Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Ahzab Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
33-AHZAB:
1- Ey Peygamber! Geçmişte indirilen kitaplarda
adı sanı bilinen şanlı peygamber! Sadece Allah'tan kork, başkasından değil.
Bu yüce sûrede Peygambere karşı kâfirlerin ve
münafıkların dedikodularına sebep olacak bazı hükümler ve ilâhî emirler
indirileceğinden onlara karşı her şeyden önce peygamberi desteklemek için bu
hitab ile başlanmıştır. Bu hitab, Ahzab savaşı ile hınçlarını alamayan
kâfirlerin ve münâfıkların Zeyd ve Zeyneb meselesi yüzünden koparacakları
yaygaraları, yayacakları yalan ve düzmece sözleri ile, başka bir saldırı
hazırlayacaklarına işaret ederek onların da öbürleri gibi bir etkisi
olmayacağını önceden haber veren ilâhî bir emirdir. Onun için buyuruluyor ki,
takvayı Allah'a yap! Allah'tan kork. Kafirlere ve münafıklara itaat etme.
Onların sözlerine kulak verip de görevini yerine getirmekten çekinme, muhakkak
ki Allah çok bilen, ve hakîm (her yaptığını yerli yerince yapandır)dir. Allah
bütün yararlı ve zararlı olan şeyleri bilir. Emirlerini de ilmiyle ve
hikmetiyle verir; onun için yalnız O'ndan kork, O'na itaat et.
2- Ve Rabbinden sana ne vahyolunursa onun
ardınca git. Muhakkak ki Allah, her ne yapacaksanız haberdar bulunuyor. Vahyi
de ona göre veriyor, onun için kâfirlerin ve münâfıkların dediklerine bakma,
sana vahyolunana tabi ol.
3- Ve Allah'a tevekkül et, itimad et. Vekil
olarak Allah yeter. Ondan başka dayanacak, işler kendisine havale edilecek
yoktur. Zira O'nun koruduğuna başkası zarar veremez, O'nun vereceği zarardan da
başkası koruyamaz.
4- Allah bir adam için, içinde iki kalb
yapmamıştır. Hiçbir kimseye iki vicdan verilmemiştir, hiçbir adam kalbinde
"bir"e, "iki" demez, Hakk'ın birliğinin şahidi olan, bu
kalb ve vicdan birliği her duygunun ve her bilginin en temel kanunudur.
Mantık'ın tesaduk (uyum) ve tenakuz (çelişki) kanunları bunun bir dalıdır. Bu
olmasa idi, insan kendini tanıyamazdı. Ve kendilerinden zıhar yaptığınız
eşlerinizi analarınız kılmamıştır.
ZIHAR: Bir kimsenin eşine "Sen bana
anamın sırtı gibisin" demesidir ki, anam bana nasıl haram ise, sen de bana
öyle haramsın demek olur. Araplar, böyle denilen bir kadını ana gibi kabul
ederler, hemen ayırırlardı ve ana gibi sayıldığına göre tekrar nikâh
edilememesi de gerekirdi. Burada onlara ana gibi demekle gerçekten ana
oluvermeyecekleri anlatılarak bu adetin değiştirilmesinin gerekliliği
gösteriliyor ki, ayrıntısı ile keffareti, (Mücadele) Sûresi'nde gelecektir.
Evlatlıklarınızı da oğullarınız kılmamıştır.
5- ED'IYÂ, "deıyy"in çoğuludur.
Deıyy, evlat diye çağırılan demektir ki dilimizde evlatlık denilir. Ebu's-Suud
der ki: Arapça'da "Efılâ" ölçüsü, "takıyy" kelimesinin
"etkıya" şeklinde gelmesi gibi, tekil vezni "Feîl" olup
manası "fail" olan sıfatlar içindir. Oysa "deıyy"
"fail" mânâsında değil, "mef'ul" mânâsınadır, buna göre
çoğulunun "edıyâ" diye gelmesi kural dışıdır. (Deıyy fail mânâsında
olsaydı evlat eden olacaktı. Oysa burada mânâsı evlat edinilen çocuk demektir.)
O yapılan zıhar ve evlatlığa evlat diye isim verme sizin ağzınızda lafınızdır.
Sadece sözün geçerli olduğu hususlarda bazı hükümleri olabilirse de gerçekte
onun vicdanda tasdik edilmesi gereken bir varlığı yoktur ve nihayet bir
mecazdır. O halde onlar hakkında gerçekten ve her yönden oğul hükümlerinin
yürürlükte olması gerekmez. Mesela evlatlığın boşadığı bir kadını almak haram
olmaz. Onda "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karıları..."
(Nisa, 4/23) hükmü uygulanmaz. Allah ise hakkı, vakıaya uygun olanı, gerçeği söylüyor.
Ve yol gösteriyor. O halde başkasının değil, onun irşadını dinleyiniz. Şöyle ki
Onları öz babalarına nisbet ederek çağırın, öz babalarına nisbet edin. Allah
katında bu daha doğrudur. Öz babalarına nisbet ederek çağırmanız, herkesin
soyunu karıştırmayıp saklı tutmanız, doğrusunu söylemeniz, Allah katında adalet
ve hakkaniyete daha uygun, genel menfaatlerinize daha elverişlidir. Eğer
onların öz babalarını bilmiyorsanız, nesebde değil o zaman dinde kardeşleriniz
ve dostlarınızdırlar. Bununla birlikte hata ettiğiniz hususlarda; yani gerek bu
yasaktan önce, ve gerek sonra, kastınız olmaksızın, yanılma ve unutma ile
yaptığınız yanlışlıklarda üzerinize bir günah yoktur. Fakat kalblerinizin
kasten yaptığı var ya, işte günah ondadır. Ve Allah çok bağışlayan, çok merhamet
edendir. Hata edeni affeder. İmam Şafiî hazretleri "tebennî"nin, yani
oğul edinmenin hiçbir hükmü olmadığı görüşünü benimsemiştir. Fakat İmam Azam
Ebu Hanife hazretlerine göre, bir köle evlat edinilmişse, bu onun azat olmasını
gerektirir, yine tebennî yaşı uygun olup evlat diye kabulü mümkün olan nesebi
bilinmez bir kimsenin, nesebini ispat eyler ki ayrıntısı fıkıh kitaplarındadır.
6- Peygamber müminler için canlarından
ileridir. Bütün işlerinde kendilerinden daha elverişlidir. Çünkü o, onlar için
ancak iyilikleri, yararları, kurtuluşları ne ise, onu gözetir, onu emreder,
kötülüklerine ve zararlarına razı olmaz. Halbuki insan nefsi öyle değildir. O
halde Peygamber onlara kendilerinden daha sevgili ve onun emri kendilerinin
emrinden daha geçerli ve ona karşı şefkatleri nefislerine şefkatlerinden daha
mükemmel olmalıdır. Rivayet olunur ki Resulullah (s.a.v.) Tebük gazasına
gidilmesini emrettiği zaman bazı kimseler analarımızdan, babalarınızdan izin
isteyelim demişlerdi, bu âyet bunun üzerine indi. Peygamberin eşleri de onların
analarıdır. Yani hürmet ve saygıda müminlerin anaları mesabesindedirler. Onları
nikâh etmek haram, kendilerine hürmet etmek farzdır. Bunun dışındaki hususlarda
ise, öteki yabancı kadınlar gibidirler. Onun için Hz. Âişe, biz kadınların anaları
değiliz buyurmuştur. Rahim sahipleri yani akraba olanlar da bazısı bazısına
daha yakın, daha önceliklidir. Allah yazısında, bu âyette veya miras
âyetlerinde, "Müminlerden ve Muhacirlerden" bu kayıtlamada iki
ihtimal vardır. Birisi rahim yönünden akrabaları beyan etmesidir. Yani genel
olarak müminlerden ve özellikle Muhacirler'den olan rahim akrabaları, çünkü
kâfirlerden olan akraba mümine varis olmaz. Diğeri "iptidaiye" olarak
âyet metninde geçen "evlâ"nın sılası olmaktadır. Yani akrabalar
birbirlerine Allah yazısında diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındır.
Din hakkı bulunan müminlerden, hicret hakkı olan muhacirlerden, daha öncelikli
olarak miras alırlar. İslâm'ın başlangıç yıllarında, hicret ve dinde kardeşlik
sözleşmesi ile meşru kılınmış olan mirasçı olma, bu âyet ile neshedilmiş
(yürürlükten kaldırılmış), akraba olanlar, diğerlerine öncelikli duruma
getirilmiştir. Ancak dostlarınıza bir "maruf" yapmanız hariçtir.
Burada "maruf"tan maksat vasiyettir. Yani akrabaya değil de akrabalık
bağı dışında olan dostlara yapılan vasiyet, o öncelikli olma hükmünden
müstesnadır. Çünkü üçte bir miktarında vasiyet, mirastan önceliklidir. Kitapta
bunlar yazılmış bulunuyor. Nitekim Nisâ Sûresi'nde miras âyetlerinde:
"(Fakat bütün bu hükümler ölenin) edeceği vasiyetin (yerine
getirilmesi)nden veya borcunun (ödenmesin)den sonradır." (Nisâ, 4/11) diye
yazılı olduğu gibi, burada da bu âyetle yazılıdır. Onun için Allah'ın
kitabındaki bu hükümlere tabi olup Allah'a tevekkül et.
7- Bu cümle yukardaki "Allah'tan kork"
veya "Allah'a güvenip dayan" emirlerinden birine atfedilerek
demektir. Yani an o peygamberlerden sözlerini aldığımız vakti, peygamberliği
kabul ile dine davet ve Allah'ın emirlerini tebliği ve icra etmeye and ile söz
verdikleri zamanı, ve hele senden, Nuh, İbrahim, Musa ve Meryemoğlu İsa'dan.
Bunların özellikle zikredilmesi şanlarına dikkat çekmek, Peygamberimizin önce
zikredilmesi ise ta'zim içindir. Yani başta sen olmak üzere şanları en büyük
olan ve ulü'l-azm denilen, özellikle bu meşhur peygamberlerden ki hep onlardan
pek sağlam bir söz aldık. Ağır, kuvvetli birer misak.
8- Niçin? Allah'ın, doğrulara doğruluklarını
sorması için. Sözün gelişi, mütekillim, yani birinci çoğul şahıs kipi ile
"soralım diye" denilmesiydi. Ancak bu şekilde doğrudan doğruya
fiiline bağlanacaktı. Böyle olmayıp başlı başına bağımsız bir cümle olmak
üzere, mukadder (var sayılan) bir fiile bağlandığının anlaşılması için, birinci
şahıstan, üçüncü şahısa dönülerek "sorması için" denilmiştir ki
öznesi gizli olan "O"dur ve Allah isminin yerine geçmiştir. Yani
Allah peygamber gönderip söz almayı, o doğrulara doğruluklarını sormak, imtihan
ile doğruluklarını ortaya çıkarmak için yaptı. Ve kâfirlere can yakıcı bir azab
hazırladı. Görülüyor ki bu "hazırladı" mukadder (var sayılan)
"yaptı" fiiline atfedilmiştir. Demek ki doğrulara "soru",
kâfirlere "azab" var; o halde Allah'tan korkmalı, kâfirlere
bakmamalıdır.
Şimdi o soru ve imtihandan bir örnek ile, bu
gerçeği açıklamak için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
9- Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki
nimetini anın. Hani size ordular gelmişti de üzerlerine bir rüzgâr ve sizin
görmediğiniz ordular salıvermiştik. Allah ne yaptığınızı görüyordu.
10- O zaman onlar, hem üstünüzden gelmişlerdi,
hem aşağı tarafınızdan, ve o vakit gözler kaymış, yürekler gırtlaklara
dayanmıştı. Siz Allah'a türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz.
11- İşte burada müminler imtihan edilmiş ve
şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.
12- O vakit münâfıklar ve kalblerinde bir
hastalık bulunanlar: "Allah ve Resulü bize bir aldanıştan başka bir vaad
yapmamış." diyorlardı.
13- O vakit bunlardan bir grup: "Ey
Medine halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün." diyorlardı. Yine
onlardan bir kısmı da Peygamberden izin istiyor, evlerimiz gerçekten (düşmana)
açıktır." diyorlardı, halbuki açık değildi, sadece kaçmak istiyorlardı.
14- Eğer onların her tarafından üzerlerine
girilse de sonra fitne çıkarmaları istenilse derhal onu yapacaklardı. Ama
onunla da pek az duracaklardı.
15- Halbuki bundan önce Allah'a ahid
vermişlerdi. Arkalarını dönmeyeceklerdi. Allah'a verilen ahid ise
mesuliyetlidir, mutlaka sorulur.
16- De ki: "Eğer ölümden veya
öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size asla fayda vermez. Vereceğini var
saydığınız takdirde de ancak pek az faydalandırılırsınız."
17- De ki: "Eğer Allah size bir felâket
diler veya bir rahmet murad ederse, sizi Allah'tan saklamak kimin
haddine?" Hem onlar kendilerine Allah'tan başka bir veli de bulamazlar,
bir yardımcı da.
18- Şüphesiz Allah, içinizden o
savsaklayanları ve kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri biliyor.
Onlar harbe pek az geliyorlardı.
19- Size karşı kıskançlık ediyorlardı. Derken
o korku hali gelince, gördün onları ki, ölümden baygınlık sarmış kimse gibi
gözleri dönerek sana bakıyorlardı. O korku gidince, size keskin keskin diller
sıyırdılar. Onlar hayra karşı kıskançlık ediyorlardı. İşte bunlar iman
etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Bu Allah'a göre önemsizdir.
20- Onlar ahzabı (düşman birliklerini) gitmedi
sanıyorlardı. Eğer o birlikler bir daha gelecek olursa, çölde bedevi Araplar
içinde yer alıp, sizin haberlerinizden (başınıza geleceklerden) sormayı
isterler. Onlar içinizde kalacak olsalar da pek az harb ederler.
9- O zaman üzerinize ordular gelmişti.
Hicretin beşinci yılı gelen ahzab orduları ki, Kureyş ve Ehâbîş ile Kinane ve
Tihame'den onlara uyanlar ve Necid'den Gatafan ile bunlara tabi olanlar, Nadîr
ve Kureyza yahudileri gibi Arabistan'ın önemli kabileleri toplanmış olup,
Buharî şerhlerinde nakledildiğine göre, sayıları yirmidörtbine ulaşıyordu.
Şöyle ki: Hayber'de yerleşmiş olan Benî Nadîr yahudileri, İslâma karşı geniş
bir suikast düzenlemeye çalışıyorlardı. Bunların, Sellâm b. Ebilhakîk, Huyey b.
Ahtab ve Kinane b. Rebi' b. Ebilhakîk gibi ileri gelenleri, Mekke'ye giderek
Kureyş'i peygambere karşı savaşa davet etmişler ve "Birlikte olursak,
müslümanlığın kökünü kazırız" demişlerdi. Kureyş derhal bu teklifi kabul
etti. Sonra Necid'de Kaysi Gaylan'dan Gatafan'e vardılar. Heyber'in yarı
gelirini vermeye vaad ederek ve Kureyş'in birlikte olduğunu söyleyerek onları
kendileri ile birlikte olmaya davet ettiler. Gatafan ile anlaşması olan Beni
Esed de aynı ortaklığa davet olunmuştu. Kureyş'e kan bağları ile bağlı oldukları
için Beni Süleym de katılmıştı; böylece Arabistan'ın önemli kabileleri
birleşerek üç kolordu oluşturmuşlardı. Birinci kol, Gatafan askerlerinden
oluşmuş ve Arap başkanlarından Uyeyne b. Hısn'ın kumandasında idi. İkinci kol,
Esed oğullarından oluşmuş ve meşhur Tuleyhate'l-Esedî'nin kumandasındaydı.
Üçüncü kol Ebu Süfyan kumandasında Kureyş ordusuydu. Resul-i Ekrem (s.a.v.)
bunların hazırlanmakta olduklarını haber alınca sahabeleri ile istişare etti.
(Onların görüşlerine başvurdu.) Selman-ı Farisî (r.a.) hazretlerinin ileri
sürdüğü görüş üzerine hendek kazılması emredildi. Sonra Resulullah (s.a.v.) üç
bin kişi ile onların karşılarına çıktı. Sel' dağını arkalarına, hendek'i düşman
ile aralarına alarak konakladı, bir aya yakın bir zaman geçti ok ve taş atışmaktan
başka savaş yapamıyorlardı, mevsim kıştı, bu durum sıkıntı doğurdu, derken bir
gece Allah Teâlâ soğuk bir saba rüzgarı gönderdi, bu rüzgar onları şiddetle
üşütüyor, toprakları yüzlerine savuruyor, ateşlerini söndürüyor, çadırlarını
söküyordu, hayvanlar birbirlerine karışmıştı, askerlerin etrafında melekler
tekbir alıyorlardı. Bunun üzerine Tuleyhatü'l-Esedî, "Muhammed size sihir
yapmaya başladı, haydi çabuk çabuk" demişti. Kureyş ile yahudilerin arası
açılmıştı. Artık tutunamadılar ve bozulup kaçtılar. İşte bu ilahi nimet
hatırlatılarak buyuruluyor ki:
Birçok ordular geldi de biz onların üzerlerine
rüzgar ve sizin görmediğiniz askerler gönderdik. Bu şekilde onların
tehlikelerini geri savdık. Ve Allah yaptıklarınızı görüyordu. Ne zahmetler
çekiyordunuz, nasıl hendek kazıyordunuz? Allah görüyordu. Resul-i Ekrem
Hendek'in sınırlarını belirlemiş ve her on kişiye kırk arşın olmak üzere kazı
işini müslümanlar arasında bölüştürmüştü. Kendisi de bir ırgat gibi bizzat
çalışıyordu. Mevsim kıştı. Müslümanlar üç gün gıdasız kalmıştı ve bu esnada
Peygamberin bazı mucizelerini görmüşlerdi. Muhacirler ve Ensar çalışırlarken şu
beyti mırıldanırlarmış:
"Bizler sağ olduğumuz sürece edebiyen
cihad etmek üzere Muhammed'e bey'at etmiş kimseleriz.
" Resul-i Ekrem de hem çalışır, hem Ensar
ve Muhacirler'e dua ederdi: "Ya Rabbi! Hayır ancak ahiret hayrıdır. Ensar
ve Muhacirler'i mübarek eyle" derdi.
Selman, Huzeyfe, Numan b. Mukrin, Amr b. Avf
ve Ensar'dan altı kişi çalışırlarken bir kaya çıkmış, kıramamışlar, kaya
külüngü kırmıştı. Durumu Resulullah'a bildirdiler. Oraya indi. Selman
beraberinde idi. Resulullah külüngü aldı, kayaya vurdu. Bir vuruşta çatlattı ve
ondan bir şimşek çıkmış, Medine alanını aydınlatmıştı. Resulullah tekbir aldı,
müslümanlar da aldılar, sonra ikinci, sonra üçüncü kaya parçalanmıştı, Selman
gördüğü şimşeği Resulullah'a sordu. Resulullah: "Birincisi Hîre'yi ve
Kisra'nın köşklerini gösterdi ve Cebrail bana haber verdi ki ümmetim onları
alacak. İkincisi Şam ve Rumlar'ın kırmızı köşklerini gösterdi ve haber verdi
ki, ümmetim onları alacak. Üçüncüsü de Yemen'de San'a köşklerini gösterdi ve
haber verdi ki ümmetim onları alacak, müjde!" buyurdu. Bunun üzerine
mümnler sevindiler, münafıklar "Şaşmaz mısınız, size ne boş vaadde
bulunuyor, yerinizden çıkamazken Yesrib'den ta Hîre'yi ve Kisra'nın Medain'ini
gördüğünü ve onların size fetholunacağını söylüyor" diyorlardı.
10- O zaman size üstünüzden ve aşağı
tarafınızdan gelmişlerdi. Gatafan ve kendilerine uyanlar vâdinin yukarsından,
doğu tarafından gelmişler, "Uhud"un yanına konmuşlardı. Kureyş de
Ehabîşî ile Tihame ve Kinane'den kendisine uyanlarla on bin kişi kadar olarak
vadinin aşağısından batı tarafından gelmiş, Cüruf ile Zügabe arasında, Rûme'den
sellerin toplandığı yere konmuşlardı. Ve o zamanki gözler kaymış, hayret ve
heyecandan doğru bakamıyor, ve yürekler ağızlara gelmişti, dehşetli korkudan ve
heyecandan nefesler kesilecekti. Müşrikler bütün ileri gelen başkanların
kumandası altında toplanarak genel bir saldırıya karar vermişlerdi. Bunun için
Hendek'in en dar noktası saldırıya hedef olarak seçilmişti. Arapların Dırar b.
Hattab, Hübeyre b. Ebi Vehb, Nevfel b. Abdullah, Amr b. Abdivedd gibi meşhur
cengaverleri atlarını sürerek hendeği geçmişlerdi. Bunların herbiri bin kişiye
denk sayılıyordu. Amr. b. Abdivedd, "Bedr"de yaralanmış ve intikamını
almadıkça saçlarına koku sürmemeye yemin etmişti. "Uhud"a gelmiş, bu
kez de hendeğe bayraklı olarak gelmişti. Bu sıralarda doksan yaşlarında
olmasına rağmen, hendeği ilk geçen o olmuştu. Hendek ile dağın arasında
adamlarıyla birlikte o dar yerden atlamış, çorak yerde atları dolanıp gezinmeye
başlamıştı. Birkaç müslüman ile Hz. Ali de bunlara karşı sınırı tuttu. Amr
bayraklı idi.
Hz. Ali ona: "Ey Amr! Senin bir adetin
vardır. Kureyşt'en birisi sana iki teklifte bulunsa mutlaka birisini tutarsın,
değil mi?" dedi.
Amr, "Evet" dedi.
Hz. Ali: "O halde ben seni Allah'a ve
İslam'a davet ediyorum.
" Amr: "O'na ihtiyacım yok.
" Hz. Ali: "Öyleyse seni
binitlerimizden inip döğüşmeye davet ediyorum.
" Amr : "Vallahi ben seni öldürmek
istemem" diye alay etti.
Hz. Ali: "Fakat ben seni öldürmeyi arzu
ediyorum" dedi. Bunun üzerine Amr kızıp atından indi, bir kılıç darbesiyle
atının ayağını kesti, Hz. Ali'ye saldırdı. Amr'ın darbesi Hz. Ali'nin kalkanını
parçalayıp alnını kanatmıştı. Hz. Ali karşı darbe ile Amr'ı omuzundan biçmiş,
Allahü ekber diye bağırmıştı, derhal etraftan yükselen tekbir sesleri ortalığı
çınlattı, Amr ile birlikte bir iki kişi daha vurulmuştu; birini Hz. Ali
öldürmüş, birine de bir o k isabet etmişti. Süvariler (binekliler) bozulup
çekilmişler, bugün Ahzab savaşının en dehşetli günü olmuştu. Bütün gün savaş
şiddetle sürmüş, düşman müslümanlar üzerine ok ve taş yağdımaya devam etmişti.
Savaşı yönetmekten bir an olsun ayrılmaya fırsat bulamadığı için Resulullah ,o
gün dört vakit namazı eda etmeye imkan bulamamıştı, işte o gün gözler yerinden
kaymış yürekler boğazlara dayanıp nefesler tıkanmıştı.
Ve Allah hakkında türlü zanlarda
bulunuyordunuz. Çeşit çeşit zanlar vardı: Kalpleri sabit olan samimi müminler,
Allah'ın dinini yüceltmek için verdiği sözünü yerine getireceğine kanat etmekle
birlikte bu kez o sözü yerine getirecek mi, yoksa kendilerini imtihan mı
edecek? diye düşünüyorlar da kusur edip kaymaktan ve gereği gibi tahammül edip
dayanamamaktan korkuyorlar; zayıf kalpliler ve münâfıklar da "hani
diyordu..." diye hikaye olunacağı gibi kötü zanda bulunuyorlardı.
11- İşte bu anda veya bu noktada müminler
imtihana çekilmiş, samimi inanan ile münafık, sebat eden ile sarsılan seçilmiş
ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.
12- Ve o zaman münafıklar ve kalblerinde bir
hastalık bulunanlar yani itikadları zayıf olanlar şöyle diyorlardı: Allah ve
Resulü bize bir "gurur"dan, bir aldanmadan başka bir vaadde
bulunmamış. Bu sözü Muattib b. Kuşeyr söylemiş: "Bizim birimiz korkudan
tuvalet ihtiyacını gidermeye çıkamazken, Muhammed tutmuş da bize Kisra'nın ve
Kayser'in hazineleri fethedeceğimizi vaad ediyor, bu sırf aldanma vaadi bir boş
vaaddir." demiş, akranları da bu sözleri tasdik etmişlerdi.
13-14- "Onlardan bir grup
demişti..." Bu grup da, Evs b. Kayzî ve ona tabi olanlar imişler Ey Yesrip
ahalisi!
YESRİP, Medine-i Münevvere'nin eski ismidir.
Esasen bulunduğu yeryüzü parçasının adı olduğu da söyleniyor. Resul-i Ekrem
onun bu isim ile anılmasını mekruh görüp yasak etmiş, orası "Taybe"
veya "Tâbe"dir buyurmuştu. O halde onlar sanki peygambere muhalefet
olsun diye bu ismi söylemiş oluyorlar. Sizin için kalacak duracak yer yok, yani
asker durduracak bir karargah veya tutunacak bir yer yok onun için dönün. Bu
tabirde birkaç mânâ ihtimali vardır: Geri dönün, Medine'ye evlerinize dönün,
yahut Muhammed'in dininden eski müşrikliğinize dönün, yahut ona olan
beya'tinizden dönün de onu düşmanlara teslim edin, yahut Yesrib'de size duracak
yer kalmadı, dönün kâfir olun ki, orada durabilesiniz demek olabilir.
Onlardan bir topluluk da peygamberden izin
istiyorlar. Bunlar Harise oğulları imiş. Evlerimiz "avret"
diyorlardı. Avret: Aslında eksik ve gedik demek olup burada sağlam değil, açık
ve muhafazasız demektir. Halbuki o evler açık değildi, korumalı idi. Dışardan
düşmanın o taraftan girmesine ihtimal yoktu. İçerden de şehrin asayiş ve
güvenliğine bakılıyordu. Bununla birlikte evleri açık olsaydı varıp da onları
koruyacaklar mıydı? Hayır. Sadece kaçmak istiyorlardı. Yoksa O evlerin
etrafından üzerlerine girilse de onlar içlerinde iken üzerlerine doğru varılsa,
o açık dedikleri evleri savunacaklar mı, hatta sade bu kadar değil, girilse de
sonra kendilerinden "fitne" istenilse, inkâra dönmek veya düşmanın
emrine teslim olmak teklif olunsa mutlak onu, o fitneyi yaparlar, hiç
çarpışmazlardı ve fitnede durmazlardı, sadece biraz dururlardı; yani o fitneyi
yapmakta durmazlar, ancak soru ve cevap konuşulacak kadar biraz dururlardı.
Daha doğrusu o inkârı yaptıkları takdirde, o evlerde veya şehirde pek az
durabilirlerdi, mahvedilirlerdi,
15-çünkü Şanım üstüne yemin ederim ki, bundan
önce Allah'a söz vermişlerdi hiç arkalarına dönüp kaçmayacaklardı. Harise
oğulları "Uhud" savaşında yılgınlık ettikleri zaman, tevbe edip bir
daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resulullah'a söz vermişlerdi. Allah'a
verilen söz sorulur ve cezası verilir, dinden dönenlerin de sonları mutlaka
budur.
Meâl-i Şerifi
21- Şanım hakkı için muhakkak ki size
Resullulah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve son güne ümit besler olup
da Allah'ı çok zikreden kimseler için.
16-20-çünkü Şanım üstüne yemin ederim ki,
bundan önce Allah'a söz vermişlerdi hiç arkalarına dönüp kaçmayacaklardı.
Harise oğulları "Uhud" savaşında yılgınlık ettikleri zaman, tevbe
edip bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resulullah'a söz vermişlerdi.
Allah'a verilen söz sorulur ve cezası verilir, dinden dönenlerin de sonları
mutlaka budur.
Meâl-i Şerifi
21- Şanım hakkı için muhakkak ki size
Resullulah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve son güne ümit besler olup da
Allah'ı çok zikreden kimseler için.
21- "Sizin için Resulullah'ta." Bu
âyet, Resulullah'ın "Peygamber size neyi verdi ise onu alın, size neyi
yasak ettiyse ondan sakının" (Haşr, 59/7) âyeti gibi, yalnız sözleriyle
değil, fiil ve hareketleriyle dahi delil ve kendisine uyulan bir peygamber
olduğunu hükme bağlar. Yani Resulullah din ve ahlakın teorik kısmını tebliğ ve
hükme bağlamakla kalmamış, gerek savaşta ve gerek barış zamanında fiilleri ve
uygulamaları ile ve bütün incelikleriyle kendisinde canlı olarak güzel bir uyma
örneği olacak ders ve örnek vermiştir. Onun için Hz. Muhammed'in hayat
hikâyesinde her açıdan insanlık dünyası için pek güzel bir örnek vardır.
ÜSVE, "teessi" edilecek, yani
uyulacak, arkasından gidilecek örnek, meşk, nümûne-i imtisal demektir. Allah'a
ve ahiret gününe kavuşmaya inanıp Allah'ı çok zikretmekte olan kimseler için,
yoksa sadece dünya hayat ve süsünü arayanlar ve Allah'ı, ahıreti düşünmeyenler
için değil.
Meâl-i Şerifi
22- Müminler, ahzabı (düşman birliklerini)
gördükleri zaman: "İşte bu, Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad ettiği
şeydir. Allah ve Resulü doğru söyledi." dediler. Bu onların imanını ve
teslimiyetini artırmaktan başka bir şey yapmadı.
23- Müminlerdendir o erler ki Allah'a
verdikleri ahde sadakat gösterdiler. Kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de
beklemektedir. Onlar, ahidlerini hiç değiştirmediler.
24- Çünkü Allah sadıklara sadakatleriyle
mükafat verecek, dilerse münafıklara da azab edecek veya tevbe nasib edecektir.
Şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcıdır. Çok merhamet edicidir.
25- Hem Allah kâfirleri herhangi bir hayra
ulaşmadan hınçlarıyle defetti. Bu şekilde Allah, müminlere savaşta kâfi geldi.
Allah çok güçlüdür, çok üstündür.
26- Hem de kitap ehlinden onlara yardım
edenleri kalplerine korku düşürerek kalelerinden indirdi, siz onların bir
kısmını katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz.
27- (Allah) onların arazilerini, yurtlarını ve
mallarını size miras kıldı. Bir de henüz ayak basmadığınız bir yeri (size miras
kıldı). Allah, her şeye kâdirdir.
22- Bu, işte Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad
ettiğidir. İlk gördüklerinde hatırlarına gelen bu oldu. Çünkü Allah Teâlâ,
"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete
girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip
çattı ve çeşitli belalarla sarsıldılar ki, hatta peygamberleri beraberindeki
müminlerle birlikte: 'Allah'ın yardımı ne zaman' diyordu. Gözünüzü açın:
Allah'ın yardımı mutlaka yakındır." (Bakara, 2/214) buyurmuştu. Resulullah
da: "Ahzabın bir araya gelmesiyle iş sıkışacak; fakat sonuç sizin
lehinizde, onların aleyhindedir." Bir de "dokuz veya on gece sonra
Ahzab gelecek" demişti.
23-27- Samimi müminlerden o erler ki Allah'a
verdikleri sözde durdular. Bunlar sahabelerden birtakım kimselerdir ki
Resulullah'ın beraberinde herhangi bir savaş yaparlarsa sebat edip şehid
oluncaya kadar çarpışmaya azmetmişlerdi. Bunlar Osman b. Affan, Talha b.
Ubeydullah ve Said b. Zeyd b. Amr b. Fudayl ve Hamze, Mus'ab b. Umeyr ve Enes
b. Nadîr vesaire idiler. (Allah hepsinden razı olsun)
Onlardan kimisi, nezrini yani adağını ödedi.
Hz. Hamze ve Mus'ab b. Umeyr ve Enes. b. Malik'in amcası Enes b. Nadir gibi
bazıları sözlerini yerine getirip şehid olarak öldüler kimisi de şehitlik
beklemektedir. Ki bunlar da Hz. Osman ve Talha gibi sonradan şehid olanlardır.
(Allah hepsinden razı olsun). Ve Allah'ın yardımı savaşta müminlere yetti. Yani
Allah müminleri savaştan kurtardı, çarpışma yaptırmadan, düşmanlarını savdı.
"Hem de kitap ehlinden onlara yardım edenleri (kulelerinden)
indirdi." Bu kitap ehli, yahudilerden Kureyzaoğullarıdır. Resulullah ile
anlaşma yapmışlarken, Nadiroğullarının ısrarları ile dönmüşler, Ahzab'a yardım
etmişlerdi. Ahzab'ın yenilip dağıldığı gecenin sabahı müslümanlar Medine'ye
dönüp silahlarını bıraktıkları sırada Cebrail Resulullah (s.a.v.)e gelmiş,
"Zırhını çıkarıyor musun? Melekler henüz silahı bırakmadılar, Allah Teâlâ
senin Kureyzaoğulları üzerine yürümeni emrediyor, ben de onlara gidiyorum"
demişti. Bunun üzerine, "İkindiyi Kureyzaoğullarında kılsınlar" diye
müslümanlara ilan edildi. Müslümanlar vardılar yirmi, yirmi beş gece kuşatma
yaptılar, Resulullah'ın hükmünü kabul etmeleri teklif edildi, kabul etmediler,
Sa'd b. Muaz'ın hükmünü kabul etmeye razı oldular. O da savaşa katılanların
öldürülmelerine, çocukların ve kadınların esir edilmelerine hükmetmişti ki, bu
olay meşhurdur. Sıysalarından, kulelerinden.
SAYASÎ, sıysanın çoğulu, sıysa dağın ucuna ve
her şeyin aslına ve çulha tarağına denir. Burada sağlam, yüksek kale, sur ve
kule anlamınadır.
Meâl-i Şerifi
28- Ey peygamber! Hanımlarına şöyle söyle:
"Eğer dünya hayatını ve zinetini istiyorsanız, haydi gelin, sizi donatayım
ve güzellikle bırakıp salıvereyim.
29- Yok eğer Allah ve Resulünü ve ahiret
yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun ki, Allah içinizden güzellik edenlere pek
büyük bir ecir hazırlamıştır.
30- Ey peygamberin hanımları! sizden her kim
bir terbiyesizlik ederse ona azab iki kat katlanır. Bu Allah'a göre çok kolaydır.
31- Yine sizden her kim Allah'a ve Resulü'ne
boyun eğer, salih bir amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat veririz. Hem onun
için bol bir rızık hazırlamışızdır.
32- Ey peygamberin hanımları! Siz kadınlardan
herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile korunacaksanız, konuşurken
kırıtmayın da kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamaha düşmesin. Güzel ve
dosdoğru söz söyleyin.
33- Hem vakarınızla evlerinizde durun da
önceki cahiliyet devrinde olduğu gibi süslenip çıkmayın. Namazı kılın, zekatı
verin. Allah ve Resulü'ne itaat edin. Ey ehli beyt! Allah sizden kiri gidermek
ve sizi tertemiz, pampak yapmak istiyor.
34- Oturun da evlerinizde okunan Allah'ın
âyetlerini ve hikmeti anın. Şüphe yok ki Allah lütuf sahibidir ve her şeyden
haberdardır.
28-29- "Ey peygamber! Hanımlarına
söyle..." Rivayet olunuyor ki Resulullah (s.a.v) dan hanımları zinet
elbiseleri, süslü elbiseler ve daha çok nafaka, yiyecek bedeli, geçimlik
istemişlerdi; bu ayetler bu sebeple nazil oldu. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.) Hz. Aişe'den başlayarak, hepsini serbest bıraktı. Hz. Aişe: "Ben
Allah'ı Resulullah'ı ve ahiret evini isterim" dedi. Kalan hanımlar da öyle
söylediler. Bundan dolayı haklarında bir takdir hissi olmak üzere ilerde
gelecek olan, "Ey Muhammed, onlardan dilediğini geri bırakır dilediğini de
yanına alırsın." (Ahzab, 33/51) âyeti indi. Burada bu muhayyer bırakma,
sırf bir muhayyer bırakma mıydı? Yoksa isteğin elinde olsun gibi "Tefviz-i
talak" boşama hakkını verme miydi? diye ihtilaf etmişlerdir. Hz. Aişe
(r.a.)'den: "Resulullah bizi serbest kıldı, biz de kendisini tercih ettik
ve onu boşama saymadı" dediği rivayet edilmiştir.
30- Ey Peygamberin kadınları! Kendilerine
nasihata özen gösterildiğini ortaya çıkarmak için bu şekilde, ifadenin kipi
değiştirilerek ilâhi sesleniş kendilerine yöneltilmiştir. Gerek burada ve gerek
bundan sonra, böyle onların Peygamberin ismine isim tamlaması yapılarak
kendilerine seslenilmesi de, zikrolunacak hükümler bu tamlamadan çıktığı
içindir. (Biriniz) Çirkinliği belli bir kabahat, herhangi bir büyük günah
işlerse. Zira bilinmektedir ki herhangi bir durumu var saymak, o durumun
meydana gelmesini gerektirmez. Bununla birlikte bundan maksat Resulullah'a
karşı baş kaldırarak onu sıkacak, kederlendirecek isteklerde bulunmak gibi
hareketler olması da düşünülebilir. Ona azab iki kat katlanır. Diğer kadınlara
verilecek cezanın iki katı verilir. Biri asıl günahın, diğeri de isim tamlaması
ile peygambere ait olmanın onun hanımı olmakla elde edilen niteliğe
hürmetsizliğin cezasıdır. Öte yandan kabahatin çirkinliği onu yapanın şeref ve
itibarı oranında artar. Nitekim hür olanlara verilen ceza kölelerin iki katıdır.
Peygamberin eşleri olmaları dolayısıyla bütün müminlerin anneleri olmak şerefi
elde etmiş olanların kabahatleri elbette sosyal durumları oranında büyük olur.
Gerçi sosyal durumu yüksek olanlara halk kolay ceza veremez. Allah'a göre o
kolay bulunuyor.
31-Bununla birlikte nimet külfete göre
olduğundan itaate karşılık ecr ve sevap da iki keredir. Birisi asıl itaatın
sevabı, birisi de Peygamberin hanımı olmanın feyz ve bereketidir.
32- Ey Peygamberin hanımları! Siz genel olarak
kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Sizde diğer kadınlarda bulunmayan
nitelikler var: Peygamberlerin en hayırlısının hanımları ve bütün müminlerin
anaları olmak niteliklerine sahipsiniz. Eğer sakınırsanız, bu özel
niteliklerinizi korursanız yahut durumunuza uygun takva ile korunacaksanız -bu
şart bir mânâ ile yukarının, bir mânâ ile aşağının kaydı oluyor- Sözü yumuşak
ve tatlı bir eda ile söylemeyin, bir söz söylendiği zaman sakın yılışık bir
biçimde cevap vermeyin ve söylerken yayılarak, kırıtarak söylemeyin de kalbinde
hastalık bulunan, kalbi çürük, kötülüğe yüz tutmuş kimseler kötü bir şey ümit
etmesin. Ve uygun ve ciddi söz söyleyin; yani yapmacılıktan uzak, ağırbaşlılık
ve ciddiyetle dosdoğru söyleyin veya sert olsa da makul ve meşru güzel söz
söyleyin.
33- Ve evlerinizde oturun. kelimesi Arapça'da
"Karar" mastarından emir olup, kelimenin aslı 'dir, gibi, yani
evlerinizde oturun. İlk cahiliyet dönemi kadınlarının dışarı çıkışı gibi
çıkmayın, yani İslam'dan önceki cahiliyet adeti gibi süslerinizi göstererek ve
görünmek için kırıtarak çıkmayın. Bu ayet bu emir ve yasak ile Resulullah'ın
hanımlarına yalnız "tesettür"ü değil, özellikle "hıdr"i,
yani yabancı erkeğe hiç görünmemek demek olan "muhaddere"liği dahi
vacip kılmıştır. Diğer İslam kadınları için ileride geleceği ve Nûr Sûresi'nde
geçtiği üzere tesettür vacip ise de, "Hıdr" vacip değil müstehaptır.
Bütün İslam kadınlarının da Peygamber'in hanımlarının hayat tarzını ve ahlakını
örnek edinmeleri elbette bir hakları ve şerefleridir. Fakat hepsine muhaddere
olmaları farz olsaydı, bunda güçlük olurdu. Onun için ilerde
"Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve
müminlerin kadınlarına söyle: Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman
örtülerini üstlerine alsınlar, vücudlarını örtsünler!" (Ahzab, 33/59)
ayetinde tesettür emri bütün müminlerin hanımlarına genelleştirilmiş olduğu
halde, burada "Evlerinizde oturun." (Ahzab, 33/33) emri ile
"Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz." (Ahzab, 33/32) diye
nitelenen Peygamberin hanımlarına hitaben gelmiştir. Ve ancak ehli beyti olma,
(Resulullah'ın aile fertleri) niteliği ile, bu emirlerin peygamberin kızlarını
dahi kapsadığı anlatılmıştır. Fakat bundan evlerinizde hiçbir iş yapmadan boş
boş oturun gibi bir mânânın anlaşılmaması için buyuruluyor ki, evlerinizde
durun da namaz kılın ki, bununla önce kibirli ve böbürlenen kimselere
benzemekten sakınılmış olur ve zekat verin, bu da kerîm, rahîm olan Allah
Teâlâ'nın güzel gördüğü ahlâkla ahlâklanarak, O'nun rezzak (rızık veren) ismine
niyabetle kulluk etmektir. Şüphe yok ki zekatı vermek için, gerçekten ihtiyacı
olan fakirleri anlayıp dinlemek çok önemli bir iştir. Ve bundan onların zekat
verecek nisaba sahip bulundukları da anlaşılır. Değilse bundan böyle sahip
olacakları bu emir ile müjdelenmiş olur. Ve daha Allah'a ve Resulü'ne itaatlar
yapın. Mükellefiyetler sadece zikrolunan ibadet çeşitleri değildir. Allah ve
Resulü daha neyi emreder ve yasaklarsa onları da tutun. Bunlar baskı ve güçlük
değil midir? Hayır Allah Teâlâ sırf şunu istiyor kiri, yani şan ve şerefinizi
kirletmek ihtimali bulunan günahları sizden uzaklaştırsın ey ehli beyt! de sizi
tertemiz pampâk etsin. Ehli beyt, peygamberin ehli beyti, peygamberin ailesine
özel olarak mensup bulunan bahtiyarlardır, Resulullah'ın aile fertleridirler.
Söz, Peygamber'in hanımlarına seslenmekte
olduğu için, "ehli beyt" kelimesinden ilk akla gelen mânâ
"onlar" olur. Fakat maksadın yalnız onlar olmadıklarını anlatmak
için, müzekker zamir (Arapça'da erkek isimlerin yerine geçen zamir) olan
"siz" diye seslenilmiştir. Çünkü usul ilminde bilindiği üzere, müennes
çoğul kipi (dişi çoğul kipi) yalnız dişilere özel olduğu halde, müzekker çoğul
kipi karışık olarak erkeğe ve kadına, "tağliben" yani kadınları da
kapsayacak biçimde kullanılır. Demek ki "Ehli beyt" denilince,
Peygamberin hanımları ile birlikte, çocuklarını, erkek ve kadın kendine özel
aile fertlerini dahi kapsadığı anlatılmak üzere "Ey peygamberin ev halkı!
Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister.."
buyurulmuştur. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) çocuklardan olduğu gibi, Hz. Ali
dahi Hz. Peygamberin evinde yetişmiş ve Hz. Fatıma ile birlikte yaşaması
dolayısıyla özel bir mensubiyeti elde etmiş bulunduğundan o da ehli beyttendir.
Fakat bunların ehli beytten olması Hz. Peygamber'in diğer kızlarının ve
onlardan olan çocuklarının da ehli beytten olmasına engel değildir, aksine
olmalarını gerektirir.
Fakat ne tuhaftır ki Şia, âyetin konusunu
oluşturan Peygamberin tertemiz hanımlarını dahi hesaba almayarak ehli beytin,
Hz. Peygamberi kendisiyle Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma (r.anhüm)den ibaret
olduklarında ısrar etmek istemişler ve bu yüzden İslam tarihinde çok büyük
gürültüler çıkarmışlardır. "Selman bizden ve ehli beyt'tendir"
hadisiyle, özel mensubiyet ile Selman bile ehli beytten sayıldığı halde,
Peygamberle birlikte geceleyip yatan, temiz hanımların ehli beytten hariç
sayılmaları ne garip bir taassuptu.
34-Halbuki öyle bir yanlış anlamaya meydan
bırakmamak için, "beyt" (ev) kelimesi kendilerine izafe edilip yine
Peygamberin hanımlarına hitaben şöyle buyuruluyor: Ve ey Peygamberin kadınları
ve kızları! Evlerinizde okunup duran Allah'ın âyetlerini ve hikmetini anın,
toplanıp müzakere edin, yani Kur'ân'ı ve Peygamberin sünnetlerini belleyin,
düşünün, bu şekilde Allah'ın ve Peygamber'in emirlerini belleyin ilim tahsil
edin ve bu yüzden elde ettiğiniz şeref ve şanı hatırdan çıkarmayıp şükrünü
bilin. Gerçekten Allah latif ve her şeyden habedar bulunuyor. Onun için bu
emirleri ve yasakları veriyor.
Şimdi burada daha genel ahlak ve iyiliklere
teşvik için özelden genele geçilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
35- Şüphe yok ki müslüman erkeklerle müslüman
kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar, itaat eden erkeklerle itaat eden
kadınlar, sadık erkeklerle sadık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden
kadınlar, mütevazi erkeklerle mütevazi kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka
veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan
erkeklerle ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkeklerle Allah'ı
çok zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir
mükâfat hazırlamıştır.
35- Gerçekten müslüman erkekler ve müslüman
kadınlar, Allah'ın hükmüne boyun eğip selâmete giren, ikrar veren erkekler ve
kadınlar ve mümin erkekler ve mümin kadınlar, tasdiki vacip olan şeyleri ikrar
ile birlikte kalben de tasdik eden erkekler ve kadınlar; bununla birlikte boyun
eğen erkekler ve boyun eğen kadınlar, divan durup itaate devam üzere bulunan
itaatli erkekler ve kadınlar; bununla birlikte doğru erkekler ve doğru
kadınlar, sözünde ve işinde içtenlikle doğruluk yapan erkekler ve kadınlar;
bununla birlikte sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, sabırlı olan, gerek
itaate ve gerek günahlara sabreden erkekler ve kadınlar; bununla birlikte
mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, kalpleri ve organları ile alçak gönüllü
olan erkekler ve kadınlar; bunun yanında sadaka veren erkekler ve sadaka veren
kadınlar; bunun yanında Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, farz
oruçları tutan erkekler ve kadınlar; bunun yanında ırzlarını haramdan muhafaza
edip koruyan erkekler ve kadınlar; bunun yanında Allah'ı çok zikreden, gerek
kalbi ve gerek dili ile anıp unutmayan erkekler ve kadınlar bunların hepsine,
bu iyilikleri yapıp bir araya getirenlere Allah, bir bağış, insanlık hali arada
sırada meydana gelen küçük günahları örtecek bir mağfiret ve itaatlerine
karşılık büyük bir ecir hazırlamıştır ki, onun şimdi tasavvuru mümkün değildir.
Bu şeklide bu ayet, hem ehli beyte, hem de onlar gibi bu güzel ahlak ve
nitelikleri kendilerine huy edinenlere bir vaad ve müjdedir. Deniliyor ki,
Peygamberin hanımları hakkında o ayetler nazil olduğu zaman müminlerin
kadınları "Bizim hakkımızda bir şey nazil olmadı" demişlerdi. Bu ayet
bu sebeple nâzil oldu. Diğer bir rivayette, Peygamberin hanımları demişlerdi
ki: "Ya Resulullah! Allah Kur'ân'da erkekleri zikrediyor, demek ki bizim
zikrolunacak hiçbir iyiliğimiz yok, bizden hiçbir itaat kabul buyurulmayacak
diye korkuyoruz." Bu ayet bunun üzerine nazil oldu.
Meâl-i Şerifi
36- Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe
hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o
işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulüne âşi
olursa açık bir sapıklık etmiş olur.
37- Hem hatırla o vakti ki, o kendisine
Allah'ın nimet verdiği ve senin de ikramda bulunduğun kimseye: "Hanımını
kendine sıkı tut ve Allah'tan kork" diyordun da nefsinde Allah'ın açacağı
şeyi gizliyordun. İnsanlardan çekiniyordun. Halbuki Allah kendisini saymana
daha lâyıktı. Sonra Zeyd o kadından ilişiğini kestiği zaman, biz onu sana eş
yaptık ki, oğulluklarının ilişkilerini kestikleri hanımlarını nikâhlamada
müminlere bir darlık olmasın. Allah'ın emri de yerine getirilmiştir.
38- Peygambere Allah'ın takdir ettiği, mübah
kıldığı şeyde bir darlık yoktur. Bundan önce geçen bütün peygamberler hakkında
Allah'ın sünneti böyledir. Allah'ın emri ise biçilmiş bir kaderdir.
39- Onlar, Allah'ın gönderdiklerini tebliğ
ederler ve O'ndan korkarlar, Allah'tan başka kimseden korkmazlardı. Hesap
görücü olarak da Allah yeter.
40- Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin
babası değildir. Ama Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her
şeyi hakkiyle bilendir.
36- "Hiçbir mümin erkek ve kadın için,
Allah ve Resulü bir ise hüküm verince seçme hakkı yoktur." Resulullah
(s.a.v.) halası "Ümeyye binti Abdulmuttalib"in kızı Zeyneb binti
Cahş'i, Zeyd b. Hârise'ye birbirleriyle evlenmek üzere aday olarak belirlediği
zaman, Zeynep ve kardeşi bunu kabul etmemişler, bu âyet bu yüzden nazil olmuş
deniliyor ki, yukarıda geçen "Peygamber müminlere canlarından
ileridir." (33/6) ayetinin uygulamalarından birisi demektir. Âyetin burada
gelişi Peygamberin hanımlarına yapılan muhayyer bırakma âyeti açısından bir
tamamlama, yani Peygamberi bakış açısını gözetmek gerekliliğine bir işaret
olduğu gibi, bundan sonraki âyete göre de bir ön giriş mahiyetindedir.
37- Hatırla o zamanı ki, diyordun ona, o
kendisine Allah'ı nimet verdiği, Allah ona zeka ve kabiliyet vermiş, senin
nezdine sevketmiş, İslam nimeti ile nimetlendirmişti. Senin de nimet verdiğin
kimseye -Allah'ın yardımı ile kendisine türlü bağışlarda bulunduğun, kısaca
azad edip hürriyet nimetine erdirdiğin kimseye- ki şimdi ismi gelecek olan
Zeyd'dir. Yani Zeyd b. Hârise b. Şurahbîl, annesi Su'da binti Sa'lebe b. Abdi
Âmirî, Benî Ma'n b. Tay'dendir. "El-İsabe fî Marifeti's-Sahabe"
isimli eserde hayat hikayesi şöyle yazılıdır: Zeyd b. Harise'nin annesi Su'dâ
kendi kavmini ziyarete gitmişti. Zeyd de beraberinde idi. Cahiliye devrinde
Benî Kayn b. Cisir süvarileri, Benî Ma'n evlerine baskın yaptılar. Zeydi kapıp
aldılar, anlayışlı bir çocuk idi, Ukaz panayırına getirdiler, satılığa
çıkardılar. Hakîm b. Huzam, halası Hatice hesabına dört yüz dirheme onu satın
aldı. Hz. Hatice de Resulullah kendisi ile evlendiği zaman, onu Resulullah'a
hibe etti, onu kaybetmiş olan babası Harise:
"Zeyd'e ağladım, bilmem ne yaptı. Sağ mı,
ümid olunur mu? Yoksa ecel önüne mi geçti?" diye başlayan acıklı beytler
söylemiş, sonra Harise'nin kabilesi olan Kelb kabilesinden birtakım kimseler
hacca gelmişler Zeyd'i görmüşler. Zeyd onlara kendisini tanıtmış, onlar da
tanımışlar ve şu beyti aileme götürün demiş:
"Kavmime özlemlerimi bildiririm. Gerçi
uzağım, çünkü Meşair'in yanında beytin civarında kalanlardanım."
Gitmişler babasına bildirmişler ve yerini
tarif etmişler. Bunun üzrine Harise ve kardeşi Ka'b onu kurtarmak için
fidyesini alıp yola çıktılar. Mekke'ye geldiler. Peygamber (s.a.v.)'i sordular,
Mescid'de olduğu söylendi. Yanına gittiler "Ey Muttalib'in oğlu, ey
kavminin efendisinin oğlu! Siz Allah'ın şerefli Harem'inin civarında kalan
kimselersiniz. Siz sıkıntı içinde olanları kurtarır, esirleri doyurursunuz. Biz
sana senin yanındaki çocuğumuz için geldik. Bize lutfet ve ihsan et. Takdim
edeceğimiz fidyesini kabul eyle. Serbest kalmasına yardım buyur" dediler.
Resulullah "O kim" buyurdu. "Zeyd. b. Harise" dediler,
bunun üzerine (yahut da başkası), "Haydin çağırın onu da muhayyer bırakın,
eğer sizi tercih ederse, fidyesiz sizin olsun; yok eğer beni tercih ederse,
vallahi ben, beni tercih edene karşı fidyeyi tercih etmem" buyurdu.
Bunun üzerine Zeyd b. Harise'yi çağırdılar.
Resulullah (s.a.v.) "Bunları tanıyor musun?" buyurdu. Zeyd:
"Evet şu babam, şu amcam" dedi. Resulullah: "Ben de bildiğinim,
sana olan davranışımı ve arkadaşlığımı gördün. Şimdi ya beni tercih et, ya
onları." O zaman Zeyd dedi ki: "Ben sana karşı kimseyi tercih edemem.
Sen benim hem babam, hem amcam yerinesin." Buna karşı babası ve amcası:
"Yazık sana ey Zeyd, köleliği hürriyete, babana, amcana ve ehli beytine
tercih mi ediyorsun?" dediler. Zeyd de: "Ben bu zattan öyle şeyler
gördüm ki, ona karşı hiçbir kimseyi tercih edemem." diye cevap verdi.
Resulullah bunu görünce, onu Hıcr'e çıkardı. Ve buyurdu ki: "Şahid olun
Zeyd benim oğlumdur, bana varis olacak, ben de ona varis olacağım." Bunu
görünce babası ile amcasının da gönülleri hoş oldu, memnun olarak dönüp
gittiler."
Bundan böyle ta İslam'a gelene kadar
"Zeyd b. Muhammed" diye çağırılırdı. Resulullah onu böyle oğul
edindiği zaman halası Ümeyme binti Abdulmuttalib'in kızı Zeyneb binti Cahş'ı de
daha sonra ona nikah etmişti. Ondan önce de azadlı cariyesi Ümmü Eymen'i onunla
evlendirmiş, ondan oğlu Üsame doğmuştu. Sonra Zeyneb'i boşadığı zaman, onu,
Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi ki, bu da anası tarafından
Abdulmuttalib'in torunundan, yani Peygamberin hala çocuklarındandı. Bundan da
Zeyd b. Zeyd ve Rukuyye doğmuştu, sonra Ümmü Gülsüm'ü de boşadı. Ebu Leheb'in
kızı Dürey ile evlendi. Sonra onu da boşadı. Hz. Zübeyr'in kızkardeşi Hind
binti Avvam ile evlendi. Buharî'de yer aldığı üzere İbn Ömer (r.anhüma)
"Onları öz babalarına nisbet ederek çağırın" (Ahzab, 33/5) âyeti
ininceye kadar Zeyd b. Harise'ye "Zeyd b. Muhammed" derdik diye haber
vermiştir.
Zührî, "Biz Zeyd b. Harise'den önce
müslüman olan bilmiyoruz" demiştir. Zeyd b. Harise "Bedr" ve
ondan sonraki savaşlarda Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunmuş ve nihayet
Mute savaşında emîr , yani kumandan olarak şehit olmuştur. Resulullah (s.a.v.)
onu seferlerinin bazısında Medine'de yerine bırakmıştır. Bera b. Azib'den
rivayet olunduğuna göre, Zeyd b. Harise: "Ya Resulullah Hamza ile aramızda
kadeşlik sözleşmesi yaptık." demiştir. Hz. Aişe'den rivayet olunur ki
"Resulullah (s.a.v.) Zeyd b. Harise'yi herhangi bir seriyyede (düşman
üzerine gönderilen küçük süvari müfrezesi) gönderdiği zaman mutlaka onu
kumandan yapardı. Ve eğer sağ kalmış olsaydı, onu halife bırakırdı."
Buharî'de rivayet olunduğu üzere Seleme b. Ekvâ (r.a.) demiştir ki:
"Peygamberle birlikte yedi gazâ ettim. Resulullah, onu bize kumandan
yapardı."
Zeyd'in katıldığı seriyyeler: Önce Karede,
sonra Hamum, sonra, Iys, sonra Mutrıf, daha sonra sırasıyla, Hısma, Kurza
seriyyeleri olmuş, daha sonra Mute savaşında kumandan olmuş ve bu savaşta
ellibeş yaşında iken şehid olmuştur. Kur'ân'da ondan başka hiçbir sahabi
ismiyle söylenmemiştir. Yine Buharî'de İbn Ömer (r.anhüma)dan rivayet olunduğu
üzere, Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "O, yani Zeyd, gerçekten
kumandanlığa layıktır. Ve gerçekten en çok sevdiklerimdendir."
Tirmizî ve başka muhaddislerin rivayeti ile
Hz. Aişe demiştir ki: "Bir sefer Zeyb b. Harise Medine'ye geldi,
Resulullah benim odamdaydı, geldi kapıyı çaldı, Resulullah kalktı, ona sarıldı
ve öptü."
Bir de İbnü Ömer (r.anhüma) şöyle demiştir:
Ömer, Üsâme'ye benden daha çok maaş bağladı. Kendisine sordum. O, Resulullah'a
senden daha sevgili idi, babası da Resulullah katında senin babandan daha
sevgiliydi dedi.
İşte Zeyd böyle çeşitli yönlerden Allah'ın ve
Resulü'nün nimetine ermiş bir zat idi. Burada bunun bu niteliklerle
nitelenmesi, nimetin değer ve şükrünü bilecek güzel niteliklere sahip olduğunu
tescil ile, gönüldekini kendisine olduğu gibi söylemek için çekinecek bir taraf
olmadığına bir dikkat çekmektir. Yani senin, böyle senden nimet görmüş bir
kimseye karşı çekinmene hiçbir sebeb yokken diyordun ki Eşini bırakma, kendi
yanında tut. Yani Zeyneb'i boşama. Burada tefsirler bu konudaki rivayetlerin
arasına şöyle bir paragraf eklemişlerdir: Güya Resulullah (s.a.v.) Zeyneb'i
Zeyd'e nikâhladıktan bir zaman sonra, tesadüfen gözü ona ilişmiş, birdenbire
güzelliği gönlünde yer etmiş de "Gönülleri çeviren Allah'ı tesbih
ederim" demiş. Zeyneb de tesbihi işitmiş Zeyd'e söylemiş, Zeyd intikal
etmiş ve bunun üzerine Zeyneb'le beraberliği uygun görmeyerek Resulullah'a
gelmiş: "Ben eşimden ayrılmak istiyorum" demiş. Resulullah
(s.a.v.)de: "Ne var, ondan seni şüpheye düşürecek bir şey mi oldu?"
buyurmuş. Zeyd: "Yok. Vallahi ben ondan hayırdan başka bir şey görmedim.
Fakat şerefli bir aileden gelmesi dolayısıyla kendisini benden büyük
görüyor." demiş. Ve o zaman Resulullah "Hanımını kendine sıkı
tut" buyurmuş. Ansızın görülen bir güzelin güzelliğini son derece temiz ve
ince bir biçimde duyup takdir ederek yaratanın yaratıcılık gücünü tesbih ve
tenzih ile ilan etmekte peygamberlerin ismet (günah işlememe) özelliğine aykırı
hiçbir durum olmadığından, bu hikayenin gerçekten olmuş olmasını varsaymakta
aslında bir sakınca yoktur. Bununla birlikte birtakım hırıstiyan yazarların
dedikodu aracı yapmak istedikleri bu hikaye, Hadis ilmi bakımından, gerçekten
olmuş bir olay değildir. Bir kere rivayet açısından sahih hadis kitaplarında,
sahih bir yol ve sened ile rivayet edilmemiştir. Sonra dirayet, yani hadisin
mânâsı açısından, Zeyneb'in güzelliğini Resulullah'ın henüz yeni görüp anlamış
olması aklen kabul edilemez. Zira Zeyneb Resulullah'ın yakın akrabasından
olmakla, ta çocukluğundan beri görüp bildiği ve özellikle tesettür edilmemiş bulunduğu
için vücud güzelliğini yakından tanıyageldiği bir kadın iken, bunu ilk olarak
bu defa görülmüş beğenilivermiş diye anlatmak kendi kendini yalanlayan bir
hikayedir. Doğrusu Resulullah Zeyneb'i önceden biliyordu ve bildiği için onu
evlat gibi sevdiği Zeyd'e nikah etmiş idi. Fakat Zeyneb onurlu bir kadındı.
Zeyd'i kölelikten azad edilmiş olduğundan dolayı kendine denk sayamamış, ona
varmak istememişti. Sırf Resulullahın emrine itaatla ona varmış, fakat gereği
gibi ısınamamıştı. Ara sıra Peygamber'e akrabalığından dolayı şerefli olması ve
asaletiyle övünerek Zeyd'e karşı büyüklenmek istiyordu. Gerçekten kumandanlığa
layık olarak yaradılmış olan Zeyd buna bir süre sabretti ise de Resulullaha
varıp Zeyneb'den ayrılmak istediğini arz eyledi. Resulllah (s.a.v.)da bunu
nefsinde uygun gördüğü halde, birdenbire müsade etmeyip dedi ki: "Hanımını
kendine sıkı tut." Ve Allah'tan kork. Yani kadını boşamanın, önemsiz bir
mesele olmadığını, Allah katında sorumluluk getiren bir iş olduğunu düşün,
çünkü "Yani Allah katında helallerin en çirkini boşamadır." Bu
nasihatlar güzel, fakat böyle derken İçinde de Allah'ın meydana çıkaracağı bir
şey gizliyordun. Boşamasını uygun görüyordun, yahut onu nikahlamayı
düşünüyordun da söylemiyordun. Taberî'de Süfyan b. Uyeyne kanalıyla Ali b.
Hüseyn'den rivayet edildiğine göre, Allah, peygamberine bildirmişti, Zeyneb
ilerde Resulullah'ın hanımlarından birisi olacaktı. Böyle iken Zeyneb'den
şikayete geldiği zaman, ona hanımını kendinde tut demişti. Çünkü o halde halkı
da sayıyordun. Zeyd'in hatırını sayıyor ve insanlar dedikodu ederler diye
çekiniyordun. Oysa Allah'ı sayman daha uygundu. Eğer korkacak bir şey varsa,
halkı hiç hesaba almayarak yalnız Allah saygısını duyasın. Yani sırf gizlemek
sakıncalı değildir. Allah için korkacak, Allah'ın emrine aykırı olacak bir şey
olsaydı, sade Allah korkusuyla gizlemek de sakıncalı değildi. Fakat Allah için
korkacak bir durum yok iken sırf insanlardan korkarak gizlemek veya Allah
korkusuyla birlikte bir de halk korkusu gözetmek, işte hatırlatmanın sebebi
budur. Halktan hiç korkmayarak yalnız Allah korkusunu gözetmek gerekti. Çünkü
Allah'ın ilahi mesajını tebliğ eden peygamberler açıklanacağı üzere Allah'tan
başka kimseden korkmazlar. "Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden
korkmazlar." (Ahzab, 33/39). Deniliyor ki Peygamber'e karşı en şiddetli
âyet bu "İçinde Allah'ın meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun"
âyetidir. Hz. Aişe der ki: "Resulullah (s.a.v.) Allah'ın kitabından bir
şey gizleseydi bu âyeti gizlerdi." "İçinde de Allah'ın meydana
çıkaracağı bir şey gizliyordun." "İnsanlardan çekiniyordun, oysa
Allah'dan çekinmen daha uygundu." Demek ki bu ayet bu şekilde
Resulullah'ın doğruluğuna ve pek yüksek olan huşu ve takvasına da açık bir
delil oluyor. Zeyd ondan tamamen ilişiğini kesince, yani senden nimet elde
etmiş olan Zeyd, sonunda o hanımı olan Zeyneb'den muradına erince, onu tutmak
istemeyip boşadı ve iddeti çıktı. Ona hiçbir şekilde bir ihtiyacı kalmadı ve bu
şekilde Zeyneb açıkta mahrum kaldı. O zaman biz onu seninle evlendirdik, yani
senin çekinmene rağmen nihayet onunla evlenmeni sana emrettik. Demek ki
Peygamber insanlara karşı söylemekten bile kaçındığı bir fiilin açıktan açığa
yapılmasına emir almış bulunuyordu. Şüphe yok ki bu onun iman ve kesin inancını
ortaya çıkaran büyük bir imtihandır. Fakat bu ne için böyle oluyordu? Ne idi?
Bu evlendirmede ümmet için önemli bir hüküm hikmeti vardı. Şöyle ki
Oğulluklarının, hanımlarında ilişkilerini kestikleri zaman, müminler üzerine
bir darlık olmaması hikmeti için. Zira sûrenin başında geçtiği üzere, siz
oğulluk edinmekle yüce Allah onları gerçekten sizin oğullarınız edivermemiştir.
Şu halde, Nisa Sûresi'nde "Öz oğullarınızın hanımları ile evlenmeniz haram
edildi." (Nisa, 4/23) buyruğuna uygun olarak, öz oğulların hanımları ile
nikâhlanmak haram edilmiştir, diye oğullukların hanımlarını da gerçekten onlar
gibi saymak gerekmez. Bir kimsenin oğul edindiği evlatlığının hanımını boşayıp
iddeti çıktığı zaman, o adamın onunla evlenmesi şer'an caizdir, bunda hiçbir
sakınca yoktur. İşte cahiliyet devrinde kökleşmiş olan bu adetin bu darlığın
İslam'da kaldırılması için, ilâhî hikmet Peygamber'in bizzat kendisinde
tatbikini gerektirmiş ve bu hikmet için o evlenme emredilmiştir. Allah'ın
buyruğu yerine getirilmiştir. Onun için bu emir de yerine getirilmiş, Peygamber
evlenmiş, Zeynep de Peygamber'in hanımı olmuştur. Bu şekilde bu evlenmenin
meşru olduğu tatbikatla gösterilmiştir.
38- "Müminler üzerine bir darlık olmaması
için." (Ahzab, 33/37) diye sebep gösterilmesinden anlaşılır ki, bir
ayrıcalık delili bulunmadıkça Peygamber ile ümmet hakkında hüküm aynıdır.
Burada şöyle bir yanlış kanaat hatıra gelebilir: Evlenmek peygambere layık
mıdır? Hele birden çok hanımları varken böyle bir daha evlenmek peygamberliğin
durumuna, şerefine bir eksiklik vermez mi? Hz. Yahya ile İsa hiç evlenmemiş
oldukları için, ruhbaniyeti tercih etmek isteyen mutaassıp hıristiyanlar bu
meseleyi bahane ederek Peygamber'in evlenmelerine dil uzatmak istemişlerdir.
Buna karşı buyuruluyor ki Peygambere Allah'ın lehinde olarak farz ve takdir buyurduğu,
yani helal ve mübah kıldığı şeyde bir güçlük, bir darlık olamaz. Allah'ın helal
ve mübah kıldığı hakta hiç kimseye bir yasaklık, bir baskı doğru olmadığı gibi,
Peygamber'e de olamaz. Bundan önce geçenler de Allah'ın sünneti, adeti olarak
böyledir. Bütün geçen peygamberlerde Allah'ın adeti bu, kanunu budur ki, hiçbir
peygambere, şeriatında mubah olarak hükme bağlanan şey hakkında güçlük ve baskı
yapmamıştır. Geçen peygamberler de evlenmişler, hem Süleyman ve Davus (a.s.)
gibi bazıları pek çok evlenmişler, hiçbirine evlenmek yasak edilmemiş, Yahya ve
İsa (a.s.) da kendilerine yasak edildiği için değil, evlenmek farz kılınmadığı,
yapılmasında veya yapılmamasında bir güçlük bulunmadığı için evlenmediler. Ve
Allah'ın emri biçilmiş bir kader bulunuyor. Ezelde bilinip, takdir edilmiş,
kat'î, kesin bir hüküm bulunuyor. Yahut ezelde takdir edilmiş olmakla birlikte,
mükelleffin kudretini de çekip almaz, emredilen kimse için de kudret
dahilindedir. Dolayısıyla herkesin takdir edilmiş olan kaderi, başına gelir, bununla
birlikte sorumluluğuna engel olmaz.
39- Onlar, o peygamberler ki hep Allah'ın
buyruklarını tebliğ ediyorlardı, yani senin gibi Resul idiler. Ve ondan
korkuyorlardı. Bununla birlikte ruhbaniyet yapmıyorlardı, evleniyorlardı. Hem
de Allah'tan başka hiçbirinden korkmuyorlardı. Halktan çekinmiyorlardı. Allah
hesap görücü olarak yeter. Allah korkusu başka bir korkuya ihtiyaç bırakmaz.
40-Sözün özü Muhammed sizin içinizdeki
erkeklerden hiçbirinin babası değildir. Yani kendisinden dünyaya gelmiş
olmayan, sizin içinizdeki erkeklerden hiçbirinin gerçek anlamı ile babası
olmamıştır. Bundan dolayı Zeyd'in de gerçekte babası değildir. Onun için,
"Hurmeti musahere" (Evlenme ile meydana gelen akrabalıktan dolayı
haramlık) meydana gelmez ve bundan dolayı bir güçlük konusu olmaz. Gerçi Kasım,
İbrahim, Tayyib, Tahir, Mutahher, adında oğullarının babası olmuştur. Fakat
bunlar büluğ çağına erişmeden vefat ettikleri için, ayette geçen
"rical" (yetişkin erkek) kavramına dahil olmamışlardır. Çünkü
gerçekte "recul" büluğ çağına erişen erkeğe denir. Bununla birlikte
büluğ çağına ermiş olsaydılar o zaman da "Sizin erkeklerinizden"
değil onun erkek çocuğu olurlardı ve yine olumsuzluk ifade eden cümlenin genel
kapsamı bozulmazdı. Yani o zaman da ümmetin içinden hiçbir yetişkin erkeğin
"recul"un, geçekten babası olmamış olurdu. Fakat Allah'ın resulüdür.
Onun için babalardan daha çok şefkatli ve daha çok hayır dileyendir, ebedî
hayatın sebebidir. Bu açıdan her resul ümmetinin babasıdır denilebilir ise de,
bu bir mecazî mânâdır. Mecazın hükümü ve belirtisi de, gerçek mânânın ondan
alınmasının sahih olmasıdır. Doğrusu gerçekten baba değil, fakat babadan daha
şefkatli Allah resulüdür. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.
HÂTEM, Asım kıraatinde "tâ"nın
üstünü ile, diğer kıraatlerde esresi ile okunur. Esre ile hâtim, ismi fail olup
hâtim eden, sona erdiren veya mühürleyen demektir. Mühür de bir şeyin
belgelendirilmesi ve tasdiki için sona basıldığından hem son mânâsını, hem
tasdik mânâsını içerir. Şu halde iki kırâet, "Hatemünnebiyyin"
niteliğinin iki anlamına ayrı ayrı işaret ediyor. Yani Muhammed Resulullah hem
peygamberleri sona erdiren son peygamberdir, peygamberlerin en sonuncusudur,
hem de bütün peygamberleri tasdik ve belgeleyen ilâhî bir mühürdür. Eğer o
gelmeseydi, diğer peygamberler unutulup gidecek tarihte onların varlıklarını ve
peygamberliklerinin gerçekliğini ilmen isbat etmek mümkün olmayacaktı. Çünkü
diğer peygamberlerin hayat ve varlıkları tarihin bağrında Muhammed'in hayatı
gibi açık ve sağlam olarak bilinmemektedir. Öyle ki bugün Kur'ân olmasaydı Musa
ile İsa'nın bile varlıkları ciddiyetle ispat olunamazdı. Hz. Muhammed'in
hayatının ve peygamberliğinin tarihte açıklık ve kesinlikle bilinmesi
sayesindedir ki, diğer peygamberlerin de geçmişteki peygamberliklerini tasdik
için bir belge elde edilmiş bulunuyor. Aynı zamanda Muhammed (s.a.v) diğer
peygamberlerin kendisi hakkındaki müjdelerini gerçekleştirmek itibariyle de
onların peygamberliklerini mühürleyen ilahi bir damgadır. Hz. Muhammed'in
peygamberliği ile insanlık din açısından, ilerlemenin son noktasına erişmiştir.
Ondan sonra başka peygamber beklememeli, Muhammedî nur'u izlemelidir. Allah her
şeyi çok iyi biliyor. Her şeyi bilip duyuyor. Onun için bu hükümleri emrediyor.
Meâl-i Şerifi
41- Ey iman edenler! Allah'ı çokça anın.
42- Ve O'nu sabah akşam tesbih edin.
43- Sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak
için melekleri ile birlikte üzerinize rahmet ve bereket indiren O'dur ve O,
müminlere çok merhametlidir.
44- O'na kavuşacakları gün müminlere esenlik
dileği selâmdır. (Allah) onlar için cömertçe bir mükafat hazırlamıştır.
45- Ey peygamber! Biz seni hem bir şahit, hem
bir müjdeci, hem bir uyarıcı olarak gönderdik.
46- Ve hem de izniyle Allah'a bir davetçi ve
nurlar saçan bir kandil (olarak gönderdik).
47- Müminlere müjdele! Onlara Allah'tan bir
mükafat vardır...
48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme,
onların ezalarını bırak (aldırma) da Allah'a tevekkül et. Allah vekil olarak
hepsine yeter.
49- Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâh
edip de sonra onlara dokunmadan boşadığınız zaman, sizin için üzerlerinde
sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur. Derhal müt'alarını (mehirleri
belirlenmediği takdirde yararlanacakları bir mal) verip onları güzel bir
şekilde salıverin.
50- Ey peygamber! Biz bilhassa sana şunları
helâl kıldık: Mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak
ihsan buyurduklarından sahip olduğun cariyeleri, amcalarının kızlarından,
halalarının kızlarından, dayılarının kızlarından, teyzelerinin kızlarından
seninle beraber hicret etmiş olanları, bir de mümin bir kadın kendini
peygambere hibe ederse, peygamber nikâh etmek istediği takdirde, onu başka
müminlere değil de sadece sana mahsus olmak üzere helâl kıldık. Onlara eşleri
ve cariyeleri hakkında neyi farz kıldığımızı biliyoruz. Bunlar sana hiçbir
darlık olmaması içindir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
51- Onlardan dilediğini geri bırakır,
dilediğini yanına alırsın. Sırasını geri bıraktığın kadınlardan dilediğini
yanına almanda da sana bir günah yoktur. Onların gözleri aydın olup
üzülmemelerine ve kendilerine verdiğin ile hepsinin hoşnut olmalarına en
elverişli olan budur. Allah kalblerinizdekini bilir. Allah her şeyi bilir ve
yumuşak davranır.
52- Bundan başka kadınlar sana helâl olmaz.
Bunları başka eşlerle değiştirmek de olmaz. İsterse güzellikleri hoşuna gitsin.
Ancak sahip olduğun cariyen başka. Allah her şeye gözcü bulunuyor.
41-47- Çok zikir, zamanlara üstün gelen, ve
takdis (ululama) temcid (Ululama), tehlil (la ilahe illallah sözü) tahmid (Hamd
etme, elhamdülillah deme) gibi Allah'a layık zikrin çeşitlerini içine alır.
Bununla birlikte zikir çeşitleri içinde tesbih'in (sübhanellah kelimesini
söyleyerek Allah'ı ululama) vakitleri içinde sabah ile akşamın özellikle önemi
ve faziletine işaret için de ve sabah-akşam O'nu tesbih edin buyurmuştur. Çünkü
"tesbih" zikirlerin temeli, sabah ile akşam da meşhur zamanlardır.
Bununla birlikte sabah akşam ifadeleri Türkçe'de olduğu gibi Arapça'da da bütün
vakitleri içine almakla, devam anlamına kinaye de olur. Öte yandan zikir ve
"tesbih" namazı dahi kapsar. Hem kendisi, hem de melekleri üzerinize,
"salat" yağdırıyor.
SALAT, Allah'tan rahmet, meleklerden istiğfar,
müminlerden dua demektir. Burada aynı fiilin, Allah'a ve meleklerine isnad
edilmiş olması açısından rahmet ve istiğfarı kapsayan özel bir yardım mânâsını
ifade etmesi gerekir. O'na kavuşacakları gün, öldükleri veya kabirden
çıktıkları, yahud cennete girdikleri gün esenlik dilekleri selamdır. Her türlü
sakınca, afetlerden selamet, uzaklık haberidir. Güzel bir mükafat cennet, bir
şahit, tanık olmak üzere. Allah'ın birliğine şahit, Allah'a nasıl kulluk
edileceğine delil gösterilecek örnek ümmetin, tasdik, yalanlama, uymak veya
uymamak gibi durumlarına, amellerine, yarın ahırette ilâhî huzurda tanıklık
edecek şahit Allah'ın izniyle bir davetçi, Allah'ın birliğine ve iman vacip
olan sıfat ve hükümlerine iman ile rızasına, O'na kavuşmaya, doğru gitmeye
çağırıcı, hem de kendi kendine değil, Allah'ın izni ve müsadesiyle yardım ve
başarılı kılması ile çağırıcı. Yukarıda "Ey Peygamber! Biz seni tanık
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Ahzab, 33/45) buyrulduğu halde,
burada bir de "O'nun izni ile" kaydı ile kayıtlanması, bu çağrının Allah
tarafından özellikle yardım olmayınca yapılamayacak gayet zor bir iş olduğuna
işaret ifade eder. Nurlandırıcı, aydınlatıcı parlak bir kandil, cehalet ve
şaşkınlık karanlıklarında akılları, gönülleri aydınlatıp doğru yolu gösteren
bir ışık Allah'tan büyük bir lütuf. Allah'ın Muhammed ümmetine vaad edilmiş
olan lütuf ve ihsanı, başka ümmetlere verilmiş olandan çok fazla ve çok
büyüktür.
48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Davet
görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde
yumuşak davranmak, uyarıda hoşgörü göstermek yasaklanıyor. Yasaklama ve
uzaklaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için, mânâ, itaat etme
biçiminde olumsuz olarak ifade edilmiş ve Allah'ın emirlerini tebliğde bir
parça hoşgörü, kâfirlere ve münafıklara itaat etmek mânâsında olduğu
anlatılmıştır. Çünkü kâfirler ve münafıklar O'nu arzu etmezler. Ve onların
eziyetlerini bırak. Burada eziyet kelimesi failine muzaf olarak "Onların
eziyetlerini bırak, aldırma" anlamı açık ve belli; mefülüne muzaf olması,
yani "onlara eziyet etmeyi bırak" mânâsı ise ihtimal dahilindedir.
Yani bundan dolayı, onların sana yaptıkları ve yapacakları eziyetlere,
rahatsızlıklara aldırma, kafana takma veya itaat etme, fakat eziyet etmeye de
kalkışma. Ve Allah'a güven, gerek bunlarda ve gerek bunlar gibi yapacağın ve
bırakacağın her hususta kendini Allah'a ver, yardımı O'ndan iste, O'na dayan.
Güvenilecek bir vekil olarak Allah sana yeter. Bütün durumlarda kendisine
işlerin havale edileceği ancak O'dur. O hepsine yeterlidir. Zamir getirilecek
yerde Yüce Allah'ın isminin getirilmesi, sebep bildirme ve en son gelen bu
cümlenin önceki cümlelerden bağımsız olduğuna işaret etmek içindir. Peygamber
(s.a.v.) şahit, müjdeci, Allah'a çağırıcı, aydınlatan bir kandil diye beş
nitelik ile nitelendiği gibi bunlara karşılık birer hitap ile de kendisine
seslenilmiştir. Ancak "şahit" hepsine dağıtıldığı için, karşılığı
ayrıca açıkça söylenmemiş veya müjdelemenin anlamı ile yetinilmiştir.
"Uyarıcı olma" niteliğine karşılık "itaat etme, bırak"
Allah'a çağıran niteliğine karşılık "Allah'a güven" aydınlatan kandil
niteliğine de "Allah'ın yetmesi" karşılık olarak getirilmiştir. Çünkü
bu haber vermede de yetinme ile bir emir mânâsı vardır. Ve bununla o kandilin
ışığının, doğrudan doğruya Allah'tan olduğuna düzgün ve çok güzel bir işaret
yapılmıştır. "Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da hemen hemen ışık
verir. Nur üstüne nurdur." (Nur, 24/35).
49- "Ey iman edenler..." Sûrenin
başından beri Peygamber'e olan her "Ey Peygamber" nidasını, müminlere
bir "Ey iman edenler" seselenişi izlemiştir. Bu şekilde bu sûrede de
bir peygambere, bir ümmetine seslenen beş "ey peygamber", altı
"ey iman edenler" hitabı birbirini takip etmiştir. Mümin kadınları
nikah ettiğiniz, kitap ehli olan kadınlarda da hüküm böyledir. Fakat müminlere
yaraşan mümin kadınları nikahlamak ve başkalarından soyunu korumak olduğunu
anlatmak için, yalnız mümin kadınlar zikredilmiştir. Sonra da onları
kendilerine dokunmadan boşadığınız zaman "dokunmak"tan maksat,
onlarla cinsel birleşmede bulunmaktır. Ancak "halvet-i sahiha" yani
hiçbir engel olmaksızın kadınla tenhada başbaşa kalmak da o mânâdadır. Çünkü
gizli şeylerin açık belirtisi o şeyin yerine geçer. Dolayısıyla halvet-i sahiha
veya cinsel birleşme olmaksızın sırf dokunma olmuşsa dokunulmamış sayılır.
Sizin için üzerinde saydıracağınız bir iddet hakkınız yoktur. Bundan anlaşılır
ki, kadınların iddet beklemesi esas itibarıyla kocaların hakkıdır. Onun
sperminin korunması içindir. O sebeple şer'î bir haktır. Bu nedenle cinsel
birleşme olmayınca o hak meydana gelmez. Derhal kendilerine müt'alarını verin.
Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere müt'anın vacip olması mehir belirlenmediği
takdirdedir. Mehir belirlenmişse, onun yarısı gerekir. Bununla birlikte bu
âyetin mutlak ifadesine göre o şekilde de mut'a vacip değil ise de müstehap
olduğu hakkında Hanefi mezhebinde bir rivayet vardır. (Müt'anın tarifi hakkında
Bakara Sûresi'ndeki: "Onları zengin olanlarınız kendi gücü oranında, darda
bulunanınız da kendi halince olmak üzere maruf bir müt'a ile faydalandırınız."
(2/236) âyetine bkz.)
50- Ey Peygamber! Biz sana özellikle şunları
helal kıldık. Bu âyette, peygambere, layık ve faziletli olan hanımlar
zikredilmiş ve beyan buyurulmuştur. Çünkü;
1- "Ecir"lerini yani, mehirlerini
verdiğin hanımların. Şüphesiz mehıri verilmiş olan hanımın gönlü verilmeyenden
daha hoştur.
2- Bir kimsenin bizzat kendisinin katıldığı
savaşta ganimet olarak sahip olduğu cariye, elbette satın aldığı cariyeden daha
temiz ve daha şüphesizdir.
3- Kendisi ile birlikte hicret eden akrabaları
da hicret etmeyenlerinden daha şereflidir. Bununla birlikte bazılarının dediği
gibi, mehrin önce verilmesi peygamberin özelliklerinden olması da ihtimal
dahilindedir. Nitekim amca ve hala, dayı ve teyze kızlarının helal olmasında
seninle birlikte hicret edenler, diye kayıtlanmasında Peygamberin özelliğinin
olması ağır basmaktadır.
Bunu şu rivayet de destekler: Ebu Talib'in
kızı Ümmühanî şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v.) önceleri, benimle
evlenmek istemişti, ben özür diledim; o da özürümü kabul etti. Sonra da Allah Teâlâ
bu âyeti indirdi; ben ona helal olmadım. Çünkü ben onunla hicret etmemiştim.
Ben Tuleka'dan, yani serbest bırakılanlardandım." Bunun gibi Ve kendisini
Peygambere hibe eden mümin bir kadın, yani kendisinin mehirsiz olarak
Peygambere nikahlanmasına razı olan kadın, fakat bu mutlak değil, Peygamber
O'nu nikah etmek istediği takdirde, böyle mehirsiz olarak nikah da Peygamberin
özelliklerindendir. Bazıları Meymune binti Haris, Zeyneb binti
Huzeymetel-Ensariye, Ümmü Şerike binti Câbir ve Havle binti Hakîm, bu şekilde
kendilerini bağışlamışlardı demiş ise de, İbnü Abbas bunun gerçekten meydana
gelmediğini, yani Peygamberin bu şekilde hiçbir kadın ile evlenmediğini
söylemiştir. Bütün bunlar sırf sana mahsus olmak üzere helal kılındı müminlere
değil, çünkü zikrolunan kayıtlarla hepsinin helal olması diğer müminler
hakkında gerçekleşmiş değildir. Sayıca da, şekilce de fark vardır. Onlara
hanımları ve "mülk-i yeminleri" olan cariyeleri hakkında farz
kıldığımız, takdir buyurup karara bağladığımız hükümleri gerçekten bilmişizdir.
Yani onlara layık olanı menfaat ve yararlarını bilerek takdir etmişiz ve
bildirmişizdir ki, Nisa Sûresi'nde geçtiği üzere dörde kadardır, onun için bu
beyan olunanları diğer müminlere değil, sadece sana helal kıldık. Şunun için ki
sana hiçbir zorluk, bir darlık olmasın. Olmasın da kalbin huzur içinde ilahî
vahyin ortaya çıktığı yer olsun.
51- Onlardan dilediğini geriye bırakırsın.
Dilediğini de yanına alırsın. Birden çok hanımı olanlara sıra ile bir nöbet
izlemek vaciptir. Buna "Kasm" denilir. Fakat Peygamberin
özelliklerinden olmak üzere ona "Kasm" vacip kılınmayıp kendi
dilemesine bırakılıyor. Azlettiğin, yani bıraktığın yahut boşadığından arzu
ettiğine dönmen durumunda da üstüne bir günah yoktur. Bu hüküm, yani tertib
üzere nöbetle "Kasm" sana vacip kılınmayıp böyle senin arzu ve
dilemene bırakılması onların gözlerinin aydın olmasına ve gözleri aydın olup da
üzülmemelerine ve senin kendilerine verdiğin ile yaptığın davranış ve ihsan ile
hepsinin hoşnud olmalarına daha elverişlidir. Çünkü o, bir kere hepsinin eşit
oldukları bir hükümdür, sonra sen aralarını eşit tutar "Kasm"
yaparsan, onu senin bir ihsanın bilerek sevineceklerdir. Ve eğer bazısını
tercih edecek olursan, onu da Allah'ın bir hükmüyle yaptığını bilecekler, yine
gönülleri hoş olacaktır. bundan anlaşılır ki hanımları sevindirmek, gönüllerini
hoş etmek de şeriatın gözettiği maksatlardandır. Kalblerinizdekini Allah bilir.
Hatırınızdan neler geçiyor, gönüller neler istiyor, ne duyguda, ne niyette
bulunuyor hepsini bilir. Onun için kalplerinizi de güzel tutmaya çalışın.
"Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır."ALÎM, mübalağa ile alîm,
çok, pek çok bilir; onun için gizli açık neyiniz varsa bilir. Fakat halimdir,
ceza vermekte acele edivermez, mühlet verir, ihmal etmez; o halde cezanın geri
bırakılmasından dolayı aldanmamalı ve çok titizlik etmemelidir.
52- Sana bundan öte kadınlar helal olmaz.
Muhayyer kılınıp da seni tercih eden dokuz hanımından başka kadınla evlenmek
caiz olmaz. Bu hanımlar, Aişe binti Ebi Bekr, Hafsa binti Ömer, Ümmü Habibe
binti Ebî Süfyan, Sevde binti Zem'a, Ümmü Seleme binti Ebi Ümeyye, Safiyye
binti Huyeyyi'l-Hayberiye, Meymune binti'l-Harisi'l-Lilâliye, Zeyneb binti
Cahşi'l-Esediye, Cüveyriye binti'l-Hârisi'l-Mustalikıyyedir. Allah hepsinden
razı olsun. Onları başka hanımlara değiştirmen de olmaz. Yani bunları boşayıp
yerlerine başka kadınlarla evlenmen de caiz olmaz. Onlar Allah ve Resulü'nü
seçtikleri için Allah Teâlâ da onlara böyle ikram ve lutufda bulunmuş,
Resulullah (s.a.v.)de vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış vefatında
da onlar müminlerin anaları olarak kalmışlardı. Güzellikleri hoşuna gitse bile.
Alacağın kadınların güzellikleri, senin takdirine layık olmaları varsayılsa
bile helal olmaz. İbni Atiyye tefsirinde der ki: Bu ifade, bir adamın evlenmek
istediği kadına bakmasının caiz olduğuna delildir. Nitekim Mugire b. Şu'be ve
Muhammed b. Mesleme hadisleriyle Sünen'de de varid olmuştur. Ancak elinin
altında bulunan cariyeler hariç. Çünkü onlar helal bununla birlikte Allah her
şeyi gözetliyor. Onun için O'ndan korkmalı, koyduğu sınırları aşmamalı,
helalden harama geçmemeli. Yukardaki ayetin eki mahiyetinde olan bu son cümle,
yukarsını tamama erdirirken aşağısına bir ön giriş oluyor.
Peygambere bu seslenişten sonra evi ve
hanımları hakkında hukukî düzenlemelerle ilgili olmak üzere, insanların
gözetmekle yükümlü oldukları görevleri beyan için, genel olarak bütün iman
edenlere şöyle sesleniliyor:
Meâl-i Şerifi
53- Ey iman edenler! Peygamberin evlerine
vaktine bakmaksızın ve yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağırıldığınız
vakit girin. Yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Sohbet etmek için de izinsiz
girmeyin. Çünkü bu haliniz peygambere eziyet veriyor, ama o sizden utanıyor. Fakat
Allah gerçeği söylemekten utanmaz. Hem O'nun hanımlarına bir ihtiyaç
soracağınız vakit de perde arkasından sorun. Böyle yapmanız hem sizin
kalbleriniz ve hem de onların kalbleri için daha temizdir. Hem sizin
Resulullah'a eziyet etmeye hakkınız yoktur. Ondan sonra hanımlarını da
ebediyyen nikâh edemezsiniz. Çünkü bu Allah katında çok büyük bir günahtır.
54- Siz bir şeyi açıklasanız da gizleseniz de
şüphe yok ki Allah her şeyi bilmektedir.
55- Onlar (peygamberin eşleri) için babaları,
oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları,
kendi kadınları (kadın dostları) ve sahip oldukları köleleri hakkında bir günah
yoktur. Bununla beraber (ey Peygamberin hanımları) Allah'tan korkun. Çünkü
Allah her şeye şahit bulunuyor.
56- Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere
salât ederler. Ey iman edenler! siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin.
57- Şüphesiz ki Allah'a ve Resulü'ne eziyet
verenlere Allah hem dünyada, hem ahirette lânet etmiştir. Onlara aşağılayıcı
bir azab hazırlamıştır.
58- Mümin erkeklere ve mümin kadınlara
yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler de bir iftira ve açık bir günah
yüklenmişlerdir.
53- "Ey iman edenler! Size izin
verilmedikçe peygamberin evine girmeyin..." Ümmetin Peygamber ile ilgili
durumu iki şekildedir: Birisi Peygamberle başbaşa olduğu durumdur. O zaman
vacip olan onun rahatsız etmemektir. İşte bu sûrenin 53. âyeti olan "Ey
iman edenler! Peygamberin evlerine yemeğe çağrılmaksızın vakitli-vakitsiz
girmeyin" emri ile bu, beyan buyuruluyor. İkincisi ise Peygamber (s.a.v.)
insanların arasında bulunduğu esnadadır. O zaman vacip olan da ona hürmet
göstermektir. Yine bu sûrenin 56. âyeti" olan "Ey iman edenler! Siz
de ona salat ve selam getirin" ayetiyle de bu beyan buyruluyor. Nur Sûresi'nde
de "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin alıp sahiplerine
selam vermeden girmeyin." (Nur, 24/27) buyurulmuş, kendi evlerinizden
başka evlere sahiplerinden izin almaksızın girmeyiniz diye yasaklama
getirilmişti. Bu hüküm genel nitelikli olduğu için, elbette Peygamberin
evlerini dahi kapsıyordu. Fakat "Peygamber müminlere canlarından ileridir.
Onun eşleri de müminlerin anneleridir." (Ahzab, 33/6) buyurulmakla,
Peygamberin müminlere canlarından daha ileri ve hanımlarının onların anneleri olması,
müminlerin Resulullahı'ın evine kendi evleri gibi izin almaksızın
girebilmelerine caizlik verecek zannedilebilirdi. İşte bu ayet hem böyle bir
zanna yer olmadığını anlatıyor, hem bu vesileyle Resulullah'ın eşlerine
"hicab"ı (tesettürü) emrediyor, hem de müminlerin anneleri
olmalarının mânâsını açıklıyor. Âyetten anlaşıldığına ve İbnü Abbas'tan rivayet
olunduğuna göre, birtakım kimselere zaman zaman Resulullah'ın evinde yemek
yediriliyordu. Bunlar bazen, yemekten önce yetişinceye kadar bekliyorlar,
yemekten sonra da hemen çıkıp gitmiyorlar, Resulullah (s.a.v.) sıkılıyordu, bu
ayet nazil oldu. Hz. Zeyneb ile evlendiği zaman yapılan düğün yemeğinde nazil
olduğu da Buharî, Tirmizî ve başka kitaplarda Hz. Enes'ten rivayet olunmuştur.
Sizin için yemeğe izin verilmedikçe, denilmeyip denilmesi, izin kelimesinin
içine davet manasını da yüklemek içindir. Beydâvî'nin ifadesine göre bu mânâ
yüklemenin sebebi de, izin verilse bile yemeğe çağrılmadan varmanın güzel
olmayacağına işaret etmek içindir. Yemek zamanına bakmaksızın veya yemeğin
olmasını gözetmeksizin veya gözetmemek üzere girmeyin.
İNÂ, bir şeyin zamanı gelip çatmak, yahut bir
şey kemaline erip yetişmek mânâlarına gelir. Burada ikisiyle de tefsir
edilmiştir. Bu "bakmaksızın" kaydı "Girmeyiniz" fiilinin
fâilinden haldir. Yani zamanı gözetmemeniz, beklememeniz üzere, size yemeğe
izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağrıldığınız zaman da girin. Zamanından önce
de olsa girin. Fakat yemeği yediğiniz zaman da hemen dağılın. Hiç durmayın. Söz
dinlemek veya sohbet etmek üzere izin verilmedikçe girmeyin. Bu da üzerine
atfedilmiştir. Bizim anlayışımıza göre, bu kaydın yararı, yemekten başka
maksatlar için de izinsiz girmenin yasaklığını genellemektir. Çünkü o izinsiz,
zamansız giriş ve duruş Peygambere eziyet veriyordu. Evini daraltıyor, ev
halkını sıkıyordu; fakat sizden utanıyor, girmeyin çıkın demekten sıkılıyordu.
Halbuki Allah gerçeği söylemekten çekinmez, sıkılmaz. Yani Nûr Sûresi âyeti
gereği, başkasının evine izinsiz girenlerin ve ihtiyaçtan fazla duranları
çıkarılması bir haktır. O halde Allah'ın söylediği gibi söylemekten sıkılmamak
gerekir. Şayet size "Geri dönün' denilirse dönüp gidin. Bu sizin için daha
temizdir." (Nûr, 24/28) İzin ile girdiğinizde de kadınlara bir meta,
gerekli bir şey soracağınız veya isteyeceğiniz zaman artık onlara bir
"hicab", yani görülmelerine engel bir perde, bir siper arkasından
sorun. Bundan böyle "harem", farz kılınmışıtır ki, o zamana kadar
Araplar da adet değildi. Öyle yapmanız, izinsiz girmemek, çabuk dağılmak,
hareme soracağınızı perde arkasından sormak hem sizin kalbleriniz, hem onların
kalbleri için daha fazla temizliktir. Şeytanî düşüncelerden, vesveselerden
uzaklaşırsanız, hem kadınların, hem erkeklerin iffet ve ismet hisleri daha
fazla yükselir, edeb, nezihlik, takva, hürmet gösterme artar. Hem Resulullah'ı
üzmeniz, incitmeniz sizin için doğru ve caiz olamaz. Ona hak ve yetkiniz
olmadığı gibi, size yaraşmaz ve hakkınızda iyi olmaz. Onun için onu incitmesi
düşünülen durumların ve hareketlerin hepsinden sakınmalı hiçbirini caiz
görmemelisiniz. Onun arkasından, yani vefatından sonra hanımlarını nikahlamanız
asla olamaz. İşte onların müminlerin anneleri olmalarının asıl mânâsı budur. Öz
anneler gibi nikahlarının ebediyen caiz olmamasıdır. Çünkü o günah, Peygamberi
üzmek, buna dahil olmak üzere o vefat ettikten sonra hanımları ile nikahlanmak
günahı Allah katında çok büyük bulunuyor. Peygambere kasten eziyet etmek inkâr
olduğu gibi, hanımları ile nikahlanmayı, helal saymak da öyledir. Resulullah,
vefatında da Allah katında öyle muazzam ve öyle saygı gösterilmesi vacip
olandır.
54- Siz bir şeyi açıklasanız da gizleseniz de
gerek eziyet kabilinden olsun, gerek saygı gösterme, gerek iyilik, gerek
kötülük herhangi bir şey, Allah onu bilir. Çünkü Şüphesiz Allah her şeyi
biliyor. Onun için ne yapacağını da bilir. Rivayet olunuyor ki bu hicab âyeti
nazil olunca babalar, oğullar, akrabalar, "ya Resulullah bizler de mi
onlara perde arkasından konuşacağız?" demişler. Onun üzerine de bu ayet
nazil olmuş.
55- Onlara, yani hanımlar üzerine şunlarda
günah yok ne atalarında ki, babalar ve bütün dedeler, amca ile dayı da bu
hükümdedir. Bununla birlikte bu ikisi açıkça belirtilmediği için, bazı
bilginler amca ve dayı yanında başörtüsüz oturmayı mekruh görmüşlerdir. Nur
Sûresi'ne de bakınız. Ve kendi kadınlarında, kadınların kadınları, genel olarak
akrabalarından olan kadınlarla tanıdıkları müslüman kadınlar bununla birlikte
Allah'tan korkun, iyi korunun, takvalı, ihtiyatlı bulunun ey Peygamberin eşleri
Çünkü Allah her şeye karşı şahit bulunuyor. Buharî şerhi Aynî'de Kadı Iyaz'ın
beyanına göre denilir ki: Peygamberin hanımlarına özel olan hicab, yüz ve
ellerde dahi ihtilafsız olarak kendilerine farzdı. Onun için ne şahitlik, ne
diğer sebeble yüzlerini ve ellerini açmaları kendilerine caiz olmadığı gibi,
çıktıkları zaman şahıslarını ortaya koymak da caiz değildi. Nitekim Hz. Hafsa
babası vefat ettiği gün, çıktığında şahsını örtmüştü. Vefatında da üzerine bir
kubbe bina edilmişti.
56- Çünkü Allah ve melekleri Peygamberi hep
salat eder dururlar. Allah Teâlâ rahmet ve nimet vermesi ile, melekler
istiğfarları ile ve hizmetleriyle Peygambere daima ikram etmektedirler. Bu
sayede yukarda "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, üzerinize
melekleriyle beraber rahmetini gönderen Allah'tır." (Ahzab, 33/43) buyurulduğu
üzere müminlere ilâhî feyz inmektedir. Ey iman edenler! Sizler ona salat ve
selam getirin, selamlayarak teslim olun. gibi dualarla onun üzerine Allah'ın
salavatını, rahmetini ve bereketlerini niyaz edin. Ve selam vererek ona hürmet
edin. Ve bir mânâya göre, hiç incitmeyerek teslim olun, boyun eğin.Bu âyet
gösterir ki Peygamber'e salavat getirmek farzdır. Ancak tekrarına
değinilmemiştir. Sahih olan budur ki, ismi zikrolundukça vacip olur. Bu hususta
birçok hadisler rivayet olunmuştur. Bu cümleden omak üzere Resulullah (s.a.v.)
buyurmuştur ki:
"Yanında adım zikrolunup da bana salavat
getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün." Yine buyurmuştur ki: "Allah
Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir müslümanın yanında
anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona 'Allah seni
bağışlasın' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak
'Amin' derler. Bir müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salavat
getirmedi mi, mutlaka o iki melek: 'Allah seni bağışlamasın' derler. Yüce Allah
ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben 'Amin' derler." Bazıları
Resulullah'ın adı tekrar tekrar anılsa bile bir mecliste bir kez vacip olur
demişlerdir. Nitekim Secde ayetinde de böyledir. Bunun gibi her duanın başında
ve sonunda da vaciptir. Namazda diye salavat okumak biz Hanefilerce vaciplerden
değil, sünnettir. İbrahim Nehai'den rivayet edilmiştir: "Sahabeler,
teşehhüddeki ile yetinebilirlerdi" demiştir. Fakat Şafiî Hazretleri:
"Namazın caizliği için salavat şarttır, vaciptir demiştir. Sahabeler:
"Ya Resulullah selam vermeyi biliyoruz. Fakat 'salat'ı nasıl
getireceğiz?" demişler. O zaman namazda okunan salavat duası müslümanlara
öğretilmiştir. Peygamberlerden başkasına salavat, Peygambere tabi olarak caiz
olursa da başlıbaşına birisine salavat getirmek mekruhtur. Çünkü örfte
peygamberlerin şiarıdır. Nitekim aziz ve celil olmakla birlikte hakkında
"azze ve celle" denmez.
57- Çünkü Allah ve Resulüne eziyet edenler.
Allah'a eziyet tabiri mecazdır. Allah hakkında uygun olmayan söz söyleyen
veyahut Allah'ın razı olmayacağı fiiller yapan veya Allah'ın sevdiği kullarına
eziyet eden demektir. Allah onları lanetlemiş, rahmetinin alanından
uzaklaştırmış. Dünyada da ahirette de. Dünyada melunlukları hayır ve doğru
yoldan mahrumiyetleridir. Ve onlara hakir kılıcı, zelil edici bir azab
hazırlamıştır.
58- Erkek müminlere ve kadın müminlere
kazanmadıkları, yani sebeb olmadıkları, hak etmedikleri bir şekilde eziyet
edenlere de mutlak eziyet maddî ve manevî ve fiilî eziyetten daha geneldir.
"Kazanmadıkları ve sebeb olmadıkları" kaydı da, kazanma ve hak etmeye
göre, "had vurmak" (şeriatça verilen ceza) ve ta'zir yapmak (şer'an
belirlenmiş cezası bulunmayan bir suçu işleyene takdir edilerek verilen ceza)
gibi, adaletle iyiliği emir ve kötülükten sakındırmak için, verilen cezaların
hüküm dışı bırakılması içindir. Allah ve Resulü hakkında ise, öyle bir
"Hak etme" düşüncesi asla var sayılamaz. Onun için Allah'a ve
Resulü'ne her ne şekilde olursa olsun eziyet edenler mutlaka lanete uğramış ve
aşağılayıcı azabı hak ettikleri gibi, erkek müminlere ve kadın müminlere de hak
etmedikleri bir şekilde eziyet edenler bir iftira yüklenmişlerdir. İşitenin donakalacağı
çirkin bir yalan, çirkin bir isnat ve iftira ki sözle olan eziyette bu iftira
açık, fiilî olan eziyette ise zımnî olur. Hem açık bir günah, besbelli bir
vebal. Münafıklardan ve fasıklardan bir takım çapkınlar, geceleyin tuvalet
ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkan kadınları takip eder, cariyelere söz
atarak sataşırlarmış. Kılık farkı olmadığı için bu arada bilmeyerek veya
bilmezden gelerek hür kadınlara dahi takılır eziyet verirlermiş. Bundan sonraki
gibi bu ayetin de bu sebeble nazil olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı imanlı
hür kadınların kendilerine söz getirmemek, eziyet gelmemesine vesile olmak
üzere vakar ve haysiyetle tanınmaları için tam bir tesettür ile örtünmeleri
emrolunarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
59- Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve
müminlerin kadınlarına hep söyle de cilbablarından (dış elbiselerinden)
üzerlerini sımsıkı örtsünler. Bu onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet
edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır,
çok merhamet edicidir.
60- Andolsun ki, eğer münafıklar ve
kalblerinde bir hastalık olanlar ve Medine'de dedikodu yapanlar, bu
yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra
seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar.
61- Melun olarak nerede bulunurlarsa
yakalanırlar ve öldürülürler.
62- Allah'ın bundan önce geçenler hakkındaki
kanunu budur. Ve sen Allah'ın kanununu değiştirmeye asla çare bulamazsın.
63- İnsanlar sana kıyamet saaatini soruyorlar.
De ki: "Onun ilmi ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin belki kıyamet
yakında olur."
64- Şu muhakkak ki, Allah kâfirleri lânetlemiş
ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.
65- (Onlar) orada ebedî kalırlar ve ne bir
dost bulabilirler, ne de bir yardımcı.
66- O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken:
"Ah keşke Allah'a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!" derler.
67- Yine derler ki: "Ey Rabbimiz! Biz
beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler."
68- Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver
ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle."
59- Ey Peygamber! Hanımlarına da, kızlarına
da, bütün müminlerin kadınlarına da söyle. Görülüyor ki, burada yalnız
Peygamberin hanımlarına ve kızlarına değil, Nur Sûresi'ndeki "Baş
örtülerini yakalarının üstüne koysunlar, zinet yerlerini göstermesinler."
(Nûr, 24/31) âyeti gibi müminlerin kadınları dahi bu hükmün kapsamına dahil
edilmiştir. Bununla birlikte müminlerin kadınlarında aslolan hürriyet olduğu
için, bundan kastolunanın hür kadınlar olduğu beyan edilmiştir. Araplarda
tesettür adet değildi. Cahiliyet devrinde kadına hürmet yoktu. Eski cahiliye
kadınlarında erkeklerin dikkatlerini çekecek şekilde göz alıcı biçimde açık
saçık çıkan, açılıp saçılan orta malı olanlar bulunurdu. Bundan dolayı kız
çocuklarını diri diri gömenler olmuştu. İslam ise kadının şanını iffet ve
ısmetle, vakar ve haysiyetle yükseltiyordu.
Nur Sûresi âyetleri "Mümin erkeklere
söyle, gözlerini sakınsınlar" (Nur, 24/30) ve "Mümin kadınlara da
söyle, gözlerini sakınsınlar." (Nur, 24/31), mümin erkeklerin ve mümin
kadınların, yani bir cinsin karşı cinse göz dikmeyip, bakışlarını kısarak
edeblerini ve iffetlerini korumayı öğreterek terbiyelerini yükseltmiş olduğu
gibi, burada da imanlı hür kadınların hiçbir şekilde eziyete uğramamalarını
pekiştirmek için buyuruluyor ki: Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler.
CİLBAB: Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr
gibi dış elbisenin adıdır. "Kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri her
çeşit giysidir." " Tepeden tırnağa örten giysidir",
"Kadınların tesettür ettikleri her türlü elbise ve başka şeylerdir."
"Çarşaf ve peçedir".
İDNÂ: Yaklaştırmak demek ise de, âyette ile
kullanılması, kapsamak suretiyle sarkıtmak mânâsını da ifade ettiğinden
üzerinden sıkı örtmek demek olur. Cilbabdan örtmek tabirinde de iki şekil
vardır. Birisi cilbablarından birisiyle bütün bedenini sıkıca örtmek, birisi de
bir cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur. Bu beyanda da iki
suret vardır. Birisi kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de
örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak. ikincisi de alnının üzerinden sıkıca
sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerini ikisi de açık kalsa bile,
yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır. Rivayet olunduğu
üzere Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: "Cilbablarından üzerlerini sıkı
örtsünler' âyeti nazil olduğu zaman Ensar kadınları üzerlerine siyah elbiseler
giyerek öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, başları üstünde kuşlar varmış
gibi idi."
Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki;
"Ensar kadınlarına Allah rahmet etsin. Bu "Ey Peygamber, hanımlarına,
kızlarına bütün müminlerin kadınlarına da söyle" âyeti indiği zaman
mırtlarını yardılar, onunla başlarını sardılar da Resulullah'ın arkasında öyle
namaz kıldılar ki, sanki başlarında kargalar varmış gibi..." demiştir. Bu
tesettür onların tanınmalarına, dağınık cariyelerden, adi kadınlardan vakar ve
heybetle seçilerek hürmet edilmelerine ve dolayısıyla incitilmemelerine
elverişli olan biçimdir. Gerçi eziyeti kendilerine davet edecek olan içi
bozukları örtü tutacak değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların, kirli
bakışlardan yuvalarında gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan
biçim de budur. Asıl o zamandır ki onlara eziyet edecek olanların açık bir
vebal ve iftira yüklenmiş oldukları ortaya çıkar. Ve dolayısıyla bundan önceki
ve sonraki âyetlerin hükümlerine dahil olacakları anlaşılır. Bununla birlikte
Allah bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulunuyor. Burada yukardaki âyetlerin
eki gibi getirilen bu son cümle çok anlamlıdır. Bu bize şu mânâları ilham eder:
1- Allah'ın bağışlaması çoktur. Bugüne kadar
geçmiş açıklıkları bağışlar. O kusurları örter. Rahmeti de çoktur; bundan böyle
emrini tutanları rahmetiyle arzusuna çok ulaştırır.
2- Allah bağışlayıcı ve merhametli olduğu
içindir ki, kadınlara eziyet edilmesine razı olmaz ve onun için örtülmelerini
emreder.
3- Tesettür emrolunduğundan dolayı da kadınlar
bir baskıya uğratılmasın, aşırıya gidilmesin; çünkü Allah bağışlayıcı ve çok
merhametlidir. Bu emri onların aleyhine değil, lehine olarak vermiştir demek de
olabilir.
60-61-O bağışlayıcı ve merhametli olan Allah,
bu emri verdikten sonra emniyeti ve asayişi, ahlak ve huzuru bozanlara karşı
celal ve azametle buyuruyor ki, Ululuğum hakkı için söylerim ki, eğer vaz
geçmezlerse o münafıklar, münafıklıktan ve onun eziyete sebeb olan
hükümlerinden ve ahlâkından ve o kalblerinde hastalık bulunanlar, henüz İslâm
terbiyesini tam almamış, fasıklığa ve günaha meylederek erkek müminlerle, kadın
müminlere eziyet eden ahlaksızlar şehirde bozguncu haberler yayanlar.
İRCAF, aslında sarsıntı mânâsına olan
"recfe"den alınarak ortalığı sarsacak tahrikler yapmak demektir ki,
fiilî de olur, sözlü de. Bundan dolayı yalan yanlış uydurma haberler yaymaya
"ircaf" denildiği gibi, o yoldaki yalanlara da "eracif"
denilir. Bunu yapanlar içinde münafıklar dahi varsa da ayrıca zikrolunması daha
başkalarını da göstermiş oluyor ki Medine ve civarındaki yahudilerdi. Bütün
bunlar akıllarını başlarına alıp bu kötü huylarından tevbe ederek bu
yaptıklarından vaz geçmezlerse azamet ve şanım hakkı için mutlak ve muhakkak
seni onlara musallat kılar, saldırtırım, öldürülmelerine ve
uzaklaştırılmalarına teşvik ve sevk ederim. "Sonra da senin civarına pek
az yaklaşabilirler."
62- Allah'ın bundan öncekiler hakkındaki
adetine göre, yani adet etmiş olduğu kanun gereğince. Çünkü bir memlekette, bir
yerde fitne ve fesada koşanlar öteden beri her millette öldürme ve uzaklaştırma
ile cazalandırıla gelmişlerdir. Sen de Allah'ın o adetinde ve kanununda bir
değişme bulamazsın. Yani geçmiş ümmetlerdeki birtakım hükümleri ve kanunları
nesh eden İslam dini öyle zararlı ve fesatçı olanları savmak ve uzaklaştırmak
kanununu, nesh etmek ve değiştirmek için gelmemiştir. Çünkü Allah fesatçıları
sevmez ve müslümanlık bozgunculuğu çoğaltmak için değil, rahatlık ve barışı
çoğaltmak içindir.
63-68- İnsanlar sana kıyameti soruyorlar.
Kur'ân'ın tehdit ve uyarısı geldikçe, müşrikler alay yollu, tez olmasını isteme
şeklinde, münafıklık ve komiklik için; yahudiler de imtihan için kıyametin ne
zaman kopacağını sorar dururlardı. "De ki: Onun bilgisi Allah katındadır."
Şimdi peygambere olan bu seslenişten sonra,
yine müminlere selenilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
69- Ey iman edenler: Sizler Musa'ya eziyet
edenler gibi olmayın. Eziyet ettiler de Allah onu, onların söylediklerinden
temize çıkardı. O, Allah yanında mevki sahibi idi.
70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve
sağlam söz söyleyin,
71- Ki (Allah) işlerinizi yoluna koysun ve
günahlarınızı bağışlasın. Her kim Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse, o
gerçekten büyük murada ermiştir.
72- Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz
ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan
yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.
73- Çünkü Allah münafık erkeklerle münafık
kadınlara, müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azab edecek, mümin erkeklerle
mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir.
69- Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Bu
âyet de Resulullah'ın Zeyneb'le evlenmesinden dolayı edilen sözler üzerine, bir
rivayette de "İfk" meselesi üzerine inmiştir deniliyor. Musa'ya
verilen bu eziyet hakkında da çeşitli rivayetler ileri sürülmüştür.
1- Hazreti Musa, çok edebli bir kişi olduğu
için, pek sıkı örtünüp bedenini kimseye göstermediğinden dolayı,
İsrailoğullarından birtakım kimseler "Bu neye bu kadar örtünüyor? Mutlaka
vücudunda bir ayıp veya bir felaket, hastalık var" diye söz etmişler,
sonra da bir gün ıssız yerde elbisesini bir taşın üzerine koymuş yıkanırken
Allah tarafından taşın yuvarlanmasıyla bastonunu kapıp onu izlerken büyük bir
kalabalık rast gelip kendisini Allah'ın yarattığı en güzel bir vücud ile
görüvermiştir.
2- Kardeşi Harun'u öldürdü demişlerdir.
3- Haşa zina etti demek istemişlerdir. Karun
azdığı zaman sürtük bir kadına birçok mal vererek Hz. Musa'ya nefsiyle iftirada
bulunmak üzere teşvik ve sevk etmiş, fakat sonunda kadın Karun ile aralarında
geçen macerayı, itiraf edivermiştir. Ki Allah onu onların dediklerinden ibra
etti, temize çıkardı. Onu lekelemek isterlerken Allah kendilerini rezil ve rüsvay
etti. Ve Allah katında "vecîh idi veya "vecîh" oldu.
VECİH: Vecahetli, haysiyet ve mevki sahibi,
şerefli, sevgili, tam Türkçesiyle "yüzlü" idi. Onun için duasını
kabul ediverdi de düşmanlarını da kahreyledi veya daha yüzlü oldu, daha çok
şerefi ve namı arttı. Muhammed (s.a.v.) ise, Resulullah ve peygamberlerin
sonuncusu olduğu ve Allah ve melekleri hep ona salavat getirmekte bulunduğu
için, Allah katında daha vecîh, daha sevgilidir. Onun için gerek Zeyneb
meselesi ve gerek başka herhangi bir hususta onu incitecek sözler söyleyenler,
uydurma haberler yayanlar kendilerine yazık etmiş olurlar.
70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun, takvalı
olun. İmana yaraşmaz şeylerden korunun ve sağlam, doğru söz söyleyin. Hangi
hususta olursa olsun bir söz söylediğiniz zaman, hak ve doğru hedefine yönelmiş
sağlam söz söyleyin. Sonunda yalan çıkacak, söyleyenlerini küçük düşürecek
çürük sözler söylemeyin.
71-O düzme sözlerle meşgul olanlara benzemeyin
ki Allah size amellerinizi düzeltiversin, işlerinizi yoluna koyuversin. Çünkü
bir toplumun sözü ne kadar sağlam olursa, işleri de o oranda düzgün olur. Sözü
sağlam olanın özü de sağlam olur. Özü sağlam olanın işi de sağlam olur. Ve
günahlarınızı bağışlaması ile örtüversin, çünkü halleri düzgünlük kazananların
günahları da örtülür. Her kim de Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse. Bu yükümlü
kılmalarının içine dahil bulunan emirlerini ve yasaklarını tutarsa -ki Allah'a
itaat Resulüne itaatla olur- o gerçekten çok büyük maksada ermiştir. Büyük
kurtuluşa, en büyük hoşnutluğa ermiştir.
72- Bunu sırrı ve hikmeti de şöyle izah
buyuruluyor: "Biz emaneti arz ettik.."
EMANET, aslında mimin ötresiyle fiilinden
masdar olup eminlik, yani başkasının hakları güvenilip inanılabilir, inanç
olmak, inançlık huyu demektir. Sonra güvenilip inanılan şeye de isim olmuştur
ki, "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor."
(Nisâ, 4/58) âyetinde bu mânâya idi. "Emanet" "vedîa"dan
daha geniştir, denilir. Burada her iki mânâ da olabilirse de önceki daha
uygundur. Çoğunlukla tefsirciler bunu "yükümlülükler" ve
"farzlar" diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle anlamak gerekir.
Allah'ın gerek kendi hakları ve gerek insanların hakları ile ilgili emirlerinin
ve yasaklarının, hükümlerinin yerine getirilmesine Allah'ın emîn'i, inanç
memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah'ın diğer eşyada olduğu gibi
zorlama ile cebren değil, hoşnutluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği
serbest fiillerden emrine itaatla halifeliği demek olan görev ve yükümlülüğü o
göklere ve yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük varlıkların ve
gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve
çekindiler, gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ'nın "İsteyerek veya
istemeyerek buyruğuma gelin," (Fussilet, 41/11) gibi kainata yönelttiği
emirlerini "İsteyerek geldik." (Fussilet, 41/11) diye isteyerek kabul
ettiler. Öyle iken başkalarının haklarının yüklenmek mânâsını ifade eden emanet
kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle
göklerin ve yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine
getirilmesi zor, sorumululuk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada
"teklif" etmeyi ve "yüz çevirme"yi gerçek mânâsı üzere
anlayan tefsir bilginleri varsa da, çokları emanetin büyüklüğünü beyan için "temsili
istiare" biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa
edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine
getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir
rüsvaylıktır, rezalettir. İnsan ise onu yüklendi, (belâ) dedi, teklifi ve
halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor. Her ferdi
değil, insan cinsi.
ZALÛM: Çok zalim, zulme haksızlığa çok yatkın,
Allah'ın ve Allah'ın kullarının haklarını yüklendiği halde, gerektiği gibi ifa
etmeyip kendine yazık ediyor.
CEHÛL: İddiası gibi âlim değil, aksine çok
cahil, çünkü akıbetinin nasıl olacağını bilmiyor, onun için zulmediyor.
73-Halbuki o yeryüzünün hikmeti ve emaneti
yüklenmesinin sonu şudur: Elbette Allah akıbette münafıkların erkeğine,
kadınına ve müşriklerin erkeğine ve kadınına azab edecek, emanete hıyanetin,
zulümlerinin cezasını verecek. Gerek erkek, gerek kadın müminlere, emaneti eda
etmeye çalışan imanlılara da tevbelerini kabul ederek dönüp dönüp bakacak,
bağış ve rahmeti ile cemalini gösterecek. Ve Allah bağışlayıcı ve çok rahmetli
bulunuyor. Münafıklar, müşrikler de tevbe edip imana gelirlerse, onların
tevbelerini kabul edip bağışlar. Demek ki emaneti yerine getirmeyen görevlerini
yapamayanların sonu çok fena olduğu gibi, Allah'a ve Resulü'ne itaat edip de
iman ile emaneti yerine getirenler de en büyük kurtuluşa ermiş, ilâhî cemale
kavuşmuş olacaklardır. Şüphesiz ki bu nimet ve rahmet hamdetmeye ve şükretmeye
layıktır. Onun için bundan sonra Sebe' Sûresi'nin de "Allah'a hamd"
ile başlaması ne güzeldir. "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun."
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Ahzab Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.