bunların arkasına eklenerek yukardaki âyetin
hükmüne ortak edilmiştir:
Meâl-i Şerifi
12- O inkârcı kâfirlere de ki, siz mutlaka
yenilgiye uğrayacak ve toplanıp cehenneme doldurulacaksınız. Orası ne fena bir
döşektir.
13- Hiç şüphesiz karşı karşıya gelen iki
toplulukta size bir âyet, bir işaret ve ibret vardır. Onlardan biri Allah yolunda
savaşıyordu, öbürü de kâfirdi ve karşılarındakini göz kararıyla kendilerinin
iki katı görüyorlardı. Allah da gönderdiği yardımla dilediğini destekliyordu.
Gören gözleri olanlar için elbette bunda apaçık bir ibret vardır.
12-13-Bedir savaşında Resulullah'ın Mekke'li
müşriklere karşı zafer kazandığını gören Medine yahudileri, "Vallahi işte
bu, bize Musa'nın vaad ettiği, Tevrat'ta özellikleri bildirilen ümmî
nebidir." demeye başlamışlar ve ona iman edip uymak arzusunu
göstermişlerdi. İçlerinden bir kısmı da, "Acele etmeyiniz, bekleyelim
birkaç olay daha görelim." demişlerdi. Uhud savaşı olunca tereddüde
düşmüşler, halbuki o sırada bir müddet için Resulullah ile bir antlaşmaları da
vardı, süresi dolmadan antlaşmayı tek taraflı olarak bozdular. Bu âyet bunun üzerine
nazil olmuştur.
İkinci âyet Bedir savaşının Allah'ın yardımına
nasıl bir ibret örneği olduğunu gösteriyor ki, burada "Nice ufak
topluluklar, Allah'ın izniyle birçok büyük topluluklara üstün
gelmişlerdir." (Bakara, 2/249) âyetinin mânâsı ve hükmü, İslâmda ilk
örneğiyle fîsebîlillah (Allah yolunda) olmak şartıyla açıklık kazanmış ve
sûrenin, Bakara'nın son âyetindeki yardım duasına cevap olan noktalarından biri
daha gösterilmiştir. Gerçekten de Bedir savaşı, daha sonraki yıllarda gerek
yahudileri, gerek Necran'dan başlayarak hıristiyanları mağlup eden İslâm
zaferlerinin de ilki ve temeli olmuştur. Kur'ân hükümlerine samimiyetle uyan ve
Allah yolunda olan müminlere bu yardım her zaman vaad olunmuştur.
Böyle iken acaba insanlar neden bundan gaflet
ederler?
Meâl-i Şerifi
14- İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle
altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı
sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Halbuki bunlar dünya
hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî
hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.
14- Şehvetle ilgisi çok olan, bütünüyle şehvet
kesilmiş gibi bulunan şeylere karşı duyulan muhabbet, yahut sırf şehvet için
sevilen, onlar arasından şu sayılan şeyler insanlara çok süslü, çok zinetli
gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek şeyler yalnızca bunlar
zannettiler. Bir taraftan bunların meşru birer nimet olması özelliği, bir de
hayalî ve gayri meşru bir şeye sebep olması özelliği vardır. Birincisinde
süsleyen Allah, ikincisinde süsleyen şeytan ve beşerin bilgisizliğidir ki,
fenalığı ve kınanması bu bakımdandır. Şehvet nefsin arzu ettiği şeye atılışıdır
ki gönül çekmek, canı istemek diye söylenir. Bunun ifrat derecesine hırs ve
şereh denilir. Dilimizde şehvet, iştahtan daha özel bir anlama gelir ise de
aslında değildir. Burada şehevat, bütünüyle şehvet kesilmiş iştah çekici şeyler
anlamına kullanılmış ve aşağısıyla tefsir edilmiştir. Bununla beraber mef'ûl
mânâsına alınarak şehvet kendi mânâsında bırakılmak ve aşağısı da
"hübb"ün beyanı olmak ihtimali vardır. Evlat ve hele oğullar
demektir. Bunda kadınlar tarafından mülahaza olunan şehevat sevgisine de bir
ima vardır. Zira "nâs" kelimesi bütün insanlara ve kadın ile erkeğe
şamil olmak üzere genel anlamlı bir kelimedir. Fakat kınama açıkça erkeklere
tevcih olunmuş, kadınlar sevmek değil, sevilmek mevkiinde gösterilmiştir.
Bununla beraber âyet Allah katındaki mutlak gerçeği değil, bir bakış açısını,
bir zihniyeti dile getirmiştir.
"Kanatîr" kantarın çoğuludur,
"mukantara" ise kantarlanmış demektir. Kantarların kantarlanması da
darb sûretiyle (çarpım yapılarak) çoğaltılmıştır ki, mübalağa için olur.
Aritmetik ifadesiyle en az "kantar kerre kantar" demek gibidir.
Kantar en büyük ağırlık birimidir ki, çeşitli zamanlarda, değişik kavimler
tarafından farklı şekilde kullanılmış olduğu bilinmektedir. Mesela bir zamanlar
Afrika ve Endülüs'te sekiz bin miskal, sonra yüz rıtıl bir kantar sayılmıştır.
Hz. Peygamber'den bin iki yüz ukye (okka) veya on iki bin ukye veya bin iki yüz
dinar diye üç ayrı rivayet de bulunmaktadır. Mutlak olması bakımından herhangi bir
sayı değil, en yüksek tartıda birçok şey demek olur. Nitekim Araplarda kantar
miktarı belli olmayan bir ağırlık ve tartıdır. Veyahut yerle gök arası kadar
mal demektir diye de lügat rivayetleri bulunmaktadır.
İşte böyle şehevat muhabbetini pek güzel bir
şey zannetmeleridir ki, kendilerini her fenalığa sürükler. Bu iştah çekici
şeylere böylesine muhabbet ise göründüğü kadar güzel bir şey değildir. Bunların
amaç ve gaye edinilmeye değer yanları yoktur. Nihayet bunlar bayağı bir hayatın
unsurlarıdır.
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde.
Dönüp dolaşıp varılacak ve hayatın gayesi
edinilecek şey bunlar değildir. Allah'ın yanındakidir ki, bu dünya hayatından
geçilip Allah'a varıldığı zaman ona erilir. Bundan dolayı o şehevat, o iştah
çekici şeyler, dünya hayatını sürdürmek ve geçip Allah'a gitmek için
faydalanılmak üzere verilmiş birer araç olmak bakımından Allah tarafından ihsan
edilmiş birer nimet iseler de bu bayağı hayata ve onun eşyaları olan şehevata
muhabbet etmek ve bu yüzden Allah yanındaki güzel mevkii feda etmek ne kadar
büyük budalalıktır, ne kadar alçaklıktır.
Bunları anlatmak için:
Meâl-i Şerifi
15- De ki, size, o istediklerinizden daha
hayırlısını haber vereyim mi? Korunan kullar için Rablerinin yanında cennetler
var ki, altlarından ırmaklar akar, içlerinde ebedî kalmak üzere onlara, hem
tertemiz eşler var, hem de Allah'dan bir rıza vardır. Allah, o kulları görür.
16- Onlar ki, "Ey Rabbimiz! Biz inandık,
iman getirdik, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından
koru!" derler.
17- O sabredenleri, o doğruluktan
şaşmayanları, o elpençe divan duranları, o nafaka verenleri ve seher
vakitlerinde o istiğfar edip yalvaranları (görür).
15-16-17-Her çeşit nimet bulunan bu güzel
cennetler, bu daimî gönül alan ve henüz gizli vatanlar, bu tertemiz pak
çiftler, o içinde bulunduğumuz geçici, aldatıcı, basit ve alçak hayattaki iştah
çeken şeylerden daha güzel, çok daha hayırlıdır. Allah'ın tam anlamıyla bir
rızası ise hepsinden büyük, her lezzetten yüksektir. Fakat bu güzel yurt, bu
güzel yuva herkese değildir. Dünyanın her an durmadan değişen ve geçici olan
iştah çekici şeylerine sevgiyle bağlanmaktan sakınıp, kötü akibetten korunan
muttakilere mahsustur. Böyle olmayanlar güzel yuvaya eremez, rıdvan lezzetini
bulamaz. Başında o geçici lezzetleri elde etmenin hırs ve çabasıyla yanar
tutuşurlar, sonunda ondan mahrum kalmanın acısı ve azabı içindedirler. Bu
korunma (ittika) da kuru laftan ve gösterişten ibaret bir korunma değildir.
Allah, kullarının içini dışını, ne yapıp ne işlediklerini görür. İmanlarını
şüpheden uzak olarak ikrar ve itiraf edip bu sayede günahlarına mağfiret
dileyen, hiçbir lezzete imkan bırakmayan ateş azabından korunmalarını niyaz
eden, sabırlı, sözlerinde, niyet, davranış ve işlerinde dürüst ve doğru olan,
huşû içinde ibadet ve taata devam eden, mallarını Allah yolunda infak eden,
karanlıkların aydınlığa, gafletlerin açıklığa ve uyanıklığa dönüştüğü o seher
vakitlerinde istiğfar eyleyen kullarını görür ve gözetir, güzel yurdu ve en
büyük rıdvanını böyle kullarına verir. Şu halde ta başta yürekten inanıp tasdik
etmek ve imanını da hiç çekinmeden dil ile ikrar etmek, günahların
bağışlanmasına ve azaptan korunmaya vesile ve sebep ise de, hiç şüphesiz en
güzel sonuç ve en büyük rıza, sayılan özellikleri kendilerine huy ve alışkanlık
edinmiş olan takva ve ibadet ehli müslümanlara aittir.
Sakın bu beyanları, bu vaatleri ve bu
uyarıları, bu iman ve sığınmayı, bu yüce hasletleri, hasılı bu dini ve
dindarlığı, temelsiz, şahitsiz, kanıtsız, belgesiz, boş bir şey, kuru bir
iddia, gerçekliği şüpheli, şunun bunun karşı çıkmasıyla zayıf düşecek, ortadan
kalkacak, insanı aldatan hayallerden sanmayınız. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
18- Allah şehadet eyledi şu gerçeğe ki, başka
tanrı yok, ancak O vardır. Bütün melekler ve ilim uluları da dosdoğru olarak
buna şahittir ki, başka tanrı yok, ancak O aziz, O hakîm vardır.
19- Doğrusu Allah katında din, İslâm'dır; o
kitap verilenlerin anlaşmazlıkları ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra
aralarındaki taşkınlık ve ihtirastan dolayıdır. Her kim Allah'ın âyetlerini
inkâr ederse iyi bilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir.
18- Allah, muhakkak kendisinden başka tanrı
olmadığına bizzat kendisi, meleklerin hepsi ve gerçekten ilim sahibi olan bütün
olgun bilginler şahitlik etti. Üstelik adaleti ve hakkı ayakta tutanlar olarak
şahitlik ettiler. Allah Teâlâ'nın birliği, adalet ve hak ölçüleriyle
gözeticiliği (kayyûmiyeti) derece derece bu üç türlü şahitliğin hem her biri
ile, hem de toplamı ile sabittir.
Daha yukarılarda da geçtiği üzere, lügatte
şühûd ve şehadet esasen hazır olmak ve gözüyle görmek demek olup, kendisinde
gerek hazır olmak, gerek içine doğmak suretiyle gerçekleşen bilgiyi dile
getirerek bir hakkın yerini bulmasına ve bir isbata şehadet denilir. Örfte ve
şeriat geleneğinde şahit davacı ve davalıdan başka birisi olur. Burada ise
kitap indiren Allah Teâlâ'nın şahitliğinde davacı ile şahitliğin, hatta şahid
ile üzerine şahitlik edilenin birleşmesi söz konusu olabileceğinden, bu
şahitliğin gerçek önemi ve mânâsını iyi düşünmek gerekir. Her şeyden önce
davacı peygamber, davalılar inkârcı kâfirler olmak itibariyle bu sualin varid
olmayacağı belli ve meydandadır. Allah'ın şahitliğinin mânâsı bir hakikatı
bildirmek, beyan edip açıklamaktır veya birtakım deliller ile onu ispat
etmektir, veyahut yakından şahid olan bilgisi ile hükmetmek mânâlarından biri
ile dahi tefsir edilir. Bu mânâ ile Cenab-ı Allah, gizli ve açık dünyalarda
haddi hesabı olmayan şahitler ve deliller yaratıp meydana çıkarmak suretiyle
kendi birliğini ve yüceliğini beyan edip açıkça ortaya koyduğu gibi, bundan
başka dinî anlamda deliller de indirerek bunları bildirmiş ve doğrulamıştır ki,
genelde insanlar için bu mânânın anlaşılması daha kolay olduğundan birçok
tefsir âlimleri, bununla yetinmişlerdir. Fakat burada daha derin ve hikmet
sahipleri arasında pek çok münakaşalara sebep olmuş olan marifet bakımından da
bahse konu olan, yani "ilm-i yakîn" (kesin bilgi) meselesinin esaslı
bir çözümü vardır. Bu bize gösteriyor ki, her hususta yakînin temeli ve
başlangıç noktası, Hak Teâlâ'nın kendine ve birliğine olan bilgisi ve
şehadetidir. Her ilm-i yakîn, Hakk'ın kendine uygunluğudur ve bu uygunluğun
bildirilip açıklanması ile mümkün olur. İlm-i yakin, ayn-i yakîne, ayn-ı yakîn
de hakk-ı yakîne dayanmaktadır. Aslında hak olan herhangi bir şeyin bizzat veya
dolaylı olarak kendisini göstermesidir. Sadece sübjektif bir iddiadan, bizzat
kendi özünde hak olan yakîni birbirinden ayırd ettirir. Bunun için gerek dış
dünyada, gerek iç dünyada yakından şahit olunarak ve yaşanarak elde edilen
bilgi, birtakım deliller aracılığı ile elde edilen nazarî bilgiden üstündür.
Mesela, acaba şu bahçede bülbül var mı, yok mu diye bahse tutuşan ve her biri
iddiasını akıldan veya başkalarından duyarak elde ettiği deliller ile ispata
çalışan birtakım kimselere karşı, o bahçede bir bülbülün ötmeye başlaması ne
büyük bir şehadettir. Halbuki bu ötüş bile henüz delile dayalı bir ilm-i
yakîndir. Burada asıl şehadet bir taraftan o sesin bülbülde, diğer taraftan
işitenlerde meydana gelen olgusu ve her iki tarafla olan ilişkisidir. Bu bir
sestir ve bu ses bir bülbül sesidir. Binaenaleyh hakikat, özüne uygundur
diyenlerin daha önce kendilerinde bir şahit ve meşhud vardır, yani o sesin
bülbül sesi olduğunu anlayıp idrak etmelerini sağlayan bir bilgi birikimi
vardır. İşte o şahit ve meşhud onların idraklerinde hem önce ve şimdi
birleşmiştir. Binaenaleyh hakikatın derinliklerinde ve zamanın akışında şahit
ile meşhudun bu birleşmesidir ki, şehadetin niteliği ve gerçeğin tasdiki
bakımından esas şahit olmuştur. Bu durum gerçeğin kendi özüne uygunluğu
temeline racidir. Ve bu husus, her hakkın, hak olmak bakımından mutlak anlamda
birliği ve bütünlüğü demektir. Bu da yok olma vasıflarından münezzeh, ezelden
ebede katıksız hakikat ve hak olmak özelliğinin sahibi olarak kaim bulunan
Allah Teâlâ'nın adalet ve hakkaniyeti ayakta tutan birliğine ve O'nun kendinde
huzuru ile ezelî ve ebedî olarak uygunluğuna ve bunu izhar ve ilanına bağlıdır.
Herhangi bir hakikatın özüne uygunluğu "o, odur" şeklinde aynîlik
denilen bir orantının doğruluğunun tasdiki demektir ki, bu ancak bir bilen kişi
ile gerçekleşir. Bilgi ve bilen kişi aradan çıkarılırsa, şeylerin kendi nefsine
uygunluğu meselesi de ortadan kalkar. Fakat bilen birine karşı bir taş bile
kendisini ortaya çıkarıp kendi varlığına şahitlik eder. Şu halde insan
düşüncesi gözardı edildiğinde, kendi kendilerinin varlığından haberdar olmayan
şeyler, kendi özüne uygun değilse, o şeylerin insan bilgisi yardımıyla kendi
kendilerinin varlığına şahitlik etmeleri nasıl mümkün oluyor? Ve sonra bütün
şehadet hak adı verilen bir tek noktaya nasıl toplanıyor? İşte bilgi
probleminin filozofları şaşırtan en ince noktası burasıdır. Bu âyet de işte bu
noktayı çözüme kavuşturarak, ilm-i yakîn meselesinin gerçek başlangıç noktasını
gösteriyor. Varlıkların kendi varlıklarında kendi kendilerine uygunlukları, Hak
Teâlâ'nın kendi zatında kendine uygunluğunun, yani nin kendine olan bilgisinin
ve bu bilgiyi açıklaması ile kendi varlığına ve birliğine şehadetinin eseridir.
Şu halde varlıklar, kendilerine, kendilerinde uygun değil, kendi özünü bilen
Hakk'ın zatında, yani Allah'ın bilgisinde kendi özlerine uygundurlar. Her
insanın kendine uygunluğu, bunun gibi, her varlığın insan bilgisindeki kendine
uygunluğu da yine her birinin ilâhî ilimde yer aldığı şekildeki uygunluk
sebebiyledir. Bundan dolayı varlık âleminde ne kadar şahitlik edilecek konu
varsa, ne kadar ilim ve delil varsa, ne kadar bilgi ve belge varsa hepsi Hak
Teâlâ'nın kendini bilmesine ve bildirmesine, yani şehadetine dayalıdır. İleride
gelecek olan "Her şey helak olacak, ancak Allah baki kalacak."
(Kasas, 28/88), "Rabbinin her şeye şahit olması sana yetmez mi?"
(Fussilet, 41/53) âyetleri bu noktaya açıklık kazandırmıştır.
Hasılı gerçek şahit ancak Allah Teâlâ'dır.
Mesela, güneş vardır diyen bir şahit, kendisiyle şahitlik ettiği güneş arasında
Hakk'ın koyduğu ölçüye uymaktan başka birşey yapmış olmaz. Şu kadar ki, bu
uymak, açık veya zımnen veya farkına varılmadan olabilir. Hak Teâlâ'dan başka
hiçbir âlim ne kendine, ne de başka varlıklara tamamen şahid değildir. İnsan
bilgisinde de varlıkların kendilerine uygunlukları izafî, eksik ve sadece bir yöndendir.
Ben, benim diyebilen insanın bile kendi özüne uygunluğu, bütün yönleriyle tam
ve mutlak ve hakka'l-yakîn değildir. Onun kendi bedenî ve ruhî varlığında daha
bilmediği ve şehadet edemediği izafetlerle dolu nice yönler bulunmaktadır.
İnsanın gerek kendinde, gerek diğer varlıklarda gerçekten bilebildiği şeyler,
Hakk'ın şehadetini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak sezebildiği yönlerdir.
Binaenaleyh insanda mutlak anlamda bir yakîn bilgisi varsa, o da Allah'ın
varlığı ve birliğine ait olan bilgisidir. Zira bu bilgi, gerek kendisine ve
gerek eşyaya olan ilimlerin hepsinin en başta gelen temel öğesidir. Bundan
başka herhangi bir bilgide bağlayıcı bir kesinlik ve zaruret yoktur. İlim
ehlinin dereceleri de bu şahitliğe yakınlığı ve uzaklığı ile orantılıdır. Kendi
içlerinde Hak Teâlâ'nın bu şahitliğini sezemeyenler gerçek âlimlerden
olamazlar. Bunlar bilgiyi inkâr eden sofistlerden ve şüpheciliği savunan
inkârcılardandır. Gerek kendi özüne, gerek dış varlıklara ait olan bilginin
hakikatine ve değerine inanıp da Hak Teâlâ'yı inkâr edenler ise, inatçı
kâfirlerden olanlardır. Cenab-ı Allah'ın kendinde kendi varlığına bilgisi ve
şehadeti bulunduğu gibi, varlıkları yaratması ile dış ve iç dünyalarda bu
bilgisini sayısız şahitler ile ilan ve izhar etmesi, ilim, akıl, düşünce ve
idrak gücü vermesi ve bunlara uygun hareket eden âlimler yaratması ve onlara
şehadetini tebliğ ve ilan eylemesi dahi, Allah'dan başkasına karşı kendisine,
kendi birliğine hakkaniyetle şehadetidir ki, eninde sonunda, başlangıç ve
sonuç, davacı, şahit ve şehadet olunan olarak, hatta doğrudan doğruya hakim
olarak, hepsi bu birlik noktasında birleşmeden, buna başvurup, sığınmadan ne
bir şahitlik yapılır, ne varlıktan, ne ilimden, ne amelden bir eser sezilir.
Allah Teâlâ kendi zat-i ahadiyetinde (mutlak birliğinde) şahit ve meşhudun
birliğini ve bütün şehadetlerin bu birlik sayesinde, bu şehadetin adlî ve hükmî
anlamda hakimiyeti altında sürüp gittiğini, bu şehadet olmadan hiçbir şeyin
adaletle ve hakkaniyetle tasdik edilip doğrulanamıyacağını hem fiilen, hem de
kavlen ortaya koyduğu şehadetiyle isbat eyledi ve buna kendi şehadetiyle, kendi
tezkiyesiyle desteklenmiş nice şahitler de yaratıp ortaya çıkardı. Bu cümleden
olmak üzere, bir insanın "ben benim" diyerek kendi kendini tanıması
O'nun sayesindedir. Yine O'nun sayesindedir ki, insan kendi varlığı hakkında
şahitlik eder, kendi şuurunun, kendi varlığına uygunluğunu, yani kendisinin,
başkası değil de kendisi olduğunu dolaysız olarak haber verir. Hem davacı, hem
şahit, hem de meşhud (hakkında şahitlik yapılan) olduğu halde bu şehadetini
ayniyle adalet, doğru ve gerçek tanır. Buna şüphesiz olarak inanır.
İkinci bir husus olarak Allah Teâlâ'nın
"kendisinden başka bir tanrı olmadığına, yani tek ve yegane ilâh"
olduğuna bütün melekler, gerek tekvinî anlamda, gerek teşri'î herhangi bir
hususta ilâhî emri ve iradeyi tebliğ ve icra ile görevli Allah elçileri
olmaları anlamıyla bütün melekler, bütün idrak ve akıl sahibi olan görülmez
varlıklar, bedensel varlıklarından soyutlanmış ruhlar dahi şahitlik ettiler,
üstelik şehadetlerinin doğru olduğuna Hak Teâlâ'yı da şahit tuttular. Zira
Allah Teâlâ kendi şehadetini evvela bunlara bildirdi ve bunları şahit gösterdi.
Üçüncü olarak, Allah Teâlâ'nın
"kendisinden başka tanrı olmadığına, yegane tapılacak ilâhın kendisi
olduğuna" yani, gerçekten ilim sahibi olanlar, bütün peygamberler, büyük
âlimler ve O'nun birliğine inanan gerçek filozoflar şahitlik ettiler. İlim ehli
arasında görülüp de adalet ve hakkaniyetten sapan, adalet ve hakperest
olmayanların inkâr veya şehadetlerini gizlemeleri, ketm eylemeleri önemli
değildir. Adalet ve insaf sahibi olan hiçbir ilim sahibi yoktur ki, hiç olmazsa
kendi içinde, Allah'ın birliğine şahitlik etmesin. Zaten ilmin ve âlimin
bilfiil yeryüzündeki varlığı bile Allah'ın birliğinin açık delillerindendir.
İlim zaten vakıaya uygun değilse, yani hakkın ve gerçeğin olduğu gibi tanınması
demek olan hak ve gerçek değilse ilim olmaz. Bildiğinin doğruluğu ve
gerçekliğine iman ve şehadeti olmayan da âlim değildir. Hak Teâlâ ezel ve ebed
bakımından gerçekten kendisinin tek ilâh olduğuna ve birliğine şahit değilse;
ne ilimde hakikat bulunabilir, ne de kimse kendi kendini tanıyıp bilebilirdi.
Sofistler gibi ilmi inkâr ederek veya gerçekleri tersyüz ederek şüpheye ve
inkâra sapanlar ise kendilerinde Hakk'ın şahitliğini yapan bir ilmin
bulunmamasından dolayı şahitlik ehliyetinden mahrum kalmışlar ve bu davada
mahkum olanlar arasına girmişlerdir.
İşte mânâsıyla Allah'ın birliğine ve Allah'ın
adalet ve hakkaniyeti ayakta tutup duran bir kayyum olduğuna, böyle bir vahdet
düzeninin ve hatta bütün mevcudatın ve bütün gerçeklerin kendisiyle ayakta
durabildiği bir mutlak varlık olarak derecelerine göre, dürüst, adil ve
şahadeti geçerli bu kadar şahitler, söz ve anlam birliği ederek sistemli bir
şekilde şahitlik ettiler, her biri doğruluğu ayakta tutan kimseler olarak
"Ben şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur." dediler.
"O aziz ve hakim olandan başka ilâh yoktur", yani hıristiyanların
zannettiği gibi, teslis (üçlü ilâh inancı) yok, bir takım azizler yoktur.
Burada işbu çeşitli şekilde tevcihlere ihtimali olan bir isim tamlamasıdır.
Evvela şahitlik açısından doğrudan doğruya "Allah"dan hâl, ikinci
olarak meşhudluğu açısından "hüve"den hâl olur ki, mânâ bakımından
her ikisi de birbirinin vazgeçilmez şıkkıdır. Üçüncü olarak, "ilim
sahipleri"nden veya "ilim"den hâl, dördüncü olarak da Allah,
melekler ve ilim sahiplerinin her birinden ayrı ayrı hâl olabilir ki, en sonda
gelmesi bakımından en uygun olan da budur. O zaman "her biri adaleti
yerine getirici olduğu halde" demek olur. Ve şahadetten sonra tezkiyeyi
ifade eden bir te'kid hali olduğu için "Her biri adaleti hakkıyla yerine
getirici olduğu halde şahitlik etti." takdirinde bir başlangıç cümlesi
olması en güzel vecihtir. Gerçi "Kavim bana binekli olarak geldi."
denildiği zaman "Her biri binekli olarak" mânâsı murad olunabileceği
inkâr edilmiştir. Lakin bu misal yalnızca ilim sahiplerinden hâl yapıldığı
takdirdedir. Ve denilebilir ki, "Kavim bana binekli olarak geldi."
cümlesi ile ""Zeyd, kavim ve onlara uyanlar, bana binekli olarak
geldi." demek arasında fark vardır. Atıf teğayür içinde bir cemiyet ve
bütünlük ifade eder, "her biri" mânâsını sarahatle ve açıkça
göstermiş olur.
Rivayet olunmuştur ki, Şam rahiplerinden, yani
Hıristiyan din âlimlerinden iki zat gelmişlerdi. Medine'yi gördükleri zaman
biri öbürüne, "Bu kasaba ahir zamanda çıkacak o peygamberin kasabasına ne
kadar benziyor." dedi, sonra da Hz. Peygamber'in huzuruna geldiklerinde
onu kendine mahsus sıfat ve özelliklerden tanıdılar, Hz. Peygamber efendimize
(s.a.v.), "Sen Muhammed'sin." dediler. Onlara "Evet"
buyuruldu. "Hem de Ahmed'sin." dediler. Hz. Peygamber tarafından,
"Ben Muhammed'im ve Ahmed'im." buyuruldu. Bunun üzerine, "Biz
sana birşey soracağız, haber verirsen iman edeceğiz." dediler. Hz.
Peygamber "Sorunuz." buyurdu. Onlar da, "Bize Allah kitabında en
büyük şahitliği haber ver." dediler. İşte bu âyet nâzil oldu. Bunun
üzerine her ikisi de müslüman oldular. Demek ki, bu âyetin nüzûlü, Necran
heyetinin gelişinden önce imiş.
19-Özetle bütün varlığa şamil olan bu üç
şehadet sonucunda ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin ve her türlü hakikatten
daha açık bir hakikat olarak gerçekleşmiş bulunmaktadır ki; dır. Allah katında
kendi ilâhî rızasına uygun ve mutluluk hedefine iletecek olan hak dinin İslâm
olduğunda şüphe yoktur.
Kisai kırâetinde feth ile öbür kırâetlerin
hepsinde kesr ile okunur. "Enne" okunduğu takdirde bu cümle bir
önceki cümleden bedel olmuş olur. Yani Allah Teâlâ, kendi birliğine şahitlik
ettiği gibi, hak dinin İslâm dini olduğuna da şehadet eylemiştir, asıl şehadet
edilen şey de budur. Kesre olarak "inneddine" okunduğu takdirde ise
hükmü şahitliğin sonuca, onun arkasından gelen cümlesi de bu şehadetin gereği
olan bir başka cümle olmuş olur. Çünkü İslâm dininin en temel ilkesi diye
Allah'ın birliğine inanmak ve Allah katından gelen vahiy dinlerinin hepsini
ikrar ve itiraf eylemektir. İslâmın diğer temelleri ve ayrıntı sayılan öbür
kuralları da hep bu inanca bağlıdır.
Allah katında değişmez ve sabit olan ve
"meşhüdün bih" olan hakk, kendi adaletinin, gerçekliğinin ve
birliğinin her türlü yanlıştan arınmış olarak ancak İslâm'da, buna bütün
yönleriyle ve gerekleriyle şehadet ile Allah'dan gelenin cümlesini ikrar
olduğundan hak dinin İslâm'dan başka birşey olmadığı da hakkalyakin, aynelyakin
ve ilmelyakin olarak sabittir. Allah Teâlâ'nın kendisi için ilke edindiği,
peygamber gönderdiği, evliyasını yönlendirdiği din ve sırat-ı müstakim budur.
Nimet ve mükafatını ancak bununla verir, akıbette selamete ancak bununla
çıkarır.
Lüğattaki asıl mânâsıyla din ceza, yani
mükafat veya mücâzât veya itaat etmek demek olan mastar anlamıyla ilgili olarak
bir uyan ve güçlü bir uyulan arasındaki ilişkinin adıdır. Bu ilişki, hakimiyeti
elinde bulunduran güçlü önder tarafından gözönünde tutulduğu zaman sevab veya
ikab ile sorumluluğun uygulanması demektir. Uyan tarafından ele alındığı zaman
da selamet arzusu, korku ile ümit arası bir tutumla itaat ve emre bağlılık
anlamı ifade eder ki, bunlar dinin masdar olarak anlamlarıdır. Hasılları
dindarlık anlamına gelen deyyaniyet ve diyanettir. Fatiha sûresinde dinin
bilinen mânâsıyla tarifi geçmiş idi ki, akıl sahiplerini, kendi istek ve
iradeleriyle doğrudan doğruya hayra ve nimete sevkeden bir ilâhî kurumdur.
Şeriat ve millet dahi denilen ve beşerin ihtiyari fiillerini, hayra ve
mutluluğa yönlendiren ve düzenleyen bir yol, bir kanun ve bir mânevî kuvvet
demek oluyordu. Bundan dolayı genellikle din denilince, sorumluluk duygusuyla
karışık kendi istek ve iradesiyle bağlılık isteyen ve kendisine bağlananları
kötülük ve uğursuzluktan koruyarak hayra ve mutluluğa götüren; aksi halde,
yani, kendi istek ve rızası ile iyi uyulmadığı ve uygulanmadığı, aykırı
davranışlardan sakınılmadığı zaman doğrudan doğruya hayır ve mutluluğun zıddı
olan kötü sonuçlar ile ceza gerektiren hükümlerin zorla ve kaçınılmaz olarak
uygulanacağını gösteren, ümit ve korkunun hedefi, hayranlıkla ve son derece
saygı ile kulluk edilen hikmet sahibi bir yaratıcı ve yetiştiricinin ortaya
koyup, uyulmasını teklif ettiği bir mükafatlar ve cezalar kanunu veya ona itaat
ve teslimiyet anlaşılacağından din, her zaman için bir ilâhî ifade ve ona
zarurî olarak itaati ve teslimiyeti gerektirir. Diyanet, yani dindarlık da o
ilâhî hakime kulluk etmek ve kanunlarına teslim olmak demek olur.
Yukarılarda da beyan olunduğu üzere lügat
anlamıyla İslâm kelimesi, silm, selm, selamet köklerinden gelir; hemzesi duhul
veya müteaddi (geçişli) fiil yapmak için kullanılır. Kapsamlı ve pek temiz bir
kelimedir ki, silme (barışa) ve selamete girmek veya koymak veya selamet temin
eden teslimiyet, karşılıklı olarak barış içine girmek, hasılı sâlim olan
mânâlarına gelir ki, hepsinde selamet ve sâlimiyet gayesiyle bir bağlılık ve
uyumluluk mânâsı vardır. Din dahi irade ve akıl sahipleri arasında
anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp toplumsal barışı sağlayan bir
kanundur. Bununla yalnızca insanlar arasında uyumluluk değil, insanlarla Allah
arasında da bir uyum sözleşmesi vardır. Din sayesinde yaratıcının iradesi ile
yaratılanın iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur. Kul, Allah'ın dilediği
gibi ister, Allah da kulun dilediği gibi yapar; böylece arada didişme ve
anlaşmazlık kalmaz. Allah'a ebedî vuslat hasıl olur. Bu sayede insanların
birbirleriyle çatışan istek ve iradeleri, bir hedefe yönelerek aralarında bir
sâlim medeniyet ve sürekli bir barış meydana gelir. Ve hepsi ilâhî nimetten
istifade eder, felah bulur. Allah'ın birliğine bağlanıp uymayınca da bu maksat
hasıl olmaz. Bu sûretle dinin özü, bu tevhid inancı çerçevesinde, her yönüyle
ve gerçek anlamıyla İslâm'dır. "Kendisinden başka ilah olmayan"
Allah'ın emrettiği gerçek dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid
çerçevesinde bir olan Allah'a teslimiyet ve itaattir. Hakkiyle kurtuluş, felah
ve selamet ve hayır ve mutluluk ancak bu ihlasta, bu bağlılıktadır. Allah
katında din, halis din olan "Allah'a teslimiyettir". Allah'dan başka
ilâh ve ilâhlar tanıyan veya gerçeği bildiği halde, dine bağlanmayı gerçekten
başka bir şey sanan, din ile ilim, Hak Teâlâ ile en yüce hayır arasında didişme
var zanneyleyen veyahut hayırla şer çatışmasının çözümüne Allah Teâlâ'nın hakim
olmadığını, O'nun hükmünün dışında herhangi bir şey kalabileceğini farzeden
velhasıl Hakk'tan gelmeyen ve Hakk'ın âyetlerinden çıkarılmayan dinlerin,
bağlılıkların ve dindarlıkların hiçbiri insanlara selamet ve seadet bahşedecek
hak din değildir. Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve batıl olan birşey
olduğu gibi, İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de batıldır.
Özetleyecek olursak, din ve dindarlığın bütün
mânâsı, itaat ve bağlılık anlamıyla selametin sağlanmasında toplanır. İslâm'ın
mânâsı da faydalı bir selamet, katıksız bir teslimiyet ve bağlılıkta toplanır.
Şu halde din kavramı, mutlak anlamıyla ele alındığı zaman bile mutlak olarak
İslâm kelimesiyle eşit ve eş anlamlıdır. Hangi din ele alınacak olsa, onun
özünün teslimiyet ve boyun eğmekten ibaret olduğu görülür. Zahir din, İslâm'ın
dış görünüşü; batın din İslâm'ın içyüzü; tam din, dışyüzü ve içyüzü ile hakiki
İslâm; batıl din yalan ve yanlış bir İslâm; hak din, hak bir İslâm'dır. Hakikaten
selamet bahşeden hak bir İslâm ise ancak hakiki tevhid inancına dayanan bir
İslâm'dır. Hakiki tevhid ise, şeriki ve ortağı bulunmak ihtimali bile olmayan,
ezel ve ebed bakımından hayy ve kayyum bir ilâh tanımak ve ancak O'na şehadet
etmektir. Böyle bir ilâh ise ancak Allah Teâlâ'dır. Evvel ve âhir bütün izzet
ve hakimiyeti şahid ve meşhud olan zat-ı ehadiyyetinde toplayıp, kendisinden
başka ilâhları nefyetmiş, O'ndan başka tanrılık iddia eden veya tanrılık nisbet
edilenlerin hepsinin acz ve zavallılığını daima göstermiş ve göstermekte
bulunmuş ve herhangi bir zamanda tevhid nizamından çıkmak isteyenleri perişan
eylemiş ve her türlü mutluluğu tevhid yolundan bahşeylemiş, velhasıl diye
ilâhlıkta birliğe kendisi de şehadet etmiş olmakla Allah'ın birliğine şehadet
ile hakiki İslâmın, Hak Teâlâ'nın dini olduğunda hiç şüphe yoktur. Hakiki din
kurucusu olan Allah Teâlâ'nın İslâmını, melekler ve ilim sahipleri gibi, kendi
birliğine iman ve ihlâs ile bağlananları rahmeti ile selamete çıkarmak,
kulların İslâmı da Allah'a kendilerini teslim ederek bu selamet yoluna girmek
demektir. İşte İslâm dini, Allah ile kullar arasındaki bu birlik ilişkisidir.
Meleklerin ve ilim sahiplerinin dini de budur. İlim alanında bundan başka bir
din yoktur. Bu dinin başı hakkı bilmek, hak ilmin başı da bu dindir. Bu dinden
başka bir din aramak ya Allah'ın üstüne çıkmaya çalışmak, ya Allah'dan
aşağısına nefsini teslim eylemektir ki, ikisi de dinsizlik ve küfürdür. İsyan
ve tefrikadır, felakettir. Binaenalyh kitap ehli olanların anlaşmazlıkları ile
bunun bilimselliğine ve gerçekliğine hiç halel gelmez. Onların gerek kendi
aralarında, gerek Resulullah'a karşı ihtilaf çıkarmaları, hak ve hakikatı
bildiren bütün ilim sebepleri geldikten sonra adalet ve hakkaniyetle hareket
etmeyi, hakka ve ilme teslim olmayı, boyun eğmeyi bir yana bırakıp, kendi
aralarında azgınlık ve düşmanlıkla, hükmetme sevdasıyla dinsizliğe ve inkâra
saptıklarından dolayıdır. Fakat adalet ve hakkın isbatı için gönderdiği ve
delil olarak öne sürdüğü gibi kesin âyetler ve belgelere her kim küfreder,
bunları inkâr eder, İslâm'dan kaçınırsa Allah hesabı çabuk görendir. Cezalarını
hemen vermekten çekinmez.
Bu isbat ve takrirden sonra gelelim nüzul
sebebi olan münazara ve mücadele meselesine: Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
20- Buna karşı seninle münakayaşa
kalkışırlarsa de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah'a
teslim etmişimdir". Kendilerine kitap verilenlere ve (kitap verilmeyen)
ümmîlere de ki: "Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?" Eğer İslâm'a
girerlerse hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, sana düşen şey ancak
tebliğ etmektir. Allah kulları görendir.
21- Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ve
haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlar içinde adaleti emredenlerin
canına kıyanlar yok mu? Bunları acıklı bir azapla müjdele!
22- İşte bunlar öyle kimselerdir ki, dünyada
da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcıları da
olmayacaktır.
23- Görmüyor musun, o kendilerine kitaptan bir
nasip verilmiş olanlar, aralarında hüküm vermek için Allah'ın kitabına davet
olunuyorlar da, sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyorlar.
24- Bunun sebebi, onların "belli
günlerden başka bize asla ateş azabı dokunmaz" demeleridir.
Uydurageldikleri yalanlar dinlerinde kendilerini aldatmaktadır.
25- O geleceğinde hiç şüphe olmayan günde
kendilerini bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese
ne kazandıysa tamamen ödendiği vakit halleri nasıl olacaktır?
20- Ben Allah'a kendimi teslim ettim,
tertemiz, şeksiz, şüphesiz, halis, muhlis bir sûrette Allah yolunu tuttum,
Allah'ın dinine bağlandım, ancak Allah'a yöneldim, bana uyanlar da böyledir.
İşte İslâm'ın mânâsı, işte Muhammed ve Muhammed ümmetinin dini. İşte ebedî
selametin gerçek ve şaşmaz yolu, sırat-ı müstakimi. "Kendilerine kitap
verilenlere ve verilmeyen ümmilere de ki..." Bu da Hz. Muhammed'in
peygamberliğinin bütün insanlığa şamil olduğunun uyarısı ve ilanıdır. Zira bu
tasnifin dışında hiçbir insan zümresi yoktur; kitap verilmiş olanlar
yahudilerle hıristiyanlar ve benzerleridir, "ümmiyyin" de kitapsız
dinlere mensup olanlarla Arap müşrikleridir. Esas hitap tarzı Arap olan ve
olmayan şeklinde ırk ayırımı esasına göre değildir, bu genel ayırım iledir.
Tebliğ görevi bunlaradır. Bu vazife yapıldıktan sonra bunları kabulden çekinip,
inkâra ve ihtilafa sapmalarının sorumluluğu Hz. Peygambere racî değildir,
tamamen kendilerine aittir. Bu sorumluluğu ve inkârlarının cezalarını böylece
tebliğ etmek dahi peygamberliğin görevleri cümlesindendir.
Rivayet olunuyor ki, Resulullah bunu kitap
ehlinden olan yahudilere okuduğu zaman "İslâm'ı kabul ettiniz mi?"
hitabına karşı, "kabul ettik." dediler. Bunun üzerine yahudilere,
"İsa'nın Allah'ın kelimesi, kulu ve resulü olduğuna şehadet eder
misiniz?" buyurdu, "Maazallah" (Allah korusun) dediler.
hıristiyanlara da, "İsa'nın, Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şehadet eder
misiniz?" buyurdu, bunlar da "maazallah (Allah korusun), İsa kul mu
olur?" dediler. "Eğer onlar yüz çevirir, kabul etmezlerse, sana düşen
tebliğdir." âyeti buna işaret etmekte, devamının dahi tebliğini
emretmektedir.
21- Gerek yahudi olsun, gerek hıristiyan ve
daha başka kitap ehlinden ve ümmilerden ve müslümanlık iddiasında bulunanlardan
olsun Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bir; yahudilerin yaptığı gibi,
peygamberleri katledip öldürmek gibi ameli anlamda küfürlerini icraat şeklinde
ortaya koyanlar iki; Peygamber değillerse de insanlar arasında peygamberlerin
izinden giderek adalet ve hakkaniyet emreden insanları katletmek suretiyle yine
fiilen kâfirliklerini ortaya koyanlar üç.
22-İşte bütün bu kâfirlere hoşlandıkları
inkârlarının cezası olan elem verici azabı müjdele ki, "Onlar öyle
kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiştir."
Ne kadar tuhaf, şunlara baksana!
23-24-25- "Baksana o kendilerine kitap
verilenlere! Aralarında hakem olması için Allah'ın kitabına davet olunuyorlar
da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyorlar." Resulullah
yahudilerin dershanelerine gitmiş, kendilerini imana davet eylemişti. Nuaym b.
Amir, Hars b. Zeyd, "Sen hangi dindesin?" diye sordular, Peygamber
efendimiz de "İbrahim dini üzereyim." buyurdu. Bunun üzerine onlar,
"İbrahim yahudi idi." demelerine karşılık, Resulullah, "Haydi
aramızda Tevrat hakem olsun, ona başvuralım." diye çağrıda bulundu. Bu teklife
"evet" demekten çekindiler. Aynı durum "recm" meselesinde
de olmuş idi. Burada bu olaylara işaret olunarak "Onlar, kendilerine ilim
geldikten sonra ancak birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler." (Câsiye,
45/17) âyetiyle de açıklandığı şekilde, bunların bile bile hakka karşı
direnmeleri ve şiddetli aldanmaları ve iftiraları ve nihayet feci akibetleri,
uyarmak ve korkuya düşürmek için gösterilmiştir.
Kâfirler mülklerine, devletlerine,
servetlerine, kuvvetlerine güvenerek mâli-kü'l-mülk olan Allah'ın âyetlerini
tanımaz, Hakk'ın şanına tecavüzkar davranırlar. O'na "oğul" isnad
etmekle o kuvvetler alınmaz, gündüzler gece, geceler gündüz olmaz, diriler
ölmez, ölenler dirilmez, zenginler züğürtlemez, fakirler ve zayıflar servete ve
kuvvete kavuşmaz, haksızlıkların ve küfürlerin cezaları verilmez
zannederlerken, şüphesiz ve mutlaka gelecek olan o toplanma ve cem' gününün, o
genel seferberlik gününün anılması hususunda Ey Muhammed,sen:
Meâl-i Şerifi
26- De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım!
Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın, dilediğini
aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen
her şeye kâdirsin.
27- Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü
gecenin içine sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın.
Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.
26-27-Rivayet olunuyor ki, Mekke'nin fethi
üzerine Resulullah efendimiz, ümmetine, Fars ve Rum mülklerini vaad etmişti.
Münafıklar ve yahudiler, "Heyhat, heyhat, Muhammed nerede, Fars ve Rum
nerede! Onların güç ve kuvvetleri bundan pek fazla, Muhammed'e Mekke ve Medine
yetmedi mi ki, bir de Fars ve Rum devletlerini istiyor?" dediler. Daha önce
Ahzab (Hendek Savaşı) senesinde Resulullah, kazılacak hendeği belirlemiş,
Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. Amr b. Afv,
Selman-ı Farisi, Huzeyfe, Numan b. Mukrin ve Ensardan altı kişi kendilerine
verilen kırk arşınlık sahada çalışıyorlardı, kazarlarken hendeğin orta yerinde
büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraşırlarken demir külünkler kırıldı. Çok
çalıştılar, taşı kıramadılar, ondan çok az birşey koparabildiler. Selman'a,
"Çık Resulullah'a durumu haber ver, ne emrediyorsa öğren gel." dediler.
Selman gitti, Resulullah bir gölgelik yapmış içinde oturuyordu, durumu
kendisine arzetti. Resulullah Selman ile beraber hendeğe indi, diğer dokuz kişi
de orada idiler. Resulullah Selman'ın elinden külüngü aldı, taşa bir vurdu, taş
çatladı ve öyle bir kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı
aydınlattı. Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler.
İkinci bir darbe daha indirdi, öyle bir şimşek daha çaktı ve yine öyle bir
tekbir aldılar, üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir
şimşek daha çaktı. Aynı şekilde bir tekbir daha aldılar. Sonra Selman'ın elini
tutup hendekten çıktı. Selman, "Anam, babam sana feda olsun ya Resulullah,
hiç görmediğim bir şey gördüm." dedi. Resulullah, oradakilere dönerek."
Bakınız Selman ne söylüyor?" dedi. Onlar da, "Evet ya
Resulullah." dediler. Buyurdu ki: "İlk darbeyi vurdum, gördüğünüz
gibi bir şimşek çaktı, bundan bana Hıyre'nin ve Medain-i Kisra'nın (Kisra'nın
şehirleri) kasırları (köşkleri) aydınlandı, Cibril de bana haber verdi ki,
ümmetim bunlara muhakkak galip gelecek; sonra ikinci darbeyi vurdum, gördüğünüz
gibi yine şimşek çaktı, bundan da bana Rum diyarının kırmızı köşkleri
aydınlandı, Cibril bana haber verdi ki, ümmetim bunlara muhakkak galip gelecek.
Sonra üçüncü darbeyi vurdum, gördüğünüz şimşek çaktı, bundan da bana San'a'nın
köşkleri aydınlandı. Cibril de haber verdi ki, ümmetim muhakkak bunlara galebe
edecektir. Müjdeler olsun!"
Bunun üzerine müslümanlar pek sevindiler.
"Elhamdülillah, (Allah'a hamdolsun) bu bir doğru vaattir. Kazıdan sonra
bize büyük bir nusret vaad olunuyor." dediler. Münafıklar ise, "Ne
acaip insanlarsınız, Muhammed sizi boş ümitlere düşürüyor, asılsız vaatlerde
bulunuyor, Medine'den Hıyre ve Rum kralının şehirlerinin köşklerini gördüğünü
ve bunların sizce fetholunucağını söylüyor, halbuki muharebeye çıkmaya bile
gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz" dediler ki, Ahzab
Sûresi'nde "O vakit münafıklarla kalblerinde hastalık olanlar diyorlardı
ki, Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği şeyler boş şeylerdir." (Ahzab,
33/12) âyeti bu olay hakkında nâzil olmuştu. Bu iki âyetin de o zamanlar veya
yukarıda geçtiği üzere Mekke fethinden sonra nazil olduğu rivayet edilmiştir.
Daha yukarıda Rum meliklerine güvenen Necran hıristiyanları dolayısı ile nazil
olduğu da yine zikredilmiş idi. Buna göre nüzulünde değilse bile siyakında
(sözün gelişinde) bunlara işaret vardır.
Bu âyetlerin faziletleri hakkında bir hayli
haberler varid olmuştur. Bunlardan biri Ebu Eyyub el-Ensari'den ve Hz. Ali'den
rivâyet olunduğu üzere, Resulullah buyurmuştur ki: Fatihatü'l-Kitab,
Âyete'l-Kürsî, bir de Âl-i İmran'daki "Şehidallahu ennehu..."den a
(3/17-18) kadar, den 'a (3/26-27) kadar iki âyet nazil oldukları zaman, Allah
Teâlâ ile aralarında hiç bir hicab bulunmaksızın Allah'ın arşına yapışarak,
"Ya Rab! Bizi yeryüzüne ve sana isyankar olanlara indiriyorsun."
dediler. Allah Teâlâ da,
"Ahdim olsun, sizi her namazın arkasında
okuyan herhangi bir kimsenin kusurlarına bakmayarak makamını cennet kılacağım,
onu kutsal huzurda iskan edeceğim, her gün kendisine yetmiş kerre nazar
edeceğim ve yetmiş türlü ihtiyacını yerine getireceğim ki, bunun en aşağısı
mağfirettir. Ve onu her bir din düşmanından hasetçinin şerrinden koruyacağım ve
mağrifet eyleyeceğim." buyurdu.
Said b. Cübeyr'den rivâyet olunduğu üzere,
Medine etrafında üçyüz altmış put vardı, bu âyet-i kerime nazil olduğu zaman
yerlere kapanıp secde ettiler.
Ebussuud, tefsirinde der ki, "Bazı
kitaplarda şöyle bir kudsi hadis vardı: Ben azimüşşan olan Allah, hükümdarlar
hükümdarıyım. Hükümdarların kalbleri ve alınları benim elimdedir. Kullar bana
itaat ederlerse ben de onları onlara rahmet kılarım ve eğer kullar bana isyan
ederlerse, ben de onları onlara ceza kılarım; şu halde hükümdarlara sövmekle
meşgul olmayın ve fakat bana tevbe ve müracaat eyleyin ki, onları size doğru
meylettireyim." Bu hadisin içeriği ile "siz nasıl olursanız, başınıza
öyleleri yönetici olur." hadis-i şerifinin mânâsı aşağı yukarı aynıdır.
İşte Allah'ı böyle bilmeli, böyle tanımalı ve
bu tanıyışla ona bağlılık göstermeli ve sığınmalıdır. Şimdi bunu bilen ve
Allah'dan nusret ve yardım isteyen müminlere şunu anlat:
Meâl-i Şerifi
28- Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri
dost edinmesin ve onu her kim yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur, ancak
onlardan bir korunma yapmanız başkadır. Bununla beraber Allah sizi kendisinden
korunmanız hususunda uyarır. Nihâyet gidiş Allah'adır.
29- De ki, göğüslerinizdekini gizleseniz de,
açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini
bilir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.
30- O gün her nefis, ne hayır işlemişse, ne
kötülük yapmışsa onları önünde hazır bulur. Yaptığı kötülüklerle kendi arasında
uzak bir mesafe bulunsun ister. Allah, size asıl kendisinden çekinmenizi
emreder. Şüphesiz ki Allah, kullarını çok esirger.
28-29-30- Müminler, müminleri bırakıp da
kâfirleri kendilerine dost edinmesinler. Müminler iman hasletine küfür
hasletini karıştıracak, müminlere şimdiki zamanda veya gelecekte zararı
dokunacak, İslâm'a zarar verecek ve ters düşecek bir sûrette kâfirlerle dostluk
ilişkilerine girmesin. Sevgisini, muhabbetini ve buğzunu hep Allah için yapsın.
Bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak dört vecih nakledilmiştir:
1- Yahudilerden Haccac b. Amir, Kehmes b. Abdulhakik,
Kays b. Zeyd, Ensardan bazılarına gizlice gelerek, dinlerini bozmak isterlerdi.
Rifaa b. Münzir ve Abdurrahman b. Cübey ve Sa'd b. Hayseme (r. anhüm) bu
müslümanlara, o yahudilerden sakınmalarını ve uzak durmalarını tavsiye ettiler.
Onlar dinlemediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
2- Müslümanlardan Hatib b. Ebi Beltea gibi
bazı zevat, Mekke kâfirlerine sevgi gösterisinde bulunuyorlardı. Allah Teâlâ
bunu nehiy buyurdu, yasakladı.
3- Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy ve
adamları yahudilerle ve müşriklerle dost bulunuyor, onlara müslüman taraftan
bilgi aktarıyor, havadis veriyorlardı. Resulullah aleyhine zafer arzu
ediyorlardı. Müminler bundan menedildiler.
4- Ubade b. Samit hazretlerinin yahudilerden
dostları vardı. Ahzab günü Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Resulü,
benim yanımda beşyüz yahudi vardır. Benimle beraber harbe çıkmalarını
istiyorum." demişti. Âyet bunun hakkında nazil oldu. İlh..
Bunu her kim yaparsa Allah'dan, Allah'ın
dostluğundan ve yardımından hiçbir nasibi yoktur. Ancak onlar tarafından
gelmesi beklenen ve sakınılması gereken her hangi bir zarardan korunmak için
yaptığınız dostluk müstesnadır. Öyle durumlarda iş başka, yoksa müminler, hiç
kimseye karşı iyi davranmaktan, adalet ve ihsandan menedilmiş değillerdir.
Hukuka riâyet, ahitte sebat, ciddiyet, merhamet ve yardımseverlik aslında
imanın gereği olan güzel huylardır. Güzel huy ise müminin şiarıdır. Fakat
müminler, herşeyden önce din ve imanlarında samimi olmak zorundalar. Allah'dan
başkasına nefsini teslim etmiyecek olan müminin, kendisini herhangi bir
sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna kaptırması, imanına ve ciddiyetine aykırı
olur. Bir kâfir, bir mümine dünyaları bağışlasa bile onun ne imanına, ne de din
kardeşlerine en ufak bir zarar getirecek şeyi kabul ettirememelidir. Bir mümin
de bunu bile bile yapmaz, fakat iyi niyetle gaflet edebilir, hüsnüzan ederek
aldanabilir. Karşısındakine göre bilgisi, tecrübesi ve dünya işlerindeki haberi
daha eksik olabilir. Farkında olmaksızın fena yollara sürüklenebilir, fena
işlere bulaştırılabilir. Bunlar ise müminlerin yavaş yavaş kafirlere
benzemelerine ve ilâhî nusretin de üzerlerinden eksilmesine sebep olabilir.
"Her kim böyle yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur". Bundan
dolayı kesinlikle müminler, kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan
sakınmalıdırlar. Meğer ki, bütün bu gibi tehlikelerden korunabilecek bir
vaziyette bulunsun ve korunabilsin, veyahut büyük bir zaruret, tehlike veya zor
karşısında bulunsun. O zaman kalbinde imanına sahip olarak "takiyye"
edebilir.
Rivâyet olunuyor ki, Müseylemetü'l-Kezzab,
ashaptan iki kişiyi esir almıştı. Birine, "Muhammed'in Allah'ın resulü
olduğuna şehadet eder misin?" diye sordu, o da "Evet, evet,
evet" dedi. Sonra, "Benim de Allah'ın resulü olduğuma şehadet eder
misin?" diye sordu, ona da "evet" dedi. Müseyleme kendisi için,
"Ben Beni Hanif'in peygamberiyim, Muhammed Kureyş'in peygamberi" diye
iddia ediyordu. Sorguya çektiği birinci esiri serbest bıraktı, öbürünü çağırdı,
"Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şehadet eder misin? diye sordu, o da
"evet" dedi, "Benim resulullah olduğuma şehadet eder
misin?" diye sorunca, "Ben dilsizim, ben dilsizim, ben dilsizim"
dedi. Müseyleme de onu hemen öldürdü.
Bu haber Hz. Peygamber'e erişince, "O
öldürülen imanındaki sadakat ve samimiyet üzere geçti, mübarek olsun; öbürüne
gelince o da Allah'ın ruhsatını kullandı, bunda da bir zarar yoktur."
buyurdu. Bu mânâ "Ancak zor karşısında kalıp da kalbi iman dolu olanlar
müstesna..." (Nahl, 16/106.) âyetinde daha açıktır. Hafiyye vezninde
takiyye canını, ırzını veya malını düşman şerrinden korumak için ondan sakınmak
demektir. Düşmanlık da iki türlüdür. Birisi din ayrılığına dayanan düşmanlıktır
ki, kâfirin mümine düşmanlığı gibi. Diğeri de mal, mülk, servet ve başa geçmek
gibi dünyaya ait çıkarlardan doğan düşmanlıktır. Bundan dolayı takiyye dahi iki
kısımdır. Bunların ayrıntıları, hangi hallerde caiz olup olmadıkları fıkıh
ilminin alanına girer. Bunlar Razî ve Âlusî tefsirlerinde özetle
bildirilmiştir. İşte korunmanın böyle çeşitli yönleri vardır. Ve kesin olan
şudur ki; asıl korunma Allah'ın azabından korunmadır. Allah müminlere
"Ancak onların zararlarından sakınmanız gereken durumlar başka..."
şeklinde ruhsat vermekle birlikte "Allah size, asıl kendisinden korkmanız,
çekinmeniz gerektiğini bildiriyor, son dönüş Allah'adır." diyerek de ikaz
buyuruyor ki, hemen arkasından gelen şu iki âyet bunu açıklar.
Yahudiler "Biz Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz." (Mâide, 5/18) demişlerdi. Müşrikler de Allah'a
muhabbetimizden dolayı bizi Allah'a iyice yaklaştırsınlar diye putlara
tapıyoruz, demişlerdi (Zümer, 39/3). Necran heyetindekiler de, "Biz
Allah'a sevgimizden dolayı İsa'yı tanrı tanıyoruz." demişlerdi. Bunlara
karşı buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
31- De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok
esirgeyici ve bağışlayıcıdır.
32- De ki, Allah'a ve Peygamber'e itaat edin!
Eğer aksine giderlerse, şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.
31-Mahabbet (muhabbet, sevgi), insan ruhunun
yücelik ve güzellik sezdiği bir şeye öyle bir meyil göstermesidir ki, ona
yaklaşmak için gerekli sebep ve vesileleri arayıp bulmaya yöneltir. Binaenaleyh
sevenin hedefi, sevgilinin rızasına erebilmek ve öfkesinden sakınmak, korunmak
olduğundan, sevgi, itaat isteğini ve isyan sayılan şeylerden kaçınmayı
gerektirir. Herhangi bir kişi, hakiki yüceliğin ve kemalin ancak Allah'a ait
olduğunu idrak edip anladığı zaman, onun bütün sevgisi Allah için, Allah
yolunda ve Allah'ın rızasını kazanmak uğrunda olur. Allah'ın dini de tevhid ve
İslâm olduğundan, sevgisi hep bu çerçevede dolaşır durur. İtaat ve ibadet için
gösterdiği iradede ancak bu din hakim olur. O halde Allah'ı sevenler "Ben
özümü Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da öyle..." (Âl-i İmrân, 3/20)
diyen ve bu ilâhî emri tebliğ eyleyen Resulullah'a karşı gelmemek ve onun gibi
ihlas ve samimiyetle, "Ben özümü Allah'a teslim ettim..." deyip
dininde ve şeriatında ona ve onun öğretim ve bildirilerine uymak ve onu örnek
almak lazım gelir. Bunun zıddı, "Ben Allah'ı severim, ama emrini dinlemem,
O'nun sevdiğini sevmem, O'nu sevenleri, O'nun yolunu gösterenleri, O'nun seçip
gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem." demektir ki, bu da, "Ben
kendimden başka birşey sevmem, tevhid yolunda yürümek istemem." demektir.
Allah'ın Resulüne uymak istememek "Ben özümü Allah'a teslim ettim."
dememek ve düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah'ı sevmemek ve rahmetinden
mahrum kalmaktır.
Rivayet olunuyor ki, âyeti nazil olduğu zaman
münafıkların başı Abdullah b. Übeyy, "Bakınız, Muhammed kendisine itaat ve
ibadeti Allah'a taat gibi tutuyor ve bize, hıristiyanların İsa'yı sevdikleri
şekilde kendisini sevmemizi emrediyor." demiş idi ki, bunun üzerine ikinci
âyet nazil oldu. Ve öyle bir şüphenin yerinde olmadığını gösterdi. Yani
Resalullah'a uymak, hıristiyanların Hz. İsa hakkında iddia ettikleri gibi,
tanrılığa ortak olmak demek değildir. Allah sevgisini bölüp üç ayrı ortağa
paylaştırmak değil, yalnız "Ben özümü Allah'a teslim ettim." diye
bütün sevgiyi sırf Allah'da toplayıp, O'na teslim olduğunu sunmakta ve itaatı
yalnızca O'na yapmaktır. Hz. Muhammed'e de sırf Allah'ın resulü,
görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin
bildiricisi ve habercisi olduğundan dolayı, yine sırf Allah için uymak ve
izinden gitmektir. Birine uyarken, onun karşısında veya yanında diğer birine
veya ikisine daha uymak başka şey, tek başına ve yalnızca O'na uyarken, O'nun
namına, O'nun bir adamını, bir görevlisini tanımak yine başka bir şeydir. Bir
elçiyi tanımak, onun kendisini değil, onu görevlendirip gönderen makamı
tanımaktır. Mesela bir devletin elçisini, memurunu reddetmek, o devleti ve onun
kanunlarını reddetmek demek olduğu gibi, Allah'ın elçisi demek olan
peygamberini kabul etmeyip reddetmek de Allah'a küfür ve saygısızlıktır. Bundan
dolayı Allah'ın elçisine itaat etmekten kaçınanlar, Allah'a ibadet ve taattan
kaçınan kâfirlerdir. Allah da kâfirleri sevmez, küfrün hiçbir çeşidine razı
olmaz. Eğer hıristiyanlar Allah'ı sevselerdi, İsa'yı Allah'ın bir peygamberi
olarak tanırlar ve ona bir tanrı olarak ibadet değil, bir peygamber olarak
itaat ederlerdi. Eğer ancak Allah'ı seviyorlar ve İsa'ya Allah'ın bir
peygamberi olarak itaat ediyorlarsa, peygamberlik sıfatında Hz. Muhammed'in
zatı ve kişiliği değil, ancak onu gönderenin şan ve şerefinin dikkate alınması
gerekeceğinden, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i de tanırlar ve
itaat ederlerdi. Onlar Allah'ı sevseler, Allah'ın peygamberlerinden bir kısmını
tanıyıp da yalnızca birini ayırmazlardı, tanımazlık etmezlerdi. " Biz
Allah'ın resulleri arasında fark gözetmeyiz", derler ve Hz. Muhammed'i de
tanırlardı. Bunu ayrı tutup tanımamaları, İsa'yı Allah için değil, bizzat kendi
zatî varlığı, kendi şahsiyyeti için sevdiklerinden, Allah'ı ve İsa'nın Allah
tarafından yaptığı teb liğleri tanımadıklarından dolayıdır. Bu noktadan
bakıldığında aynı şey yahudiler için de söz konusudur. Hıristiyanlar bir
peygamberi ayrı tuttukları için, yahudiler de hem Hz. İsa'yı, hem de Hz.
Muhammed'i ayrı tuttukları için, yani iki peygamberi tanımadıkları için Hz.
Musa'nın peygamberlik sıfatından ziyade kişiliğinde ısrar etmişlerdir. Bu
bakımdan hıristiyanların küfrü bir ise yahudilerin küfrü ikidir. Diğer
müşriklerin küfrü daha fazladır. Genel anlamda dinleri inkâr edip, hiç Allah
tanımayanların küfrü de sonsuzdur. Velhasıl Allah'a itaat ile Resulüne itaat
arasında karşılıklı bir gereklilik vardır. Fakat bunda Allah gibi sevmekle,
Allah için sevmek arasındaki büyük farkı görmemezlikten gelip gözardı etmemek
gerekir. Allah gibi sevmek, yani âyette geçtiği şekilde "Onlar, putları
Allah gibi severler..." (Bakara, 2/165) ifadesinde Allah'a bir ortak, bir
denk sevmektir. Bu Allah'a şirktir ve küfürdür. İşte hıristiyanların İsa'ya
olan sevgi ve bağlılıkları böyledir. Oysa istenen "Allah gibi sevmek"
değil "Allah için sevmek"tir. Allah için sevmek ise, ancak bir tek
Allah için sevmek ve hiç kuşkusuz tevhid üzere sevmektir. Bakara sûresinde
zaten bu nokta iyice açıklanmış olduğundan, burada "Bana uyunuz ki, Allah
da sizi sevsin." diye Muhammed'e uymakla emrolunmuştur. Bu emri, o
münafıkın yaygarası gibi, hıristiyanların İsa'ya bağlılıkları şeklinde bir
şüphe ile ele almaktan katiyyen sakınmak gerekir. Çünkü âyet, zaten o tür
anlayışları kınamak için gelmiştir. "De ki, ben özümü Allah'a teslim
ettim, bana uyanlar da öyledir..." emri ile muhatap tutulan ve bu emirleri
tebliğ eden Hz. Muhammed'in izinde olan ümmeti, bu uymadan dışarı çıkmamak ve
Allah'dan başkasını Allah'ın sıfatlarında denk ve ortak tutmamak için bu
bağlılık ile yükümlü tutulmuşlar ve bu uyma ile Allah'ın sevgisine nail
olacaklarına inanmışlardır. Hatta bu gelişigüzel bir uyma da değil, tamamen
kendi istek ve rızası ile olan bir uyma olmalıdır. Bu itaat doğrudan doğruya
Allah'a itaattır. Çünkü Hz. Muhammed'in şahsı ve bedeni varlığı bakımından
değil, O'nun peygamberlik görevi bakımındandır ve Allah adına vekalet yoluyla
olan bir itaattir. Yani, bana uyunuz, demek, "Allah'a ve Resule
uyunuz!" demektir.
Burada hıristiyanların Hz. İsa'da sandıkları
gibi, haşa Allah'ın birliği Hz. Muhammed'in şahsında yok olmuş değil, tam
aksine Hz. Muhammed'in hakikatı ve şahsiyeti Allah'ın birliğinde yok olmuştur.
Onun dilinden işitilen biz sözü, Hz. Muhammed'in öz benliğinin ve kişisel
varlığının ifadesi değildir. Hz. Muhammed "Ben özümü Allah'a teslim
ettim." diye kendisini ve kendi benliğini tamamen Allah'a teslim etmiştir.
Muhammed, kendi varlığının kendisine değil Allah'a ait olduğunu bilmiştir. O,
yani, bana uyunuz, dediği zaman, Allah'ın karşısında yer almaya çalışan,
tanrılığı beşeriyete indiren bir benlik değil; aksine zavallı insanlığı şirk ve
bayağılık bataklığından kurtarıp Allah Teâlâ'nın yüce birliğine, en büyük
rızasına eriştirmek için görevlendirilmiş bir peygamberin kulluğuna ve peygamberliğine
yakışan bir vicdanla söylemiştir.
Bu nokta o kadar mühimdir ki, Allah'ın
birliğine iman konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmamak için bu vicdana açık bir
şuurla şehadet de şarttır. Yalnızca "Ben şahitlik ederim ki, Allah'dan
başka ilâh yoktur." şehadeti ile yetinildiği zaman, hıristiyanların
şüphesine benzer bir şüpheye veya Allah'ın beşeri bir mahluk, bir bende yok
olacağı tarzında bir vahdet-i vücud anlayışına ihtimal ve imkan kalabileceği
için, buna bir de "Ben şahadet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve
resulüdür." şehadetinin eklenmesi lüzumlu görülmüş ve İslâm'ın temeli
olmuştur. Zira tanrılık İsa'ya gelmiş ve Allah İsa'da yok olmuştur, batıl
inancında olan bir kimse, gerçekte Allah'ı inkâr etmiş ve yok saymış olduğu
halde yine de kendine göre diyebilir. Ve bunun altında, fakat Allah İsa'dır,
veya İsa'dadır gibi bir inanç da gizleyebilir. Yine bunun gibi bir başkası da
derken, fakat Muhammed Allah'dır veya Allah Muhammed'in şahsındadır gibi batıl
bir vahdet-i vücud inancı gizleyebilir. Halbuki katıksız şirk, katıksız inkâr,
Allah'ı görevlerinden soyutlayıp tatile çıkarmak ve hulûl inancı, nasıl bir
küfür ise; Allah'ı, kâinatta veya varlıklardan birinde yok olmuş saymak
sûretindeki vahdet-i vücud iddiası da öylece batıl bir inançtır ve öylece küfürdür.
Gerçek tevhid inancında Allah'dan başka herşey Allah'da fena bulacaktır, her
şey Allah'a irca olunur. Allah, kendisinden başka hiçbir şeye, hiçbir varlığa
irca olunmaz. Allah her şeyi örter ve kaplar, hiçbir şey Allah'ı örtemez,
kaplayamaz. Allah'ı ve Allah'ın âyetlerini örtbas etmeye çalışan kâfirleri de
Allah sevmez.
32-İşte bütün bu şüphelerden dolayı, açıkça
peygamberliğe şahedet edilmedikçe, Allah'ın birliğine, Allah'ın kendisinin
şehadeti gibi gerçek bir şehadet yapılmamış olacağından İslâm'da bu iki
şehadetin birleştirilmesinin şart olduğunu ve Allah'a itaat ile Resulüne
itaatın birbirini gerektirdiğini ve Allah'ın rızasına, mağfiretine, rahmetine
ermenin ancak bu sûretle mümkün olacağını açıklamak üzere; "De ki, Allah'a
ve Resul'e itaat ediniz! Eğer onlar yüz çevirirlerse, şunu bil ki, Allah
kâfirleri sevmez." buyurulmuştur.
Şu halde bahis, tanrılıktan peygamberliğe
geçmiş olmakla, Hz. Muhammed'in peygamberlik özelliğini anlatmaya ve bütün
gerçekleri ortaya koymaya gelmiştir. Onun peygamberliği bir tekamül sistemi
içinde ilâhî ıstıfa (seleksiyon) ya mazhar olmuş bir kadim peygamber
hanedanından geldiğini tesbit edip desteklemek üzere, herşeyden önce, alelade
insanlardan seçkin durumda olan peygamberliğin niteliğini ve genel olarak bütün
peygamberlerin yüce kadrini anlatmak için, daha sonra da Hıristiyanlığın özüne
ve içyüzüne geçip Hz. Meryem ile oğlu Hz. İsa'nın hallerini ve dine
davetindeki, tevhid inancına davetindeki tutumunu ve bu arada Hz. Zekeriya ile
Hz.Yahya'nın yüce kadrini beyan ederek, hem hak ve hakikatı dile getirmek ve
açığa çıkarmak, hem de bütün bunlar hakkında yahudilerin ve hıristiyanların
ifrat ve tefrit arasında bocalayıp duran tutumlarını iptal etmek; daha sonra
bunların Hz. İbrahim hakkındaki mücadelelerinin de kof olduğunu göstererek
onun, Yahudilikle ve Hıristiyanlıkla bir ilişkisi bulunmadığını ispat etmek ve
nihâyet bütün peygamberlerin, bir Allah'a ibadet ve itaatten başka bir yol
izlemediklerini, kendilerine veya meleklere veya diğer bir peygambere ibadete
davet etmek gibi bir ihtimal bulunmadığını, böyle bir şaibeden uzak olduklarını
ve binaenaleyh Hz. Muhammed'in peygamberliğinin bütün yönleriyle sağlam
temeller üzerinde bulunduğunu ve İslâm'dan başka bir din aranamıyacağını beyan
ve tebliğ ettikten sonra onun hükümlerinin uygulanmasına geçilmek için evvela
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
33- Gerçekten Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim
soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin kıldı.
34- Bir zürriyet olarak birbirinden
gelmişlerdir. Allah her şeyi işitendir, bilendir.
33- Burada içinde yaşadığımız asrı en çok
uğraştıran pek önemli bir ilmi kanun ile peygamberlik meselesinin niteliği
gösterilivermiştir. Şimdi Peygamberlik nedir? Peygamberlerin diğer insanlardan
ne farkı vardır? Ne için Allah, herkese bizzat emrini tebliğ etmesin, kelâmını
ve emirlerini anlatmasın da ayrıca peygamber göndersin? Bunlara ne lüzum var mı
diyeceksiniz?
Bunu anlamak için varlıkta ve özellikle canlı
varlıklar dünyasında, hele hele akıl sahibi olan canlılar dünyasında Allah'ın
rablık sıfatının gereği olarak bir tekamül (gelişme) ve ıstıfa (seleksiyon)
kanunu vardır ki, bu kanun O'nun Rablığının tanıklarından, ilim ve kudretinin,
sonsuz rahmet ve inâyetinin kanıtlarından birini teşkil eder. İşte peygamberlik
meselesi, bu ilâhî geleneğin, bu hakikat yolunun ve bu ilmî kanunun
çerçevesinde ele alınacak olursa, peygamberlerin nasıl olup da insanlar
arasında fevkalade bir imtiyaza mazhar olabildikleri başka delil aramaya
ihtiyaç bırakmadan, bilimsel bir kesinlikle ve en akla yatkın bir şekilde
anlaşılır. Çünkü peygamberliğe mazhar olmayanların bunu dış gözlem veya iç
gözlem yoluyla bizzat tecrübe ederek bilmeye, anlamaya çalışmaları abestir,
boşunadır. Bunu anlamak için de âyetteki ve kayıtlarını iyi anlamak lazım
gelir. Istıfâ: Lüğatte bir şeyin safını, yani en saf ve en halis olan özünü
almaktır. Tasfiye bir şeyin karışığını, bulanıklık şaibelerini giderip özünü
çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmak demek olduğu gibi, ıstıfa da
en safisini seçip almaktır. Bir madeni tasfiye edip cevherini almak bir ıstıfa,
o cevherler arasından herhangi bir şeye elverişli olanının seçip almak da yine
bir ıstıfadır. İşte lüğat anlamıyla ıstıfa böyle karışık olanı seçip
ayıklamaya, değişik maddelerden meydana gelmiş olan karışımları ayrıştırıp
amaçlanan yönde geliştirmeyi hedef tutan bir iradi fiil ve bir iradi etkidir
ki, yaratılışta bu fiil ve etkinin varlığını sürdürmesine bilim dilinde
"Istıfa Kanunu" deniliyor. Bunun frenkçesi seleksiyondur. Lüğat
anlamıyla ıstıfa genel olarak yaratılmış olarak bir varlık üzerindeki işlem
olarak anlaşılır ve yaratılıştan sonraki bir iş olarak ele alınır: Gül
yapraklarından gülyağı elde etmekte olduğu gibi... Burada söz konusu olan
ıstıfa ise yaratılış sırasında hakim olan Allah Teâlâ'nın ıstıfasıdır ki, asıl
ıstıfa kanunu budur. Binaenaleyh bunda tasfiye ile mevcut safiyi, saf
olmayandan seçip ayırmak anlamından daha fazla olarak safiyi yaratmak, ona
vücut vermek mânâsı da eklenmektedir. Bundan dolayı tefsir âlimleri bu ıstıfayı
iki farklı anlamda tefsir etmişlerdir: Birisi, ıstıfa yarattıklarının en
halisi, mahlukatın en özü kıldı şeklinde olan tefsirdir. Diğeri de
"Yakışıksız sıfat ve niteliklerden ayıklayıp güzel hasletler ve
alışkanlıklar ile donattı." demek olan tefsir şeklidir.
Şüphe yok ki, ıstıfa bu ikinci mânâda daha
açıktır. İmam Fahruddin Râzî bu ikinci mânâ üzerinde yürüyerek, peygamberlerin
yaratılışı üzerinde cereyan eden ilâhî ıstıfayı, tabiatteki "Istıfa
Kanunu" nazariyesine uygun düşecek bir şekilde izah eylemiştir. Fakat bu
izahın tamam olması için birinci tefsir şeklini de dikkatten uzak tutmamak
lazımdır. Zira ıstıfa kanunun akışında her aşamadaki ıstıfa ikinci mânâyı akla
getirirken, yani çirkin ve olumsuz özellikler atılıp ayıklanırken, iyi ve
olumlu özellikler ile donatılırken, o donatma mükemmel olarak yeni bir
yaratılışı da içine aldığından birinci manadan uzak değildir. Bunun için Rağıb
Isfahanî demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın bazı kullarını ıstıfası, bazan
başkasında olan karışıklıktan, şaibeden safi olarak icad ile, bazan da bundan
ari olmayarak ihtiyar ve hükmüyle olur. ilh..." Demek ki, müfessirlerden
bazıları bunun birini diğer bazıları da öbürünü daha uygun bulmuşlardır. Hasılı
ilâhî ıstıfa, mutlaka safî olanı hem yaratmak, hem de seçmek ile ilişkilidir.
Şu kadar ki, bu yaratma ya başlangıçtadır veya sonradan ve ilâvetendir ki, bu
sayede bir safiden daha safisi, ondan da daha safisi ilh... meydana gelerek
sürekli bir tekamül mümkün olmaktadır. Başlangıçta maddesiz safi olarak
yaratmak dahi Âdem'deki karışıklıktan tasfiye edilmesi mânâsını da içine
almaktadır. Bu da bir çeşit ıstıfa demekse de ıstıfa sözünden normalde
anlaşılan şey, mevcut bir karışım üzerinde yapılan işlemdir. Böyle bir ıstıfa
dahi yeniden yaratmaktan uzak değildir. Bu sûretle ıstıfa, varlık düzenindeki
yaratılış olayında Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir Rablık kanunundan başka
bir şey değildir. Onun koyduğu bir sünnet, yürürlükte tutup geçerli kıldığı
kuraldır ki, varlık düzeni içinde olup biten bütün değişmeler ve gelişmeler,
ancak bu kanunun hasıl ettiği fiil ve tesirler sayesinde olmaktadır. Yani
ıstıfa, varlık düzeni içinde yer alan çeşitli varlıkların bir sıfat olarak
değil, Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir kanun, O'nun iradesinin eseri olan bir
kuraldır. Tekdüze olarak sürüp giden atalet ve ıttırad prensibine aykırı olan
ve ilâhî iradenin etkisine en büyük misal ve belge olan sebeplilik prensibi
ile, sebeplerin değişmesiyle sonucunda değişeceği genel ilkesine bir yönden
benzeyen bu kanun, tabiat icabı olarak öne sürülen nazariyeyi, devamlı olarak
ve durmadan iptal etmek için, hem her aşamasında ıttırad kanununu iptal eder,
hem de ilme ve sebeplerin sürekliliğine belge olmak için onu büsbütün ortadan
kaldırmayıp beraberinde sürükleyip götürür. Bu sûretle görülüyor ki, ıstıfa
tekamülün şartıdır ve birlikte mütalaa edilmesi lazım gelir. Bütün varlıkları
bir tek varlık şeklinde bir araya toplayarak, onları çeşitli varlık ve hayat
basamaklarına ayırarak, basitten mürekkebe doğru, veya noksanlıktan
mükemmelliğe doğru en uygun ve uyumlu bir sınıflandırmaya tabi tutan ve bu
sayede beşerin bilim ve teknolojisine dahi kendi sahalarıyla ilgili olarak
uygun ve uyumlu bir sınıflama temin eden bu ıstıfa kanunu, kâinattaki olayların
hepsinde kendini göstermekle beraber, en çok hayat olaylarında ve canlılar
dünyasında, özellikle de insanın yaratılış ve gelişmesinde pek çok olarak
kendini göstermektedir. Bu mütalaada başlangıçta maddenin basit ve safi, ya da
karışık ve mürekkep olarak yaratılıp yaratılmadığı bahislerine girmeye hiç
lüzum görmeden, olayların şimdiki durumda bilinen tekamül derecelerini nasıl
kazandıklarını ve kazanmakta olduklarını düşündürmek bile yeter. Şimdi şu karşımızda
duran ve "âlem" denilen karışık olaylar yumağını şöyle dikkatle bir
düşünelim: Evvela bir feza (uzay) ile birçok gök cismini içine aldığı görülen
genel bir görünüm karşısında bulunuyoruz. Ve bu manzarada gök cisimlerinin
birbirlerinden ayrılmış ve farklı farklı özellikler kazanmış olduklarını ve bu
arada üzerinde yaşadığımız yer kürenin de onlardan ayrılmış olduğunu görüyoruz.
İşte bunların herbiri bize bir ıstıfa örneği sunar. Sonra yer küremizi teşkil
eden cisimler içinde üç temel kaynak denilen madenler (toprak), bitkiler ve
hayvanların birbirinden çok açık ve mütekamil farklarla ayrılmış olduklarını
görürüz; şöyle ki, ilk maddeden madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden de
hayvanlar gittikçe artan bir tekamül ile gruplara ve türlere ayrıla ayrıla
gelmiş gibi, bir gelişme düzeni ve tekamül çizgisi gösteriyorlar. Maden adı
altında birleşen ve madenleşme veya cevherleşme denilen bir karışım, yine
çeşitli tasfiye aşamalarından geçerek ve her aşamada başka başka yeni
özellikler kazanarak yepyeni bir cevher özünde ıstıfa edilip çok çeşitli
madenler zuhur ediyor. Yine her birinde çeşitli mertebede sınıflamalar da
görülüyor. Sonra başka birtakım özellikleriyle bitkiler karşımıza çıkıyor.
Bunlar madenlerde bulunan özelliklerden daha başka bir özellikle bambaşka bir
ıstıfa şeklinde gelişme, büyüme ve üreme gibi, özellikle topraklardan silkinip
bir yeni varlık manzarası arzediyor. Bu da yine kendi alanında, bitkilerin
sınıflandırılması ve türlere ayrılması sırasında bir çok ıstıfa aşamalarını
meydana getiriyor. Bunlar da her aşamada ıstıfa ve tekamüle uğruyorlar ki,
madenlerdekine göre bunlardaki ıstıfa ve gelişme çok daha açık olarak
görülüyor. Madenlerde milyonlarca yılda meydana gelen ıstıfa, yani cevherleşme
bunlarda bir iki nesil içinde ve çok daha hızlı biçimde oluyor. Üçüncü olarak
bir başka özellikleriyle hayvanlar âlemi geliyor. İlkel bitkiler ile ilkel
canlılar arasındaki fark bizim için ister bilinsin, ister bilinmesin, ama
bunların şimdiki durumda aralarındaki gelişmişlik farkı o kadar açıktır ki, hiç
kimse bir çiçekle bir kelebeği karıştırmaz; çiçeği dalından koparır, kelebeği
de kovalamaya mecbur kalır. Ve bilir ki, bitkisel hayat, kelebekte fazlasıyla
vardır. Fakat kelebekteki hayat çiçekte yoktur. Çiçek kelebek haline gelmek
için topraktan bir daha silkinmiş, daha mütekamil bir ıstıfaya mazhar olmuştur.
Bu sûretle bitkisel özellikler, hayvansal özelliklere eklenerek gelişmişlik
düzeninde bir de hayvansal varlıklar zuhur etmiştir. Bu da hayvanlar arasında
bir sınıflamayı gerektirmiştir ve hayvanlar da bitkilerden daha çok sınıflara
ayrılmıştır. İşte yer küremizde, onu öteki gök cisimlerinden ayıran ilk
yaratıldığı andan beri, onun üzerinde görülegelen bu değişimler içinde çok
çeşitli ıstıfa aşamalarından geçtiği o kadar açık seçiktir ki, bunda tabiat adı
verilen ve hep tekdüzelik özelliği anlamına gelen oluşlar her aşamada bir
yeniden yaratılışa tabi tutulmuş, alışılmışın aksine her aşamada bir harika
eklenerek yeni bir varlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Tabiatta hiçbir olayın bir
önceki olayla eşit şartlarda ve aynen tekrar etmediğini, bu yüzden tam
anlamıyla ve sanıldığı gibi hiçbir değişikliğe uğramadan sürüp giden bir tabiat
davasının batıl olduğunu ilim ve tecrübe ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu
değişiklik içindeki ıttırat ve tutarlılıktan okunan bütünlük düzeninin kendi
yaratıcısı ve düzenleyicisi varlığın kendisi olmayıp, bu düzenleme özelliğinin
varlıkların kendi içlerinde bulunmadığı, daha açık bir ifadeyle, sonradan
yaratılmış olan varlıkların hiçbirisinin ne sebebi, ne de gayeleri kendi
varlıkları içinde aranmamalıdır. Bütün varlıklar bir araya toplanıp cem
edildiği zaman illet-i küll denilen ve hepsinin varlığına vücut veren esas
sebebin bunların toplam varlığı içinde yok olmayıp, tam aksine bütün varlığın o
illet-i küll içinde fâni olacağı ve Allah'ın birliğinin ancak bu illet-i
bakiyeye ait olduğunu ve binaenaleyh bütün âlemin de bir tabiat olmadığını
gösteren açık bir delil ve şahit vardır. Akıl ve ilim sahiplerinin bu ıstıfa
sırrını pek iyi düşünmeleri lazım gelir. Bu ıstıfayı yapan, varlıkları böyle
bir asıldan ayırıp ayırıp peyderpey çoğaltan ve türlere ayıran, onları tekamül
ettiren gücün, âlemlerin yaratıcısı olan Allah olduğunda şüphe eden hiçbir ilim
sahibine tesadüf edilmemiştir. Şu kadar ki, bir takım kimseler bu çeşitli tabiatların
hep birbirinden doğarak geldiğine ve her mükemmelin bir noksandan kendiliğinden
çıktığına, her sonradan olandaki ıstıfa kuvvetinin bir öncekinde yine
kendiliğinden var olduğuna, değişmenin de bu ıstıfanın eseri olduğunda şüphe
etmemekle beraber ıstıfanın sebepsiz, illetsiz ve gerekçesiz olduğuna ve bu
suretle ıttırad, tam zıddı olan değişme ve çeşitlenmeyi zorunlu olarak meydana
getirdiğine ve bu çelişki içinde âdî ve gelişigüzel bir tabiat kanunu olduğuna
sahip olmak gibi bir çelişki içine düşmüşlerdir. Bu noktada bugün tabiat
biliminde ilim adamlarının iki çelişkili teoride ısrar ettiklerini görüyoruz:
1- Diyorlar ki, ıstıfa kanunu ve tekamül
prensibi gereğince bütün varlıklar bir tek varlıktan, bir tek kökten doğup
çoğalmışlardır. Binaenaleyh bütün canlılar, bir tek ilk canlıdan üreyerek veya
değişerek gelmiştir. Ve bu tekamül ve bu ıstıfa bitkilerden madenlere geçerek
ta bir ilk maddeye kadar gerisin geri irca olunuyor. Binaenaleyh insan dahi
iptidaî canlılardan üremiştir.
2- Her hayvan, her bitki mutlaka ve behemehal
kendi türünün bir tohumundan ürer veya doğar. Pastör bunu tecrübeye bağlı
olarak ispat etmiştir. Binaenaleyh tohumsuz bir üreme olmayacağı gibi, mesela
nohut tohumundan buğday çıkmaz, balık tohumunda köpek çıkmaz, maymun tohumundan
ayı doğmaz, hatta zatürre tohumundan tifo mikrobu doğmaz.
Görülüyor ki, bu iki dava birbirine tamamen
zıttır. Biri bilimsel ve doğru ise öbürü değildir. Bugün herkes bilir ki, yer
küremiz sonradan teşekkül etmiştir. Ve üzerindeki hayvanlar da sonradan meydana
gelmiştir. O halde bugünkü canlıların başlangıcı olan tohumlar nasıl oluştu?
Tabiat nazariyesine en uygun olan Pastör nazariyesinde bu suâle cevap yoktur.
Meğer ki, arzın değişimi ve sonradan yaratılmış olduğu inkâr edilsin. Halbuki
önceki nazariye ıstıfa ve tekamüle dayanarak buna cevap verebilir; nice bin
derece sıcakta kaynamakta olan maddelerden ıstıfa ve tekamül kanunu ile
gazları, sıvıları, katı cisimleri, madenleri, bitkileri, hayvanları çıkarmak
imkânını bulabilir. Fakat bunu bulmak için olayların, nasıl maddedeki asıl ve
zati çerçeveyi aşabildiğini ve o asıldan daha gelişmiş, daha mütekâmil
özellikler kazanabileceğini ve dolayısıyla hakiki etkenin, maddenin kendisi
değil, ona hükmeden ve ona etki eden, onun üstünde istediği gibi tasarrufta bulunan
bir yaratıcı gücün olduğunu kabul etmek gerekir. Ve bunu itiraf edip söylemek
için, tabiat davasından vazgeçip onu bir yana bırakmış olduğunu ilan etmek
lazım gelir, yoksa bu da kendi içinde kendisiyle çelişkiye düşmüş olur. Istıfa
ve tekamül kavramlarının tabiat fikri iddiasıyla nasıl uzlaştırılabileceği
sorulduğu zaman, değişiklik ifade eden ıstıfa ile tekdüzelik demek olan ıttırad
kanununun aynı tabiat kanunu olduğunu, bu ikisinin tek ve aynı şey olduğunu
söyleyenler, bir çelişkiden başka bir şey söylemiş olmazlar. Bunlar ilmin esası
olan ve gerçeğin kendi kendisine uygunluğu ve sebeplilik kanununa küfretmiş
olurlar. O zaman ne ilim kalır, ne bilgi, ne bilen, ne bilinen, ne tabiat ne de
varlık... Bu noktaya gelince bütün hakikatı itiraf ederek ıstıfanın tabiattan
değil, fakat mutlak kudretin sahibi olan yüce yaratandan, O'nun iradesinden
geldiğini ve binaenaleyh fıtrat denilen yaratılışın tabiatten önceliğini itiraf
etmek gerekir. Bunun içindir ki, ıstıfa nazariyesinde irade terbiyesinin önemi
pek büyüktür. Şu halde tabiat bilimleri, tabiata aykırı harikaları inkâr
ettirecek bir zaruret, bir kesinlik değildir. Her zaman aksine oluşların ve
yaratılışların mümkün olduğu bir alışılmışlık anlamı ifade eder.
İşte peygamberliğin niteliğini anlatmaya
yönelik olan ve Hz. İsa'nın yaratılışına dahi bir mukaddime teşkil edecek olan
bu âyette ıstıfanın zaruri bir mutlak ıttırad değil; tabiat üstü bir fıtrat,
bir üstün yaratış ifade eden bir ilâhî fiil olduğuna ve aslî maddelerin
zarureti ve kadim olduğu görüşünden de sarfınazar etmek gerekeceğine bir
uyarıdır. Binaenaleyh tabiat davasıyla her şeyi değişmez bir tekdüzeliğe
bağlayıp, onunla mukayese ederek izah etmeye, yaratılışta ayan beyan görülmekte
olan fevkalade terakki ve tekamülü, değişme, gelişme ve ayrışmayı inkâra veya
durdurmaya kalkışmak doğru bir yol değildir. Ve bu cümleden olmak üzere insan
tabiatı namına insanların hepsini fıtrat, kuvvet ve melekât bakımından aynı
seviyede saymamak ve bu suretle birçoklarında yok diye nübüvveti, risaleti ve
peygamberlerin mucizelerini imkansız, akıl dışı gibi zannetmemek ve İsa
meselesini de işte bu esas çerçevesinde anlamak lazım gelir.
34-Aslında ıstıfanın iradeye bağlı olduğuna,
ilim ve eğitimdeki önemine en büyük misal, tabiat üzerinde iradesiyle
tasarrufta bulunma kabiliyetine doğuştan haiz olan insanoğlunun kendisidir.
Onun daha ileri ve daha mükemmel bir ıstıfaya da aday olduğuna dikkat çekmek
için, beşerin ıstıfasından başlayıp insanoğlunun bütün varlık içinde en
gelişmiş, en çok ıstıfaya uğramış bir tür olduğunu göstermiştir. Âyet yalnızca
bunu göstermekle de yetinmemiş, bu ıstıfanın, bugün birbirinin devamı olarak
sürüp giden bu türün yaratılışında, başlangıç noktası olan Âdem'in oluşumunu
sağlayan tohumdan başlamayıp, doğrudan doğruya kendisinden başlaması da ıstıfanın
tabiatın kendiliğinden olan bir kanunu değil, onun ilâhî iradeye bağlı bir
kanun olduğunu ve sonra bu ıstıfanın, yine ilâhî iradeyle "birbirinden
gelen bir zürriyet olarak" ifadesi de nesilden nesile süzülerek
yapıldığını, artarak ve gelişerek tekamül ettiğini de göstermiştir. İşte
peygamberliğe mazhar kılınan zatların böyle bir ıstıfa ile diğer akıl
sahiplerinden daha seçkin ve daha özel bir ilâhî ıstıfa ile geldiklerini ve bu
arada en mükemmel bir ıstıfa mertebesiyle Âdem, Nuh, İbrahim soyu ve İmran soyu
zincirini izlediğini, İsa'nın İmran soyundan, Hatemül-Enbiya olan Hz.
Muhammed'in de İbrahim soyundan bulunduğunu ve şu halde gerek peygamberliği
inkâr vadisinde, gerek bunların yüce kadirlerinin inkârı konusunda gizli veya
açıkça söylenen sözleri veya beslenen fikirleri Allah Teâlâ'nın işitir ve bilir
olduğunu anlatmıştır.
Artık birlik ile çokluk, tabiat ile irade
arasında bağlantı teşkil eden ıstıfa kanununu ve bunun ifade ettiği tekamül ve
terbiye sırrını hakkıyla düşünüp tasavvur edenler en açık bir ilmî kesinlikle
şu gerçekleri itiraf ederler:
1- Her kanun, kanun üstü bir yaratılış olayı
ile başlar.
2- Her olayın, bir kanun olması zaruri değil,
mümkündür.
3- Bir olayın, kanun olması için tekdüze
olarak sürüp gitmesi şarttır. Fakat her sürüp gidişin onun zıddı olan bir
ihtilafa dönüşmesi de zarurîdir. Binaen-aleyh varlığın zaman içinde sürüp
gitmesi, aynen ve ebediyyen böyle sürüp gideceği anlamına gelmez; çünkü bu onun
zatından gelen kalıcı bir özellik değildir, yeni yeni benzer olayların
tekrarıdır. Zatında bakîlik özelliği, varlığın değil, onu yaratan Hâlikın
sıfatıdır.
4- Tabiat, haddizatında değişmez bir zaruret
değil, alışkanlığa bağlı bir zaruret ifade eder. Binaenaleyh bugün algılanan
bir tabiat, dünün veya yarının olaylarına zaruri olarak hakim değildir.
5- Türlerin bireylerinde tıpatıp aynilik
mümkün olmadığı gibi, mutlak eşitlik mümkün değildir. Onlarda o türün ortalama
özelliklerinin üstünde de, altında da kalan bir takım belirgin özellikler,
üstünlükler ve noksanlıklar daima vardır. Binaenaleyh türün bütünlüğü ve
birliği, gelişmeye veya gerilemeye engel değildir.
6- Varlık denilen bu çeşitli âlemlerden
gelişerek temayüz etmiş olan çeşitli yaratıklar arasında beşer nevi, hepsinden
mükemmel bir ıstıfa ile varlık içinde kendini göstermiştir. Istıfanın iradî
olması meselesi özellikle insanda açıkça görülmektedir. Beşeriyete ait olan bu
gelişmişlik, ilâhî kemale en yakın olan ve madde ile tabiat üzerinde en ziyade
tasarrufa istidatlı bulunan bir kemale yöneliktir.
7- Peygamberlik, beşeriyetin nevine mahsus bir
özelliği değil, insan nevinde en mükemmel bir ilâhî ıstıfadır. Bunu da ardarda
sürüp giden, derece derece durmadan daha mükemmele doğru yönelen bir ıstıfa
zinciri takip etmiştir. Herhangi bir türde, o türün fertleri, türün altında
veya üstünde bir takım üstün özelliklerle farklı olabildiği gibi, bu farklılık
ve değişiklik beşer sınıfları ve fertleri arasında daha fazladır. Hatta beşer
fertleri ve sınıfları arasındaki farklılık ve değişiklik o kadar çoktur ki,
başka türlerde bu kadar çok farklılıkların her biri bir başka cins sayılmaya
bile layıktır. İnsanların hiçbirinin şahsî hasletleri bir başkasına ölçü olmaz.
Zeyd'in nefsi, vicdanı, duyguları ve yönelişleri, bilgi ve iradesi, kabiliyet
ve kabiliyetsizlikleri, arzusu ve alışkanlıkları ile Amr'in nefsi ölçülemez.
Beşeriyetin fertleri arasında çeşitli hayvanları, hatta melekleri, cinleri ve
şeytanları temsil eden karakterler vardır; neler neler vardır. Hatta beşerin
akılları bile ne kadar farklı farklıdır. Beride henüz şahsiyeti gelişmemiş,
burnunun ucundakini göremeyen bir akıl; ötede mekanları, zamanları aşmış,
şahsiyetinden çıkıp bir küllî ruh olmuş diğer bir akıl ve ruh vardır. Ve
"Akıl için yol birdir." misaline uygun düşen akıl, esasen böyle küllî
bir akıldır ki, gerçek kıvamını bulmuş, hakiki mebdeini anlamış, şerikten
münezzeh olan Hak Teâlâ'nın vahdaniyyet yolunu tutmuştur. Binaenaleyh, insanın
ıstıfasının pek güzel örneklerini veren böyle seçkin akıllara beşer fertleri
arasında çok bol olarak rastlanmaması, bunların ne beşeriyetlerini, ne de
gerçekten beşer içinde ileri ve üstün olduklarını inkâra sebep teşkil etmez.
Bunun gibi alelade akılların hayran olacağı, en yüksek bir ilâhî ıstıfaya mazhar
olmuş olan Allah'ın peygamberlerinin de ne beşer türünden olduklarını, ne de
türün üstünde olan imtiyazlı özelliklerini inkâra aklen ve ilmen hiçbir sebep
yoktur. Istıfa kanununu bilenler ve bütün sonuçlarıyla birlikte genişce
anlayabilenler, bunu kendi nefislerinde tecrübe etmeseler bile, şüphesiz bir
istidlal ile dolaylı olarak ilmen ve aklen anlayabilirler. İnsan yok iken,
insan tohumu da yok iken, insanı yaratıp meydana getiren Allah, onu ıstıfa
üzerine ıstıfaya tabi tutarak nesilden nesile ıstıfa ederek neler yapmaz
neler...
İşte peygamberliğin niteliği bu en büyük
ıstıfanın eseridir. Ve bunun en büyük misali de Hz. Muhammed'in
peygamberliğidir.
Bunu Halîmî gibi İslâm filozofları şöyle izah
etmiştir: "Peygamberler, gerek cismani kuvvetlerde, gerek ruhani
kuvvetlerde başkalarına benzemezler. Dış ve iç duyuları gibi idrak güçleri,
görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları, hafıza ve zeka gibi zihinsel
güçleri, aklî ve ruhî güçleri, yalnızca derece bakımından değil, nitelik
bakımından diğerlerinden farklı bir mükemmelliğe ve ulaşılabilecek en üst
düzeye sahiptir. Mesela, uzakları görmekle kalmazlar, arkadan ve perde
gerisinden de görebilirler. Başkalarının işitemediği sesleri, duyamadığı
kokuları işitir, duyar ve anlarlar. Şifâ-yı Şerif'de de ayrıntılı olarak
açıklanmış olduğu üzere Peygamber efendimizin cismanî ve ruhanî kuvvet ve
melekeleri ne kadar yüksekti.
Özetle yine Fahruddin Razî Hazretleri der ki:
"Bu konuda sözün tamamı şudur: Nefsi kudsî-i Nebevî, normal şahsiyetlere
bile nitelik yönünden ters düşen bir özelliğe sahiptir. Yani onların
şahsiyetlerinin hakikatı, beşer cinsi içinde en mükemmel bir nevidir. Zekada,
fetanette, hürriyette, yücelikte, cismani ve şehvani güçlere hakimiyet ve
üstünlükte özel bir mükemmelliğe sahip peygamberin kutsal kişiliğinin
gereklerindendir. Ruh şeref ve safada; beden taharet, temizlik ve arılıkta son
derece yüksek olunca şüphe yok ki, bedensel ve ruhsal güçlerin hepsi kemalin
son derecesine ererler. Zira bu kuvvetler ruhtan bedene doğru feyiz saçarak akan
nurlar mecrasındadırlar. Esas yapıcı ve alıcı güçler gelişmenin son noktasında
olunca onların ortaya koydukları eserler de son derece güçlü, şerefli ve sâfî
olacaktır. Binaenaleyh âyetin mânâsı şu olur:
Cenabı Allah, yeryüzünde sakin olan canlılar
arasından ve hatta melekler de dahil bütün yaratılmışlar arasından Âdem'i seçip
ıstıfa etti. Beşer soyu üzerinden henüz bir üreme aşaması geçmediği halde o
zamanki mahlukat arasında ve hepsinden seçkin, saf ve temiz bir fıtrat üzerine
yarattı. Bilmek gerekir ki, insan insandan doğar mutad kural ve kaidesi ezelî
ve zarurî bir kanun değildir. Başlangıçta insan, insandan doğmadı. Bunun başka
bir mahluktan doğduğunu farzetmekle insan insandan doğar kaidesinin genelliği,
ezelîliği ve zarurîliği sağlanmış olmaz. Her ne olursa olsun, en az başlangıçta
bir insan vardır ki, işte o insandan doğmamıştır. Bu konuda zarurî, ezelî ve
istisnasız genel ve küllî olan bir kural varsa o da şudur: Her insan Allah'ın
mahlukudur. Buna iman eden hiç yanılmaz. Her insan insandan doğar, diye iman
eden yanılır. Evet Âdem'i o zaman ki mahlukattan daha üstün ve temiz bir
fıtratla yarattı. Sonra Cenab-ı Allah, ruhanî kuvvetlerin gelişmesini ve kemale
ermesini Âdem'in soyundan belli kısmına nasip etti, onları ürettirdi. Sonra
Nuh'a, daha sonra İbrahim'e geldi. Sonra İbrahim'den iki kol ayrıldı; İsmail ve
İshak. İsmail, Hz. Muhammed'in kudsî ruhunun zuhuruna ve seçilmesine başlangıç
oldu. İshak da evlattan evlada ta Âl-i İmrân'a kadar Yakup soyundan
peygamberliğe ve İys silsilesiyle mülke başlangıç oldu ve bu hâl Hz.
Muhammed'in zuhuruna kadar sürüp gitti. Bütün peygamberler zaman içinde
âlemlerin en seçkinleri idiler. Nihâyet Hz. Muhammed'in zuhuru ile gerek
nübüvvet nuru, gerek mülk şerefi Muhammed aleyhissalatu vesselama intikal
etti."
"Âl", kelimesi, yakınlıkta ve
mezhepte bir kişiye raci olandır.
Âl-i İbrahim'den murad, bütün müminler
denilmiş ise de sahih olan âyette geçtiği üzere "Zürriyetimden de Ya
Rabbi, dedi. Allah buyurdu ki: zalim olanlar benim ahdime nail olamazlar."
(Bakara, 2/124) gereğince ilâhî ahdin içinde olanlar, onun zalim olmayan
zürriyeti ve özellikle Hz. Muhammed Mustafa'dır.
Âl-i İmran'a gelince: İmran da ikidir.
Birincisi Hz. Musa ile Hz. Harun'un babaları, yani Yakub'un oğlu Levi'nin oğlu
Yashür'ün oğlu olan İmrandır. Bilindiği gibi, Hz. Yakub'un babası İshak, onun
da babası İbrahim'dir. Rivâyet olunduğuna göre, bu İmran'ın da Meryem isminde
bir kızı varmış ki bu kız Hz. Musa ile Harun'un büyük kızkardeşleri oluyor.
İkincisi de Hz. İsa'nın anası Meryem'in babası
olan İmran b. Metan'dır ki, bu da İyşa oğlu Davud oğlu Süleyman peygamber
soyundandır. Bu soy da yine Yakub oğlu Yehuda'nın soyudur. Burada Âl-i İmran
her ikisine de ihtimali bulunmakla beraber, ikinci İmran'a ait olması âyetin
siyakına göre daha açık ve kuvvetli görülmektedir. Fakat genel anlamıyla gerek
birinci ve gerek ikinci her iki İmran soyuna ait olduğunu söylemek de yanlış
olmaz. Bu iki İmran arasında bin sekiz yüz sene geçtiği de söylenmiştir.
Genel olarak bu ıstıfa sırrı iyice
düşünüldükten ve anlaşıldıktan sonra gelelim Âl-i İmran'a, Meryem ve İsa'ya.
Şimdi şu kıssaları hatırda tutunuz. Bir
Allah'tır işiten, bilen:
Meâl-i Şerifi
35- İmran'ın karısı: "Rabbim,
karnımdakini tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur, şüphesiz sen
işitensin, bilensin." demişti.
36- Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu
bilip dururken- şöyle dedi: "Rabbim, onu kız doğurdum; erkek, kız gibi
değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu koğulmuş şeytanın şerrinden
sana ısmarlıyorum".
37- Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde
kabul buyurdu ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyya'nın
himayesine verdi. Zekeriyya ne zaman kızın bulunduğu mihraba girse, onun
yanında yeni bir yiyecek bulurdu. "Meryem! Bu sana nereden geldi?"
deyince, o da: "Bu, Allah katındandır." derdi. Şüphesiz Allah,
dilediğine hesapsız rızık verir.
35-36-37- Rivâyet olunuyor ki, Hz. İsa'nın
ninesi, İmrân'ın karısının ismi Hanne binti Fâzuka (Fâzuka'nın kızı Hanne),
Hanne'nin kızkardeşi ve bir rivâyette Meryem'in kızkardeşi İyşâ da Hz.
Zekeriyya'nın karısı ve Hz. Yahya'nın annesiymiş. Peygamber (s.a.v.) efendimiz:
"Yahya ile İsa teyze oğullarıdır." buyurmuştu.
"Muharrer" kelimesi, esasen iyice
azadlanmış, halis, hür bırakılmış demektir ki, ibadette ihlas sahibi (samimi)
veya mabed hizmetçisi veya dünyadan âzâde mânâlarıyla tefsir edilmiştir.
"Mihrâb" bilindiği üzere cami ve
mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir. "Zikr-i cüz,
irade-i kül" (bir kısmın söylenmesiyle, o şeyin tümünü kastedme) yoluyla
mescide, aynı şekilde en şerefli, en ileri mevkiye de mihrab denilir. Fakat
burada mihrabdan maksat, mescidde merdivenle çıkılır bir mahfel olduğu beyan ediliyor
ki, Hz. Meryem, Zekeriyya aleyhisselam tarafından buraya konulmuş ve burada
muhafaza edilmişti.
İşte ana karnında babasından yetim kalan Hz.
Meryem, böyle bir ruhaniyetle doğmuş ve böyle bir mihrabda Allah katından özel
nâiliyyet ile yetiştirilmişti. O mihrab ki:
Meâl-i Şerifi
38- Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti:
"Rabbim! Bana katından hayırlı bir nesil ver. Şüphesiz sen, duayı hakkıyle
işitensin" dedi.
39- Zekeriyya mabedde namaz kılarken melekler
ona: "Allah sana, Allah'dan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi, nefsine
hakim ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." diye
ünlediler.
40- Zekeriyya: "Ey Rabbim, benim nasıl
oğlum olabilir? Bana ihtiyarlık gelip çattı, karım ise kısırdır." dedi.
Allah: "Öyledir, fakat Allah dilediğini yapar." buyurdu.
41- Zekeriyya: "Rabbim! (oğlum olacağına
dair) bana bir alâmet ver" dedi. Allah da buyurdu ki: "Senin için
alâmet, insanlara üç gün, işaretten başka söz söyleyememendir. Ayrıca Rabbini
çok an, sabah akşam tesbih et".
38-39-40-41- Allah'tan bir kelimeyi (yani
İsa'yı) tasdik edici. Burada Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'yı ilk tasdik eden kimse
olduğu zikrediliyor. Bu tasdik, Yahya'nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır.
Çünkü "âkır", hayız ve nifastan kesilmiş çok ihtiyar bir kadının
hamile kalması da âdete aykırı bir şeydir. Şu halde Yahya, Cenab-ı Allah'ın
âdete aykırı şeyler yaratabileceğine fiilen bir şahittir. Ve onun vücuduyla
esas tasdik ettiği de "Allah dilediğini yapar." kelâmıdır. Bu ise
Meryem'in de, âdet dışı olarak, hamile olabileceğini tasdiktir. Bu mânâ iledir
ki, Yahya'nın anasının Hz. Meryem'e: "Benim karnımdaki, senin karnındakini
tasdik ediyor." dediği rivâyet ediliyor.
Bir efendi: Kerim (cömert), halîm (yumuşak),
batıla tenezzül etmeden güzel şekilde insanların rızasını (hoşnutluğunu) alır,
yaşıtlarına üstün, başkanlığa layık, gücü, kudreti varken, gerek kadın ve gerek
diğer dünya şehvetlerinden nefsini son derece koruyan ve zapteden, mücerred
(soyut), namuslu, zahit, dünyayı terkeden. Bir nebevî hadiste varid olduğu
üzere bir hata yapmamış, kelime (Hz. İsa)yi tasdik edici olan Yahya böyle bir
efendi, böyle bir zahid, böyle bir salih peygamber idi. Hz. Yahya'nın İsa'dan
yaşça altı ay büyük olduğu çoğunlukla rivayet edilmiştir. Bununla beraber üç
yaş da denilmiştir. İşaret edilen (Yahya), İsa'nın göğe kaldırılmasından önce
şehit edilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle rivâyet edilmiştir: "Dünyanın
Allah'a karşı değersizliğindendir ki, Zekeriyya'nın oğlu Yahya'yı bir kadın
öldürmüştür." Meryem'in kefili, Yahya'nın babası olan, kin ve iftiralarla
şehit edilen Hz. Zekeriyya da böyle nezih ve fevkalâde (olağanüstü) bir Rabbanî
(ilâhî) mazhariyette bulunuyordu. Yine Âl-i İmrana (İmran ailesine) gelelim.
Şunu da hatırda tutunuz. Yine bir Allah'tır
işiten, bilen:
Meâl-i Şerifi
42 - Hani melekler: "Ey Meryem! Allah
seni seçti, seni tertemiz yarattı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı.
43- Ey Meryem! Rabbine divan dur ve secdeye
kapan ve rüku' edenlerle beraber rüku' et" demişlerdi.
42-43- Hz. Meryem böyle bir ilâhî seçeneğe
tertemiz, pampâk idi. Çirkin hallerden, yahudilerin iftiralarından uzak ve
temiz idi. Hiçbir kadında görülmemiş bir şekilde Hz. İsa'ya anne olması
yönüyle, dünyadaki kadınların hepsinden üstün oldu. Bu seçmenin eseri ve bu
temizliğin iyilik alâmeti olmak üzere ibadet ve taat ile meşgul olur, Rabbinin
divanına durur, kaşını gözünü kaldırmaz, dualar eder, secdelere kapanır, namaz
kılar, asilerle değil, namaz kılan taat ehli cemaat ile beraber olur,
"Beyt-i Makdis"de ibadet ederdi. Böyle yapması için kalbinde
meleklerin kendine ilham ettiğini duyar ve bu emirlere uyardı. Yahudilerin ve
hıristiyanların bilinen ve görünen namazlarında rüku' bulunmadığına göre
"rüku' edenlerle rüku' et" ifadesinde rüku'un mânâsı, namaz veya taat
ve şükür veya İslâm'dakinden başka bir şekil veya aynen öyle olması hakkında
tefsirciler çeşitli açıklamalarda bulunmuş ve aynı zamanda "rüku'
edenler" ile beraberliğin mânâsı da açıklanmıştır. Her halde kıyam (ayakta
durma), secdeler ve rüku'un, namazın erkanı (içindeki farzları)nı ve
"râkiîn", cemaati ifade ettiği açık olduğundan, Meryem'in namazında
bir rüku' bulunduğu meydandadır. Maiyyet (beraberlik) ise Meryem sûresindeki
"Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti" (Meryem, 19/17) âyetinin
delaletiyle perde arkasından cemaate uymakla tefsir edilmiştir. Bununla beraber
mutlak (kayıtsız) da olsa Meryem'in, erkekle beraber ancak cemaatla namaz
halinde bulunduğunu anlatır.
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
44- İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb
haberlerindendir. (Yoksa) "Meryem'i kim himayesine alıp koruyacak?"
diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Bu hususta)
Tartışırlarken de yanlarında bulunmadın.
44-Bundan dolayı senin uyulması zorunlu bir
büyük peygamber Muhammed Mustafa olduğunda ve bu haberlerin hak vahy bulunduğunda
şüphe yok.
Bu hatırlatmanın sonunda ve düşmanlık
noktasında Meryem'in seçimiyle ilgili olarak İsa kıssasınında bütün
gerçeklerini anlatmak için şunları an:
Meâl-i Şerifi
45- Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem!
Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa
Mesih'dir; dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda Allah'a çok
yakınlardandır.
46- Beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla
konuşacak ve iyilerden olacaktır.
47- (Meryem): "Ey Rabbim, bana bir beşer
dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?" dedi. Allah: "Öyle ama,
Allah dilediğini yaratır, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece 'ol!' der,
o da hemen oluverir." dedi.
48- Allah ona kitab (okuma ve yazmay)ı, hikmeti
ve Tevrat ile İncil'i öğretir.
49- Allah onu İsrailoğullarına (şöyle diyecek)
bir peygamber olarak gönderir: "Şüphesiz ki ben size Rabbinizden bir âyet
(mucize, belge) getirdim: Size, kuş biçiminde çamurdan birşey yaparım da içine
üflerim, Allah'ın izniyle o, kuş olur; anadan doğma körü ve alacalıyı
iyileştiririm ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyor ve
neleri biriktiriyorsanız size haber veririm".
50- "Önümdeki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak
ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için (geldim) ve Rabbiniz
tarafından size bir mucize getirdim. Artık Allah'tan korkun da bana uyun".
51- "Şüphesiz Allah, benim de Rabbim,
sizin de Rabbinizdir. Onun için hep O'na kulluk edin! İşte bu, doğru
yoldur".
45-46-Mesih kelimesi İbranice aslında
"mübarek" mânâsında "meşih"tir ki, İsa'nın lakabıdır.
"İsa'nın, "iyşu' "nun Arapçalaşmışı olduğu geçmişti.
Kelime: Nahiv ilmi terimi olarak, "müfred
(tek) bir mânâya konmuş kelimedir ki, isim, fiil, harf veya edat ismiyle üç
çeşittir. Mürekkeb (birleşik)lere ve lafız (kelime)dan başkasına söylenmesi
mecazdır. Mantık teriminde ise "kelime" nahivdeki fiil demektir.
Burada isme karşılık olma karinesiyle bu mânâ daha yakın görünüyor.
Râğıb, "el-Müfredat"ında der ki:
"Kelm, duyma veya görme (gibi) iki histen biriyle idrak olunan (algılanan)
bir tesirdir. Bunun için tesiri açık bir cerh (yaralama) mânâsına gelir. Kelâm
ise duyma hissiyle anlaşılır. Kelam, dizilmiş kelimeler ile içerdiği mânâlara,
tümü itibarıyla, ıtlak edilir. Nahiv'de bunun bazan bir kısmı olan isim veya
fiil veya edatlara da denirse de, çoğunlukla birleşik ve müfid (bir anlam ifade
eden) cümleye denilir. (Yani kelâm, bizzat kastedilen cümledir). Bundan dolayı
Nahiv'de "kelâm", "kavil"den daha özeldir. Zira "kavil",
müfret (tekil) de olabilir. Kelime ise Nahiv'de isim veya fiil veya edat üç
çeşit kelâmın fertlerinden her birine ıtlak edilir. Bununla beraber
"kelime" ıtlakı bu üçle sınırlandırılmış değildir. Bir kelâm, bir
kasîde, bir kitap, sözlü ve fiilî bir hüküm, bir önerme bir şey... kelime olur
ki, Kur'ân'da bunun birçok misalleri vardır. Kelime-i tevhid, kelime-i İsa ve
diğerleri bu cümledendir". Demek ki "kelâm" denmesinde esas,
bizzat veya vasıtalı duyma tesiri altında bir mânâ telkin etme yönüdür. Kelâm,
böyle bir araçdır. Kelime ise gerek duymanın ve gerek görmenin etkisi altında
mânânın telkini yönlerinden daha geneldir. Mesela ağızdan çıkan mânâlı sesler
veya kitapta yazılan mânâlı yazılar kelime olduğu gibi, âleme bir bakıldığı
zaman, bakışta seçkinleşen ve gözden gönüle geçip duygu tesiri altında az-çok
bir mânâ telkin eden varlıklar ve görünen yaratıklar da birer kelimedirler ki,
Hz. İsa da bunlardan biri idi ve Meryem'e böyle bir tesir ile geldi.
Allah tarafından garip bir kelime, bir fiil ve
tesir, normaldışı bir yaratma işi, mânâlı bir eser. Burada buyurulmayıp da
kelimenin nekre (belirsiz) olarak getirilmesi şu nükteleri ifade eder: Evvela
bu kelime tanınmadık, garip, âdet dışı bir kelimedir. Ve bu sebeple İsa'nın
hüviyetini teşkil eder. Gerçekte İsa'nın yaratılışı bilinen âdetin dışındadır.
kaydı da bunun vasıtasız bir yaratma ve bundan dolayı âdet dışı bulunduğunu ve
aynı zamanda bu kelimenin batıl olmayıp, bir "hak kelime" olduğunu
gösterir. deki ibtidaiyyedir. İkinci olarak, bu bir kelimedir, fakat kelime
bundan ibaret değildir. Çünkü nekreler, yaygın fertlere delalet ederler. Buna
göre Allah Teâlâ'nın daha başka kelimeleri bulunduğu unutulmamalıdır. "De
ki: 'Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri
tükenmeden önce, deniz tükenir'. Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine
yetmez)." (Kehf, 18/109). Ki o kelimenin ismi, Mesih İsa b. Meryem
(Meryem'in oğlu İsa Mesih)dir. Allah'dan bir kelime ki, ismi Meryem'in oğlu İsa
Mesih. İşte hıristiyanların "ekânîm-i selâse" (üç esas: baba, oğul,
Rûhu'l-kudüs) diye, teslis (üçleme) ve te'lih (tanrılaştırma) eyledikleri ve üç
şahıs dedikleri İsa'nın hüviyeti. Biri lakab olmak üzere iki isim; bir müsemma
(isimlenen), bir sıfat, sonra da açıklanacak vasıflar. Şu halde İsa bir
oğuldur, fakat Meryem'in oğludur, haşa Allah'ın oğlu değildir. İsa, Mesih'tir,
mübarektir, Rûhu'l-kudüs ile te'yid edilmiştir. İsa, Allah'tan bir kelimedir,
fakat kelimelerin tümü değildir. Hem de tekdir, çoğul değildir. Allah'dan bir
kelimeye, Allah'ın bir kelimesi denebilirse de, Allah denemez. İsa bir kelime
olmak üzere, Allah'a bağlıdır. Bir oğul, bir çocuk olmak üzere ise ancak
Meryem'e bağlıdır. "Dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda Allah'a
çok yakın olanlardandır. Beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak
ve iyilerden olacaktır." Bu dört de o kelâmının halleridir ki, bir âyet
sonra geri kalanı da gelecektir.
Vecîh: Vecâhetli, şeref sahibi, yani kuvvetli,
şerefli, itibarlı, dünyada peygamberliğinin şerefi, ahirette şefaatinin itibarı
ve cennette derecesi yüksektir. Şu kadar ki "O'nun izni olmaksızın, O'nun
katında şefaat edecek olan kimdir?" (Bakara, 2/255) âyeti unutulmamalı.
Sade şerefli değil, mukarrabînden de, Allah Teâlâ'ya pek yakın olanlardan ve
rıdvân-ı ekberi (en büyük rızası)ne erenlerden ki "İyilikte öne geçenler
(mükafatta da) öne geçenlerdir. İşte onlar Allah'a yakın olanlardır."
(Vâkıa, 56/10-11) âyeti bunu dile getirmektedir. Halbuki bazıları itibarlı olur
da, mukarreb (Allah'a çok yakın) olmaz. Ve İsa gibi daha nice mukarrabîn
vardır. Fakat cahiller bunun Allah'a yakınlığını, uluhiyette (ilâhlıkta)
aynılık veya ortaklık zannettiler.
Kehl: Kuvvetini toplamış, gençliği kemaline
ermiş olandır ki, çoğunlukla otuzdan sayarlar. Beşikteyken ve büyükken
insanlara söz söyler bir halde olması, Meryem sûresinde gelecek bir mucizesini
veya kelime denmesinin sebebini açıklama mânâsından başka; dünyada olgunluk
yaşına kadar yaşayacağını müjdeleme ve özellikle hudûsü (sonradan olma
olduğu)nü, çocukluk ve olgunluk gibi halden hale, tavırdan tavıra değişme ve
geçişini anlatma ile hakkındaki ilâhlık iddiasının batıllığına tenbihi de
içerir.
47- Meleklerin müjdesi üzerine Meryem kalb ve
vicdanında kendisinden hiçbir şüphesi bulunmadığı ve kelimenin garibliğini de
duyduğu için, doğrudan doğruya Rabbine dönüp ve yalvararak: "Ey Rabbim!
Bana hiçbir beşer dokunmamışken benim için çocuk nereden veya nasıl olur?"
diye hayretle sordu. Rabbi de: "Allah böyle, ne dilerse yaratır ve takdir
eder; O, bir işi kesinlikle istedi mi sadece 'ol!' der, o da oluverir."
diye onu vicdanında tasdik, kaza ve ilâhî kudreti bilenler için bunda garib ve
uzak görecek bir taraf olmadığını anlattı. Kelimenin sırrı da işte bu, idi.
48-49-50-Allah bunu anlattı, şunları da
anlattı: "Allah ona kitabı ve hikmeti öğretti". Burada
"kitab", kitâbet (yazı yazmak) mânâsına masdardır. Demek ki Hz. İsa
yazı yazmasını bilir bir bilgin idi. Mucizelerde "Allah'ın izniyle"
sınırlamasının tekrarı, bunların hıristiyanların iddia ettikleri gibi İsa'nın
tanrılığına değil, yaratıcısının uluhiyetine delalet edeceklerini kuvvetle
açıklamak içindir.
İşte ilâhî takdirde İsa böyle bir kelime idi.
Hiçbir sebebe mahkum olmayan Allah Teâlâ'nın birliğine ait kudreti işbu
âyetinden anlaşıldığı üzere, kelimelerin mânâya delaletleri gibi, yaratılışı ve
ahlâkı, ilim ve hikmeti, kitap ve yazması, fiilleri ve sözleri ile delalet
ederek anlatacak bir âyet, bir hak alâmet olacak, İsrailoğullarına bir
peygamber olarak gelecek, değişmez sanılan âdetler dışında dört mucize gösterip
imana davet edecek, önündeki Tevrat'ı tasdik, te'yid ve yasaklanan bazı şeyleri
onlara helal edecek, gelişinin tek sebebi ve bütün mucizelerinin gayesi tek bir
âyeti anlamaktan ibaret olduğunu söyliyecekti ki, bu âyet de şu idi: Allah'tan
korkunuz ve bana itaat ediniz, hiç şüphe yok ki Allah hem benim Rabbim, hem
sizin Rabbinizdir. Şu halde O'nu mabud tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk ediniz.
İşte sırat-ı müstakîm (doğru yol). Demek ki, bir kelime olan İsa'nın ifade
edeceği meâl, bu bir âyet olacaktı.
Şimdi, "Acaba Allah tarafından meleklerin
müjdesi ve Allah'ın takdiri ve vaadi yerini buldu mu? Kelime kuvve (niyet)den
fiile çıktı mı? İsa, bu haller ve vasıflarla gelip bu daveti yaptı mı?"
gibi sorulara lüzum yoktur. Bunun cevabı da bu açıklamanın içindedir. Bir kere
ta yukarda "Muhakkak Allah sözünden dönmez." (Âl-i İmran, 3/9) olduğu
malum. Sonra meleklerin yalan söylemeyecekleri açıkça belli olmakla beraber,
Meryem'in buna bizzat yalvarmakla aldığı cevap da malum. O halde kelimenin
hayal olmadığını anlatmak için ile mukayyed (sınırlanmış) olması, melekler ile
gelmesi, gerçekleşmesine delil olduğu gibi, deki de bu bapta şüpheye yer
bırakmamış, bundan başka bu gerçekleşme (Âl-i İmran, 3/52) da "fasîha
fâsı" ile görülen âlemde de gösterilmiştir. Bundan dolayı İsa bu hüviyet,
bu haller ve vasıflar, bu din ve davetle bir peygamber olarak geldi: "Size
bir delil getirdim, Allah'tan korkun, bana itaat edin, muhakkak ki Allah benim
de, sizin de Rabbinizdir, ona ibadet edin, bu doğru bir yoldur." dedi ve
onun bütün hayat ve daveti, bir tek âyetin mânâsından ibaret oldu. İsa:
"Bana itaat ediniz" dediği zaman, "Beni Allah tanıyınız, bana
kul olunuz." demiyordu. Ancak "Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kul
olunuz, yalnız O'nu mabud tanıyınız, doğru yol budur." diyordu. Doğru yol,
hak din olan İslâm'dan başka bir şeye davet etmiyor. "Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana itaat ediniz ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran,
3/31); "Allah'a uyun ve peygambere uyun." ; (Mâide, 5/92) "Ben
de kendimi Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da." (Âl-i İmran, 3/20);
"Müslüman olunuz." (Hacc, 22/34; Zümer, 39/54) diyen Muhammed
Resulullah'ın davetinden başka bir şey yapmıyordu. "Allah katında din
İslâmdır." gerçeğinden başka bir iddiada bulunmuyordu. "Allah kendisinden
başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka
ilâh olmadığına adaletle şahitlik etti. O, azizdir, hakimdir" (Âl-i İmran,
3/18) âyetiyle şahidliğinden başka, bir şahitlik yapmıyordu. Özetle İsa'nın
kelimesinin, kelime-i tevhidden başka hiçbir mânâsı yoktu. İlâhî kitapların,
kuvvetli naslarına karşı, "Biz onun ruhunu ararız, ruhuna bakarız."
diye müteşabih âyetler arkasında dolaşmak isteyenlerin bilmesi gerekir ki, işte
Tevrat'ın ve İncil'in de yegane ruhu bu tevhidden ibarettir.
51-İsa ancak bu mânâ, bu ruh bakımından bir
rûhullah (Allah'ın ruhu) idi. Bu kelime de bu mânâda, bu ruhta Yahya nasıl
İsa'yı tasdik eden bir müjdeci olarak gelmiş ise, İsa da Muhammed (s.a.v.)'i
öylece tasdik ederek gelen bir müjdeciydi. Sonra Hz. Muhammed de işte bu kitap
ile, bu furkan (hak ile batılı ayırıcı) ile herşeyi tasdik edici olarak
gelmiştir. İsa "Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir.
O halde O'na ibadet edin." derken Musa gelseydi, "hayır"
diyemez, İsa'yı önceden tasdik ettiği gibi tasdik ederdi. Şimdi Muhammed
Resulullah "Allah'a ve Peygamber'e uyun." diyerek bu gerçeği tebliğ
ederken, bütün peygamberlerle beraber İsa da gelseydi "evet" diye Hz.
Muhammed'i tasdik ve tebliğine uymaktan başka bir şey yapmazlardı. Bu bilindikten
sonra İsa'nın terceme-i hâli (özgeçmişi) hakkında meselenin aslı ile ilgisi
olmayan ayrıntıları bırakalım da onun davetinin neticesine ve son haline
gelelim:
Meâl-i Şerifi
52- İsa onların inkârlarını hissedince:
"Allah yolunda yardımcılarım kim?" dedi. Havariler: "Allah
yolunda yardımcılar biziz. Allah'a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak
müslümanlarız." dediler.
53- Ey Rabbimiz, senin indirdiğine iman ettik,
o peygambere de uyduk. Artık bizi şahidlerle beraber yaz.
54- Onlar hileye başvurdular, Allah da onların
tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
55- O zaman Allah şöyle dedi: "Ey İsa,
şüphesiz ki seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim ve seni inkârcılardan
temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde
tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda
hükmedeceğim".
56- "İnkâr edenlere gelince, onlara
dünyada da, ahirette de şiddetli bir şekilde azab edeceğim, onların hiçbir
yardımcıları da olmayacaktır".
57- "İman edip iyi işler yapanlara
gelince, Allah onların mükafatlarını tastamam verecektir. Allah zalimleri
sevmez".
52- İsa'nın tevhide daveti üzerine
İsrailoğullarının az bir kısmı iman etmiş, çoğunluğu etmemişti. İman etmiyenler
bilinen küfürlerini, kötü niyetlerini İs'ya hissettirdiler. İsa da bunlardan bu
küfrü hissedince dedi. Kendine, özü Allah'a doğru yardımcılar aradı. Bu
cümlede, "ilallah" kaydının, "Ensar"dan veya
"yâ"dan hâl olmasına ve nın mânâsına göre, çeşitli mânâlara ihtimali
vardır.
1- Ben Allah'a giderken yardımcılarım kimler?
2- Allah'a teslim ve uymuş olarak bana yardım
edecekler kimler?
3- Benim, Allah için yardımcılarım kimler?
4- Allah ile beraber olup, yardımcım olacak
yardımcılarım kimler?
5- "Allah'a iman etmiş ve müslüman olmuş,
nefsini Allah'a teslim etmiş olup da, yardımını Allah'a bağlayarak ve Allah
rızasından başka bir şey düşünmeyerek bana Allah yardımı yapacak, özetle özü
Allah'a bağlı, Allah'a doğru yardımcılarım, dostlarım kimler?"
Bu mânâ hepsini toplayıcıdır. Cevap da buna
daha uygundur. Hz. İsa'nın bu isteği ilk olarak bir sosyal tesir yapıyordu.
Kelime başlangıçta Meryem'in rahminde ilâhî seçim ile cisimlendiği gibi, şimdi
de dışarda belirlemeye başlıyordu ki, İsa'nın dünyada itibarı bununla olacaktı.
Bu andan itibaren tevhid dini maneviyatta kalmayacak, maddiyata da geçecekti.
Bu isteğe, İsa'nın ölüyü diriltme mucizesinin kazanç meyvesi olan en güzide
ashabı (arkadaşları) havarîler cevap verdiler:
Havariler bir ağızdan dediler ki: O Allah
yardımcıları, Allah dostları biziz. Yani biz, Allah için sana yardımcıyız. Zira
sana yardım, Allah'a dostluktur, Allah rızasına uygundur. Çünkü sen O'nun
peygamberisin. Bundan, "Sen Allah değilsen, biz sana yardım etmeyiz."
gibi veya "Sen Allah'sın, şu halde biz de senin yardımcılarınız."
gibi bir kötü anlam çıkmaması için sözlerini açıklığa kavuşturdular. Yani biz
Allah'a iman ettik ve sen şahit ol ki biz şüphesiz müslümanız, Allah ve
Resulüne itaat ediciyiz. İşte nasaraya (hıristiyanlara), nasârâ (hıristiyan)
denmesinin sebeplerinden birisi, İsa ile havarîler arasındaki bu yardım
anlaşmasıdır. Onlar o zaman böyle müslüman ve Allah'ın birliğine inanmış
idiler. Bununla İslâm dinine ve Muhammed aleyhisselâma ait davete de manevi
bakımdan ikrar vermişlerdi.
53-Bunun için havariler cevaplarını şu dua ile
bitirdiler: Ey Rabbimiz, biz senin indirdiğin emre inandık ve peygambere (yahut
o resûle) uyduk, şu halde bizi yalnız bir şahid olan İsa ile değil, birliğine
şahitlik eden bütün erbâb-ı şühûd (şehadet ehli) ile beraber yaz. Yani
melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve özellikle "Siz insanlara şahit
olasınız, Peygamber de size şahit olsun." (Bakara, 2/143) âyeti gereğince
ahirette bütün ümmetlere şahit olacak olan o peygamber Muhammed ve ümmeti ile yaz.
Görülüyor ki "şahitlerden" demediler, "şahitlerle beraber"
dediler. Zira biliyorlardı ki kendileri "şahidlerden" değildiler. Hz.
İsa, havarilerin İslâm'ına ve bu duasına şahit olduğu gibi, Muhammed (s.a.v.)
ve ümmeti de buna şahitlik eder. Havariler, manevî bakımdan, Muhammed ümmeti
ile beraberdir. Muhammed ümmeti de Hz. Muhammed ile beraber peygamberlerin
tümüne; "Peygamberlerden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz."
(Bakara, 2/285) diye şahitlik yaptıklarından, Hz. Muhammed ve ümmeti, Hz.İsa'yı
ve havarileri beraberlerine almışlardır.
Yuhanna İncili'nin birinci babında
yahudilerin, "Sen kimsin?" diye sorularına karşı Hz. Yahya'nın
Mesih'e (İsa'ya) şahitliği hakkında şöyle bir kıssa vardır: "Yahya inkâr
etmeyerek, 'Ben Mesih değilim.' diye ikrar etti. 'Öyle ise nesin, İlyâ mısın?'
diye sorduklarında; 'O da değilim." dedi. 'Sen o peygamber misin?'
dediklerinde, 'Hayır' diye cevap verdi. O zaman, 'Sen kimsin söyle ki, bizi
gönderenlere cevap verelim. Kendi hakkında ne dersin?' dediler, 'Ben Eş'ıya peygamberin
dediği gibi, Rabbin yolunu doğrultunuz, diye çölde çağıranın sadasıyım.' dedi
ve o gönderilenler firisilerden idiler ve ona sorarak: 'Öyle ise sen Mesih
yahut İlya, ya o peygamber olmadığın halde niçin vaftiz ediyorsun?' dediler.
Yahya onlara cevap olarak: 'Ben su ile vaftiz ederim...' dedi."
(İstanbul'da basılmış Türkçe İncil Tercemesi, 1930). İşte burada
"er-Resul", "en-Nebiyyu" tercemesi olan "o
peygamber", "şol peygamber", Tevrat'ta Musa'ya benzer, "Musa
gibi bir peygamber" olarak geleceği açıklanan o peygamberdir ki, Hz.
Yahya'nın şahitliğiyle o peygamberin ne Yahya, ne kendisi, ne de Mesih olmadığı
açıklanmıştır. bunun için İncil'e, Yahya'ya, Mesih'e iman, gelecek olan "o
peygamber"e de imana bağlıdır. Şu halde havariler Hz. İsa'yı diye şahid
getirdikten sonra Allah'a diye dua ettikleri zaman "inzal ettiğin"
cümlesinde şüphesiz "ol peygamber" de dahil olmakla den kasıtları ya
bi'l-ibâre (metin ile) veyahut İsa'ya veya resul cinsine uymanın gereği olmak
üzere bi'l-işâre (metnin işaretiyle) Muhammed Resulullah'a bakmakta veya
kapsamaktadır. Lafzı itibariyle değilse bile mânâ bakımından şamildir ki
"Allah'a ve Resule uyun." emrinden beri kelimesinin ilk defa burada
tekrar etmiş olması bakımından bunun yalnız e masrûf (çevrilmiş) olmayıp, bütün
peygamberlerin tasdikçisi olan o Resule, "o peygamber"e bağlanması ve
bu şekilde Resul cinsini kapsamına alması sözün gelişinin tümüne daha uygundur.
Bunlar düşünüldüğü zaman duasının tefsir yönü de anlaşılır. "Allah'a
inandık, herşey Rabbimizin katındandır." (Âl-i İmran, 3/7) "Allah
daha iyi bilir."
54- Havariler öyle dedi, diğerleri de hile ve
su-i kast yaptılar. Bu zamirin lafız bakımından yakınlığı sebebiyle havarilere
gönderilmesi ve bunların hepsinin yardım vaadinde sebat edemeyip içlerinde hile
edenlerin de bulunduğu mânâsı anlaşılabilirse de, mânâ yönünden bu hile,
küfreden İsrailoğullarına aittir. Yani İsa, İsrailoğullarının inkârını
hissetti, yardımcı aradı, havariler kendine yardım anlaşması yaptı, diğer
taraftan küfürleri anlaşılan İsrailoğulları da hile yaptılar. O sosyal yapıya
bu şekilde hile karıştı, tamam olmadı, bir seçime daha muhtaç oldu ki, o da
Muhammed Mustafa ile olacaktır.
Mekr, karanlık, gizli, hissedilmeyecek hile
ile diğerine zarar vermeye çalışmaktır. İsrailoğullarının buradaki hileleri,
Hz. İsa'ya komploları, yani Allah'ın kelimesini yok etmek için gizli gizli
tedbirlere teşebbüs edip birden bire onu öldürmek üzere el altından birtakım
kimseler tayin etmiş olmalarıdır. Ve hıristiyanların sözüne göre bu hileye
havarilerden birisi de iştirak etmiş ve kâfirlere casusluk yapmış. Bu sû-i
kast, Hz. İsa'nın hem maddî hayatına, hem manevî hayatına yönelmişti. Bir
taraftan zulüm yaparak kendini öldürmek, diğer taraftan davet ettiği tevhid
dinini, kelimesini kaldırmak için mekir, hile ve hud'a düşünülüyordu. Gerçekte
"İsa" demek de dini, kelimesi demekti. Artık İsa'nın çekilmesi zamanı
gelmiş idi, fakat daha ölmeyecekti. İsrailoğulları bu hile dolayısıyla
hıristiyanlığa bir hayli şeyler soktular, karıştırdılar, fakat arzularına
erişemediler. İsa'yı öldüremediler. Hıristiyanlığı ortadan kaldıramadılar.
Onlar hile yaptılar Allah da onlara hile yaptı, onları hileden menetmedi, fakat
hilelerinin cezasını verdi. Gerçekten Allah mekredenlerin hayırlısıdır. Onun
hilesi, başkalarınınki gibi şer ve zarar vermeyi hedef alan bir hile olmadığı
gibi; keşfi mümkün, önüne geçilebilir, durdurulur bir hile de değildir. Hatıra
ve hayale gelmez, engin sırlarına erilmez yönlerden çevirir; imandan,
doğruluktan çıkan, küfür ve hileye sapanların belalarını verir. Buna göre
Allah'ın mekri lügat bakımından bilinen şer mânâsıyla değil, ona ceza olan ve
müşâkele (şekli bir, mânâsı zıt kelime getirmek) suretiyle hile denilebilen bir
hayırdır. Hatta ilâhî hile, hile yapanlar için bile bir hayrı içerir. Çünkü
onlara bu şekilde hilenin fenalığını, cezasını anlatır da uyanmalarına, tevbe
etmelerine sebep olur.
55- İşte Allah o hile edenlere bu mekrini
şöyle dediği zaman yaptı: Zira Allah o hileden, sû-i kast yapan kâfir zalimlere
rağmen İsa'ya dedi ki: Ey İsa, seni ben vefat ettireceğim ve bana yükselteceğim
... "Teveffi" kelimesi, "vefa" masdarından alınmış olarak
esas lügatta "ıstıfa" gibi tamamen kabzedip almaktır. Fakat ruh
sahiplerine ve bilhassa insanla ilgili olduğu zaman vefat ettirmek, yani eceline
yetiştirip ruhunu almak mânâsında açık ve meşhurdur. Buna göre bir delil
bulunmadıkça, başka bir mânâ ile tevili caiz değildir. Fakat burada mekir
mânâsıyla ilgisi bulunmak üzere Nisâ Sûresi'nde "Onu öldürmediler ve
asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzetildi." (Nisa,
4/157) âyeti, onların Mesih Meryemoğlu İsa peygamberi öldüremediklerini ve
asamadıklarını ve fakat şüpheye düşürüldüklerini açıkça beyan etmiş, Hz.
Peygamber'den de "İsa ölmedi, kıyamet gününden önce size dönecektir."
hadis-i şerifi de varid olmuş bulunduğundan, buradaki "seni
öldüreceğim" kelimesinin, az çok zahir dışı bir mânâ ile tevil olunması
gerekmiştir. Bunun için tefsir âlimleri burada yedi sekiz kadar mânâ beyan
etmişlerdir ki, birkaçını zikredelim:
1- "Teveffî" vefat mânâsınadır.
Ancak mâbad (kendisinden sonras)ında atıf harfi olan (vav), ne beraberlik, ne
de tertip gerektirmiyeceğinden burada nükteli bir takdim ve te'hir vardır. Ref'
(yükseltme) önce, teveffî (ölme) sonra olacaktır. Bu mânâ Katâde'den rivâyet
edilmiştir. Yani İsa o su-i kast sırasında Allah'a yükseltilmiş, onlar öldürüp
astık zannetmişler, fakat ölmemiştir. Çünkü Allah "muhakkak ben, seni
öldüreceğim." buyurmuştur. Müslümanlar arasında meşhur olan mânâ ve inanç
da budur. Çünkü burada zahire aykırı denecek bir tevil yok demektir. Bizce bu
tefsir ve inancın özeti şu demek olur: Allah'dan bir kelime olan ve
Rûhu'l-Kudüs ile te'yid edilmiş bulunan Mesih İsa'nın ruhu henüz
kabzedilmemiştir. Ruhunun eceli gelmemiştir. Kelime daha Allah'a dönmemiştir.
Onun daha dünyada göreceği işler vardır. Bu, bir ruhun bâki (ebedî) olmasıdır.
Fakat hıristiyanların dediği gibi, uhrevî (ahirete ait), ebedî bir ruhun bâki
olması da değildir, berzaha ait bir bekadır. Onun kıyametten önce eceli
gelecek, vefat edecek, Azrail tarafından öldürülecektir. Ahirette de ölümden
sonra bir ba's (yeniden dirilme), bir ahiret hayatı olacaktır. İsa'nın ruhu
alınmamış olunca, İsa'nın Allah'a yükselişi, yerden kalkması yönündendir.
Ortadan kalkan, Allah'a yükselip dönen odur. Bundan dolayı İsa'nın haberlerde
gelen semaya yükselmesiyle, Kur'ân'da varid olan Allah'a yükselmesi durumunu
birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü sema, ilâhî isimlerden değildir.
Hıristiyanlar, semaya Allah, Allah'a sema diyorlarsa da İslâm'da caiz değildir.
O halde "seni kendime yükselteceğim" ifadesinin "seni semaya
yükselteceğim" diye te'vil olunmaması gerekir. Zira İsa'nın Allah'a
yükseltilen cismi, semaya yükseltilen de henüz öldürülmemiş olan ruhudur
diyebiliriz. Ve bu sema, dünya seması olan maddî sema değil, ruhanî dördüncü
semadır ki, Mi'rac gecesinde Resulullah (s.a.v.) İsa'yı orada, Harun'u beşinci,
Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci semada görmüştü. Şu halde İsa'nın, semaya
yükselmesi ve kıyametten önce semadan inmesi ve dönüşünü anlatan haberler ve
hadisleri, Allah'a yükseltilen İsa'nın cismine sarfetmemelidir. İsa'nın ruhu,
böyle bir geçici bakâ ile bakî olduğu gibi, diğer peygamberler de böyledir.
Kabirlerindeki peygamberler diridirler. Nitekim fıkıh kitaplarında
açıklanmıştır. Her peygamberin ruhanî eceli, ümmetinin ecelidir. Ruhanî
ecelleri tamam olmuş nice peygamberler vardır ki, Kur'ân'da anılmamışlardır.
Yukarda geçen ıstıfa (seçme) âyeti gereğince "Birbirinin zürriyeti
olarak" (Âl-i İmrân, 3/34) seçim silsilesinde dahil olan büyük
peygamberlerin derece derece ruhanî semada bekaları devam etmektedir ki, bunlar
da Âl-i İbrahimdir. Âl-i İmrân da bundandır. İsa'nın cesedi Allah'a
yükseltilmiş, fakat İsa'nın ruhu da kabzedilmemiş (alınmamış), yani ümmetinin
eceli gelmemiş, İsrailoğullarının su-i kastı ve hilesiyle Hıristiyanlık yok olmamış,
o hile içinde yaşamış ve Musa'nın ruhunun beraberinde yaşamıştır. Bunun için o
yok oldu sanılan, İsa'nın bir avuç tabileri, İsa pek az bir zaman içerisinde bu
ruhtan faydalanarak yahudilerin üstünde bir hayata erişmiş ve nihâyet Muhammed
aleyhisselamın gönderilmesiyle hepsi Muhammed'e ait ruhun emrine geçmiştir.
Bundan sonra İsa da, bütün peygamberlerle beraber, Hz. Muhammed'in emrindedir.
Bir gün gelecek Muhammed ümmetinin daraldığı bir devirde Allah'ın bir garib
kelimesi olan İsa'nın ruhu ortaya çıkacak, Muhammed'e ait ruhun emrinde hizmet
edecek, fakat kıyametten önce vefat edecektir. İşte bu halin, yalnız İsa'ya
özellikle açıklanması, İsa'nın hüviyetinin mücerred (soyut) bir garib kelime
olması, yani ölüleri diriltme gibi en çok inkâr edilen bir harika olaya nail
olmasından dolayıdır. Bu mazhariyet (şeref) peygamberlerin hepsinde ve hele
Muhammedî hakikatte de mevcut ise de, o aynı zamanda marufdur, bilinen bir
hakikattir. Tamam hakikate uygun olarak harika ile sünneti toplamıştır. İsa,
Âdem gibi, tekamülün başlangıcı olan bir şâz (kural dışı); Muhammed (s.a.v.)
tekamülün gayesi olan bir hakikattir. Bunun için Muhammed'e ait ruh, Allah'ın
izniyle, ölüleri diriltme mucizesinde İsa'nın ruhunu kullanır. Ölüleri
diriltmek İsa'da mücerred (soyut) bir mucize, Muhammed'de bir kanundur.
Muhammed'e ait ruhun seçiminde, İsa'nın ruhunun da bir ıttıradı (birbirini
takip etmesi) vardır. Her harika, ilk nail oluşa nisbet olunur. Muhammed'e ait
olan harika, onunla beraber olan diğer peygamberlerden gelen harika silsilelerine
eklenen olgun özelliktedir. "Allah onlardan bir kısmının derecelerini
yükseltmiştir." (Bakara, 2/253).
2- Ey İsa, seni eceline tam bir şekilde
yetireceğim, sana katili musallat etmiyeceğim, kendi kendine öldüreceğim ve
kendime yükselteceğim.
3- Seni Azrail aracılığıyle öldüreceğim ve
şahsını yerden alıp kendime yükselteceğim.
4- Seni uyutacağım, kendime yükselteceğim.
Bu ikisi Hasen'den ve dördüncüsü Rebi'den
rivâyet edilmiştir.
5- Seni, tam bir şekilde, olduğun gibi, ruh ve
bedeninle alacağım, kendime yükselteceğim.
6- Bazı âlimler de tamamen zahiri üzere
bırakarak, "Seni vefat ettireceğim, ruhunu alacağım." mânâsını
vermişler ve "Cenab-ı Allah İsa'yı semaya yükseltinceye kadar üç
saat" ve bir rivayette "yedi saat vefat ettirdi." diye rivâyet
etmişlerdir. Fakat bu rivayet zayıf görülmektedir. Doğru rivayet,
yükseltilmeden önce ve yükseltilme esnasında ruhunun alınmamış olmasıdır. Buna
da en uygun olan birinci görüştür. Bu rivayetten nihâyet şunu anlayabiliriz ki,
o esnada birkaç saat kadar Hıristiyanlığın tamamen sönmüş olduğu fikri hüküm
sürmüştür. Ve bu yükseltme ile o küfreden, kâfirlerden seni temizleyeceğim,
artık onlarla ilgin kalmayacak. Onlar sana bulaşamayacaklar. Ve sana ciddi
olarak uyanları yahut ciddi veya surî (görünüşte), gerçek veya iddia olarak
nasıl rastlarsa dinine uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde
tutacağım. İsa'nın dinine uyan topluluk, yahudilere üstün gelecek ve kıyamete
kadar kılıç veya delil bakımından onların üstünde olacaktır.
Buradaki maksat, Hz. İsa'ya küfürlerini
hissettirip hile eden ve onların yolunda giden yahudilerdir. Fakat yahudi olmak
sıfatıyla değil, küfür sıfatıyladır. den maksat, havariler ve onlar gibi
müslüman ve müvahhid olarak, ciddi olarak İsa'nın dinine tabi olanlar mıdır?
Yoksa böyle olmasa bile şahsına sevgi ve onun adına hareket ile velevki
görünüşte olsun ona uyanlar da dahil midir? Yani mutlak ittiba (uyma), kemaline
mi sarfedilmiştir? Yoksa ıtlakı üzere mi cereyan etmektedir? Birinci takdirde
bu vaad, bütün hıristiyanlara değil, ciddi olarak tevhid ehli ve İslâm olan ve
bütün peygamberleri tasdik eden, İslâm ve tevhidde havariler ile birlik ve
uyuşmuş olanlara mahsustur ve bu üstünlük hakiki ve geneldir. İkinci takdirde
ise, bunlarla beraber bütün hıristiyanlara da şamildir ve üstünlük izafî
(relâtif) ve nisbîdir. Bu konuda iki rivayet varsa da sonrasındaki ihtilaf ve
hüküm fıkrası, genel olan ikinci mânâya ve izafî üstünlüğe işaret etmektedir.
Gerçekten o zamandan beri ya delil veya hükümetçe veya her ikisiyle gerçek
üstünlük, gerçek ittiba erbabına mahsus olmakla beraber, genel şekliyle
müslüman veya müslüman olmayan hıristiyan toplumları da yahudilerin üstünde ve
onlara hakim ve galip olagelmişlerdir. Fakat bu yükselme ve bu vaadin mânâsı,
ne İsa'nın uluhiyete ortaklığı ve ne İsa'nın tabilerinin ilâhî hakimiyyetten
çıkması, ne de bundan sonraki âlemin içinde hıristiyanlara üstün hiçbir ümmet
gelmeyecek ve İsa'nın tabileri hiçbir zaman mahkum ve sorumlu olmayacak demek
olmayıp, ancak İsa'ya hile ve küfreden yahudilerin bu küfürde devam ettikleri
müddetçe hiçbir zaman İsa'nın tabilerinin üstüne çıkamayacaklarını, bu da
İsa'nın kendisinden değil, bir peygamber olan İsa'ya küfür, Allah'a küfür
olmasından doğmuş olduğunu ve bundan dolayı İsa'ya iman edeceğiz diye Allah'a
küfredenler, yahudilere mahkum olmamakla beraber, dünya ve ahirette küfür
cezasından kurtulamayacaklarını ve yoksa gerek İsa ve gerek tabileri her zaman
ilâhî hakimiyet altında bulunduğunu, özetle o hileye karşı İsa'ya ve İsa'nın
tâbilerine iltifat eden bu vaadler imanın küfre; tevhidin şirk ve ihtilafa;
doğruluğun hileye; adaletin zulme; Allah'ın mâsivallah (Allah'dan başkasın)a
hakimiyyet ve üstün gelmesi demek olduğunu anlatmak üzere buyuruluyor ki: Ey
İsa, bu vaadlerden ve o kâfirlere tabilerine bu üstünlüğü verdikten sonra
üzerinizde ilâhî hüküm ve hakimiyyet kesilmiyecek, nihayet dönüş yeriniz ben
olacağım hakkında tabilerinle ihtilaf ettiğiniz hususlarda aranızda yine
hükmedeceğim.
56-57-Bu hüküm üzerine: "İnkar edenlere
gelince, onlara dünyada da ahirette de şiddetli bir azab edeceğim. Onların
hiçbir yardımcıları da olmayacaktır. İman edip iyi işler yapanlara gelince,
Allah onların mükâfatlarını tam olarak verecektir. Allah zalimleri
sevmez." Hayru'l-mâkirîn (hileleri boşa çıkaranların en hayırlısı) olan
Allah, zalimleri sevmediği içindir ki, küfürleriyle zulmeden o kâfirlerin
hilelerine karşı onlara bu hileyi, sana da bu diriltmeyi takdir etti. Onlar da
İbrahim'in nesline mensup oldukları halde, "Zalimlere ahdim ermez."
(Bakara, 2/124) istisnasıyla ilâhî ahidden mahrum olarak bu mahkumiyete dûçâr
oldular. Senin tabilerin de onlara karşı dünyadaki bu üstünlüğü kötü kullanıp
zulmederlerse, aynı sonuca mahkum olurlar. İşte İsa'nın tabilerine kıyamete
kadar -izafî de olsa bir üstünlük vaad edilmiş olması "kelimetün
minallah" (Allah'tan bir kelime) olan İsa'nın ruhu, o hile ve yükseltilme
zamanında alınmamış olduğuna ve şu halde hükmü, vuku bulmada sonra olduğu
halde; İsa'yı en çok sevindirecek olan hakimiyet ve ilâhî vahdaniyyetin, her
şeyden önce ilanı nüktesiyle takdim edilmiş olduğunu gösterdiğinden, İslâm
inancında İsa vefat etmemiştir ve fakat kıyametten önce vefat edecektir. Demek
ki, İsa'nın son hali de budur. Şimdi:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
58- İşte bu sana okuduğumuz, âyetlerden ve hikmetli
Kur'ân'dandır.
58- İşte ey Muhammed, İsa ile tabileri ve
yakınları arasındaki ihtilaf üzerine vereceğimi vaad ettiğim o hüküm yok mu,
onu biz sana okuyoruz: Öyle ki, Tevrat ve İncil'i tasdik edici olarak indirilen
ve senin peygamberliğine delil ve bürhan olan, müteşabih ve muhkem âyetleri
içeren, muhkemleri "ümmü'l-Kitab" (Kitabın esasları) olan Kur'ân'ın
âyetlerinden ve hak ile batılın ayrılmasında hikmetli bir şekilde hakim olan
furkan-ı muhkem (sağlam furkan = Kurân) ve zikr-i hakîm (hikmetli zikir =
Kur'ân) cümlesinden olmak üzere tilavet ediyoruz. Birdenbire değil, derece
derece serdediyor ve zikrediyoruz. Demek ki o hüküm İslâm hükümleridir. İşte o
âyetlerden, o hikmetli ve muhkem zikirden birisi:
Meâl-i Şerifi
59- Doğrusu Allah katında İsa'nın
(yaratılışındaki) durumu, Âdem'in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra
ona "ol!" dedi, o da oluverdi.
59- "Onu topraktan yarattı",
topraktan hayata doğru başlayan ıstıfa (seçme)ya, "sonra ona 'ol!'
dedi" , bir müddet sonra insana mahsus ruh üflenmesiyle insan olarak
seçmeye, "hemen olur" da silsilenin devam etmesine delalet etmektedir
ki, "oldu ve olur" demektir. Âdem'in topraktan yaratılması, Âdem'in
oğullarının babalarının sulbündeki yaratılışlarının gidişatına denktir, denebilir.
Bugün bazı Zooloji bilginleri (hayvanat bilimi âlimleri)nin tercihlerine göre
nutfe (döl suyu, sperma)deki yani menî tohumlarındaki hayat, bitki hayatıdır.
"Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi." (Nuh, 71/17) âyetinin
mânâsına göre de Âdem'in (hayata), yeryüzünden bir bitki gibi başlamış olması
anlaşılabiliyor. Bundan sonra bunun hayvanî hayat ve insanî hayat bir adım(lık
bir zaman)da mı, yoksa birçok zamanlarda mı geçtiğini ilmî denecek bir şekilde
tayin edemeyiz, bunlar şüphedir. Bunda kuvvetli olan nokta, Adem'in her halde,
ilk hılkati ne olursa olsun, onun o yaratılışta insan ve âdem değilken, ilk
olarak bir insan, bir beşer olması ve ondan önce bitki ve hayvan varsa da,
insan bulunmaması ve insanın bir "kün" (ol) emri ile olmasıdır. Şu
halde burada, hem insan, hem hayvan, hem bitki açısından her birinin ilk
tohumlarının kendi cinslerinden olmadığını, onların her birinin de bir ilâhî
yaratma ile olduğunu ve bunların kadîm ve ezelî olmadıklarını açıklama vardır.
Şu halde insan bir hayvan tohumundan olmuştur veya bir bitki tohumundan
olmuştur diye şüphe etmek de meseleyi değiştirmez. İlk insan yine bizzat
yaratılmıştır. Farzedelim ki Âdem bir hayvandan doğmuş olsun, bir hayvan veya
bir bitki insan oluversin. Bu da bir "kün" (ol!) emrinden başka bir
şey midir? Faraza bir insan nesnastan doğmuş demek, "ilk insan, insan
tohumuna muhtaç olmamıştır, insan için insan tohumu zorunlu değildir"
demek değil midir? O halde bunlar da yaratma kanunu ve "kün" (ol!)
emrinden başka, ilmî ve kesin bir kanunî başlangıç yokken şüphelere koşup da
kuvvetliyi bırakmanın mânâsı nedir? Daha sonra, Âdem'in bir değil, birçok
farzedilmesi de meseleyi değiştirmez. Tersine misalleri çoğaltır. Fakat akıl
açısından bir Âdem'den fazlası da zorunlu ve kuvvetli değildir. Bununla beraber
ne gariptir ki, "babasız bir insan olmaz" davasında bulunanlar,
başlangıçta bir değil, birçok babasız insanlar bulunduğuna hükmetmek
istiyorlar. Bunlar ise, ilimde ve imanda kuvvetliyi bırakıp, şüpheye koşmaktır.
Bakınız veciz nazmındaki mânâların içeriği ve hilkat (yaratılış) tertibi ve
ilmin ihkâm (sağlamlaştırmas)ı ne kadar hayrete şayandır? İnsanlığın yaratılışı
iki neş'et (meydana geliş) üzerine tertip olunmuş ve "kün" (ol!) emri
ikincide verilmiştir.
İşte Allah'ın müteşabih bir kelimesi olan
İsa'yı, böyle muhkem bir asla döndürmek suretiyle açıklama, ilmî bir imana
bağlayan bu muhkem âyetin nüzul sebebi, Necran'dan gelen hıristiyan murahhas
heyeti (delegeleri)nin Peygamber'in huzurundaki karşılıklı konuşmaları
olduğunda tefsir bilginleri ittifak etmişlerdir. Buna göre bu âyet, önce nass
olarak ve ibaresiyle hıristiyanlara; ikinci olarak ve işaretiyle yahudi ve
diğerlerine cevaptır. Necran temsilcileri demişlerdi ki: "Madem İsa'nın
beşerden bir babası olmadığı açıktır, o halde Allah olması gerekir." Şimdi
bunlara karşı buyuruluyor ki, İsa'nın ve tasdik ettiği bütün peygamberlerin
getirdikleri ilâhî kitaplar ve bu cümleden olarak Tevrat ve İncil gereğince Hz.
Âdem'in de beşerden bir babası olmadığı belli ve açıktır. Halbuki bütün
bunların şehadetiyle Âdem ne Allah'tır ne de Allah'ın oğludur. İşte İsa da,
tıpkı onun gibi, ne Allah, ne de Allah'ın oğludur. Allah İsa'nın babası değil,
yaratıcısı ve rabbidir; İsa ancak Meryem'in oğludur. Hak din budur. Bunun
zıddı, Tevrat ve İncil'i ve İsa'yı da yalanlamaktır. Burada yalanlanması
gereken noktalardan birisi, bu çözümün, hıristiyanlara karşı mücerred (soyut)
bir ilzam (susmaya mecbur etme) ifade eden bir tartışmadan ibaret olmayıp,
kesin susturmayı ifade etmekle beraber, hiçbir hata ihtimali olmayan delile ait
muhkem bir hakkı, bir ezelî hakikati tesbit etmiş olmasıdır. Yoksa aslı
bozulmuş İnciller'de İsa'ya "İbnü Yusuf" (Yusuf'un oğlu) adının
verilmesini caiz gören hıristiyanlara karşı diğer ilzam (susturma)lar da
yapılabilirdi. Fakat bu, bir hak olmaz, İsa'ya, Meryem'e ve Yusuf'a bir iftira,
bu da "bana hiçbir beşer dokunmadı" vicdanında Meryem'i tasdik eden
Allah Teâlâ'ya bir küfür olurdu. Bunun içindir ki, Allah, İsa'ya ancak
"İbnü Meryem" (Meryem'in oğlu) demiştir. Ve bununla "Allah'ın
oğlu" ünvanını reddettiği gibi, "Yusuf'un oğlu" ünvanını da
reddetmiştir. Buna göre bu çözüm, yalnızca susturmaya mahsus bir çözüm değil,
delil ile ilgili bir çözüm olduğundan, yalnız hıristiyanlara cevap olmakla
kalmayıp, işaretle yahudilere ve başka inkârcılara da cevaptır. Yahudilere cevap
olmasının açıklaması da şudur:
Tevrat gereğince Âdem, anasız babasız
topraktan yaratılmış, babası yok bir peygamberdir. Ve babası olmamakta İsa da
bir Âdem gibidir. Şu halde babası olmadığından dolayı İsa'yı ve peygamberliğini
inkâr etmek Âdem'i ve Tevrat'ı, Allah'ın kudretini inkâr etmektir. Şu halde
siz, yalnız İncil'i ve İsa'yı değil, Tevrat ve Musa'yı da yalanlıyorsunuz.
Sonra bunda akıl bakımından bütün akıl sahiplerini şöyle bir aydınlatma vardır:
Beşere özgü dokunma olmaksızın Meryem'den İsa'nın doğuşu normal deneylere,
tecrübelere uymuyor diye, Meryem'i ve İsa'yı ve bu konudaki gözlemleri,
şehadetleri yalanlamaya ve bozmaya kalkışmak doğru değildir. Doğru ilme, akıl
ve hikmete aykırıdır. Zira böyle bir inkâr insanın kendini ve insanlığın aslını
ve toprak aslî maddesinden yaratma ve seçme kanununu inkârdır ki, bunları inkâr
edenler kendilerini ve gerçek ilmi reddetmiş olurlar. Çünkü akıl ve ilimde en
kesin kanun, yaratma kanunudur. İlimde deneye uygun olana inanılır. Fakat
deneye uymayan olaylar da inkâr edilmez, tesbit olunur. Diğer bilgilere
başlangıç yapılır. Deneyin ötesi bulunduğu da tecrübe edilmiştir. Şu halde
İsa'yı inkâr, ilmî ve fennî değildir. İsa'nın yaratılışı ilim bakımından
tasavvur olunamaz bir çelişki değildir. Tersine insana mahsus deneylerin
başlangıcı olan ilmî bir olayın, Âdem olayının, ilk yaratma olayının bir
tekrarıdır. Gerçekten İsa müteşabih bir hak kelimedir. Yani yaratılışta bir
nadir olaydır. Fakat her yönden tek, ıttırad (aynı üslubta gitme) kanunundan
bütün bütün dışarda, misalsiz, akıl ile açıklanması ve yorumu mümkün olmayan
bir kelime, bir olay da değildir. Allah katında bunun gerçek bir yorumu ve
açıklaması vardır. İlk beşerin yaratılması, ıstıfa kanunu, İsa olayına şahit
olamayanlar, şahitlerden bu kelimeyi işittikleri zaman ifrat ve tefrit ile,
sapma ve doğrudan ayrılma ile, inkâr veya kötü yoruma sapmamalıdır. Halk
(yaratma) ve ıstıfa (seçme) kanunu her zaman, herkes için olayların
görülmesiyle bilinir. Akıl ve ilim sahiplerinin şunu bilmesi gerekir ki, âdet
dışı olaylar vardır, bu da bir kanundur, hem de tecrübe ve araştırmaya ait bir
kanundur. Bu da yaratmanın iradeyle ilgili olduğuna delildir. Sûrenin başında
akıl sahiplerine ve büyük âlimlere anlatıldığı üzere hak olaylar, aynı şekilde
onu ifade eden hak âyetler, muhkem ve müteşabihlere ayrılmıştır. Muhkemler, hem
görerek, hem düşünerek şüphe etmeksizin alınır. Onlar kendi kendilerini
açıklarlar. Müteşabihler ise ancak şüphesiz olarak alınırlar, onun dışında
kendi kendilerini açıklayamazlar? Ancak kendilerine uygun bir misale veya bir
kanuna irca ile açıklanır ve yorumlanırlar. Gerçek misali bulunamadıkça,
yapılan yorumlar hata olur; yalan olur, aldanmak, aldatmak ve doğruyu bozmak
olur. Buna göre kuvvetli ilim, tek ve istisna olayları inkâr etmez. Onu, önce
olduğu gibi alıp ve tasdik ederek, görerek kaydeder ve kelime ile haber verir.
İkinci olarak muhkem ve gerçek bir örneğini araştırarak izah ve yorumuna ve
aynı üslub bir bütüne döndürmeye çalışır. Ona akılda ve dış alemde bir örnek
bulabilirse, "bu da böyledir" der. Araştırmasından sonra bulamazsa
olayları yalnız görmekle yetinir; yorumunu bekler ve Allah'a havale eder, fakat
inkâr etmez, kötü yorumdan kaçınır. Mesela altını, altın olarak alır, inkâr
etmez, özelliğini zabteder. Bunu başka madenlere bir yönden benzetir, diğer
yönden benzetemez, bakır veya gümüştür diyemez, "onlar gibi değildir"
de diyemez. Netice olarak bunu maden kelimesiyle ve hepsinin başlangıcı olan
bir mutlak misalle toprak aslî maddesine döndürme ve onu o topraktan seçme ve
terbiye ile altın yapan yaratıcı kudrete teslim eder. İşte akıl sahiplerinin,
kamil aklın, kuvvetli ilmin yapacağı budur. Bundan başkası ne ilim, ne akıldır;
nefis düşkünlüğüdür. Şimdi bu ilmî esaslar bilindikten sonra görünmüş olan İsa
kelimesine gelelim: Bu kelime, Mesih Meryem'in oğlu İsa'dır ki, güzel ve yüksek
vasıfları içeren bir tevhid delilidir. Beşer tarihinde bu isim ile -Allah'ın
izniyle önemli olaylara başlangıç olmuş, mübarek, kişisel ve bir tek olay
olarak görünmüş, sonra göğe yükseltilmiş ve yalnız kelimesine şehadet
kalmıştır. Bu olay başlıca birkaç yönden müşahede edilir: Birincisi olayın
kendisidir ki, İsa'nın zatıdır. Bunu geçmişte beşikteki çocukluğundan
yetişkinliğine kadar birçok insanlar, bu cümleden olarak İsrailoğulları toplumu
görmüş, konuşmuş, kimi sevmiş, kimi sevmemiş, seven sevmeyen hepsi yalanlanması
mümkün olmayan bir ittifak ile bu insanî şahıs vardır diye şahitlik etmiştir.
Bu yönden İsa'nın şahsı, hem görünmüş olmak, hem de şahitlik etmek bakımından
muhkem bir olaydır. Bir insandır. İkincisi, İsa'nın şahsı Meryem'den doğmuştur
ki, bu da kesindir. Gerçi bu görme, diğer müşahedenin aynı değildir. Fakat
bilinen ve muhkem âdet dairesinde bilinen herhangi bir şahsın varlığı gibi
görülmüştür ki, esası Meryem'in kendisinin ve beraberindekilerin müşahede ve
şahitliklerine dayanmaktadır. Gebeliğin geçmesinden istidlalin eklenmesiyle de
İsa'nın şahsını görenlerin hepsi bunu itiraf etmiştir. Herhangi bir şahsın
anasından doğduğunu itiraf etmesi de başka türlü bir görmeye dayanmaz. Şu halde
İsa'nın, Meryem'in oğlu olması durumu da bu şekilde görme ve sonuç çıkarmaya
dayanan inkâr edilemez muhkem bir olaydır. İsa anasından doğmuş bir çocuk, bir
insandır. Üçüncüsü, Meryem'e, beşerle ilgili bir temasın vaki olmaması ve
İsa'nın Meryem'in rahminde bir baba aracılığı olmaksızın yaratılması durumudur
ki, bu da aslında imkansız olmayan ve fakat örnekleri görülmüş olmadığından
dolayı şâz (kural dışı), garib ve tek olan karmaşık bir olaydır. Doğumda olduğu
gibi, bu da Meryem'in vicdanı ve Meryem'in geçmiş ve özel durumlarını
tecrübeyle bilenlerin şahitlikleriyle tesbit edilmiştir ki, bir nefy-i mahsura
(sınırlı bir nefye, yani bu tür hamileliğin yalnız Meryem'e mahsus olduğuna)
şahitliktir. Pastör deneyindeki ilmî şahitliğin içeriği de böyle bir nefy-i
mahsurdan ibarettir. "Yirmi dokuz sene gibi belli bir zaman sürecinde
kapalı şişeler içerisindeki dezenfekte edilmiş sular içinde bir mikrop
oluşmamış olduğuna Pastör adındaki doktor objektif bir şekilde şahitlik etmiş,
bundan da tohumsuz meydana gelmenin bir tabiat olmadığı sonucuna varmıştır.
Buna karşılık da Hz. Meryem korunmuş ve masum olduğunu Pastör'ün şişelerini
bilmesinden daha kuvvetli bir şekilde bildiği kendi nefsinde, kendi kalp ve
vicdanı ile beraberinde onu devamlı bakış ve tecrübeleri altında saklı bulunduran
zatlar da tecrübe ve bilgileriyle insan teması olmaksızın bir gebeliğin, bir
ceninin oluşmasına hem enfüsî (subjektif) ve hem âfâkî (objektif) bir şekilde
şahitlik etmişlerdir. Bu sırada bundan önce Zekeriyya'nın karısının
ihtiyarlamış iken Yahya'ya gebe kalması olayı da tecrübe ve âdet dışı olma
bakımından Meryem'in gebeliğinin doğruluğunu gösteren geçmiş bir teyid edici
olmuştur.
İşte incelemeye göre İsa anasından doğmuş,
anasının maddesinden yaratılmış bir insanî şahıs olma bakımından muhkem;
anasından beşer dokunmaksızın oluşumu bakımından da müteşabih olan hak bir
kelimedir. Bu kelime böyle kural dışı bir olay olmak üzere tesbit edilmiş ve
bunu görmemiş olan akıl sahiplerinin akıl ve imanına teklif olunmuş ve bu olay
birtakım olaya ve nice sözlere sebep olmuştur ki, bütün bu sözlerin içinde en
doğrusu onun söylediği "Şüphesiz Allah,benim de Rabbim, sizin de
Rabbinizdir. O'na ibadet ediniz." ifadesi, tevhid emridir. Herhangi bir
kimse kendinde böyle bir olay görmüş olsa, onu Allah'a karşı kendi vicdanında
"haktır" diye tasdik etmekte hiç de tereddüt etmez. Bir insanın bunu
şahsında görmesi için de Meryem gibi bir bikr-i betûl (kendini Allah'a adayan
bekâr kadın) olması gerekir. Şimdi Meryem gibi bir bâkire olmayanlar ve onun
gibilerini görmeyenlerin, bunu tesbit eden şehadetleri yalanlayarak veya
bozarak İsa olayını inkâr veya kötü yorum yapmaya ilmen ve aklen hakları
olabilir mi? Sonra, bu olayın bir gerçek yorumu, bir açıklaması var mıdır, yok
mudur? Mesele budur. Yukardan beri akıl sahiplerine bütün bu açıklamayı yapan
ve seçme kanununu da anlatıp kelimeyi böyle inceleyen Kur'ân ta sûrenin başında
"İlimde derinleşmiş olanlar: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.
Ama ancak temiz akıl sahipleri öğüt alır.' derler." (Âl-i İmrân, 3/7)
muhkem âyetiyle, müteşabihi inkâra veya kötü yoruma sağlam ilim ve kâmil akıl
açısından hiçbir zaman hak ve selahiyet bulunmadığını anlatmış olduğu gibi,
burada da onu akıllar nazarında çaresiz olarak sabit ve sağlam bir örneğe, bir
aslî maddeye, ezel ve ebede doğru, bir muhkem kanuna irca edip gerçek yorumunu
göstermiştir ki, o örnek Âdem ve o madde toprak ve o kanun yaratma ve seçme
kanunudur. Buna göre ilmî açıdan bunu inkâr etmek doğru değildir ve şöyle izah
etmek gerekir. İsa kelimesi, bir insan tasavvurunu, bir insan kelimesini
içerir. İnsan tasavvuru ve insan kelimesi de pratik ve realitede, her şeyden
önce Âdem anlayışını, Âdem olayını ifade eder. Çünkü realitede insan tarifinin
ilk örneği Âdem'dir. Âdem kelimesinin kesin akıl anlayışında en sağlam şekilde
delalet ettiği olay da şudur: Başlangıçta topraktan yaratılmış ve var olmuş
itaatkâr bir memurdur ki, asıl insan demek bu demektir. Şu halde İsa kelimesi,
insanın aslı demek olan Âdem kelimesine, diğer Âdemoğullarından daha çok bir
benzeyişle benzeyip dururken, "böyle insan olmaz ve olamaz" diye
inkâr etmek veya geçmiş ve gelecekte dengi bulunmak ihtimali olmayan yaratıcı
ve emredici Allah Teâlâ'ya benzetmeye kalkışıp çelişkiye düşmek veya düşük
örneklere dönüştererek iftira ve bühtan yollarına sapmak için hiçbir ilmî ve
fennî zorunluluk yoktur. Toprak ve ruh, yaratma ve seçme, bir yaratıcıya mahkum
olmak, her insandan en küllî (tümel), en umumî (genel), en sağlam esas bu iken,
bunu bırakıp da İsa'yı bunun dışında veya tesiriyle düşünmeye veya ilim
bakımından hiç izahı mümkün değil zannetmek büyük bir bilgisizliktir,
insanlıktan düşmektir. Kör bir tabiat, seçimsiz bir yaratma, temelsiz bir
kanun, illet (sebep)siz bir malul (illetli), iradesiz bir sebep değişimi
fikirleri üzerinde yürüyen ve başlangıç tasavvurunu Hak'dan almayıp kendi
gördüğünden alan ve insanlığı ruhî gelişmesinden çok cisim ve madde ile ilgili
gelişmesiyle ölçen kimselerin aşırılık ve ihmalkârlıktan kurtulmayan
tasavvurlarına ve adi iddialarına ilim denmez. Âdem kıssası, İsa kıssasının hem
haber, hem istikrâ (tüme varım) ve hem istintac (sonuç çıkarma) bakımından bir
örnek ve izahıdır. Sözün kısası, insanlığın yaratılışı hakkında başlıca iki
kanun vardır: Birisi, hiçbir istisnası olmayan daha genel ve külli (tümel) ve
bundan dolayı istidlal (delil ile sonuca varmak) ve sonuç çıkarma yönüyle
mantık bakımından kesin ve kuşkusuz bir sonuç veren şu kanundur: "Her
insan Allah'ın mahlukudur." İkincisi de şu kanundur: "İnsan, bir baba
insan ile bir ana insanın birleşmesiyle doğmuş çocuğudur". Bu kanun, genel
değil, çoğunluğa aitdir. Çünkü zorunlu müstesnası vardır. Çünkü ilk insanı veya
ilk insanları kapsamamaktadır. Buna göre İsa bir insandır ve çoğunlukla insan,
bir baba insan ile bir ana insanın birleşmeleriyle doğmuş çocuklarıdır. O halde
İsa da büyük ihtimal ile böyle bir çocuktur. "Acaba onun babası
kimdir?" diye düşünmek kuvvetli, ilmî bir düşünce değildir. Bir iman temin
etmez, ilmî bir inkâra da hak vermez. Fakat "İsa bir insandır ve her insan
ise Allah'ın yaratığıdır. O halde İsa da Allah'ın yaratığıdır." diye
tasavvur edildiği zaman hiç yanlış olma ihtimali yoktur. Buna iman eden hiçbir
zaman aldanmaz ve hiç yalan söylemiş olmaz. İşte hak din olan İslâm dininde,
iman ve iman prensiplerinin, böyle her şüpheden uzak ve her töhmetten salim, gayet
sağlam ve son derece nezih ve ahlâkî olması gerekir. İnsan, ya doğru söylemeli
veya susmalıdır. Yalancılıkla Allah'a küfür ve isyan etmemelidir.
Bu açıklamalara eklenecek bir şey yoktur.
Fakat zamanımızda hayat bilgisi, tabiat bilgisi ve rüşeym (embriyon) ilmi adına
söz söyleyenler çok olduğundan, bunları kavrayamayacak olanların
uzaklaşmalarını ortadan kaldırmak için şunları da hatırlatalım: Önce,
hayvanlarla ilgili doğumlarda kanûn-i veraset (soya çekim)e ait olmak üzere
"atavizm" (ceddâniyet) yani ta yukarlardaki ataya ve dedeye çekmek
denilen bir olay vardır ki, İsa olayı da bu türdendir. İkinci olarak, tasvirle
ilgili olan hayat bilgisinde canlı olanlar "monomer" yahut
"diyamer" yani "analı" veya "analı babalı" olmak
üzere iki kısma ayrılır. Demek olur ki, Hz. İsa'da insanlar arasında bir analı
bir hayat olayı olmuştur. Üçüncüsü, insanlarda erkek dişi bulunduğu gibi, iki
cinsli olarak hünsâ-yı müşkil (erkeklik ve kadınlık yönünden eşit olan hünsa)
de bulunabilir. Ve zaman zaman bunun bir yönü (yani erkeklik veya kadınlık
uzvu) galip gelebiliyor. Biz bundan Hz. Meryem'e hünsâ demek istemiyoruz. Çünkü
Kur'ân metni ile o kadındır, fakat bundan hakkıyla şu hükmü çıkarabiliriz ki,
bir bedenin iki çeşit tohumun meydana gelmesinde esas olması pekâlâ
düşünülebilir. Şu halde kadınlar âlemi arasında Meryem'in seçilmesini bu
şekilde düşünmemize engel nedir? Dördüncü olarak, bugün biliyoruz ki, insan
tohumu olan nutfe (döl suyu, sperma) tamamen meni demek değildir. "Kendisi
dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi?" (Kıyame, 75/37) âyeti
gereğince meniden bir parça olan ve bir meni içinde birçok miktar bulunabilen
ve bezr-i manevî (meni tohumu) denilen bir hücreciktir. Ve bunun yirmi dokuz
sene önce zannedildiği gibi hayvanlara özgü bir hayat ile yaşayan bir
"huveyn" (gözle görülemeyecek kadar küçük hayvancık) değil, bitkisel
hayatta bir "büzeyr" (tohum taneciği) olduğu kabul ediliyor. Şimdi
tabiat bilgisi adına güneşten koptuğu ve bir zamanlar güneş gibi ateş sıvısı
halinde bulunduğu nazariye (teori)ye uygun gibi görünen yeryüzünün o ateşleri
içinde böyle bir tohum tanesinin bulunamayacağı ve buna göre bunun sonradan
yaratıldığı ve oluşturulduğu fen ilimleri bakımından bilinip ve kabul edilirken
ve sonra böyle bir tohum tanesinin oluşum imkanına, kuru topraktan çok daha
gelişmiş bir rahimin daha müsait ve çok elverişli olmasının tabii görünmesi
gerekirken, Meryem'in rahiminde bir yumurtacığı bulmak için böyle bir tohum
tanesinin muhakkak dışardaki bir erkek tarafından aşılanması nasıl olur da bir
mutlak zaruret (zorunluluk) gibi düşünülür? Ve nasıl olur da öyle bir tohum
tanesinin şekil ve ulaşma yolunu ilim ve beşer fenni kapsar ve tayin eder diye
iddia olunabilir? Ve sonra tek başına böyle haddini bil-meyen tabiat ilimleri
davalarına, haddini bildirmek için yaratılmış ve gönderilmiş olan Hz. İsa'ya ve
meleklerin canciğer arkadaşı olan seçkin anasına (Meryem'e) ilim adına nasıl
saldırılabilir? Beşinci olarak, insan, madde ile değil, ruh ile insandır. Ve
burada psikoloji açısından da bir düşünce vardır. Her an kendimize dikkat
edersek görürüz ki, zihnimizdeki bir kelimenin veya bir mücerred mânânın,
maneviyattan maddiyata, ruhaniyetten cismaniyete bir sebep olması vardır.
Kendimizdeki bir şuurun bir hayale, bir hayalin bir harekete geçebildiğini
görüyoruz. Böyle olmasaydı kolumuzu oynatamazdık ve hiç kuşku yok ki bu toplu
ve mekanik (şuursuz, kendi kendine olan) hareket, içimizdeki molekül ve hücre
hareketiyle ilgilidir. Demek ki bir soyut idrak (anlayış), hem mekanik
harekete, hem zerresel ve kimyasal harekete dönüşebiliyor da, bu şekilde
kulaktan veya kalpten gelen bir "arş = marş!" kelimesi orduları
yürütüyor. Manevi olayların, böyle maddî olaylara devamlı olarak dönüşmesi
görüldükten sonra, bunun diğer örneklerini de az çok farklı bir biçimde
düşünebiliriz. Bir lafızla veya nefisle veya vücudla ilgili kelime, vicdanî bir
izlenim uyandırır ve bu vicdanî izlenim, şiddetine göre, bütün ruhu kapsayan
sağlam bir inanç olur ve bu inanç bedende etkisini göstermeye, beden de onunla
uygun olan yeni bir hayata başlar. Ve bu hâl gelişebilirse uzva ait görevlerde
yeni bir şekil vücud bulabilir ki, filozoflar bu şartlar altında uzuvla ilgili
değişikliklerin örneklerini bile tesbit etmişlerdir. Şu halde Hz. Meryem'in bu
hâli yaşadığını düşünmek ve kabul etmek de mümkündür. Ve belki bu şekilde
Meryem'in kalbindeki bir kelime, Meryem'in rahminde bir tohum ile bir
yumurtanın beraberce oluşmasına -Allah'ın izniyle sebep olmuş ve İsa bundan
doğmuştur. Bu da şehvetle ilgili bir mânâ ile değil, bilhassa rahmânî bir mânâ
ile tasavvur edilmek gerekir. İşte bazı tefsir bilginleri, Meryem'in seçimi,
meleklerin müjdesi, kelimenin oluşumu âyetlerinin psikoloji ilmi açısından
böyle bir düşünce ilham ettiğini de göstermişlerdir. Bununla beraber bunlar
tevil ve tefsir değil, inkâr ve uzak görme iddialarını bozacak mümkün olabilen
düşünceleri göstermektedir. Gerçekte te'vil dur. Bunda o kadar açık mânâlar
vardır ki, dikkat edip anlamalıdır. Topraktan yaratma, sonra "kün"
(ol!), hemen peşinde "feyekün" (hemen oluverdi). Ancak şu noktayı
unutmamalıdır ki, bu zikr-i hakim (hikmetli hatırlatma), bütün muhataplardan
önce hıristiyanlara karşı bir hâkimin hükmüdür. Allah'ı ve insanı tanımak,
yaratıcı ile yaratılanı, amir ile memur, hâkim ile mahkumu farkettirip itaate
davet etmektir. Kelime, İsa'da var da, Âdem'de yok değildir. İsa'ya her ne
yönden bakılırsa bakılsın ortağı, dengi, örnekleri vardır. Fakat Allah'ın
hiçbir dengi yoktur. İsa ve Âdem, ikisi de topraktan yaratılmış, ikisi de
emriyle memurdur. Âdem kelimesi, Allah'ın aynı veya oğlu olmak mümkün olmadığı
gibi, İsa kelimesi de öyledir. Kelimeler çok, Allah ise birdir. Allah,
kelimelerde fani (yok olucu) değil, diri ve her şeyi koruyandır. Fakat
kelimeler Allah da fani (yok olucu)dir. Kelimelerle Allah çoğaltılmamalı, Allah
ile kelimeler birleştirilmelidir. Kelimeler birer yol gösterici, birer alâmet,
birer âyettirler. Bütün bunların tek medlûl (mânâ)leri Allah'dır. İsa da, Âdem
gibi, Allah'dan gelmiş, Allah'a yükseltilmiştir. İsa'nın ruhu, vefat etmediyse,
edecektir, bakî (ebedî olarak kalıcı) ancak Allah'dır.
Şimdi Necran delegeleri ve onların benzerleri
bu hakkı kabul etmeyip de, "Allah'dan garip bir kelime" dedin ya,
işte bu bize yeterlidir, kelime Allah'ın cüz'ü (bir kısmı)dür, kelime Allah'ın
aynıdır, kelime Allah'dır, diye inat edip kibirlenerek boş laf üretiyorlarsa,
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
60- Bu hak (gerçek) senin rabbindendir, o
halde şüphecilerden olma.
61- Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık
kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: "Gelin, oğullarımızı ve
oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım,
sonra da lanetleşelim; Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim".
60-61-Bu âyete, mubâhele (lanetleşme) âyeti
denir ki, "Hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet etsin." diye
karşılıklı olarak lanetleşmek demektir. Yukarda açıklandığı üzere Necran
delegeleri müzakere esnasında reylerinin sahibi olan reisleri Âkıb
Abdu'l-Mesih'in reyi ile bu lanetleşme teklifini kabul edemediler. Onlar
üzerinde en kuvvetli hüküm bu oldu, bir anlaşma ile İslâm devletinin uyruğuna
girmeyi kabul edip gittiler. "Haklarımıza sahiptirler, müslümanların
yükümlülükleriyle de sorumludurlar."
İşte Âl-i İmran (İmran ailesi) kıssasının
gerçek aslı:
Meâl-i Şerifi
62- İşte (İsa hakkında söylenen) gerçek kıssa
budur. Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Muhakkak ki Allah çok güçlüdür ve
hikmet sahibidir.
63- Eğer (haktan) yüz çevirirlerse, şüphesiz
ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir.
63- Gelelim Âl-i İbrahime (İbrahim ailesine)
ve Muhammed aleyhisselâm ile ilgili seçime:"Allah'tan başka tanrı yok. O,
güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah katında din, ancak İslâm'dır." (Âl-i
İmrân, 3/18-19) olduğu akılla ve nakille, ilimle ve hikmetle kuvvetli bir
şekilde sabit olduktan sonra, şimdi bozguncuların itirazına bakmayarak,
kelimeleri dağıtmayıp toplamalı; dağınık, farklı kelimeleri, çeşitli
ihtilafları bırakmak ve en sağlam olan ittifak şeklini almak suretiyle İsa
kelimesinin, Âdem kelimesine döndürülmesi ve her ikisinin ortaksız yaratıcı ve
emredici bir Allah'a teslim olma ölçüsünde tevhidi gibi hakkıyla tevhid etmeli
ve buna göre Âdem'in en güzide sülalesi olan İbrahim soyunda bilhassa Âl-i
İbrahim (İbrahim ailesi) denilen şûbe ile Âl-i İmran (İmran ailesi) denilen ve
ihtilafa düşmüş bulunan şûbeler arasındaki eşit ve üzerinde ittifak edilen bir
hak kelimesine davet etmelidir.
Bunun için ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
64- De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim
aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim,
O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi
ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun
biz müslümanlarız".
64-Burada çeşitli vicdanların, muhtelif
milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların, temelli bir vicdanda, hak bir
sözde nasıl birleşebilecekleri, İslâm'ın insanlık âleminde ne kadar geniş, ne
kadar açık, ne kadar doğru bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu öğretmiş
olduğu ve artık bunun Arap ve Arap olmayana ait olmadığı tam olarak
gösterilmiştir. cümlesinde toplanan vicdanî birlikten daha geniş, daha hakim
hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. Dinî
gelişmeler, vicdanların ayrılık ifade eden özelliklerinde değil, bütünlüğünde
ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik davasının esası bu bir kelimede,
bir vicdanda toplanır: İşte özgürlük ve eşitlik davasının bütün çözüm anahtarı
buradadır. Birbirimizi rab, mevla, mutlak hükmedici tanımıyalım; bütün
hareketlerimizi bir Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim. Allah'ı
bırakıp da onun gerisinde ve hakkın dışında bir bağımlılık anlaşmamız olmasın;
hepimiz Allah'a kul olalım ve kendimizi ancak O'na boyun eğmiş bilelim; birbirimize
de ancak bu açıdan uyalım ve bağlanalım; hiç birimizin hakkına tecavüz
etmeyelim; Allah'ın onu görevlendirdiği vazifeye de Allah için itaat edelim.
Asıl anlaşma ve asıl vicdan, bir Allah'ın emrine uyma olunca, her anlaşmazlık,
hak düşüncesi ve hak kanunu ile çözümlenir. Ve hiçbir kimsenin şahsî isteği
hakim olmaz. Buna göre İsa'yı da rab tanımıyalım. Onu da Allah'ın bir kulu ve
bir elçisi tanıyalım. Aynı şekilde papalar, krallar, başkanlar hep böyle,
birbirine Allah'a itaatları ve hakkı araştırmaları açısından bakalım.
Ortaya atılan bir soruya karşı Resulllah
(s.a.v.) kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar)dan iman edenlere: "Siz hani
papaların ve diğerlerinin sözlerine, yalnızca onların sözleri olduğu için itaat
etmez miydiniz? İşte o, onları rab edinmektir." buyurmuştur. Burada sözün
gelişi en çok Hz. İsa'ya "rab" diyen hıristiyanlara yöneliktir. Bugün
bazı İncil tercemelerinde bunun muallim (öğretmen) demek olduğu gösterilmişse
de akide-i teslis (üçleme inancı) varken bu yorum yeterli olamaz. Hatta, "Ona
kitabı ve hikmeti öğretir." (Âl-i İmrân, 3/48) âyetinin delaletine göre
gerçek öğretici yine Allah'tır.
Fakat kitap ehli, Hakk'ı birlemekten değil,
kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar, İmran ailesi ile İbrahim ailesi arasında bir
birlik yönü olan İbrahim'i bile, her biri kendilerine bağlayarak "yahudi
idi" veya "hıristiyan idi" dediler. Bunlara karşı cevap olarak
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
65- Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin
tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç
düşünmüyor musunuz?
66- İşte siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz
olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin
tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67- İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyandı;
fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi.
68- Doğrusu onların İbrahim'e en yakın olanı,
ona uyanlar, şu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah da müminlerin dostudur.
65-66- Yani Tevrat ve İncil'den, bir dereceye
kadar, bilginiz bulunan Musa ve İsa, hakkında hiç malumatınız bulunmayan Hz.
İbrahim.
67- "Fakat o, Allah'ı bir tanıyan
dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi." Şu halde ne
yahudilerin, ne hıristiyanların, ne de müşriklerin İbrahim'i, ne ırk
bakımından, ne de din bakımından kendilerine bağlamaya, kollarından saymaya
hakları olmadığı gibi, bunlardan ırk yönünden mensub olanların da kendilerini
temiz bir müslüman-muvahhid olan İbrahim'in aile ve tabilerinden saymaya
hakları yoktur ve mücadeleleri bilgisizcedir. Onlar "Zalimlere ahdim
ermez." (Bakara, 2/124) âyetinin hükmüne dahildir.
68- "Doğrusu onların İbrahim'e en yakın
olanı, ona uyanlar, şu peygamber ve iman edenlerdir." Seçime giren İbrahim
ailesi işte bunlardır: İbrahim'in dinine uyanlar, şu şanı ulu peygamber
Muhammed Mustafa ve buna iman edenlerdir. İlahî ahde ve imamete (önderliğe)
nail olacak olanlar, her halde, bunlardır. Çünkü "Allah, müminlerin dostudur."
Kitap ehlinin bir kısmı müvahhid (Allah'ı
birleyen) ve müslüman olmak şöyle dursun müminleri sapıtmaya çalışıyorlar.
Nitekim yahudiler, Huzeyfe, Ammar, Muaz gibi büyük sahabileri yahudiliğe davet
etmeye cesaret ettiler de şu âyet indi:
Ey müminler!
Meâl-i Şerifi
69- Kitap ehlinden bir grup sizi saptırmak
istediler, halbuki sırf kendilerini saptırıyorlar da farkına varmıyorlar.
69-Bunların, haberleri olmadan kendilerini
nasıl saptırdıkları da şu hitap ile anlatılıyor:
Meâl-i Şerifi
70- Ey kitap ehli! (gerçeği) gördüğünüz halde,
niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
71- Ey kitap ehli! Niçin hakkı batıla
karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?
70-Bakınız bunların bir kısmının
karıştırmalarına ki, Hayber veya Ureyne yahudileri hahamlarından on iki kişi
anlaşmışlar, birbirlerine: "Haydi bir gün sabahleyin laftan ve yalnız dil
ile Muhammed'in dinine giriniz, akşam üzeri de; kitaplarımıza baktık ve bilginlerimize
de danıştık, şimdi Muhammed'in (Tevrat'ta anlatılan) o peygamber olmadığını
anladık, bu yalan ve dini de batılmış, deyiniz ve inkâr edip çıkınız. Böyle
yaparsanız Ashabı da şek ve şüpheye düşerler." demişlerdi. Aynı şekilde
Kıblenin değişmesi meselesinde Ka'b b. Eşref isimli yahudi hahamı da kendine
uyanlara, kıbleye karşı günün başlangıcında namaz kılmayı ve sonunda caymayı
telkin etmişti ki, şu âyet bunları haber veriyor:
Meâl-i Şerifi
72- Kitap ehlinden bir grup: "Müminlere
indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da inkâr edin, belki onlar da
dönerler." dedi.
73- "Ve kendi dininize uyanlardan
başkasına inanmayın" (dediler). De ki: "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın
yoludur". (Onlar kendi aralarında): "Size verilenin benzerinin hiçbir
kimseye verilmiş olduğuna, yahut Rabbinizin huzurunda sizin aleyhinize deliller
getireceklerine" (de inanmayın dediler). De ki: "Lütuf Allah'ın
elindedir, onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan, her şeyi hakkıyla
bilendir".
74- Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah,
büyük lütuf ve kerem sahibidir.
72-73-74-Fakat kitap ehlinin hepsini böyle
ahlâksız sanmamalıdır. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
75- Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona
yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır
ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade
etmez. Bu da onların, "Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan bize vebal
yoktur." demelerinden dolayıdır. Ve onlar, bile bile Allah'a karşı yalan
söylerler.
76- Hayır, kim sözünü yerine getirir ve
kötülüklerden korunursa, şüphesiz Allah da korunanları sever.
77- Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az
bir paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah
kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları
temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.
75 -76-77- "(Kitap ehlinden) öyle
kimseler vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu sana geri verir."
Yahudi bilginlerinden olup Peygamber'e iman eden Abdullah b. Selam Kureyş'ten
birinin emanet bıraktığı bin ikiyüz okya altını eksiksiz teslim etmiş idi ki,
okya kırk dirhem itibar ediliyor. "Yine onlardan öylesi vardır ki, ona bir
dinar emanet etsen onu sana geri vermez." Nitekim yine yahudilerden Fenhas
b. Âzura diğer bir Kureyş'linin emanet bıraktığı bir dinarı inkâr etmişti. Bir
dinar, (aslı dinnar) yirmidört kırat, yani bir miskal itibar edilir. Bu
hainliğin sebebi de: "Adam sen de, ümmîlerin, okuyup yazması olmayanların
hakkı mı olurmuş? Vesikası, yaptırma gücü bulunmayan ve hele dini ayrı olan
kimselerin hakkını yemek helaldir." inancında bulunmaları olduğu
gösterilmiştir. Bu âyetin içeriğine işaret ederek Malik b. Dînâr hazretleri
demiştir ki: "Dinnar kelimesi, 'din' ile 'nâr' kelimelerinden oluşmuştur.
Hakkıyla alınca 'din' olur, haksız alınca da 'nâr' (ateş) olur".
Bir de kitap ehli içinde, kitap adına
ağızlarını eğen, bile bile yalan söyleyerek propagandalar yapan ve insanları
Hak'tan ayırıp batıla saptırmak, kula kul etmek istiyenler vardır. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
78- Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır
ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler.
Halbuki o, kitaptan değildir. "Bu, Allah katındandır." derler; oysa
o, Allah katından değildir. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, yalan
söylerler.
78-Halbuki Allah'ın kitap ve peygamberlik
verdiği bütün nebiler ve resuller, bunların isnat ettikleri yalanlardan
uzaktırlar. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
79- İnsanlardan hiçbir kimseye, Allah
kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdikten sonra, kalkıp insanlara:
"Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi yakışmaz. Fakat onun:
"Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Rabb'e halis kullar olun"
(demesi uygundur).
80- Ve O size: "Melekleri ve
peygamberleri tanrılar edinin." diye de emretmez. Siz müslüman olduktan
sonra, size hiç inkârı emreder mi?
81- Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı:
"Andolsun ki size kitab ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunan
(kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona
yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize
aldınız mı?" demişti. Onlar: "Kabul ettik" dediler. (Allah da)
dedi ki: "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit
olanlardanım".
79-80-81-Allah bütün peygamberlerine kitap ve
hikmet verirken hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştır. Bunlar
arasında, önce gelenden sonra gelene, sonra gelenden öncekine böyle karşılıklı
ve ilâhî şahitlik altında kabul edilmiş bir tasdik antlaşması vardır. Hepsi,
kendilerini tasdik eden Muhammed Resulullah'a iman ve yardım için Hak Teâlâ'ya
söz vermişlerdir. İlim ve hak şahitliğin hükmü budur.
Şu halde:
Meâl-i Şerifi
82- Artık bundan sonra her kim dönerse, işte
onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.
82-Şimdi peygamberlerin fâsık olmaları,
Allah'a itaatten çıkmaları ihtimali var mıdır? Haşa! Öyle ise:
Meâl-i Şerifi
83- Onlar, Allah'ın dininden başkasını mı
arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez O'na boyun
eğmiştir ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir.
83-Hayır, gerek yükseklerde bulunanların ve
gerek aşağıda bulunanların istiyerek ve istemiyerek uyduğunu bilen ve hepsi
Allah'a döndürülecek olan peygamberler hiçbir zaman Allah'ın dininden, Allah'a
itaatten, Hakk'a teslim olmaktan başka bir istekte, bir davada bulunmazlar.
"Allah'ı bırakınız da bize kul olunuz." demezler. Ve fakat:
"Allah'ın öğrettiği kitap ve okuduğunuz, okuttuğunuz derslerle
'rabbaniyyûn' Rabb'e halis kullar olunuz." derler ve öyle demişlerdir.
"Rabbanî" kelimesi "Rabb" veya "mürebbî" (terbiye
edici) mânâsına "Rabbe mensub"dur. (İlerde gelecek olan "Nice
peygamberler vardı ki, beraberlerinde Allah erleri bulunduğu halde
savaştılar." (Âl-i İmran, 3/146) âyetine bak.)
Bütün bu hak âyetler anlaşıldıktan sonra, ey
Muhammed:
Meâl-i Şerifi
84- De ki: "Allah'a, bize indirilen
(Kur'ân)e, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene,
Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların
arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O'na teslim olmuşlarız".
85- Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan
asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.
86- İnandıktan, Peygamber'in hak olduğuna
şehadet ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkâra sapan bir
milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalimler güruhunu doğru yola
iletmez.
87- İşte onların cezaları, Allah'ın,
meleklerin, insanların hepsinin laneti onların üzerlerindedir.
88- Onlar bu (lanetin) içinde ebedî
kalacaklardır. Kendilerinden ne bu azab hafifletilir, ne de yüzlerine bakılır.
89- Ancak bundan sonra tevbe edip kendini
düzeltenler başka. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.
90- Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden,
sonra da küfrünü artırmış olanların tevbeleri asla kabul olunmaz. İşte onlar
sapıkların ta kendileridir.
91- Muhakkak ki inkâr edenler ve kâfir
oldukları halde de ölenler, yeryüzü dolusu altın fidye verseler bile hiç
birisinden asla kabul edilmeyecektir. İşte dayanılmaz azab onlar içindir.
Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
84-91-İşte ilâhî tevhidin zorunlu bir sonucu
olmak üzere bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar Allah'a karşı değil, Allah'ın
olmaları ve ancak Allah'a kulluk etmeleri yönünden iman edilmedikçe İslâm'ın ve
tevhidin mânâsı tahakkuk etmez. Allah'a değil, kendine kul olmaya davet edenler
Allah'ın peygamberi olamaz. Elçi ancak kendisini gönderene davet eder. Ve
elçiyi inkâr etmek de göndereneni inkâr olur. Hak din olan İslâm'ın esası, bu
tevhid imanı ile Allah'a teslim olmaktır. Bundan çıkmak, irtidad (dinden
çıkmak), bunun dışındakiler küfürdür. İsterse bir peygamberi olsun
diğerlerinden ayırıp inkâr etmek, peygamberliğin esasını inkâr etmektir.
Peygamberliğin esasını inkâr etmek, bütün peygamberleriyle beraber Allah
Teâlâyı inkâr etmektir. kısmı, a kadar müslüman olduktan sonra dinden çıkarak
Medine'den kaçıp Mekke müşriklerine sığınan birkaç kişi hakkında inmiştir.
Bunlar hakkında tevbenin kabul edilmemesi bahis konusu olmuştur. En çok tercih
edilen mânâ şudur: Çünkü böyleleri ölüm belirtisini görüp hayattan ümidini
kesmedikçe tevbe edip imana gelmezler. Halbuki yeis halindeki iman makbul
değildir. Bunun izahı, "Yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm gelip
çatınca: "Ben şimdi tevbe ettim." diyenlere ve kâfir olarak ölenlere
tevbe yoktur." (Nisa, 4/18) âyetidir.
Şimdi İslâm'ın amelle ilgili hükümlerine ve
tatbikatına gelelim:
Anlaşıldı ki Allah katında makbul olan din
İslâm'dan ibarettir. Ve İslâm'dan başka bir din arayanın dini kabul edilmez,
sonu ziyan olur. Allah'a ve Allah'dan gelene tam bir iman ve teslimiyet
bulunmadıkça ahirette hiçbir amel fayda vermez. Küfürle ölenlerin her biri
dünya dolusu altınlar nafaka vermiş olsalar da ahirette kendilerini
kurtaramazlar. Fakat buna karşılık ilâhî yardıma ermek ve birr (büyük hayır) ve
nimetlere ulaşmak istiyen ey müminler siz de:
Meâl-i Şerifi
92- Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda)
harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu
hakkıyla bilir.
92-Şu halde yalnız iman, tam, kâmil hayra,
iyiliğe ermek için yeterli sebep değildir. İman ve ilimden sonra amel ve
özellikle (Allah yolunda) sarfetmek ve harcamak da gerektir. Hem de bu harcamak
ne kadar sevgili şeylerden olursa, o kadar kıymetli olur. Allah, harcanılan hoş
veya nâhoş (güzel olmayan) herhangi bir şeyi bilir ve ona göre sevabını verir.
Fakat asıl iyiliğe, yüksek hayra ulaşmak, sevilen şeylerden harcamaya bağlıdır.
Bundan dolayı Bakara Sûresi'nde geçen "birr" ve "infak"
âyetlerini (Bkz: el-Bakara, 2/3, 44, 177, 189, 215, 219, 261, 264, 265, 267,
270, 272, 273, 274.) hatırlamalı ve ona göre İslâm'ın hükümlerini yerine
getirmeye hazırlanmalıdır.
Birr: Bakara Sûresi'nde (Bakara, 2/177)
âyetinde de açıklandığı üzere ihsan (iyilik etmek), geniş hayır, tam hayır
demektir. "Birr" ile "hayır" arasında şöyle bir fark da
göstermişlerdir: "Birr", hayra ulaşan ve kastedilmiş fayda;
"hayır" ise -kasıtsız bile olmuş olsa muhakkak faydadır. Birrin zıddı
ukuk (isyan etmek), hayrın zıddı şerdir. Bununla beraber "birr", hıns
(günah) karşılığı da kullanılır. Burada birr'e erişmek, hayır ve iyilik etme
sıfatıyla sıfatlanmış olmak veya "İyiler mutlaka nimet içindedirler."
(İnfitar, 82/13) âyetinin delaleti üzere iyiliğe ve ilâhî sevaba ermek mânâlarından
her biriyle tefsir edilmiştir ki, ikisi birbirinden ayrılmazlar. "Allah
asla sözünden dönmez." (Âl-i İmran, 3/9) âyeti gereğince Allah'a söz
vermek ve anlaşmada tamamıyla ayak direyerek ilâhî vaade tamamen kavuşmak,
ermek mânâsı, her ikisini de içine alır. Buna göre iman, dinin temeli; birr,
dinin gayesi demektir. Hak tevhid, hayra erişmek: İşte din, bu iki esasın
mahsulüdür. Ve bu şekilde bu âyet, kendisinden önceki iman konularının bir
sonucu, kendisinden sonraki hükümlere dair konuların da mukaddimesi (başlangıcı)
yerindedir.
Bilinmektedir ki, infak (harcama) denilince en
başta zorunlu ihtiyaçlar, bunun başında da yiyecekler vardır. İslâm dini ise bu
konudaki baskıları kaldırıyor. "Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz
olanlarından yiyin." (Bakara, 2/168) diyordu. Yahudiler de İslâm'ın
hükümlerini reddetmek için neshi inkârdan başlıyorlardı. Buna dayanarak
İslâm'ın helal ve haram meselelerine ve Peygamberimizin İbrahim milletine
davetine karşı itiraz etmiş olmak için: "İsrailoğullarına haram olan
şeyler, Nuh ve İbrahim zamanından beri haramdı." diyorlar ve Mescid-i
Aksa'nın Ka'be'den daha eski ve şerefli olduğunu da iddia ederek, kıblenin
değiştirilmesine de itiraz ediyorlardı.
Burada bir taraftan infak (harcama)
dolayısıyla İslâm dininin yiyecekler hususundaki geniş iznini teyid, diğer
taraftan İbrahim milletinin kuruluşunu düzenleme olmak üzere, bunlara cevap
olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
93- Tevrat indirilmeden önce, İsrail (Yakub)in
kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrailoğullarına helal idi.
De ki: "Eğer doğrulardan iseniz, haydi Tevrat'ı getirip okuyun".
94- Kim bundan sonra Allah'a karşı yalan
uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
95- De ki: "Allah doğru söylemiştir. Öyle
ise dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden
değildi".
93-94-95-Şu halde "nesih yoktur"
davası bir iftira olduğu gibi, En'âm sûresindeki , "Yahudilere bütün
tırnaklı (hayvan)ları haram kıldık. Sığır ve koyunun da yağlarını onlara haram
ettik, yalnız sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan
yağlarını haram etmedik. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle
cezalandırdık." (En'âm, 6/146) âyeti gereğince, İsrailoğullarının
bunlardan mahrum oluşları saldırganlıklarının bir cezası idi. Tevrat'tan önce
Hz. Yakub'un kendine haram ettiği, yani kendisine yasakladığı şey hariç
tutulursa, diğerleri haram değildi. Tevrat, neshi inkâr etmek şöyle dursun, tam
tersine önceden helal olan bazı şeyleri İsrailoğullarına haram etmekle nesih
yapmış bulunuyordu. Hz. Yakub hakkında en sahih rivayet şudur: Müşarunileyh
(adı geçen), ırkunneşe' (siyatik) hastalığına tutulmuş ve bundan şifa bulur
kurtulursa en sevdiği yemeği yememeye adak adamıştı. Bir rivayete göre en
sevdiği de deve eti ve sütü imiş. Bu adağı, doktorların tavsiyesi veya
hastalığında bir gece pek çok ıztıraplı olması sebebiyle veya sırf bir zühd
(her türlü zevki terkederek kendini ibadete vermek) ve kulluk için yapmış
olduğu da rivayet edilmiştir.
Kabe meselesine gelince: Şu muhakkaktır ki:
Meâl-i Şerifi
96- Şüphesiz insanlar için kurulan ilk mabed,
Mekke'deki çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan Beyt (Kabe)dir.
97- Onda apaçık deliller, İbrahim'in makamı
vardır. Oraya giren güvene erer. Ona bir yol bulabilenlerin Beyt'i haccetmesi
Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün
âlemlerden müstağni (kimseye muhtaç değil, her şey ona muhtaç)dir.
96-97-Kabe'nin esas kuruluşu, Mescid-i
Aksa'nın esas kuruluşundan öncedir. Buna göre bütün kitap ehlinin tanıyageldikleri
mabedlerin hepsinden daha önce, daha mübarek bir tevhid kıblesidir. Bu da, önce
ve sonra neshin var olduğunu ifade eder.
Bekke, Mekke demektir. Veyahut Mekke şehirin
ismi, Bekke de Mescid-i Haram'ın yeridir. Bakara sûresinde haccın tafsilatı
açıklanmıştı. Burada da "Beyti haccetmek insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır." nassıyle haccın kesin olarak farz oluşu te'kidli bir şekilde
tesbit edilmiştir.
İstitâa, aslında fiilin itaat etme ve meydana
gelmesini talep ve irade etmektir. Bu ise kudret (güç yetmey)e bağlı
olduğundan, sonradan kudret mânâsında meşhur olmuştur. Tam mânâsıyla fiile
yakın olan bizzat kudrettir. Fakat fiilden önce olan aletlerin ve sebeplerin
selameti mânâsına kullanıldığı da çoktur ki, burada bu mânâyadır. Hacca kudret
(güç yetmek), ya beden veya mal veya her ikisiyledir. İmam Malik yalnız bedenî
kudreti, İmam Şafiî malî kudreti, İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri de her
ikisini dikkat nazarına almıştır. "her kim küfrederse şüphesiz ki
Allah..." âyetindeki "küfür"den maksadın, görüldüğü üzere haccı
inkâr etme mânâsına olmak ihtimali bulunmakla beraber, tefsir bilginlerinin
çoğunluğunun açıklamasına göre, "kudreti varken haccı terketmek"
mânâsınadır ki, bununla namazı terketmek, zekatı terketmek gibi, haccı
terketmek de kâfire yakışır bir isyan demek olduğu ağır bir tarzda
gösterilmiştir.
Rivayet olunuyor ki, Şemmas b. Kays isminde
bir yaşlı yahudi varmış. Küfrü ve müslümanlara karşı hiddeti, kini ve
çekememezliği pek şiddetliymiş. Bir gün Evs ve Hazrec kabilelerinden birtakım
ashab-ı kiram bir mecliste oturmuş konuşurlarken bu yahudi yanlarından geçmiş,
cahiliyye zamanında aralarında şiddetli düşmanlık ve hasımlık bulunan bu
kimselerin İslâm'dan sonra aralarındaki bu ülfeti, toplanmayı, düzelmeyi ve
sevgiyi görünce: "Allah'a yemin ederim ki bunlar böyle toplandıkça, bizim
buralarda rahatımız kalmaz." demiş ve yanındaki bir yahudi delikanlısına:
"Haydi şunların yanlarına otur, yevm-i bûâsı (buas gününü) ve daha
öncekilerini hatırlarına getir ve o zaman söyledikleri şiirlerden bazı parçalar
da okuyuver." diye tenbih etmişti. "Büas günü" ise İslâm'dan
önce yüzyirmi sene kadar birbirleriyle düşmanlık ve hasımlık üzere yaşamış olan
Evs ve Hazrec kabilelerinin savaş yaptıkları ve Evs'in Hazrec'e galip geldiği
son bir gün idi. Delikanlı dediğini yapmış ve derken bir münakaşa kapısı
açılmış, iki taraf öğünmeye başlamışlar, nihayet bir çekişme, ağız kavgası
olmuş, Evs'ten Evs b. Kayzî, Hazrec'den Hübar b. Sahr sıçramışlar, birbirlerine
söz atmışlar, birisi diğerine: "İsterseniz bugün yine öyle bir gün
yaparız" demiş. İki taraf öfkeyle gelmiş: "Haydi yaptık, silâh silâh,
haydi zahireye, harre meydanına!" demişler, sözün kısası Evs kabilesi
birbirleriyle, Hazrec de birbirleriyle birleşmişler, o sırada durum
Peygamberimize ulaşmış, O da yüce huzurlarında bulunan Muhacir ashab-ı kiramla
birlikte onların yanlarına gelmiş: "Ey müslümanlar topluluğu!.. Allah
Allah! Ben aranızda bulunurken de cahiliye davası mı yapıyorsunuz? Cenab-ı
Allah sizi İslâm'a hidayet ettikten ve küfürden kurtarıp kerem (cömertlik) ve
yardımıyla cahiliyyenin kökünü kestikten ve aranızı bulduktan sonra, yine eski
küfre mi dönüyorsunuz?" diye nasihat edince, hepsi düştükleri tehlikenin
bir şeytan tuzağı olduğunu anlayarak derhal ellerindeki silahlarını
bırakmışlar, gözlerinden yaşlar dökerek birbirlerine sarılmışlar,
kucaklaşmışlar ve Resulullah'a itaat ederek beraberce gitmişlerdi. Cenab-ı
Allah bu şekilde Şemmas'ın fitne ateşini söndürmüş, bu sebeple hem Ehl-i
Kitab'a bir öğüt, hem de müminleri onlardan herhangi birine uymaktan yasaklama
maksadıyla hükmü âmm (genel) olan şu âyetleri indirmiştir:
Meâl-i Şerifi
98- De ki: "Ey kitap ehli! Allah
yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr
ediyorsunuz?"
99- De ki: "Ey kitap ehli! Gerçeği görüp
bildiğiniz hâlde niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri
Allah'ın yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz
değildir".
100- Ey iman edenler! Kendilerine kitap
verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp
kâfir yaparlar.
101- Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve
Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı
bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
98-101- Allah'a i'tisam (sımsıkı sarılmak),
Allah'a sığınmak ve ilâhî ismet (masumluk)e sığınmaktır ki, bu sarılma için:
Meâl-i Şerifi
102- Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır
şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.
103- Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına,
dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini
düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi
birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine
siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte
Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.
Allah'tan hakkıyla korkmak Bakara sûresinin
(Bakara, 2/2) âyetinde açıklandığı üzere "takva mertebeleri"nin en
mükemmelidir ki, iki mânâ ile düşünülür: Birisi her yönden Allah'a itaat edip,
hiçbir isyan etmemek, daima zikr (Allah'ı anma) üzere bulunup, hiç unutmamak ve
her halde şükredip hiçbir nankörlüğe düşmemektir ki, ilâhî şan ve büyüklüğe
layık olmak mânâsına "Hak takva" demektir. Bu ise peygamberlerin en
büyükleri gibi masum fıtrat üzere yaratılmış olanlardan başkası için ve hatta
onlar için bile mümkün değildir. "Seni layıkıyla tanıyamadık, sana
layıkıyla ibadet edemedik." Bundan dolayı bu âyet indiği zaman ashab-ı
kiramın çok ibadet etmekten dolayı ayakları şişmiş, alınlarının derileri
soyulmuş ve bunun üzerine "Gücünüzün yettiği kadar Allah'dan korkun."
(Teğabün, 64/16) emrinin inmiş olduğu rivayet edilmiştir.
İkincisi Allah yolunda hakkıyla, gücünün
yettiği kadar gayret etmek ve bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamak,
hatta anası, babası veya kendi aleyhinde bile olsa Allah için adalet ve
doğruluktan ayrılmamaktır ki; bu hak, vücub (lüzumlu, gerekli) ve sabit olmak mânâsınadır.
Ve bu şekilde âyeti, bunun açıklamasıdır. Allah'tan hakkıyla korkmak ve her
halde müslüman olarak ölebilmek için de her şeyden önce Allah'ın ipine toptan
yapışarak tevhid üzere toplanmak ve ayrılıklardan çekinmek lazımdır.
Anlaşılıyor ki, haccın farz oluşu, bu toplanmanın hem sebeplerinden, hem de
maksatlarından birini teşkil eder. Şu halde önce kalplerin birleşmesi, ikinci
olarak fiillerin birleşmesi hak dinin esaslarının en büyüklerindendir.
"Ben, kendi başıma, yalnızca dinimi, imanımı koruyabilirim." demek
tehlikelidir. Kendi başına kalmak isteyen fertlerin, iman ve İslâm üzere hüsn-i
hatime (iyi sonuç) ile ahirete gidebilmesi şüpheli olur. Ferd zorlama ve baskı
altında her şeyini kaybedebilir. Çünkü "Allah'ın kudreti toplumla beraberdir."
Ve dinin dünyada en büyük feyzi de bu toplumun kuruluşundadır. Bunun içindir
ki, toplumlarını yitiren veya perişan edenler muhakkak perişan olurlar. Fiilî
sebepler karşısında ilmî deliller, çoğunlukla hükümlerini yerine getiremezler.
Nitekim Hz. İsa bile "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar
kimlerdir?" (Âl-i İmran, 3/52) dedi. Her mümin, Hakk'ın bir izafî
tecellisine ulaşmıştır. Hakk tecellî ise bütün bağların toplanmasıyla hakk
tevhidin ortaya çıkmasındadır. Şu halde bütün iman ehli, tek kelime üzerinde
fiillerini birleştirmedikçe ittikâ (layıkıyla Allah'tan korkma)ya eremez,
Allah'a kavuşamazlar.
103-Hablullah (Allah'ın ipi), Allah Teâlâ'ya
kavuşma sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, Kur'ân, Allah'ın emrini yerine
getirme ve cemaat, ihlas, İslâm, Allah'a söz verme, Allah'ın emri diye
rivayetlerle tefsir edilmiştir ve hepsi birbirine yakındır. Bu âyetin cemaat ve
ictimaiyyet (toplum bilim, sosyoloji) ile emir olduğunda kuşku yoktur. Bununla
beraber burada cemaat, hablullah (Allah ipin)ın aynı değil, ona yapışmanın
ürünüdür. Ebu Said el-Hudrî hazretlerinden rivayet edildiği üzere Allah Resûlü
şöyle buyurmuştur: "Gökten yeryüzüne indirilmiş olan hablullah (Allah'ın
ipi), Allah'ın kitabıdır." Korkunç bir yolun kenarına çekilmiş olan bir ip
veya bir kuyuya düşmüş olanları çıkarmak için uzatılmış bir ip ve ona gereğince
iyice tutunmuş bir toplum düşününüz. İşte bu tasavvurdan meydana gelen hey'et-i
ictimaiyye (sosyal kurul) Kur'ân etrafında devamlı yükselen bir İslâm
cemaatinin misalini teşkil edecektir.
Bu i'tisam (tutunma) için herhangi bir cemaat
olmak da kâfi değildir.
Meâl-i Şerifi
104- İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip
kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.
104-İslâm toplumundan böyle bir ümmet
(topluluk) de teşekkül etmelidir.
Ta yukarılarda da açıklandığı üzere ümmet, öne
düşen, çeşitli insan gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk
demektir ki, hepsinin önünde de "imam" (önder) bulunur. Cemaat ile
(toplu halde) namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü
ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra davet ve iyiliği emir,
kötülüğü de men edecek bir topluluk ve imamet (önderlik) teşkili müslümanların
imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. Bu farizayı (Allah'ın emrini) yerine
getirebilen müslümanlardır ki âyetinin açık hükmü gereğince kâmil (tam)
kurtuluşa ererler. Yoksa âyetinin mânâsı müşkil ve belki müteazzir (mümkünsüz)
olur. Allah'ın vaadi bütünüyle temin edilmez, hayra çağırmak, iyiliği emir,
kötülüğe engel olma bütün müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiçbir
müslüman mesuliyetten kendini kurtaramaz. Fakat her ferde farz-ı ayın değildir.
Ümmetin tümünün vazifesidir. Çünkü "sizden" buyurulmuştur. Buradaki
in tecrîdî (soyutlayıcı) veya teb'îzî (ayırıcı) olmak üzere iki mânâya ihtimali
vardır. Tecridî olduğuna göre her müslüman bununla görevlidir. Teb'îzî olduğuna
göre de genelde müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak belli, özel
bir topluluk meydana getirmek, onlara yardım ederek ve uyarak o vasıta ile bu
görevi yerine getirtmektir. Bunlar tayin ve görevlendirildikten sonra emretmek
ve yasaklamak bizzat onlar üzerine farz-ı ayın olur. Ve fakat bunlar
görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak
herkese teveccüh eder. Tevhid nizamı bozulduğu zaman, ortaya çıkacak şer ve
bela da yalnız zalimlere isabet edip kalmaz, herkese bulaşır.
Hayra davet (çağırma), dine ve dünyaya ait bir
iyiliği içeren herhangi bir şeye davettir ki, birliğin ve İslâm'ın esasıdır.
İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısımdır. Maruf
(iyilik), İslâm'ın gereği olan Allah'a itaat; münker (kötülük) de İslâm'ın
gereğine uymayıp, Allah'a karşı gelmek demektir. İyiliği ve kötülüğü Allah'ın
ipinden başka ölçü ile ölçmeye kalkmak, isteklere ve nefse ait arzulara
uymaktır ki, bu da ayrıcalık yapmaktır. Bu noktayı daha çok açıklamak için
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
105- Kendilerine apaçık deliller geldikten
sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir
azap vardır.
106- O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler
kararır. Yüzleri kararanlara: "İmanınızdan sonra küfrettiniz ha? Öyle ise
inkâr etmenize karşılık azabı tadın" (denecektir).
107- Yüzleri ağaranlara gelince, (onlar)
Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
108- Bunlar Allah'ın, sana gerçek olarak
okuyageldiğimiz, âyetleridir. Allah âlemlere hiçbir haksızlık etmek istemez.
109- Göklerde ve yerde olanların hepsi
Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür.
105-109- Ey Muhammed ümmeti!
Meâl-i Şerifi
110- Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a
inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı
olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.
111- Onlar size eziyetten başka bir zarar
veremezler. Eğer sizinle savaşmaya kalkışsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar.
Sonra kendilerine yardım da edilmez.
112- Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar,
üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Meğer ki Allah'ın ipine ve insanlar
(müminler)ın ahdine sığınmış olsunlar. Onlar Allah'ın hışmına uğradılar ve
üzerlerine de miskinlik damgası vuruldu. Bunun sebebi, onların Allah'ın
âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir.
Ayrıca isyan etmiş ve haddi de aşmışlardı.
110-111-112-Burada ümmet-i Muhammed'in esas
mümeyyiz (ayırıcı) özelliği, tevhid imanı ile iyiliği emir ve kötülükten alıkoyma
olduğu ve bilhassa bu vasıf altında insanlar için en hayırlı bir ümmet
oldukları ve bu vazife esas itibariyle yalnız ulu'l-emr (müslümanların yetkili
amirlerin)e ait olmayıp bütün müminlerin bizzat veya bilvasıta (aracı ile)
bununla ilgili olmaları gerekeceği ve bir ümmetin hayırlı oluşu da çoğunluğunun
iyiliğiyle olabileceği ve nitekim diğer kitap ehlinin bu haslete sahip
olamamaları, içlerinde Allah'a itaattan çıkmış sapıkların çoğunluğu
oluşturmalarından doğduğu ve müslümanların çoğunluğu bu seçkin hasleti muhafaza
ettikçe kendilerine diğer kâfirlerin, sapıkların netice itibariyle bir
eziyetten başka zararları dokunamayacağı hatırlatılıyor ki, burada "ancak
Allah'ın ipine ve insanların ahdine sığınanlar hariç" kısmı da dikkate
değerdir. Kendilerini her şey zannedip Allah'a itaatten dışarı çıkanlar az çok
zillet (alçaklık)ten kurtulurlarsa, yine Allah'ın veya Allah'ın kullarının ahd
(söz verme) ve emanı sayesinde kurtulabilirler.
Evet, Kitap ehlinin mümin olanları da yok
değildir:
Meâl-i Şerifi
113- Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde
doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde
onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.
114- Allah'a ve ahiret gününe inanırlar,
iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de
birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardandır.
115- Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız
bırakılmayacaklardır. Allah kendisinden gereği gibi sakınanları bilir.
113-114-115-Ümmet-i kâime, hakşinas (hak
tanıyan), doğru, doğrulan veya Allah için kalkan, müstakîm (doğru), âdil
(adaletli) topluluk mânâlarına gelir.
Tefsir bilginlerinin çoğunun tercihine göre
burada kitap ehlinden maksat, Musa ve İsa aleyhisselâma iman etmiş olanlardır.
Ve bu âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır:
1- Abdullah b. Selam, Sa'leb b. Said ve Üseyd
b. Ubeyd gibi zatlar müslüman oldukları zaman diğer yahudiler bunların
aleyhinde bulunmuşlar küfür ve hüsranlarından bahsetmişlerdi. Bunlara karşı,
onların faziletlerini açıklamak hakkında bu âyet inmiştir.
2- Necranlılardan kırk, Habeşten otuziki,
Rumdan üç kişi ki toplamları yetmiş beş zat İsa'nın dini üzereyken Muhammed
(s.a.v.)'i tasdik ederek iman etmişlerdi. Âyet bunlar hakkında inmiştir.
3- Peygamberimizin Medine'ye gelmesinden önce
Ensar arasında Esad b. Zürare, Berar b. Ma'rur, Muhammed b. Mesleme ve Ebu Kays
b. Sırme b. Enes muvahhidîn (Allah'ı bir tanıyanlar)den idiler. Cünüb oldukları
zaman guslederler ve bildikleri kadar hanif dini ile amel ederlerdi. Resulullah
gelince derhal tasdik edip, ona yardım ettiler.
4- Yukarıdaki âyetlerde kitap ehli yerildikten
sonra hepsinin böyle olmayıp, içlerinde iyi sıfat ve hoş huya sahip olanların
da bulunduğunun açıklanması için indiği de söylenmiştir.
Bazı tefsircilerin açıklamasına göre de burada
kitap ehli deyimi, müslümanları da kapsayan genel bir mânâda kullanılmıştır. Ve
her halde âyetin siyâk (geliş şekli), cümlesindeki müminleri açıklama olduğu
ortadadır.
Kitap ehlinin iman edenleri böyle. Genel
olarak kâfirlere gelince; müminler, bunların servetlerinden ve dünya hayatı
uğrunda çok harcamalarından endişe etmemelidirler. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
116- O inkâr edenler (var ya), onların ne
malları, ne de evlatları, onlara Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır.
Onlar, ateş halkıdır; orada ebedi kalacaklardır.
117- Onların bu dünya hayatında
harcadıklarının durumu, kendilerine zulmeden bir topluluğun ekinlerini vurup da
mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgarın hali gibidir. Allah onlara zulmetmedi.
Fakat kendileri, kendilerine zulmediyorlar.
116-117-Ancak:
Meâl-i Şerifi
118- Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden
sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar, hep
sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır.
Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri
açıkladık.
119- İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları
seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler, siz kitap(lar)ın hepsine inanırsınız,
onlarsa sizinle buluştukları zaman "inandık" derler. Başbaşa
kaldıkları zaman da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki:
"kininizle geberin!". Şüphesiz ki Allah göğüslerin (gönüllerin) özünü
bilir.
120- Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider,
başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'dan
gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez; çünkü Allah
onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.
118-Bitâne ( ) esasında elbisenin iç yüzündeki
astar demektir. Bundan bir kimsenin sırlarına vakıf olan pek sıkı dostuna da
"bitâne denilir. Müminler, milletlerinin ehlinden başkasını, yani gerek
kâfirleri ve gerekse münafıkları (iki yüzlüleri) iç yüzlerine vakıf olacak özel
işlerinde ve muamelelerinde kullanmaktan yasaklanmıştır ki, bu yasaklamanın
özel hususlara da şümulü bulunmakla beraber âyetin siyâkı (gelişi) -daha çok
genel işlere bakmaktadır. Bunun gerekçesi de her iki tarafın ruhî durumları
izah olunarak anlatılmıştır.
Evvela size fesat ve zarar yapmakta hiç kusur
etmezler. Size meşakkat ve zahmet veren şeylerden memnun olurlar. Buğuzları
ağızlarından taşmış, aleyhinize devamlı propaganda yapmaktadırlar. Halbuki sîne
(göğüs, kalp)lerinde gizledikleri öfkeler, kinler daha büyüktür.
119-İkincisi: Bunların sebebi ey müminler! Siz
öyle kimselersiniz ki, onları, yani kendinizden başkasını da seversiniz.
Müslümanın şiarı budur. Herkesin iyiliğini ister, herkese hayırhah
(iyiliksever) olur, sevgi gözüyle bakar, haklarını korur, fesattan sakınır,
kimseyi belaya sokmak istemez. Fakat mümin ve müslüman olmayanlar size karşı
öyle değildir. Onlar sizi sevmezler. Bunun böyle olmasının sebebi de siz
müslümanlar bütün kitaplara iman edersiniz ve tamamen iman edersiniz. Onun için
herhangi bir kitaba mensub olanların ve hatta mensubluk iddiasında bulunanların
kendilerine iyi nazar (bakış)ları kadar sizin de onlara iyi nazar (bakış)ınız
bulunur. Çünkü imanın gereği budur. Fakat böyle olduğunuz halde onlar öyle
değildirler. Sizin kitabınıza inanmazlar, küfrederler; inandıkları kitaba da
-yukarda görüldüğü üzere hepsi tamamıyla inanmış değildir. Buna göre
müslümanların, müslüman olmayanlara karşı bakışları ve muameleleri mümine
yakışır olduğu halde; müslüman olmayanların müslümanlara bakış ve muameleleri
-inançları gereğince daima ve zorunlu olarak kâfirce olur. Bundan dolayıdır ki
hakiki bir müslüman, herkesin işlerinin sırdaşı olmaya layık olduğu halde;
müslüman olmayanların müslümanlara sırdaş olması hem kendilerine, hem
müslümanlara zarardır. Netice olarak müslümanın vicdanı temiz ve geniş, diğerleri
ise dar ve bulaşıktır. Üçüncü olarak, münafıklar yüze karşı gelince "biz
müminiz" derler; fakat tenha kaldılar, meydanı boş buldular mı iman ehline
kinlerinden parmaklarını ısırırlar, daima diş gıcırdatır dururlar.
120-Bunun için siz müminlere bir güzellik
dokunursa fenalarına gider. Mesela müslümanların bedenlerinin sıhhati, ucuzluk
ve ferahları, düşmanlarına zaferleri, aralarındaki anlaşma ve sevgileri onları
memnun etmez ve fakat size bir kötülük isabet ederse onunla sevinirler. Mesela
müslümanlara bir hastalık, fakirlik, mağlubiyet, ayrıcalık, yağma ve çapulculuk
gibi bir musibet oldu mu keyiflenir ve sevinirler. İşte bütün bunlara karşı
müslümanların görevi sabredip korunmak, faziletler kazanmak ile onları
hasetlerinden çatlatmaktır. Eğer müslümanlar Allah'a itaat etmede sabrederler
ve yasaklarından kaçınmakla iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve o münafıkların
hilelerinin ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler. Çok olsa biraz eziyet
çekmiş olurlar. Fakat sonunda hepsine galip gelirler ki, İslâm tarihi bunun
misalleriyle doludur.
Sabredenlere ve Allah'tan gereği gibi
korkanlara Cenab-ı Allah'ın yardım ve imdadı nasıl cereyan edip de düşmanların
zararlarını defettiğini, sabredilmediği ve korunulmadığı zaman da nasıl
zararlara düşüldüğünü açıkça anlatmak için de özellikle şu örnekleri an ey
Muhammed:
Meâl-i Şerifi
121- Hani sen sabah erkenden müminleri savaş
mevzilerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve
bilendir.
122- O zaman içinizden iki takım bozulmaya yüz
tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı idi. İnananlar, yalnız Allah'a
dayanıp güvensinler.
121-Bu iki âyette Uhud gazası (harbi)
hatırlatılmıştır. Şöyle rivayet edilir ki, bir Çarşamba günü müşrikler Ebu Süfyan
komutasında olarak Medine civarında Uhud dağına inmişlerdi. Resulullah
(s.a.v.), ashabıyla istişare etti. Abdullah b. Übeyy b. Selul'ü de çağırmıştı.
Bundan önce onu çağırmazken, bu defa onu da davet etti. İstişare esnasında
Abdullah ve Ensar'ın çoğunluğu: "Ey Allah'ın elçisi Medine'de dur, çıkma,
biz şimdiye kadar herhangi bir düşmana çıktıksa musibete (kötülüğe) uğradık ve
fakat herhangi bir düşman da üzerimize geldiyse biz de onları musibete
düşürdük. Sen içimizde iken daha neler olur? Şu halde bırak onları, şayet
kalırlarsa kötü bir yerde kalmış olurlar ve eğer üzerimize gelirlerse erkekler
yüzyüze savaşır; kadınlar, çocuklar da taşa tutarlar, geri dönerlerse fena
halde ümitsiz ve şaşkın olarak dönerler, giderler." demişlerdi. Diğer
bazıları da: "Şu köpeklere karşı çıkalım, kendilerinden korktuk
zannetmesinler." dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
"Ben rüyamda gördüm, etrafımda bir sığır boğazlanıyordu. Bunu hayra
yordum. Kılıcımın ucunda bir gedik gördüm, bunu da bir hezimet (yenilgiy)e
yordum ve gördüm ki, sanki ben sağlam bir zırhlı gömleğe sokuldum, bunu da
Medine diye yordum. Reyiniz (kanaatiniz bu şekilde) olursa Medine'de kalır ve
onları bırakırsınız". Buna karşı müslümanlardan "Bedir savaşı"na
yetişememiş olan ve Uhud günü şehit olmaları takdir edilmiş bulunan birtakım
kimseler: "Herhalde bizi düşmanlarımıza çıkar." dediler ve bunda
ısrar ettiler. Buna göre Peygamberimiz de zırhını giyindi. Giyinince de ısrar
edenler: "Biz ne kötü şey yaptık, Resulullah'a vahy gelirken ona karşı fikrimizde
ısrara kalkıştık." diye pişman oldular. Bunun üzerine: "Ey Allah'ın
Resulu ne fikirdeysen öyle yap." dediler. Resulullah da: "Bir
peygamber zırhını giyince, artık savaşmadan onu çıkarması yaraşmaz."
buyurdu ve cuma günü cuma namazından sonra bin kişi ile çıkıp hareket etti.
Cumartesi günü sabahleyin Uhud'da Şi'b adlı yere vardılar. Resulullah piyade
(yaya) olarak yürüyordu. Ashabını harb için mevzilere yerleştiriyordu ve
safları o kadar tanzim ediyordu ki, biraz çıkmış bir göğüs görse, "geri
çekil" diyordu. Vadinin bir yanına kondu. Gerek kendisini ve gerek
askerinin arkasını Uhud'a verdi. Abdullah b. Cübeyr'i okçulara komutan yaptı.
"Oklarla bizi müdafaa ediniz, arkamızdan gelmesinler." diye ona
emretti. Ve ashabına da: "Bu yerde iyi durunuz, düşman sizi görünce
dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyiniz ve bu mevziden çıkmayınız."
buyurdu. İşte bunları hatırlatmaktır. kısmı da Hz. Aişe'dir. O gün Resulullah
onun yanından hareket etmişti. Sonra Abdullah b. Übeyy, görüşüne muhalefet
edildiğinden dolayı, "Çocukların sözlerini dinledi de benimkini
dinlemedi." diye içerlemişti. Kendi adamlarına: "Muhammed, düşmana
ancak sizinle galip gelir, ashabına, 'Düşman sizleri görünce bozulacak' diye
vadetti. Şu halde düşmanlarını gördüğünüz zaman siz bozulunuz, arkanızdan onlar
da bozulur, iş Muhammed'in dediğinin tersine olur." dedi. İki taraf
karşılaşınca Abdullah emrindeki üçyüz kadar münafıkla beraber bozuluverdiler.
Düşman üçbin kadardı. Bunlara karşı yediyüz müslüman kaldı. Allah'ın yardımıyla
müşrikleri yenilgiye uğrattılar. Resulullah'ın buyurduğu ortaya çıkmıştı. Fakat
müminler bu suretle onların bozulduklarını görünce, Bedir olayı gibi olmasını
arzu ederek sabredemediler, geriye kaçanları takibe koyuldular ve Resulullah'ın
emrine uymayıp, gösterdiği yeri terkediverdiler. Sırf bu muhalefet yüzünden
Cenab-ı Allah müşriklerin kalplerinden korkuyu alıverdi. Tekrar döndüler hücum
ettiler. Asker, Resulullah'ın etrafından dağıldı. Beraberinde Hz. Ebu Bekir,
Ali, Abbas, Talha, Sa'd gibi birkaç zattan başka kimse kalmadı. O sırada
Resulullah'ın mübarek yüzü yaralandı, mübarek rubâ'ıyye (kesici) dişi kırıldı.
Asker içinde: "Muhammed öldürüldü" diye bir sayha (çığlık) çıktı.
Ensar-ı kiramdan künyesi Ebu Süfyan olan bir zat da: "İşte Allah'ın Resulu
burada" diye bağırmaya başladı. Muhacirler ve Ensar döndüler,
Resulullah'ın etrafına geldiler. İçlerinden yetmiş kişi şehid olmuş, birçoğu da
yaralanmıştı. Resulullah, "Kardeşlerini müdafaa eden erkeğe Allah rahmet
etsin". buyurup, beraberindekilerle müşriklere hücum etti, onlar da bir
hayli ölü ve yaralı vererek, Allah'ın yardımıyla hepsini defetti.
İşte Uhud olayının özeti budur ki, üçbin
düşmana karşı, binden az ve üçyüz münafıkın da geri dönmeleri üzerine yediyüz
kadar müslüman askeri galip olmuşken sırf Resulullah'ın emrine uymamaktan ve
ganimet arzusuna düşülmekten dolayı böyle bir bozgunluk vuku buldu ve olanlar
oldu ki, bütün bunlar, "Eğer siz sabırlı olur ve iyi korunursanız onların
hileleri size hiçbir zarar vermez." (Âl-i İmran, 3/120) anlamını gösteren
olayın şahitleridir.
122-Bu olayda Abdullah b. Übeyy b. Selul'ün
bozgunluğu esnasında Resulullah'ın taraflarını teşkil eden iki taife ki,
Hazrec'den Beni Seleme (Seleme oğulları) ile Evs'ten Beni Harise (Harise
oğulları) de kalp zayıflığına düşüp az daha dönecek gibi olmuşlar; fakat âyeti
delaletince Allah saklamış, kalplerini toplamışlar, niyetlerini doğrultmuşlar
ki âyetinin de bunlara işaret olduğu beyan edilmiştir. Bunda bir münafığı
bitâne (sırdaş) edinip istişareye karıştırmaktan çıkan zarara da büyük bir misal
vardır. Şu halde müslümanlar sabır ve korunma ile görevlerini bilmeli ve ancak
Allah'a tevekkül ve itimat etmelidirler. Kalplere kuvvet veren O, zayıflık
veren yine O'dur. İkbal (düşmanı karşılamak) ondan, idbâr (geri çekilmek) de
ondandır. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından sakınanlar herhalde galip ve
muzaffer olurlar.
Meâl-i Şerifi
123- Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde
Allah size Bedir'de yardım etmişti. Allah'tan sakının ki, O'na şükretmiş
olasınız.
124- O zaman sen müminlere: "Rabbinizin
size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun.
125- Evet, sabreder ve (Allah'tan)
korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı nişanlı
beş bin melekle yardım eder.
126- Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve
kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yardım, yalnız daima galip ve hikmet
sahibi olan Allah katındandır.
127- (Allah bu yardımı) inkâr edenlerden bir
kısmını kessin veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler (diye
yaptı).
128- Bu işten sana hiçbir şey düşmez. (Allah),
ya onların tevbesini kabul eder, yahut onlara, zalim olduklarından dolayı azab
eder.
129- Göklerde ve yerde olanların hepsi
Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir.
123- "Bedr", Mekke ile Medine
arasında bir kuyu suyunun ismidir ki, sahibi Bedr b. Kelde'nin adıyle veya ay
gibi parlak ve yuvarlak olduğundan dolayı Bedr diye isimlendirilmiştir. O yere
veyahut vadiye Bedr denildiği de rivayet edilmiştir. İkrime'den nakledildiğine
göre burası cahiliyye devrinde bir ticaret yeriymiş. Peygamberimizin,
müşriklerle ilk savaşı olan Bedir gazası burada olmuştu ki, hicretin ikinci
senesi Ramazan ayının yirmi yedinci cuma gününe rastlıyordu. O gün,
"sizler güçsüz olduğunuz halde" âyetinden anlaşıldığına göre
müslümanlar gayet az, fakir ve maddî bakımdan son derece zayıf durumda idiler.
Toplamı üç yüz on kişiden ibaret bir mücahid toplumu idi. Yetmiş yedisi Muhacir
(Mekke'den Medine'ye göç eden)lerden ve sancaktarları Hz. Ali idi. İki yüz otuz
altısı Ensar (Medine'nin yerlisin)dan ve sancaktarları Sa'd b. Ubade idi.
Üç-beş kişiye ancak bir deve düşebiliyordu. Bütün askerde yalnız bir at, diğer
bir rivayete göre biri Mikdad'ın, bir de Mersed'in olmak üzere iki at, doksan
deve, altı zırh, sekiz kılıç vardı. Buna karşılık düşman, bin kadar savaşçı
idi. Yüz atları vardı. Silah ve kuvvetleri tamdı. İşte Bedir günü böyle bir
halde bulunan müminlere Cenab-ı Allah yardım ihsan etti. Bilindiği ve görüldüğü
üzere Ebu Cehil gibi Kureyş'in ileri gelenleri o gün hep öldürüldüler. Ve o
günden itibaren imanın gücü ortaya çıktı. Bedir günü, İslâm'ın binası oldu.
Bunu Allah'dan başka kim yapabilir? Şimdi aklı olanlar, böyle bir yardımı yapan
Allah'a dayanmaz ve itimad etmez mi? Nasıl olur da sabır ve korunmayı bırakır,
feşele (yani korkaklığa) ve kalp zayıflığına düşer? Şu halde ey müminler bundan
böyle hep Allah'dan gereği gibi korkunuz ki, yardımına erişip şükredesiniz.
124-125- Bedir harbindeki ilâhî yardım o
sırada idi ki ya Muhammed, sen müminlere şöyle diyordun: "İndirilmekte
olan üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi? Evet siz sabır ve
sebat eder, itaatsizlikten sakınırsanız, onlar da şu anda üzerinize
geliverirlerse Rabbiniz, beş bin nişanlı melekle size yardım eder."
Rivayet edildiğine göre o sıra, "Kürz b. Cabir el-Muharibî müşriklere
yardım etmek istiyormuş" diye müslümanlara bir haber gelmiş ve
endişelenmelerine sebep olmuştu. Buna karşı, bu şekilde iki derece ilâhî yardım
bildirilmiş ve müşrikler dağılmış, bunu haber alan Kürz de yardımdan vazgeçmiş
idi. Cenab-ı Allah Bedir savaşında müminlere başlangıçta bin melaike ile yardım
etmişti. "Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: "Ben size
birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" diye dualarınızı kabul etmişti."
(Enfal, 8/9) Bundan sonra Kürz haberleri üzerine inmiş olan üç bin melek
yardımı ile müşriklerin dağılmasını çabuklaştırdı. Ve şayet düşmanlara adı
geçen Kürz'ün yardımı hemen geliverecek olursa, müminlerin -sabır ve
korunmaları şartıyla yani alâmetli, nişanlı, simaları belli beş bin melaike
daha göndereceğini de vaad etti. Şu halde düşmana yardım gelmemiş ve zafer
tamam olmuş bulunduğundan, bu beş bine ihtiyaç kalmadığı anlaşılıyor. Bununla
beraber işbu beş bin nişanlı meleklerin de savaşa katılmamış olmakla beraber,
indikleri ve hazır oldukları hakkında rivayetler de mevcuttur. Ve bazı
rivayette bu nişanlı melekler "Uhud"da inmiş ve fakat çarpışmaya
iştirak etmemişlerdir. Bu meleklerin simaları, çoğu rivayetlerde kır atlar
üzerinde sarı veya beyaz veya siyah sarıklı olmak üzere nakledilmiştir. Bütün
tefsir ve siyer bilginlerinin ittifakı vardır ki, Bedir harbinde melekler inmiş
ve kâfirlerle harbetmişlerdir. Bedir harbinin dışında meleklerin bizzat harbe
katılmayıp ancak çok sayı ile yardım halinde bulunmuş oldukları da İbni
Abbas'dan rivayet edilmiştir. Allah'ın bir meleğinin, yerin altını üstüne
girmeye gücü yettiği halde, böyle birçok melek ile yardım, kulların fiillerine
olan ilâhî yardımının bir tecellisidir. Ve bilinmektedir ki, bu gibi durumlarda
insanların gözünde kemmiyyet (mikdar)in de özel bir önemi vardır. Şu halde
meleklerin çoğaltılması, en az bir mücahit zümresinin, keyfiyyet (nitelik)
bakımından, kuvvetlerinin artmasını ifade eder.
126-Bunun için buyuruluyor ki: Vuku bulan ve
vaad edilen bu yardımı Allah, sırf müminlere bir müjde olmak ve kalplerini
yatıştırmak için yapmıştır. Böyle bir yardım ve hatta genelde gerçek yardım
ise, ancak aziz (üstün) ve hakim (hikmetli) olan Allah katındandır.
127-Allah'ın bu yardımı da şu hikmetler
içindir: Kâfirlerin bir tarafını bölmek, öldürmek veya esir etmek veya onları
perişan edip ciğerlerini hûn (kan) eylemek için ki maksatlarına eremeyip
perişan ve ümitsiz olarak dönsünler.
128- Ey Muhammed! Başkaları şöyle dursun, sen
bile bizzat hiçbir emre, hiçbir hükme sahip değilsin. Ancak memur bir kulsun.
Allah'ın emri olmayınca, o kâfirlere ve muhalif (karşıt)lere hiçbir şey
yapamazsın, hatta aleyhlerine dua bile edemezsin. Nitekim rivayet edildiğine
göre Uhud olayında Resulullah kâfirlere beddua etmek istemişti ki bu âyet
inmiştir. Netice olarak emir, ancak Allah'ındır. Allah'ın hikmeti de, ya onları
Bedir'de yaptığı gibi kesmek veya perişan etmekle ümitsiz bırakmak, veya onlara
tevbe nasip etmek, veyahut onları şiddetli bir şekilde azaplandırmaktır. Bu
azaplandırmanın sebebi de zira onlar zalimdirler.
129- "Göklerde ve yerde olanların hepsi
Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder." bununla beraber
"Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir". Şu halde bunu iyi
bilmeli ve yalnız Allah'ın emir ve hakimiyetine iman ve ancak onun yardımına
dayanıp ona göre sabır ve ittika (gereğince sakınmak) ile ilâhî afv ve rahmet
yoluna girmeli ve Uhud vakası (olayı)nda olduğu gibi zarar görmemek için küçük
cihaddan önce müminler büyük cihad olan nefis mücadelesi ile ahlâklarını,
toplumlarını, işlerini ve iç durumlarını ıslah ve terbiye etmelidirler.
Bunun için:
Meâl-i Şerifi
130- Ey iman edenler! Kat kat artırılmış
olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.
131- Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten
sakının.
132- Allah ve Peygambere itaat edin ki, size
de merhamet edilsin.
130-131-132-Demek ki şimdi içe ait ıslahat
(düzeltme) hususunda dikkat nazarına alınacak mesele, ittika (gereğince
sakınma) ile ilgili olan iktisadî meseledir. Ve bunun en önemlisi de faizden
kaçınmaktır (Bakara, 2/275, 276, 278, 279. âyetlerin tefsirine bkz.). Bunda da
ilk iş "ad'at-ı müdaafe" (kat kat artırılmış) ribâ (faiz)nın
kaldırılmasıdır. Faizin kat kat artırılması da, bir borca geçmişi eklene eklene
faizin ana para kadar veya daha çok bir mikdarı bulması demektir. Tefsirciler,
kat kat olma şartının, ihtirâzî olmayıp o zamanki durumun cereyanına göre vaki
olmuş olduğunu ve buna göre yasaklamanın aslının mutlaka faizi haram kılmaya
yönelmiş olduğunu açıklamaktadırlar. Bu âyetin Uhud vakasını hatırlatması
konusunda inmesi, bunun ilk nazil olan ribâ (faiz)yı yasaklama âyeti olduğunu
göstermekten uzak değildir. Fıkha ait incelemelere göre Bakara sûresinin
âyetleri nüzul bakımından bundan sonradır. Ve hatta sonra inmiş olmasa bile,
herhalde, mukaddem (daha önce) de olmadığından, en azından beraber olduklarının
düşünülmesi gerekir. Ve bundan dolayı ribâ (faiz) hakkında hakim olan nass
(mânâsı açık âyet), "Allah alışverişi helal, ribâ (faiz)yı haram
kıldı." (Bakara, 2/275) mutlak haram kılma âyetidir. Şu halde Bakara
sûresinde açıklandığı üzere "Eğer (faizle ilgili söylenenleri)
yapmazsanız, Allah ve Resulu ile savaşa girdiğinizi bilin." (Bakara,
2/279) tehlikesini düşünüp emirlerini tutun. Bu ittika (korunma) ve itaat ile:
Meâl-i Şerifi
133- Rabbinizin bağışına ve genişliği göklerle
yer arası kadar olan, Allah'tan gereği gibi korkanlar için hazırlanmış bulunan
cennete koşun!
134- O (Allah'tan hakkıyla korka)nlar,
bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları
affederler. Allah iyilik edenleri sever.
135- Ve onlar çirkin bir günah işledikleri,
yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka günahları kim bağışlayabilir? Bir de
onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler.
136- İşte onların mükafatı (ödülleri) Rableri
tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, ebedî kalacakları
cennetlerdir. Çalışanların mükafatı ne güzeldir!
133- kelimesi, Nâfi' ve İbni Âmir
kırâetlerinde "vav"sız olarak şeklinde okunur.
"Müsaraat", , konuşmak, sürat yarışı
yapmaktır. Mağfiret (afv)e koşmak da, sebeplere ve mağfiretin yoluna koşmak
demektir. "Cennet", dâr-ı saadet (saadet evi) olan ebedî vatan, o
gizli bahçe ki "altından ırmaklar akan cennetler" den birisi veya
hepsi. "Arz"; tûl (uzunluk) karşılığı "en" veya vüs'at
(genişlik) veya karşılık ve bedel mânâsınadır ki, birşey satın almak için arz
olunur. Diğer bir âyette "Genişliği, gökle yerin genişliği gibi olan
cennete koşuşun." (Hadid, 57/21) buyurulduğundan, burada da teşbih (benzetme)
"kaf"ın hazfi (düşmesi)yle "Onun eni, göklerin ve yerin
enidir." mânâsı gözetilmiştir. Ve bu teşbihin hakikî veya genişliğin
büyüklüğünden kinaye olduğu da bahis konusu edilmiştir. İbnü Abbas ve Said b.
Cübeyr ve cumhûr (çoğunluk) demişlerdir ki: "Gökler ve yer, kumaş gibi
yayılıp birbirine ulanınca cennetin enine bir ölçü olur. Uzunluğunu ise
Allah'tan başka kimse bilmez". Bu görüşe göre cennet, semalardan daha
büyük demektir. Bazı nebevî hadislerde de cennet, Arş-ı âzam (büyük Arş)ın
altında ve semaların üstünde bulunduğu şeklinde varid olmuştur. Bunun için
"bir kişiye düşen cennet" diye de açıklanmıştır. Bununla beraber bu
âyetin zahiri, bu alemin semaları ve yeri, aynen cennetin eni, âyeti de
teşbihen (benzetilerek) böyle olduğunu gösteriyor. Bunların birini bedel,
birini "en" mânâsına alarak tevfik (birbirine uydurmak) mümkün olduğu
gibi, "Rabbının (hüküm ve adalet) makamından korkan kimseye iki cennet
vardır." (Rahman, 55/46) âyeti de, her iki âyetteki cennetleri başka başka
olarak almaya müsaittir. "Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette
de güzellik ver." (Bakara, 2/201).
Râzî tefsirinde nakledildiği üzere Herakl'in
(yani Rum kralının) elçisi Peygamberimize: "Sen 'müttekîler için
hazırlanmış ve genişliği yer ve gökler kadar' olan bir cennete davet ediyorsun?
O halde nâr (cehennem) nerede?" diye sormuş. Resulullah (s.a.v.):
"Sübhanallah (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim), gündüz olduğu
zaman gece nerede olur?" buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir.
134-Bu cennetin müttakî (Allah'tan gereğince
korkan)ler için hazırlanmış olduğu gösteriliyor. Ve bu korunmanın sadece
şirkten sakınmak mânâsına genel bir korunma olmadığı anlatılmak için bu
müttakîler, özel vasıflarla vasıflandırılıyor ki, birinci olarak
"serra", sürûr (sevinç) veren durum; "darrâ", zarar ve
sıkıntı veren durum demektir ki, hâl-i yüsur ve hâl-i usür, (sürûr hali ve gam
hali); hayat ve vasiyyet hali suretiyle ölüm hali; evlat ve akrabaya harcama
gibi sevinç veren infak; düşmanlara karşı masraf gibi zarar ve sıkıntı veren
harcama halleri; kolaylaştırıcı kimselere ziyafet ve hediye; sıkıntıda olan
fakirlere sadaka mânâlarından her biriyle tefsir edilmiştir. Buna göre açık
olan genellemedir. Gayz, hoşlanmadık bir şeye karşı insan tabiatın heyecanının
yani öfke demektir ki, gadab (kızgınlığ)ın aslıdır. Ve ondan farkı vardır.
Deniliyor ki, her halde gadabın arkasında intikam alma isteği vardır. Veyahut
gadab (kızgınlık), istemeden yüzde ve uzuvlarda görünür. Gayz ise yalnız kalpte
kalabilir. Bir de Allah'a gazab isnat edilir de, gayz isnat edilmez. "Kezm
= " dolu bir kırbanın (deriden yapılmış su kabı) ağzını bağlamaktır ki,
burada öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu
halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hâl göstermeyip hazmetmek ve
sabretmektir. Kötülük edenlere karşı afv ile muamele edenler. Affetmek hakkında
birçok nebevî hadis varid olmuştur. Bu cümleden olarak buyurulmuştur ki:
"Kıyamet günü, nerede ecir (sevab)leri Allah üzerinde olanlar, cennete
girsinler." diye bir çağırıcı bağıracak. "Ecri Allah üzerinde olan
kim?" denilecek. Bunun üzerine, affetmiş olanlardan başka kimse
kalkamayacaktır. İşinde iyilik yapan bütün iyilikseverleri kapsayıcıdır.
(İhsanın mânâsı için Bakara sûresi 112. âyetine bakınız).
135-İkinci olarak "Onlar fâhişe
işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman..." Fahişe, zina gibi çok
çirkin olan fiil; nefse zulüm de herhangi bir günah. Yahut fahişe, başkasıyla
ilgisi olan günah. Nefse zulüm de başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir.
Müttakilerin ikinci kısmı insanlık hali böyle bir kötülük yaptıkları veya
herhangi bir günah işledikleri zaman, hemen Allah'ı hatırlarlar da haya ve
korkularından günahlarına hemen istiğfar ederler. Yaptığına nedamet edip
kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı örttürecek iyiliklere
koşuşurlar. Gerçekte günahları da gafûr (affedici), rahim olan Allah'dan başka
kim bağışlar? Öyle ya, affedenleri, iyilik yapanları seven şânı büyük Allah'dan
çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte herhangi bir
günah sonunda derhal Allah'dan utanıp da hemen tevbe ve istiğfar edenler, ve
yaptıkları günahlarda, bile bile, ısrar etmeyenler,
136- bunlar yok mu, Allah tarafından
mükafatları bağışlanma, günahları yokmuş gibi altından ırmaklar akan, içinde
ebedî olarak kalacakları cennetlerdir. Bunlar Allah'ın göze görünmeyen ebedî
(sonsuz) nimetleridir. Ne de güzeldir ecri iş yapanların, çalışanların. Esas
itibarıyla amelin gereği değil, sırf Allah'ın lütfu olan bu bağışlama ve
cennet, ilâhî vaad gereğince, güzel amel sahiblerinin haklarıdır. Amel etmeyen,
tevbe etmeyen isyankârların kurtuluş ve selametleri ise böyle hak etmek
şeklinde bir ahd ve vaad ile garanti edilmiş değildir. Sırf Allah'ın dilemesi
ve yardımına kalmış bir şeydir. Bununla beraber onların bağışlanması da
imkansız değil, caizdir. Çünkü "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin,
muhakkak Allah bütün günahları affeder." (Zümer, 39/53) buyurulmuştur.
Ancak şuna dikkat edilmesi gerekir: İkisinde de esasen hakim olan ilâhî lütuf
ve büyüklük olmakla beraber, Kur'ân dilinde biri çalışmış namuslu bir ecir,
biri de ecir olmak üzere yazılan ve fakat namusuyla çalışmayıp ücret zamanı
sadaka uman bir dilenci durumunda anlatılmıştır. Şu halde kendini beğenmiş,
küstah bir işçinin kovulmak tehlikesi bulunduğu gibi, tembel bir dilencinin de
iman cilvesi ile ihsana mazhar oluvermesi mümkündür.
Burada açıklanan iki kısım müttakilerin hali,
kıyasın gelişine tatbik olununca birincilerin genel olarak Bedir ashabının,
ikincilerin de Uhud ashabının vasıflarına işaret ettiği anlaşılır. Bundan
dolayı, bu kıssa (olay)ya sözü nakletmek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
137- Muhakkak ki sizden önce birçok olaylar,
şeriatler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin, dolaşın da yalancıların sonunun
nasıl olduğunu bir görün.
138- Bu (Kur'ân) insanlar için bir açıklama,
Allah'dan gereğince korkanlar için doğru yolu gösterme ve bir öğüttür.
137- kelimesi burada vaka (olay)lar
mânâsınadır. Yani ey müminler, Uhud vakasında kâfirler size karşı bir gösteride
bulundularsa da bundan dolayı üzülmeyiniz. Sizden önce milletlerin tarihinde
böyle nice olaylar geçmiştir. Fakat güzel sonuç Allah'dan korkanlara kalmıştır.
Yer yüzünde gezin de gözünüz ve basiretinizle bakıp inceleyiniz, gerçeği
yalanlayanların sonu nasıl olmuş? Tefsirciler: "Burada, ibret almak için
yeryüzünün her yerini gezip onun içine aldığı Allah'ın acaip yaratıklarını
seyretmenin, salih kişileri ve büyük yapıları ziyaret etmenin ve tarih
kitaplarını okuyup incelemenin caiz olduğuna delalet vardır. Çünkü bunlar,
âlemin seyrini ve geçmiş milletler üzerinde cereyan eden işkenceleri bilmek
için bir yoldur." diyorlar ki bunda, hak ile batılın akışını incelemek
suretiyle ibret almak için eski eserlerin de dahil olacağı unutulmaması
gerekir. Biz de şunu eklemek isteriz ki, bu konuda "geziniz" emri,
mücerred (yalnız) izin ve mubah olmaktan çok, en az nedb (mendûb, müstehab)
gibi bir hüküm ifade eder.
138- İşbu "gelip geçmiştir."
hatırlatması ve gerisi, bütün insanlara bir çeşit açıklama ve fakat yalnız
Allah'dan hakkıyla korkanlara doğru yolu gösterme ve öğüttür. Gereğince
korunmak karakterine uymayanlar, akıllarını başlarına alamazlar. Mev'ıza
(öğüt), din yolunda layık olmayan şeylerden yasaklamayı ifade eden söz
demektir.
Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
139- Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten
inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.
140- Eğer size (Uhud savaşında) bir yara
değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler
ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu da) Allah'ın sizden iman
edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri
sevmez.
141- Bir de bu, Allah'ın iman edenleri
tertemiz seçip, kâfirleri yok etmesi içindir.
139- "Eğer hakikaten inanıyorsanız
muhakkak üstün olan sizsinizdir." Uhud harbinde müminlerin bir kısmı
bozulunca, o zaman düşman komutanlarından olan Hâlid b. Velid dağı tutmak
istemiş, Resulullah da: "Sakın üzerimize yükselmesinler. Ya Allah, bizim
kuvvetimiz ancak seninledir." demişti. Bu âyet de o zaman indi diye
rivayet edilmiştir. Kurtubî tefsirinde anlatıldığı üzere gerçekten Uhud'dan
sonra Peygamberimiz zamanında Muhammed ümmeti hangi seferde bulundularsa
muhakkak başarılı olmuşlar, ondan sonra da sahabeden bir kişi bile bulunan her
İslâm ordusu da öyle olmuştur.
140-141- "Eğer size bir yara dokunmuşsa,
o topluma da benzeri bir yara dokunmuştur." "Karh " yara
demektir. Uhud savaşında Muhacirlerden beş kişi (yani Peygamberimizin amcası
Hz. Hamza b. Abdülmüt-talib, Resulullah'ın sancakdarı Mus'ab b. Umeyr,
Peygamberimizin amcaoğlu Abdullah b. Cahş, Osman b. Şemmas, Utbe'nin kölesi
Sa'd), Ensar'dan da yetmiş kişi şehid olmuşlardı. (Allah hepsinden razı olsun).
Başlangıçta Bedir harbinde kâfirler ordusundan yetmiş kişi öldürülmüştü.
Uhud'da İslâm ordusu bine yakın olduğu gibi, Bedir'de kâfirler ordusu da bin
kadardı. Bundan başka Uhud savaşında müslümanlar Resulullah'ın emrine muhalefet
olmazdan önce düşmandan bayraktarlarıyla beraber yirmi küsür kişiyi öldürmüşler
ve birçoklarını yaralamışlar ve oklarıyla bir hayli hayvanlarını da
tepelemişlerdi. Bazı tefsirciler bu mukayeseyi yalnız Uhud harbine tahsis
etmişlerse de, tefsircilerin çoğunluğunun açıkladığı üzere âyet Uhud ile
Bedir'in karşılaştırılması hakkındadır. Yani düşmanlar Bedir savaşında verdikleri
ölü, gördükleri yenilgiden dolayı gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşmeyip Uhud
saldırısına hazırlanmış oldukları halde, siz onlardan daha yüksek iken nasıl
olur da gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşer, üzülürsünüz ve bundan sonra da cihada
hazırlanmazsınız?
O günler, o zafer ve üstün gelme günleri yok
mu? Biz onları insanlar arasında tedavül ettirir, döndürür, dolaştırırız. Kâh
filanların lehine çeviririz, kâh da filanların. Nitekim:
"Bir gün aleyhimize, bir gün lehimizedir.
Bir gün kadınlar, bir gün de kartallar" denilmiştir. "Devlet" ve
"devle" isimlendirmesi de işbu müdavele (döndürüp dolaştırma) mânâsı
itibariyledir. Ve bu günleri döndürüp dolaştırmanın birçok gizli hikmetleri
vardır. Bu cümleden olarak Allah sizden iman edenleri bilsin ve sizden şehidler
alsın ve şahitler tutsun diyedir ki böyle yapar. Ve malum ya Allah zalimleri
sevmez. Eğer bu döndürüp dolaştırmak olmamış ve kâfirler hep sıkıntı ve şiddet
içinde kalmış olsaydı, imanın ihtiyarî (isteğe bağlı olmasının) kıymeti kalmaz,
zorunlu bir iş olur. Teklifin, sevap ve cezanın mânâsı olmaz, her şekilde ilâhî
cebir (zorlama) ve kudret, hükmünü icra eder. Ve çalışma ve seçime, isteğe
bağlı olan sayısız terakkî (ilerleme) ve ıstıfa (seçme) kanunu bulunmazdı.
Görünüşte kâfirlerin çıkarına gibi görünen bazı şüpheler bulunmalı ve mükellef
gaybe ait delilleri iman gözüyle keşf ve tetkik ederek o şüpheleri defetmeli ve
o sayede bulunduğu halden geleceğe aşk ile hamle ettirecek heyecanlar
duyabilmelidir ki, gerçek iman sahibi ile küfür sahibi ortaya çıksın ve küfür ehli
geçici şeylerle aldanırken iman ehli ebedîlik ile en son saadete ulaşsın. Bunun
için buyuruluyor ki: Bir de Allah iman edenleri seçsin ve günahlardan
temizlesin ve o kâfirleri eksiltip körletsin. Demek olur ki, insanlar arasında
günlerin döndürülüp dolaştırılması, iman ile küfür arasında bir ıstıfâ (seçim)
ile, işin sonunda müminleri yükseltme hikmetine dayanmaktadır. Herhangi bir
zamanda kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile
ilgilidir. Mesela kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, müminlerin hakka
inanmalarının kuvveti ile karşılaştırıldığı zaman, kâfirin batıla olan imanında
daha çok bir şiddet ve kuvvet varsa; o kâfirler o müminlere galip gelebilirler
ki, bu galibiyet batılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa
bırakmak, bir imanın, diğer imana galip gelmesi demektir. Çünkü, ilgilendiği
şeye bakmaksızın mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir. Buna göre
müminlerin Allah'a öyle kuvvetli bir imanları bulunması gerekir ki, kâfirlerin,
esasında bir küfür ve şirk olan dünyaya ait imanları onunla ölçüldüğü zaman,
ahiret karşısında dünya, hâlik (yaratıcı) karşısında mahluk (yaratık) kadar
zayıf ve hükümsüz kalsın. Bu noktada "Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu
görür." (Zilzal, 99/7) ifadesinin de bir tecellisi vardır. Ve herhalde
sonuçta şurası kuşkusuz sabittir ki, yaratılış mutlak bir seçime yöneliktir.
"Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın." (Âl-i İmrân, 3/191) Bunun
için kâfirlerin başarıya ulaşması da netice itibariyle, kendi zararlarınadır.
Mesela işbu "Allah iman edenleri
bilsin.", "Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri bilmeden,
sabredenleri bilmeden..." (Âl-i İmrân, 3/142), "Elbette Allah
doğruları bilecek, yalancıları bilecektir." (Ankebut, 29/3), "İki
zümreden hangisinin, kaldıkları süreyi daha iyi hesab edeceğini bilelim."
(Kehf, 18/12), "Andolsun biz sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri
ve sabredenleri bilelim." (Muhammed, 47/31), "Allah hanginizin daha
güzel iş yaptığınızı denesin." (Hûd, 11/7) ve yukarda Bakara sûresinde
geçen "Biz Peygamber'e uyanı bilelim." (Bakara, 2/143) âyetlerindeki
ilâhî ilmin mânâsı dikkate değer görülmüştür. Hatta Mu'tezile mezhebinden olan
Hişam b. Hakem bu âyetlerin zahiriyle delil getirerek: "Allah Teâlâ
hadiselerin meydana gelişini ancak olduğu anında bilir, zira bu âyetler Allah
Teâlâ'nın bu şeyleri ancak oluşları sırasında bildiğini ifade ediyor."
demiştir. Halbuki Allah'ın ilminin ezelî oluşu, aklî ve naklî kesin deliller
ile sabit ve ilâhî ilimde değişme, mümkün olmayacağı için tefsirciler bu âyetlerdeki
ilme birkaç şekilde mânâ vermişlerdir:
1- Temsille yorumlanmıştır ki, iman üzere
sabit olan ihlas sahiplerini görüp bilmek isteyen şefkatli bir sevgili
muamelesi yapmak demektir.
2- Burada ilim, sebebiyyet (sebep olma) ve
müsebbebiyyet ilgisiyle temyizden mecazdır ki, imanları kuvvetli ve sabit
olanları diğerlerinden ayırd etmek demek olur. Nitekim: "Allah müminleri,
şu üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, pisi temizden
ayrılacaktır." (Âl-i İmrân, 3/179) buyurulmuştur.
3- İlim, kendi hakiki mânâsıyladır. Fakat
bilinenle ilgi durumlarını ayırt etmek gerekir. Bir şeyle varlığından önce
bilginin ilgisi durumuyla, bizzat varlığından sonraki ilgisinin durumu arasında
fark vardır. Bunun için kelamcılar demişlerdir ki, Allah'ın ilmi kadîm (ezelî)
olduğu halde tealluku (ilgisi) hâdis (sonradan olma) olabilir. Ve Allah'ın
ilminin olaylara iki ilgisi vardır: Biri, var olmadan önceki ilgidir ki,
ezelidir. Allah Teâlâ ezelde "her şeyi bilen" dir. İkincisi,
varlığından sonra lâyezal (zevalsiz, sonsuz) da ilgisidir ki, Allah Teâlâ
sonsuzda her şeyi varlığından sonra, mevcut veya fânî olarak da olduğu gibi
bilir. Ve bu fark, Allah'ın ilminde bir değişme değil, bilinenin halinde bir
değişme ifade eder. Ve bununla Allah'ın ilminin tahakkuk (gerçekleşme) ve sabit
olması ortaya çıkar. Şu halde bu mânâca ilim, tahakkuk ve icat (yaratma)
mânâsıyla yakından ilgilidir.
4- İlim, lâziminden mecazdır ki, ceza veya
mükafat mânâsınadır. Nitekim dilimizde: "İyiliği et, denize at, balık
bilmezse Hâlik (yaratıcı) bilir." atasözünde, "Halik bilir"
demek, "o takdir eder, mükafatını verir" demektir ki, O'nun mükafatı,
en büyük rızadır. Birçok âyetlerde ilmin bu mânâya geldiği de olmuştur. Nitekim
"Allah için yaptığınız her harcamayı, yahut adadığınız her adağı Allah
bilir." (Bakara, 2/270) bu kabildendir. Üçüncü mânâ çok ince ve pek
felsefî olduğu için, ikinci ve dördüncü mânâlardan birisi, genel bir bakışla,
daha açıktır. den buraya kadar olan âyetlerin meâllerinin özeti şu oluyor ki:
"Allah Teâlâ bu dine yardım vaad etmiştir. Eğer siz gerçekten müminler
toplumundan iseniz, biliniz ki, Uhud vakası bu hâl üzere kalmıyacaktır. Devlet,
müslümanların olacak ve onlar sonunda düşmanları istila edeceklerdir. Zaten
dünyanın acıları ve tatlıları sonsuz ve halleri devamsızdır. Ebedî saadet ahirettedir.
Ebu Hayyan tefsirinde nakledilir ki, hafızın birisi, âyetini okurken, dili
fasih Araplardan birisi dinlemiş, o herhalde "O günleri Araplar arasında
döndürüp dolaştırırız." olacak demiş. Kendisine: "Hayır dir",
denilince, "Yani biz Allah içiniz ve O'na dönücüyüz, Ka'be'nin Rabbine
yemin olsun ki Arabın devleti elden gitti." demiş ve bu âyetten İslâm
devletinin sırf Araba mahsus olmadığını ve bütün toplumlar arasında bir tedavül
(döndürülmey)e namzed bulunduğunu lisan kuvveti ile anlamıştır.
Bu öğüt, müjde ve teselliden sonra, Uhud
savaşındaki hataları tenkid ve kusur edenleri de tevbih (kınama) ve terbiye
sadedinde buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
142- Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri
belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi
sandınız?
143- Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce
onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz.
144- Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan
önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin
geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a
hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır.
145- Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye
ölmek yoktur. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini
dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan
veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız.
146- Nice peygamberler vardı ki, kendileriyle
beraber birçok Allah dostları çarpıştılar; Allah yolunda başlarına gelenlerden
yılgınlık göstermediler, zaafa düşmediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri
sever.
147- Onların sözleri ancak: "Rabbimiz!
Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda)
ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!" demekten
ibaretti.
148- Allah da onlara hem dünya nimetini, hem
de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel davrananları sever.
149- Ey iman edenler! Siz eğer kâfir olanlara
uyarsanız, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler. O zaman
büsbütün kaybedersiniz.
150- Hayır! Sizin mevlanız Allah'tır. O,
yardım edenlerin en hayırlısıdır.
151- Allah'ın, hakkında hiçbir delil
indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı, inkâr edenlerin kalplerine
korku salacağız. Onların yurtları ateştir. Zalimlerin dönüp varacağı yer ne
kötüdür!
152- Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı
öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Allah size sevdiğiniz
(galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber'in verdiği) emir
hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu,
kiminiz ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan geri çevirdi
ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.
142-143- "Andolsun ki siz ölümü
istiyordunuz..." Bu hitab müminlerden bir kısmı hakkındadır ki, yukarda
anıldığı üzere, Resulullah (s.a.v.) Bedir harbine ansızın çıktığı için, harb olacağını
zannetmemişler ve bundan dolayı Bedir gazvesinde bulunamamışlardı. Bedir ashabı
hakkındaki ilâhî ikramları anladıkları zaman gitmediklerine pişman olarak:
"Ah keşke biz de Bedir ashabı gibi öldürülüp şehit olsaydık." diye
düşmanla çarpışmak için arzu beslemeye başlamışlardı. Ve hatta Medine'de
savunmaya razı olmayıp, Uhud'a çıkmak için teşvik edenler de bunlardı. Fakat
harbe çıkıp anılan olay olunca birçokları sebat edemediler. Bu âyet bunlar
hakkında inmiş ve önceden harbi arzu ederek ölümü temenni ettikleri halde, onu
görünce bakıp kalmalarından dolayı azarlanmışlardır. Bazı tefsirciler diyorlar
ki burada ölümden kastedilen harbdir. Çünkü savaş, çoğu zaman ölümü içine alır.
Bu itibar ile kendi şahsında ölüme razı olmayan, harbi de temenni etmez. İşte
harb ile ölüm arasındaki bu ilgiden dolayı, çıkıp düşmanla çarpışmak arzusundan
ölümü temenni etmekle tabir buyurulmuştur. Yoksa kastedilen, bizzat ölümü
temenni etmek değildir. Çünkü bir müslüman için ölümü istemek meşru (dine
uygun) değildir. Hatta savaşta şehid olmayı temenni etmenin bile caiz
olamıyacağına ve çünkü bunda kâfirlerin galip gelmesini temenni mânâsı
bulunacağını kabul edenler olmuştur.
Fakat doğrusu, şehit olmayı istemekte sakınca
yoktur. Ve bu âyette ölümü istemekte, şehid olmayı isteme mânâsı açıktır. Ancak
iyi anlaşılmak gerekir ki, şehit olmayı istemek, düşmanın üstün gelmesini
temenni eder gibi, bizzat ölümü temenni etmek şeklinde olmamalıdır. Asıl
maksad, Hak yolunda şehitlik rütbesine erişmek ve Allah katında vaad edilmiş
olan gerçek hayata ermektir ki, bunda ölümü isteme bir vesile olmak bakımından
zımnî (örtülü) kalır. Kısaca, ölmek için yaşamakla, ahirette gerçekten yaşamak
için ölmek arasında pek büyük bir fark vardır. Savaşacak olanlar, sırf bu
maksatla hareket etmeli ve ölümle karşılaştıkları zaman da ondan kaçınmamalı ve
bu imandan ayrılmamalıdır. Uhud savaşı, her mânâsıyla müdafaa harbi olduğu
gibi, tecavüz eden düşmana karşı meydan muharebesine çıkmak arzusunu besleyen
bu müslümanların istek ve arzuları da yapmacık bir gösteri olmayıp, samimi bir
iman eseri olduğunda hiç şüphe yoktu. Fakat "haber (ağızdan ağıza dolaşan
söz), görülen şey gibi değildir." ifadesi gereğince bugünkü arzu ile
yarınki olacak olay arasında büyük bir fark bulunduğundan kalp ile sözün fiile
uygunluğu önemli bir mesele teşkil eder ki, asıl imanın doğruluğu (sadakatı)
bundadır. "Öyle erkekler var ki, Allah'a verdikleri sözde durdular."
(Ahzab, 33/23). Şu halde herhangi bir harbe karar vermek için tam bir
ciddiyetle iyice düşünmeli ve bir kere harbe başladıktan sonra, artık dönmeyi
hatıra getirmemeli, ölmek de gerekirse onu sabır ve sebat ile seve seve
karşılamalıdır. Yoksa kanını son damlasına kadar akıtmaya yeminler ederek harbi
kızıştırıp da selameti kaçmakta arayanlar hiçbir zaman selamet bulamazlar ve
işi perişan ederler, hem de kendileri dünya ve ahirette çöküntüye uğramış
olurlar.
144- ""Muhammed ancak bir
peygamberdir. O'ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya
öldürülürse siz gerisin geriye mi döneceksiniz?" Rivayet olunuyor ki Uhud
günü iki ordu çarpışmaya başlayıp harp kızışınca, Peygamberimiz: "Şu
kılıcımı hakkıyla kim alır da bükülünceye kadar düşmana çalar?" buyurmuş
ve onu Ebu Dücane Simak b. Harşet el-Ensarî almış ve başına da kırmızı sarık
sarıp salınarak ve:
"Ben, dostumla, hurmalıkların yanındaki
dağın eteğinde bulunduğum sırada, hiçbir zaman harp saflarının gerisinde
kalmamak üzere antlaştım. Allah ve Resulünün kılıcıyla vuruyorum..."
diyerek beraberindeki birkaç müslüman ile birlikte harbe dalmıştı. Resulullah:
"Bu azametli (kibirlenerek) yürüyüşü Allah ve Peygamberi sevmez ama, bu
makam müstesna" buyurdu. O da karşısına kim gelirse vurup öldürüyordu. Hz.
Ali, Hz. Hamza ve Sa'd b. Ebi Vakkas düşman saflarına dalarak kahramanca
savaşmışlar ve Hz. Ali kılıcı bükülünceye kadar çarpışmıştı. Bu şekilde Allah,
müslümanlara başarı ihsan etmiş, müşrikler hayli kayıp vermiş ve bozulmuştu da
ganimet toplanmaya başlanmıştı. Bunu gören okçuların çoğu ganimete iştirak
etmek için komutanları Abdullah b. Cübeyr'in engellemesine rağmen mevkilerini
bırakıp koştular. Onun yanında ve Resulullah'ın korunmasını emrettiği o mevkide
ancak sekiz kişi kaldı. Düşmanın sağ cenah (taraf) komutanı olup, ilk önce Hz.
Zübeyr'in karşısında geri çekilmiş olan Halid b. Velid, kalan okçuların
azlığını ve arka tarafın boş kaldığını görünce, derhal ikiyüz elli kadar süvari
ile Şı'b tarafından şiddetli bir hücum yaparak, kalan okçuları şehit edip İslâm
askerini arkadan vurdu ve yarıp dağıttı, bütün kuvvetleriyle Resulullah'a doğru
hücum etti. Ashab-ı kiram şiddetle çarpıştılar, içlerinden otuz kişi yaralandı,
Abdullah b. Kamia sokulup Resulullah'a bir taş atarak mübarek rubâıyye (ön
dişlerle azı dişi arasındaki) dişini kırdı ve güzel yüzünü yaraladı, öldürmek
maksadıyla atıldı. (Bir rivayete göre taşı atan Utbe b. Ebi Vakkas idi). Mus'ab
b. Umeyr müdafaya koştu. Fakat İbnü Kamia bunu şehit etmiş ve Resulullah'ı
öldürdüğü zannıyla dönmüş, "Muhammed'i öldürdüm." demişti. O zaman
kim olduğu belli olmayan birisi: "Bilmiş olunuz ki Muhammed
öldürüldü." diye acı bir haykırış haykırmış ve bu ses hemen
dağılıvermekle, her taraftan halk dönüp kaçmaya başlamışlardı ki, hatta bu
bağıranın İblis olduğu söylenmiştir. Resulullah ise: "Allah'ın kulları
bana doğru (gelin)." diye çağırıyordu. Bu sırada ashabdan ilk önce Ka'b b.
Malik, kendi tabiriyle, miğferin altında parlayan gözlerinden Resulullah'ı
tanımış, en yüksek sesiyle: "Ey müslüman toplumu! Müjde Allah'ın Resulü
işte!" diye alabildiğine bağırmış, Resulullah da ona "sus"
işareti vermiş, hemen otuz kadar sahabi Resulullah'ın yanına toplanmışlar, onu
korumuşlar ve nihayet müşrikleri uzaklaştırmışlar, geri kalanları
dağılmışlardı.
"Muhammed öldürüldü" yaygarası
üzerine çok sarsılmışlar ve perişan olmuşlardı. Bir kısmı, "savaşı
bırakalım" demiş, ellerini salıp oturmuşlar; bazıları: "Abdullah b.
Übeyye gidecek bir adamımız olsa da bize Ebu Süfyan'dan bir eman (güven)
alıverse." diye söylenirmiş. Bir kısım münafıklar da: "Muhammed
peygamber olsaydı öldürülmezdi, artık eski dininize dönünüz ve kardeşlerinize
başvurunuz." diye ikiyüzlülüklerini açığa çıkarırlarmış. Bundan dolayı,
bütün bunlara karşı Enes b. Nadr hazretleri (Enes b. Malik hazretlerinin
amcasıdır) kalkmış: "Ey topluluk! Eğer Muhammed öldürüldüyse, Muhammed'in
Rabbi canlı ve ölmemiştir. Resulullah'dan sonra sağ kalıp da ne yapacaksınız?
Onun savaştığı uğurda savaşın da ve onun öldüğü uğurda şeref ve şan ile
ölün." demiş, bundan sonra: "Allah'ım şunların dediklerinden sana
özür beyan ederim ve şunların (münafıkların) yaptıklarından yüz
çeviririm." diye dua ettikten sonra, kılıcını çekip muharebeye atılmış ve
şehid oluncaya kadar harp etmiş ki, yetmiş yara aldığı rivayet olunmuştur. Ve
birtakım insanlar da aynı şekilde şehit olmuşlardır ki, Sa'd b. Rebî' ve kanlar
içinde yuvarlanan Ensarî bu cümleden idi. Kaçanlardan bazıları Medine'ye kadar
gitmişler ve çoğu dağda kalmışlar, sonra toplanmışlar ve düşman açıldıktan
sonra Peygamberimiz de yanındakilerle beraber oraya çıkmış ve birleşmişlerdi.
İşte bu âyet, bu öldürme yaygarası üzerine görevlerini terkedenleri terbiye ve
makam-ı sıddîkîn (doğruların makamın)e irşad için inmiştir. Olay öldürme
şayiasının yayılması üzerine olduğu halde âyette ölümün öne alınması,
Resulullah hakkında öldürülmesinin vaki olmadığı ve olmayacağı, fakat ölümün
muhakkak vuku bulacağı için, özellikle Peygamber'in vefatı sırasında ortaya
çıkacak olaylara dikkati çekmek ve o bakış açısından dinî terbiyeyi
kuvvetlendirme hikmetini içine almaktadır. "Allah seni insanlardan
korur." (Maide, 5/67) buyurulmuş olduğu halde, birtakım ashabın öldürülme
söylentisine nasıl ihtimal verebildikleri meselesine gelince: Birinci olarak,
bunun o zaman nazil olmuş bulunduğu malum değildir. Ve öldürülmüş peygamberler
de vardır. İkinci olarak, her âyet herkesin bilgisi altında olmayabilir.
Üçüncüsü, herkes için her bildiğini, her zaman ve her yerde hatırlamak mümkün
olmaz. Özellikle böyle dehşetli korkular karşısında şiddetli üzüntü ile
bildiğini unutmak beşerî arızalardandır. Nitekim Hz. Ömer, Peygamberimizin
vefat ettiği gün, işbu âyetini ancak Hz. Ebu Bekir'in hatırlatmasıyla
hatırlamıştı.
"İnkılâb alâ'l-akıb = " esas olarak,
"ökçeler üzerine dönmek" demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi
tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek
suretiyle ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkansız bırakır, Kur'ân'da bu
tabir, ya harpte kaçmaktan kinaye veya dinden irtidad (dinden dönme)den mecaz
olmak üzere iki mânâya ihtimali vardır. Burada açık olan "dinden
dönme" mânâsıdır ki, harpten kaçmak dolayısıyla inkârî istifham (soru) ile
"irtidad mı edeceksiniz?" (dinden mi döneceksiniz?) diye bir tevbîh
(azarlama) ifade eder. Ve Peygamberimizin vefatından sonra müslümanların
görevlerini hatırlatır. Ve bu azarlama ve hatırlatmanın mahsulü de şu olur:
"Muhammed ancak bir Resuldür. Ondan önceki bütün peygamberler ise gelmiş
geçmişlerdir. Şu halde Muhammed de onlar gibi gidecektir. Bu yönden O'nun diğer
peygamberlerden bir farkı yoktur. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeriat
(din)lerin bâkî kalması için de kendilerinin bâkî kalmaları şart değildir.
Önceki peygamberlerin hepsi vefat etti. İman eden tabileri sebat edip dinlerini
muhafaza ve müdafaa ettiler. Risaletin hükmü budur. Muhammed aleyhisselama ait
elçiliğin hükmü de başka değildir. Bu böyle iken eğer Muhammed vefat eder veya
öldürülürse, siz onun dininden dönüverecek veya onu müdafaa etmiyecek misiniz
ki, bir öldürülme söylentisi üzerine kaçmaya kalkıştınız? Hayır, Muhammed
(s.a.v.)'in vefatından sonra sizin hayır ve menfaat (çıkar)ınız dönmekte değil,
sebattadır. O zaman bu görev tamamen size kalacak ve siz sözünüzde durup onu
yerine getirirseniz şükredenlerden olacaksınız ve muhakkak Cenab-ı Allah'ın
mükafatına ereceksiniz. Nitekim geçmiş peygamberlerin ümmetleri de ancak böyle
mesut olagelmişlerdir".
Burada yüksek nazmı, Resul'den hâl veya sıfat
veya bir isti'nafiyye cümlesi olarak bir kübra (önerme) yerindedir. Ve bütün
peygamberlere genel olduğu açık bir şekilde anlaşıldığından Hz. İsa da bunda
dahil olmuş olur. Ve bu genel nassın, mütevatir olmayan hadislerle tahsisi caiz
olmamak gerekir. "Onu (İsa'yı) öldürmediler ve asmadılar, fakat
(öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzer gösterildi." (Nisa, 4/157)
âyeti de öldürme ve asmanın reddinde kat'î ise de, genelde ölümü reddetmede
kat'î olmadığından bunu tahsis edici olamaz. Şu halde Hz. İsa'nın ölmediği ve
ahir zamanda ineceği hakkında varid olan sahih hadislerin mânâsını, bilinen ölümden
başka bir yöne yormak gerekecektir. Çünkü genel nassın, genelliği üzere cereyan
etmediği farzedilecek olursa, âyetin takribinin tamamlığı işkâl yeri olacaktır.
Çünkü kazıyye (önerme), genel olmadığı takdirde, bazı peygamberlerde geçmiş
misal ile ölümün caiz görülmesi sabit olsa bile, hepsinde bir hükmü isbat
edecek olan ölümün tahkiki sabit olmayacaktır.
"Allah şükredenleri
mükâfatlandıracaktır." Burada "şâkirin"den maksad, İslâm'da
sebat ederek vazife yapanlardır. Bunun için "sâbitîn = sebat edenler"
veya "tâiîn = itaat edenler" diye tefsir edilmiştir. Hz. Ali,
"sâbitîn" (sebat edenler) ile tefsir eder ve dermiş ki: "Bunlar,
Ebu Bekir ve arkadaşlarıdır. Ve Ebu Bekir şâkirîn (şükredenler)in
başıdır". Buna göre âyet, öldürülme söylentisi üzerine dönme ve kaçmanın,
dinden dönme değilse de, ona yakın büyük bir günah olduğunu anlatmakla bir
azarlama ve inananları sıddîkîn (güvenilir kimseler)in makamına yükseltecek bir
terbiyeyi içermiş olduğu gibi, bilhassa Peygamber'in vefatı sırasındaki dinden
dönme (irtidad) olaylarının ve Hz. Ebu Bekir'in bunlara karşı doğruluk
metanetiyle güzel başarısına bir işareti içine almaktadır. Ve bu şükretmenin
dünyada mükafatı de İslâm devletinin kuruluşu olmuştur.
145- Öldürülme söylentisi üzerine perişan
olanlar üzerinde iki duygudan biri veya her ikisi etken olduğu anlaşılıyor ki,
birisi Peygamber'in vefatından son derece müteessir olarak her şeyden
vazgeçmek; diğeri de düşman karşısında ölümden korkup can derdine düşmektir.
birinciye cevap olduğu gibi, işbu de ikinciye veya her ikisine karşı teselli ve
irşadı içine almış olarak metanet (dayanma) ile cihada sevk ve bu konuda bu iki
endişenin bile bir mazeret olamayacağını açıklamaktır. Gerçekten Allah
Teâlâ'nın izni ve iradesi olmaksızın hiçbir kimsenin ölmesi ihtimali yoktur.
Gerek döşekte olsun, gerek öldürmekle olsun, mutlak ölüm böyle olunca, Allah'ın
iradesi erişmeden ne düşmanın saldırısıyla, ne de kendi arzusuyla kimse ölmez.
Demek ki Muhammed vefat eder veya öldürülürse düşmanın saldırmasıyla değil,
Allah'ın izniyle olacaktır. Aynı şekilde her hangi bir şahıs da ölecek veya
öldürülecek olursa, o da düşmanın saldırmasıyla değil, Allah'ın emriyledir. Ve
bunun böyle olduğu da Uhud olayının tecrübî (deneysel) sonuçlarından biri olmak
üzere sabittir. Eğer böyle olmasaydı, o gün hiçbir kimse kurtulamazdı. Buna
göre her iki takdirde Allah'ı unutmamak ve Allah'ın iradesine, tam bir rıza ile
itaat edip görev yapmak gerekir. Harp meydanında vazife ise kâfirlere karşı
koymak ve i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelimesini yükseltmek) uğrunda hiçbir
şeyden çekinmemektir. İyi bilinmelidir ki, korkunun ecele faydası yoktur.
Kâfirlere mağlub olanlar, bir müddet hayatta kalsalar bile, dinden dönme
tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Allah'ın izniyle ölüm ise tayin edilmiş bir
şekilde yazılır. Yani Allah katında bilinen bir vakit ile takdir edilmiştir ki;
ne ileri gider, ne geri kalır. Bir insan, gerçekte nasıl bir şekilde ölecekse
öyle ölür. Ve onun dünyada iki ömrü yoktur. Şu halde iki eceli de yoktur. Bazı
kimseler ecel-i müsemmâ (eceliyle gelen, normal ölüm) ve ecel-i kaza (kaza ile
gelen ölüm) diye iki ecel tasavvur ederler. Ve, "Zavallı eceli gelmeden
kazaya uğradı." derler. Bilmezler ki, olay ne ise ömür, ecel odur. Ve o
kimsenin Allah katında bilinen vakti ondan ibarettir. Bundan başkası gerçekten
değil, zâtî ve aklî imkan üzerine kurulmuş varsayımlar ve ihtimallerdir.
Herkesin gerçekte ömrünün, ecelinin birliği, inkâr imkanı bulunmayan apaçık bir
gerçek olduğu halde, birtakım kimselerin bunu karmaşık bir mesele imiş gibi
"ecel bir mi, iki mi?" diye konuşmaya kalkışmaları, konuyu
kavrayamamalarından doğar. Evet, kaderin sırrı belli olmaz ve yaşayan bir
kimsenin ne vakit ve ne şekilde öleceğini de Allah'tan başka kimse bilmez.
İlâhî kanunda ölümün sebepleri olarak tanınmış birçok şeyler de vardır. İnsan,
ecelinin ne olduğunu bilmediği için bunlardan sakınmalıdır. Ve fakat muhakkak
şu bilinmelidir ki bu sakınma ne ilâhî iradeyi değiştirir, ne de Allah katında
bilinen ve takdir edilmiş olan eceli değiştirir. Şu halde ölüm endişesi,
hayatla ilgili kayıtlanmalar, Allah'a karşı olan mühim vazifeleri
unutturmamalıdır. Çünkü hayat ve ölümün bizzat dayanağı sırf Allah'ın
dilemesidir. Ve bunda kimsenin tesiri yoktur. Fakat hayattan istifade ve
hayatın meyvelerini toplayabilme, devşirebilme hususu böyle değildir. Bu cihet
(yön) beşer iradesiyle ilgilidir. Bunun için buyuruluyor ki, ve her kim dünya
sevabı isterse, ona dünya sevabından veririz; her kim de ahiret sevabı isterse,
ona da ahiret sevabından veririz. Kayıtları gösteriyor ki istenilenin hepsi verilmezse
de, her halde biraz olsun verilir. Ve kulun iradesi büsbütün hükümsüz kalmaz.
Burada "dünya sevabı" kısmı, ganimet arzusuyla koşanlara bir ta'riz
(taşlamay)i içermektedir. O şükredenler ki, İslâm nimetinde sebat edip,
Allah'ın kendilerine ihsan ettiği kudret ve kuvveti, yaratılış gayesi olan
itaate sarfederek şükrünü eda ederler ve hiçbir engel karşısında bundan
dönmezler. Bu şükredenlerden maksat ya lâm-ı ahd (ahid lâmı) ile şehidler ve
diğer bilinen mücahidler bunda ilk girenlere dahildirler. Burada şükrün
cezasından kastedilenin de, ahirete ait sevab olduğu, sözün gelişinden açıkça
anlaşılmaktadır.
146-147-148- "Ribbiyyûn" kelimesi,
nin çoğuludur ki, "rabbânî" gibi rabbe nisbettir. Rabbe kulluk eden
demektir. nın esresi, Basra-Bısriyyûn gibi ism-i mensûbun değişimlerindendir.
Rabbânî, mürebbî (terbiyeci) demek olan "rabbe"ye nisbet olarak
düşünülebildiği gibi, "ribbî" de cemaat demek olan
"ribbe"ye nisbet olarak da tahlil edilmiştir ki, esasında sosyal
anlamı düşüncesiyle "cemaat" (toplum) diye tefsir edilmiştir.
Bunlardan başka Vâhidî'nin Ferrâ'dan naklettiği üzere "evvelûn" (yani
evvelkiler, öncekiler) mânâsına da gelir. Bazıları, "rabbânî" ile
"ribbî" arasında bir mânâ farkı bulunduğunu söylemişlerdir. Bu cümleden
olarak İbnü Zeyd demiştir ki: "Rabbânî, veli imamlar, de halkdır ki, ribbe
bağlıdırlar. Buna göre "rabbânî" ve "ribbî" ikisi de
"rabbe intisab" mânâsını içermekle beraber, ribbe bağlanmakla terbiye
ve öğrenim görmüş topluluk; rabbânî de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve
eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun
mânâ olacaktır. Bununla beraber bunların anlamdaş veya "ribbiyyûn"un,
"rabbâniyyûn"dan daha şümullü olarak da kullanılması caiz olur.
Yukarda, Allah tarafından peygamberliğe, kitaba, hüküm ve hükumete nail olmuş
bir beşerin insanlara karşı, "bana kul olunuz" diye rubûbiyyet
(tanrılık) iddiasına hakkı olmadığı ve "Fakat Rabb'e halis kullar
olun." (Âl-i İmran, 3/79) âyeti gereğince bunların görevi öğretim ve
eğitim ile rabbâniyyûn yetiştirmek olduğu açıklanmakla, Muhammed aleyhisselâmın
gönderilmesinin hikmetlerinden birisi de rabbâniyyûn yetiştirmek olduğu
anlaşılmış ve bundan sonra "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet
oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) ilâhî fermanıyla Muhammed ümmetinin,
ümmetlerin en hayırlısı olacağı da anlatılmış idi. İşte burada, Uhud olayı
dolayısıyla Muhammed aleyhisselâma ait sebepler yüksek bir mânâ ile terbiye
edilmek üzere, "Siz öyle ümmetlerin en hayırlısı olarak rabbânîler olmaya
namzedken, geçmiş peygamberlerin ümmetleri kadar da olamayacak mısınız ki,
öldürülme söylentisi karşısında perişan oluverdiniz." meâlinde büyük ve
ince bir azarlama ortamında, buyurulmuştur.
149-150- "Ey iman edenler! Eğer siz
kâfirlere itaat ederseniz..." Peygamberlerin yardımcılarına uymayı
özendirdikten sonra, bu âyetler de "Eski dininize dönünüz." diyen
münafıkların sözleri sebebiyle inmiştir. Bununla birlikte bütün kâfirlere
uymaktan sakındırılmıştır. Bu sakındırma hitabı özellikle şu mânâyı içeriyor
ki, cihaddan kaçmak, kâfirlere uymak ve mağlub olmaya, bu da neticesiyle dünya
ve ahirette zarar doğuran dinden dönmeye götürecek bir felakettir.
151- "Allah'ın, hakkında hiçbir delil
indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı inkâr edenlerin kalblerine
korku salacağız." "er-Ru'b ", kalbi dolduran korku;
"sultan", hüccet ve bürhan ve delil demektir. Dikkate değer ki,
müslümanlara büyük bir vaadi içeren bu âyet, kâfirlerin hepsinde Allah'a bir
şirk bulunduğunu ve şirkin hiçbir ilmî esasa dayanmayan bir zulüm, bir haksızlık
olduğunu ve korkunun sebebi de bu şirk olacağına işaret etmekte ve bu şekilde
müslümanları tam bir ihlas (samimiyet)a sevketmektedir. Buna göre geniş
mânâsıyla "müşrikler" deyimi, "kâfirler" deyimiyle müradif
(eşanlamlı) demektir.
152-Şimdi, "Allah Teâlâ inananlara böyle
vaadlerde bulunuyor da Uhud olayında niye bu musibetler oldu?" gibi bir
soru akla gelirse, şurası muhakkak ki Allah size olan va'dini yerine getirmiş,
doğruluğunu göstermiş idi. O sıradaki siz düşmanları, Allah'ın izniyle, doğruyordunuz.
"Hass = ", öldürmek suretiyle hissi ibtal etmek mânâsına olup, çok
öldürmek ve kökünü kesmek mânâlarına gelir. Yani düşmanınızı Allah'ın
yardımıyla bozmuş, önünüze katmış devamlı kesiyordunuz ve kesecektiniz. Fakat
siz bu yardımın tamam olması için sabır, korunma ve emre uymak gibi gerekli
şartlara riayet etmediniz. Onun için vaadin tahakkuku o zamana kadar devam
edebildi ki nihayet kalb zayıflığına düştünüz, sabredemeyip ganimete hırs
ettiniz, emir ve kumandada münakaşa ettiniz ve isyan eylediniz. Çünkü okçular,
Hz. Peygamber'in tertip ettiği ve "her ne olursa olsun buradan
ayrılmayınız" dediği mevkiden kendi kanaatlarıyla ayrılmışlar ve
komutanları Abdullah b. Cübeyr'in emrini dinlememişlerdi. Bütün bunlar da
Allah'ın, size sevdiğiniz zafer ve ganimeti, düşmanın bozulmasını
göstermesinden sonra oldu. O halde ki, kiminiz dünyayı arzu ediyordu, ganimete
koştu, kiminiz de ahireti istiyordu, yerinde kaldı, şehid düştü. Allah onu
gösterdikten sonra o kalb zayıflığınız, münakaşa ve isyanınız üzerine sizi o musibetlerle
denemek ve imtihan etmek için düşmanlardan yüzünüzü çevirdi, bununla beraber
şurası muhakkak ki pişmanlığınız nedeniyle sizi affetti de. Allah Teâlâ bu
müminlere böyle büyük bir lütuf ve ihsan sahibidir. Ve o affetme, sizin
pişmanlık ve imanınız dolayısıyla bu ilâhî lütfun eseridir. Yoksa bütün bütün
mahvolmanız hiçbir şey değildi.
Allah'ın sizi denemesi o zaman idi ki veya
hatırınıza getirin o zamanı ki:
Meâl-i Şerifi
153- Peygamber sizi arkanızdan çağırıp
dururken, siz boyuna uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bundan
dolayı Allah, size gam üstüne gam verdi ki, ne elinizden gidene, ne de başınıza
gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
154- Sonra o kederin ardından (Allah)
üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi ki, o, içinizden bir zümreyi
örtüp bürüyordu. Bir zümre de canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı,
cahiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar ve "Bu işten bize
ne?" diyorlardı. De ki: "Bütün iş Allah'ındır". Onlar sana
açıklamayacaklarını içlerinde saklıyorlar (ve) diyorlar ki: "Bize bu işten
bir şey olsaydı burada öldürülmezdik". Onlara şöyle söyle: "Eğer siz
evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine
muhakkak yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. Allah (bunu)
göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı.
Allah göğüslerin içinde olanı bilir.
155- İki toplumun karşılaştığı gün, içinizden
yüz çevirip gidenler var ya, şeytan onların kazandıkları bazı şeylerden dolayı
ayaklarını kaydırmak istedi. Ama yine de Allah onları affetti. Kuşkusuz Allah
çok bağışlayandır, halim(çok yumuşak)dir.
156- Ey iman edenler! Sizler inkâr edenler ve
yeryüzünde sefere veya savaşa çıkan kardeşleri için: "Eğer bizim yanımızda
olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi." diyenler gibi olmayın. Allah
bunu, onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu. Allah, diriltir ve
öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
157- Eğer Allah yolunda öldürülür veya
ölürseniz, Allah'ın bağışlaması ve rahmeti, (sizin için) onların topladıkları
(dünyalıkları)ndan daha hayırlıdır.
158- Andolsun, ölseniz de, öldürülseniz de
Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.
159- Sen (o zaman), sırf Allah'ın rahmetiyle
onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin
etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için Allah'dan
mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi,
artık Allah'a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.
160- Allah size yardım ederse, sizi yenecek
yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım
edebilir? Müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.
161- Hiçbir peygambere ganimet malını
gizlemesi (devlet-millet malını aşırması) yaraşmaz. Kim böyle bir aşırma ve
ihanette bulunursa kıyamet günü aşırdığını boynuna yüklenerek getirir. Sonra da
herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, onlar haksızlığa da uğramazlar.
162- Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın
hışmına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan kimse gibi midir? Varış yeri
olarak ne kötüdür orası!
163- Onlar (insanlar) Allah katında derece
derecedirler. Allah, onların yaptıklarını görmektedir.
153- O sırada uzak uzak gidiyordunuz, yahut
dağlara çıkıyordunuz ve hiç bir kimseye dönüp bakmıyordunuz (yani alabildiğine
kaçıyordunuz), Peygamber ise gerinizde (yani ordunun arkasındaki kuvvetler
içinde) sizi çağırıp duruyordu. Yukarıda nakledildiği üzere "Bana doğru
gelin ey Allah'ın kulları." diye çağırıyordu. Demek ki kaçışın şiddetinden
merkez, artçılar halinde (yani artçılar gibi) kalmıştı. Böyle oldu da Allah
sizi, gam üstüne gam ile cezalandırdı. O ganimet kayboldu. Öldürülüyor,
yaralanıyordunuz. Düşmanın zaferinden dolayı çok üzülüyordunuz. Peygamber'i
öldürmek için yapılan hücum ile içi kan ağlar ve perişan durumda kaldınız.
Yahut, Allah sizi gama karşı gam ile cezalandırdı. Siz isyanınızla Peygamber'i
üzdünüz, Allah da buna karşılık sizi bu gamlarla gamlandırdı. Diğer bir mânâ
ile, Peygamber sizin başınıza gelen felaketlerin acısını yüklenerek size gam
ortağı oldu ki ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlük, ne de uğradığınız musibet
(kötülük)lere üzülmeyesiniz. Dünya olaylarına karşı metin ve tecrübeli olarak
Allah'a sığınıp geleceğe hazırlanasınız. Zira bu şekilde deneyle görülmüş oldu
ki, acı acıyı unutturur. En büyük zannedilen gamları unutturacak gamlar olur.
Ve bir lahza içinde Allah yenilenleri galip, üzülenleri memnun edebilir. Ve
Allah bütün yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan haberlidir.
154- O gamdan sonra Allah size bir emniyet,
bir uyku verdi ki, içinizden bir kısmını bu uyku basıyor, sarıyordu. Malumdur
ki, insanı şiddetli korku içinde uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de
perişanlık artar. Buna göre, böyle bir hâl içinde uyuyabilen, korkuyu unutmuş,
bir emniyet duymuş, kalbinde bir sükûnet (sakinlik) bulmuş demektir. Rivayet
ediliyor ki, müşrikler olayın cereyanından sonra Uhud'dan açılırken, "yine
geleceğiz" diye tehdid savurarak açılmışlardı. Müslümanlar da duruma
bakarak emin olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir dönüşle, aldatarak tekrar hücum
etmesinden veya giderken Medine'ye bir baskın yapmasından çok fazla endişe
ediyorlardı. Ve hatta düşman dönüp şiddetle bir hücum daha yapacak olursa bütün
bütün yok olmak tehlikesinin bile baş göstereceğinden korkanlar bulunuyordu.
Bunun için kalkanlarının altında çarpışmaya hazır bir halde duruyorlardı. İşte
bu korku ve keder içinde bulundukları bir sırada idi ki, Allah bir emniyet
verdi. Uyuklamaya başladılar. Hazreti Zübeyr demiştir ki: "Korkunun
şiddetlendiği sırada ben Peygamber'le beraberdim. Allah bize bir uyku verdi ki,
beni uyku basıyordu ve uykum arasında rüya gibi Muattib b. Kureyş'in,
"Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik." dediğini
vallahi işitiyordum". Ebu Talha hazretleri de demiştir ki: "Uhud günü
başımı kaldırdım, kimi gördümse kalkanının altında uykudan eğilmiş idi. O gün
ben de uyku basanlardan idim, elimden kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım
düşerdi alırdım". Böyle bir emniyet duygusu Bedir'de de vâki olmuştur.
"O zaman sizi, Allah'dan bir güven olmak üzere hafif bir uyku
bürüyordu." (Enfal, 8/11) ki bunlar, Allah'dan gelen feyz ve ilhamlar ve
ilâhî sükünet cümlesindendir. Bu uyku, normal bir uyku olmayıp, fevkalade ilâhî
bir yardım olmuş ve müslümanlar bundan çeşitli şekillerde istifade etmişler.
sözünden anlaşılıyor ki, orada bütün müminlere inen bu uyku, hepsini birden
bastırmamıştır. Sözün kısası bu askerde iki zümre vardı. Müminler, münafıklar.
Müminler, Muhammed aleyhissalatü vesselamın Allah tarafından hak peygamber
olduğuna ve sözleri kendi arzusundan olmayıp hak vahiy bulunduğuna kesin
şekilde inanmış ve Allah'ın bu dine yardım edeceğini ve bütün dinlere üstün getireceğini
de Peygamber'den dinlemiş bulunduğundan, bu kötü olayın, köklerini kesecek bir
yok etmeye kadar varamayacağına imanları gereğine kesin ümitleri vardı. Bu
sayede o korkulara rağmen emniyetleri yok edilmemiş "Ne kaybettiğiniz
fırsat ve üstünlüklere, ne de uğradığınız musîbetlere üzülmeyesiniz."
sırrı da tecelli etmiş bulunduğundan, kendilerini uyku tutabilmiş ve bununla
bütün bütün sükunet bularak korkuları tamamen kalkmış ve kendilerini
toplamışlardı.
Diğer bir topluluk da nefislerinin derdine düşmüş,
kendilerinden başka bir şey düşünmüyor. Dine, Peygamber'e önem vermiyor,
nefislerine ait istekleriyle uğraşıyorlardı ki, onlar münafıklar idi. Muhammed
aleyhisselamın peygamberliği hakkında şüphe üzerinde bulunuyorlar ve harbe
ganimet hevesiyle veya ihtilal fikriyle gelmişlerdi. Çokları daha başlangıçta
Abdullah b. Übey ile beraber savuşup gitmiş, bir kısmı da kaçamamış kalmıştır.
Olay bu duruma dönüşünce, başlangıçta gönüllerinde intikam almış gibi bir
sevinç hissettiler; sonra da her iki taraf için şüpheli mevkide
bulunduklarından dolayı, korkuları şiddetlendikçe şiddetlendi. Gözlerine uyku
girmedi. Cahiliyye (İslâm öncesi) kafasıyla Allah'a sû-i zanda bulunuyorlar,
"Artık Peygamber'in işi bitti, yok oldu." batıl zannında
bulunuyorlardı. "Muhammed hak peygamber olsaydı, Allah ona böyle kafirleri
musallat etmezdi." diyorlar, Allah'ın "Dilediğini yapar, dilediğine
hükmeder." bir fail-i muhtar, dilediğini yapmakta serbest olduğunu
bilmiyorlardı. Allah'ın Resulü'ne güya danışıyorlarmış, emir bekliyorlarmış
gibi, "gözetilen o zafer işinden bizim için az bir pay var mı?" Diğer
bir mânâ ile, "bize bir iş, bir tedbir var mı?" diyorlardı ki; bu
deyim, "Nasıl, bundan sonra hakimiyet işinden bize de bir hisse var
mı?" gibi, bir siyasi (politik) maksadı veyahut, "Nasıl, bu işlerde
biz bir dolap çevirebiliyor muyuz? Senin vaad ettiğin zaferi neticesiz
bırakacak bir rol oynayabiliyor muymuşuz?" gibi bir kinciliği içine
alabilir.
Ey Muhammed! De ki: Bütün iş Allah'ındır. Şu
halde neticede bütün galibiyet (üstünlük) O'nun ve O'nun dostlarınındır.
"Şüphesiz ki Allah'tan yana olanlar üstündürler." (Maide, 5/56).
Yahut bütün Bedir onundur. Ezelde ilâhî takdirinde ne hükmetmiş ise o
olacaktır. Ey Muhammed! O münafıklar nefislerinde (yani gönüllerinde veya kendi
aralarında) bir şey, bir bozuk fikir, bir küfür gizliyorlar ki, onu sana
açmazlar. Denilmiş ki, müslümanlarla beraber bu savaşa geldiklerine pişman
oluyorlardı. Aralarında "Bizim için o vadolunan işten bir şey olsaydı
(yani Muhammed'in vaadi doğru olsaydı), yahut bizim fikir ve tedbirden hissemiz
olsaydı, fikrimizle hareket edilseydi, burada böyle öldürülmeye maruz olmaz,
içimizden bu kadar ölü vermezdik." diyorlar. Ecelin iki olduğunu
söylüyorlar, normal sebeplerin, ilâhî iradenin tersine etki edebileceğini sanıyorlar.
"Emr" kelimesi ya "umûr" kelimesinin veya
"evamir" kelimesinin müfred (tekil)i olduğuna göre, bu söz birkaç
mânâya gelebilir. Bir yandan Hz. Peygamber'in belli şartlarla Allah tarafından
vaad etmiş olduğu zafer işini yalanlamak maksadıyla peygamberliğe bir itiraz;
diğer yönden yukarda açıklandığı üzere Abdullah b. Übeyy'in Medine'den
çıkılmaması hakkındaki reyi kabul edilmemiş olduğundan dolayı, Peygamber'in
emir ve isteğini hatalı bulma ve bunun altında istişareden daha kuvvetli bir
şekilde hükümet işine iştirak etmek ve işe karışmak, bu niyetle Peygamber'in
idare şeklini istibdatkâr (keyfi idareye yakışır şekilde) görmek isteyen bir
ihtilal fikri vardır. Bu münafıklar derken bu niyetleri besliyorlar ve
tabiatıyla açıklıyamıyorlardı. Halbuki önce Resulullah, münafıkların başı olan
Abdullah b. Übeyy'i istişareye davet etmişti. İkinci olarak kendisi de rüyasını
anlatmış ve aynı görüşte bulunmuş ve fakat şûrâ (danışma kurulu)nın çoğunluğu,
çıkmak görüşünde ısrar ettiklerinden dolayı, o görüş hakim olmuştu. Buna göre
bu durum karşısında Resul-i Ekrem'e münafıkların bir çeşit istibdad isnat
edercesine "eğer bu işten bize bir şey olsaydı..." demeleri, iftira
edercesine bir gerçeğin tahrifi (bozulması) idi. Üçüncü olarak, bu olay ile
tecrübe göstermişti ki, münafıkların istişare içine alınması bile hikmete uygun
değildir. Çünkü Abdullah b. Übey, kibir ve gururundan fikrinin kabul
edilmemesine tahammül edemeyerek kırgınlığını artırmış, savaşla ilgili
tedbirlerin akışını yakından öğrenerek ona göre orduda ihtilal çıkarmaya
çalışmıştır. Bu sebepleydi ki yukarda açıklandığı üzere " Ey inananlar,
kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin." (Âli İmran, 3/118) ayeti
inmiş ve "De ki: Bütün işler Allah'a aittir." ilâhî emri ile bu bakış
açısından da gerçek gösterilmiştir. Ve bunlara rağmen İslâm ile ilgili işlerde
istibdad (zorbalık) olmadığını ayrıca açıklamak için de "İşte onlarla
istişare et." (âyet: 159) emri gelecektir. Şimdi böyle ölü vermezdik
iddialarına da "Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi
yazılmış olanlar, yine öldürülüp yatacakları yere çıkıp gideceklerdi."
diye cevap, emir buyurulmuştur. Yani, "Ey Muhammed de ki, Uhud'a çıkmayıp
da evlerinizde (yani Medine'de) bulunsaydınız, öldürülmeleri yazılmış olanlar,
herhalde, devrildikleri yerlere çıkacaklar, yine öldürüleceklerdi". Zira
Allah'ın takdirini geri çevirmek ve değiştirmek mümkün değildir. Ve bundan
dolayı Allah'a su-i zan (kötü zan) da bulunmamalıdır. Allah bunları inananlara
yardımı olmadığından değil, nice nice hikmet ve iyi şeyler için ve özellikle
içinizdeki ihlas (samimiyet) ve nifak(bozgunculuk)ı tecrübe âleminde imtihana
çekmek ve kalblerinizdeki gizli şeyleri, vesveseleri, şüpheleri günahları
tasfiye ve temizlemek için böyle yapmıştır. Şunu da bilmeli ki Allah sinelere arkadaş
olan ve onlardan ayrılmayan sırları ve gizlilikleri tamamen bilir. Şu halde
öyle imtihanlara çekmesi de bilmediğinden değildir. Bunda, Rabb olmanın
gerektirdiği bir seçme sırrı vardır ki, bununla müminler alışkanlık kazanır,
münafıkların da durumları ortaya çıkar.
155- Şüphe yok ki iki ordunun çatıştığı gün
içinizden yüz çevirenler (yani düşmandan dönen veya Medine'ye kadar kaçanlar),
herhalde kazanmış oldukları bazı hatalar sebebiyle şeytan onların ayaklarını
kaydırmak istedi. O bazı günahlar ne idi? Onu ancak Allah bilir ve burada
gizlemiştir. Anlaşılıyor ki itaat, itaate sevkettiği gibi, günah da günaha
sevkeder. Ve insanın şeytana kapılmak kabiliyetini artırır. Bununla beraber
muhakkak ki Allah onların günahlarını affetti. Çünkü "Allah çok bağışlayıcı
ve halim" dir. "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen
cezalandırsaydı, yeryüzünde hiç bir canlı yaratık bırakmazdı". (Fâtır,
35/45) Artık ümitsiz olmak, kötü zanna düşmek caiz değildir.
O gün sebat eden veya kaçanların sayısı ve
kimlikleri hakkındaki haberler çeşitlidir. Muhammed b. İshak'ın nakline göre
üçte birisi yaralı, üçte biri bozguna uğramış, üçte biri de sebat etmiş.
Bozguna uğrayanlar hakkında da ihtilaf vardır. Denilmiş ki bir kısmı Medine'ye
kadar vardı ve Resulullah'ın öldürüldüğünü haber verdi. Bu, Sa'd b. Osman idi.
Ondan sonra daha bazıları gelmiş, kadınlarının yanlarına girmişlerdi. Kadınlar
bunlara: "Demek Peygamber'den kaçıyorsunuz ha!" diyorlar ve yüzlerine
toprak saçıyorlar, "Burada öreke var, al da iplik bük." diye hakaret
ediyorlardı. Diğer taraftan denilmiştir ki, müslümanlar dağdan ileri
geçmediler. "Keffal Tefsiri"nin açıklamasına göre bu konudaki bütün
haberlerden özetle anlaşılabilen şudur ki: Bazıları dönmüş ve uzaklaşmış.
Bunların kimisi Medine'ye, kimisi de diğer tarafa gitmiştir. Fakat çoğu dağ
tarafında kalmışlar ve orada toplanmışlar, bunların yanında Hazreti Ömer de
vardı. Ancak bunun başlangıçlarda olmadığı, bir de uzağa gitmeyip dağın
üzerinde Resulullah'ın oraya çıkmasına kadar kaldığı muhakkaktır. Ebu Hayyan
Tefsiri'nde nakledilmiştir ki, Hazreti Ömer, bir cuma günü hutbeye çıkmış, Âl-i
İmran sûresini okumuştu ve ismi geçen (Hz. Ömer) hutbesinde Âl-i İmran sûresini
okumaktan hoşlanırdı. İşbu "Sizden yüz çevirenler..." âyetine gelince
demiştir ki: "Uhud günü biz bozulduk, ben geçtim dağa çıktım, kendimi
görüyordum ki, dağ keçileri gibi sıçrıyordum, insanlar da, 'Muhammed öldürüldü'
diyorlardı. Ben de, 'Muhammed öldürüldü diyen bir kimse bulursam her halde öldürürüm'
dedim. Nihayet dağın üzerinde toplandık. Bunun üzerine bu ayetin tamamı
indi." Yine Keffal Tefsiri'nde ve Razî Tefsiri'nde yazılmıştır ki, Hazreti
Osman da Ensar'dan Sa'da ve Ukbe adında iki kişi ile beraber bozulmuşlar, hatta
uzak bir yere kadar gitmişler, üç gün sonra dönmüşler, Hz. Peygamber (s.a.v.)
de, "uzakça gittiniz" buyurmuştur. Bir gün Hz. Fatıma, Hz. Ali'ye:
"Osman ne yaptı?" diye sormuş, o da ismi geçen (Osman'ı) eksiklemiş,
Peygamber'imiz (s.a.v.) de, "Ey Ali, kız kardeşlerin kocaları birbirlerini
sevme hususunda beni yordular." hitabıyla karşılamıştır. Sebat edenlere
gelince: Bunlar nihayet ondört kişi idiler ki, Muhacirler'den Ebu Bekir, Ali,
Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Ebu Ubeyde b.
el-Cerrah, Zübeyr b. el-Avvam. Ensar'dan Hubab b. el-Münzir, Ebu Ducane, Âsım
b. Sâbit, Hâris b. es-Sımma, Sehl b. Huneyf, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Muaz'dır.
Söyleniyor ki, o gün bunlardan sekizi Resulullah ile ölüm üzerine
andlaşmışlardı. Üçü Muhacirlerden: Ali, Talha, Zübeyr. Beşi de Ensar'dan: Ebu
Dücane, Haris b. es-Sımma; Hubab b. el-Münzir, Asım b. Sabit, Sehl b. Huneyf
idi. Allah'ın izniyle hiç biri öldürülmemiştir.
156-Şu halde Ey müminler, o küfredenler ve
sefere çıktıkları veya gazi olmaya gittikleri zaman kardeşleri için bizim
yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi, diyenler gibi olmayınız,
kâfirlere benzemekten sakınınız, onların sefer ve savaşı, gerçekten ölüm sebebi
kabul edip de böyle söylemeleri, Allah'ın, o telakki (kabullenme)yi kalblerinde
büyük bir hasret kılması içindir. Yani o inanışın neticesi kalplerin, sonsuza
dek hasrette kalmasıdır. Bir kerre ölüm ve öldürülmeyi bu gibi sebeplere
bağlayanlar ve daha ilerisini düşünmeyenler için teselliye imkan yoktur. Artık
olan olmuş ve "ah keşke göndermeseydik" diye hasret çekmekten başka
bir şey kalmamıştır. Bunlara, onu yasaklamadıklarından dolayı kendilerini ölüme
sebep olmuş bir katil gibi düşünerek (farzederek) pişmanlıktan başka bir şey
düşmez. İkinci olarak, bu inanış, sefer ve harpten yılmaya ve onların büyük
faydalarından mahrum kalmaya ve düşmanın istilasına uğrayıp her felakete baş
eğmeye sebep olur ki, bu da ebedî büyük bir hasrettir. Halbuki hayatı da, ölümü
de veren Allah'tır. Allah öldüreceği zaman seferde de öldürür, hazarda da;
harpte de öldürür, sulhte de. Nice sefere çıkanlar vardır ki, büyük büyük
kârlar, istifadelerle sağ ve salim dönerler gelirler. Nice savaşa gidenler
vardır ki, büyük zaferlerle dönerler. Allah öldürmeyince kimse ölmez, hem de
Allah yaptıklarınızı görür. Müminler bunu bilmeli ve kâfirlere
benzememelidirler.
157- Şayet Allah yolunda öldürülür veya
ölürseniz hiç şüphe etmeyiniz ki Allah'tan bir mağfiret (affetme) ve rahmet
herhalde o kâfirlerin ömürleri boyunca toplayacakları şeylerden hayırlıdır.
158- Başkasına değil, ancak Allah'a
haşrolunacaksınız. Ona sevkolunup, onun huzurunda toplanacaksınız, mükafatınızı
ve cezanızı ondan alacaksınız.
Müminlere vaki olan bu hatırlatmadan sonra
Resulullah'ın şanına, haklarına ve görevlerine ilişkin olarak hitap
renklendirilerek şu ayet irad buyuruluyor:
159- Şimdi ey Muhammed! Şu ilâhî nimete
özellikle şükretmelidir ki, Allah katından büyük bir rahmet ile yaratılmış
olduğun güzel ahlak gereğince sen onlara yumuşak, nazik bulundun, azarlamayı
hak ettikleri halde kusurlarını yüzlerine vurup da sert muamele etmedin. Yoksa
sen huysuz, katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz etrafından darmadağın
olurlar, seni bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına toplanmazlardı. Bu ise en
büyük bir felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik haklarıyla ilgili
kusurlarını affet, ve Allah haklarını Allah affettiğinden, onlar için istiğfar
et ve işde onlarla istişare et. Yani vahy gelmeyip rey ve ictihada dayanan,
savaş gibi, genel işlere ilişkin durumlarda onların oyunu al ki emir, iyiliği
emir olsun. Müşavereden sonra karar verip azmettiğin zaman da Allah'a dayan ve
itimad et, icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever.
"Müşavere", şivar, meşvüre, meşvere,
meşure, danışıp işaret almak, yani rey (oy) almak demektir. Toplanıp meşveret
eden cemaate de "şûrâ" denilir ki, bu da esas itibarıyla öbürleri
gibi masdardır. Arap dilinde "işaret" diye ile sılalandığı
(kullanıldığı) zaman, dilimizde meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile îmâ
(işaret etme) mânâsına geldiği gibi, diye ile sılalandığı zaman da emretmek, oy
vermek mânâsına gelir. Müşavere işte bu mânâda işaret almak içindir. İştikak
(türeme) bakımından iş bu müşavere ve işaret, arı kovanından bal almak
mânâsından veya satılık hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip
koşturmak mânâsından alınmıştır.
"Afv" ve "istiğfar"
emirlerinden olan "İşte onlarla istişare et." buyurulmasında dikkati
çeken bir takım nükteler ve hikmetler vardır:
1- Peygamber'in onlarla müşaveresi, şanlarının
yüksekliğini ve payelerinin terfiini (yükseltilmesini) gerektirir. Bu da
onların sevgilerinin artmasına sebep olur. Müşavereye tenezzül edilmemesi ise
bir çeşit hakareti içerir ki, bundan da kötü huy ve huysuzluk meydana gelir.
Bunun sonucu ise, "etrafından dağılırlardı" sözüyle açıklanmıştır. Bu
açıdan Peygamber'e ait müşavere, bir kalp hatırı almayı içerir.
2- (Âl-i imran, 3/79), (Âl-i İmran, 3/104),
(Âl-i İmran, 3/110) emirleri işaretince Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi
bütün insanlar için uyulacak, örnek alınacak bir ümmet teşkilini hedef
aldığından, Hz. Muhammed'in ashabının en yüksek bir siyasî terbiye kazanması
Allah'ın isteği idi. Böyle bir terbiye ise "Allah tarafından bir rahmet
ile" âyetinin delaletince sıf ilâhî rahmet olan Hz. Muhammed'in müşavere
mektebinde alınabilirdi. Hz. Muhammed'in terbiye ve talim görmüş ashabı,
başkalarını terbiye edebilecek şekilde yetişecekler, sonra da "Ashabım
yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" nebevî
hadisi mânâsınca, Allah'ın emriyle nice toplumlar ve Allah'a layıkıyla kulluk
etmeye çalışanlar yetiştireceklerdi. Buna ise her şeyden önce pek büyük bir
cömertlik ve nezaketi içeren bir ahlakî kemal ve rabbânî irfan gerekli idi ki;
işte esası, ilâhî bir vergi ve meyveleri ve inkişafları beşere ait çalışma,
kazanma olan bu ahlâkın başlangıcı teşekkür hitabıyla ve gelişmeleri
iyiliksever emriyle gösterildikten sonra, o irfan (anlayış)ın öğretim ve temrin
(alıştırmas)i için de buyurulmuştur. Bu bakımdan da Peygamber'in müşaveresi bir
terbiye sırrını ve uyma hikmetini içine alır.
3- Esasen Peygamber'imiz, Uhud olayının
başlangıcında müşavere etmişti. Peygamber'imiz, Medine'den çıkılmaması tarafına
meylettiği halde, onlar çıkılması reyinde bulunmuşlardı. Çıkılınca da olanlar
oldu. Şu halde bundan sonra Peygamber onlarla müşavereyi terk ederse, o
müşavereden dolayı kalbinde bir üzüntü bulunduğuna delalet ederdi. Bunun için,
bu olaydan sonra müşavere emri açıkça belirtilmiştir ki, Peygamber'in kalbinde
bu olaydan böyle bir eser bulunmadığı ve müşavere hususunda üzüntü caiz
olmayıp, tam bir emniyet ile hareket edilmesi gerektiği ve iyi niyetle vaki
olan ictihadî reyden dolayı, sonunda hata ortaya çıksa bile, başında mesuliyet
olmayacağı anlaşılmış olsun.
4- Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy
müşavereye sokulmuş olduğu halde, müşavere ahlâkını tanımıyarak ve tahakküm
fikrine kapılarak en müşkül (zor, kritik) bir zamanda işe karışma ve müdahele
hırsıyla, "Bize işten bir hisse var mı?", "Bize bu işten birşey
olsaydı..." dediklerinden dolayı, cevabından sonra buyurulmasında; hem
İslâm siyasetinin tehakküm ve istibdad fikrinden uzak bir iyiliksever ruh ve
ahlâka dayandığını, hem de bu iyilikseverliğin, tevhid esasına ve ihlas fikrine
aykırı açık veya gizli bir şirk ve işrak (Allah'a ortak koşmay)a varan bir işe
katılma durumunda olmamasının gereğini ayrıca bir hatırlatmadır. Şu halde
"onları işe ortak et" buyurulmayıp da buyurulması, münafıklara bir
reddi ve müşaverenin metnindeki emir birliğini bozmaya değil, düşünme ve
açıklamaya yönelmiş olması gerektiğini de içerir ve âyetin başında sonunda
yüksek hükmüyle bütün işlerin Allah'a döndürülmesi de bu tevhid noktasını
bildirir. Bundan ise şu neticeyi alırız ki, İslâm şurası (danışma kurulu)nın
görevi, yalnız kendi arzu ve isteklerini ifade eden reylerini göstermek değil,
olaylarda Allah'ın kullarının genel çıkarları açısından hakkı araştırmakla o
konuda aklî ve naklî delillerden amel edilir olması gereken Allah'ın hükmünü
tayin etmektir. Bu şekildedir ki ortaya çıkacak olan irade, tatbikte hiçbir
kıymeti olmayan yalnız beşerî istekler değil, vaki'de gerçekleşecek olan ilâhî
iradeyi temsil ve ona uyarak faydalı bir şekilde hüküm icra edebilir. Burada
insan iradesinin hiç hükmü yok denemez. Fakat ilmin iradeye tabi olmasıyla,
iradenin ilme tabi olması arasında büyük bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir.
Şu halde şûrâ, her şeyden önce, ilmî bir fikir ile hakkı araştırmak ve ilâhî
iradenin tecellilerine uymak ve cüz'î iradelerini, kendi temennilerini ortaya
çıkarmaya değil, Hakk'ın hükmünü açıklamak ve tayine sarf etmek gerekir. Yoksa
ortada müşavere değil, çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesi cereyan eder ve
bu münakaşa, hak ve hayır fikri ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe çeşitli
fırkaların çarpışması, batması gerekli olur.
İşbu müşavere emrinin vücub (farz)mu, yoksa
nedb (mendub)mi ifade ettiği hakkında âlimlerin ihtilafı vardır. İmam Şafiî
hazretleri mendub olduğunu kabul etmişse de, zahir olan farzdır. Fakat
tefsircilerin ve bilginlerin ittifakı vardır ki, Allah katından vahy inmiş olan
hususlarda Peygamber'in ümmeti ile müşavere etmesi caiz değildi. Çünkü nass
karşısında rey ve kıyas batıldır; mevrid-i nass (nassın geldiği yer)de ictihada
mesağ (izin, ruhsat) olmadığı malumdur. Nass olmayan hususlara gelince, her
şeyde müşavere caiz midir, değil midir? Birçok bilginler ve tefsirciler işbu emrinin,
harbe mahsus olduğu fikrindedir. Çünkü vahiy bulunan hususlarda müşavere caiz
olmadığı kesinlikle bilindiğinden deki "el-Emru" kelimesinin
"elif-lâm"ının istiğrak (genelleme) için olmadığı anlaşılır.
Dolayısıyla ahd için olduğu ortaya çıkar. Bu âyette geçmiş olan bilinen emir
ise, harp ve düşmanla karşı karşıya gelmektir. Şu halde emirin de buna tahsis
edilmesi olması gerekir. Fakat diğer âlimler ise, el-emr'in âmm (genel) olduğu
ve ancak nass (kesin dini delil)'ın geldiği hususlara tahsis edilmiş ve buna
göre geri kalanlarda genel bir şekilde hüccet (delil) olarak kalmış olduğu
fikrindedir. Gerçekte emri, harbe mahsus olmadığı gibi, buradaki de öyle olması
gerekir. Delillerin gelmesinden sonra ihtilaf edenler ve Allah'ın kitabına iman
etmeyenler aleyhinde gelen âyetlerin, nassın geldiği yerde ictihadın caiz
olmadığını gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında ictihad, Allah'ın
emri karşısında rey ve kıyas ile isyan eden mel'ûn (lanetlenmiş) İblis'in hali
olduğu malumdur. Şu halde meselenin ruhu, vahye mazhar olan Resulullah'ın din
içinde ictihadla da görevli olup olmadığı meselesidir. Peygamber için ictihadı
caiz görmeyenler, müşaverenin harp işi gibi sırf dünya ile ilgili olan
hususlara ait olduğuna inanmışlardır. Halbuki Usul İlmi'nde sahih olan şudur
ki,Resulullah vahyi bekler ve vahy gelmeyen hususlarda rey ve ictihadıyla amel
ederdi. Ve bu ictihadda başlangıçta hata da düşünülebilir, ancak hata olursa
vahy ile düzeltilir, devam etmezdi. Peygamber'in ictihadının, diğer
ictihadlardan farkı bu idi. Yoksa Cenab-ı Allah "İçlerinden işin iç yüzünü
araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) diye
müctehid âlimleri öğmüş ve "Ey akıl sahipleri ibret alın." (Haşr,
59/2) diye basiret kullanmak ile istibar (ibret alma) ve kıyası da emretmişken,
basiret sahiplerinin efendisi olan, akıl ve zekası herkesin üstünde bulunan
Resulullah'ın bu naslardan hariç olamayacağı açıktır. Şu halde Resulullah, vahy
inmeyince ictihadla görevliydi. İctihad ise mübahase (karşılıklı konuşma) ve
münazara (ilmî tartışma) ile kuvvet bulacağı için, vahyin gelmesinin dışında
müşavere ile de görevli olmuştur. Rivayet edilmiştir ki işbu indiği zaman
Resulullah şöyle buyurmuştur: "Biliniz ki, Allah ve Resulü müşavereden
herhalde müstağnidirler ve fakat Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet
kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de
terk ederse hatadan kurtulmaz". Diğer bir hadis-i şerifte de:
"Müşavere eden bir toplum, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur."
buyurulmuştur.
Bütün bunlardan anlaşılır ki, burada
Peygamber'e hitap olarak gelen "veşâvirhüm" (onlarla müşavere et)
emri, yukarda açıklandığı üzere, bir çok faydaları içermekle beraber, bunun
sebebi ve asıl hikmeti, ümmetini öğretim ve terbiyesi için gelmiş olmasıdır. Şu
halde Peygamber için müşavere mendub da olsa, ümmet için vacibtir. Nitekim
diğer bir âyette "İşleri, aralarında danışma iledir." (Şûrâ, 42/38)
buyurulmuştur.
160-161-Bu noktada Resulullah'a hitabdan
müminlere sözü çevirerek buyuruluyor ki: "Eğer Allah size yardım ederse
size galip gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra size
yardım edecek olan kimdir?" "Hizlân" muhtacı, tam ihtiyacı
sırasında bırakıvermektir. Bedir vakası birinci fırkanın, Uhud vakası da ikinci
fırkanın misalleridir. Gerçi Uhud'da Cenab-ı Allah müminleri perişan
bırakmamıştır. Fakat Bedir gibi tam yardım da bahşetmemiş ve bu şekilde
Allah'ın yardımsız bırakmanın dehşetini takdir ettirecek bir imtihan yapmış
olduğundan, bu da ikinci fırkayı tecrübeyle takdir etmek için yeterli örnek
olmuştur. Şu halde müminler de ancak Allah'a tevekkül etsinler, yalnız ona
dayansınlar.
İmam Fahruddin Râzî der ki: "Tevekkül
bazı cahillerin zannettiği gibi, insanın kendini ihmal etmesi demek değildir.
Böyle olsaydı müşavere emri, tevekküle engel olurdu. Tevekkül insanın zahirî
(görünür) sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ'nın,
korumasına dayanması demektir..." Okçular, merkezi terkedip ganimete
koşmalarına sebep olarak, "Resulullah herkesin aldığı kendisinin olsun der
de ganimetleri taksim etmez diye korktuk, nitekim Bedir'de taksim
etmemişti." demişler, Resul-i Ekrem de:
"Demek ki ganimetleri size taksim
etmeyeceğiz de hainlik yapacağız zannettiniz." buyurmuştu. Bu sebeple
Peygamber'in şânını tenzih ve hainliğin Allah'ın gazabını çeken büyük bir günah
olduğunu ve cezasız kalmayacağını açıklamak için şu âyetler inmiştir: . Gulûl =
", ganimet malından gizli bir şey aşırmak, emanete hiyanet etmektir ki,
genelde devlet mallarında su-i istimal (kötüye kullanma) de bu türdendir.
Resulullah, gulûl (hainliğ)i büyük günahlardan saymıştır ve bu konuda bir çok
hadisi şerif vardır. Bu cümleden olarak: "Her kim üç şeyden uzak olarak
ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. Kibir, gurur, borç" "İpliği,
iğneyi de eda ediniz (veriniz), çünkü kıyamet gününde âr (utanma), nâr (ateş)
büyük ayıptır. " buyurulmuştur.
162- Şimdi Peygamber gibi Allah'ın rızası
ardında giden zat Allah'dan bir dehşetli gazap (kızgınlık) ile dönen ve
varacağı yer cehennem olan haine benzer mi? O cehennem ne fena varış yeridir.
Hayır onlar eşit olamazlar.
163- O sevilen gurup ile o istenmeyen gurup
Allah katında tabaka tabaka çeşitlidirler, biri cennette, biri cehennemdedir ve
Allah onların amellerinin derecelerini bilir, ona göre sevap ve ceza verir.
Şimdi bu sevilen gurup ile sevilmeyen gurubun
durumlarını biraz açıklama ve Uhud olayından üzgün olan müminleri teselli etme
ve kalplerini takviye (kuvvetlendirme) konusunda önce Resulullah'dan başlayarak
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
164- Andolsun ki Allah, müminlere
kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitab
ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.
Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.
165- (Bedir'de düşmanı) iki katına
uğrattığınız bir musibet (Uhud'da) size çarpınca mı: "Bu nereden"
dediniz? De ki: "Bu başınıza gelen kendinizdendir". Şüphesiz Allah
her şeye kâdirdir.
166-167- İki topluluğun karşılaştığı günde
başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir. Bu da müminleri belirlemesi ve
hem de münafıklık yapanları ayırt etmesi içindir. Ve onlara: "Geliniz,
Allah yolunda savaşınız veya (hiç olmazsa) savunmaya geçiniz." denilmişti.
Onlar ise: "Biz savaşmasını (veya savaş olacağını) bilseydik arkanızdan
gelirdik." demişlerdi. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar.
kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah neyi gizlediklerini daha
iyi bilendir.
168- Kendileri oturup kaldıkları halde
kardeşleri için: "Eğer bize uysalardı öldürülmezlerdi" dediler.
Onlara de ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, kendinizden ölümü
uzaklaştırınız".
169- Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler
sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.
170- Allah'ın lütfundan verdiği nimetle
sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere de hiç bir korku
olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.
171- Onlar, Allah'ın nimetini, keremini ve
Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler.
172- Kendilerine yara dokunduktan sonra da
Allah ve Peygamberi'nin davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve
gereğince Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır.
173- İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size
karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde, bu, onların imanını
artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir".
174- Bunun üzerine kendilerine hiç bir kötülük
dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfuyla geri döndüler ve Allah'ın rızasına
uydular. Allah büyük lütuf sahibidir.
175- (Size o haberi getiren) ancak şeytandır,
(sadece) kendi dostlarını korkutabilir. Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz
benden korkun.
176- Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar,
Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay
vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
177- İman karşılığında inkarı satın alanlar
Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar için acı bir azap vardır.
178- Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin,
şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak
günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
179- Allah, müminleri içinde bulunduğunuz şu
durumda bırakacak değildir, pisi temizden ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba
vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçip
(gaybı bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder
ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükafat vardır.
180- Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği
nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu
sanmasınlar. Hayır o, kendileri için şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet
gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'a aittir.
Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
164- "Andolsun ki Allah, müminlere,
kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." Bu,
ne büyük bir ilâhî lütuftur. Bütün insanlık âlemine bir hidayet tarihi açan ve
âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı bir Peygamber'in ümmeti
olan ve özellikle sohbet ve arkadaşlık şerefiyle şereflenmiş bulunan müminlere
ne mutlu! Öyle bir Resul ki onlara vahyi anlatarak Allah'ın âyetlerini okur,
ilâhî bilgilere ulaştırır ve bakış güçlerini terbiye eder. Onları ıslah ve
tasfiye eder de amelî kuvvetlerini, ahlâklarını tamamlatır (kemale erdirir),
onlara kitabı ve hikmeti öğreterek Allah'a adamaya yükseltir. Kitap, şeriatin
zahir durumlarına, hikmet de onun güzelliklerine ve Allah bilgilerine,
sırlarına, hedeflerine ve faydalarına işarettir. Halbuki bundan önce açık bir
sapıklık içinde bulunuyorlardı.
O cahiliyyet ve sapıklık birkaç sene içinde
birden bire bu yüksek hidayet ve hikmete dönüşüverdi. Ve bu şekilde geçmiş
asırlar tarihi kapanıverdi. Şu halde buna ümmet olan müminlere gevşeklik
yakışır mı?
165-Bu böyle iken sizin iki katını isabet
ettirdiğiniz bir musibet size isabet edince, (yani sizin musibetiniz
düşmanınızınkinin yarısı iken) "bu başımıza gelen musibet nereden?"
dediniz. Bedir savaşında düşman yetmiş ölü ve yetmiş esir vermişti. Uhud'da da
müslümanlar hiçbir esir vermeyerek yetmiş kadar şehit verdiler. Bu ölçü ile müslümanların
Uhud'daki kaybı, müşriklerin Bedir'deki kayıplarının yarısı kadardı. Bir de
müslümanlar, müşrikleri bir Bedir'de, bir de Uhud'un başlangıcında olmak üzere
iki kere bozguna uğratmışlar, müslümanlar ise bir kerecik bozulmuşlardı. Bu
itibarla da müşriklerin uğradıkları musibete bakarak müslümanların musibeti
ikiye karşı bir demekti. Hem müşriklerin musibetleri, müslümanların Bedir
başarıları olduğu halde; müslümanların musibeti, müşriklerin bir başarısı
değildi. Bu ise müslümanların fazlaca üzüntü ve hayretini gerektirmiş ve bunu
büyüterek: "Bu nereden?" diye bir endişeye dalmışlardı. Bu soru,
hadisenin ilmî bir bakışla tetkik ve tenkidi için mesele ortaya atma kabilinden
olabilirse de, diğer taraftan münafıkların: "Muhammed'in vaadi tahakkuk etmedi,
peygamber olsaydı bu musibetler olur muydu?" gibi şüpheler ortaya atmaya
çalıştıklarından, burada mümin halkın fikirlerinin bozulma ihtimali de vardı.
Buna göre Cenab-ı Allah, olayın haddinden fazla büyütülmüş olduğunu
karşılaştırmak suretiyle göstererek sorusunun haksız ve yersiz olduğunu soru
üslubuyla hatırlatmak için (Âli İmran, 3/140) mazmununa işaret ederek, sevinci
gibi kederleri de değişen bu âlemde, bu halin şaşılacak ve üzülecek bir şey
olmadığı tarzında bir teselli etme cevabına işaretle beraber, meselenin gerçek
cevabını da açıklamak için buyuruyor ki: Ey Muhammed cevap olarak şöyle de: O
sizin kendinizden oldu. Bunun sebebini ilk önce dışarda değil, kendinizde, emre
uymamak, merkezi terkedip ganimet hırsına düşmek gibi kötü irade ve
hareketinizde aramalısınız. Şu halde "bu nereden?" diye şaşıp ve
üzüleceğinize, nefsinizi ıslah edip, gelecek için hazırlanmalısınız. Çünkü
Allah her şeye kâdirdir. Kudret cümlesinden olmak üzere yolunda bulunanlara
başarı ihsan ettiği gibi, tersine gidenleri sefil de edebilir. Hatta gizli
hikmetlerinden dolayı, lütfunu kahr, kahrını lütuf şeklinde gösterebilir. Bunun
için üzüntülü ve müteessir olmakta mânâ yoktur. Burada önce olayın sebep ve
kaynağı kendileri olduğu ve bu şekilde kulların fiillerinin kendi iradelerine
dayalı bulunduğu tebliğ olunmakla beraber; bundan insan iradesinin, ilâhî
iradenin tersine olarak olaylarda müstakil (bağımsız) olduğunun zannedilmemesi,
sebeplerin ve kulların iradesinin tesirinin, Allah'ın kudretine ve iradesinin
ilgisine borçlu ve bağlı bulunduğunun iyice anlaşılması için ilavesinden sonra,
doğrudan doğruya müminlere hitabı çevirmekle sorunun cevabı şu şekilde
açıklanıyor ki:
166-167-Ey müminler, iki ordunun (yani
müslümanların ordusuyla, müşriklerin ordusunun) çatıştıkları o gün her ne
felaket isabet ettiyse, kendinizden olmakla beraber Allah'ın izniyledir. Çünkü
ilâhî izin ve iradenin dışında herhangi bir olayın olmasına imkan yoktur. Demek
ki, ilâhî irade iki şekilde ortaya çıkar: Birisi cebrî (zorlayıcı) olan ilâhî
iradedir ki, hiç bir sebep ve şart ile bağlı olmayarak ilk defa ve doğrudan
doğruya ortaya çıkar. Ve bu irade, rızayı da gerektirir. Bunda Cebbar
(zorlayıcı) ism-i şerifi hakimdir ve kulların fiilleri ıztırarî (zorunlu)dir.
Biri de sebep, şart ve kulun iradesi altında hükmünü yürütme şeklinde ortaya
çıkan ilâhî iradedir ki, bu irade rızayı gerektirmez. Ancak sorumluluk kullara
ait olmak üzere fiille ilgili bir izni ifade eder. Buna ve özellikle bunun
zıddı rıza olanına Kelâm bilginleri tahliye (serbest bırakma) de tabir
etmişlerdir. Kur'ân'da çoğunlukla bu çeşit icraya ait irade izin kelimesiyle
ifade olunmuştur. Yasağın kalkması demek olan izin de rızayı gerektirmez. Ve
bundan dolayı sorumluluğa zıt olmaz. İşte burada karinesiyle buyurulması da bu
kabildendir. Bunun için bazı tefsirciler bu izni, irade ile; bazıları da
tahliye ile tefsir etmişlerdir ki maksad, bu iznin rıza demek olmadığını da
anlatmaktır.
Sözün kısası vaad olunan ilâhî zafer, mutlak
ve zorunlu değildi. Sabır ve günahlardan sakınma gibi, kulun iradesi ile ilgili
olan şartlarla kayıtlı idi. Müminler buna uymayıp, iradelerini kötüye
kullandıklarından dolayı musibet vaki oldu. Bununla beraber her şeye kâdir olan
Allah zıddını isteseydi, müminlerin kötü iradelerini ve müşriklerin bundan
istifade eden hareketlerini infaz etmez, musibeti, ilâhî zorlaması ile
menedebilirdi; fakat etmedi, izin verdi ve böylece musibet olayı da olağanüstü
sûrette değil de, normal bir şekilde vuku buldu ki, bu âdet, kulların iradesini
izin ile yerine getirme ve sorumluluk, ilâhî sünnetidir. O halde buna
"nereden?" diye şaşıp ve hayret edecek bir taraf yoktur. Tersine
teşekkür etmek gerekir ki, rızaya tabi olan Resulullah'ın ve beraberindeki bir
kaç zatın sabır ve takvaları hürmetine müşriklerin saldırıları durduruldu da
yok olma tehlikesi önlenmiş oldu.
Şunu da bilmeli ki musibet, Allah'ın birtakım
hikmetleri ile de beraber bulunan Allah'ın izniyle beraber, bir de müminleri
bilmesi, (yani halk arasında ayırıp ortaya çıkarması), ve münafık olanları
bilmesi, ayırt etmesi ve her ikisinin ona göre ecir ve cezalarını vermesi
içindir. Bunda, böyle müminleri seçmek ve münafıkları ayırmak hikmetleri de
vardır. O münafıklar ki, kendilerine geliniz Allah yolunda çarpışınız veya
kendinizi ve vatanınızı müdafaa ediniz, yahut bizzat savaşmazsanız, bari çok kalabalık
görünerek düşmana göz dağı veriniz de koğulmasına hizmet ediniz, denildi de.
İbnü Abbas (r.a.) demiştir ki: "Bunlar Abdullah b. Übeyy ve
arkadaşlarıdır." Çünkü Uhud savaşında bırakıp gitmişlerdi. Abdullah b. Amr
b. Haram da bunlara: "Size Allah'ı hatırlatırım, Peygamberimizi ve
kavminizi terkedip gitmeyiniz." demiş ve vuruşmaya davet etmişti. Buna
karşı biz savaş olacağını bilseydik, yahut savaşmasını bilseydik elbette size
uyardık dediler ve bununla fesat (bozgunculuk) çıkarmak ve alay etmek istediler.
Doğrusu o gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler. Zaten bunlar, ağızlarıyla
kalplerinde olmayanı söylerler, (yani içleri dışlarına uymaz). Söyledikleri
kalplerinden gelmez. Bu onların her zamanki halleridir. O gün de ağızlarından
iki şey açıkladılar ki, kalplerinde yoktu. "Savaş olacağını bilmiyoruz,
bilseydik uyardık." dediler. Kalplerinde ise bunların ikisi de böyle
değildi. Onların kalplerinde ne sakladıklarını Allah daha iyi bilir.
168- O münafıklar ki, harpten savuşup oturarak
kardeşleri (yani akrabaları) için: "Bizi dinlemiş olsalardı öldürülmezler,
bizim gibi kurtulurlardı." dediler. Bunu diyenin de Abdullah b. Übeyy
olduğu nakledilmiştir. Bu sözde, önce savaştan kaçırmak için teşviklerde
bulunduklarını ikrar; ikinci olarak teşvikleri dinlenilmediği için
gücendiklerini açıklama; üçüncü olarak öldürülenleri aşağılama ve "oh
olsun" diye öç alma; dördüncü olarak da eceli inkar vardır. Ta yukarda
(Âli İmran, 3/122) âyet-i kerimesindeki iki grup münafıkların yüzünden az daha
kalp zayıflığına düşüyorlardı, Allah korudu. Ey Muhammed, bunları susturmak
için de ki: "Öyleyse haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım?"
Sizin kurtulmanızın sebebi savaştan savuşup oturmanız olduğu ve size uyanların
kurtulacağı iddiasında doğru iseniz, bunu yapabilmeniz gerekir. Gelelim
öldürülenlere:
169-Ey hitap mümkün olan herhangi bir kimse,
yahut Ey Muhammed! "Allah yolunda öldürülen kimseleri ölüler
zannetme" . İmam Ahmed b. Hanbel'in ve daha birçoklarının İbnü Abbas
hazretlerinden rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Allah'ın Resulü buyurmuştur
ki: "Uhud'da kardeşleriniz şehid oldukça Allah Teâlâ onların ruhlarını
yeşil kuşların içlerine koydu ki, cennetin ırmaklarından sulanırlar,
meyvelerinden yerler ve Arş'ın gölgesinde asılmış altın kandillere giderler,
istirahat ederler. Ne zaman ki yiyecek ve içecek yerlerinin hoşluğunu ve
uyuyacak yerlerinin güzel letafetini taddılar, 'Nolaydı Allah'ın bize neler
verdiğini kardeşlerimiz bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, savaştan
gocunmasalardı.' dediler. Allah Teâlâ da: 'Tarafınızdan ben onlara bunu tebliğ
ederim.' buyurdu ve bu âyetleri indirdi. Tirmizî'nin "hasen", Hakim
ve diğerlerinin "sahih" olarak Cabir b. Abdullah hazretlerinden
tahric ettikleri bir hadis-i şerifte de şöyle rivayet edilmiştir: "Cabir
(r.a.) dedi ki: Resulullah (s.a.v.) bana rastgeldi, 'Ey Cabir, seni üzgün
görüyorum, niye?' dedi. 'Ey Allah'ın Resulü, dedim, babam şehit oldu,
çoluk-çocuk ve borç bıraktı.' Buyurdu ki: 'Allah Teâlâ babanı ne şekilde kabul
buyurdu sana müjde edeyim mi?' 'Evet' dedim. Buyurdu ki: 'Allah Teâlâ hiç kimseye
perde arkasından başka bir şekilde kelâm söylemedi. Babanı ise diriltti de
yüzüne karşı ona, 'Ey kulum, dile benden, vereyim sana.' dedi. O da: 'Ey
Rabbim, bana hayat verirsin de senin yolunda ikinci defa öldürülürüm' dedi.
Rabbi Teâlâ: 'Benden onlar bir daha dönmezler.' diye söyledi buyurdu. O da: 'Ey
Rabbim, arkamdan tebliğ et.' dedi, Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi."
İkisinin de vukuu mümkün olduğu gibi bu, bir âyet; diğeri bir kaç âyet hakkında
olması yönünden iki rivayet arasında zıtlık yoktur. Ve bu âyetlerin Uhud
şehidleri sebebiyle inmiş olduğu hakkında haberler açıktır. Nitekim Bakara
Sûresindeki (Bakara, 2/154) âyeti Bedir şehidleri sebebiyle inmiştir.
170- O şehitler, arkalarından kendilerine
katılmayan (yani şehit olmayıp hayatta kalan) bütün müminlerin sonunda korku ve
üzüntüden kurtulup mesut olmalarıyla müjdelenir, sevinir ve neşeli olurlar. Bu
şekilde demek ki kalanların din ve dünya selamet ve saadetiyle devamlı oluşu,
şehitlerin rızıklandıkları refah ve sevincin sebeplerinden birini teşkil eder.
Diğer bir mânâ ile, arkalarında mücahede eden ve henüz şehit olmak suretiyle
kendilerine katılmamış bulunan gelecekteki şehitlerin, bugün çektikleri acı ve
zahmete rağmen neticede şehit olarak, dünya ve ahiretin korku ve hüznünden
bütün bütün kurtulacaklarını ve kendileri gibi mesut olacakları müjdesini
alırlar da sevinirler. Şu halde geride savaşı kaybeden ve şehid olmaktan mahrum
kalan ve düşman işgali altında inleyen ve özellikle dinlerinin yok olması
tehlikesiyle karşı karşıya bulunanların halinden haberdar olurlarsa şehitlerin
de üzgün olmaları gerekecektir. Demek oluyor ki, Allah Teâlâ şehitlere bunların
durumlarını ya bildirmeyecek, ilgilendirmeyecek veya bildirdiği şekilde onları
o üzüntüden koruyacak, lutfunun nimetiyle memnun edecektir. Çünkü Allah yolunda
şehit olanlar "kendilerine hiçbir korku olmayanlar ve üzülmeyecek
olanlar" dır.
171-Şehitler "Allah'ın nimetini, keremini
ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler."
172- Hele o müminler ki, "Onlar,
kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve peygamberinin davetine uydular.
Hele onlardan iyilik edenlere ve Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat
vardır." Bu âyet de Uhud'un arkası sıra Hamra-i Esed Gazvesi hakkında
inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud'dan çekilip Revha
denilen yere vardıklarında pişman olmuşlar: "Çoğunu öldürdük, azı
kalmıştı, neye bıraktık geldik, herhalde dönmeli ve köklerini kesmeliyiz."
diyerek, dönüp müslümanlara tekrar hücum etmek istemişlerdi. Hazreti Peygamber
de bunu derhal haber almış ve onları yıldırmak, kendinin ve ashabının kuvvetini
göstermek için, Ebu Süfyan'ı takip etmek üzere ashabını teşvik etmiş ve:
"Bugün bizimle beraber ancak dünkü günümüzde hazır bulunanlar
çıksın." buyurmuş idi. Şu halde Peygamber'le beraber bir cemaat hareket
ettiler ki, yetmiş kişi oldukları söylenmiştir. Medine'den sekiz mil mesafede
bulunan Hamra-i Esed isimli yere kadar vardılar. Ashab yaralı idiler, çok
zahmet çekiyorlardı, sevaplarını kaçırmamak için katlanıyorlardı. İçlerinde
öyle yaralılar vardı ki sırayla birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. Biraz
birisi yükleniyor, biraz sonra binen inip altındakini yükleniyordu. Yine
içlerinde saatlerce birbirlerine dayanarak gidenler bulunuyordu ki, hep bunlar
yaraların ıztırabından idi. Fakat Cenab-ı Allah müşriklerin kalblerine korku
koydu da kaçtılar, gittiler. İşte bu âyet, bu hal içinde Resulullah'ın davetine
katılan bu müminler hakkındadır.
173-174-Aynı şekilde o müminlerden bahseden
(3/173-175) âyetleri de Küçük Bedir Gazvesi hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor
ki, Ebu Süfyan Uhud'dan Mekke'ye gitmeye karar verdiği zaman: "Ey
Muhammed, sözleşme zamanımız Küçük Bedir mevsimi olsun, orada çarpışırız
istersen." diye bağırmıştı. Hazreti Peygamber de Hz. Ömer'e: "Bu,
bizimle senin aranda inşaallah" diye cevap vermesini emretmişti. Vakit
gelince Ebu Süfyan emri altındakileri alıp çıktı. "Merru'z Zahran"
isimli yere kondu. Fakat Allah kalbine bir korku verdi, cayıp dönmek istedi. O
sırada Nuaym b. Mes'ud Eşceî'ye rastgeldi ki bu Nuaym, umre yapmış geliyordu.
Buna: "Ey Nuaym, ben Muhammed'le Bedir mevsiminde çarpışmaya anlaşmıştım.
Bu sene ise kurak, bize herhalde ağaçlarda hayvan yayacağımız ve süt içeceğimiz
bir sene yaraşır. Bunun için dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben
çıkmamış bulunursam cür'et (cesaret)i artar. Medine'ye git onları oyala,
geciktir, sana on deve vereyim." demişti. Nuaym yola çıktı, geldi gördü
ki, müslümanlar hazırlanıyorlar. "Bu dedi, doğru bir fikir değil; onlar
memleketinize geldiler, bir çoğunuzu öldürdüler, siz üzerlerine giderseniz, hiç
biriniz geri gelmez". Ve bu söz, bir takımları üzerinde tesir icra etti.
Resulullah, bunu anlayınca: "Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, ben yalnızca çıkarım." buyurdu ve beraberinde yetmiş kişi kadar
zevat ile hareket etti ki, İbnü Mes'ud hazretleri de içlerinde idi. Gittiler,
Küçük Bedir'e vardılar. Küçük Bedir, Kinane Oğulları'na ait bir sudur ki, bir
pazar yeri idi. Burda her sene sekiz gün toplanırlardı. Hazreti Peygamber ve
ashabı, müşriklerden kimseye rastlamadılar. Pazara gittiler, yanlarında nafaka
(geçimlik)ları ve ticaret malları da vardı. Alış-veriş ettiler, bire iki
kazandılar ve Medine'ye sağ salim ve zengin olarak geldiler ki, bu âyet bunlar
hakkındadır. Ebû Süfyan da Mekke'ye dönmüştü. Mekke halkı onun askerini (Kavut
askeri) diye isimlendirdiler, "Siz sevik (kavut) içmeye çıkmışsınız."
dediler.
175- Sizi o alıkoymak isteyen şeytan, yahut o
şeytan sizi dostlarından korkutuyor. Burada şeytan, müslümanları alıkoymak
isteyen o herif veya onu sevkeden; dostları da Ebu Süfyan ve arkadaşları
olduğunu ve mânâ takdirinde bulunduğunu tefsirciler açıklıyorlar. Şu halde ey
müslümanlar, şeytanın dostlarından korkmayınız, benden korkunuz, siz halis
(samimi) mümin iseniz, böyle olmanız gerekir.
Şimdi bütün bu olaylar üzerine Resulullah'ı
teselli hususunda, hitab değiştirilerek buyuruluyor ki:
176-Ey Muhammed! "Küfürde yarışanlar seni
üzmesin." Bu âyetin nüzul sebebi hakkında bir kaç rivayet vardır:
1- Kureyş kâfirleri hakkında inmiş, Allah
Teâlâ onların harp için asker toplayıp durmak gibi küfürde yarışmalarına karşı
Peygamber'ine teminat vermiştir.
2- Münafıklar hakkında inmiştir. Bunların
küfürde yarışmaları da şu şekilde özetlenmiştir: Münafıklar Uhud olayı üzerine
müminleri devamlı olarak korkutmaya, başarı ve zaferden ümitlerin kesip
ümitsizlendirmeye çalışıyorlar ve özellikle, "Muhammed, melik (kral)lik
için uğraşan ve sırf siyasi maksadla hareket eden bir inkılabçı, onun için
işler bazan iyiliğine ve bazan kötülüğüne oluyor. Eğer Allah tarafından peygamber
olsaydı hiç yenilmezdi." diye propaganda yapıyorlar. Bunlar, müslümanların
fikirlerini bulandırıyor ve bu sebeple Resul-i Ekrem de üzülüyordu.
3- Bazıları demişlerdir ki, kâfirlerden bir
kavim müslüman olmuşlardı. Sonra Kureyş'lilerden korkarak dinden döndüler.
Bundan dolayı Resulullah merak etmiş ve bunların dinden dönüşleri yüzünden bir
zarar gelebilme ihtimalini düşünmüş.
4- Yahudiler hakkında inmişti. Çünkü bunlar da
Uhud vakasından sonra küfürlerini daha çok kızıştırmışlar ve müslümanları
aldatmak için çalışmaya başlamışlardı.
İşte bu âyetler, bunların bir veya hepsi
dolayısıyla inmiştir. Zahiri amm (genel)dır.
177-Bunlar Allah'a zarar namına bir şey
yapamazlar. Bunda iki mânânın hatıra geldiği gösterilmiştir. Birisi:
"İlâhî mülk ve saltanattan hiç bir şey noksanlaştıramazlar" demektir.
Nitekim Ebu Zerr (r.a.) in rivâyet ettiği üzere Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Allah Teâlâ buyuruyor ki, evveliniz (öncekileriniz) ve
ahiriniz (sonrakileriniz), cinleriniz ve insanlarınız içinizde en çok Allah'dan
korkan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu benim mülküme bir şey ilave etmezdi.
Tersine öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz, insanlarınız içinizden en
kötü olan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu da benim mülkümden bir şey
eksiltmezdi." Birisi de, "Allah'ın velî kullarına hiç bir zarar
yapamazlar" demektir ki, velilere zarar vermeye kalkışmak, Allah'a zarar
vermeye kalkışmak hükmünde tutulmak suretiyle mubalağa ifade eden bir mecazdır.
Beyan makamı, Peygamber'i teselli etme yeri olmasına bakarak tefsircilerin çoğu
bu mânâyı tercih etmişlerdir.
"İman karşılığında küfrü satın
alanlar..." Bu âyetin de mürted (dinden dönen)leri ve yahudileri hedef
aldığı açıklanıyor. Dinden dönenler hakkında olması açıktır. Yahudilere
gelince: Bunlar Bakara sûresinde açıklandığı üzere peygamber olarak gönderilmeden
önce Peygamber'i tanıyorlar ve iman ediyorlar ve onunla düşmanlarına karşı
istinsar (yardım istemin)de bulunuyorlardı. Böyle iken Peygamber olarak gelince
küfrettiler, fikirlerini değiştirdiler. Buna göre imanını vermiş, küfrü satın
almış mürted (dinden dönmüş) durumunda demektirler. Bununla beraber bu âyetin,
münafıklarla ilgisinin ihtimali de yok denemez. Zira açıklamaya göre birinci
âyet dolayısıyla küfürde yarış edenler, münafık ve diğer bütün kâfirlerin
önlerinde giden önderlerine; ikinci âyet dolayısıyla imanı verip küfrü satın
alanlar da onların arkalarında gidenlere yormak uygun olacaktır ki, dinden
dönenler daha çok ikincide bulunurlar.
178-Kâfirlerin gururlarına gelince
"Küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi (hayır) sanmasınlar."
Burada "imla", imhal (mühlet verme) ve müsaade etme mânâsınadır.
179-Şimdi Uhud olayının yönelmiş olduğu sonuca
gelelim:
Ey Muhammed ümmeti Allah Teâlâ, halis
müminleri o bulunduğunuz karışık hal üzere bırakmazdı. Öyle sebepler tertip
edecekti ki, sonuçta pisi temizden, münafığı müminden ayıracak,
farkettirecekti. Bu ayırmayı yapmak için Allah hepinizi gaybden haberdar
kılacak değildi. Yani sizin hepinizi münafıkların kalblerinden haberdar etmek
suretiyle onları ayırt ettirecek değildi. Ve fakat Allah Peygamberlerinden her
kimi dilerse seçer, ona onu bildirir. Öteden beri ilâhî sünnet (âdet) budur.
Muhammed Mustafa da böyle yapmıştır. Şu halde "Allah'a ve peygamberlerine
inanın. Eğer inanır ve sakınırsanız, sizin için büyük bir mükâfat vardır."
bundan önceki âyetlerde müminlere ahirete ait cezalar ile va'id (korkutma)
gösterildiği gibi, bu âyette de münafıkların bozgunculukları meydana çıkarılıp
rezil edilmek gibi dünyaya ait cezalarla va'd (müjde) leri gösterilmiş ve aynı
zamanda müminlere büyük ecir müjdelenmiş ve İslâmi heyetin ıslahına ait
mukaddimeler (prensipler) hazırlanmıştır ki, ahlak ve iktisad ile ilgili şu
âyet de bu mukaddimelerdendir.
180- Göklerin ve yerin mirası yani selef
(geçmiş)den halef (yerine geçen)e intikal edegelen mal ve diğerleri gibi gökler
ve yerle ilgili miraslar yalnız Allah'ındır. Tek başına onun mülküdür. Bunlara
miras yoluyla sahip olanların, gerçek mülkleri yoktur, o geçici, iğreti bir
şeydir. Hepsi yok olur. Ancak gerçek sahip olan Allah'ın mülkü kalır. Şu halde
bunları Allah'dan kıskanıp da Allah yolunda sarfetmek hususunda cimrilik
edenler bunu düşünmeli ve ne büyük günah yaptıklarını anlamalıdırlar. Semâvî
(göklere ait) miras, nübüvvet (peygamberlik), ilim... gibi yüksektir. Bundan şu
anlaşılır ki, önce miras ilâhî bir kanundur. İkinci olarak "Allah'ın
onlara lütfundan verdiği" yalnız mallara tahsis edilmiş değildir. Bir de
burada bu süreyi takip edecek olan Nisâ Sûresi'nde gelecek miras âyetlerine bir
çeşit hazırlık vardır.
Allah habîr (her şeyden haberdar) olduğu
içindir ki:
Meâl-i Şerifi:
181- Allah, "Şüphesiz Allah fakirdir, biz
zenginiz." diyenlerin lafını elbette duymuştur. Onların söylediklerini ve
peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve şöyle diyeceğiz:
"Tadın o yakıcı azabı!".
182- "Bu, kendi ellerinizin yapıp öne
sürdüğünün karşılığıdır". Allah kullar(ın)a asla zulmetmez.
183- "Ateşin yiyeceği bir kurban
getirmedikçe hiç bir peygambere iman etmeyeceğimize dair Allah bize ahidde
bulundu." diyenlere de ki: "Benden önce size bazı peygamberler açık
belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldi. Eğer doğru insanlarsanız, ya onları
niçin öldürdünüz?"
184- Eğer seni yalanladılarsa, senden önce
açık deliller, hikmetli sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler de
yalanlanmıştı.
185- Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü
ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp
cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı zevkten
başka birşey değildir.
181-Burada Muhammed aleyhisselam'ın
peygamberliği hakkında kâfirler tarafından münasebetsizce söylenen bazı
şüphelerin ve itirazların nakil ve reddine başlanıyor:
"Andolsun ki Allah, 'Allah fakirdir, biz
zenginiz' diyenlerin sözünü işitmiştir." Rivayet olunuyor ki Hz. Ebu Bekir
(r.a.) bir gün yahudilerin dersanelerine gitmişti. Baktı ki bir takım yahudiler
Fenhas'ın başına toplanmışlardı. Ve bu Fenhas, yahudilerin âlim ve din
adamlarından idi. Ebu Bekir: "Yazık ey Fenhas Allah'dan kork ve müslüman
ol, vallahi sen şüphesiz bilirsin ki Muhammed Allah'ın resulüdür, siz onu
yanınızdaki Tevrat'da yazılmış bulursunuz." dedi. Fenhas: "Vallahi ey
Ebu Bekir bizim Allah'a ihtiyacımız yok, o bize muhtaç. Ve biz ona, onun bize
yalvardığı kadar yalvarmıyoruz, herhalde biz ondan müstağni (tok gözlü), daha
zenginiz. O zengin olsaydı, arkadaşınızın sandığı gibi bizden borç almaya
tenezzül etmezdi. O bizi faizden yasaklıyor ve bize ribâ vaad ediyor. Zengin
olsaydı bize ribâ vermezdi." diye münasebetsizlikte bulundu. Bunun üzerine
Ebu Bekir öfkelendi ve Fenhas'ın yüzüne şiddetli bir tokat vurdu ve dedi ki:
"Nefsim yed (kudret)inde olan yüksek zata (Allah'a) kasem ederim ki,
bizimle senin arandaki anlaşma olmasaydı boynunu vururdum ey Allah'ın
düşmanı!". Bunun üzerine Fenhas Resulullah'a gidip: "Ey Muhammed bak
arkadaşın bana ne yaptı?" diye şikâyet etti. Resulullah (s.a.v.) Hazreti
Ebu Bekir'e: "Bu yaptığına sevkeden nedir?" diye sordu. O da:
"Ey Allah'ın Resulü, büyük bir edepsizlikte bulundu, öyle sanıyor ki,
Allah Teâlâ fakir ve bunlar daha zengin imişler. Bunu söyleyince Allah için kızdım
ve yüzüne bir tokat vurdum." dedi. Fenhas: "ben böyle bir şey
söylemedim." diye inkar etti. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Ebu
Bekir'i tasdik ederek bu âyeti indirdi. Bu rivayet İbnü Abbas, İkrime, Suddi,
Mukatil ve İbnü İshak'tandır. Şu halde söyleyen bir iken, bu lakırtının diye
topluluğa isnadı, onların da razı olmaları sebebiyledir.
Yahudi reislerinden Huvey b. Ahtab'ın, aynı
şekilde İlyas b. Ömer'in: "Fakir zenginden borç para ister."
dedikleri ve bazı yahudilerin Peygamberimizin huzuruna gelip: "Ey Muhammed
Rabbin fakir mi ki kullarından borç istiyor?" sözünü söyledikleri de bir
çok rivâyetlerle nakledilmiştir ki, hepsi aynı mânâya döner. Kur'an'ın edebî
nezahetine uygun olamayacağından dolayı âyet söyleyeni tayin etmemiş ise de, anlattığı
öldürme meselesinin yahudilere ait olduğu bilindiğinden, bunun da onlar
tarafından söylendiği anlaşılmış olmaktadır.
Bu dediklerini yazacağız. Bu yazma, ya
hakikati üzerinedir ki, iki şekilde düşünülebilir. Birisi: Amel pusulalarına,
amellerinin sayfalarına kaydedeceğiz, defterlerine geçireceğiz demek olur. Ve
gerçekten tartıya konacak olan amellerin sayfaları yazısını ifade eder. Çünkü
bu yazı bildiğimiz bir yazı olmamakla beraber, hakikaten bir yazıdır. Nitekim
gramofon plaklarına ve telsizler aracılıklarıyla seslerin tesbiti ve nakli bir
yazıdır. Ve bugün fen ilimleri bakımından bilinmiştir ki, ses titreşimleri
açıkta görüldüğü gibi hemen kayboluvermiyor. Fezada her tarafa yayılıp
yazılıyor. Nerede bir alıcı bulunursa, hemen alınabiliyor. Bunların kâinatta
genel elektrik cereyanları içinde nerelere kadar gittiği ve İlâhî Arş'ın
altında daha ne şekiller kazanacağını bilemeyiz. İkincisi: Kur'ân'da yazacağız,
tarihe geçireceğiz, göstereceğiz demek olur. Veyahut burada yazmak, cezası
verilmek üzere ilâhî ilimde saklı kalıp unutulmamak ve ihmal olunmamak mânâsına
mecaz veya kinayedir ki, bu mânâ dilimizde de meşhurdur. "Bunu yaz"
deriz ki, "unutma, cezasını göreceksin" demektir. Şu halde
"yazacağız" demek, "ihmal etmeyeceğiz, bunu unutmasınlar,
cezalarına hükmedeceğiz" demek olur. İstikbal (gelecek zaman) siğası bu
mânâda açıktır. Birinci mânâya göre de, gelecek zaman sigasiyle söylenmesi,
tevbeye imkan bırakmak gibi bir nükteyi içine alır.
"Haksız yere peygamberleri
öldürmeleri" "Mef'ûl-i maah" yerindedir ki, sözlerini bu
fiilleriyle beraber, yani bu cinâyetin başına yazacağız mânâsını ifade ve çok
büyük bir vaid ve tehdidi içine alır. Bu katl (öldürmey)i, bunların ecdad
(dedeler)ı yapmış olduğu halde bunlara isnad edilmesi, bunların da bugün ona
razı olarak cezasına iştirak etmekte bulunduklarından dolayıdır. Yani Hz.
Yahya, Zekeriya ve diğerleri gibi peygamberlerin böyle haksız olarak
öldürülmesinin suçu şahıslara değil, Yahudiliğin mahiyetine yüklenmiştir. Ve
işte bu rıza ve bu izafet (yükleme) dolayısıyladır ki, bu âyet bunlar hakkında
yalnız bir va'id ve tehditten ibaret olmayıp, Muhammed aleyhisselamın
peygamberliğine karşı gösterdikleri küfrün ve öne sürdükleri şüphelerin ciddi
olmadığını isbat ile kökünden kaldıran bir cevabı da içerir ki, bu cihet
devamında ayrıca açıklanacaktır da. Çünkü yahudiler yalnız Hz. İsa gibi inkar
ettikleri peygamberi öldürmeye kalkışmakla kalmamış, Hz. Zekeriya gibi vaktiyle
peygamberliğini itiraf ve tasdik etmiş bulundukları peygamberleri de
öldürmüşlerdir. Ve bir peygamberin öldürülmesi ise her halde haksız yeredir ve
bir küfürdür. Demek olur ki, onlarca peygamberlik sabit olduktan sonra bile
öldürme ve küfür gibi cinâyetleri onaylayanların ve Allah Teâlâya karşı,
isterse şaka ve alay şeklinde olsun, "Allah fakirdir, biz zenginiz"
demek cüretinde bulunanların, bir peygambere karşı ortaya atmaya uğraştıkları
şüphelerin ve itirazların gerçekten kalblerini meşgul eden ilmî bir şüphe
değil; sırf değişmez hakikatlara karşı inad ve kibirlenme yoluyla, zorbalık ve
düşmanlık hissiyle ortaya atılmış bir ahlâksızlıktan ibarettir. Ve bunların
gerçek cevabı, nasihat dinlemeyip kendilerini ateşe atmakta ısrar edenleri
bırakıvermek gibi, söz ve fiillerinin korkunç sonuçlarına fiilî olarak
atıvermek ve deyivermektir. Bunun için buyuruluyor ki, yazacağız ve yakıcı
azabı tadınız diyeceğiz. Harîk "mü'lim" mânâsında "elîm"
gibi, "müf'il" mânâsında "feîl" olarak "muhrik"
mânâsına gelir ki, yakıcı cehennem azabı demek olur. "el-Harîk",
cehennem tabakalarından bir tabaka diye de açıklanmıştır. Bununla birlikte
harîk, dilimizde olduğu gibi ihtirak, yanış ve yangın mânâsına da geldiği için
haydi yakmak istediğiniz fitne ve ihtilal yangınının azabını kendiniz tadınız
bakalım demek de olabilir. Bu emrin hesap zamanında mı, yoksa ölüm zamanında mı
verileceği hakkında iki rivâyet vardır.
182-Bu emir verilirken ilâhî adalet anlatılmak
için şu da eklenecektir: Bu azab, önce kendi elinizle, yani kazanma gücünüzle
yaptığınız sözlü, fiilî, i'tikâdî günahlar; bir de Allah Teâlâ'nın kullarına
zulmedici olmaması sebebiyle ilâhî bir adalettir.
183- Bu, yukardaki ya sıfat olarak merbut
(bağlı)tur. Zemm (kınama) üzere nasb veya ref veya bedel olması da caiz
görülmüştür. Bu âyetin iniş sebebinde rivâyet edilir ki, yahudi reislerinden
Ka'b b. Eşref, Malik b. Sayf, Vehb b. Yahuza, Zeyd b. Manuh, Fenhas b. Azura ve
Hüyey b. Ahtab gelmişler, Resulullah'a: "Sen, Allah Teâlâ'nın seni bize bir
peygamber olarak gönderdiğini ve sana bir kitap indirdiğini iddia ediyorsun.
Halbuki Allah Teâlâ bize, Allah tarafından gönderildiğini iddia eden bir
peygamber ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe kendisine iman etmememize
dair ahid vermiş, yani böyle emir ve tavsiye etmiştir. Şu halde sen bu mucizeyi
gösterirsen seni tasdik ederiz." demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi.
Bu ateşten maksad, gökten bir fışıltı ile inen bir nâr-ı beyza (beyaz bir
ateş), kurbanı yemesi de yakıp ateş haline çevirmesi demek olduğu ve kurbanın
kabulüne işaret olmak üzere böyle bir ateş ile yakması geçmiş peygamberler
zamanında yaygın bulunduğu da naklediliyor. Fakat bu mucize olmadıkça bir
peygamberin tasdik olunmaması, diğer deliller ve mucizelerin dikkat nazarına
alınmaması hakkında yahudilere ilâhî bir ahdin bulunduğu iddiası, Hz.
Peygamber'e iman etmemek için uydurulmuş bir yalan ve iftiradan başka bir şey
olmadığı da muhakkaktır. Çünkü bunun gayesi, bir mucizesi olmasıdır. Ve Allah
Teâlâ'nın sonsuz mucizeler yaratmaya kudreti de malumdur. Şu halde buna diğer
mucizelerden fazla bir kıymet verilmesi ve bunun iman için ilk şart sayılması
tam iftira olur. Bununla beraber bu kurban meselesinin bir müddet cereyan edip
İsa'nın dili ile nesholunduğu (kaldırıldığı)da söylenmiştir. İşte Allah Teâlâ
onların yalan, iftira ve fikirlerinin iman etmek maksadıyla bir mucize isteği
olmayıp, sırf kibirlenme olduğunu çok belagatlı ve ince bir şekilde açıklamakla
onları ilzam (susturmak) için buyuruyor ki: Ey Muhammed, sen onlara şöyle söyle:
"Benden önce size bir çok peygamber açık açık deliller, mucizelerle ve o
söylediğiniz kurban ve ateş mucizesiyle geldilerdi." Zekeriya, Yahya ve
diğer İsrailoğulları peygamberleri gelmişler ve İsrailoğulları peygamberleri
olmaları bakımından mucizeler arasında bu söylenen mucizeyi de elbet
göstermişlerdi. Siz sözünüzün delaleti üzere, bu kurban mucizesi gösterilirse
iman edeceğiz demekte doğru ve ciddi iseniz o peygamberleri niçin öldürdünüz
ya? Yani sizin dedeleriniz onları öldürdükleri gibi, siz de bugün onların fikir
ve yolunda bulunuyor ve onların öldürülmesine razı oluyor, doğru buluyor ve
kıymet veriyorsunuz. Hâlâ inat ediyor, o peygamberlere iman etmiyor ve o
öldürmelerden dolayı tevbekâr olmuyorsunuz. Halbuki Muhammed Resulullah'a iman
etmek için bütün bu peygamberlere iman etmek şarttır. Siz onları tasdik etmeden
ve o günahlara tevbe etmeden Muhammed'i tasdik etmiş olamazsınız. Ve mademki
onlar kurban mucizesini de gösterdikleri halde hâlâ iman etmiyorsunuz, o halde
çok açıktır ki, bugün istediğiniz bu mucizeye yine iman etmiyeceksiniz. Buna
göre ahid (anlaşma) davanız iftira olduğu gibi, bu isteğiniz de yalandır. Bu
iftirayı tasdik mânâsını içine alacak bir mucize olamaz. Bugün böyle bir şey
gösterilmiş olsa, iddia edilen anlaşmanın varlığını tasdik demek olur. Allah
Teâlâ bu iftirayı tasdik etmez ve siz gerçekte o peygamberlerin peygamber
olduğunu bildiğiniz halde, yakinen (kesin bir şekilde) iman etmediğiniz gibi,
bugün de öylesiniz. İşte Ey Muhammed, sen onları Kur'ân'ın bu i'cazkâr
cevabıyla sükuta zorla ve sustur, sakın üzülme, çünkü:
184- "Eğer seni yalanlamışlarsa, senden
önce de peygamberler yalanlanmışlardı ki, onlar da açık deliller, sahifeler ve
aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi." Beyyinat, açık mucizeler. Zübür,
sahifeleri de içine almak üzere genelde kitab demek olan nin veya un çoğuludur.
Kitab-ı münir (aydınlatıcı kitap)in buna atfı, atfü'l-hâss ale'l-âmm (hassın,
âmma atfı) kabilindendir. Bundan da maksad, Tevrat ve İncil denilmiştir. Fakat
Kur'ân âdetinde kitab, şeriatleri ve hükümleri içermiş olandır. Bunun için
çoğunlukla hikmet ile birlikte anılır. Yalanlanmaya maruz kalmak, doğruların
pek çok gücüne gideceği için Resulullah da bundan dolayı kederli olurdu. Burada
öteden beri bu denemenin bütün peygamberler hakkında ilâhî bir kanun olduğu
açıklanarak Resulullah'ın kalbi tatmin buyurulmuş ve bundan sonra doğrulara
va'd (müjde) ve yalancılara vaîd (tehdit) olmak üzere de şu hatırlatılmıştır:
185- Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır. (Yani
herkes ölecektir) Nefs, zat ve ruh mânâlarına geldiği için, bundan bazı
kimseler ruhun ebedî olduğu mânâsını anlamışlardır. Çünkü tatmak, bir hayat
eseridir. Ve zevk anında tadıcının bakî (ebedî) olduğunu anlatır, yoksa zevk
tasavvur olunamaz. O halde mânâ: "Her nefis bedeninin ölümünü tadacaktır"
demek olur. Bu da nefsin, bedenden başka olduğunu ve bedenin ölümüyle onun
ölmeyeceğini anlatır. Şu halde ölüm zorunluluğu cismânî hayata mahsus olup,
mücerred (soyut) ruhların yok olmadığını söylerler. Ve ahiret meselesini bu
şekilde ruhun ebedî oluşuna dayanan ruhanî (ruhlara ait) bir hayat tasavvur
etmişlerdir. Fakat diğer taraftan bir çok tefsirciler ve bilginler demişlerdir
ki, bu şekil yorum, bir zorlamadır. Zaikatü'l-mevt demek ölecektir demek olduğu
açıktır. Belli ki tadan kim ise, ölen o olacaktır. Evet bedenin ölmesiyle nefis
ve ruhun büsbütün yok oluvermeyip bir müddet kalabileceği diğer delillerden
açıkça anlaşılıyor ise de, genelde ruhların ölmedikleri davası ne aklen, ne de
naklen zorunlu olarak sabit değildir. Önce "zaikatü'l-mevt", herhalde,
tadan nefsin ölümünü ifade etmektedir. Rivâyetler de bu mânâyı göstermektedir.
Rivâyet olunuyor ki, ne zaman "Yeryüzündeki her canlı yok olacak."
(Rahman, 55/26) âyeti indi melekler, yeryüzündekiler öldü dediler. Sonra indiği
zaman biz de öldük dediler. Ruhların ölümünü de ifade etmeseydi, meleklerin
ölümünü de anlatmazdı ve melekler için ölüm ve yok olma düşünülünce, beşer
ruhları için de düşünülmesi gerekir. Ancak genel hükmünün de umumi üzere
cereyan edemeyeceği de hatırlatmaya değer görülmüştür. Çünkü "Allah'ın
diledikleri hariç olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş
olacak." (Zümer, 39/68) âyetinde Allah Teâlâ'nın diledikleri, bu genelden
hariç tutulmuşlardır. Buna göre göklere ait olsun, yere ait olsun, gerek
melekler ve gerek bütün nefisler yanında ebediyete kadar ölmeyecek olanlar da
bulunabilecektir. İşte İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşleri budur. Özetle
ruhun ebedî oluşu inkar edilemez. Ve fakat umum için zorunlu değildir. Dinin ve
ahiretin imkanının, mutlak olarak, ruhların ebedîliği nazariye (teori)sine
dayanması da zorunlu değildir. "Kıyamet" kelimesi de tamamen yok
oluşu ve ondan sonra kıyam (öldükten sonra dirilme), neşr ve haşr (dağılıp,
toplanmay)ı ifade eder ki, ölüm ve öldükten sonra dirilme, özetle ahiret inancı,
bir ebedî olma inancıdır. Fakat bu ebedîlik, ilk oluşum değil, ikinci
oluşumdur.
Evet her nefis ölümü tadacak; dünyanın ne
üzüntüsü, ne sevinci hiç biri kalmayacak, ve sevaplarınızın size tam olarak
ödenmesi de ancak kıyamette olacaktır. Dünyada iyi veya kötü bütün çalışmaların
sevap veya cezasını yine dünyada elde etmek mümkün değildir. Mesela şehidlerin
kanlarıyla kazanılan savaşların başarı meyvelerinden o şehidlerin dünyada
istifade etmelerini düşünmek tenakuz (çelişki) olur ki, bütün faziletler de
böyledir. Gerçi dünyada hiçbir ücret verilmez de değildir. Burada da bazı
çalışmaların karşılığının alındığı da vardır. Fakat bu dünyada sonuç, ölüm ve
yok olmak muhakkak bulunduğu için; gelen herhangi bir menfaat ve tad, kesilme
ve sona erme korkusuyla karışık ve muhakkak gam ve kederle sarılıdır. Gamsız
sevinç, korkusuz eminlik, ıztırapsız lezzet, kesintisiz ebedi saadet kıyamet
gününde hasıl olur. Mizan (tartı) ve hesabın temizlenmesi oradadır. Bunun için
cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete sokulan her kim ise, işte o kendini
kurtarmış ve her muradına ermiştir. Yoksa dünya denilen o fani hayat,
müşterisini aldatan gurur sermayesinden başka hiç bir şey değildir. Serap gibi
parıldar, bulut gibi geçer gider. "Meta' " satılık kumaş ve
kullanacak aletler ve avadanlıklar veya gerek aletler ve avadanlıklar, gerek
mallar ve diğer genel faydalanmaya yarayan az-çok lüzumlu şey mânâlarına gelir
ki, dilimizde "matah" dediğimiz zaman bu üçüncü mânâyı kastederiz.
"Gurûr " aldanmak demek olduğu gibi, ın çoğulu olarak aldatıcılar
demek de olabilir. Meta-ı gurur (gurur metaı), müşteriyi kandırmak için allanıp
pullanarak hoş gösterilen ve alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan meta
(sermaye, mal) demektir. İşte dünya hayatı budur. Bunun alıcısı olanlar, bütün
nazar (bakış) ve ümidini buna dikenler, ne saadet görülecekse bunda görülecek
sananlar aldanmış olurlar.
Burada, bu gurur metaına aldanıp da küfür,
yalanlama, aldatma ve bozmanın arkasında koşan düşmanların rahatsız etmelerine
karşı Resulullah'a ve ona tabi olan müminlere bir teselli ve nasihat vardır.
Şimdi bu düşmanların saldırılarının daha kesilmeyeceğini ve bundan böyle bu
kâfirlerin daha bir çok eziyetlerde bulunacaklarını anlatmak ve bu şekilde
müminleri gaflet ve aldanmadan korumak, ilim ve bilgi üzere tam bir güçle
hareket etmelerini, olaylar karşısında zayıflık ve telaşa düşmemelerini
hatırlatarak geleceğe hazırlayıp Bakara sûresinin sonundaki "Kâfir
kavimlere karşı bize yardım et" (Bakara, 2/286) duasının kabul olma yolunu
tam olarak göstermek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
186- Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınız
hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve
Allah'a ortak koşanlardan size eziyet verici bir çok söz işiteceksiniz. Eğer
sabreder ve Allah'dan gereği gibi korkarsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren
işlerdendir.
187- Bir zaman Allah, kendilerine kitap
verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu
gizlemiyeceksiniz." diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve
onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür.
188- O yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları
şeylerle de övülmek isteyenlerin (onacaklarını) sanma! Onların azaptan
kurtulacaklarını da sanma! Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
189- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.
Allah her şeye kâdirdir.
190- Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile
gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten
açık, ibretli deliller vardır.
191- Onlar ayaktayken, otururken ve yanları
üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde
düşünürler. Ve "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi
ateşin azabından koru." derler.
192- "Rabbimiz! Sen kimi cehennem ateşine
sokarsan onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur".
193- "Rabbimiz! Biz, 'Rabbinize iman
edin' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz!
Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, bizleri sana ermiş kullarınla
beraber yanına al".
194- "Rabbimiz! bize peygamberlerine vaad
ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Muhakkak sen verdiğin sözden
dönmezsin".
195- Rableri onlara şu karşılığı verdi:
"Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir çalışanın amelini zayi
etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar,
yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler... Onların günahlarını
elbette örteceğim ve Allah katından bir mükafat olmak üzere, onları altından
ırmaklar akan cennetlere de koyacağım. En güzel mükafat Allah katındadır".
196- Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın
seni aldatmasın.
197- Bu, az bir geçimliktir. Sonra onların
varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir yataktır orası!
198- Fakat Rablerinden gereğince korkanlar
için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada ebedî olarak
kalacaklar, Allah katından ağırlanacaklardır. İyiler için Allah katındakiler
daha hayırlıdır.
199- Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah'a
inanırlar, size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a boyun eğerek
inanırlar. Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. Onların mükafatı da
Allah katındadır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
200- Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza
karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah'dan gereğince korkun ki, kurtuluşa
eresiniz.
186-Siz o gurur metâı (aldanma metâı)na sakın
aldanmayınız ve biliniz ki: mallarınızdan ve canlarınızdan muhakkak imtihan ve
tecrübe olunacaksınız. Mallarınızda yok edici bazı afetler, nefislerinizde
öldürülme ve yaralanma veya esir düşme veya diğer bazı zahmetler, meşakkatler,
korkular ve diğerleri gibi takdir edilmiş şeylerle deneneceksiniz.
İbtilâ'nın, külfet ve zahmet ile sınama ve
tecrübe demek olduğu yukarda geçmişti. Allah Teâlâ'nın tecrübe ile ilim
kazanmaktan münezzeh ve müstağni bulunduğu bilindiği için, bu gibi âyetlerde ve
imtihan muamelesi yapmak mânâsına bir istiaredir ki, nüktesi ilmi deneyin
önemine ve hareketlerde deneyin esas alınmasına kulları bir irşaddır.
Bu âyetin de, söylendiği üzere Fenhas olayı
veya şiirleriyle müşrikleri Resul-i Ekrem aleyhine teşvik eden ve heyecan veren
Ka'b b. Eşref veya Resulûllah'ın şeref verip Kur'ân okuduğu bir mecliste Eğer
bu doğru ise, meclislerimizde onunla bizi rahatsız etme. diye küstahlık eden
Abdullah b. Übeyy sebebiyle indiği hakkında üç rivâyet vardır.
Ve eğer bunlara karşı sabreder ve
başkalarından uzaklaşıp bütün varlığınızla Allah'ın korumasına girerek
korunursanız, işte bu sabır ve korunma ise azmi gerektiren işlerdendir. Yani azmedilmesi
gerekli olan şerefli, meziyetli, önemli işlerdendir. İmtihanda başarı bununla
olacaktır. Şu halde bunda yarış etmeli ve gurur malına aldanan ahlâksızlar gibi
olmamalıdır.
187-Ey Muhammed, bunu tebliğ et, şunu hatırla
ve hatırlat hani Allah kendilerine kitap verilmiş okur yazar olanların o
kitabı, yahut o kitapta peygamberliğinin doğruluğu sabit olan o peygamberlerin
sonuncusu şanlı Peygamber'i, insanlara hakkıyla açıklayıp anlatacaksınız ve onu
gizlemiyeceksiniz diye tekit ve kasem ile misak almış ve bunu onlara teahhüt
ettirmiş idi. Bu kitap verilmiş olanlardan maksad, kitap ehli olan yahudi ve
hıristiyan bilginleridir. Bunların, iş bu adıyla anılmaları, kendilerine Kur'ân
verilmiş olan müslümanların da böyle ahitleri alınmış bulunduğunu delalet yoluyla
hatırlatır. Buna göre müslümanların sözleşmesi, bu isimde açık bir şekilde
dahil olmamakla beraber, delalet bakımından dahildirler. Bunun için bazı
tefsirciler, burada da müslümanlar dahildir diye göstermişlerdir. Fakat bunun
ibare (metin) ile olmayıp, delaletle olacağının unutulmaması gerekir.
Bu sözleşme ne zaman ve nasıl alınmıştır?
Malumdur ki, kitabın mahiyeti, neşr, beyan ve hakikatleri ve hükümleri tebliğ
içindir. Buna göre bir kitaba sahip olmuş bulunmak, kitap ehli ve okur yazar
olmak, o kitabın neşr ve beyanını üzerine almaktır. Bundan başka Allah'dan
gelen kitapların hepsinde, bunların hakkıyla neşr ve beyanı emir, teklif ve
irâdî delillerle isbat olunmuştur. Sonra Tevrat ve İncil'in içeriği meyanında o
peygamberin, yani en son Peygamber hazretlerinin vasıfları ve peygamberliğinin
doğruluğu müjdelenmiş ve açıklanmış ve buna iman, o kitaplara iman cümlesinden
olmuştur. Ve bilhassa bu ahir zaman Peygamberi'nin, bu istikbal Peygamberi'nin
müjdelenmesi o kitapların ve kitap ehlinin takip ettiği ve beklediği en büyük
bir müjde bulunuyordu. Şu halde Tevrat ve İncil'in neşr (yayma) ve beyanını
üzerine almış bulunan kitap ehli bilginlerinin en büyük görevi, ilâhî
kitaplardaki hak ve hakikatin hiç birini gizlemeyerek neşir ve beyan olduğu
gibi, bunun yanında özellikle son Peygamber'in peygamberliğinin doğruluğunu da
hiç bir şekilde saklamayıp neşr ve beyan etmek, hem genel ve hem özel şekilde
üzerine alınmış bir görev idi. İşte bu âyetin açıklama hedefi de budur. Genel
görüşe göre nün zamiri, kinaye, özel görüşe göre de o Peygamber'e racidir. Bunun
için Said b. Cübeyr ve Süddi rivâyetlerinde zamir, Muhammed'e; Hasen ve Katade
rivayetlerinde kitaba irca edilmiş (gönderilmiş)tir. (Bakara sûresindeki 40,
134 ve 146 ncı âyetlere bkz.)
İşte bunlar, böyle üzerlerine alıp antlaşma
yaptılar da o kitabı arkalarına attılar, antlaşmalarını yerine getirmediler,
hakkı (gerçeği) gizlediler de Peygamber'e ve müslümanlara eziyet verip rahatsız
etmeye kalkıştılar. (Bakara sûresindeki 101. âyete bkz.) Bunu önce yahudiler
yapmış, sonra hıristiyanlar da o yola gitmiş olduğundan, burada da
hatırlatılmıştır. Bunlar böyle yaptılar, ve karşılığında az bir bedel aldılar.
Aldanma metâı olan dünya hayatına aldanarak az bir para veya menfaat
karşılığında susarak veya tevil ederek ve bozarak veya görmemezlikten gelerek
hakkı (doğruyu, gerçeği) gizlediler. Bu semen (bedel), gerçekte ne kadar çok
olursa olsun, bitici ve fânî olduğu için, ebedî ve sonsuz olan ahiret sevabına
göre pek az bir şey olduğundan "semen-i kalil" (az bir bedel)
buyurulmuştur. Böyle olmakla birlikte bununla, bunların esasında az bir dünya
menfaati için kitaplarını unutuverdiklerine ve onu süfli (aşağı) bir şekilde
beş on para için bile kötüye kullandıklarına da işaret buyurulmuştur. Ve
üzüntüyle (kaydedelim ki) hayli zamandan beri bu hale müslümanlar da düşmüştür.
Âlimlerden hakkı aramayıp, gönlüne göre yanlış bir "uygun" cevabı
almak için teşvik veya tehdit eden bir çok cahil, ahlâksız müslümanlar
bulunduğu gibi; böyle bayağı menfaatleri yolunda dolaşan ve ilmi, dini, bir
aldatma tuzağı kabul eden ulema taklitleri de ortaya çıkmıştır. İşte Cenab-ı
Allah, müslümanları özellikle bu hallerden sakındırıp sabır ve takva, sebat ve
azimle söz verdiğini yerine getirmeye sadakat ve ciddiyet göstermek, yüksek
himmet ile söz ve fiil olarak hakkı açıklamak, ilâhî emirlerin neşr ve
genelleştirilmesiyle Allah kelamını yüceltmek (i'lay-ı kelimetullah) için sevk
etmek ve kitap ehlinin durumunu kötü görmekle "yaptıkları alışveriş ne
kadar kötüdür." buyurmuştur.
188-Şimdi bunun yalnız bir kınamaktan ibaret
kalmayacağını ve genel şekliyle ahlâkta ciddilik ve tevazu (alçak gönüllülük)
tersine hareket edenlerin sonlarının acıklı olduğunu açıklamak için de
münafıklar dolayısıyle şu âyet inmiştir. Yaptıkları herhangi bir iş ile
sevinen, dilimiz tabiriyle böbürlenen ve yapmadıkları bir şeyle öğülmelerinden
hoşlanan kimseleri sakın azaptan kurtulacak bir yerde zannetme, asla zannetme,
hem bunlar için elim (acıklı) bir azab hazırlanmıştır. Bu âyet, münafıklar
sebebiyle inmiş olmakla beraber, hükmü, gerek diğer kafirler ve müşriklerden ve
gerek müslümanlardan bu davranışta bulunan gurur sahiplerinin hepsini içerir.
Gururlanmak, gelecekten gaflet etmek ve vazifenin kabul edilip güzel
bulunmasının kendine ait olmadığını bilmemek, yaptığı işi büyüksünüp kendine
onu büyük görmek gibi bir küçüklüktür. Ve yapmadığını yapmış gibi gösterip
öğünülmekten hoşlanmak ise hakkı, doğruyu bozmaktan zevk almak ve Allah'ı
unutmaktır. Önceki buna sevk eder. Bu ikisi bir yere gelince, de acıklı azabı
hak etmiş olur. Üzüntüyle beraber bu halde bulunanlar ne kadar çoktur.
"Yek beyza vü sad hezar gıdgıdak"
"Tek yumurta ve yüz bin gıdgıdak".
Burada Cenab-ı Allah, müslümanlara bütün
başarıyı temin edecek olan kulluk kemali ile yüksek ahlâkları telkin için
ruhları yaratılıştan hakka ve kalpleri gurur âleminden affedici Allah tarafına
çekerek sabır, Allah korkusu ve azmin bütün hedefini ve geçmiş beyanların
gerekli sebeplerini özetleyerek buyuruyor ki:
189- Bütün gökler ve yer devlet ve memleketi,
bağımsız olarak Allah'ın mülküdür. Bunun idaresinde ancak onun emirleri ve onun
kudreti hüküm sürer. Bunlar içinde Hakk'ın hükümlerinin tersine hareket etmek
istiyenler, elbette cezaya mahkûm olurlar. Onun kudretine hiçbir şey karşı
gelemez, Allah'ın kudreti sonsuzdur. Herkes, O'nun için çalışmalı ve her görevi
bu mülkü idare eden hükümler ve emirlerine, cereyan eden sünnetine uyarak ve
ancak onun adına yapmalıdır.
190-Bunu nasıl anlamalı? Bu noktada gönülleri
Hakk'ı bilmeye çekmek ve yönlendirmek suretiyle aydınlatma ve ilâhî saltanatın
şekil ve tecellilerinin sırlarını, Allah Teâlâ'nın tam kudret ve hikmetiyle
mülkünün sanatındaki tasarruf hükümlerini, sır ve yaratılış gayesini
keşfettirecek olan hak âyetlerini gösterme ve bütün bilgilerin usûl (metod)unu
öğretme ve dinin kemalinin gayesini anlatmak için buyurulmuştur ki: Göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde sayılamayacak nice alâmetler
ve deliller vardır ki, bütün kâinatın O'na mahsus olduğuna ve Allah'ın kâmil
kudretine, büyüklük ve azametine delalet ederler. Fakat bu âyet (alâmet)ler
herkes ve her akıl için değil, temiz ve tam akıl sahipleri demek olan içindir.
Öyle ûlü'l-elbâb (tam akıl sahipleri) ki "Semavat" (gökler) ve
"arz" (yer): Mekân kavramının içine aldığı bütün yükseklik ve
alçaklıklarıyla mekanlı varlıklar, "Halk " (yaratma): Bunların zat ve
sıfatlarıyla bulundukları şekil ve nitelikleri üzere var edilmelerini ve yok
edilmelerini ifade eden gerçek sebep anlayışının özü, "İhtilafu leyl ü
nehâr" (gece ve gündüzün değişmesi): Zaman anlayışını veren ve
hareketlerle ilgili olup, bu varlıkların yaratılmışlıklarını ve düzenlerini
gösteren devamlılık ve değişimdir. İşte hak (gerçek) ilimlerin keşif yolları,
işbu, "gökler ve yer, gece ve gündüz, yaratma ve değişim, akıl"
olaylar ve anlaşılmaları üzerindeki düşünmedir.
Abdullah b. Ömer (r.a.) hazretleri demiştir
ki: "Hz. Âişe'ye, Resulullah'dan gördüğün şeylerin en şaşırtıcısını bana
haber ver." dedim. Bunun üzerine ağladı ve uzun bir müddet ağladı da sonra
dedi ki: "Onun her işi şaşırtıcı idi. Bir gün bana geldi, yorganıma girdi,
hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da buyurdu ki, 'Ey Âişe, bu gece bana
Rabbıma ibadet etmek için izin verir misin?' Ben de, 'Ey Allah'ın Resulü, ben
senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, izinlisin.' dedim. Kalktı,
odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza
durdu, Kur'ân okudu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı yine ağlıyordu.
Hatta gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah
namazını bildiriyordu. Baktı ki ağlıyor, 'Ey Allah'ın Resulü, dedi, Allah Teâlâ
senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?' 'Ey
Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?' Bundan sonra
buyurdu ki, 'Nasıl ağlamıyayım, Allah Teâlâ bu gece şunu indirdi: Resulullah
bunu söyledi, sonra da 'Vay bunu okuyup da, bu babda düşünmeyene!.' Diğer bir
rivâyette, 'Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda düşünmeyenlere!'
buyurdu."
Bakara Sûresi'nde Allah'ın birliğini isbat ve
açıklama esnasında bu âyetin bir benzeri geçmişti. O daha geniş ve sekiz çeşit
delili içermiş olduğu halde, bunda o esasın bir özetiyle beraber, siyak (söz
gelişi) ve istenilen açısından çok ince bir gelişmesi vardır. Bunun için onun
sonunda Düşünen bir kavim için nice deliller vardır. (Bakara, 2/164), bunda da
temiz akıl sahipleri için nice deliller vardır. buyurulmuştur. Resulullah da bu
ayetle, diğerinden daha derin bir aşk ile ilgilenmiştir. Demek olur ki, önceki
bahiste genel olarak akıl yetebileceği halde, burada temiz ve halis akıl demek
olan " lübb" gereklidir. Çünkü orada, Allah'ın birliğinin isbatıyla,
Allah'ı bilmenin mebde' (prensip)leri bahis konusu idi. Burada ise o bilgide
terakki (yükselme) bahis konusudur ki, kendisinden sonraki âyette geçen
ifâdeleri, bu vasıflara işaret etmektedir. Fahruddin Râzî hazretleri bu terakki
açısından der ki: "Allah yoluna girene, ilk önce delilleri çoğaltmak
gerekir. Fakat kalb bir kerre Allah bilgisinin nuruyla aydınlandı mı, onun
artık o deliller ile meşgul olması, kalbin Allah bilgisinde garkolmasına perde
gibi olur. Zira aklın çeşitli düşüncelere iltifatı ile meşguliyeti, düşünme ve
idraklerinde derinleşme ve sonuca erişmeye engel olur. Bunun için salik (yola
giren) işin başlangıcında derinleşme ve istiksa (inceden inceye araştırma) ile
değil, basit bir seyir ile hareket edeceğinden, delilleri çoğaltmayı isterse
de, bilginin nuru bir defa kalbe düştükten sonra, o delillerin azalmasını ve
mümkün olduğu kadar kısa ve özetini arzu eder ki, kalbin Allah'tan başkasıyla
meşgul olmasından doğan zulmet (karanlık) kalksın da Allah bilgisinin
nurlarının tecellisi tamam olsun. Nitekim, "Ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz
ki sen, mukaddes bir vadide, Tuvâ'dasın." (Tâhâ, 20/12) fermanında buna
işaret vardır. İşte Bakara âyetindeki sekiz çeşit delil ve alâmet açıklandığı
halde, burada hepsinin esası olan "Göklerin ve yerin yaratılması, gece ve
gündüzün değişmesi" ile yetinilmiş olunması, bu terakki (yükselme)
hikmetiyle ilgilidir. Özetle orada (Allah'a seyr) isteniyordu, burada ise
(Allah'da seyr) istenmiştir. Bakara Sûresi âyeti, "Sizin ilâhınız tek bir
ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, çok merhametli ve bağışlayıcıdır."
(Bakara, 2/163) âyetini takip ediyor. Ve buna göre ilk önce vücud (varolma) ve
Allah'ın birliğine ait âyetleri bildirerek şirkten tevhide götürüyordu, buna
akıl yeterli idi. Buradaki âyet ise âyetini takip ediyor. Ve buna göre iman
sahiplerine Allah'ın saltanatının suret (şekil) ve tecelli sırlarını, Allah
Teâlâ'nın mülkündeki tasarrufunun hükümlerini, sır ve yaratılışın gayesini
isbat eden alâmetleri anlatmanın akışı içinde geliyor.
191-Bu da aklî ve naklî bilgiler ile süslenmiş
ve Allah'ın birliğine iman ile kulluk ve bilgide merhale katetmiş olgun akıl ve
inanmış kalb sahiplerinin karı olabileceğinden, aralarındaki farka işaret
buyuruluyor ki: Öyle tam akıl sahipleri ki, ayaktayken, otururken, yatarken,
yani gerek meşguliyet ve gerekse dinlenme hallerinin hepsinde Allah'ı
zikrederler, dillerinden bırakmazlar". Bu üç hal, insanın bütün hallerini
içine alır. Hatta bedene ait hareketleri içine aldığı gibi, yükselme, ortada
durma, düşme gibi halleri de içerir. Demek ki bu tam akıl sahipleri, her ne
halde bulunurlarsa bulunsunlar, kalpleri Allah'ı zikir (anmak)den başka bir şey
ile itmi'nan (tam güven) zevkini bulamadığından, Allah'ı zikirden gaflet
etmezler, gönülleri ilâhî murakabe (kendi içine dönme)ye müstağrak (dalmış)tır.
Burada zikirden maksad, gerek zat, gerek sıfat ve fiiller haysiyetiyle
zikirden, aynı şekilde lisanî (dile ait) zikre eşit olup olmamaktan daha genel
olarak, mutlak zikirdir. Abdullah b. Mesud hazretlerinin açıklamasına göre bu
zikirden maksad namazdır ki, kudretleri yettikçe ayakta, yoksa oturarak, yoksa
yattığı yerde namaz kılanlar demektir. Bununla beraber namaz, zikirler
cümlesinden sayılırsa da, bütün zikirler namazdan ibarettir de denemez, namazdan
e'am (daha genel)dır. "Ûlü'l-elbâb" (tam akıllılar)ın böyle Allah'ın
zikrine devam etmeleri ile vasfedilişleri, dinî terbiyede terakki etmiş halis
kullar olduklarına işaret eder ki, bu vasıf burada bahis konusu olan tefekkür
(düşünme) sûretiyle keşf ve müşahede edecekleri ilimlerin fenlerinin geçmiş bir
şartı demek olur. Bununla beraber , tertibe delalet etmeyeceği için, bunun bir
geçmiş şart olmayıp, düşüncenin bir ayrılmaz gereği olması da mümkün görünür.
Şuhud (görünür)dan, gıyabı (görünmezi) okuyabilen, vehim şüphelerinden uzak,
nefse ait ilgiler ve karanlık engellerden sıyrılmış halis, tam akıl sahibleri
olan, gidişatın gerçeklerini ve sıfatların hükümlerini düşünen, mülkün
tavırlarını ve gayb âleminin sırlarını gözeterek, melik, yaratıcı olan Allah Teâlâ'nın
sanatının inceliklerini ve kudretinin alâmetlerini görebilen bu tam akıl
sahipleri, bütün hallerde Allah sevgisi ile dopdolu olarak Allah'ı anarlar.
Ve göklerin, yerin aklı hayrette bırakan durum
ve yaratılışının hikmeti hakkında düşünceye girişir, her meselede Hakk'ın
emrini anlamak ve gereği üzere amel ederek görevi yerine getirmede başarılı
olmak için hükümler ve ilâhî tasarrufların cereyan şeklini gösteren sır ve
yaratılış nizamını telakkiye ve keşfe çalışırlar. Bu yaratılmadan, gökler ve
yer toplamının hem bütün, hem parça bakımından, hiçbiri hariç kalmaz. Gökler ve
yer şekiller, keyfiyetler ve ayan (varlıkların Allah katındaki şekiller)ı;
yaratma mefhumu da illiyyet (nedensellik) tesirinin hakikatini ifade ettiği
için, bu düşüncenin ilgilendiği şey, varlıkların şekillerini ve durumlarını
temaşa (seyir), tasvir, vasıflandırma, analiz, sentez ile sınırladıktan ve
sebeplerini araştırmakla hepsini müşterek oldukları yaratma mefhûmunda kısaca
toplayıp ve tasnif ederek, hepsini yüce yaratıcının yaratma sanatına
bağladıktan sonra ilâhî saltanatı müşahede (seyretme) ve ondan gelecek ve
ahirete doğru ilme ve hikmete ait sonuçları anlama ve telakki, bu şekilde
vazife hakkındaki ilâhî hükmü keşf ve tayin ederek, gereğini yerine getirme ve
gayeye isabet için yine yüce yaratıcının yardım ve yaratmasına sığınmak ve
iltica etmek ve böyle ahiret miad (sözleşme)ı ile ilâhî rızaya yürümektir. Şu
halde bu konu ve taleb edilen şey, bizzat ilâhî hikmet ve rabbânî siyaset
ilminin konusu ve isteği olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunda gerek
Astronomi ve gerek diğer kevnî (evrene ait) ilimler, beşere ait ilimlerin
konularının hepsi birer mukaddime (başlangıç) ve yol olarak dahil bulunduğunda
dahi şüphe edilmemelidir. Ve bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz "Geçmişlerin
ve geleceklerin ilimleri bana verildi." buyurmuştur. Ancak burada, çeşitli
konuları, ilimlerin küçük olan sınırları ve nazariyelerini, şirk ve çokluk
arzeden simalarını alıp, hepsinin yönelmiş olduğu tek küllî (tümel) ilme
yönelmek vardır. Bunun için bu konuda tefekkür bütün eşyanın ve beşere ait
bilgilerin halk (yaratma) mefhumu altında düzenlenmesi, tanzimi ve tevhid
(birleştirilmes)iyle Allah Teâlâ'ya dayandığını yakînen anlayan ve ancak Allah
sevgisi ve Allah'ı zikretmekle gönlü kanan tam akıl sahiplerinin şiarı olduğu
ve diğer konulardaki tefekkür, eşyadan Allah'a dönmüş olup, nihâyet Allah'a
dayanmakla mütenâhî (bitecek) olabildiği halde, bu konuda düşünmenin namütenâhî
(bitmez), devamlı olacağı ve bunun Evvel ve Zâhir (tecelli eden hak)
isimleriyle Allah'dan başlayıp, yine Ahir (son) ve Bâtın (gizli, derûn)
isimleriyle Allah'a dönmüş olacağı anlatılmıştır. Demek olur ki, bunda
yaratmanın görünüş ve tecellisinin yolunu tesbite çalışan tasvir ve tahdide ait
Tabiat ve Astronomi ilimlerinin araştırılmasına da büyük bir teşvik vardır.
Bütün gökler ve yer Allah'ın mülkü olduğu için, bu âlem kitabından okunabilen
her hadise, her nizam, Hak Teâlâ'nın hükümlerini ve tasarrufunun şekillerini
okumaktır. Onu okuyanlar ve gereğince hareket edenler, herhalde Hakk'ın nimetinden
nimetlenmiş ve istifade etmiş olurlar. Fakat bunun iki şekli vardır: Birisi
nimetin sahibi olan Hâlik Teâla'dan gaflet etmek, görmezlikten gelmek ve ona
tabii şekilde şükrünü eda etmekten kaçınıp küfür karanlığına sapmaktır ki,
bunun asıl mahiyeti Allah'ın mülkü içinde eşkiyalık ederek geçinmeye çalışmak
olduğundan, sonucu felaket ve pişmanlıktır. Ve bu türlü ilim ve fenlerden
nimetlenenlerin başı İblis ve şeytanlardır. Diğeri hakiki, gerçek nimet vereni
tanıyarak, ona şuur ve iman ile tabi olduğunu ve uyduğunu arzederek, şükrünü
yerine getirmeye çalışmak ve bütün hareketlerini Allah'ın mülkü içinde,
Allah'ın hükümlerinin tatbikine sarfetmektir ki, bunun önderleri de melekler,
peygamberler, sıddıklar, şehidler gibi halis kullardır. budur. Bunlar göklere
çıkınca düşmemek üzere çıkarlar. Öbürleri ise düşüp helak olmak için çıkmaya
uğraşırlar. Yukardan beri tesbit olunagelen bu mânâlarla bu âyet, yaratılışın
tefekkürüne sevkederken; hem Tabiat ilimlerinin incelenmesini teşvik ediyor,
hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders veriyor ki, bu ders şu iki
noktada özetlenebilir: Birincisi, gökler ve yer mefhumlarının ifade ettiği
varlık tabakaları içinde birbirinden bazı değerlerle ayrılmış çeşitli konular
etrafında toplanacak bilgiler ve kaideleri, birbirinden her yönden ayrı ve
tamamen müstakil birer yüksek ilim kabul etmeyip, bu bilgilerin üst bir ilmî
nizamda birleştiklerini ve o konuların yüksek bir ilim konusuna dayanmış
bulunduğunu unutmamak. İkincisi, çeşitli tabiî sebeplerin tesirleri altında
mahkum kalmayıp, olayları ve olayların nizamını, eşyanın tabiatı namına değil;
Hâlık Teâlâ'nın tek yüksek kudreti namına kaydetmek, yani gerçek sebebine
dayamanın gereğidir. İşte bu marifet (bilgi) noktasına yükselmiş olan
ûlü'l-elbâb (tam akıl sahiplerin)ın zikri ve fikri Allah'ın ihsanları olur da,
seyr-i billah (Hak'da yürümek)la kesilmeyen ilâhî sanatın eşsiz güzelliklerini,
göklerin ve yerin sırlarını ve ilâhî hikmetleri düşünürler. Ve düşünürken
"Ey Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın..." diyerek bu hüküm ve
akide (inanç), bu rûh hali ve bu neşe, iltica ve ümit ile hareket ederler.
"Batıl" üzerine hiçbir hüküm ve hikmet, fayda ve maslahat (menfaat)
gerekmeyen demektir ki, aşağı, faydasız, gidici ve kaybolucu, beyhude ve abes
olabilir.
Ey Rabbimiz, sen bu mahlûku (yani gökler ve
yer toplamı olan şu âlemi), batıl, hüküm ve hikmetten, fayda ve menfaatten
uzak, mânâsız olarak yaratmadın. Gece ve gündüz değişiklik içinde, yokluktan
yokluğa devam edip giden şu değişken olayların manzaraları; ne sadece yokluk,
ne hiçbir fayda sağlayıcı olmaksızın geçip sonsuz yokluğa giden yalnız
devamsızlık, ne de hiçbir hikmet ve faydayı içermeyen lüzumsuz bir şeydir. Bu
ne yalandır, ne oyundur, ne de nizamsız, sonsuz, semeresiz, hikmetsiz, boş,
dipsiz bir şeydir. Bunda her ilk oluş, bir ikinci oluşun başlangıcı; her hadise
sonsuz olayların yoludur. Eğer bunların gerek mekan ve gerek zaman itibariyle
aralarında gerekli bir nizam bulunmasaydı ve eğer şu olayların kıymetleri
yalnızca ilk oluşlarıyla ölçülmek gerekseydi ve eğer bu şekilde bir aldatıcı
mal olan dünya hayatı üzerine gelecekte hiçbir hüküm gerekmeseydi, bu
yaratılmışlar da batıl ve yersiz demek olurdu ve hatta bu gurur metâı bile
mümkün olmazdı. Şu halde her anında yok olucu ve aceleci olan şu olaylar silsilesi,
ilâhî saltanatta genel bir düzen üzere cereyan etmekte ve nice nice hikmet ve
menfaatleri içine alarak sonsuz gelecekte bir ikinci oluşa doğru yürümektedir
ki, bunun bir metâ olabilmesi o yöndendir. Ve batılın bir aldatma metâı
olmaktan çıkması da ancak o yöne dönmesindedir.
Sübhansın yâ Râb, seni tenzih ederiz, sana
lâyık olmayan vasıflardan, fiillerden ve bu cümleden olarak hikmetsiz bir şey
yaratmaktan mülkünü, irade ve sanatını batıla yönelmiş olmaktan uzak tanırız.
Gerçi sen bunları istediğin irade ve sanatınla icad eder ve yaratırsın. Fakat
irade ve sanatın hikmetten uzak olmaz, o hikmetin ve nizamın kendisidir. O
halde sen bizi batıl inanç ve amellerin, hikmet gereği sebep oldukları ateş
azabından koru.
192-Çünkü sen kimi cehenneme koyarsan onu
rezil etmişsindir. Öyle ise bizi böyle olmaktan muhafaza et.
193- Ey Rabbimiz, bir münadi, bir davetçi
işittik ve dinledik ki, "Rabbinize iman ediniz" diye çağırıyordu. (Bu
çağıran Resulullah veya Kur'an'dır). Bu "nida" (çağrı), bizim
kulaklarımızda, vicdanımızda tesirini gösterdi, çınladı. Âlemin yaratılışı
nizamsız, hikmetsiz olmadığı içindir ki, bu nida (çağrı), bizde tesirini
gösterdi, iman ve sağlam bilgi edinmemize sebep oldu, biz de iman ettik. Burada
"zünub", kebâir (büyük günahlar); seyyiât (günahlar), sağair (küçük
günahlar) ile tefsir edilmiştir ki, "Eğer büyük günahlardan kaçınırsanız
kusurlarınızı örteriz." (Nisa, 4/31) âyeti de bunu teyid edicidir. Ve
bizim ruhlarımızı ebrar (Allah'a yakın olanlar) ile beraber olarak al, yani
bizi onlardan say, onlarla beraber haşret.
194-195- Ey Rabbimiz bütün peygamberlerine
karşı bize vaad etiğin vaadlerini de bize ver, biz bu çağırıcıya iman ederken
peygamberlerin hepsine iman ettik, hiçbirini ayırmadık. (Âli İmran, 3/179)
buyurulmamış mı idi? Günahlarımızı affet, kusurlarımızı örtecek itaatlar nasip
eylede vaad edilen yardımları, ecir, sevab ve saadeti ihsan eyle. "Bizi
kıyamet günü rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden caymazsın." İşte dan
buraya kadar devam eden bu duaları tekrar ederek düşünürler, kendilerinin halis
kullar olduklarını anlatan bu dualar, onların düşünce anındaki halleri ve
düşüncelerinin hakim başlangıçlarıdır. Bazı tefsirciler bunları hal yapmıyarak
düşüncelerinin sonucu gibi göstermek istemişlerse de, çoğunluğun açıklamasına
göre bunlar kelimesinin zamirinden haldir ki, o tam akıl sahiplerinin düşünce
esnasındaki hallerini anlatır. Doğrusu da budur. Çünkü bilhassa hükmü,
tefekkürün sonucu olsaydı düşünme mümkün olmazdı. Çünkü düşünmek, esasen mutlak
bir hikmet inancının sonucudur. Bu inancın kaynağına bu da, diğer ilk fikrî
prensipler gibi bir fıtrî (doğuştan) veya talîmî (öğretime ait) veya terbi-yevî
(eğitimle ilgili) hüküm olabilir. Asıl netice ise "fâ-i netice" ile
başlayan şu rabbânî (ilâhî) iltifattır. "Rableri de dualarına şöyle
karşılık verdi: 'Ben içinizden erkek ve kadın hiçbir hayır işleyenin işlediğini
boşa çıkarmam..." Müminlerden bazısı müşriklerin veya yahudilerin ticaret
ve refah içinde oluşlarını, ferah, fehûr seyahatler ederek refah içinde
yaşadıklarını görerek, "Allah'ın düşmanları böyle ferah içinde dolaşıyor,
biz ise açlıktan, sıkıntıdan helak oluyoruz." demişlerdi. Bunun üzerine şu
âyetler inmiştir:
196-199- ki ne kadar dikkate şâyândır!
Nuzül, bir misafire ilk geldiği sırada ikram
edilmek üzere hazırlanan yiyecek, içecek ve diğer ikramiye ki, Türkçe konukluk
tabir olunur.
Bununla beraber o kâfirler içinde hüsn-i
hatime (güzel sonuç)ye nail olup müminler topluluğuna girecek olanlar da
bulunduğu unutulmamalıdır. Şöyle ki: "Şüphesiz kitap ehli içinde kimi de
vardır ki, Allah'a iman ettikleri gibi, kendilerine indirilene de, size
indirilene de iman ederler." Bu son kayıtlar gösterir ki, bunlar ciddi
olarak müslüman olacaklardır. Ve nitekim bu ana kadar olagelmişler ve yine olacaklardır.
Bu âyet, ta yukardaki (Âli İmran, 3/137) âyetinin de bir izahı gibidir.
Onun gibi bunun da Musevî (yahudi) iken
müslüman olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarının veya İsevî (hıristiyan) iken
müslüman olan Necrân ehlinden kırk, Habeş'den otuz, Rum'dan sekiz ve toplam
olarak seksen kişinin müslüman olmaları dolayısıyla indiği rivayet edilmiştir.
Fakat İbnü Abbas, Câbîr ve Katade demişlerdir ki: Habeş hükümdarı Necaşî Asâme
vefat ettiği zaman Resulullah onun üzerine gıyaben cenaze namazı kılmıştı. Bunu
gören münafıklar: "Hiç görmediği bir hıristiyan üzerine namaz
kılıyor." demiş olduklarından Necâşî hakkında inmiştir. Rivâyet bakımından
en yaygın olan budur. Necâşî'nin ölümü de hicretin dokuzuncu senesinde
olmuştur. Bunlardan başka bu âyetin bütün kitap ehlinden imana gelenler
hakkında inmiş olduğu da rivayet edilmiş ve Mücahid bunu söylemiştir ki, âyetin
mefhumuna bu daha uygun görülmüştür. Çünkü herhalde iman ederler mânâsına,
gelecek zaman da açıktır.
200-Sözün kısası ey iman edenler, siz telaş
etmeyiniz, sabırlı olunuz, (haberde geldiğine göre sabır üç derecedir: Musibet
(ansızın gelen bela)e sabır, itaat etmekte sabır, isyandan sabır), ve sabırda
Allah düşmanlarıyla yarışıp onların üstüne çıkınız, yani imtihan ve mücahede
mevkilerinde düşmanların sabrının üstüne çıkmaya ve nefsinizin arzularını
yenmeğe çalışınız ki, sabırlı olmaya alışırsanız bunu yapabilirsiniz. Ve
murabata edi (nöbetleşi)niz, ribat yapı (sağlam yürekli olu)nız, imam ardında
cemaatle namaz gibi birbirinize bağlanıp vazifeye dikkatli olunuz ve özellikle
savaşa düşmanlarınızdan çok hazırlıklı bulunarak atlarınızı bağlayıp hududlarda
ve mevzilerde karakol bekleyiniz. "Ribat", Allah yolunda devam
etmektir. Bu aslında "rabt-ı hayl" yani at bağlamaktan alınmıştır ki,
düşmana karşı atını bağlayıp gözetlemek ve beklemek demektir. Sonra İslâm hudud
(sınır) şehirlerinden birinde bekleyenlere, gerek süvari ve gerekse piyade
olsun, genelde murabıt (nöbet bekleyen, nöbetçi) adı verilmiştir. Fakihlerin
ıstılahlarında murabıt, hudud şehirlerinden birine bir müddet beklemek için
gidendir. Aile ve efradıyla beraber oralarda oturan ve hayatını kazanarak
yaşayan hudud sakinlerine murabıt denilmez. Zamanımız terimine göre murabıt,
Allah yolunda silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen
askerler demek olur. Buhârî ve Müslim'de Sehl b. Sa'd'den rivayet olunduğu
üzere Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki, "Allah yolunda bir gün karakol
beklemek, dünya ve mafiha (onda olanlar)dan hayırlıdır". İbnü Mâce sahih
senedle Ebü Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Resulullah
buyurmuştur ki: "Her kim Allah yolunda murabıt olarak, yani karakol
beklerken ölürse, işleyegeldiği iyi amel üzerine icra edilir, rızkı da üzerine
gönderilir durur, fitnecilerden emin olur ve Allah Teâlâ onu korkudan emin
olarak diriltir." Ebu'ş-Şeyh'ın Hazreti Enes'den merfû olarak tahric
ettiği bir hadiste: "Karakol yerinde namaz, iki milyon namaza
eşittir". Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet edilmiştir ki: "Ribat
(nöbet bekleme), cihaddan daha faziletlidir. Zira ribat, müslümanların kanını
muhafazadır. Cihat ise müşriklerin kanını dökmektir".
Bunları yapınız Allah'dan gereği gibi
korkunuz, mutlak olarak emirlerine karşı gelmekten sakınınız, korumasına
koşunuz ki, felah bulasınız (kurtulasınız), isteklerinize nail,
temennilerinizde başarılı olasınız, dualarınızın kabul olduğunu göresiniz. İşte
Bakara Sûresinin sonundaki "kâfirler toplumuna karşı bize yardım
eyle!" duasının da tam cevabı.
Burada Âli İmran Sûresi son bularak Zehraveyn
(iki zehra) bir kavuşma noktasında buluşmuş ve bunun özel bir inkişafı olmak
üzere rabbânî terbiye, insan yaratılışı ve kardeşliğinden tutarak, sosyal
hayata ait oluşum ve ilişkilerin bir aslı olan aile hayatıyla ilgili haklar ve
vazifelerin açıklanması ve din eğitiminin tamamlanması yolunda, aşağıda
geleceği şekilde, Nisâ Sûresi başlamıştır:
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Ali İmran Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.